Alıntı – Devrimci Anarşist Faaliyet https://anarsistfaaliyet.org Yaşasın Devrimci Anarşist Faaliyetimiz! Mon, 22 Feb 2021 17:06:10 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.7.4 Gündeme ve Örgütlenmemize dair Yeni Özgür Politika ile Yaptığımız Röportaj https://anarsistfaaliyet.org/alinti/gundeme-ve-orgutlenmemize-dair-yeni-ozgur-politika-ile-yaptigimiz-roportaj/ Mon, 22 Feb 2021 17:04:01 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=9045

Devrimci Anarşist Faaliyet olarak örgütlenmemize ve gündeme dair  Yeni Özgür Politika ile yaptığımız röportajı sizinle paylaşıyoruz:

Birimiz bile tutsaksak, hiçbirimiz özgür değiliz

  • “Biz devrimin kutlu bir günde gerçekleşeceği fikrine inanmıyor, aksine bugünden devrimi yaratıyor ve yaşıyoruz.”

MIHEME PORGEBOL – Yeni Özgür Politika

Gezi’den Kobanê’ye, Newrozlar’dan serhildanlara halkın ayağa kalktığı neredeyse her an ve alanda onların kara bayrağını görmek mümkün. Devrimci Anarşist Faaliyet, on yıllardır toplumsal aktif muhalefetin en direngen güçlerinden biri olarak örgütlülüğünü sürdürüyor. Onların sokaklarda, meydanlarda ve çağın yeni mücadele alanı olan sosyal medyadaki kararlı duruşları gücünü örgütlü toplumsal muhalefetten alıyor. Yerinde oturarak, konfor alanlarını terk etmeden bir şeylerin olması gerektiği gibi olmayacağına dair inançlarını da tarih, toplum ve politikaya dair derin çözümlemelerine dayandırıyorlar. Devrimin kendiliğinden gerçekleşmeyeceğine inanıp üzerlerine düşeni yapmak için harekete geçmek gerektiğini savunuyorlar. Bu yüzden de “Bütünlüklü bir mücadeleye inanan bizler hem toplumsal hem siyasi mücadeleyi örgütlemek ve içinde yer almak için kendi yaşamlarımızı da dönüştürüyoruz. Çünkü biz devrimin kutlu bir günde gerçekleşeceği fikrine inanmıyor, aksine bugünden devrimi yaratıyor ve yaşıyoruz” diyorlar.
Biz de Devrimci Anarşist Faaliyet’le hem örgütlenmeleri hem yaşama ve topluma bakışları çerçevesinde bir sohbet gerçekleştirdik. Türkiye’nin içinde bulunduğu süreci, AKP-MHP ortak iktidarının politikaları ve ezilenlerin kurtuluşunu konuştuk:

Devrimci Anarşist Faaliyet, Türkiye’nin mevcut politik ve toplumsal ortamını nasıl değerlendiriyor?
Siyasi iktidarın hem iç hem dış krizler yaşadığı bir süreçteyiz. AKP, iktidarını korumak için dışarıda saldırgan savaş stratejisi ile gerilimi yükseltirken Libya’dan Kıbrıs’a, Rojava’dan Başûr’a tüm çevresine saldırarak kapmaya çalıştığı pozisyonu kapamıyor. ABD ve Rusya ile ilişkileri istediği seviyeye taşıyamadığı için bölgedeki etkisizliği sürüyor. Masada pozisyonu olmayan TC’nin sahadaki pozisyonu da kurulan gözlem karakollarında nöbet tutmak, bulduğu boşluklarda bölge halklarına korkakça saldırmakla kalıyor. İçeride yaşanan ekonomik krizin, kitlesi üzerindeki etkisini sürekli savaş gündemiyle geçiştirmeye çalışan AKP bu kozunu da kaybetmiştir. Bakur kırsalında adeta kır yürüyüşü yaparcasına gerçekleştirilen ve medya tarafından binlerce askerin katıldığı, trekking-tatbikatvari operasyonlarla yapay savaş gündemi oluşturulmak isteniyor. Bu operasyonların kendi kitlesini tatmin etmeyeceğini bilen AKP terörist olarak tanımladığı Kürt köylerine saldırıyor. Kentlerde ise HDP’ye yapılan saldırılar sürüyor. İl/ilçe başkanlarını tutuklama tehditleri vekillere kadar uzanıyor. Ama yine de siyasi iktidarın (AKP- MHP Koalisyonu) milliyetçi ve muhafazakarlıktan beslenen kitlesi motivasyonu yükseltemiyor. Siyasi iktidarın kitlesel kaybının, düşüşünün ekonomik krizin belirginleşmesi, dolar, euro ve faizlerin yükselişini durduramaması ve her şeyin zamlanmasıyla ilişkili olduğu aşikar. Her şeyin yüzde 150 zamlandığı bir süreçte işçilerin maaşlarının yüzde 15 zamlanması ekonomik krizin gerçekliğini gösterdi. Korona krizinde salgının keyfi kararlarla uygulanan kapatılmalarla ve göstermelik önlemlerle geçiştirildiği, aşı politikasınınsa ezilenleri umursamadığı aşikar. Korona krizi yasaklarının yarattığı buhranın adaletsizliklere karşı koyuş sancısı yaşayan toplumu olumsuz etkilediği ortada. Fakat bu büyük baskı sürecinde direnen işçiler, özgürlükleri için örgütlenen gençler ve kadınlar umudun sürmesini sağlıyor.

Ekonomik kriz ve yoksulluktan söz ettiniz. Yoksulluk ve yolsuzluklar bağlamında ülkenin genel durumu nedir sizce? 
Siyasi iktidarda kim olursa olsun, devlet içinde kendi kadrolaşmasını oluşturur. Bu durum devletin temellerinden biridir. Kim siyasi iktidar olursa o siyasi iktidarın çevre çeperi ve taraftarları ekonomik ve sosyal kazanımlar yaşarlar. Yani devlet yolsuzluk demektir. Bu adaletsiz düzen azınlıkta olan belirli bir kesimin zenginleşmesi, diğer kesimlerin ise fakirleşmesi ile sürer. AKP’nin 19 senelik siyasi sürecinde de böyle olmuştur. Kendi kesimlerinin seçilmişleri zenginleşirken toplumun diğer kesimi fakirleşmektedir.

Devletin tüm alanlardaki uygulamalarına baktığımızda kimlikler bağlamında katı bir ayrımcılık görürüz. Bu çerçevede devletin kimlikler ve azınlıklar ile ilgili politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Devlet bir ya da birkaç kimliğin üstünlüğü üzerine kuruludur. Bu o devletin çapında yaşayan diğer tüm kimliklerin daimi devlet tahakkümünde yaşamasıdır. Dünyada her devletin kuruluş aşamasında bir ya da birkaç etnisite kazanırken diğer etnisiteler yaşamlarını kaybetmiş, katledilmiştir. Bu istisnasız böyledir. Bu bağlamda her devlet halkların katilidir. Kendi hikayesini kendi diliyle anlatamayan halkların kendi şarkısını, türküsünü söylemesi de yasaklanır. Kendi değerlerini özgürce yaşayamazlar. “Özel azınlık” statüleri tanımlanarak adeta bir süse dönüştürülmeye çalışılırlar. Asimilasyona karşı koyanların bu varoluş mücadelesi devlet tarafından terör tanımlamasıyla yaftalanır. Ama bu yaftalamalar halkların özgürlük mücadelelerinin meşruluğunu değiştiremez.

Malumunuz bahsettiğiniz hususlar doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti devletinin nefretine en çok maruz kalan ve bu nefrete en somut itirazı gösteren bir Kürt halk gerçekliği var. Kürt meselesi bağlamında devlet politikaları hakkında ne söyleyebilirsiniz?
TC’nin kuruluşundan itibaren üst kimlik Türklüğün reddi içerisinde olan Kürt halkının karşı koyuşu bir “mesele” olarak tanımlanmıştır. Meselenin kendisi coğrafyada devletin varlığı ve bu devletin üst kimliğinin Türklük oluşudur. Kürt halkı, Ağrı İsyanından Dersim’de Seyit Rıza’ların isyanına TC’nin bu politikasına karşı koymuştur. 80 sonrasında ise yaşamın her alanında, iç işleyişin belirlendiği örgütlü bir sürecin kaçınılmaz ihtiyacıyla Kürt halkı örgütlenmiştir. 70’li yaşlarında asimilasyonun başarısızlığa dönüşmesinin etkisiyle TC’nin saldırıları artmıştır. Bugün bu saldırılar sürmektedir. 19 yıllık siyasi iktidarın 90’lardaki JİTEM’e benzer PÖH-JÖH gibi organlar oluşturması, gerillalara ve partililere yapılan işkencelerin ötesinde sadece kendi köylerinde yaşayan Kürtlere yönelik de işkenceler artmıştır. Halfeti’de yaşayan köylülerin TSK’nin karakolundaki işkence görüntüleri bunun bir göstergesidir.

İşkence konusunu biraz daha açar mısınız?
İşkenceler devletin -örgütle ilişkili olsun olmasın- kendisi için tehdit gördüğü, terörist olarak gördüğü herkesi tutuklayarak hapsetmesiyle sürmektedir. Gözaltı sürecinde polisle başlayan işkenceler, tutsaklık sürecinde de gardiyanlarla sürmektedir. Aleni işkencenin yanı sıra 20 bine yakın siyasi tutsağın karşı karşıya kaldığı keyfi uygulamalar hapishane yaşamlarını işkenceye dönüştürmüştür. Devlet sahada savaştığı Kürt halkına yönelik saldırılarını hapishanelerde de sürdürmektedir. Bu saldırılar, bütün baskılara rağmen tutsakların örgütlülüğü, örgütlü tavırları ve açlık eylemleriyle karşılanmaktadır. Devlet, Kürt halkının mücadelesi karşısında kaybetmektedir.

Hapishaneler zaten devletin en vahşi uygulamalarının görüldüğü mekanlar… Tutsaklaştırmanın vardığı boyut nedir sizce?
Bugün devletin, adaletsizliklere karşı koyan, mücadele eden her örgüt ve bireye karşı işkence ve tutsaklaştırma stratejisini uyguladığını görüyoruz. Artık bu strateji toplumsal mücadele yürüten örgütleri de aşmış durumda. Sadece sosyal medya hesaplarından yorum yapan bireyler bile “Cumhurbaşkanlığına hakaret, Türk Devletini ve milletinin aşağılama vb.” bahaneleriyle gözaltına alınmakta hatta tutuklanmakta.

Devletin tüm bu uygulamalarına dönük bir itiraz da mevcut aslında. Devrimci Anarşist Faaliyet, Türkiye’deki mevcut muhalefeti ve iktidar karşıtı hareketleri nasıl değerlendiriyor?
Muhalefet, parlamenter muhalefet ve toplumsal muhalefet olarak iki ayrı başlıkta değerlendirilmelidir. Parlamenter muhalefet hükümet karşıtlığını seçim, seçmen, oy üçgenine sıkıştırmıştır ve toplumsal muhalefeti de bu sıkışıklığa dahil etme isteğindedir. Hükümet karşıtı söylemlerin sertleşmesi ve sürekli erken seçim isteği bununla alakalıdır. Toplumsal muhalefetin örgütlenmesini önemsemezken seçim süreçlerinde her türlü popülist söylemi kullanmaktadır. Kullanılacak her popülist söylem de hükümetin popülist söylemler kullanmasını meşrulaştırmaktadır. Bu popülist yaklaşımlar, ezilenlerin gerçek ekonomik ve sosyal sorunlarını çözümsüzleştiriyor. Toplum krizi tartışacağına Kemal ve Recep arasındaki retorik tartışmaları konuşur hale geliyor.

Öneriniz nedir?

Toplumsal muhalefetin örgütlenmesi tartışmasız önemlidir. Gündelik yaşamın örgütlenmesi, yaşanan adaletsizliklere karşı adalet için eylemlerin örgütlenmesi ve örgütlenen eylemlerin kuvvetlendirilmesine yoğunlaşılmalıdır. HDP toplumsal muhalefetin parlamentodaki yansımasıdır. Yalnız parlamenter muhalefetin tavırlarını ister istemez edinmiştir. Vekiller üzerinden işletilen muhalefet yükseltilirken meydanda eylemin, mahallede örgütlenmenin zayıflaması bu dönüşümle alakalıdır. Mahallelerden meclise giden HDP, meclisten mahallelere dönememektedir. Hükümet bu bağın zayıfladığını görmüştür ve saldırıları ile bu bağı kopartmak istemektedir. Hükümet kendi kitlesini tatmin için vekillere dava üstüne dava açarak şov yaparken mahalleleri örgütleyen kadroları da tutuklayarak bir halk hareketi olan HDP’yi mecliste bir partiye, mahallelerde öz örgütlülüğün kendisi olan bireyleri de seçmene dönüştürmek istemektedir.

Buna karşı HDP ne yapmalı peki?
Parti-seçmen ikilemine ihtiyaç duymaksızın yaşanan adaletsizliklere doğrudan karşı koyan bir örgütlenme anlayışıyla toplumsal muhalefetin örgütlenmesi kuvvetlendirilmelidir. Bu muhalefetin örgütlenmesi bizim yaşam alanlarımızın öz örgütlülükle savunulması ile mümkün olacaktır. Bu öz örgütlenmeler adaletsizliklere karşı mücadelenin olduğu gibi yeni bir yaşamın yaratılmasında da en önemli araçlardır. Direnişin ve dayanışmanın gerçekleşeceği bu örgütlenmeler bireysel ve toplumsal anlamda özgürlüğü yaratacaktır.
Siyasi iktidarın bu dönemde şiddetini yükseltmesi, özgürlük mücadelesini engelleyemez; tarihin her anında olduğu gibi devlet şiddeti açığa çıkmış olsa da mücadele sürecektir. Bu mücadele biz ezilenler için varoluş mücadelesidir.

Toparlarsak; nasıl bir muhalefet gerektiğini düşünüyorsunuz?
Az önce de değindiğimiz üzere biz parlamenter muhalefetin ne yaparsa yapsın gerçek anlamda bir karşı koyuş gerçekleştiremeyeceğini düşünüyoruz. Siyasi iktidarın başka bir popülist siyasi iktidar tarafından alınması bizim için bir anlam ifade etmemektedir. Esas olan toplumsal muhalefetin örgütlenmesi ve kendini oy-seçim ikileminden kurtarmasıdır. Bugün kazanımla sonuçlanan işçi mücadelelerinin çoğunun, işçilerin kendi örgütlediği öz örgütlenmelerle oluştuğunu görüyoruz. Bu da bize muhalefetin çıkmaza girdiği yerlerde başarıya ulaşmak için toplumsal muhalefeti yükseltmemiz gerektiğini tekrar hatırlatıyor.
Eğer toplumsal muhalefet kendini örgütleyip mücadeleyi kendi eline almazsa bu “siyasi” partilerin arasındaki “al gülüm ver gülüm” politikasına mahkum kalacaktır. Başkanın Recep Tayyip Erdoğan veya başka biri olmasının hiçbir anlamı yoktur.

Peki Devrimci Anarşist Faaliyet kendini toplumsal yapının neresinde görüyor? DAF’lılar kimdir?
Devrimci Anarşist Faaliyet, bu coğrafyadan başlayarak devletlerin ve kapitalizmin yok edilmesini, yerine anarşist bir dünyanın kurulmasını hedefleyen bir örgüttür. Geleneğini örgütlü anarşizmden alır. Sadece siyasi mücadele yürütmektense yaşamsal mücadeleyi de örgütler. Bunu da kendi bünyesinde bulunan öz örgütlenmelerle yürütür. Bu örgütlenme modeli dünya örgütlü anarşizminde de karşılığını buldu. Sık sık dünyanın farklı coğrafyalarındaki yoldaşlarımız misafirimiz olup kendi coğrafyaları hakkında deneyimlerini aktarır. Çoğunlukla örgütlenme modelimizi çalışıp kendi coğrafyalarına uyarlamaya çalışıyorlar. Bütün ezilenlerin kurtuluşunun, herkesin kurtuluşu olacağına inanır. “Birimiz bile tutsaksak, hiçbirimiz özgür değiliz” ilkesini benimser ve burdan yola çıkarak toplumsal mücadelenin bütün kesimleri ile dayanışma içerisinde bulunur. Bütün eylemlere katılım gösterip teorideki dayanışma ilkesini pratikte de hayata geçirir. Özellikle Taksim Gezi İsyanı, sonrasındaki süreçlerde ve Kobanê Direnişi’nde örgütümüzün etkisi toplumsal muhalefeti kuvvetlendirmiştir. İşçi mücadelesinden ekoloji mücadelesine,  gençlik mücadelesinden kadın mücadelesine ve askerliği reddedenlerin mücadelesi olan vicdani ret hareketine kadar bütün alanlarda faaliyet yürütür.
Biz bu coğrafyanın ezilen bütün kesimleri kadar çeşitli ve çok sayıda bireyden oluşuyoruz. Bütünlüklü bir mücadeleye inanan bizler hem toplumsal hem siyasi mücadeleyi örgütlemek ve içinde yer almak için kendi yaşamlarımızı da dönüştürüyoruz. Çünkü biz devrimin kutlu bir günde gerçekleşeceği fikrine inanmıyor, aksine bugünden devrimi yaratıyor ve yaşıyoruz. Bireysel ve örgütsel dönüşümlerimizi şimdi şuanda başlatıyoruz. Geleneğimizin en önemli deneyimlerinden biri olan İberya Devrimi’nde de söylendiği gibi “Yüreğimizde yeni bir dünya taşıyoruz. Şimdi, şu anda bu dünya büyümekte.”

]]>
Dünya Anarşistlerinden Kobanê Dayanışması https://anarsistfaaliyet.org/alinti/dunya-anarsistlerinden-kobane-dayanismasi/ Fri, 24 Oct 2014 15:42:57 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=6269 kobane

Rojava Devrimi biz devrimci anarşistler için her geçen gün büyükmete olan yeni bir dünyanın habercisiydi. Yaşamın yeniden yapılandırıldığı bir deneyim oldu Rojava. Kobenê’yi savunmak da bizim için devrimi yani Rojava’yı savunmaktır.

Kobanê Direnişi başladığından bu yana, uluslararası dayanışmanın önemi bir kez daha sergilendi. Özellikle sınır köylerindeki DAF’lı yoldaşlarımızın bilgilendirmeleri sayesinde, aldığımız bilgileri dünyanın farklı yerlerinden yoldaşlarımızla paylaştık. Paylaştık, çünkü Kobanê’deki direnişin büyümesi ve dünyanın sessizliğini kırmak adına bu sorumluluğun bir parçası da bizlerdik. Bulgaristan Anarşist Federasyonu’undan yoldaşlarımızın söylediği gibi devrimci dayanışma en büyük silahımızdı.

Bu bilgilendirmeler doğrultusunda, İrlanda’dan Katalonya’ya birçok dayanışma eylemi gerçekleştirdi. Ummanita Nova gibi anarşist gazeteler Kobanê Direnişi’ne ön sayfalarında yer verdi. Yunanistan’da yoldaşlarımız Atina ve Selanik sokaklarını hazırladıkları Kobanê afişleriyle donattılar. Farklı örgütlerden yoldaşlarımız, sınır köylerinde bulunan yoldaşlarımızın yanında giderek, Kobanê dayanışmasına bizzat dahil oldular.

Meydan Gazetesi olarak farklı coğrafyalardan ve örgütlerden anarşist yoldaşlarımızdan istediğimiz dayanışma metinlerini siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır. Yazının tam metnine meydangazetesi.org adresinden ulaşabilirsiniz.

]]>
Meydan Gazetesi ile Röpörtaj:Dehaklara Karşı Kawayız https://anarsistfaaliyet.org/alinti/roportajdehaklara-karsi-kawayiz/ Fri, 24 Oct 2014 15:38:21 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=6266 daf1İki yılı aşkın süredir Kürdistan’ın batısı Rojava’da toplumsal devrimin temelleri atılıyorken, Kobanê’ye saldırı girişimlerinin arkasındakilerin TC devleti ve küresel kapitalizmin çıkar politikaları olduğu gerçeği göz ardı edilemez. Halk devrimini gölgelemek isteyenlere karşı direnişin ilk gününden beri Suruç’ta, Kobanê sınırında bölge halkıyla dayanışma gösteren Devrimci Anarşist Faaliyet’ten Abdülmelik Yalçın ve Merve Demir ile Kobanê Direnişi’ni ve Rojava Devrimi’ni konuştuk.

Kobanê Direnişi’nin başından bu yana, birçok eylem gerçekleştirdiniz, afiş ve bildiri çalışmaları yaptınız. Bunların dışında Suruç’ta, Kobanê sınırında bulunan köylerde canlı kalkan nöbetinde aktif rol aldınız. Sınıra giderken ne amaçlıyordunuz? Burada yaşadıklarınızdan bahsedebilir misiniz?

M.D.: Rojava Devrimi ile beraber Kürdistan’ın Suriye ve TC sınırlarında kalan halklar arasında sınırlar erimeye başlamıştı. TC devleti devrimin bu etkisini kırabilmek için duvar bile örmeye çalıştı. Suriye’de küresel kapitalizmin ve bölge devletlerinin çıkar savaşları yaşanırken Kürt halkı, Rojava’da toplumsal devrime giden yolda bir adım attı. Bu adım halkların özgürlüğü için gerçek bir cephenin açılmasını sağlamıştı. Kobanê’de ise küresel kapitalizm ürettiği şiddet çetesi IŞİD eliyle, devrime yönelik kesin bir saldırıya girişildi. Başta Kobanê olmak üzere tüm Rojava’da yaşananlara baktığımızda devrimci anarşistler olarak bu sürece doğrudan dâhil olmamamız imkânsızdı. Devletlerin sınırlarının ortadan kalktığı bir konjonktürde Kobanê’de direnen halklar ile dayanışma göstermek oldukça önemli bir noktada duruyor. Rojava Devrimi’nin 15. ayındayız. 15 ay boyunca İstanbul’da çok sayıda ortak eylemler örgütlemiş, afiş-bildiri çalışmaları gerçekleştirmiştik. Kobanê’de devrime yönelik başlayan son saldırılarda da, yine farklı semtlerde afiş-bildiri çalışmalarıyla birlikte çok sayıda sokak eylemi örgütledik. Ancak üretilmiş şiddet IŞİD çetesinin saldırılarına karşı, Kürt halkının özgürlük mücadelesini selamlamak için artık Kobanê sınırında bulunmamız elzemdi. 24 Eylül akşamı İstanbul’dan Kobanê sınırına hareket ettik. Kısa süre önce sınır hattına gitmiş olan diğer yoldaşlarımız ile beraber Kobanê’nin batısında bulunan Boydê Köyü’nde canlı kalkan nöbetine başladık. Tıpkı bizler gibi, Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın farklı bölgelerinden sınıra gelen yüzlerce gönüllü, 25 km’lik sınır hattı boyunca Boydê, Bethê, Etmankê, Dewşan gibi farklı köylerde canlı kalkan nöbetindeydi. Canlı kalkan nöbetlerinin amaçlarından biri IŞİD çetesine desteği artık herkes tarafından bilinen TC devletinin, IŞİD’e insan, silah ve diğer lojistik desteklerinin önüne geçmekti. Hala daha süren nöbet eylemleriyle beraber sınır köylerindeki yaşam, savaş koşullarına rağmen, komün yaşamına dönüşmüş durumda. Canlı kalkan nöbetlerimizin bir diğer amacı da Kobanê’ye yönelik saldırılardan kaçmak zorunda kalan, sınır kapılarında günlerce haftalarca bekletilen ve zaman zaman jandarmanın saldırılarına maruz kalan Kobanê halkının, sınırdan geçişine müdahil olmak ve sınırda bekletilenlerle dayanışma göstermekti. Nöbet eylemlerimizin başladığı ilk günlerde, İstanbul’dan nöbet eylemine gelenler ile beraber sınır tellerini keserek Kobanê’ye geçtik.

