Anarşi nedir? – Devrimci Anarşist Faaliyet http://anarsistfaaliyet.org Yaşasın Devrimci Anarşist Faaliyetimiz! Sun, 10 Nov 2013 13:54:52 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.7.4 Bilinçli-Bilinçsiz Anarşizm Çarpıtmaları http://anarsistfaaliyet.org/gunluk_yazilari/bilincli-bilincsiz-anarsizm-carpitmalari/ Sun, 10 Nov 2013 13:50:41 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=5687 Anarşizm-Çarpıtmaları1Modern propaganda yöntemi ve tekniklerinin mucidi konumunda bulunan Nazi Almanya’sı Halkı Aydınlatma ve Propaganda bakanı Joseph Goebbels, manipülasyonun mucididir belki de. Ancak özellikle I. Dünya Savaşı’ndaki müttefiklerin kullandığı propaganda tekniklerinden etkilenerek bu bakanlığın oluşturulduğu çok fazla bilinmez. Basın, güzel sanatlar, film, müzik, tiyatro, edebiyat ve radyo birimleri oluşturarak, ortaya çıkacak olan bilginin denetimini yapan devlet kurumları ve hatta özel kurumlar devletin ve kapitalizmin işleyişinin eksiksiz bir şekilde işlerliğini sürdürebilmesi için her yerde oluşturulmuştur. İngiltere’nin ve sonraki Dünya Savaşı’nda da ABD’nin bilgi çarpıtma, bilgiyi ortadan kaldırma teknikleri Nazi Almanya’sı tekniklerinden çok daha gelişmiş bir haldedir. Fark şudur, propaganda diye eleştirilen bu bilinçli bilgi çarpıtması, reklam, halkla ilişkiler vb. olumlu ifadeler altında gerçekleştirilir.

Orwel’ın 1984 romanındaki, bilgiyi denetleyen, gerektiğinde yok eden “Doğruluk Bakanlığı” örneği, aslında hangi devlete yönelik bir eleştiri olduğu 1940’ların sonunda tüm dünyada büyük bir tartışmaya dönüşmüştür. Oysa gerçek şudur, dolaşıma girecek bilgiyi kontrol etmek, gerçek olmayan bilgiyi kendi aygıtlarını kullanarak dolaşıma sokmak, gerçek olan bilgiyi yok etmek gibi yöntemler en eski devletlerden bu yana, tarih yazımı adı altında uygulanan yöntemlerdi.

Bilgi çarpıtmanın modern yöntemleri Dünya Savaşları dönemlerinde yoğun bir şekilde uygulanmış sonra da bir kenara koyulmamıştır tabi ki. Devletler farklı coğrafyalarda bu bilgi çarpıtmalarını kullanmışlar, bu yöntem aracılığıyla kendilerini meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Şüphesiz, dünya savaşlarıyla modern anlamını kazanan bu manipülasyon araçlarından sadece iktidarın siyasi yüzü yararlanmamıştır. Kapitalizmin işleyişi esnasında daha da geliştirilen ve görünmez kılınan bu yöntemler, ekonomik iktidarı elinde tutanların sık başvurdukları yöntemlerdendir.

Bilgi ve iletişim teknolojilerinin giderek önem kazanması, iktidara bilgiyi kontrol etmenin gerekliliğini gösterirken, gelişen şey sadece bilgiye ulaşım hızı olmamıştır. Bilgi ve iletişim teknolojileriyle beraber gelişen, aynı zamanda bu manipülasyon araçları da olmuştur.

Bilinçli ya da bilinçsiz bilgi çarpıtmanın bu evriminden nasibini elbette, iktidar yapılarıyla sorunu olan anarşizm de almıştır, almaktadır.

Anarşizm Terörizm değildir.
Anarşizm sıklıkla terörizm/terör anlamında kullanılmıştır. Belirli siyasal, dinsel veya ekonomik hedeflerle halka, siyasi kurumlara, kurumların başındakilere baskı, yıldırma ve her türlü şiddet içeren eylemler için kullanılan terörizm kavramı yerine bilinçli bir şekilde anarşizm kullanılmıştır. Bu bilinçli olumsuz anlamlandırma, anarşizmin toplumsallaşmasını algısal ve somut anlamda engellemek için başvurulan bir uygulamadır. Tabi ki bu bilinçli olumsuz anlamlandırmayı yapanlar, anarşizmin karşısında mücadele ettiği tüm iktidar yapıları ve bunlarla ilgili değerlerdir.

Anarşizmin, insanların birbirini boğazladığı, şiddetin her türlüsünün yaşandığı bir toplumun savunusu olduğu, bu “terörizm çarpıtması”nın açıklamasıdır.

Bilinçli bir şekilde yanlış bilgilendirmenin rasyonalizasyon, damgalama, kasıtlı muğlaklık gibi yöntemleri görsel ve işitsel yayın araçlarında kullanılarak, toplumun zihninde farklı bir anarşizm oluşturulmaya çalışılır. Tekrarlayalım; burada hedeflenen, anarşizmin karşısında mücadele ettiği iktidar yapılarının kendilerini algısal ve somut olarak koruma çabasıdır. Bunu da anarşizmi terörizmle ilişkilendirerek, toplum içinde böyle bir algı yaratarak yapmaya çalışırlar.

1800’lerin sonunda, sadece çalışma koşullarına, çalışma saatlerine ve ücretlere değil, aynı zamanda kapitalizmin kölelik sistemini yaratanlara ve bunu muhafaza etmeye çalışan devletin kolluklu güçlerine karşı toplumsal bir mücadeleyi örgütleyen anarşist işçilere de yönelmişti bu bilinçli çarpıtma. Devletin terörist diye damgaladığı Haymarketli anarşistler, 1 Mayısları yaratanlardı.

Sadece Haymarket’te katledilen anarşist işçiler değil, devletin ve kapitalistlerin kendisine tehdit olarak algıladığı, anarşist tarihin ön plana çıkan kişileri, benzer damgalamaya maruz kalmışlardır. İki kundura işçisi, Sacco ve Vanzetti’yi gaspla, hırsızlıkla suçlayanlar ve bu yüzden onları katledenler, işçilerin ve kadınların özgürleşmesi için mücadele yürüten Emma Goldman’ı teröristlikle damgalayıp sınırdışı etmişlerdi. Ezilenleri devletin ve patronların zulmüne karşı örgütleyen Durruti ve Malatesta gibi işçiler, sömürüye karşı direnişi örgütlediklerinden dolayı teröristlikle suçlanmışlardı. Bakunin’i iktidarların gözünde en büyük terörist yapan da buydu; patronlara ve devlete karşı hissettiği öfke ve ezilenlerin bu öfkesini gittiği her yerde örgütlü bir direniş haline getirmesiydi.

Bu bilinçli yanlış bilgilendirmenin farklı zamanlarda, farklı yerlerde ortaya çıkması, anarşizmin o coğrafyadaki etkisini kırmaya yönelik bir hamle olmasının yanı sıra; toplumsal sorunların kaynağına yönelik çabanın da başka tarafa çekilmesidir.

1970’lerden sonra, üzerinde yaşadığımız coğrafyadaki anarşizm çarpıtmalarının kaynağında, işte bu hedef şaşırtma yatmaktadır. Küresel iktidarların, medya araçlarına pelesenk olmuş anarşizm anlamlandırmaları benzer şekilde bu coğrafyada da yapılır. Bilgi dolaşımının araçlarını ellerinde bulunduranlar, devletin baskıcı kurumlarının, patronların sömürü düzeninin, faşizmin eli kanlı çetelerinin karşısındaki her eylemi olumsuz bir çağırışım uyandıracak şekilde anarşist diye damgalamışlardır. Doğrudur, anarşizm, halka yönelik girişilmiş tüm eylemlerin ve organizasyonların karşısındadır; asıl terörizm halka karşı girişilmiş bu çabalar değil midir?

 

Anarşizm Örgütsüz değildir


Bu bilinçli çarpıtmalar, bazen toplumsal muhalefetin parçası olanlar tarafından da yapılır. Devlet iktidarına karşı halkın öz-örgütlülüğünü savunan anarşizm, devlet iktidarına kaygısızca sarılan kimi sosyalist partilerin de hedefi haline gelmiştir. Bu partilerin otoriter iktidarlarını, devlet mekanizmalarıyla pekiştirdikleri her coğrafyada, şaşırtıcı(!) bir şekilde terörizmle yaftalanır anarşizm.

Devlet iktidarına, kapitalist sömürüye ve iktidarın farklı tüm biçimlerine sadece bir karşı çıkış olmayan, yaşamın yeniden yapılandırma faaliyeti olarak anarşizmin, aynı muhalif yapılanmaların bir başka çarpıtmaya maruz kaldığı mesele örgütlenmedir.

Kapitalizmin ideolojisi olan çıkarcı bireysel değerlere yaslanan, toplum karşıtı, “kaos”un hakim olduğu bir yapılan(ma)ma, anarşizmin savunduğu bir idealmiş yanılsamasıyla anarşizmin, örgütsüzlüğü savunduğu iddiasında bulunulur.

Aksine, toplumsal hareketlerin modern anlamıyla örgütlenmesinde hep anarşistler ön ayak olmuşlardır. Marksizmin, Kıta Avrupası’na takılı kaldığı bir zamanda, dünyanın farklı coğrafyalarında anarşistler, toplumsal örgütlenmeler oluşturmuşlar, örgütlü deneyimler üretmişlerdir. Sendikalar, federasyonlar, platformlar, uluslararası ve yerel işçi birlikleri, köy komünleri bu örgütlü çabanın araçları olmuşlardır.

Anarşistlerin, devlet mekanizması karşısında geliştirdiği tavır ve örgütlü hareket, özellikle devlet iktidarıyla sorunu olmayan sosyalistlerce “örgütsüzlük” çarpıtmasıyla nitelendirilmiş, kimi zaman kitap benzeri yayınlarla, bu gerçekdışı durum teorize edilmeye çalışılmıştır.

Anarşist birey kapitalistlerin savunduğu çıkarcı birey değildir.

Kimi zaman bu çevrelerce yapılan eleştiri, sadece daha fazla insanı savunulan ideolojiye dahil etme kaygısıyla değil, aynı zamanda “kapitalizmin karşısındaki tek ideoloji” olma kaygısıyla; anarşizmin bireyi önemseyen bir düşünce ve hareket olması üzerinden, anarşizmi liberalizmle aynı anlamda kullanmaya kadar itmiştir bu çevreleri. Oysa açıktır ki, kapitalizmin bencil bireyini, anarşizmin düşüncelerini özgürce gerçekleştirme imkanı arayan birey ve bu bireylerin uyumundan oluşan toplum savunusuyla denklemek, aynı bilinçli çarpıtmanın bir başka biçimidir.