Kobanê sınırını geçildikten sonra neler yaşandığından bahsedebilir misiniz?

A.Y.: Sınırı geçtiğimiz andan itibaren büyük bir coşku ile karşılandık. Kobanê’deki sınır köylerinde, 7’den 70’e tüm halk sokağa çıkmıştı. YPG ve YPJ gerillaları çatılardan, sokaklardan havaya ateş açarak, sınırları yok edişimizi selamladı. Kobanê sokaklarında bir yürüyüş gerçekleştirdik. Ardından devrimi savunan YPG/YPJ gerillaları ve Kobanê halkı ile değerlendirme sohbetlerimiz oldu. Devletlerin, halklar arasına kurduğu sınırların bu şekilde aşılmış olması oldukça önemlidir. Savaş koşullarında gerçekleştirilen bu eylem, isyanların ve devrimlerin, devletin sınırlarıyla engellenemeyeceğini bir kez daha göstermiştir.

Kobanê sınırında canlı kalkan nöbeti tutanlara ve sınırdaki köylü halka yönelik jandarma ve polis saldırıları ile ilgili çok sayıda haber yapıldı. T.C devleti sınırda yapmış olduğu zorbalıklarla ne amaçlıyor? Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

A.Y.: Evet, T.C devletinin sınırda canlı kalkan nöbetindekilere, sınır köylülerine ve sınırı geçmeye çalışan Kobanêlilere yönelik sürekli bir saldırı politikası var. Bu saldırıların yaşandığı anlar bazen çok oluyor, bazense saldırılar günlerce sürüyor. Saldırılarının her birinin ayrı ayrı bahaneleri olduğu gibi, ayrı ayrı amaçları olduğu da aşikâr. Neredeyse her jandarma saldırısında sınırdan araçlarla sevkiyat yapıldığını gözlemledik. IŞİD’e yapılan bu sevkiyatların içeriğini tam olarak bilemiyoruz. Ancak zaman zaman IŞİD’e katılmak üzere insan geçişinin, zaman zaman silah sevkiyatının, zaman zaman da bu yollarla IŞİD’in gündelik ihtiyaçlarının karşılandığını, saldırıların boyutundan anlıyorduk. Bu sevkiyatlar bazen doğrudan resmi plakalı araçlardan, bazen ise devlet destekli “kaçakçılık” yapan çeteler tarafından yapılıyordu. Öte yandan yine devlet destekli bu çeteler, sınırda bekleyen Kobanêlilerin mallarını da gasp ediyorlar. Jandarma ise sınır geçişlerine %30 gibi bir “komisyon ücreti” ile izin veriyor. Devletin bölge halkına yönelik politikaları uzun yıllar boyunca zaten bu şekilde işlemekteydi. Ancak bugün bölgede savaş koşulları bahanesiyle bu politika iyice belirginleşmiş durumda. Bu belirginleşme ile beraber gerçekleştirilen saldırılarda, sınırdaki canlı kalkan nöbeti eylemleri ile sınır köylerindeki halk sindirilmek isteniyor.

daf

T.C devleti inkâr etse de, IŞİD’e yönelik desteğin gizliden nasıl işlediği az çok biliniyordu. Ancak bu süreçte, sınırdan çıplak gözle görülecek boyutta IŞİD’e katılımların olduğunu söylüyorsunuz. Yani devletin artık desteğini gizlemediği bir ortam da açığa çıktı. IŞİD’e TC’nin desteği özellikle sınırda nasıl işliyor?

M.D.: TC devleti ısrarla IŞİD’e desteğini inkâr etti. Ancak her inkâr ettiğinde, ironik bir şekilde, sınırda yeni bir sevkiyat organize ediliyordu. Bu organizasyonların birçoğu gözle görülecek boyuttaydı. Örneğin defalarca farklı farklı araçlar sınıra “yardım paketleri” bırakıyorlardı. Onlarca siyah camlı “servis aracının” Mürşitpınar Sınır Kapısı’ndan geçtiğine şahit olduk. Araçlarda ne olduğunu burada kimse merak etmiyor; hepimiz çok iyi biliyoruz ki IŞİD’in tüm ihtiyaçları bu kanaldan karşılanıyor.

Özellikle böyle bir süreçte Kobanê Direnişi’ne ve Rojava Devrimi’ne sahip çıkmanın, devrimci anarşistler açısından tarihsel ve güncel öneminden bahseder misiniz?

A.Y.: Rojava Devrimi ve Kobanê Direnişi’ni Kürt halkının on yıllardır verdiği özgürlük mücadelesinden ayrı düşünmemek gerekiyor. Yaşadığımız topraklarda “Kürt sorunu” diye nitelenerek değerlendirilen Kürt halkının özgürlük mücadelesi, yıllarca devletten değil de halktan kaynaklı bir sorun olarak lanse edildi. Bir kez daha söylüyoruz; bu, Kürt halkının özgürlük mücadelesidir. Burada tek bir sorun var o da devlet sorunudur. T.C devletinin yıllardır, bu coğrafyadaki siyasi iktidarların ise yüzyıllardır uyguladığı imha ve inkâr politikasına karşılık Kürt halkı bir varoluş mücadelesi vermektedir. Bu mücadele halkın örgütlü gücü ile devlet ve kapitalizme karşı verilen bir mücadeledir. “PKK Halktır Halk Burada” sloganı ile bu mücadelede tek tek her bireyde belirginleşerek toplumsallaşan siyasal öznenin ve örgütlü gücün ise kim olduğu ortadadır. Bu algıyla mücadeleyi somutlaştırdığımızdan bu yana farklı alanlarda, bireyinden toplumuna Kürt halkı ile ve Kürt halkının örgütü ile kurduğumuz ilişki, karşılıklı bir dayanışma ilişkisidir. Bu dayanışma ilişkisi, halkların özgürlük mücadelesi perspektifinden bakarak temellendirdiğimiz bir dayanışma ilişkisidir. Halkların özgürlük mücadelelerinde, anarşist hareket hep tetikleyici olmuştur. Sosyalizmin, Avrupa kıtasından çıkamadığı bir dönemde, ortada “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” diye bir teori henüz yokken, anarşist hareket farklı coğrafyalarda halkların özgürlük mücadelelerine bürünmüştür. Bunu anlamak için Endonezya’dan Meksika’ya geniş bir yelpazede, anarşizmin halk mücadelelerindeki etkisine bakılabilir. Rojava’daki devrimden Zapatistlerin Chiapas’ta giriştiği halkların özgürlük mücadeleleri, klasik ulusal mücadele tanımlarına uymamaktadır. Çünkü ulus kavramının devletli bir içeriğe sahip olduğu aşikârdır. Bu yüzden halkların, devletsiz öz örgütlenmeler yaratmak amacıyla giriştiği mücadeleler, “ulusal” kavramından uzak ele alınmalıdır. Öte yandan Kobanê Direnişi’ni herhangi bir tarihsel sürece benzetmek, aynılaştırmak gibi bir yaklaşımımız yok. Son süreçlerde farklı topluluklar, farklı tarihsel süreçlere atıf yaparak Kobanê Direnişi’ni bu süreçlerde yaşananlara benzetiyor. Ancak şu iyi bilinmelidir Kobanê Direnişi, Kobanê Direnişi’dir; Rojava Devrimi, Rojava Devrimi’dir. Toplumsal devrimin temellerinin atıldığı Rojava Devrimi’ne toplumsal devrim perspektifinden bir paralellik kurulmak isteniyorsa eğer, o zaman İberya Yarımadası’nda gerçekleşen toplumsal devrim incelenebilir.

Kobanê’deki direniş, T.C devleti sınırlarının ötesinde gerçekleşiyor olsa da, dünyanın dört bir yanında Kobanê’yle dayanışma eylemleri gerçekleşti. Kobanê Direnişi’nin ya da aslında Rojava Devrimi’nin öncelikle Anadolu coğrafyasına ve tabi ki Ortadoğu ile dünyaya etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu etkiye dair öngörüleriniz nelerdir?

M.D.: Yapılan serhildan çağrıları başta Kürdistan şehirleri olmak üzere Anadolu şehirlerinde de karşılık buldu. İlk akşamdan itibaren herkes sokaklarda katil IŞİD çetesine ve destekçisi T.C devletine karşı Kobanê Direnişi’ni ve Rojava Devrimi’ni selamladı. Başta Kürdistan şehirlerinde olmak üzere devlet, kolluk güçleri ve paramiliter güçleri ile beraber halk serhildanlarına saldırmaya başladı. Kürdistan’da Hizbulkontra aracılığıyla sokaklarda adeta terör estiren devlet, serhildan sürecinde 43 kardeşimizi katletti. Bu katliamlar T.C devletinin, Rojava Devrimi’nden, devrimin kendi topraklarında da toplumsallaşmasından ne kadar korktuğunun bir göstergesidir. Korkunun çaresizliğiyle saldıran T.C devletinin ve küresel kapitalizmin bir diğer korkusu da elbette Ortadoğu coğrafyasına dairdir. Ortadoğu’da onlarca plan, talan ve üretilmiş şiddete rağmen toplumsal devrim var olabilmiştir. Bu küresel kapitalizmin ve bölge devletlerinin tüm planlarını alt üst etmiştir. Öyle bir alt üst ediş ki savaş koşullarının tüm yoksunluklarına rağmen Rojava’da toplumsal devrim yeşerebiliyor. Bu devrim bölgede ve tüm dünyada devrimin olabilirliğine dair bütün şüphelere cevap niteliğindedir ve başta bölge halklarında olmak üzere tüm dünyada devrim inancının sarsılmazlığını arttırmıştır. Zaten tarih boyunca toplumsal devrimlerin amacı bütün dünyada toplumsallaşmış bir devrimdir. Bu perspektifle biz de dünya anarşizmine, Kobanê Direnişi ve Rojava Devrimi ile dayanışma çağrısı yaptık. Dayanışma çağrımızla İrlanda’dan Almanya’ya, Atina’dan Brüksel’e, Amsterdam’dan Paris’e New York City’e tüm dünyada anarşistler çeşitli eylemler gerçekleştirdi. Buradan küresel dayanışma çağrımızın ulaştığı, bu çağrı ile eylemler örgütleyen, sokağa çıkan ve bizimle beraber sınırda bizzat canlı kalkan nöbetinde olan tüm anarşist örgütlenmeleri bir kez daha selamlıyoruz.

IŞİD saldırılarının ilk gününden bu yana, Kobanê düştü düşecek diye özellikle T.C destekli medya bol bol haber yaptı. Ancak bir ayı geçkin sürede daha yeni anladıkları bir durum var; Kobanê düşmeyecek! Evet, Kobanê düşmedi ve düşmeyecek. Meydan Gazetesi olarak Kobanê ile dayanışmanızı selamlıyoruz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

M.D.: Biz devrimci anarşistler olarak coğrafyamızda savaş koşullarının yaşandığı bugünlerde devrime olan inancın sarsılmazlığını bir kez daha gördük, yaşadık, yaşıyoruz. Rojava’da yaşanan toplumsal devrimdir! Sınırların ortadan kalktığı, devletlerin etkisizleştiği, küresel kapitalizmin planlarının bozulduğu bu devrim, coğrafyamızda da toplumsallaşacaktır. Coğrafyamızın dört bir yanındaki tüm ezilenleri bu farkındalıkla, ezilenlerin penceresinden bakmaya, ezilenlerin toplumsal devrimi için örgütlü mücadeleyi büyütmeye çağırıyoruz. Rojava’da temelleri atılan toplumsal devrimin daha geniş coğrafyalarda yaşamasının tek yolu budur. Yaşasın Kobanê Direnişi! Yaşasın Rojava Devrimi!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.

]]>
Anarşizmin Teori ve Pratik Tartışmaları (1) Onaltılar Manifestosu https://anarsistfaaliyet.org/alinti/anarsizmin-teori-ve-pratik-tartismalari-1-onaltilar-manifestosu/ Tue, 29 Jul 2014 19:40:07 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=6124 Tarih boyunca pratikten gelişen birçok olay ve durum karşısında, birçok farklı düşünce ortaya çıkmıştır. Bu düşünceler kimi zaman sahiplenilmiş, kimi zaman ise bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde çarptırılmıştır. Bu düşünsel aşamalar, tarihsel süreç içerisinde ortaklaşmalara ve ayrışmalara da neden olmuştur.

Anarşist yoldaşlardan Pyotr Kropotkin’in de imzacıları arasında olan ve 1916 yılında yayımlanan Onaltılar Manifestosu, işte tam da böyle bir aşamayı yaratmıştır. 1. Dünya Savaşı’na karşı kaleme alınan bu manifesto, yanlış yorumlanmasıyla, anarşist düşünürler arasında bir tartışma yaratmıştır. 1. Dünya Savaşı’nın başlamasından tam iki yıl sonra kaleme alınan bu manifesto, başta Kropotkin olmak üzere, 15 anarşist yoldaşın imzasıyla yayılanmış ve geniş çevrelerde yankı bulmuştur.

Onaltılar Manifestosu açık ve net bir şekilde devletlerarası başlatılan ve halkların katliamıyla sonuçlanacak 1. Dünya Savaşı’na karşı olunduğu ve bu savaşın ancak devletlerin terörüne karşı direnerek sonlandırılabileceğini belirtilse de, dönemin kimi anarşist düşünürleri tarafından farklı yorumlanmıştır.

Manifestoya karşı “Cenevre Anarşist-Komünistler Grubu” adıyla, imzacıları arasında Alexander Berkman, Emma Goldman, Errico Malatesta gibi anarşist yoldaşların da bulunduğu bir eleştiri yayımlanmış ve Onaltılar Manifestosu’na ağır eleştiriler getirilmiştir. Kropotkin’in militarist, savaş yanlısı gibi ithamlarla eleştirildiği bu metin, anarşist düşünürler arasında da tartışma konusu olmuştur.

Kropotkin, Onaltılar Manifestosu’nda Alman işgalci kuvvetlerin saldırılarının, yaratılmak istenen devletsiz, sınırsız ve özgür dünya önündeki en büyük tehdit olduğunu ve bu tehdide karşı direniş göstermenin önemini vurgularken aynı zamanda Alman devletine karşı savaşın, tüm devletlere karşı verilen bir savaş olduğunu söylemiş, anarşistlerin var olan bu savaşa karşı direniş göstermesinin, bütünlüklü olarak devlet terörüne karşı bir direniş olduğunu açıklamıştır.

Tıpkı Bakunin’in yaptığı gibi, Kropotkin’in de Alman devletinin ve Alman faşizmin geçmişte olduğu gibi tekrar durdurulması gerektiğini bu yüzden anarşistlerin de savaşa girmelerini, bunun kaçınılmaz bir gerçek olduğunu söylediği Onaltılar Manifestosu, işte tam da bu noktada “Kropotkin’in savaş çağırıcılığı” iddiasıyla, birçok anarşistin hedefinde olmuştur.

Günümüzde ekonomik ve siyasi çıkarlara bağlı olarak savaş dengelerinin değiştiğini göz önünde bulundurursak, Alman devletinin de 1. Dünya Savaşı planıyla aynı kaygıyı güderek birçok coğrafyayı işgal edeceğini ve halkları katledeceğini görmek çok da zor değil.

Onaltılar Manifestosu’nun üzerine ilerletilen tartışmaların, içinde bulunduğumuz coğrafyanın anarşist mücadelesine de katkıda bulunacağını düşünerek, ilk kez Türkçe’ye çeviriyoruz. Anarşizm tarihi içerisinde bir tartışma konusu olan bu manifestonun, 1. Dünya Savaşı’na karşı geliştirilen anarşist perspektifi ve yazıldığı dönemde yarattığı etkiyi dikkate alarak yayımladığımız bu çeviriyle birlikte, “Anarşizmin Teori ve Pratik Tartışmaları” yazı dizimizi de başlatmış oluyoruz.

ONALTILAR MANİFESTOSU – Pyotr Alexeyevich Kropotkin

Her yerden sesler, bir an önce barışın sağlanabilmesi için yükseliyor. Yeterince kan döküldüğünü, yeterince yıkım olduğunu ve her koşulda bunun bitmesi gerektiği söyleniliyor. Bizler herkesten çok ve uzun süredir, gazetelerimizde, halkların aralarındaki savaşa ve imparatorluğun ya da cumhuriyetçiliğin maskesi altında gülünç duruma düşen militarizme karşıyız. Ayrıca tartışılan barış esasları, Avrupalı işçiler tarafından evrensel bir kongre sonrası belirlenseydi memnun olurduk. Üstelik Alman halkı Ağustos 1914’te topraklarını korumak için hareket edildiğine inanmış olsa bile, bu halkın aslında fetih savaşları için aldatılmış olduklarını fark etmeleri için zamanları vardı.

Aslında Alman işçilerin gruplarında en az çalışan Almanlar, çok veya az ilerlemiş olanlar, şimdi anlamak zorundalardır ki Fransa’nın, Belçika’nın ve Rusya’nın bu istila planları çok önceden hazırlanmıştır ve eğer savaş 1875, 1886, 1911 ya da 1913’te patlak vermediyse bunun nedeni uluslararası ilişkilerin daha elverişli olmaması ve de askeri güçlerin Almanya’ya yeterince zafer vaat edememesidir ( tamamlanacak olan stratejik hatlar, Kiel Kanalı’nın genişletilmesi, mükemmelleştirilmesi gereken büyük kuşatma topları). Ve şimdi, yirmi aylık savaş sürecinin ve korkunç kayıpların ardından, Alman ordularının istilalarının savunulacak olmadığı görülmelidir. Daha bile önemli olarak farkında olunmalıdır ki, fethedilen yerlere katılıp katılmamayı dile getirmek, her bölgenin halkına düşmektedir (Fransa, Avusturya-Macaristan yenilgisi sonrasında, 1859’da farkına varmıştır).

Eğer Alman işçiler durumu bizim anladığımız ve zaten zayıf bir azınlık olan sosyal demokratların anladığı gibi anlamaya başlasalardı, barışla ilgili tartışmaların başlayabilmesi adına ortak bir zemin bulunabilirdi. Fakat ilhak etmeyi kesinlikle reddettiklerini bildirmeleri ya da onayladıklarını bildirmeleri; böylece istilacı ülkeler üzerinde vergi alma hakkından vazgeçmeleri, istilacıların komşu ülkelere verdiği maddi zararı Alman devletinin ödeme zorunluluğunun farkına varmaları ve ticaret anlaşması adı altında ekonomik bağımlılığı zorla kabul ettirmek istememelilerdir. Ne yazık ki günümüze kadar Alman halkında bir uyanış belirtisi göremiyoruz.

Zimmerwald Konferansı hakkında konuştuk fakat bu konferansta eksik olan temel, Alman işçilerin tanıtımıydı. Yaşamın Almanya’da pahalı olmasından kaynaklı birçok ayaklanma olayları görmekteyiz. Ama bu ayaklanmaların büyük savaşlarla sürelerini etkilemeden paralellik gösterdiğini unutuyoruz.

Bu zamanlarda Alman hükümeti tarafından alınan hükümler, yeni saldırıların ilkbahar dönüşüne hazırlandığını kanıtlamaktadır. Ama nasıl ki müttefiklerin ilkbaharda yeni ordularla, yeni ekipmanlarla, öncelere göre daha güçlü toplarla karşı koyacağını bildiğinden, müttefik halkların arasında geçimsizlik ekmeye çalışmaktadır. Ve bu amaçla savaşın kendisi kadar eski bir araç kullanmakta, yalnızca orduların ve ordu sahiplerinin karşı koyabileceği gelecek barış söylentilerini yaymaktadır. Bülow ve sekreterleri İsviçre’de kaldıkları son günlerde, bu uygulamaya tabii tutulmuştur.

Ama hangi koşullar altında barışın bitirilmesini öneriyor?

Neue Zuercher Zeitung’a göre -ki buna resmi gazete olan Nord-deutsche Zeitung da karşı çıkmıyor- Belçika’nın büyük bir kısmı boşaltılacak, ama bir şartla: Ağustos 1914’te olduğu gibi Alman askerlerinin geçişinin engellenmeyeceğine dair sözler verilmesi gerekiyor. Peki, bu sözler ne olacak? Belçika’daki kömür madenleri? Kongo? Kimse söylemiyor. Ama yıllık büyük bir katkıda bulunulması, şimdiden arz ediliyor. Fransa’da fethedilen topraklar geri verilecek ki buna Lorraine’in Fransızca konuşulan kısmı da dâhil. Ama karşılığında, Fransa, 18 milyarlık Rus borçlarını Alman devletine aktaracak. Bu 18 milyarlık “katkı”yı Fransız tarım ve endüstri işçileri geri ödemek durumunda kalacak, çünkü sonuçta vergileri onlar ödüyor. Kendi emekleriyle oldukça zengin bir hale getirdikleri on bölüm için 18 milyar verilecek, ama bu bölümler kendilerine harap edilmiş bir şekilde geri verilecek.

Almanya’da barışın koşullarıyla ilgili ne düşünüldüğüne gelecek olursak, bir olgu kesin: Burjuva basını ülkeyi, Belçika ve Kuzey Fransa’nın bazı kesimlerinin topraklarına katılacağı fikrine hazırlıyor. Ve Almanya’da bu fikre karşı çıkma kapasitesine ait herhangi bir güç yok. Bu “fetih”e karşı ses çıkarması gereken işçiler bunu yapmıyor. Sendikalı işçiler kendilerinin emperyalist ateşi tarafından yönetilmesine izin verirken, hükümetin barışla ilgili kararları üstünde herhangi bir etkiye sahip olmak için fazla zayıf olan sosyal demokrat partisi -bütün bir kitleyi temsil etse dahi- kendisini bu konuda ikiye ayrılmış buluyor ve partinin çoğunluğu hükümeti destekliyor. Alman İmparatorluğu, 18 aydır ordularının Paris’ten 90 kilometre uzakta olduğunun bilinci ve yeni fetihler hayal eden Alman halkının desteğiyle birlikte neden çoktan yapılan fetihlerden bir çıkar elde edemeyeceğini göremiyor. Kendisini istediği zaman Fransa’ya saldırabilmesi, kolonilerini ve öbür bölgelerini alabilmesi ve direnişinden artık korkmamasını sağlayacak yeni silahları alabilmesi için yeni milyarlarını kullanabileceği barış koşullarını dikte edecek kudrette buluyor.

Şu noktada barıştan bahsetmek, tam anlamıyla Alman devletinin, Bülow’un ve ajanlarının oyununa alet olmak olur. Bize gelince, biz kesinlikle bazı yoldaşlarımızın Almanya’nın kaderini yönetenlerin barışçıl eğilimlerine dair sahip olduğu illüzyonları paylaşmayı reddediyoruz. Biz tehlikenin direk yüzüne bakmayı tercih ediyoruz ve bu tehlikeyi engellemek için ne yapabileceğimizi araştırıyoruz. Tehlikeyi görmezden gelmek, onu arttırmak demektir.

Alman saldırısının yalnızca kurtuluşa dair ümitlerimize karşı bir tehdit olmakla kalmayıp, bütün insan evrimine karşı da bir tehdit olduğunun fazlasıyla farkındayız. Bundan ötürüdür ki bizler, anarşistler, anti-militaristler, savaş düşmanları, barışın ve kardeşliğin tutkulu savunucuları olarak direnişten yanayız ve bu yüzdendir ki kendimizi, kendi kaderimizi, halkın geri kalanından ayırmak zorunda hissetmedik. Bu halkın müdafaasını kendi ellerine alıp ilgilenmesini görmeyi tercih ettiğimiz gerçeği üstünde durmanın, gerekli olmadığı kanısındayız. Bunun imkânsız olmasıyla beraber, değiştirilemeyecek olanın acısını çekmek dışında yapılabilecek bir şey yoktu. Ve savaşanlarla birlikte iddia ediyoruz ki, Alman halkı en mantıklı kavramlar olan hak ve adalete geri dönerek Pangermanist politik hâkimiyetin projelerinin enstrümanı olmayı reddetmediği sürece, barış söz konusu bile olamaz. Şüphesiz, savaşa, cinayetlere rağmen, bizler enternasyonalist olduğumuzu ve halkların birleşimi ile sınırların yok olmasını istediğimizi unutmuyoruz. Ama biz halkların (Alman halkı dâhil) uzlaşmasını istediğimizden ötürüdür ki, özgürlüğe dair tüm ümitlerimizin mahvoluşunu temsil edecek bir saldırgana karşı direnmeleri gerektiğini düşünüyoruz.

45 yıl boyunca Avrupa’yı uçsuz bucaksız ve sağlamlaştırılmış bir kamp haline getiren bir parti kendi koşullarını dikte edebiliyorken, barıştan bahsetmek bizlerin yapabileceği en büyük hata olur. Direnmek ve onun planlarını alaşağı etmek, aklı yerinde olan Alman halkına yolu açmak ve bu partiden kurtulmasını sağlamak için gerekli olanları tedarik etmektir. Alman yoldaşlarımız bilsinler ki, bu iki taraf için de avantajlı olan tek sonuçtur ve bizler kendileriyle işbirliği yapmak için hazırız.

28 Şubat 1916

Olaylardan sonra yayımlanan bu bildiri, Fransa ve yabancı basında yayınlanacağından dolayı ancak on beş yoldaşımız bu bildiriyi onaylamıştır: Christian Cornelissen, Henri Fuss, Jean Grave, Jacques Guérin, Pierre Kropotkine, A. Laisant. F. Le Lève (Lorient), Charles Malato, Jules Moineau (Liège), A. Orfila, Hussein Dey (Cezayir), M. Pierrot, Paul Reclus, Richard (Cezayir), Tchikawa (Japonya), W. Tcherkesoff.

Furkan Çelik & İrem Taştan

(Meydan Gazetesi’nin 20. sayısından alıntılanmıştır.)

]]>
Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (9) İspanya Devrimi’nde Endüstriyel Kolektifleştirme-II https://anarsistfaaliyet.org/alinti/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-9-ispanya-devriminde-endustriyel-kolektiflestirme-ii/ Tue, 29 Jul 2014 19:32:13 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=6118 Devrim Yolunda İlerlerken

Bütün endüstrinin kolektifleştirilmesi bir gecede vuku bulmadı fakat yavaş yavaş da olsa işleyen bir süreç yaşandı. Ne endüstriyel kolektifler her yerde aynı yöntemle işledi, ne de kolektifleştirme aşaması ve örgütlenme yöntemleri her yerde aynı şekilde gelişti. Önceki bölümde bahsedildiği gibi; bazı fabrikalar hemen işçiler tarafından ele geçirildi, diğerlerinde; önce üretimin devamlılığını sağlamayı amaçlayan kontrol komiteleri sayesinde işçiler kendi iş yerlerinin yönetimini ele aldılar. Bundan sonraki adım doğal olarak, iş yerlerinin tamamen işçiler tarafından devralınması oldu.

İlk başlarda, üretimin devamlılığını sağlamak esas iken, atölyeler ve fabrikalar arasında ufak bir resmi koordinasyon mevcuttu. Leval’ın da işaret ettiği gibi bu koordinasyon eksikliği birçok sorunun doğmasına sebep olmuştu: “Yerel fabrikalar devrim boyunca küresel deneyemin neredeyse tüm aşamalarından geçtiler. Misal, komiteler fabrikada çalışan işçiler tarafından aday gösteriliyordu. Her birinde üretim ve satışlar devam ediyordu, fakat kısa süre içinde anlaşıldı ki; bu durum fabrikalar arasında bir yarışın doğmasına sebep olmuştu. Çekişme yaratmak, kolektif ve özgürlükçü görüş açısıyla tamamen zıttı. Bundan dolayı CNT uygulamada şöyle bir değişiklik yaptı: Tüm endüstriler tek bir kolektif gibi sendikaların altında yer alacak ve hep savunduğumuz dayanışma yönetimi her zaman, herkes için var olacak.” [10]

Birçok işçi, bu sorunu –işçiler işyerlerinin kontrolünü ellerine aldıkları halde, farklı işyerleri birbirinden bağımsız ve rekabet içinde işletilmelerini– çözmenin ve kolektifleştirme sürecini tamamlamanın ve böylelikle kısmi kolektifleştirmenin tehlikelerinden kurtarmak gerektiğinin farkındaydı. 1936 Aralık’ında Ahşap Sanayii Sendikası tarafından, mevzubahis koordinasyon eksikliğini vurgulayan bir manifesto yayınlandı. Farklı fabrika ve endüstri işçileri arasında oluşacak dayanışmadan işçilerin daha hoşnut kalacağı, yoksa başarılı endüstrilerin önem kazanıp diğer endüstrilerin ise kendi sorunlarıyla başbaşa kalmalarından ötürü iki yeni sınıf ortaya çıkacağı belirtildi: “yeni zenginler ve fakirin de fakirleri”. [11]

Bu anlamda, kolektifler kâr için birbirleriyle yarışmak için değil bilakis üretim fazlalarını birbirleriyle paylaşmak için çabalarını artırdılar. Örneğin, oldukça başarılı olan ve diğer ulaşım sistemlerinin gelişimi için finansal işbirliğine giden ve geçici sıkıtntılarında diğer ulaşım sistemlerine yardımcı olan Barselona tramvayları… Endüstriler arasında birçok farklı dayanışma durumları da vardı. Örneğin Alcoy’da, Basım, Kâğıt ve Mukavva Sendikası zor duruma düştüğü zaman, diğer 16 sendika Alcoy’da yerel bir federasyon kurup Basım Sendikası’na finansal destek verip kendisini idame etmesini sağladılar.

Bir yandan, anarşist toplumu bir adım öteye götürmeki aynı zamanda verimli endüstriyel örgütlenmeyi de gerektiriyordu. Ahşap Sanayii Sendikası yayınladığı manifestosunda şunu belirtmekteydi; “Ahşap Sanayii Sendikası yalnızca devrim yolunda ilerlemeyi değil, aynı zamanda devrimi bizim ekonomimize uyarlamayı istiyordu.” [12] 1936 Aralık’ında sendikalar genel kurulu toplanarak, yaptığı analiz sonucunda verimsiz kapitalist endüstriyel sistemleri tümüyle yeniden örgütlemesi ve bütünsel kolektifleştirme yönünde karar aldı. Kurulun hazırladığı raporda:

“Küçük imalathanelerin en büyük sıkıntısı bölünmüş olmaları ve teknik/ticari hazırlık faaliyetlerinden yoksun olmalarıydı. Bu yüzden onların daha iyi tesislere ve koordinasyona sahip, daha verimli üretim birimleri haline getirecek modernleşme ve konsolidasyon mümkün olamıyor. Bize göre kolektifleştirme tüm bu eksikleri gidermeli ve tüm endüstrilerin örgütlenme yapısında düzeltmeler sağlamalıydı. Bir endüstriyi kolektifleştirirken rekabeti önlemek ve verimli bir üretim ve dağıtımın önündeki engelleri aşmak için her bir endüstri dalınının farklı birimlerini genel ve organik bir çerçevede birleştirmek gerekir.”

Küçük, sağlıksız ve maliyetli atölye ve fabrikaları ortadan kaldırma çabası endüstriyel kolektifleştirme sürecenin en önemli karakteristik özelliğiydi. Arazi ekiminde olduğu gibi, bu atölye ve fabrikaların işleyişi şöyle bir hissiyat doğuruyordu “Kuvveti dağıtmak muazzam bir güç kaybına, mantıksız bir emek, makine ve hammadde kullanımına ve gereksiz emek tekrarlarına sebep oluyordu” [14] Örneğin, Granollers kasabasında “yerel ekonominin işleyişini ve yapısını geliştirmeye yönelik bütün girişimler sendika sayesinde olmuştur. Bu sebeple, kısa bir süre içinde, kolektifleştirilmiş yedi berber salonu, kendi gayretleriyle sayısız pespaye işletmeyi tekrar ayağa kaldırıyordu. Ayakkabı üretimine yönelik tüm atölye ve küçük fabrikalar, en iyi makinelerin kullanıldığı ve işçilerin sağlık koşullarına uygun hijyen kurullarının geçerli olduğu fabrikalarla yer değiştiyordu. Aynı ıslahat çalışmaları mühendislik endüstrisinde de yapıldı ve sayısız küçük, karanlık ve boğucu dökümhane; bol bol güneş ve temiz hava alan daha geniş üretim birimleriyle yer değiştirdi. Kolektifleştirme, modernleştirme ile el ele gitti.” [15]

Serbest Kalan Yaratıcılık

Barselona Tramvayları

Kırsal bölgelerdeki kolektifler örneği gibi, kentlerdeki işçiler de öz-yönetimle; çalışma koşullarında, üretkenlikte ve verimlilikte takdire şayan gelişmeler yarattılar. Örneğin Barselona tramvaylarının başarısını ele alırsak; çatışmaların sona ermesinden yalnızca beş gün sonra, tramvay hatları temizlenip tekrar faal duruma geçirildi ve toplamda altı yüz olup daha sonra yüz tane daha eklenen toplam yedi yüz tramvay, CNT-FAI’nin renkleri olan kara ve kızıla boyanıp işler hale getirildi. Tramvay ve trafik kontrolün teknik organizasyonları büyük ölçüde geliştirildi, yeni güvenlik ve sinyalizyon sistemleri geliştirildi ve tramvay hatları düzeltildi. Tramvay kolektiflerinin ilk önlemleri; aşırı ücret alan üst yöneticileri tasfiye etmek oldu ve kolektifler bundan sonra yolcu ücretlerinde indirime gidebilme olanağı buldu. Temelde ücret eşitliği sağlandı: Vasıflı işçilerin ücretleri diğer emekçilerinkinden günlük 1 peseta fazlaydı. Çalışma koşulları işçilere sağlanan yeterli imkânlarla geniş ölçüde geliştirdi ve yalnızca tramvay işçilerini değil, aynı zamanda ailelerini de kapsayan yeni ücretsiz sağlık hizmetleri organize edildi.

Tıpta Kolektifleştirme

Tıp alanında gerçekleştirilen kolektifleştirme çalışmaları, devrimin göze çarpan en önemli başarılarından biriydi. 19 Temmuz’dan hemen sonra, hastanelerin, dispanserlerin ve diğer yardım kuruluşlarının yönetimindeki kişiler bir gece içinde ortadan kayboldular. Bu yüzden ivedilikle yeni örgütlenme yöntemlerini bulmak gerekti. Dispanser Hizmetleri Sendikası 1936 Eylül’ünde kuruldu ve birkaç ay sonra 1000’in üzerinde farklı branşlardaki doktorlar dâhil, 7000 profesyonel medikal üyesi oldu. Büyük toplumsal idealden ilham alan sendikanın amacı, tüm tıp ve halk sağlığı hizmetlerini temelden yeniden örgütlemekti. Bu sendika 1937’de 40,000 üye sayısına ulaşan C.N.T. Halk Sağlığı Ulusal Federasyonu’nun bir parçasıydı.

Katalonya bölgesi, nüfus yoğunluğuna bağlı olarak, birbirinden daha önemli veya önemsiz, fakat sıhhi korumadan veya medikal hizmetlerden yoksun hiçbir köy veya mezra kalmayacak şiarıyla 35 merkeze bölündü. Bir yıl içinde sadece Barselona’da 6 yeni hastane ve savaş malulüleri için 2 askeri hastane açıldı, ayrıca Katalonya’nın farklı bölgelerinde istimlak edilmiş mülklere 9 yeni sanatoryum kuruldu. Devrimden önce doktorlar hep zengin bölgelere yoğunlaşırken, artık en çok ihtiyaç duyuldukları yerlere gönderiliyorlardı.

Fabrikalar ve Atölyeler…

Fabrikalarda da muazzam yenilikler gerçekleşiyordu. Bir zamanlar işçilerin kontrolünde olan birçok atölye, anti-faşist birliklerine savaş materyalleri üretmek için dönüştürülmüştü. Bunu sağlayan, Katalonya’daki metal endüstrisinin yeniden kuruluşu olmuştu. Örneğin, 19 Temmuz’dan yalnızca birkaç gün sonra, Hispano-Suiza Automobile Şirketi zırhlı araç, ambulans, silah ve ön cephede savaşabilmek için cephane üretimi yapmak üzere dönüştürülmüştü. Bir başka örnekte, gözlük sanayiisi devrimden önce hiç var olmamıştı. Önceden küçük ve dağınık olan atölyeler, gönüllü olarak yeni bir fabrika yapısında kolektifleştirildiler. “Fabrika kısa zamanda opera dürbünü, uzaklıkölçer, dürbün, yerölçüm aletleri, farklı renklerde endüstriyel gözlükler ve bilimsel malzemeler üretimi yaptı. Ayrıca savaşın ön cepheleri için optik teçhizat üretti ve bakımlarını sağladı. Kapitalistlerin yapamadıklarını, CNT’nin hünerli üyeleri olan Optik İşçiler Birliği gerçekleştirdi.” [16]

Endüstriyel kolektiflerinden bir başka güzel örnek de; “sayısız kentte, dağınık birçok fabrikada yarım milyon tekstil işçisini çalıştıran ve çok iyi verim alan tekstil endüstrisidir. Tekstil endüstrisi kolektifleştirilmesi, işçilerin mükemmel ve karmaşık bir kurumu idare edemeyecekleri hususundaki miti alt üst etti.” [17]

Anarşist toplumu var edebilmenin ilk koşulu tüm ücretlerin eşit dağıtılmasıdır. Bu dağılım, işçi sınıfı arasındaki farklar ile tümden birleşmiş bir sınıfın zayıflamasına sebep olan bölünmelere son vermek için zorunludur. Eşit ücret dağılımları endüstriyel kolektifler arasında hemen gerçeklemedi ve ara sıra teknik ve az vasıflı işçilerin maaşları arasında nispeten de olsa küçük farklar var oluyordu. Ücretler işçiler tarafından sendika genel kurulları sırasında belirleniyordu. İşçiler ve teknik sorumlular ile diğerleri arasında ortaya çıkan ücret farklılıkları, işçilerin çoğunluğu tarafından devrim aşamasında oluşabilecek can sıkıcı çatışmaları önlemek ve düzenli üretimi sağlamak adına masrafları ayarlamak için geçici bir önlem olarak görülüyordu. Yüksek ücretli idareler fesh edildi ve eski patronlarla dilerlerse normal bir işçi gibi çalışmaları veya ayrılmaları seçenekleri sunuldu ki çoğu zaman çalışmayı tercih ettiler.

Endüstrinin temel motivasyonu olan kişisel kâr ortadan kalktığında, endüstrinin daha verimli ve rasyonel bir şekilde tekrar organize edilebildi. Örneğin, Katalonya’nın dört bir yanına dağılmış, az ve verimsiz üretim yapan birçok elektrik üretim istasyonları vardı ve bu istasyonlar halk yararına değil, hususi üretimler yapıyordu. Elektrik üretim sistemleri tamamen yeniden yapılandırıldı ve verimsiz bazı istasyonlar kapatıldı. Sonuçta iş gücünde yapılan tasarruflar; Flix yakınlarında, 700 işçi ile inşa edilen ve mevcut elektrik kapasitesini hatırı sayılır derece arttıran baraj gibi geliştirmelerin yapılabilmesi anlamına geliyordu.

Kolektiflere Kadınların Katılımı

Devrim sırasında yaşanan en büyük değişikliklerden biri de, işgörmez geniş bir kadın kitlesinin iş gücüne dâhil olmasıydı. CNT kadın işçileri sendikalaştırmaya çok önem verdi. Tekstil endüstrisinde parça başı iş kadınlar için yürürlükten kaldırıldı ve işgücüne dâhil olmayan ev kadınları fabrikalara yerleştirildi, bu sayede ücretlerinde ve çalışma saatlerinde gelişmeler sağladı. Çocuk bakımı, ev işi görme sorumlulukları her nedense hala kadınlara bırakılmıştı ve birçok kadın için hayatlarında birden fazla olan rolleri arasında bir denge kurmak zordu. Bazen çocukbakıcılığı kolektifler tarafından sağlanıyordu. Örneğin, Barselona’daki Ahşap ve İnşaat Sendikası aynı zamanda içinde yüzme havuzu da olan dinlenme alanları inşa ediyordu, ayrıca bir kilise, kreşe ve çalışanların çocukları için okula dönüştürülmüştü.

Mujeres Libres (Özgür Kadınlar), kadın anarşistler örgütlenmesi, “secciones de trabajo”lar (iş paylaşımı) düzenleyip, CNT sendikalarına uygun, özel meslek ve endüstrilerde kadınlara sorumluluklar veriyordu. Bu “iş paylaşım”ları, fabrika ve atölyelerde kreşler kurulmasına yardımcı oluyor, aynı zamanda kadınların fabrikalarda çalışmalarını sağlayacak eğitimlerin verildiği okullar ve kurslar düzenliyordu. Bu kurslar ise daha önceleri yalnızca erkeklerle sınırlı olan çalışma alanlarına kadınların da dâhil olmasında yardımcı oluyordu. Örneğin, Barselona’da tramvay kullanmak üzere sürücü belgesi alan ilk kadın işini şöyle tanımlıyordu; “insanları çırak, tamirci ve sürücü olarak alıyor ve gerçekten bize ne yapmamız gerektiğini öğretiyorlardı. [Kadınlar ilk defa sürücü olarak işe başladıklarında] Yolcuların yüzlerini görmeniz lazımdı! Bence ulaşımdaki yoldaşlar ki bize karşı çok yardımcı olmuşlardı, bundan gerçekten çok zevk aldılar.” [18]

Yine de kadınların endüstri kolektiflerinde erkekler eşitliğe eriştiğini söylemek yalan olur. Kadınlar ve erkekler arasındaki maaş farkı var olmaya devam etti. Ayrıca, birkaç örnek dışında kadınlar fabrika komitelerinde kolektiflerin seçimle edinilen diğer pozisyonlarında yeterince temsil edilemiyorlardı. Hiç kuşku yok ki, kadınları geleneksel rollerinin devam ediyor olması, kolektiflerde daha aktif yer almalarına engel teşkil ediyordu ve bu meseleler ve özellikle kadınları etkileyen diğer hususlara (doğum izni gibi) öncelik tanınmamıştı. Her ne kadar çok sayıda kadın devrim sırasında işgücüne katılmış olsa da, aynı katılım ücretli işgücünde kendisini gösteremedi. Bunun sebebi de anarkosendikal toplumsal örgütlenmenin iş gücü eksenli bir vizyona sahip olmasıydı.

Deirdre Hogan

]]>
Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (8) İspanya Devriminde Endüstriyel Kolektifleştirme-I https://anarsistfaaliyet.org/alinti/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-8-ispanya-devriminde-endustriyel-kolektiflestirme-i/ Tue, 27 May 2014 19:20:08 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=6111  İspanya Devriminde Endüstriyel Kolektifleştirme – I

 Anarşizmin toplumsallaştığı alanlar yoğunluklu olarak kırsal bölgeler olsa da, şehirler ve merkezi yerleşim yerleri de bu devrimden etkilenmiştir. O zamanlar İspanya’da 24 milyon olan nüfusun 2 milyonu endüstride çalışıyordu. Bu 2 milyonluk kesimin %70’i de bir bölgede, Katalonya’da yoğunlaşmıştı. Faşist saldırının olduğu bir zamanda, işçiler 3000 işletmenin kontrolünü ele geçirmişti. Bunlar arasında toplu taşıma araçları, nakliye, elektrik ve enerji şirketleri, gaz ve su işletmeleri, mühendislik ve otomobil tesisleri, madenler, çimento fabrikaları, tekstil atölyeleri ve kağıt fabrikaları, elektrik ve kimya şirketleri, cam şişe fabrikaları, parfüm üretim alanları, gıda tesisleri ve bira fabrikaları vardı.

Kolektifleştirmenin yaşandığı ilk alanlar, endüstriyel alanlardı. Ordunun ayaklandığı akşam, CNT genel grev çağrısı yaptı. Çatışmanın ilk evresi sona erdiğinde, sonraki önemli adımın üretimin devamını garanti altına almak olduğu açıktı. Franco taraftarı birçok burjuva, isyancı ordu güçlerinin yenilgisinden sonra kaçtı. Onların sahip olduğu birçok fabrika ve işletme ele geçirildi ve işçiler tarafından işletilmeye başlandı. Burjuvazinin diğer bölümleri fabrikalarını işletmeye çok istekli olmadı ve Franco’nun amaçları için fabrikalarını Franco’ya hibe ederek kapattı. Fabrika ve işletmelerin kapatılması, düşmanın elini güçlendiren yüksek işsizlik ve sefalet yarattı. “İşçiler içgüdüsel olarak bu durumu anlayarak tüm işletmeleri harekete geçirdi ve kontrol komitelerini kurdu. Kontrol komitelerinin amacı üretim sürecini korumak ve her bir işletme sahibinin finansal durumunu takip etmekti. Birçok örnekte yönetim hızla kontrol komitelerinden, fabrika sahibinin işçilerle birlikte çalışıp aynı ücreti aldığı öz-yönetim komitelerine geçti. Bu yöntemle, Katalonya’daki birçok fabrika ve işletme, buralarda çalışan işçilerin eline geçmiş oldu.” (1)

Gecikmeden, cephenin ihtiyacını karşılamak üzere bir savaş endüstrisinin kurulması, malzemelerin ve milislerin cepheye nakledilebilmesi için ulaşım sisteminin tekrardan harekete geçirilmesi son derece önemliydi. Dolayısıyla ilk kolektifleştirmeler, anarşist militanların durumdan faydalanarak devrimci hedefleri yükseltmesiyle birlikte faşizme karşı zafer kazanmak için gereken fabrikalar ve kamu hizmetlerinde gerçekleştirildi.