Anarşizmin, farklı coğrafyalarda alt-kültürlerle kurduğu ilişki yüzünden, bu alt-kültürlerin özelliklerini anarşizmle ilişkilendirmek, son dönemde sık rastlanan anlamlandırmalardandır. Anarşizmin ne olduğunu bilmeyen birey ve çevrelerin, uyuşturucu, alkol, “normal” olmayan kılık-kıyafet ve davranış biçimlerini anarşizme mal etmesi bilinçsiz bir çarpıtma olsa da, devletin ve benzer iktidar mekanizmaları savunucularının bu anlamlandırmaları benimsiyor oluşu, toplumda anarşizmin bu şekilde anlaşılması için sergilenen politik bir tutumdur.

Anarşizmi bilinçli-bilinçsiz tüm çarpıtmalara karşı savunmak…

Tüm bilinçli-bilinçsiz çarpıtmalar, yaşadığımız coğrafyada somut deneyimlerini geç yaşamaya başlayan hareketin önemsemesi gereken sorunlardır. Bu çarpıtmalara mahal vermeyecek bir anarşizm savunusu ve hareketi oluşturmak, bu çarpıtmaları sorun olarak gören anarşistler için yapılması gerekenler arasındadır.

Yaşadığımız coğrafyada geçen bunca zamana rağmen, anarşizmin ısrarlı bir şekilde bu çarpıtılmış anlamlandırmaya hala daha maruz kalıyor oluşunu (ve bunu kendini muhalif diye adlandıranların da yapıyor oluşu), bugün anarşist hareketin sadece dünyanın geri kalanında değil, yaşadığımız coğrafyada da toplumsallaşıyor oluşuyla açıklamak gerek. Bu toplumsallaşma, bu örgütlenme, yaşamı devletsiz ve kapitalizmsiz var etmeye devam ettiği sürece, bu çarpıtmalara ve hatta yok saymalara, anarşizm, maruz kalacaktır.

Anarşizmin, ekonomik sömürünün yarattığı iktidar biçimlerine, devletin merkezi ve hiyerarşik yapısının yarattığı iktidar biçimlerine, erkek-egemen iktidarın farklı türlerine, insan merkeziyetçiliğin yarattığı uyumsuzluklara karşı; bireylerin öz-örgütlülüğüne dayalı, toplumu ve yaşamı yeniden yapılandırmaya yönelik, sadece bir düşünce değil, bir hareket de olduğunun; ve yine başka bir çarpıtmada olduğu gibi ütopik olmadığı, tarihinin gerçek deneyimlerine dayandığının tekrar tekrar anlatılması, bize düşendir.

Hüseyin Civan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 14. sayısında yayımlanmıştır.

]]>
Anarşizm örgütlenmektir http://anarsistfaaliyet.org/anarsi/anarsizm-orgutlenmektir/ Thu, 19 Mar 2009 16:52:28 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=2920 Örgütlenme ve anarşizm kavramlarını bir arada görmek çok kişiyi şaşırtmaya yetecektir. Zira ortalama solcunun kafasında anarşizm örgütsüzlükle eşanlamlıdır. Liberter, anarşist geleneğin tarihindeki büyük çeşitlilik arz eden örgütlenme biçim ve yöntemleri bir çırpıda yok sayılır. En azından hesaba katılmaz ya da hükmedenlerin yazdığı resmi tarihlerde yer almadığı için bilinmez. Masa başlarında kurgulanan tarihler sırf devletleri, kurumları, alışıldık tipte örgütlenmeleri, bilindik politik güçleri hesaba katar çünkü.
Sadece örgütlenme kavramıyla sınırlı değildir bu yanlış anlama ve anlatma. Eylem tarzından mücadele biçimine, daha bir çok konuda anarşizmin yarattığı birikim, tahakkümün zihniyet kalıpları içinde ya yok sayılmış ya da içeriğinden boşaltılarak sunulmuştur. Nedeni malum, insanların içinde yaşadığı hiyerarşik toplum kendi anlayışını onlara dayatmakta, düşünüş kalıplarına dahi hükmetmektedir.
Çeşitli biçimlerde zihnimize, dolayısıyla davranış ve edimlerimize işler bu hiyerarşik düşünüş tarzı. O kadar ki, tahakküm düzeninin temelini oluşturan kavram ve kurumlar “doğal”, daha da ötesi, vazgeçilmez şeyler olarak gösterilir, düşünülür. Koordinasyon merkeziyetçiliğe, örgütlenme hiyerarşiye, kollektivite tek düzeliğe, disiplin emir-itaat düzenine, sorumluluk inisiyatifin reddine, eşitlik konformizme indirgenir.
Sonuçta düzene karşı çıkılırken bile o düzenin iradesine boyun eğilmiş, karşı olunduğu iddia edilen sistem yeniden üretilmiş olur. Etik değer ve ilkeler ikinci plana itilir, kendinden menkul program ve tüzüklere tabi kılınır. Verimlilik yaratıcılığın, kolay yoldan etki dönüşme ve dönüştürme çabasının, mekanikleşmiş kurallar inisiyatifin, “eğitim” öz-bilinçlenmenin, politika doğrudan eylemin yerini alır. içinde yaşanılan hiyerarşik düzenin değerleri karşı çıkışı belirler, köreltir hale gelir. Ya hükmeden ve dolayısıyla etkili olduğu sanılan kurum ve işleyişler çaresiz kabullenilecek ya da örgütlenme toptan reddedilecektir bu anlayışa göre. O andan sonra da tahakkümün koyduğu sınırların dışına çıkmak imkansızlaşmış, hiyerarşinin kurallarına boyun eğmek kaçınılmaz olmuştur. Reddedişin yerini yavaş yavaş uzlaşma, “koşulları” kabullenme alır. Uzun uzun anlatmaya gerek yok bu süreci. Marksizm’in tarihi, bir başkaldırının adım adım, karşı olduğu düzeni bile imrendirecek bir despotizme dönüşmesinin tarihidir. İnsanların zihinlerinde egemenliğini kuran tahakküm epistemolojisi, her türden kavramı belirleyici bir ilke, yani hiyerarşi ilkesi etrafında basitleştirme, içerikteki zenginliği yok etme üzerine kuruludur, insanların anlam aleminde benzerlik ve farklılıklar vardır. Oysa tahakküm epistemolojisi benzerlikleri özdeşliğe, farklılıkları karşıtlığa indirger, salt kutupsallıklarla düşünme alışkanlığını dayatır. Buna göre örgütlenme ancak katı bir merkeziyetçilik, yukarıdan aşağı disiplin ve emir-komuta zinciri olabilir. Önüne demokratik gibi süslemeler eklense, yumuşatılmaya çalışılsa da yöneten-yönetilen ayrımının baştan sona geçerli olduğu, en azından ancak ileri bir tarihte ortadan kalkacağı ve o zamana dek katlanılması gerektiği varsayılır, işin garibi tahakküm ve hiyerarşiyi reddeden kimi anarşistlerin de bu kutupsal düşünüşü kabullenmeleridir. Bunlar da sonuçta hiyerarşik düşüncenin yarattığı ikilemlere boyun eğerek ya anarşist örgütlenmeleri bu kalıplara uydurur ya da çoğunlukla, çareyi örgütlenme kavramını reddetmekte bulurlar.
Oysa bir çok alanda olduğu gibi örgütlenme, mücadele, eylemlilik gibi konularda da esas olan “ne” sorusu değil “nasıl” sorusudur. Anarşistleri otoriter sosyalistlerden ayıran yan örgütlenmeyi reddetmeleri değildir. Anarşistler, daha doğrusu devrimci anarşistler, Anarko-komünistler örgütlenmeyi reddetmez, tam tersine çok daha köklü, temelleri sağlam bir örgütlenmeyi savunurlar. Asıl olan bu örgütlenmenin nasıl ve ne amaca yönelik bir örgütlenme olduğudur.
Örgütlenme, topluluk halinde yaşayan insanın her zaman karşı karşıya olduğu bir durumdur. Birden fazla insanın bir arada bulunduğu, bir şeyler yaptığı her yerde örgütlenme söz konusudur. Örgütlenmeyi reddedip reddetmeme bu yüzden anlamsız bir tartışmadır. Varolan toplumda otorite ve hiyerarşi ilkeleri üzerine kurulu bir örgütlenme, bu toplumda yaşayan insanlar, kendileri istesin veya istemesinler bu örgütlenmenin bir parçasıdırlar. Öz örgütlenmeyi reddedenleri devlet örgütlemektedir zaten.