CNT’nin Rolü

Bu toplumsal devrimi anlamanın en iyi yolu, İspanya’daki işçi örgütlerinin ve mücadelelerin görece uzun tarihsel bağlamında düşünmektir. Kolektifleştirmenin en büyük yürütücüsü olarak CNT; 1910’dan beri vardı ve 1936’ya gelindiğinde üye sayısı 1,5 milyonu geçmişti. Anarşist sendikalist hareket, İspanya’da 1870’den bu yana vardı ve ilk kuruluşundan nihai amacını (kısmen) gerçekleştirebildiği toplumsal devrime uzanan süreçte, yoğun toplumsal mücadeleyle -”grevler ve genel grevler, sabotajlar, kitlesel gösteriler, mitinglerle; grev kırıcılara, cezaevlerine, davalara, ayaklanmalara, lokavtlara, suikastlere karşı mücadeleyle”(2)- iç içe geçmiş bir tarihi vardı.

Anarşist düşünceler 1936’da daha da yayılmaya başladı. Anarşist yayınların o dönemdeki dolaşımı buna ilişkin bize fikir verebilir; biri Barselona, diğer Madrid’de olmak üzere, iki anarşist günlük gazete vardı. İkisi de CNT’nın yayın organıydı ve her biri 30 bin ve 50 bin arası değişen miktarlarda basılıyordu. Periyodik çıkan 10 yayın ve birçok anarşist dergiyle beraber 70 bin adet yayın dolaşımdaydı. Tüm anarşist gazetelerde, bildirilerde ve kitaplarda, sendikalarda ve örgüt toplantılarında olduğu gibi, sürekli ve sistematik olarak toplumsal devrim tartışılıyordu. Böylece, İspanya işçi sınıfının radikal karakteri, mücadele ve çatışma yoluyla politikleşirken; anarşist düşüncelerin etkisi, devrim koşullarında anarşistlerin kitlesel halk desteğini alabildiğini gösterdi.

CNT, özünde güçlü bir demokratik geleneğe sahipti. Ücretler ve çalışma koşulları gibi yerel ve acil konulardaki bütün kararları, düzenli olarak toplanan yerel üyeler alıyordu. İşçiler arasında karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma güçleniyor, mücadeleleri kazanmanın tek yolu olarak görülüyordu. İşçiler CNT’de yeteneklerini ya da çalışma alanlarını ayırmadan örgütlediler. Başka bir ifadeyle işçiler bir sektörde her bir iş için farklı sendikalar kurmaktansa, her sektör için bir bölümü olan genel bir sendikada örgütlendiler. Sendikaların içinden çıkan ve onların şekillendirdiği devrimci kolektiflerin yapısı, hem sendikaların endüstriyel doğasından, hem de demokratik gelenekten büyük ölçüde etkilendi.

Meydan Gazetesi- Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları  8 -İspanya Devriminde Endüstriyel Kolektifleştirme1

CNT’nin devrime gücünü veren bir diğer önemli özelliği ise doğrudan eylem yöntemini kullanmasıydı. “CNT her zaman, tartışmaları çözmek için ‘işçilerin kendi yaptıkları doğrudan eylem’i savunmuştu. Bu politika, sendikada ve üyelerinde katılımı ve kendine-güveni teşvik etmişti- “bir şeyin çözümlenmesini istiyorsak, bunu kendimiz yapmalıyız” düşüncesi hakimdi. [3] Son olarak CNT’nin yerel özerkliğe dayanan federal yapısı, sağlam ama oldukça merkezsiz bir örgütlenme yaratmış, aynı zamanda özgüven ve inisiyatiflerin önünü açmıştı ki bu değerler devrimin başarısına büyük katkı sağladılar.

Gaston Leval, demiryollarının kolektifleştirilmesinde CNT’yle UGT’nin rollerini karşılaştırırken devrim koşullarında doğrudan demokrasi ve özgüvenin öneminin altını çiziyor. Demiryolu endüstrisini son derece örgütlü, etkin ve sorumlu bir şekilde yeniden harekete geçiren devrimcileri anlatırken şunları yazıyor: “Bunların hepsi sadece sendikanın ve CNT militanlarının insiyatifi sayesinde başarıldı. İdari yönetime hakim olan UGT’liler pasif kaldı, yukarıdan emir gelmesine alıştıkları için, beklediler. Ne bir emir ne de karşı emir gelmediğinde, yoldaşlarımız hızla ilerlemeye devam etti, sadece hepsini birlikte sürükleyen güçlü dalgayı takip ettiler”[4]

Bu mücadele ve örgütlenme tarihi ve anarko-sendikalizmin birleştirici yapısı, CNT militanlarına zamanı geldiğinde toplumu anarşist çizgiler içinde yeniden ve sağlam bir şekilde şekillendirmek için gerekli insiyatif ve öz örgütlenme deneyimini verdi. “Şunu açıkça söyleyebiliriz ki, yaşanan bu toplumsal devrim CNT’nin üst organlarının aldığı kararlarla çıkmadı… Aniden ve doğalında gerçekleşti… “halk” devrimci vizyon sayesinde esinlenip birden mucizeler yaratacak kabiliyete ulaştığı için değil, tekrar söylemekte yarar var, halkın arasında, aktif olan, güçlü olan ve 1. Enternasyonal ve Bakunin’in zamanında başlayıp yıllardır devam eden mücadeleyi sürdüren büyük bir azınlık vardı.” [5]

 Anarşist Demokrasi, Kolektiflerde İşbaşında

Kolektifler, işçilerin çalışma yerlerinde öz yönetim kurmasına dayanıyordu. Augustin Souchy: “İspanya İç Savaşı sırasında kurulan kolektifler işçilerin özel mülkiyet olmadan kurdukları ekonomik birliklerdi. Kolektif tesisleri burada çalışanların yönetmesi, tesisleri onların özel mülkiyeti yapmıyordu. Kolektifin içindeki bireyler, bulundukları fabrika ya da atölyeleri satamıyor ya da kiralayamıyordu, sorumlu hak sahibi CNT, yani Ulusal Emek Konfederasyonu’ydu. Ancak CNT’nin bile istediğini yapma yapma hakkı yoktu. İşçiler her şeyi konferanslar ve kongrelerde kendileri kararlaştırır ve onaylardı.” [6]

CNT’nin demokrasi geleneğini sürdüren endüstriyel kolektifler, aşağıdan yukarıya yetki verecek şekilde düzenlenmişti. Temel karar organı işçi meclisiydi, ve onlar da fabrikaların günlük işleyişinden sorumlu olacak idari komite temsilcilerini seçiyorlardı. Seçilen bu idari komiteler, toplantı kararlarını uygulamaktan, fabrikadan rapor vermekten işçi meclisine karşı sorumluydu. İdari komiteler ayrıca gözlemlerini genel idare komitesine bildirmekteydi.

Genelde her endüstri, endüstrinin içindeki iş dallarından ve işçilerden delegelerin olduğu merkezi idari komiteye sahipti. Örneğin Alcoy’daki tekstil endüstrisinde 5 temel iş dalı vardı: Dokuma, iplik yapma, örme, tarama ve işleme. Kendilerini endüstri genelindeki komitede temsil etmesi için bu alanlarda uzmanlaşmış işçiler kendi aralarından bir temsilci seçerdi. Teknik uzmanlar da içeren bu komitenin rolü işçiler birliğinden alınan direktiflere uygun bir şekilde üretimi sağlamak, çalışmalar üzerine rapor ve istatistikler derlemek ve son olarak finans ve koordinasyon meseleleriyle ilgilenmekti. Gaston Leval’in dediği gibi : “Hem işgücü dağılımı hem de birleşik endüstiriyel yapı için genel yönetim değişmeden kalıyor.” [7]

Her aşamada Sendika İşçileri Genel Meclisi en yüksek karar mekanizmasıydı. “Önemli kararlar, yüksek katılımlı ve sık sık yapılan genel meclis toplantılarında alınırdı… eğer bir idari yetkili, birliğin yetkilendirmediği bir şey yaptıysa, bir sonraki toplantıda görevinden alınması muhtemeldi.”[8] Raporlar birçok komite tarafından incelenir ve tartışılırdı ve çoğunluk yararlı olduğu kanaatine varırsa yürürlülüğe konurdu. “Burada gördüğümüz idari bir diktatörlük değil, tam tersi, meclisin çalışmaları doğrultusunda her uzmanlığın görevini yaptığı işlevsel bir demokrasi.” [9]

Deirdre Hogan

]]>
Anarşistlerin Seçim Tartışmaları (2) https://anarsistfaaliyet.org/alinti/6114/ Tue, 29 Apr 2014 19:26:34 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=6114 Meydan Gazetesi’nin seçim aldatmacasıyla sunulan temsiliyet sistemini sorguladığı Anarşistlerin Seçim Tartışmaları yazı disinin bu ikinci bölümünde Worker So­lidarity Movement (İrlanda)’dan Paul; Federazione Anarchica Italiana’dan Dario ve Anarchist Group Amsterdam’la yapılan röportajların derlemesine yer verilmiştir.

 

Öncelikle ülkenizdeki güncel politik durumdan bahseder misiniz; kaç parti var ve halk üzerindeki etkileri nedir? Bu partiler gerçekten iddia ettikleri gibi toplumun içindeki kesimleri temsil edi­yorlar mı? Ve eskileriyle yenilerini kar­şılaştırırsak, siyasi partilerde büyük de­ğişiklikler var mı?

Paul: İngiltere’ye karşı bağımsızlık ka­zanıldıktan sonraki iç savaşı takip eden ilk seçimlerin yapıldığı 1923’ten beri sırayla ik­tidara gelen iki egemen parti var – Fine Gael ve Fianna Fail. Bu iki parti iç savaşın iki ta­rafını temsil ediyor ve çoğu İrlandalı ailenin soyu birine ya da ötekine dayanıyor. Her iki parti de sağ kanat, savaşı kazananlar, Fine Gael (FG), ulta-muhafazakar tam sağ; ve kaybedenler, Fianna Fail (FF), popülist mer­kez sağ. Savaşı kaybetmesine rağmen, FF cumhuriyetin kısa tarihinin çoğunda efektif olarak iktidarda kaldı. Bir de ufak Emek Par­tisi var. Sosyal-demokrat oldukları varsayılı­yor ama iktidara sadece en sağ kanat parti FG’nin küçük koalisyon ortağı olarak gelebi­liyor. Bugün, kriz, emlak değerlerinin düşü­şü ve Troyka’nın kurtarma planı sonucunda düşen FG koalisyonu yerine, FG-Emek koa­lisyon hükümeti var. Ayrıca Troçkistlerin ve bağımsızların (hem soldan, hem “o-kadar-sol-değiller”den) oluşan Birleşmiş Sol İttifak bloğunun beş üyesi parlamentoda ama blok dağıldı. İrlanda seçim sisteminin, buranın yerel ve kayırmacı politikaları nedeniyle bir­çok bağımsız parlamentere yer açan garip bir yapısı var.

Dario: Tıpkı Avrupa’daki diğer ülkeler gibi İtalya da sert bir ekonomik krizle karşı karşıya. Toplumsal koşullar birkaç yıl önce hayal bile edemeyeceğimiz seviyelere indi. İtalyan Endüstri Konfederasyonu’nun (pat­ronların birliği) en son açıklamasına göre üretim %25 azaldı. İşsizlik %15’e, genç nü­fus içindeki işsizlik %41’e yükseldi. Yöneten sınıf krizden faydalanıp karlarını ve emek sömürüsünü artırıyor. İşçilerin koşulları kö­tüleşiyor ve sürekli işsizlik tehdidi altındalar.

2011’den beri bu kemer-sıkma politikala­rını yürüten geniş-tabanlı hükümetler, par­lamentoda hem sağ hem sol partiler tara­fından destekleniyor. Bu partiler şimdi de, halkın kurumlara olan inancı kaybolduğu için, yeni liderler çıkarıyorlar ve koalisyon değişikliği yapıyorlar.

PD (Demokratik Parti) son genel seçim­lerde ilk partiydi ve şimdi yenİ bir lideri var: Matteo Renzi. Son haftalarda partisi­nin, Enrico Letta (PD) yönetimindeki geniş tabanlı hükümete olan desteğini geri çekti. Böylece Şubat’ın son günlerinde Letta’nın yerini Renzi aldı ve şimdi aynı geniş koalis­yon tarafından desteklenen yeni hükümetin başında. PD, 1991’den sonra üç kere ismini değiştiren eski Komünist Parti. PD, şu anda orta-sol partilerin en büyüğü. PD, son yıllar­da ABD ve NATO’nun savaşlarını destekledi ve çalışma koşullarını kötüleştiren, ücretleri düşüren iş kanunları önerdi.

2009’da Silvio Berlusconi’nin kurduğu sa­ğın büyük partisi PDL (Özgürlüğün İnsanla­rı) artık yok. 2013’te PDL’nin aşırı-sağ kana­dı ayrılarak Fratelli d’Italia (İtalya’nın erkek kardeşleri, ulusal marşın ilk mısrası) parti­sini kurdu. Tekrardan muhafazakar birliği sağlamak istediler fakat başaramadılar. Son aylarda PDL tümüyle bölündü. İçişleri Baka­nı Angelino Alfano, geniş tabanlı hükümeti doğrudan destekleyen NCD (Yeni Merkez- Sağ)’yi kurdu. Berlusconi, parlamentodan atıldıktan sonra siyasi arenada tekrar rol kapmak için eski partisi doksanların Forza Italia’sını mezarından çıkardı.

Lega Nord partisi (kuzey ligi), kendini ku­zey İtalya’nın göçmen işgali ve devletin uy­guladığı vergilere karşı son savunması ola­rak tanımlayan, sağ-kanadın ırkçı bir partisi. Bu parti doksanlarda doğdu ve geçen yıla kadar kuzeyin endüstri bölgelerinde çoğun­luğu sağlıyordu. Propagandası Roma bürok­rasisine ve güney bölgelerin “parazitliğine” karşı odaklanmıştı. Aslında bu yirmi yıl için­de kuzeyin mitini büyük işletmeler, kumarlar ve onlarca milyonluk karlarla birleştirmişler­di. Lega Nord son yıllardaki rüşvet skandal­larından sonra çökmeye başladı.

Sol ve komünist partiler geçen yıllarda PD hükümetinin savaş yanlısı ve emek karşıtı politikalarını destekledikleri için birliği kay­bettiler. Bu yüzden solun çoğu parlamento dışında.

Şubat 2013’te yapılan son genel seçim­lerde tüm bu partiler oy kaybettiler ve oy vermeyenlerin oranı yükseldi.

Bu durumda, tartışmasız, partiler toplu­mun gerçek bir temsili değiller, tasarruf ted­birleri tüm partilerin (sol ve sağ) desteğini alıyor ve partiler sadece kemer sıkma po­litikaları yürütmek için istikrarlı hükümetler kurmaya çalışıyorlar.

Son genel seçimlerde, eski komedyen Beppe Grillo’nun liderliğinde M5S (Beş Yıldız Hareketi) denilen yeni bir parti, %25’e ulaştı ve üçüncü oldu. Bu parti eski politikacı sını­fın rüşvetçiliğine karşı pozisyon aldı ve yok­sullaşan orta sınıfta birlik sağladı. Bu, politik krizden faydalanmaya çalışan yeni popülist partilerden sadece bir tanesi. M5S kendini, rüşvete karşı ve doğrudan demokrasi ta­raftarı, internette doğan bir hareket olarak sunuyor. Gerçekten de internete dayanan, militanı, ofisi ve eski partilerin kullandığı ge­leneksel yapıları kullanmayan bir parti. Fa­kat M5S, doğrudan demokrasiyi sadece içi boş bir slogan olarak kullanıyor çünkü hem yerel, yem de genel seçimlere katılıyorlar. Dahası, üyeleri internet üzerinde partinin duruşunu tartışıp oylayarak tanımlasa da gerçekte politik pozisyonlara liderleri karar veriyor. Bu parti değişimin tek yolu olarak kendini öneriyor ve bu da devlet için kul­lanışlı çünkü geleneksel partilerin kaybettiği güveni tekrar politik sistem içindeki bir al­ternatife yönlendiriyor.

AGA: Hollanda’daki politik durum hakkın­da uzman olmadığımı söylemeliyim. Fakat seçimler ve etrafındaki anarşist örgütlenme hakkında fikrim var, o yüzden bu soruları ce­vaplamak isterim.

Hollanda’da temsili sistem var. Bu, pratik­te her zaman bir koalisyon hükümeti olması ve birçok farklı siyasi partinin olması anla­mına geliyor. Bu aynı zamanda, sanılanın aksine aralarında neredeyse hiç fark olma­ması anlamına geliyor. Tabii ki ben bir anar­şistim ve parlamenter politikaya hiçbir ilgim yok, birçok insan benim söylediğime katıl­mayacaktır. Ama şöyle bakın: Parlamen­todaki 12 siyasi parti arasında, ‘Hayvanlar Partisi’nden 50 yaşın üstündeki insanların partisi (50PLUS)’a ve ‘Sosyalist Parti’ye ka­dar, hiçbir anti-kapitalist parti yok. Anti-ne­oliberal parti bile yok, belki SP hariç.

Partilerin üçü ‘Hristiyan’ parti ve görünüşe göre bunun anlamı kadın haklarına ve LGBT meselesine tepkili bir tavırları var (yine de bence hiçbiri homoseksüelliğe açıkça karşı çıkacak kadar ileri gitmeyecektir). Bunun dı­şında ılımlı neoliberal ve AB yanlısı bir gün­demleri var.

Sol kanat kabul edilen üç partiden sadece Sosyalist Parti sol gözüküyor, o da bir yere kadar. Yüzeyin altına biraz indiğimizde, her zaman bir anti-göçmen duyarlılık varlığını sürdürüyor. Diğer iki parti devlet bürokrasi­sinde sadece birer kariyer aracı ve onlardan ‘sol’ olarak bahsetmenin ideolojik bir teme­li yok. Dahası bu partiler aşırı sağın politik çerçevesini sahiplendiler.

Aşırı sağda Özgürlük ve Demokrasi için Halklar Partisi (VVD) ve yandaşı Özgürlük Partisi (PVV) var. Şu anda iktidarda sayılırlar (Emek Partisiyle (PvdA) birlikte ama bu bir kariyer makinasından başka bir şey değil).

Bugün, üç partili sistemin yaklaşık 55 yıl­da geldiği noktada, politik manzara istik­rarsız hale geldi. Hollanda’da, nerdeyse her yerde olduğu gibi, refah devletini söken ve özelleştirme ve baskı gibi neoliberal politi­kaları yürütenler ‘sol’du. İşçi sınıfının üst katmanındaki ve orta sınıfın alt katmanın­daki seçmen, aşırı derece ihanete uğramış hissediyor ve sağ kanat bunu kendi lehine kullanıyor. Sağ kanat oy kazanmak için ulu­salcılığı, yabancı düşmanlığını ve korkuyu olabildiğince kamçılıyor. Bu yolda, inanıl­maz bir hızla sağa kayarken kontrolü kay­betmekten korkan muhafazakar elit dışında karşılarına çıkan kimse yok. Bu kayma de­vam ederken seçim sonuçlarının pek önemi yok gibi gözüküyor.

Anarşistler bu siyasi yapıyı nasıl et­kiliyorlar? Siyasi arenadaki sözü nedir?

Paul: İrlandalı anarşistlerin parlamenter yapı içinde ya da yerel yönetimlerde doğ­rudan hiçbir etkisi yok çünkü ne seçimlere giriyoruz, ne de diğerlerine oy aktarıyoruz. İrlanda’da yerel yönetimlerin alışılmadık ka­dar zayıf olduğunu belirtmemiz gerekir. Fa­kat bir politik aktivistin bir yerel üyesi ola­rak seçilip parlamento üyeliği olma yolunda “yağlı direğe” tırmanması nispeten kolay. Dolayısıyla, anarşistler dışında sol eğilim­lerin hepsi, liberal sol, stalinist, troçkist, her neyse seçim siyasetiyle meşgul oluyor. Anarşistler, bu politik kampanyalara bulaş­manın sol aktivistlere verdiği hasarları eleş­tiriyorlar, çünkü bütün dikkatlerini adayların görünürlüğünü artırmaya ve İrlanda’nın po­litik dünyasındaki bağımlılık ve kayırmacılık ilişkilerini korumaya veriyorlar. Bu da sıra­dan insanları kendi işlerini yapmaktan alıko­yuyor ve bunun yerine işleri bir şefin onlar yerine yapmasını talep ediyorlar.

Dario: Anarşistlerin toplumdaki ve poli­tik duruma etkileri, toplumsal hareketlerle doğrudan ilişkili. Şu anda anarşist hareket bir “avangart” değil. Etkisi, işçilerin ve ezi­lenlerin, devletin baskısına, kapitalizmin tahribatına ve sömürüsüne karşı verdiği mücadelelerden geçiyor. Bu hareketler güç­lü olduğunda, anarşist etki de güçlü oluyor. NO TAV hareketinde bunun net bir örneği var. Bu halk hareketi yirmi yıldır, devletin yüksek-hızlı-tren yolu için uranyum ve as­best dolu dağlarda tünel kazmak istediği Susa Vadisi’nde ekolojik katliama karşı sa­vaşıyor. Anarşistler başından beri bu hareke­tin içindeler. Şimdi TAV hareketi karar alma sürecinde anarşist yöntemlere çok yakın yöntemleri benimsiyor ve uyguluyor. Yüzler­ce insan, hareketin meclislerinde, hiyerarşik bir yapı olmadan, her seferinde oybirliğine ulaşmaya çalışarak tartışıyor. Hareket aynı zamanda mücadele biçimi olarak doğrudan eylem uyguluyor ve baskılara karşı dayanış­mayı örgütlüyor.

Son yıllarda NO TAV hareketi İtalya’daki tüm hareketler için gerçek bir model oldu.

Bu hareketler içinde anarşist etkinin çok güçlü olduğunu söyleyebiliriz.

Ne var ki İtalya’da tasarruf tedbirlerine karşı geniş bir hareket yok, işçi mücade­leleri hala zayıf ve mücadele alanları hala bölünmüş durumda. Yani anarşistler sade­ce mücadelelerin olduğu ve anarşistlerin bu mücadeleye katıldığı şehirlerde toplumu ve işçileri etkiliyorlar.

AGA: Şu anda anarşistleri ulusal politik arenada etkileri yok denecek kadar az. Ra­dikal solda seçim siyaseti karşıtı tavırlar çok karışık. Bazıları sağa kayışı tersine çevirmek için SP’ye oy verilmesini savunuyor. Bazıları güçlü bir ‘sol’ hükümetin bir şekilde radikal solu ve anarşistleri ‘koruyacağını’ bile düşü­nüyor (bana sorarsanız hiç gerçekçi değil). Ve oy vermeyip (oy pusulalarını yakan fo­toğraflarla birlikte tam tekmil) ayaklanma çağrısı yapan bir kısım var. Fakat tartışma­nın dönüp dolaştığı yer SP’ye oy vermek ya da hiç oy vermemek.

Anarşistlerin özellikle seçim zaman­larındaki yaklaşımı nedir? Ve bu yakla­şım toplumda nasıl yer alıyor?

Paul: Geçmişte “Hiç-kimseye oy verin, Hiç-kimse sorunlarınızı dert ediyor, Hiç-kimse sizi gerçekten dinleyecek” gibi sayısız hiciv kampanyası yaptık. Fakat şimdilerde öyle geliyor ki, böyle bir yaklaşım sadece alaycılığı yaygınlaştırıyor ve seçimlerin ken­disi kadar güçsüzleştiriyor. Dolayısıyla ge­nelde sadece seçimlerden değil, anti-seçim­cilikten de uzak duruyoruz. Bize göre sorun insanların oy kullanması değil, oy kullanmak dışında hiçbir bir şey yapmadan bir şeyleri değiştirmeyi beklemeleri. Bu yüzden seçim zamanı bütün sol, adayların fotoğrafları ga­zete ve TV’ye çıksın diye sembolik olarak ey­lemlere katılmak ve seçim gezileri yapmak somut hiçbir şey yapmazken, biz doğrudan eyleme dayalı kampanyalar yürütüyoruz ya da desteklemeye çalışıyoruz. Ayrıca kendi çevremiz için, seçim yerine doğrudan eylemi neden seçtiğimizi anlatan öğretici çalışmalar (miting, propaganda, vb.) yapıyoruz.

Dario: Anarşistler olarak politik güç so­rununda net pozisyonlarımız var. Anarşist hareket 1872’de İsviçre’de, Saint Imier Kongresi’nde doğdu. Kongrenin kararı şu anlama geliyordu: “herhangi bir politik ik­tidarın yok edilmesi proletaryanın ilk göre­vidir”. Dolayısıyla oy vermemek, anarşistler için bir taktik ve strateji meselesi değildir. Anarşizmin teorik sisteminin bir parçasıdır.

Oy vermemek ideolojik bir soru değildir, sadece bir slogan değildir. Somut bir pozis­yondur çünkü anarşistlerin istediği şey, iş­çilerin ve halkın, eylemleri yoluyla herhangi bir politik iktidarın baskısından kurtulduğu, öz-yönetime dayalı, devrimci bir toplumsal dönüşümüdür.

İtalya’da anarşistler seçimleri boykot propagandası yaparlar. Bu kampanyada anarşistler somut toplumsal alternatiflerin örneklerini de gösterirler. İşçiler ve halk, sadece anarşistlerin iktidarı istemediğini ve hiçbir zaman onları ezmeyeceğini ya da sö­mürmeyeceğini biliyor.

İtalya’da şu anda oy vermeme oranı çok yüksek ve belki de oy vermeme kampan­yaları yapmak daha önemli. Partilere artık güvenmeyenler ve oy vermeyenler aslında devrimci değiller. Ama anarşistler onlara bir değişim yolu gösterebilir ve öz-yönetimin somut örneklerini verebilirler.

AGA: Anarşistler Hollanda’da ufak bir azınlık ve seçimlere anarşist bir yaklaşım uzun zamandır yok. Bunu bazı çıkartmalar ve posterlerdeki sloganlarla özetleyebiliriz: Oy verme, kararları kendin ver! Ve eğer oy vermek bir şeyi değiştirebilseydi çoktan yasaklanmış olurdu. Seçimlerde verilen oy sisteme olan güvenin oyu olarak da görü­lebildiği için insanlara oy vermeme çağrısı yapıyoruz.

Ama son zamanlarda insanlar bu tutum­larını değiştirmiş, seçimler sirkinin vadetti­ği imkanların kokusunu almış gözüküyorlar. Artık o kadar içi boş bir ritüel (Bir Demokrasi Şöleni!) haline geldi ki, o kadar gerçekler­den uzaklaştı ki, çoğu insan, bazı anarşistler bile, basitçe, kime oy verdiğinizi geçin, oy verip vermediğinizin bile fazla önemi olma­dığını düşünüyor. Dolayısıyla meseleyi oy vermeye odaklamak gerçekten anlamamak demektir.

Anarşist bir ağ örgüt olan Vrije Bond’a bağlı bir grup, iki yıl önceki genel seçimler zamanında astıkları afişlerde biraz farklı bir yaklaşım getirdiler. Örneğin bir tanesinde Tahrir Meydanı’ndaki bir Mısırlı kadın var­dı ve şöyle yazıyordu: Bu Mısırlı kadına oy verilemiyor… Ama yine de o, diğer binler­cesiyle birlikte Tahrir Meydanı’nda protesto ederek, bir diktatörü devirmeyi başardı. Bu, anlamlı politik değişimin oy vererek değil kolektif eylem yoluyla olacağına işaret eder.

Anarşistlerin seçim zamanı düzenle­dikleri ana eylemler ya da kampanya­lar nelerdir? Anarşistler tarafından ha­rekete geçirilen bu kampanyalar ya da eylemler amaçlarına ulaştı mı?

Paul: Son seçimler 2011’de, 2008 sonrası kemer sıkma politikalarına ve 2010 Troyka kurtarma paketine karşı kitle hareketleri­nin olduğu zamanlarda yapıldı. Çoğunluğun beklentisi, hükümetten kurtulup yerine ye­nisini koyunca bir değişim olacağı yönün­deydi ve bu beklenti hareketi sabote etti. Tabii ki beklentiler gerçekleşmedi.

Dario: Seçimler sırasında anarşistler oy vermeme kampanyalarının yanı sıra her zamanki girişimlerine devam edebilirler. Anarşistler politik girişimlerinin herhangi bir alanında basitçe böyle bir kampanyayı ge­tirebilirler, öz-yönetim örneklerini herhangi bir mücadelede ya da içinde bulundukları herhangi bir harekette verebilirler. Tek amaç devletin ezmesine karşı bir alternatif göster­mek olduğu için genelde amaca ulaşılır.

AGA: Seçimlerin aldığı gösterişli saçma­lığa alternatif arayan insanlara yönelik ya­yınlar yapan anarşistler var. Ve 2012’de ‘Tilburg Anarko-cemiyeti’, seçimlerin olduğu gece “Oy vermek daha iyi bir dünyaya götü­rür mü?” konulu bir forum düzenledi.

Ama seçim siyasetine karşı en iyi pro­paganda yine seçim siyasetinin kendisidir. Şüphesiz bu zamanlarda politik sistemin boş propagandası bir hezeyana dönüşüyor ve ona kendi mesajınızı iliştirmek çok kolay ol­malı. Bu fırsatı, diğer zamanlarda karşımıza çıkanlarla karşılaştırdığımızda, bu dünyanın geçip gitmesini seyretmek yazık olur. Ama artık hatalı şekilde, oy verme eylemine çok fazla ağırlık vermeyi bırakmalıyız. Birkaç yılda bir oy pusulasını doldurup doldurma­manız önemli değil. Bunu bir mesele olarak koymayı tamamen bırakmalı ve gerçek me­selelere odaklanmalıyız.

Dünya çapında, birbirinden etkilen­diği söylenen hareketler olduğunu bi­liyoruz. Bunlardan bazıları doğrudan demokrasiye ilişkin büyük deneyimler yarattılar. Ve bazıları da hükümet gücü­nü amaçlayan partilerin seçim kampan­yalarına evrildi. Tüm dünyada meyda­na gelen bu yeni toplumsal hareketler sonrasında seçimlerin yeni anlamını yorumlar mısınız?

Paul: Bizim için, gerçek hareketlerin – yani üyelerinin gerçekten katılımına, doğru­dan demokrasiye, doğrudan eyleme dayalı hareketlerin- temsili biçimlere, seçimciliğe ve sonra da hükümete dönüşmeleri ve ardın­dan kaçınılmaz olarak bunu başlatan gerçek hareketin baskılanmasına yol açması, yeni bir şey değil. İşçi hareketlinin doğuşundan beri sürekli tekrarlanan çok, çok eski bir hi­kaye. Burada, İrlanda’da Yeşiller Partisi ku­rulurken radikal iddiaları vardı. Liderlerinin bazıları, Batı Mayo’da Shell’e karşı direnişte doğrudan eyleme katılmışlardı. Bir sonraki seçimlerden sonra Yeşiller Partisi bu son FF hükümetinin küçük koalisyon ortağı oldu ve zamanında direnişe katılan aynı Yeşiller Par­tisi lideri Shell tesislerini destekleme göre­vini aldı ve bu işi yaptı. Eğer bir gün Syriza Yunanistan’da iktidara gelirse, hikaye aynı olacak. Hep böyle oldu ve hiç kimse değişik bir sonuç almak için materyalist perspek­tifte aslında neyin değiştiğini gösteremedi. Deliliğin tanımı, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı bir sonuç beklemektir sözü, Einstein bunu hiçbir zaman söylememiş olsa da, sol ve seçimler söz konusu olduğunda kesinlikle doğru.

Dario: Değişik ülkelerde, çok değişik geç­mişleri olan değişik hareketleri ele almak zor bir iş. Her halükarda, son yıllarda, ezilmeye ve sömürüye karşı yeni bir direniş dalgası­nın Akdeniz bölgesini ve ötesini salladığı bir gerçek.

Bu yüzden sadece bazı genel yorumlarda bulunacağım. Her şeyden önce, bazı hare­ketlerin ya da bu hareketlerin bazı kısım­larının sandık yoluna gitmeleri yeni bir şey değil. Ne hareketler, yeni liderler, yeni gün­demler çıkabilir ama sandık yolu her zaman aynı “iktidara gelme” mitolojisini takip eder. Bu bir yanılsamadır ve 150 yıllık bir numara­dır. Fakat bu son hareketlerde bir şey değiş­ti. Doğrudan demokrasi ve öz-örgütlenme yaygınlaştı. Bu hareketlerin içinde aktif olan anarşistler olarak, devlet olmadan toplum­sal ve politik dönüşüm konusunda toplumsal bir tartışma başlatmamız gerekiyor. Bu ha­reketlerin içindeki direnişin ve öz-yönetimin somut potansiyelini vurgulamamız gereki­yor.

AGA: Seçimler, yöneten elitin sistemi çö­kertmeden kendi farklılıklarını yarıştırma yoludur. Bugün de eskisinden farklı bir an­lam taşıdığını düşünmüyorum. Ama çoğu insan, politikacıların işsizlik, kriz ve ekolojik yıkım konusunda hiçbir şey yapamayacağını artık açıkça görüyor. Tüm dünya meydana gelen isyanlarda gördüğümüz umut verici gelişmelerden biri politikacılara ve politika­ya yönelik genel tiksinti. Kolektif mücadele, katılan insanları dönüştürüyor ve öyle büyük ufuklar ve olanaklar açıyor ki sistemin bize sunduğu sınırlı seçenekleri daha da bunaltıcı hale geliyor. Ama şu anda tüm dünyadaki bu toplumsal hareketlerin, temeldeki sis­temi yok etmeye gücü yetmiyor. Bu durum değişmediği sürece ‘hareketi temsil etmeye’ hazır politikacılar hep olacaktır ve fark yara­tan bir alternatif görmedikleri sürece, onlara oy veren insanlar olacaktır.

]]>
Anarşistlerin Seçim Tartışmaları (1) https://anarsistfaaliyet.org/alinti/anarsistlerin-secim-tartismalari-1/ Fri, 07 Mar 2014 18:44:23 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=6095     Meydan Gazetesi’nin  doğrudan demokrasi-seçimler; öz-yönetim-temsiliyet karşıtlıklarını ve anarşizmin seçimlere ilişkin sözünün altı boş bir “oy vermeme” kampanyası olmadığını, farklı bir siyasal gerçeklik arayışı ve uygulanışı olduğunu gözler önüne sermeye çalıştığı röportaj dizisi olan Anarşistlerin Seçim Tartışmaları’nın  bu ilk yazısında  Avustralya’dan Melbourne Anarşist Komünist Grubu’ndan David; Bulgaristan Anarşist Federasyonu’ndan Zlatko; Anarşist Federasyon (Fransa)’dan Fred ve anarkismo.net’in editörlerinden Şilili José Antonio Gutiérrez D. ile yaptığı röportajların derlemesine yer veirlmiştir.

 

Meydan: Öncelikle ülkenizdeki güncel politik durumdan bahseder misiniz; kaç parti var ve halk üzerindeki etkileri nedir? Bu partiler gerçekten iddia ettikleri gibi toplumun içindeki kesimleri temsil ediyorlar mı? Ve eskileriyle yenilerini karşılaştırırsak, siyasi partilerde büyük değişiklikler var mı?

Zlatko-FAB: Belki 5-6 farklı parti var – yöneten sınıfın yaklaşan seçimde ihtiyacı olan çember sayısı kadar (eski Komünist partinin “Doktrin” ve “Devlet güvenliği”, bugünün “İşadamları”, “Oligarkları” ve “Mafyası”). Yöneten sınıfın dışında bir grup insanı temsil edebilen hiçbir parti yok. Bütün bu partiler bir şekilde yöneten sınıf tarafından yaratılıyor ya da destekleniyorlar. Siyasi partilerin izledikleri yol ve programlarında ufak değişiklikler var.

Bunun sebepleri, gücün yöneten sınıflar arasında yeniden paylaşımı ve “sıradan seçmenin” politik farkındalığının gerilemesi. Yöneten sınıfın içindeki bölünmeler, bu partilerin siyasetini de etkiliyor ve her geçen sene daha zayıf ve dağınık hale geliyor. Yani eğer bir hareket varsa da yanlış yönde gidiyor (eğer seçimlerin “halkı iktidara” getireceğini düşünüyorsanız).

Güncel duruma gelince – hükümet berbat (şimdiye kadar gelen tüm hükümetler gibi temelde yöneten sınıfı gözetiyor); halk, partilerin kendisini hiçbir şekilde temsil ettiğine inanmıyor; parti üyeleri kendi çıkarları için orada kalıyorlar. “Sınıflar”, “temsil edilen gruplar” ve benzeri herhangi bir siyasi gündem yok.

Bu yüzden halk siyasi partilerde herhangi bir umut görmüyor ama bu ülkede başka şekilde yaşayabileceklerine inanmıyorlar. “Batıda”, gerçekten işleyen, “normal devletler” olduğuna inanıyorlar. Çünkü “bizim” devletimizde yöneten sınıf, insanları “bir şeylerin değiştiğine” inandırmak için “yeni” politikacılarla “yeni” partiler ve hareketler yaratıp duruyor.

Fred-IFA: Siyasi partiler gerçekte değişmezler. Yenileri oluşturulabilir – ya da isim değiştirebilirler – ama hep aynı politikacıdır. Yeni partilerin ortaya çıkması, sadece o kişilere bir iş bulmak içindir. Aslında 6-7 ana parti var. Diğerleri bu gruplara katılabilir ya da yereldir. Bunların yarısı sol-kanattır ama ana sorun toplumun sağ yanıdır ve tabii iki ana partinin. Eşcinsellere ve Romanlara karşı yabancı düşmanlığı ve ayrımcılık artıyor. Daha önce eşcinsel evliliğine karşı gösteri yapan aşırı sağcı gruplar, farklı başlıklarda örgütlenmeye devam ediyor: Eşitlik karşıtlığı, kadın hakları karşıtlığı vb. En büyük değişim, toplumda büyük takipçisi olan aşırı muhafazakar grupların saldırılarında, hatta bazıları çok şiddetli.

Diğer yandan siyasi partilerin genelde o kadar fazla etkisi yok. Birçok insan oy vermiyor ve politikacılara güvenmiyor. Fakat diğer kolektif yapının daha fazla etkisi yok. Örneğin sendikalar etkilerini kaybediyor, çünkü bir mücadele olduğunda gidebilecekleri kadar ileri gitmiyorlar. Grevi durdurup politik açıklama talep ediyorlar… Ama politikacılar işçilerin haklarını yok ederken patronlar için iyi çalışıyorlar.

Değişmesi gereken şey, insanların bireyci düşünce yapısı çünkü kolektif olarak kazanmanın yolunu bulamıyorlar.

David-MelbACG: Avusturalya’da ulusal seçimler Eylül’de yapıldı ve bir hükümet değişikliğiyle sonuçlandı. Liberal Ulusal Parti (LNP, merkez sağ) %10’un üzerinde bir farkla kazandı. İki ana parti, LNP ve Emek (merkez sol) insan hakları ve ekonomi üzerine benzer politikalar ile yürüdüler. İki parti de eşcinsel evliliği desteklemiyor (Avustralya’nın çoğunluğu desteklediği halde), ikisi de mülteci göçünü azaltmak için sığınmacıların hapse atılmasını onaylıyor. Liberal partinin resmi görüşü iklim değişikliğine inanmıyor (çoğu Avustralyalı inanıyor). Emek partisi inanıyor ama çözüme yönelik etkili değişiklikler yapmıyor. Üçüncü bir parti var, oyların %9’unu alan, sosyal demokrat (ılımlı sol), çevreci ve sosyalist odağı ama aslında sosyal kapitalistler olan Yeşiller.

Anarşistler bu siyasi yapıyı nasıl etkiliyorlar? Siyasi arenadaki sözü nedir?

Jose A.: Bu soruda, anarşistlerin toplumsal mücadele içindeki rolünü anlamak çok önemlidir. Solda seçimlere katılan müttefiklerimiz olabilir ve onlara sempati duyabiliriz ama bizim rolümüz her durumda iki tarafı keskin kılıç olan seçim alanında değildir. Seçimler belirli bazı meseleleri ileri taşımak için yararlıdır ama burjuva kurumlarının meşruiyetini pekiştirirler ve gerçek mücadelenin nerede olduğu konusunda kafa karışıklığı yaratırlar: Sınıf mücadelesinde ve mevcut düzene karşı halk hareketinde. Solun bir kısmının bu taktiği kullanmak istemesini anlasak da, bizim rolümüz sokaklardadır, doğrudan demokrasiyi, halkın gerçek gücünü, tabandan yukarı toplumsal örgütlenmeleri yaratmak, gücü yöneten sınıftan, kapitalistlerden alıp işçilere, sıradan insanlara vermektir.

Zlatko-FAB: Bulgaristan genelinde anarşist hareket içindeki bireylerin hepsi aynı değil. Bazıları, bazen, birbirlerini eleştirmekle ya da medyanın vurguladığı ama kitleler için önemli olmayan sorunlar üstüne çalışmakla çok fazla meşgul oluyorlar. Medyanın tamamen yok sayması ve yöneten sınıfın diğer ezme biçimlerinden ayrı olarak, bu da siyasi durumda eksik olan anarşist etkinin nedenlerinden biri. Sadece halkın değil, çoğu “aktivist’in” de modern toplumsal ezme biçimlerinin üzerine kurulduğu toplumsal ilişkiler ve sınıfsal yapı konusundaki anlayışı eksik. Bu yüzden, “anarşistler” insanlarla konuştuklarında ana akımın söylediğinden farklı bir şey söylemeleri gerekmiyor ve söyleseler bile kimse anlamıyor. Ben ikinci problemin çok önemli olduğuna inanıyorum ama bu röportajın konusu dışında.

Fred-IFA: Biz, anarşistler olarak sendikalarla, kolektif yapılarla (kütüphaneler, kooperatif, vb.) ve belirli anarşist gruplarla ilişkiliyiz. Uygulamada anarşist alternatifler diye tanımladığımız şeyi geliştirmeye çalışıyoruz. Öz-yönetimli yapıyı ya da alternatifi oluşturmak istiyoruz. Gruplarımızda, kütüphanelerde, gazetede, radyo programında vb. anarşist düşünceleri ve pratikleri yaymaya devam ediyoruz.

Siyasi partileri umursamıyoruz ve kolektif projelerde bile bu partilerle çalışmak istemiyoruz. Örneğin sol-kanat partileri Paris’te düzenlenen öz-yönetim fuarına katılmaya çalıştılar ama biz onları hala reddediyoruz. Toplumsal hareket istediği gücü ve perspektifleri kendi başına bulmalıdır, bu işi sözde uzmanlara bırakmamalıdır.

Bizim savunduklarımız öz-yönetim ve otonomidir.

David-MelbACG: Bazıları en sosyalist seçenek olarak Yeşiller’e oy veriyor ve bazı anarşistler Daniel Cohn-Bendit önderliğinde, siyasi değişimi bu yolla etkilemek için Yeşiller’e katıldılar ama pek başarılı olamadılar. Diğerleri tam anlamıyla anarşist bir platformda, seçimlere doğrudan karşı çıkıyor, genelde anti-kapitalist ekonomi, karşılıklı yardımlaşma farkındalığını yükseltiyor ya da bazen basit parodi ya da hiciv yapıyorlar. Avustralyalıların büyük çoğunluğu da seçimleri “eğer oy vermek herhangi bir şey değiştirseydi yasak olurdu” sözüyle eleştiriyorlar. Anarşist doğrudan eylem, politika değişimi ya da seçim sonuçları üzerinde çok etkili olmasa da, mülteci gözaltı merkezlerinin kapatılması gibi belirli durumlarda değişimi zorlayan etkili bir araç olduğu geçmişte kanıtlanmıştır.

Anarşistlerin özellikle seçim zamanlarındaki yaklaşımı nedir? Ve bu yaklaşımın kamuoyunda nasıl bir yeri var?

Jose A.: Bazı insanlar dar bir politika anlayışına sahipler ve sadece ancak seçimlere katıldığınız zaman politik olduğunuzu düşünüyorlar. İnsanlara farklı bir yaklaşımla şunu anlatmak gerekiyor: Her gün, düşüncemizi her açıkladığımızda, sesimizi her yükselttiğimizde, komşularımızla, sınıf arkadaşlarımızla, iş arkadaşlarımızla bir araya gelip her karar aldığımızda politika yapıyoruz. Patronların, yöneten sınıfın en çok korktuğu politika budur: Çünkü bu politikanın sadece oyuncuları değil, oyunun kurallarını da değiştirme potansiyeli vardır. İnsanlar doğrudan demokrasiyi keşfedip kendi meselelerine gerçekten katılmayı ve gerçek gücü istediklerinde, devrimcilerin esas görevi bir alternatif göstermektir, insanların mücadele ederek zaten geliştirdikleri deneyimi daha da genişletmeleri için araçlar vermektir. Bugün ihtiyacımız olan, tabandan yukarı daha çok örgütlenme ve yaşamak istediğimiz tipte bir toplumu halk hareketiyle uygulamaya koymaktır. Yöneticiler bizi aksine, değişikliğin tepeden geldiğine ikna etmek isteseler de, birçok değişiklik bu yolla, doğrudan mücadeleyle, isimsiz kitlelerin politikaya akın etmesi yoluyla meydana geliyor.