Anarşistler ise, düzenin kurumları gibi otorite ve hiyerarşiyi sürdürmek ya da devletçi Marksistler gibi iktidar ilişkilerini sadece yeniden düzenlemek için değil, tahakkümü her biçimiyle ortadan kaldırmak için örgütlenirler. Anarşist toplumsal devrimi salt politik devrimden, yani sosyalist ve diğer radikallerce savunulan ve aslında hükümet değişikliğinden başka bir şey olmayan değişmeden ayırt eden temel yan tahakkümün her biçimini ortadan kaldırmayı amaçlaması, hedefini salt ekonomik baskı ve sömürüyle sınırlamayıp hiyerarşiyi, otoriteyi, mülkiyeti, patriyarkiyi, sadece insanın insan üzerindeki tahakkümünü değil, erkeğin kadın, yaşlının alt yaş grupları, yetişkinin çocuk, insanların diğer canlı türleri, kurum ve kuralların insanlar, geçmişin bugün, araçsal aklin duygu, sıradanlığın coşku, tekniğin estetik, çıkarların etik üzerinde kurduğu egemenliği de yok etmeye yönelmesidir. Anarşist toplumsal devrim insanın kendi başına bir amaç ve insan hayatının her anıyla yaşanabilen olağanüstü bir deneyim olduğu bir ütopyayı uygulamak, dünyayı ve bireysel benliği buna göre yeniden tasarlamak ve yaratmaktır. Anarşizmin dünyaya bakışı bütünseldir, birliği anlamayı, kavramayı esas alır. Anarşist toplumsal devrim toptan ve bütünsel bir karşı çıkıştır. Bu bütünsellikten ötürü anarşizm alışılagelmiş anlayışlardaki gibi, güncel pratiğe ilişkin sorunları “nihai amaç” denilip ertelenen ütopyanın ilkelerinden, bugünün mücadelesini yarının sorunlarından, taktikleri amaçlardan ayırmaz. Örgütlenme anlayışında bu bütünsellikten kaynaklanan bazı etik kurallar geçerlidir. Şimdi kısaca bunlar üzerinde duralım.
1. Araç Amaçtır: Hiyerarşik düşünce parçalı ve bütünsellikten yoksun bir düşüncedir, Yönetme mantığı her alana uygulanır Her şey, gerek insanlar, gerek örgütler birer araçtan ibaret görülür. Bunlar amaç denilen şeye varmak için kullanılacak, maniple edilecek nesnelerdir sadece. Oysa anarşizm bu araçsallığı, tahakküm epistemolojisinin dayattığı bu ayrımı reddeder en baştan. Aynı terimleri kullanacak olsak bile, özgürlük amacına ancak ve ancak özgürlükçü araç ve yöntemlerle ulaşılabilir. Bu bir ahlaki ilke olmakla sınırlı değildir, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana tüm radikal hareketlerin deneyimleri, otoriter sosyalistlerin denetimi altına girmiş “devrimlerin” akıbeti devrimci amaçla araçların birbirinden ayrılamayacağını göstermiştir. Diyalektik adı altında sunulan Batı metafiziği, bu ikisi arasındaki ayrımı sürdürmek için çok sayıda süslü formül üretir (bugün Marksizm’in en gelişkin burjuva ideolojisi olmasının göstergelerinden biri de budur). Ama aracın amaca tabi olması bahanesi altında otoriter, baskıcı araçların meşrulaştırılması ve sonuçta bürokratik despotizmin akla büründürülmesinden başka bir işe yaramaz bu. Özyönetime dayalı bir topluma ancak öz-etkinlikle,’ özgürlüğe ancak özgürlük temelinde kurulu örgütlenmelerle varılabilir. Merkeziyetçi, hiyerarşik örgütler, içinde yaşadıkları baskıcı toplumun modelini muhalif saflara taşır ve bu sistemi küçük ölçekte yeniden üretir, pekiştirirler.
Anarşist örgütlenme, belirsiz bir gelecekte yer alan ütopyaya varmak için bir basamak değil, amaçlanan toplumun mevcut düzende açılan gedikler içinde adım adım, tohum halinde kurulmaya başlanmasıdır. Anarşist örgütlenme devletsiz ve mülkiyetsiz toplumun bugünden yaratılan bir ön-biçimlenişi, bir çekirdeğidir, sistemin içinde ama sisteme ait değildir. Bu nedenle anarşist örgütlenmede esas olan eşitlik ve inisiyatiftir. Çünkü, amaçlanan toplumun bir hücresi, dokusu, organik birimidir her bir anarşist otonom ve -adı ne olursa olsun- gruplaşma. Elbette, yepyeni bir toplumun bugünkü tahakküm düzeninin bağrında sancısız ve kolayca kurulabileceği anlamına gelmez bu. Tam tersine, yeni toplumu bugünden örgütleme çabası er ya da geç -ama asla çok geç değil- varolan otorite ile çatışacak, güç denemesine girişecektir. Tahakküm düzeninin örgütleyici kurumlarının yerle bir edileceği, bunun zorunluluk olacağı kesin hesaplaşma kaçınılmazdır. Ama anarşistler için devrim öncesi, devrim sonrası ayrımı belirleyicilik taşımaz. Devrim burada ve bu anda başlayacaktır.
2. Süreç Sonuçtur: Tahakkümün baskıcı aklı, deneyimleri amaç ve araç hiyerarşisine göre düzenlediği gibi amaç denilen şeyi sürekli ertelemekte, ne zaman geleceği bilinmez bir geleceğe atmakta da ustalaşmıştır. Özlemler, arzular hep daha uzağa itilir, ileriye bırakılır ve onlara ulaşabilmek için bir dizi aşamalar konur. “Karşı tarafın” neler söylediği malum, biz gene “içimizde” gibi görünen sosyalistlerin meşhur şemalarını hatırlayalım. Devletin yok olması, sınıfların ortadan kalkması, eşitlik, özgürlük, “herkesten yeteneğine göre, herkesin ihtiyacına göre”… Bütün bunlar yarının gerçekleridir sosyalistlere bakılırsa. Bunlara varmak için bugün geçilecek aşamalar vardır. Yarın özgür olmak için bugün esarete katlanmalıyız der bu anlayış. Oysa o atasözünde dendiği gibi “yarın asla gelmez”. Bu aşamalar da bir türlü bitmek bilmez üstelik. Komünizmden önce sosyalizm gelecek denir, ama onun da alt aşamaları, demokratik devrimleri, demokratikleşme süreçleri, işçi hükümetleri, daha neleri vardır. Bunlar da yetmezse “güncel politik taktikler”, “devrimimizin acil sorunları”, “bugünkü hedeflerimiz ve görevlerimiz”. Zenon’un paradoksundaki gibi atılan ok asla hedefine varamaz, çünkü önce o yolun yarısını katetmesi gerekmektedir, ama ondan önce de yarısının yarısını, ve yarısının yarısının yarısını… Sonsuza, geride bir hiç kalana kadar böyle gider. Hedefi, pek sevdikleri deyimle “nihai hedefi” erteleyip duran bu yaklaşım böylece hiçle uğraşır hale gelir. Bir devrimci için gerçekten tam anlamıyla hiçtir bu “gündelik” denen politikanın uğraşları.
Oysa, tıpkı araç ve amaç bütünlüğündeki gibi sonuçla süreç, hedefle yol birdir, bütündür. Özgürlük özlemi ile özgürleşme süreci, Anarko-komünist ütopya ile mücadele yolu birbirinden’ ayrılamaz. Hayatın kesintisiz, yekpare akışım parçalayan, denetlenebilir ve kendi başına anlamsız birimlere indirgeyen, yaşamın dolu dolu deneyimini çizgisel bir zaman kavrayışı içinde donduran tahakküm mantığının aksine, anarşizm, sürecin her bir anını bütünden ayrılmaz görür.
Tahakküm insanları biyolojik, mekanik ve toplumsal işlevlerle sınırlı otomatlara dönüştürmektedir. “Kimse evinin yolunu bilmez” diye bir söz vardır; tek düşündükleri “eve” varmaktır ve yola dikkat etmez, yol boyu nelerle karşılaştıklarını fark etmezler. Anarşist devrimin amacıysa, her bir an içinde duyarlılığı, uyanıklığı geliştirmektir. Çünkü anarşist eylem, doğrudan eylem, bir öz-eylemlilik, öz-etkinliktir ve en yoğun ifadesini devrimde bulur. Devrim bu benliğin yaratılmasıdır, insanın kendini yaratmasıdır. Bu nedenle devrim yolunda her adım sonuçla bir bütün arz eden bir öz-bilinçlenme, öz-eğitimdir.
Anarşist örgütlenmede karar süreçleri, atılacak her bir adımın kendi başına değer taşıdığı ilkesinden yola çıkar. Oybirliği ilkesi, ikna sürecine tanınan ağırlık, herkesin her aşamada sınırsız söz ve karar sahibi olması düzen içi anlayışlara göre “verimliliği” azaltan etkenler olarak, zaman kaybı olarak görülebilir belki. Ne var ki zaman kaybetmenin en yararlı biçimidir bu. Anarşistler için sadece yapılan “işler” değil bunların nasıl yapıldığı, kararların nasıl alındığı da aynı ölçüde değerli ve önemlidir. Bu işleyiş çok vakit alsa da süreç içinde örgütlenmenin her bir bireyinin etkinliği, inisiyatifi, yaratıcılığı artacak, özgür toplumun bireyleri adım adım oluşturulmaya başlanacaktır.
3. Örgüt Bireylerin Toplamından Fazla Değildir: Alışıldık örgütlenme anlayışında hep tekrarlanan bir söz vardır: “örgüt bireylerin toplamından fazladır” diye. Belki başlangıç, yola çıkış için doğrudur bu. Tek tek etkinlikten yoksun bireyler -ki hiyerarşik burjuva toplumu içinde gerçek anlamıyla birey değil atomize olmuş küçük varlıklardır bunlar- bir örgütlenme içinde kolektif irade oluşturarak etkilerini arttırırlar. Ya da öyle sanırlar. Çünkü, bir noktadan, hiyerarşik örgütler için hiç de uzak olmayan bir noktadan sonra bu formül tersine işlemeye başlar. Örgüt bireylerin toplamından fazla bir şey değil, bireyler örgütün parçalarından az şeylerdir artık. Düzenin örgütlenme anlayışı işbölümü üzerine kumludur. Kısa bir süre “verimlilik” denen şeyi arttırır bu, tıpkı seri üretimin üretim hacmini arttırdığı gibi. Ama asıl amaç bu mudur diye sormak gerekir burada. Çünkü artan etki, tahakküm düzeninin politika anlayışı içinde bir etkidir. Bireysel inisiyatif, yaratıcılık, öz-bilinçlenme, benliğin serpilip gelişmesi… Bütün bunlar düzende biraz olsun söz sahibi olmak için bir kenara bırakılır. Birey giderek daha fazla örgüte tabi olur, gelişmek şöyle dursun sınırlı işlevlerden ötesine aklı ermeyen bir makine parçası, bir bürokrat haline gelir. Sonuçta “örgütü” olmayınca kendi başına inisiyatif koyamayan, karar alamayan, harekete geçemeyen bir kişiye dönüşür. Tam da otoriter düzenin ideal kişiliğidir artık.
Anarşist bir örgütlenme bireyselliğin, burjuva anlamda rekabetçi, parçalanmış düzmece bireyselliğin değil dayanışmacı, bütünsel bireyselliğin gelişmesini esas alır. Bu nedenle örgütlenme onu oluşturan bireylerin üstünde soyut bir varlığa sahip değildir, “Ayı gösteren parmak ayın yerine geçemez.” Anarşist bir örgütlenmenin her ferdi tüm kişiselliğiyle, farklılığıyla, kendine özgülüğüyle yer alır o örgütlenmenin içinde. Anarşist örgütlenmeler kararlarını oy birliğiyle alırlar. Çoğunluk egemenliği gibi insanları soyut niceliklerden ibaret gören demokrasi aldatmacaları geçersizdir burada. Asıl olan doğrudan demokrasidir. Her bir birey sınırsız denebilecek yetki ve söz sahibidir, çünkü tepeden belirlenmiş bir işlevi yerine getiren bir parça olarak değil, kendi kişiliği ve kişiselliğiyle orada bulunmaktadır.