Zlatko-FAB: Tabii ki boykotu yayıyoruz. Ve her sene seçimleri biz kazanıyoruz – halkın %50’si hiç oy kullanmıyor. Tabi ki bu kadar çok etki yarattığımızı iddia etmiyoruz. Bir alternatif olarak doğrudan demokrasi hakkında konuşuyoruz ve son yıllarda bu iyi karşılanıyor ama bunun nedeni maalesef bu terimin daha popülerleşmesi. İnsanların bunu nasıl algıladığı net değil – son zamanlarda birçok politikacı “öz-yönetim” ve “doğrudan demokrasi” kelimelerini kullanmayı seviyor, hatta bazen “ulusallaşma”, “güçlü-el” ve “vatan hainleri mahkemesi” ile birlikte. Halka açıklanacak çok şey var ama yandaş medyanın sesini aşmakta zorlanıyoruz.

Fred-IFA: Gerçek şu ki insanlar artık oy vermiyor. Bizim yapmamız gereken, onları oy vermemeye ikna etmek değil, direnmek için kolektif yapıyı oluşturmak ve somut dayanışmanın yeni biçimlerini yükseltmektir. Birçok ufak kolektif deneyim var ama büyük etkileri yok, çünkü çok yerel çalışıyorlar. İşlerimizden biri de bu deneyimleri daha büyük bir hareket oluşturmak için federe etmektir.

Şu anda çok fazla mücadele yokken, örgütlerimizi yeni insanları katmak konusunda güçlendirmeliyiz, büyük etkinlikler (kitap fuarı, uluslararası toplaşma) ya da şenlikler düzenlemeliyiz. Bazıları başarılı olabilir ama anarşist gruplar hala zayıf. Etkimiz, militan sayımızdan çok daha önemli ama onu da sayısal olarak ifade etmek zor.

David-MelbACG: Avusturalya medyası iki ana partiye ya da sağ kanat Hristiyan partilerin yarattığı sansasyonel manşetlere sıkıca odaklanmış durumda. Anarşistlerin çoğu seçimlere doğrudan tepki vermiyor. Bazı anarşistler, bloglar ya da bildiriler ve posterler yoluyla seçimler hakkında yorum yapıyorlar. Avustralya’da oy vermek zorunlu olduğu için birçok anarşist oy vermeyerek ceza riski alıyor ya da “oy verme” kartları ve broşürleri dağıtarak hapis riski alıyor. Bu taktiklerin başarısı çok az ve pek ilgi çekmiyor.

Anarşistlerin seçim zamanı düzenledikleri eylemler ya da kampanyalar nelerdir? Anarşistler tarafından harekete geçirilen bu kampanyalar ya da eylemler amaçlarına ulaştı mı?

Jose A.: Türkiye’deki durumu bilmiyorum ama başlatılan hareket ne olursa olsun genel duruma bağlıdır. Anarşistler çoğu zaman çekimser oy ajitasyonu yaparlar ki bence bu esas meseleyi kaçırmaktır. Esas mesele seçim yanlısı ya da seçim karşıtı olmak değil, kendimizi neden seçim kampanyasıyla sınırlıyoruz? Bizim çoğu zaman negatif değil, pozitif bir formül ajite etmemiz gerekiyor: Bizim alternatifimiz seçim günü değildir, bizim alternatifimiz insanların mücadele ve örgütlenme kapasitesini artırmaktır, sadece mücadele yoluyla anlamlı değişimin meydana geleceğini göstermektir, iktidarda kim olursa olsun. Ben kişisel olarak bunun en iyi alternatif olduğunu düşünüyorum ama bu, bir çekimserlik kampanyası ya da bir seçim boykotu çağrısının yapılması gereken zamanlar yoktur anlamına gelmiyor, özellikle de mücadelenin yükseldiği ve insanların yönetici bloka karşı itaatsizliğin sesini güçlü çıkarabileceği zamanlarda. Bunlar hep genel duruma bağlı. Yine genel duruma bağlı olarak, istisnai zamanlarda, örneğin bir azınlık ya da ezilen grup için ya da yoğun tepki dönemlerinde ya da bir askeri cunta durumunda, bir sol kanat alternatifini desteklemek önemli bile olabilir. Fakat bunlar örgütlenme ve harekete geçme kapasitesinin ciddi şekilde sınırlandığı istisnai durumlardır. Anlaşılması gereken en önemli şey, bizim anarşistler olarak görevimizin başka yerde olduğudur, yeni bir dünya yaratmak için gerekli yetenekleri inşa etmemiz ve insanların kendi yeteneklerine güvenmelerini sağlamamız gerekiyor. Tam da bu nedenle anarşizmin amacı ve aracı arasında, taktiği ve stratejisi arasında çelişki yoktur. Biz ezilenler olarak doğrudan eylemi sadece mücadele mekanizması olarak değil, aynı zamanda tabandan yukarı yeni bir dünya yaratmak için öneriyoruz.

Kendimize sormamız gereken en önemli soru, halkın mücadelesi için eylemlerimizin etkisi ne olur, öz-yönetim kapasitesi için, nasıl ezildiğini ve nasıl sömürüldüğünü anlamak için?

Zlatko-FAB: Seçimleri, özel eylemler örgütleyecek kadar önemli görmüyoruz. Çoğu zaman kendi gazetemizde yazmaktan daha fazlasını yapmıyoruz ve belki sokaklarda duvarlara bazı sloganlar… İlk (ve “demokrasi” geldikten sonraki son) referandumda, farklı önerileri ve sahte oyları topladığımız bir kampanya başlattık ve bunları web sitemizde yayınladık. Toplumun farklı örgütlenmesi için bir alternatif önerecek kadar güçlü değiliz, sadece bunun hakkında konuşabiliyoruz ve yapabildiğimiz kadarıyla uyguluyoruz. Seçimler sadece bu konuda konuşmak için bir fırsat. Genelde insanlar onaylıyorlar, ama… Hepsi bu – yine gidiyorlar ve ‘”aha az kötü olanı seçiyorlar”.

Fred-IFA: Oy vermeme kampanyası duyurmamıza gerek olmasa da, olumlu perspektifi yükseltmek için “ideolojik” kampanya yapmak zorundayız: Öz-yönetim, bedava ulaşım, toplu satın-alma, vb. Yapması uzun süren bir iş. Biz seçimlerden sadece büyük bir kampanya yapmak için faydalanıyoruz. Kendi gündemimizi oluşturmak istiyoruz.

David-MelbACG: Herhalde en bilineni, sürekli Melbourne’de seçimlere katılan Joe Toscano’nun kampanyası. Bir sandalye kazanmak için en az %40 gerekirken genelde %1’den az oy alıyor. Medyanın merkez-dışı siyasete ilgisizliği nedeniyle anarşist farkındalığı ya da geniş toplumsal ya da ekonomik sorunları yükseltmek üzere ana akım dışında tasarlanmış kampanyalar büyük ölçüde yok sayılıyor.

Dünya çapında, birbirinden etkilendiği söylenen hareketler olduğunu biliyoruz. Bunlardan bazıları doğrudan demokrasiye ilişkin büyük deneyimler yarattılar. Ve bazıları da hükümet iktidarını amaçlayan partilerin seçim kampanyalarına evrildi. Tüm dünyada meydana gelen bu yeni toplumsal hareketler sonrasında seçimlerin yeni anlamını yorumlar mısınız?

Jose A.: ABD’den Mısır’a, dünya çapındaki hareketler bize demokrasinin radikal bir sorgulamasının olduğunu gösteriyor. İnsanlar dünyayı yöneten ufak elitin bütün bu oyunlarından bıktı, usandı. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler, sonunda hep altlarındakileri aldatıp soyuyorlar. On yıllardır ilk defa, anarşistlerin bakış açısı milyonlara ulaşma potansiyeli taşıyan, eylemlilik için kullanışlı bir rehber haline geldi. İnsanların görüşleri genelde anarşizme yakınlaşıyor çünkü anarşist düşünce, ayaklanan işçi sınıfının pratiğinden türemiştir. Bu fırsatı kullanmamız ve programımızla kitlelere ilham vermemiz gerekiyor ama iki aşırı uçtan kaçınmalıyız: Faydacılık ve aşırı-ideolojileştirme. Reformlar için mücadele ve toplumsal dönüşüm arasındaki dengeyi korumamız gerekiyor. “Tek yol devrim” gibi geniş sloganlardan kaçınmamız ama devrimci amaçlarımızı kitlelerden gizleyip sisteme dokunmayan bir reformlar listesinin de ötesine geçmemiz gerekiyor. Net konuşmalıyız, uzun vadede toplumun radikal dönüşümünü amaçlayan en acil talepleri vurgulamalıyız. Bu kolay bir iş değil ama bir yerden başlamamız gerekiyor.

Zlatko-FAB: Eğer “doğrudan demokrasiye ilişkin deneyimler ve hareketler” sonunda “hükümet gücünü elde etmeyi” amaçlıyorsa, bizim kesinlikle “yeni toplumsal hareketlere” ve “seçimlerin yeni anlamına” karşı çıkmamız gerekir. Bu “yeni hareketin” önerdiği her şey, ezilen sınıfların gözlerini boyamanın yeni bir yolundan başka bir şey olamaz. Bulgaristan’da 100 yıldır her türden sosyalist hareket’le berbat deneyimler yaşadık ve bugün bile bazılarımız (FAB örgütü dâhil) eski komünist partinin ideolojik takipçileri tarafından aldatılıyor. Çalışmalarımız bazen bizi farklı gruplarla yan yana getirdi – ulusalcılardan komünistlere kadar, bir şekilde ihanete uğramadığımız bir seçim hatırlamıyorum. Anarşizmin bütün tarihi, ideolojik ödünün sadece zarar getireceğidir. Bunun hakkında yeterince bilgimiz var. Fakat iyi niyetli olduğumuz için, genelde diğer örgütlerle işbirliği aramamız anlaşılabilir bir durumdur. Ve çoğu zaman hata yaparız – insanları kabul etmemiz gerekir, ama ideolojileri değil.

“Yeni toplumsal hareket” eğer dünya için gerçek bir alternatif haline gelecekse hem kapitalizmi, hem de devleti reforme etme niyetinden vazgeçmelidir. Buharlı trene jet motoru takarak uzay gemisi yapamazsınız (tabii bir Cem Yılmaz filminde değilseniz).

Fred-IFA: Bize göre, seçimler kuralları değiştirmek için iyi bir yol değil. Biz hükümet gücünü elde etmek istemiyoruz, onu yok etmek istiyoruz. Toplumu örgütlemenin yolu kolektif mücadele biçimleridir. İspanya’da olanlar, örneğin, önemlidir. “Los Indignados”dan sonra İspanya halkı zorunlu göçlere ve büyük projelere karşı yeni örgütler oluşturdular. Bu hareket Arap ülkelerinde, Yunanistan’da devrimlere ilham verdi. Faşist ve aşırı muhafazakar grupların geri gelmesine dikkat etmemiz gerekiyor. Dinin iktidarına karşı da savaşmak gerekiyor. Birçok ülkede anarşizm kendi yolunu ararken yeniden doğuyor ya da yeni başlıyor. Birçok toplumsal hareket kendilerine anarşist demiyor ama bizim için onlar anarşist. Önemli olan kolektif olarak neyi inşa ettiğimizdir.

Taksim Direnişini coşkuyla izledik, haberleri ve bildirileri yayınladık. Şüphesiz, insanlar değişim için harekete geçmenin yeni yollarını buldular. Bazı Kürt coğrafyalarındaki doğrudan demokrasi ve otonomi de ilginç olabilir.

Biz, Fransızca-konuşan anarşist federasyon (FA) olarak bilgi, destek ve tartışmaları paylaştığımız Uluslararası Anarşist Federasyonlar (IAF-IFA)’la ilişkiliyiz. Açık fikirli bir örgütlenme biçimini yükseltiyoruz, ezilmeye ve köleleştirmeye karşı mücadele etmek için yeni ilişkiler kuruyoruz ama bunu anarşistler olarak yapmak istiyoruz.

Şili’de bazı anarşistler, toplumsal mücadele daha fazlasını kazanamaz diyerek siyasi partilere katıldılar. Bize göre bu bir hatadır ve bu strateji anarşist hareketi zayıflatıp bölmüştür.

Mücadele için kullandığımız şeyler: Otonomi, federalizm, doğrudan demokrasi çok önemli. Seçimlere katılmadan da hükümeti (yok edecek kadar güçlenmeden önce) istediğimiz gibi davranmaya zorlayabiliriz. Bu mücadelelerde sadece anarşistler değil halk da gücünü ve isteklerini artırır. Şüphesiz, bu daha zor ve daha çok zaman alıyor ama yükseltmek istediğimiz şey budur. Diktatörlüğün hiçbir türünü istemiyoruz.

David-MelbACG: Halkın çoğunun temelsiz bir demokrasi inancı var. Arap Baharı, Occupy, Diren Gezi, vb. nihayetinde sadece bozuk bir siyaseti getiriyor ya da devam ettiriyor, yani demokratik hükümeti. Occupy sonrasında Obama tekrar seçildi. Gezi sonrasında eğer Erdoğan kazanmazsa muhtemelen Kılıçdaroğlu kazanacak ve neo-liberalizm, ulusalcılık ve anti-Kürt politikalar devam edecek. Bu toplumsal hareketlerin bir sonraki seviyesi, işçilerin özyönetimi, evlerin ve mahallenin komünal yönetimi, kadın ve etnik azınlıkların bağımsızlığı, vb. doğrudan katılım sistemleri başlatmak olmalıdır, hükümetten bu idealleri onaylamasını beklemek değil. Seçimlerin yeni anlamı demokratik değişim talebi değil halkların bağımsızlığının ve gücünün arttırılması olmalıdır. Demokrasi sadece kültürel, politik ve finansal çoğunluğa hizmet eder çünkü çoğunluğun iktidarına odaklanan bir sitemdir.

]]>
30 Mart Seçimleri Üzerine Anarşist Bir Değerlendirme https://anarsistfaaliyet.org/alinti/30-mart-secimleri-uzerine-anarsist-bir-degerlendirme/ Mon, 24 Feb 2014 11:11:00 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=5779 secimseninYerel seçimler yaklaşırken, oluşan siyasal ortama çok yabancı değiliz. Belli zaman aralıklarıyla yaşadığımız bu hareketlilik hali, farklı coğrafyalarda, farklı zaman aralıklarında ve farklı yöntemlerle gerçekleşmekte. Siyasi seçimlerin farklı coğrafyalarda ortak olarak yarattığı şey, ortaya çıkan durumun ya da gerçekliğin bir sonraki seçimlere kadarki süre içinde aynı kalacağının, o seçimlere katılan bireyler tarafından kabullenilmesi ve buna uygun davranılmasıdır. Bunun, oluşan yeni iktidar sisteminin meşruluğu için gerekli olduğu söylenebilir.

Seçim ismi verilen siyasal sürecin, toplumun siyasi, sosyal ve ekonomik ihtiyaçları için organize edildiği iddiasının gerçek olup olmadığının anlaşılmasında, bu gerçekliğin içindeki siyasal öznelerin kim ya da kimler oldukları ve bu siyasal öznelerin faaliyetlerinde neyi nasıl yaptıkları da bir o kadar önemlidir.

Seçim süreçlerinin aktif özneleri olan partilerin iddiası, bir önceki seçim döneminden şimdiki seçim sürecine kadar oluşan toplumsal adaletsizliklerin giderilmesidir. Bu yüzden, siyasal özneler yani partiler, bu sorunları çözmek için(!) siyasal iktidara yani hükümete talip olurlar. Hükümet olup olamamaları, oy alıp alamayacakları seçmen sayısıyla orantılıdır.

Seçmenin oy verip-vermemesi, bu partilerin sunduklarının, seçmenin ihtiyaçlarını karşılayıp karşılayamamasıyla ilintilidir. Tabi ki seçmen, partilerin sundukları arasında ihtiyaçlarını karşılayabileceğini düşündüğü partiyi seçmek zorundadır. Siyasal sistem, kendini seçmene göre ayarlayamaz. Çünkü siyasal sistem paralelinde kapitalist sistem de, ihtiyaçların azaldığı bir seyirde değil, tam tersine ihtiyaçların çoğaldığı bir seyirde meşrulaşır.

Batılı demokrasilerde seçim süreçleri, bu seçen-seçilen pragmatizmine dayalıdır. Seçmenler yani vatandaşlar için işin “yarar” kısmı tartışmalıdır biraz. Özgürlük, eşitlik, adalet gibi önemli kavramları kullanarak propaganda yapan partiler, vatandaş için kapitalizmin kuraklığında özgürlük serabıdır aslında.

Seçim dönemlerinde tüm partilerin istisnasız sahiplendiği demokrasi, tüm olumlu anlamlandırma çabalarına rağmen bu kadar net bir kavram ya da model değildir. İşin muğlaklaştığı yer kavramın içeriğinin nasıl doldurulduğudur; bahsedilen demokrasinin otoriteryen mi, liberal mi, temsili mi, katılımcı mı olduğu çok tartışılmadan bir sahiplenmedir.

Mevcut devletler sisteminde, batılı devletlerin işlettiği demokrasi, çoğulcu diye nitelendirilen bir demokrasi şeklidir. Dünyanın geri kalanı da ya bu sisteme uymak için dolaylı ya da dolaysız zorlanır (savaşlar, darbeler, siyasi ve ekonomik yaptırımlar…) ya da yalnız bırakılır.

Seçen-seçilen pragmatizmine en uyumlu demokrasi biçimi olarak çoğulcu demokrasi, “iktidardan payımıza ne düşerse” diyen tüm çıkar gruplarına açıktır. Öyle ki batılı devletlerdeki toplumsal muhalefeti temsil ettiği söylenen kesimlerin bile nihai amacı, ortadaki siyasal, ekonomik ya da sosyal iktidardan biraz da olsa nemalanabilmektir. Böylelikle, mevcut kapitalist sistemde kendi varlığını sürdürebilmektetir.

Yazının başında belirttiğimiz gibi hangi siyasal öznenin faaliyetlerini hangi siyasal gerçeklik içinde gerçekleştiriyor olduğunu belirginleştirmek önemlidir. Bu belirginleşme için dünyada yaşanan birçok farklı deneyimi araştırabiliriz. Fakat çok da uzağa gitmeden yakınımızda gerçekleşen Taksim Gezi İsyanı’nı hatırlamamız da yeterli olacaktır. Taksim Gezi İsyanı’nı yaratan süreç, isyanın içinde yer alan bireylerin, polis şiddetine, hükümetin yasaklarına karşı siyasal tavırlarını toplumsallaştırmasıyla oluşmuştur. Bu toplumsallaşma, sadece İstanbul’la da sınırlı kalmamış, şehirden şehire sıçrayarak coğrafyanın farklı yerlerine yayılmıştı. Taksim Gezi İsyanı’ndaki politikleşme, dışsal bir etkenle değil, bireylerin doğrudan içsel siyasi tavırlarıyla gerçekleşmiş, seçimlerin yarattığı yapay bir politikleşmeden uzak, kendilindenliğe yakın bir politikleşmeyle bezenmişti.

Bireyin belirginleştiği isyan sürecinin etkilerini sürdürdüğü forumlarla beraber, siyasal karar mekanizmaları doğrudan demokrasiyle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu gerçeklikte doğrudan demokrasi kavramı gündeme gelmiş ve devlet dışı siyaset toplumda meşruluk kazanmıştır. İsyan sürecinde katledilen kardeşlerimiz için devam etmekte olan her eylemlik süreci, toplumun siyasal gerçekliğinin parçasıdır. Devletin katliamlarına karşı girişilmiş bu çabalar, falanca partinin adalet konusunda yapacağı yeni düzenlemelere bırakılmadan doğrudan adaleti amaçlar. Bu siyasal gerçekliğin öznesi, siyasal partiler değil, doğrudan devletin ve kapitalizmin mağduru kesimlerdir.

Bu yeni siyaset biçimi toplum tarafından kabullenilirken, eski siyaset biçimi yani toplumu seçimle politikleştiren partilerin, süreci kendine yontma çabası aşikardır. İsyanın başından bu yana, isyana katılan her bireyi bir oy olarak gören bu anlayış,isyanın tüm değerlerini seçimlere indirgeyerek değersizleştirmektedir.

Kaldı ki, doğrudan demokrasiyi bu kadar yoğunluklu olarak konuştuğumuz tek siyasal gerçeklik Taksim Gezi İsyanı değildir.

İçinde bulunduğumuz süreçte ekonomik sömürüye maruz bırakılan işçilerin işyerlerinde giriştikleri grev ve işgallerde öz-yönetim girişimleri, bu doğrudan demokrasi çabalarının toplumda uygulanan bir model olduğunun göstergesidir. Öyle ki işçiler zaman zaman, onları temsil iddiasında bulunan bürokratik sendikalara bile karşı mücadelelere girişmiş, kendi kararlarını doğrudan demokrasiyle her işçinin sonsuz söz hakkının bulunduğu öz yönetim modellerini uygulamaya başlamışlardır. İşçiler işyerlerinde karşılaştıkları adaletsizliklere karşı mücadelelerini kendi kararlarıyla, herhangi bir partinin ekonomik modelini beklemeden gerçekleştirmişlerdir.

Doğrudan demokrasi ve öz yönetim modeli olarak yine uzaklarda olmayan, çok yakınımızdaki Rojava görülmelidir. Devletlerin, şirketlerin önemli bir rant bölgesi ilan ettikleri Rojava’nın da içinde bulunduğu bölgede büyük bir savaş yaşanmaktadır. Rojava halkı bir yandan kendi özgürlüğünün savaşını verirken bir yandan da bu rant savaşına maruz kalmakta, ancak devrimi oluşturacak değerleri yine de yitirmemektedir. Devrimin değerleri, halkın kendi iradesinde aldığı kararlarla siyasal gerçekliğe müdahalesiyle artmıştır. Rojava halkı, devrimi seçim sandıklarından değil, doğrudan demokrasinin işlediği öz-yönetimle ve öz-savunmayla gerçekleştirmiştir. Bizlerin yüzümüzü döneceği demokrasi örneği, doğrudan demokrasinin savaş koşullarında bile kendini belirginleştirdiği Rojava Devrimi olmalıdır. Rojava’da olan, devrimin siyasal gerçekliğidir.

Çoğulcu demokraside seçimlerin ezenlerin dünyasında yalnızca bir serap olduğu açıkça ortadadır. Bu serabın kapitalizme tutsak ezilenler içinse bir özgürlük serabı olduğu kesindir. Ezilenlerin kapitalizmin kuraklığına tutsak olduğunu söylemek, biz anarşistlerin anlaşılmasında bazen sıkıntılar oluşturabilir.