Anarşist örgütlenmelerde bunun bir sonucu ve gereği olarak mutlak eşitlik geçerlidir. “Herkesten yeteneğine göre herkese ihtiyacına göre” ilkesinin bir uygulamasıdır bu. Kişiler arası deneyim, bilgi, etkinlik alanlarında düzenin yarattığı eşitsizliğin sonucu olan farklılıklar onların söz haklarını belirlemez. Çok tartışma yaratacağını tahmin etmekle birlikte şunu ileri sürüyorum ki anarşist bir örgütlenmede bireylerin yaptığı katkılar onların örgüt içi konumlarını belirlememelidir. Örgütlenme içindeki her anarşist eşit oranda karar ve yetki sahibi olabilmelidir. Eşitlik ve özgürlük devrimin ilerideki hedefi değil başlangıcı, önkoşuludur.
Bu etik kurallardan hareketle, anarşist örgütlenmelerin bazı ilkesel tezahürleri üzerinde duralım biraz da. Bunları da şimdilik genel, şematik başlıklar altında toplamaya çalışacağım.
1. Örgütlü Kendiliğindenlik: “Kendiliğindenlik” denen kavram sosyalistlerimizi ya dehşete düşürür (başlarına gelmesin diye dua ederler, onlar için bir hakarettir) ya da güvensizlik uyandırır, rahatsız, eder. Ama kendi dışlarında gördüler mi “kendiliğindenlik” denen şeyden ağızları sulanıverir; “önderliğin” tepesine oturacağı bir fırsattır bu.
Bundan yedi, sekiz yıl kadar önce Sokak Yayınları tarafından yayımlanan ?Kronstad 1921? adlı kitabın önsözünde, Stalin döneminde basılmış bir Sovyet ansiklopedisinde verilen “kendiliğindenlik” tanımı zikrediliyordu. “Kendiliğinden” demek “bir önderliğe sahip olmayan, belirlenmeyen” demekmiş bu tanıma göre. Böylesine zengin içeriğe sahip bir kavramı kendinden menkul “önderliğin” olmayışıyla “malul” olarak tanımlamak tam da kendisini vazgeçilmez gören hükümdarların mantığıdır. O kitleler “kendiliğinden” ayaklanıp tepelerine oturmuş olanları alaşağı ettiklerinde de bu hükümdarlar bir türlü anlam veremez olup bitene.
Oysa “kendiliğindenlik” denip geçilen bu durum her devrimde, devrimci kalkışmada gördüğümüz asli ve temel özelliktir. 1830 ve 48 ayaklanmaları, 1871 Paris Komünü, 1917 Şubat ayında Çarlığın devrilmesi, İtalyan Konseyleri, özyönetim ve doğrudan eylemin tarihteki en yetkin örneklerini sunan ispanya Devrimi, 1956 Macaristan Ayaklanması, modern çağın dünya devrimi provası 1968, hepsi o “önderliklerin” talimatlarını beklemeden sokağa dökülerek, öz-örgütlenmelerini oluşturan insanların tarihe bıraktığı değerli mirastır. (Geçerken küçük bir not: Şimdi hevesle bekliyorum, tek bir sosyalist çıksın da “önderlik olmadığı için bunlar başarılı olamadı” desin ve artık hak ettiği cevabı alsın.) Anarşistlerin kendiliğindenliği vurgulaması oturup “kitlelerin” sokağa dökülmesini beklemek değildir kesinlikle. Kendiliğinden kavramını böyle yorumlayan sosyalistlerdir. Çünkü hayattan kopuk “profesyonel devrimci” örgütlenmeleri, kitabi programları, kafalarında kurdukları sonsuz aşamaları ile sokaktaki insanın dinamiğini geriden takip eden onlardır. 1968 Paris ayaklanması herkesi şaşkına çevirmiş, hazırlıksız yakalamıştı. Dünya kapitalizmi en müreffeh çağını yaşıyor, hiç bir yerde yaprak kımıldamıyordu. Ama, Gilles Deleuze’ün söylediği gibi, Fransa’nın taşrasındaki yaşlı bir toprak sahibi bütün sosyologlardan da sosyalistlerden de daha önce fark edebilirdi bu alttan alta kaynayışı. O sene hangi köyde köylüler toprak sahibi geçerken şapkalarını çıkarmadılar, buna bakmak gerekir diyor Deleuze. Bu moleküler kıpırdaşmaları politikanın içindekiler, “merkezler” göremez elbette.
Anarşistler içinse kendiliğindenlik çok farklı ve zengin anlamlar içerir. Kendiliğindenliği vurgulamak demek, oturup beklemek demek değildir dedik. En azından anarşistler için böyledir. Çünkü anarşistler o kendiliğinden denilen kıpırdaşmaların, kalkışmaların bir parçasıdırlar, tam içindedirler. Bürokratik örgütler tepede, “merkezde” bekler, kendi varlıklarını devrimin önüne koyup öncelikle örgütsel iktidarları için uğraşırken, anarşistler sonunu düşünmeksizin direnir, savaşır ve çoğunlukla telef olurlar (daha doğrusu direnmeli, savaşmalı ve telef olmalıdırlar, elli yıl önce ezilen gelenek yeniden canlanana dek bu ikinci ifadeyi kullanmamız gerekiyor). Ama bir gelenek de böyle yaratılır ancak.