Çoğulcu demokrasinin bireyi önemsizleştirdiğini ve edilgenleştirdiğini söyleyerek, oy kullanmadığımızda ve “oy kullanmayın” dediğimizde, bizi siyasal etkisizlikle eleştirebilirler. Daha da ötesinde seçim sürecinin başından itibaren başlayan, anket ve medya çalışmalarıyla sürdürülen kandırmaca kampanyalarını, klonlanan seçmenlerden zombi seçmenlere, çalınan-yakılan oyları, tüm entrikaları anlattığımızda bizi siyasetsizliğin aşırı şüpheciliğiyle suçlarlar. Biz ise herkes tarafından bilinen ama her seçim dönemi bilinmiyormuş gibi davranılan bu gerçekleri söylemeyi sürdürürüz.

Söyleriz çünkü devrimci anarşistlerin yaratmaya çalıştığı siyasal gerçeklikle, devletin ve kapitalizmin siyasal gerçekliği zıttır. Dolayısıyla, devrimci anarşistlerin seçimlere katılmaması siyasetsizlik değil, siyasi bir tavırdır. Oy verip/vermemeyi siyaset karşıtlığına indirgemek ise devletin kendi adaletsizliklerini saklamak için yarattığı seçimler serabını sürdürme çabasıdır.

Devrimci anarşistler, ezilenleri olduğu konumda tutmayı amaçlayan devletin ve kapitalizmin geçici politik süreçleri olan seçimlerle ezilenleri, ezenlerle eşitleyen bir yanılgının karşısındadır. Patronuyla kendisini vereceği bir oy ile eşitleyen işçinin bu geçici politikleşmede kendi geleceğine dair iradi bir eylem içinde olduğunu zannetmesi, kapitalizmin adaletsizliklerini olağan algılamasıyla sonuçlanabilir. Ve her beş yılda bir yapılan seçimlerle yine yeniden yaşayacağı bu adaletsizlikleri değil, yalnızca kendi seçtiklerini değiştirebilir. Bu algısal sarmal böyle gelip böyle geçecektir.

Siyasal olanla yaşamsal olanın ayrıştırılması, devletin ve kapitalizmin istediği bir ayrıştırmadır. Siyasal ve yaşamsal olarak yapılan bu ayrışma sayesinde gündelik yaşamın içerisinde karşı karşıya kalınan adaletsizliklerin siyasal bir tavırla karşılanmasından yoksundur. Çünkü siyasal olan, çoğulcu demokrasi içerisindeki seçim süreçlerinde bir partiye oy atmak ya da bir başka partiye atmaktır. Ya da oy atmamaktır. Kaldı ki yaşamsal olan siyasal, siyasal olan yaşamsaldır. Birey, içerisinde bulunduğu topluluğun kendisidir. Alınacak kararlarda, uygulanacak kararlarda edilgen değil doğrudan etken olmalıdır. Pasif siyasal bir özne değil, aktif siyasal bir özne olmalıdır. Çoğulcu demokrasi içerisinde çoğunlukta eriyen bir azınlık, hatta tek bir birey olmamalı, doğrudan demokraside alınacak ve uygulanılacak kararların hepsinde söz sahibi olabilmelidir.

Devletin ve kapitalizmin kuraklığındaki bu serapta çoğunluğun yada azanlığın içinde eriyen birey bu seraba yanılmadan, aktif siyasal özneye dönüşmeyi istemelidir. Ancak böylece algısal anlamda farkındalıkların artması sağlanabilir. Bu, anarşizmin tarihi içerisindeki birbirinden değerli bir çok deneyimde de böyle olmuştur. Anarşistler, doğrudan demokrasinin işletildiği karar süreçlerini, kimi zaman mahalle ya da halk meclisleri, kimi zaman da kooperatifler ve sendikalar içinde deneyimlemiştir. Anarşistler toplumsal ihtiyaçlar ile alakalı öz-örgütlülüğe dayalı bir şekilde oluşmuş sosyal, ekonomik ve siyasal birliktelikleri savunulmuşlardır.

Dün anarşizmin tarihinde yaşanmış bu deneyimlerin, en belirgin etkisini bugün Güney Amerika halklarında görmekteyiz. Bugün Chiapas ve çevresinde kurulmuş komünlerin öz-yönetimle örgütleniyor ve doğrudan demokrasiyle işletiliyor olmaları, biz ezilenlerin seçimler ve çoğulcu demokrasi dışında bir başka siyasal gerçekliğin olabileceğini anlamamızı sağlayacaktır. Anlamımız gereken bir başka gerçeklik ise biz ezilenlerin kurtuluşunun öz yönetime dayalı bir siyasal bir gerçeklik yaratmamız olduğudur.

Şimdi önümüzdeki seçimlerde yaratılmak istenilen siyasal gerçekliği ve bizim kendi siyasal gerçekliğimizi karşılaştırarak ayrımımızı netleştirmeliyiz. Öncelikle bu seçimlerde diğer seçimlere göre daha şanslı olduğumuzu belirtmeliyiz.

Hükümeti oluşturan AKP ve Cemaatin yakın süreçte kendi arasında yaşadığı çatışma sayesinde, devletin organları arasındaki ayrışma böylece ayyuka çıkmış oldu. Birbirini soruşturan savcılarla, birbirini tutuklayan polislerle dolu bir hükümet döneminde yaşamayalı çok olmuştu. Kutularca paranın rüşvet verilmesi de cabası. Ayrıca dört bakanın bir anda al aşağı oluşu adeta bir şov seyrindeydi. Arkasının yarın olduğu yani süreceği de kesin. Hükümet böyleyken bile, muhalefet partileri için değişen pek bir şey olmadı. Mecliste yine enteresan açıklamayı BDP milletvekili Sırrı Sakık yaptı: “Bizim için değişen bir şey yok çalmasaydılar para hazineye girip Roboski ’ye bomba olurdu” . Evet, belki toplumun birçoğu için de “değişen bir şey” yok, “bunlar da çalacak bunlardan sonrakiler de” diyenlerin sayısı hiç de az değil. Çünkü herkes şunu çok iyi biliyor: Hükümetsen çalarsın. Bir başka eski BDP’li yeni HDP’li Sırrı Süreyya Önder ise önceleri “Biz belediye başkanı olamasak bile belediye meclisine girer orayı karıştırırız, kentsel dönüşümü veto etmeye çabalarız” demişti. Sonraları başkanlığı kazanma iddiasını edindi. DEP’den bu yana Kürt Özgürlük hareketi bir araç olarak TC’de parti kuruyor ve seçimlere katılıyor. Bu seçimlerde de kendi deyimleriyle batı için ayrı bir strateji planlayarak batıdaki özgürlükçü kesimlerle birleşen bir parti kurdular.

Peki, TC’nin doğu illerinde BDP, batı illerinde HDP ile farklı bir strateji planlayan siyasal özne kim?

Yaklaşık otuz senedir süren Kürt halkının özgürlük mücadelesinin en belirgin sloganı bize bu sorunun cevabını veriyor: “PKK halktır halk burada”. Bu siyasal özne, halkın haklı mücadelesi olmuştur. Kürt halkı özgürlüğü için verdiği mücadelede birçok kayıplar vermiş olsa bile, otuz senelik savaş süreciyle istediği kazanımları birer birer almıştır. Siyasal özne Kürt halkının içerisinde her bireyde belirginleşirken toplumsallaşmıştır. Senelerce süren öz yönetim çabaları bölge bölge kurulmuş yaşamlarda kendisini belirginleştirmiştir. Anarşizmin halkların özgürlük mücadelesindeki önemi, halkların öz yönetimiyle oluşturduğu öz örgütlülüklerle kurduğu dayanışma ilişkisi olmuştur. Senelerce sokakta yan yana olduğumuz bu siyasal özneyle, bireyinden toplumuna yani özgürlük mücadelesindeki Kürt halkıyla kurduğumuz dayanışma ilişkisinin oy vermek ya da oy vermemek ikilemine indirgenmemesi gerekmektedir. Siyasal özne olan PKK’nin kendi mücadelesi içerisindeki herhangi bir stratejisi, biz anarşistlerin tartışmalarında değerlendiriliyorsa, bu seçim stratejisi de tartışılarak değerlendirilmelidir. Bu değerlendirme yapılırken yazının başında bahsettiğimiz başlıklar önemlidir. Ama daha da önemlisi İberya yarımadasındaki halkların özgürlük mücadelesindeki anarşist örgütlenmelerin deneyimleridir. İberya yarımadasında (Portekiz ve İspanya’nın tamamı, Fransa’nın bir kısmı) halkların siyasal öznesine dönüşmüş anarşist örgütlerden İberya Anarşist Federasyonu(FAI)’nun ve Ulusal Emek Konfederasyonu’nun (CNT) faşizme karşı koymak için birleşik cepheyle seçimleri desteklemesi hem bölge dışı hem de bölgede beraber mücadele ettikleri FIJL tarafından eleştirilmiştir. Ayrıca Amerika’daki ve Avrupa’daki etkili anarşistlerinden Emma Goldman da FAI ve CNT’yi desteklese dahi, FIJL gibi seçimler konusunda eleştirmiştir.

Bu deneyimde faşizme karşı verilen mücadelenin zorluğu ne olursa olsun, İberya’daki yoldaşlarımız seçimlerle alakalı eleştirilmişlerdir. Biz devrimci anarşistler, bu deneyimin dönemsel etkilerini ve günümüz dönemsel etkilerini göz önünde tutarak karşılaştırmalıyız. Ayrıca FAI’nın ve CNT’nin PKK ile tam olarak örtüşmediğini de belirtmeliyiz. Uzaklardan yakına, Chiapas’tan Rojava’ya görüyoruz ki özgür yaşamın yeniden yaratılması için, bireyden topluma siyasal öznenin herkes için gerçekleşmesi gerekmektedir. Günümüzdeki bu iki bölgede de seçimler gündem olmamaktadır. Sistemin seçimler serabı ancak ve ancak kendi kuraklığında aldatıcıdır.

Seçim günü oy atarak yalanlarla kendimizi kandıramayacak kadar gerçekle yaşıyoruz. Sabah erken kalkıp gece geç yatıyor ve tüm gün çalışıyoruz. Biz ezilenleriz; şimdi yaşamlarımızda her birimiz kendimiz için ve hepimiz için irademizi bir başkasına teslim etmeden kendi kararlarımızı kendimizin alacağı öz örgütlülükler kurmalıyız, örgütlenmeliyiz. Kurtuluşumuz yaşamlarımızın doğrudan siyasal öznesi olmak ve böylece yaşamın siyasal gerçekliğini yaratmaktır.

Bu, devrimin gerçekliğidir.

Hüseyin Civan

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16.sayısında yayınlanmıştır.

 

]]>
Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (6) : Pratikte Anarşist Ekonomi https://anarsistfaaliyet.org/alinti/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-6-pratikte-anarsist-ekonomi/ Mon, 20 Jan 2014 13:33:21 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=5762 Kapitalizmi eleştirmek, açıkça anarşist bakış açısıyla bile olsa yeterli olamaz. Sadece özgür ve eşit ekonomik düzenlemelerin modellerini kurmak da, ne kadar ilham verici ve gerçekçi olsa da yeterli olamaz. Bunlara ek olarak, anarşist ekonomi tartışması buradan oraya gitmenin yollarına bir bakışı da içermelidir. Diğer bir deyişle, anarşist ekonomiyi günümüzdeki pratikler açısından incelemek ve bunların daha genel bir devrimci anarşist strateji bağlamındaki rollerini değerlendirmek gerekir.

Bu bölümde anarşistlerin ve sempatizanlarının bugün uyguladıkları mevcut ekonomik pratikleri tarayıp değerlendirerek böyle bir tartışmayı başlatmaya çalışıyorum. Anarşistler, geleneksel, kar-odaklı kapitalist ekonomiden ayrılan ekonomik pratikleri faaliyete geçirmek için nasıl örgütleniyorlar? Toplumsal mücadelenin güncel durumunda anarşist ekonomilerin karşısına çıkan zorluklar ve fırsatlar nelerdir? Ve toplumun devrimci dönüşümüne ve kapitalizm yerine hiyerarşik olmayan, yabancılaşmamış üretim ve paylaşım biçimlerinin konmasına ne derece anlamlı bir katkı sunuyorlar?

Ardından, kapitalizme direnmenin bir biçimi olarak anlamlı olan, anarşistlerin günlük işlerin örgütlenmesinde sergiledikleri çeşitli ekonomik pratikleri incelemeye başlıyorum. Daha sonra bu pratikleri devrimci anarşist düşünce içindeki birkaç önemli güncel kavram çerçevesine yerleştirmeye çalışacağım: doğrudan eylem, faaliyetle propaganda ve yıkıcı politika. Kuşkusuz çoğu anarşist geleneksel ekonomiye de katılır—ücretli çalışır, satın alır, hizmet ücreti öder. Fakat burada bizi ilgilendiren şey anarşistlerin bu yaygın üretim, tüketim ve değişim biçimlerine karşı giriştikleri pratiklerdir.

Anarşistlerin uyguladıkları çeşitli ekonomik pratiklerin bir taramasına dönmeden önce seçilen örneklerin geniş yelpazesine dikkat çekmek gerekir. Bazı okurlar buradaki bazı örneklerin aslında anarşist olmadıklarını öne sürerek dahil edilmesine itiraz edebilirler. Örneğin alternatif para birimleri sembolik değişim aracı olduğu için ve işçi kooperatifleri ücret ödendiği için, anarko-komünistler tarafından eleştirilecektir. Bu yüzden bahsedilenler kapitalizmin içinde birer ada olmakla kalmayıp, ücretlerin olmadığı ve ürünlerin değişimle değil ihtiyaca göre paylaşıldığı, bir anarşist-komünist toplum öngörüsü olmak için de yeterli değildir. Benzer şekilde, uygarlığın primitivist eleştirisini kuvvetle savunan anarşistler burada verilen çoğu örneğe, evcilleşme ve akılcılık temelinde devam ettikleri için kesinlikle itiraz edecektir.

Bunlar kesinlikle temelli itirazlardır. Yine de yelpazeyi olabildiğince geniş tutmayı seçtim, çünkü en azından anarşizmle yeni tanışan ve iç tartışmalarına aşina olmayan okurlar bu alandaki pratiklerin tüm çeşitlerinin tanıtılmasını ve kararın kendilerine bırakılmasını hak ederler. Fakat daha genel olarak pratikteki anarşist ekonomi tartışmasının tamamının mükemmelliğe uzak ve deneyselliğe yakın bir mercek altında gerçekleşmek zorunda olduğunu vurgulamak isterim. Bu, Terry Leahy’nin tasfiyeci ve karma stratejiler arasında yaptığı ayırımdır, yani anarşist idealleri tümüyle içeren stratejiler ve bazı yönlerden kapitalizme dayanmaya devam edenler arasındaki ayırım.[1] Karma stratejiler her zaman toplumsal direnişin anarşist repertuarının bir parçası olmuşlardır. Ama önemli olan karma stratejilerin, arzulanan toplumsal değişimin amacını (yani kapitalist sistemin bir reformunu) zaten içeren bir strateji olarak mı, yoksa kapitalist toplumsal ilişkilerin her yere nüfuz etmiş olması karşısında zorunlu ama geçici bir ödün, daha kapsamlı toplumsal değişime doğru bir sıçrama tahtası olarak mı görüldüğüdür. Leahy’nin savunduğu gibi,

Karma stratejiler bir ölçüde kapitalizmle ortakyaşar. Kapitalizmin bazı aşırılıklarını iyileştirdiği için kapitalist sınıfın işine yarıyor gibi görülebilir. Fakat aynı zamanda bir sistem olarak kapitalizmin kültürüne ve ekonomisine karşıttırlar. Yeterli zaman ve yaygınlık sağlandığında kapitalizm yerine tamamen farklı bir şey getirirler… Anarşist ütopyanın sunduklarının en iyisinden başka bir şey istemeyenler için yapılacak şey, seyyar olmak ve karma fırsatları çıktıkça yakalamak ve tükendiklerinde tekrar yola devam etmektir.[2]

Aşağıdaki örnekleri bu kapsayıcı ve deneysel ruhla sunuyorum. Yer sınırlı olduğu için tartışma yüzeysel kalsa da, bu sergileme boyunca ilgili kaynaklara referans verdim ve okuyucuyu daha fazla bilgi ve analiz için buralara yönlendiriyorum.

Anarşist Ekonomik Pratiğin Çeşitleri

Çekilme

Belki de bir pratikten ziyade bir “pratik etmeme” olarak daha iyi tanımlanabilecek olan, “çekilme” terimi anarşistlerin çeşitli şekillerde kapitalist ekonominin merkezi kurumlarına —öncelikle de ücret sistemine ve satılan malların tüketimine— katılmaktan imtina etmesini belirtir. Böyle bir stratejinin amacı, kapitalizmin girdileri olan insan emeği ve kültürel meşruiyeti azaltmak ve enerjisini bitirerek kapitalizmi zayıflatmaktır. Kuşkusuz kapitalizm ilişkilerin yaygınlığı yüzünden çekilme seçenekleri en iyi halde bile kısmi kalıyor. Çoğumuz hayatta kalmak ve başka bir şekilde elde edilemeyen ihtiyaçları satın almak için başka birine çalışmak zorundayız. Yine de kapitalizme katılımı önemli ölçüde azaltılabileceği ya da kapitalizmin farklı nitelikteki boşluklarını bulmanın yolları vardır. Anarşistler tam zamanlı iş aramak ve hayat boyu bir kariyer peşinde olmaktansa yarı zamanlı ya da gezici işleri tercih edebilirler. Belki de zorunlu olarak ve yabancılaşmış üretimde çalışmanın kaldırılması yolunda, temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar kazanırlar ama çok gerekli olmadıkça ücretli işlere fazla zaman ayırmazlar.[3] Barınma konusunda, bir yaşam alanını kiralamak yerine işgal etmek de kapitalizme katılmaktan imtina etmektir. Gerçi bu seçenek çoğu ülkede daha kısa sürdürülebilir çünkü neredeyse kesin olarak boşaltma ile son bulur. Anarşistler ayrıca dayanıklı malları tekrar kullanarak ve geri dönüşüme sokarak, yiyecekleri marketten satın almak yerine atıkları değerlendirerek ya da kendi yetiştirerek metaların parayla dolaşımını azaltabilirler.[4] Böyle pratikler tek başlarına hiçbir zaman kapitalizmi yok edemezler çünkü son tahlilde kişisel yaşam şekli seviyesinde kalırlar ve kapitalizmin boşluklarında var olmak ve artıklarını tüketmek için onu varlığının devam etmesine bağlıdırlar. Yine de çekilme stratejileri, kapitalizmden ayrı bir alan yaratmanın yanı sıra mutluluğun yolunu işyerine ve tüketime adanmak olarak gösteren kapitalizm ideolojilerin reddini ifade ettikleri için diğer pratiklerle iyi bir bütün oluştururlar.

Anarşist sendikalar

Çoğumuz ücretli emekten kaçamıyoruz ama haklarımızı korumak ve kapitalist işyerindeki koşulların iyileştirilmesi için mücadele etmek için anarşist bir sendikaya katılmak yaralı olur. Bugün en büyük anarşist sendikalar İspanya’da (CNT, CGT) ve Fransa’dadır (CNT-AIT). İngilizce konuşulan ülkelerdekilerin en önemlisi Dünyanın Endüstri İşçileri (IWW) dir. 2000 üyesinin çoğu ABD’dedir ama Kanada, İngiltere ve Avustralya’da üyeleri vardır.[5] Yüzyıl önceki şatafatlı günlerine kıyasla çok küçülmüş olsa da IWW —çoğunlukla matbaa, geri-dönüşüm, perakende ve sosyal hizmetler sektörlerindeki— birçok küçük ve orta ölçekli firmada çok aktiftir. Son on yılda, New York şehrindeki göçmen antrepo işçilerini örgütlemenin yanı sıra örgütlü Starbucks kahve zincirinde çalışan baristaların mücadelesi ile öne çıktı. Anarşist sendikalar üyelerinin gözünde sadece kapitalist sistemde işçilerin adına mücadele eden örgütler değil, daha çok, sistemi ortadan kaldırmayı amaçlayan radikal toplumsal hareketin parçasıdır. IWW’nin anayasasının girişinde belirttiği gibi, işçi sınıfı ve işveren sınıfı arasındaki mücadele “dünyanın tüm işçileri sınıf olarak örgütlenip üretim araçlarını alıp ücret sistemini kaldırarak dünya ile uyumlu yaşayana dek sürmelidir.”[6] Bu anarko-sendikalizmin stratejisidir.[7] Bütün sektörlerde işçilerin çoğunluğunun militan işyeri örgütlerine katılmaları, örgütlü güçleriyle kapitalizmi zayıflatıp genel grevyapmaları. Bu noktada işçiler üretimi sadece daha iyi şartlarla pazarlık etmek için durdurmayacaklar, aynı işçi sendikalarının ekonomiyi komünlerle birlikte demokratik planlama ile çalıştıracakları, anarşist bir toplum kurmak için fabrikaları ve arazileri işgal edecektir.

Uri Gordon:

Loughborough Üniversitesi’nde Politik Teori konusunda öğretim üyesidir ve anarşist hareketin güncel tartışmaları üzerine araştırmaları vardır. “Anarşi Yaşıyor! Pratikten teoriye Anti-otoriter politika” (Pluto yayınları, 2007) kitabının yazarı ve “Duvara Karşı Anarşistler: Doğrudan Eylem ve Filistin Halk Mücadelesiyle Dayanışma” (AK, 2013) nın editörlerindendir. İngiltere ve İsrail başta olmak üzere Avrupa’daki birçok mücadeleye aktif katılmıştır. 

 

İşyeri ve üniversite işgalleri

Eylemin “üretim noktasında” gerçekleştirilmesi açısından sendikalizmle ilişkili başka bir taktik de işyeri işgalidir. Bu tip eylemlerde, işçiler —işten atılmalara direniş aracı olarak, grev sırasında grev kırıcıların işe alınmasını engellemek için, daha yaygın ekonomik kriz ve toplumsal ayaklanma koşullarında üretimi kendi eline alıp yönetmek için—kendilerini fabrikaya kapatırlar. Geçen yüzyıl boyunca işyeri işgaller dalga dalga gerçekleşti. En önemlileri İtalya’da 1920 “sıcak yazı”,[8] Fransa’da 1968 Mayıs olayları,[9] ve 2002 Arjantin ayaklanmasıdır.[10] Yakın zamanda, son finansal krizin ardından gelen işten çıkarmalar ve fabrika kapatmalarına tepki olarak —İngiltere’de ve Kuzey İrlanda’da Visteon otomobil fabrikaları (önceden Ford) Kanada’da yedek parça üreticisi Aradco, ve Şikago’da Republic Pencere ve Kapı fabrikası dahil olmak üzere— daha şimdiden birkaç fabrika işgali oldu. Bu işgaller sonunda yönetimle anlaşarak işçilere daha iyi tazminatlar sağlasa da, aynı zamanda dayanışmanın güçlü bir örneğini gösterdiler ve işçilerin militanlığının yükseldiğine ve bunun genişlemesinin mümkün olduğuna işaret etti.

İşyeri işgalinin mantığını “bilgi fabrikasına” genişleterek,[11] üniversite işgalleri de yüksek öğretimin şirketler tarafından işgaline karşı direnmeleri ve öz-yönetim uygulamaları ile birer anarşist ekonomik pratiği olarak görülebilir. Üniversite işgalleri, Fransa 1968 Mayısı ve 2008 kışındaki Yunan isyanlarında olduğu gibi geniş çaplı protesto dönemlerinin özelliklerindendir. 2008’de New York şehrindeki New School, yöneticisinin yeniden yapılanma politikalarını protesto etmek için işgal edildi ve İngiltere’de otuzu aşkın üniversite, İsrail ordusunun Gazze saldırısını protesto etmek için işgal edildi. En son, İngiliz öğrenciler harçlardaki artış ve eğitim bütçesindeki kesintilere tepki olarak ülke çapında işgaller gerçekleştirdiler.

Kooperatifler ve komünler

Kooperatifler üretim, tüketim ya da barınma için kurulabilen, demokratik olarak çalıştırılabilen birliklerdir. Bu şekilde işçilerin kooperatifleri, işçilerin sahip olduğu ve yönettiği işletmelerdir. Üretim, harcama ve ücret hakkındaki kararları yöneticilerin otoriter olarak verdiği ve işçilere zorla kabul ettirildiği, normal özel firmalardan farklı olarak kooperatiflerde bu kararlar demokratik olarak, her bir işçinin eşit söz hakkı olan toplantılarda alınır. Tüketici kooperatifi ise düzenli olarak toptan mal almak (çoğunlukla gıda) ve düşük fiyatla üyelerine dağıtmak için bir araya gelen bir grup insandır. Barınma kooperatifleri genellikle üyelerinin odalarda kaldığı ve komünal kaynaklarını paylaştıkları bir binaya sahiptir. Kooperatifler genellikle İngiltere’deki ilk tüketici kooperatiflerinden Rochdale Eşitlikçi Öncüler Cemiyeti’nin 1944’te kabul ettiği yedi “Rochdale Prensibi”ne benzer prensiplere bağlı kalırlar. Güncel örneklerinden birinde şöyledir: Açık ve gönüllü üyelik; üyeler arasında eşit kontrol; faiz ya da temettü olarak sınırlı yatırım getirisi; karın üyeler arasında adaletli dağılımı; ticari amaçlara ek olarak eğitim ve toplumsal amaçlar; diğer kooperatiflerle işbirliği ve toplumsallık.[13] Komünler, üç tipteki kooperatifleri tek düzende birleştiren, amaca yönelik topluluklar olarak görülebilir. Üyeler tek bir evde ya da köydeki ayrı hanelerde birlikte yaşarlar, üretken kaynakları (tarım arazisi ve atölyelerin yanı sıra kolektif işletilen hizmet ya da turistik birimleri) ortaklaşa sahiplenirler ve tüketimlerini kolektif olarak yönetirler. Komünler belki de anarşist ekonominin en iddialı çeşididir çünkü anarşist ekonominin özel bir eylem olarak değil geniş çapta, günlük hayatın her alanında uygulanabileceği ortamlardır.

Yerel para birimleri

Katılanların kar etmeden ya da standart ulusal para birimini kullanmadan mal ve hizmet değişimi yapabileceği gönüllü, öz-yönetimli ağlar, son iki onyılda dünya çapında hızla çoğaldılar. Otuz iki ülkeden böyle 152 sistem, Bütünleyici Para Birimi Bilgi Merkezi’ne kayıtlı gözüküyor ve bunların toplamda yaklaşık 338.000 üyesi ve yıllık 56 milyon doları aşan işlem hacmi bulunuyor.[14] Bu sistemler, yasal ulusal para yerine bağımsız değişim aracı olarak yerel para birimi ve kredilerin değişik biçimlerini kullanırlar. Bu krediler, kupon ya da notlar ulusal paraya denk olabilirler ya da çalışma saati gibi farklı bir standarda dayalı olabilirler. İngilizce konuşulan ülkelerde en yaygın çeşidi Yerel Takas Ticaret Sistemi’dir (LETS). Bir LETS üyelerine her yıl, her birinin becerilerini, sundukları hizmetleri ve iletişim bilgilerini bildirdiği bir rehber gönderir. Her yeni üye, normalde bir saat çalışmaya karşılık gelen “kredi”lerden bir miktar alır ve diğer üyelerden hizmet alarak bunları harcayabilir ya da hizmet vererek kazanabilir. Yerel para birimleri, yerel üretimin tüketimini teşvik eder ve zenginliğin büyük şirketler tarafından kaçırılması yerine topluluk içinde dolaşmasını sağlar. Yaratılan değişim ağı aynı zamanda topluluktaki dayanışmayı ve karşılıklı yardımlaşmayı artırmaya yarayabilir. Böyle sistemler genelde açıkça anti-kapitalist değildir ve standart ekonomin tamamen yerini almaktan ziyade tamamlayıcı olarak tanıtılırlar, ama anarşistler bir karma strateji olarak böyle sistemleri başlatıp katılırlar.

Bomba Değil Gıda

ABD’de yaygın olarak düzenlenen Bomba Değil Gıda etkinliklerinde, anarşistler besleyici vegan yemekler pişirip kamusal alanlarda parasız dağıtırlar. İlk BDG grubu, 1980’de Cambridge, Massachusetts’te nükleer ve diğer silahlara karşı kampanyaya eşlik etmek için kuruldu. Bu pratik hızla yaygınlaştı ve bugün dünyada faal 400’den fazla gruba ulaştı. BDG etkinlikleri açıkça yardımseverlikten ziyade bir protesto eylemi olarak sunulur. BDG, bir yandan ödeme gücünden bağımsız temel insan hakkı olarak gıda fikrini desteklerken, diğer yandan toplumsal ihtiyaçlar yerine ordu ve silah endüstrisine akıtılan devasa yatırımlara karşı toplumsal muhalefet yaratır. Hareketin elkitabına göre, “Bombaları durdurmaya en çok katkı sağlayan şey bizim ölüm kültürünün ekonomik ve politik yapılarından çekilmemizdir. Bireyler olarak çoğumuz savaş-vergisi direnişine katıldık; örgütlü olarak, yaygın ekonomik paradigmanın dışında çalışıyoruz. Kar için çalışmıyoruz; aslında dağıttığımız gıdanın değeriyle karşılaştırıldığında çok az parayla faaliyet gösteriyoruz.” Tümüyle şiddetsiz doğasına rağmen BDG etkinlikleri çoğu zaman, çoğu yerel yönetimin yoksullara ve evsizlere karşı düşmanlığını yansıtan, engellemelere ve gözaltılara maruz kalır. BDG grupları düzenli etkinliklere ek olarak aktivist toplaşmaları ve protesto kampları için de yiyecek sağlarlar ve San Francisco depremi ve Katrina Kasırgası gibi büyük afet bölgelerine ilk gidenlerden olmuşlar ve felaketzedelere yemek sağlamışlardır. Bu ağ aynı zamanda, aktivist gruplarda oybirliği ile karar-alma pratiğinin yaygınlaşmasına büyük katkılar sunmuştur.

Bedava dükkanlar ve “gerçekten, gerçekten bedava pazarlar”

Bunlar giysi, kitap, alet ve ev gereçleri gibi malların —yanı sıra bisiklet tamirinden tarot falına kadar servislerin— para kullanmadan alınıp verilebildiği geçici ya da sabit mekanlardır. Bedava dükkanlar genelde işgal edilmiş mekanlarda ve kültür merkezlerinde sabit bir yerde kurulurken, “gerçekten, gerçekten bedava pazarlar” genelde her ayın son haftasonu yapılan düzenli etkinliklerdir. Bu iki inisiyatif de —Bomba Değil Gıda gibi— bir hediye ekonomisini ortaya koyar ve yayarlar. Hediye ekonomisi, antropolojide kabile ve geleneksel toplumlar bağlamında geniş olarak araştırılmıştır, ama herhangi bir aile ya da arkadaşlık ağı içerisinde de kolayca görülebilir.[16] Hediye ekonomilerinde bireyler diğerlerine bedava mal ve hizmet verirler ve karşılığında anında hiçbir şey almazlar. Fakat davranışlarında hediye verme pratiğini sürdürürken yaygın karşılıklılık kültürünün bir parçası olarak onlar da hediye alacaklarını bilirler. Bir anarşist pratik olarak hediye ekonomisi, tümüyle farklı bir değişim kültürünü başlatarak kapitalizme en uzak yerde duruyor ve onun yapılarına katılımı en aza indiriyor.

Kendin-Yap kültürüyle üretim

Anarşizmin, Dada ve soyut dışavurumculuktan beat şiiri ve bilim-kurguya kadar, sanatsal ve karşıt-kültür hareketler ile ilişkili uzun bir tarihi vardır. Daha yakın zamanlarda, anarşistlerin görsel sanatlar, tiyatro ve müzik alanlarında öne çıkan bir etkisi, kültür üretiminde kendin-yap ruhunun yükselmesi olmuştur. Bu yaklaşımda, sanat ve kültür üretimi, halka ait ve profesyonel olmayan, şirket çıkarlarından ve kapitalist kültür endüstrisinin baskılarından bağımsız bir etkinliktir. Ekonomik bir pratik olarak KY etiği, kültürel üretimde ulaşılabilirlik, kamu, özerklik ve kendine-yeterlik gibi anarşist değerleri sergiler. Politik pratik olarak çoğu zaman anarşist mesajlar ve toplumsal eleştiriye eşlik eder ve güncel anarşist aktivizmin yükselişinde başlıca ilham kaynaklarından biri olmuştur.[18] Bu yaklaşımın geliştirildiği belki de en önemli alan punk hareketiydi. Çoğu punk grubu kendi müziklerini kendi kaydedip bağımsız etiketle üreterek yola çıkar, gösterilerini ticari yerler yerine evler ve garajlarda yaparlar. KY kültürü, punk hayranları arasında albüm ve konser yorumları yanı sıra şiir, çizgi roman, makale ve tarifler içeren, fotokopi ve kolajla oluşturulan resimler, elle çiziktirilmiş ve baskı harflerin karışımı ile üretilen amatör fan dergi (fanzin ya da zin olarak bilinir) akımını yarattı. Punk müzikten bağımsız olarak KY etiği, kamusal alanlarda gösteri yapan sokak tiyatrosu topluluklarının çalışmalarında, işgal mekanlarında sergi açan anarşist sanat kolektiflerinde ve internette ortaklaşa web tasarımı yapılan projelerde açıkça görülür.

Elektronik Kolektifler

Kendi başına bir anarşist inisiyatif olmasa da, yorumcuların dikkati çektiği üzere, internetin özgürlükçü ve komüniter özellikleri vardır: “hiyerarşik olmayan bir yapı, düşük işlem giderleri, küresel arama, ölçeklenebilirlik, hızlı cevap süresi ve müdahale-atlatmaya yarayan (dolayısıyla sansürü engelleyen) alternatif bağlantılar.”[20] Madalyonun diğer bir yüzü (e-tüketimcilik, gözetleme ve sosyal yalıtım) olsa da, internetin merkezsizleşmiş yapısı “kolektife dayalı, denklerle ortak üretim” ve “gruba genelleştirilmiş değişim”e dayalı özgür bilgi ekonomisine önayak olmuştur.[21] GNU/Linux işletim sistemi ve Wikipedia projelerine katkıda bulunanlar parasal karşılık almadan bilgiyi üretip dönüştürürler. Motivasyonları “hacker etiği” ile ifade edilen itibar ve yaptığı işten aldığı keyiftir.[22] Birçok anarşist elektronik kolektifin gelişmesinde aktif katılımcıdır ve Avrupa’da ayrıca gelişmiş bir HackLab —toplama bilgisayarlar ile bedava internet erişimi ve programlama eğitimi sağlayan kamusal alanlar— ağı vardır.

Anarşist Ekonomi ve Devrimci Strateji

Günümüzde uygulandığı şekliyle anarşist ekonominin somut örneklerine baktığımıza göre, tartışmanın ikinci aşamasına geçebiliriz: Böyle örnekler daha geniş devrimci anarşist hedeflere nasıl bağlanabilir ve bu bağlamda karşılaşılabilecek fırsatlar ve zorluklar nelerdir? Bu soruları netleştirmek için bu pratikleri yorumlayabileceğimiz üç farklı stratejik bakış açısı önermek istiyorum: yapıcı doğrudan eylem, faaliyetle propaganda ve yıkıcı politika.

Anarşist politikanın ana unsurlarından doğrudan eylem ruhu çoğu zaman sadece yıkıcı ve önleyici biçimiyle tanınır. Örneğin eski bir ormanın kesilip tarla yapılmasına karşı çıkan anarşistler kendilerini ağaçlara zincirleyip buldozerleri engelleyerek ya da çalışmalarına sabotaj yaparak doğrudan eylemde bulunurlar. Bu anlamda doğrudan eylem çoğu zaman, imza toplayan politikacılar ya da mahkemeler aracılığıyla hukuki engelleme oluşturmak —adaletsizliği düzeltmeleri için anarşistlerin karşı çıktığı kurumlara başvurarak sembolik meşruiyeti aynı kurumlara genişleten bir “talep politikası”—gibi başka eylem yollarına karşı yapılır. Yine de doğrudan eylemin, anarşist ekonominin şimdiki zamanda yapılan pratiğinde görülen, yaratıcı ve yapıcı bir yönü de vardır. Yapıcı doğrudan eylem demek, farklı toplumsal ilişkilere dayalı bir dünya arayışında olan anarşistlerin bu dünyayı kendilerinin inşa etmesi demektir. Bu bağlamda, toplumsal değişimin başarılı olması için mevcut kurumlara saldırmanın yanı sıra (yerine değil) kapitalizmin, devletin, ataerkilliğin vb. yerine gelecek örgütlenme biçimlerini hazırlayıp geliştirmek gerekir. Bu yüzden, bugün anarşistlerin uyguladığı kooperatifler, Kendin-Yap kültürü ve hediye ekonomileri kapitalizmin yerine geçecek gerçekliklerin alt yapısı olarak görülebilir. Tanıdık Wobbly sloganını kullanırsak, “yeni toplumun yapısını eskisinin kabuğunda oluşturulması.”[23]

Bu bağlamda, anarşist ekonomik pratiklerin sonuçta kapitalizmin dışında değil içinde işlediği anlayışı önemlidir. Yukarıdaki taramada görüldüğü gibi, anarşist ekonomi pratik biçimlerinin çoğu hiçbir şekilde kapitalist ekonomiden tamamen kopmuş değildir. Aslında çoğu, kapitalizmin içinde olsa da farklı bir iç mantık ile işleyen ve insanlar arasında alternatif toplumsal ilişkileri yayıp çoğaltarak egemen sistemi sürekli içeriden çökertmeye çalışan adalar olarak görülebilir. Oyunun adı bulaşmadır, ama kapitalizme bulaşma girişimi, aynı zamanda karşılığında bulaşılma, dahil olma süreci, ya da Situasyonist terimi kullanmak gerekirse geri-entegrasyon tehlikesini taşır. Anarşist ekonomik pratikler, projenin finansal sürdürülebilirliği zamanla politik öneminden daha öncelikli hale geldiği ve sadece başka bir tür işletme olduğu durumu engelleyebilir mi? Bu cevaplaması kolay bir soru değil. Ama Andy Robinson’un yorumunda dediği gibi, anarşist kalmak için, anarşist işletme bir araç olarak çalışır, sistemden dışarı doğru bir akışın aracı olarak, hiçbir zaman kendinde bir amaç olarak değil. Bir anlamda sistemin içinde çalışıyor, egemen biçimleri ve araçları kullanıyor olabilir; ama niyet ve arzu seviyesinde dışarıda kalmalıdır ve hiçbir zaman bu biçimlere ve araçlara indirgenememelidir. Bunlar her zaman, bir amaç için kullanılıp amaca hizmet etmediğinde atılacak stratejik tercihler saymalıdır. Şüphesiz, geri-entegrasyon tehlikesinin gergin ipi, onu böyle ifade ederek yok olmaz… Ama bu riski az çok yaratıcı yollarla, dışarıya olan isyankar arzuyu sürdürmek konusunda az çok etkili yollarla aşmak mümkündür.[24]

Geri-entegrasyon konusundaki yapılan bu yorumlar, iki yoruma daha yol açıyor. İlk olarak; anarşist ekonomik pratikler, stratejik boyutunun yanı sıra anarşistler arasındaki daha geniş, “öncü politikaya” etik bağlı olmalıdır—yani kullanılan araçların kendileri, anarşist toplumsal geleceğin embriyo halindeki temsilleri olmalıdır. Böylelikle anarşist değerler günlük eylem ve pratikte ifade bulurlar ve eşitlikçi toplumsal ilişkilerin sadece “devrimden sonra” geçerli olmasını beklemek yerine hareketin kendi evinde gerçekleştirilmesi vurgulanır.[25] İkinci olarak; yapıcı doğrudan eylem içinde, stratejik ve etik boyutlarından çok ayrı, bireyci anarşist bir motivasyonun işbaşında olduğu görülebilir. Bireyci bakış açısıyla aktivistler anarşist pratiklere, sadece toplumu değiştirmek için değil, basitçe böyle farklı toplumsal ilişkiler içinde yaşamak ve kapitalist toplumun beklentilerine uyum sağlamaktansa yoldaşları ile eşitçe yaşamak arzusu ile katılırlar.

Fakat stratejik boyuta dönersek, hemen bir soru ortaya çıkar: Eğer yeni toplumun inşası anarşistlerin kendi işi olacaksa, katılanların sayıca az olması bunun ümitsiz bir beklenti olduğunu gösterir. Güncel anarşist ekonomik pratikler kitle hareketine dönüşmedikçe, ilham verici fakat önemiz çabalar olarak kalacaklardır. Bu aşılabilir mi?

Bu bizi, anarşist ekonomi pratiklerine bakabileceğimiz ikinci prizmaya getiriyor—faaliyetle propaganda. Bu terimin on dokuzuncu yüzyıl sonunda bombalamalar ve suikastlar ile dar açıdan ilişkilendirilmesi ile kazandığı kötü şöhretine rağmen, faaliyetle propaganda, daha geniş anlamda, anarşist eylemin olası örnek niteliğindeki doğasına işaret eder. Bu bağlamda, en etkili anarşist propaganda, anarşist toplumsal ilişkilerin gerçekten uygulanması ve sergilenmesidir. Halka görünür şekilde anarşist ekonomi pratiği, geniş bir izleyiciye alternatif ekonomik düzenlemelerin ne kadar mümkün ve arzulanır olduğunu göstermeye yarar. Kaynak ve gelir paylaşımının yaşayan pratikleri, hediye ekonomileri, vb. insanlara örnek yoluyla doğrudan ilham verebilir ve onları bu pratikleri uygulamaya teşvik edebilir. Sınırlı ölçekte de olsa, insanların patronsuz ya da lidersiz yaşayabileceğini güncel pratikte göstermek, insanları kağıt üzerinde ikna etmekten daha kolaydır. Gandi’nin de savunduğu gibi, “reformcunun işi, kendi davranışıyla imkanlı olanı açıkça göstererek, imkansızı imkanlı yapmaktır.”[26] Ya da, “gerçekten, gerçekten bedava pazarlar” pratiği konusunda yorum yapanlardan birinin sözleriyle: Bedava Dükkanlara uzun süre katılmak, insanların işe yaramaz şeylere erişimi kısıtlandığında onu şiddetle arzulamasına neden olan materyalist şartlanmayı ortadan kalkıyor, ve anarşist alternatifin ne kadar mümkün ve doyurucu olduğunu gösteriyor. Bu aynı zamanda ilerideki mücadeleler için bir başlangıç noktası sunuyor: Eğer ulaşabildiğimiz kıt kaynaklarla bunu yapabiliyorsak, toplumun tüm zenginliği ile neler yapabiliriz?[27]

Aynı zamanda, bütün bu stratejilerin doğalarından gelen bazı sınırları var gibi gözüküyor. Sonuçta bu bölümde tartışılan çeşitli anarşist ekonomik pratikler son kırk yılda Batı toplumlarında sürekli vardı. Yine de, amaçladıkları geniş çapta toplumsal dönüşümün yakınına bile yaklaşamadıkları görülüyor. Bir yandan, anarşist hareket o kadar küçük ki en kararlı ve görünür çabaları bile okyanusta bir damla gibi. Diğer yandan politik elit, gerek aktivistleri doğrudan engelleme ve öcü gibi gösterme olsun, gerek kamunun dikkatini güvenlik ve ulusalcı gündemlere kaydırmak ya da en iyi durumda bile, sistemin bütününde direncini artırırken kapitalizmin en sömürücü yanlarını düzelten ufak ödünlerle, toplumsal değişim hareketlerinin tekerine çomak sokmakta çok becerikli olduğunu kanıtladı. Görünüşe göre toplumsal adalet ve insan özgürlüğünün artırılması için etik sorumluluk, görece az sayıda insan için motivasyon sağlıyor ve nüfusun geniş kesimlerinin gerçek maddi çıkarları olmaksızın, mevcut toplumsal, ekonomik ve politik yapılardan ayrılışı müjdeleyen bir kitle hareketinin ortaya çıkması için bir umut yok.

Ve son noktaya geliyoruz: Neyse ki ya da maalesef, böyle motivasyonların koşulları hızla oluşuyor. 21. yüzyılın bileşik krizleri—iklim değişikliği, finansal erime ve petrol üretiminde yaklaşan zirve—geniş-çaplı toplumsal dönüşüm için tek umut olabilir. Kapitalizm, gittikçe azalan enerji rezervleri ve iklim dengesizliği ile gerçekten sürdürülemez hale gelirken, Batıdaki anarşist azınlığın çağırdığı halklar belki de sistemden kopmanın kendi maddi çıkarları olduğuna karar verebilirler. O zaman anarşistlerin ve destekçilerinin görevi, kademeli ve yavaş yavaş bir toplumsal değişim değil, halkların endüstriyel çöküş sürecini devrime dönüştürmesini sağlayacak inisiyatifleri yaratmasıdır. Böyle girişimlerin başarılı sonuçları, ne (belki de kapitalizmden çok feodalizmi andıran) hiyerarşik toplumsal ilişkilerin daha yerel kendine-yeterli biçimlerde devamı, ne de barbarlık ve çete savaşları ile bir Mad Max senaryosuna doğru çürümedir; bilakis, hem önemli ölçüde özerklik oluşturan, hem de bunu yaşama şeklini değiştirmek için kullanabilen insanların olduğu yerlerde farklı nitelikte toplumların ortaya çıkmasıdır. Fakat bunların hiç birinin garantisi yok. Kristal küre hala bulanık görülüyor.

meydangazetesi.org’dan alınmıştır.

]]>