Kendiliğindenlik kavramının içeriği gündelik kullanımda çok boşaltılıyor, oysa açılımları çok geniş. Kendiliğindenlik, Batı dilerindeki kullanımıyla spontanlık, aynı zamanda anlık davranışları, içtenliği, içselliği çağrıştırır. Bu anlamda kendiliğindenlik dıştan yönlendirilen, zorlanan değil içten doğan bir süreçtir. Gerek eski doğu düşüncesi ve heterodoksinin gerekse çağdaş eleştirel ekolojik düşüncenin de yeniden anlamamıza yardımcı olduğu bir kavramdır. Eko-sistem kendi akışı içinde müdahale görmediği, kesintiye uğramadığı müddetçe farklılaşacak, karmaşıklaşacak, dengeyi, uyumu bulacaktır. Burada mekanik bir doğalcılık söz konusu değildir. Bilakis, doğa ve toplumu da birbirine karşıt kutuplar gibi sunan tahakküm epistemolojisinin iddiaları aksine insanın toplumsal mücadelesi, onun doğal bir özelliği, türüne özgü bir boyutudur.
Tabii, bilgisizlik, bilinçsizlik ya da örgütsüzlük anlamına gelmez kendiliğindenlik. Değişik yaşlardaki, toplumsal gruplardaki, kültürlerdeki, farklı deneyim ve birikime sahip insanların kendiliğinden tepkileri farklı olacaktır. Anarşist örgütlenmeler bilinçli ve örgütlü bir kendiliğindenliği savunurlar. Yani, süreç karmaşıklaştıkça her birimin, her bireyin davranış yetilerinin de gelişeceğini, küçük birimlerdeki, “alt” düzeylerdeki tepkilerin nitelikçe daha gelişeceğini bilirler. Bu süreçte aslında örgütlenme de genişleyecek, iç ve dış, örgüt ve toplumsal hareketlilik arasındaki sınır gitgide silinecek, böylece örgütlenme toplumu en temel düzeyde saracaktır. Kendiliğindenliğin sınırlı ; kavranması ve reddedilmesi, inisiyatifi yok etmektedir. “Yüz fersahlık yolun doksanını giden bunu yarıya saysın” der bir Zen atasözü. Yolda gidildikçe bilgilenme düzeyi artacak, izlenen yol daha da karmaşıklaşacaktır. Sürecin sonrası baştan belirlenemez. Bir noktadan sonra belirleyici mekanizmaların daha da “alta” inmesi gerekecektir. Bu nedenle her birimin, giderek her bireyin kendi başına bir örgüt gibi davranabileceği inisiyatif oluşturabileceği bir örgütlü kendiliğindenliktir anarşizm.
2. Kolektif Bireysellik: Anarşistlerin bireyi ve bireyselliği ısrarla vurguladıkları bilinir. Ne var ki bu birey liberalizmin rekabetçi ve çıkarcı düzmece bireyinden, anarşistlerin vurguladığı benlik, burjuva bencilliğinden kesinkes ayrıdır. Gerçek anlamıyla gelişkin, özgürleşme sürecini sürdüren bir bireysellik ancak dayanışma ve kollektivite içinde yaratılabilir. Geleceğin özgür toplumu benliği yaratmayı amaçlar ve bunun gerçekleştirilmesine bugünden başlanacaktır. Örgütlenme bu anlamda bireyselliği yadsımaz; bilakis anarşist örgütlenme mevcut toplumda bunun yaratılmaya başlanmasının ön koşuludur. Anarşist örgütlenme içinde her bir birey diğerinin aynasıdır.
3. Merkezsiz Koordinasyon: Birliktelik, örgütlenme, koordinasyon hep merkeziyetçiliği çağrıştırır, onunla eşanlamlı düşünülür. Oysa bunun nedeni varolan tahakküm örgütlenmesinin merkezi olmasıdır. Merkeziyetçilik “modernlik” denen tahakküm sistemine damgasını vuran üç kurumla birlikte en gelişmiş biçimini almıştır: Kilise, ordu ve ulus-devlet. Bürokratik sosyalist partiler bu kurumları taklit etmektedir. Aslında haksız da değillerdir, zira merkeziyetçilik yönetmek için gerçekten en uygun örgütleniş tarzıdır, ama devrim, için hiç de değil.
Merkeziyetçilik bilgi tekeli ve yetki devri üzerine kuruludur. Demokratik, vesaire sıfatları dikkate almaya bile gerek yok, piramitsel yapı ve yetkinin giderek daha soyut, dolayısıyla denetlenemez birimlerde toplanması inisiyatifi yok eden bir etmendir. Sonuçta “alt” birimler kendi başlarına iş göremez hale gelirler. Merkezin daha bütünsel bir bakışa sahip olduğu ileri sürülür. Oysa bu bütünsellik sahtedir, ulus-devlet denilen tahakküm kurgusunun bir yanılsamayıdır. Mücadelenin yürüdüğü asıl alan yerelliklerdir. Merkez ise bunların dışında, yani esas olarak hayatın dışındadır. Üstelik merkez denen kurumlanış buraya aktarılan “kadroları” somut mücadele alanlarından koparmakta, mücadele içinde kazandıkları yetileri köreltmektedir.
Koordinasyon ve birlik için merkezin gerekliliği tahakküm epistemolojisinin bir diğer dayatmasıdır. Oysa, anarşist örgütlenmenin otonom birimleri inisiyatifi her alana yayarak, en geniş ve çok yönlü iletişim kanallarını kullanarak, dahası bilgi akışını tek yönlülükten ve tek boyutluluktan kurtararak koordinasyon içine girerler.
4. Yasallık Ötesi Meşruiyet: Anarşist bir toplumsal örgütlenme alışılagelmiş legalite-illegalite kutupsallığının dışındadır. Doğrudan demokrasi mekanizmalarının alışılagelmiş anlamıyla “gizli” bir örgütlenme içinde gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Ancak bu tamamen legalizmin savunulacağı anlamına gelmez kesinlikle. Anarşist bir toplumsal hareket direnciyle, göğüs göğüse çarpışarak “dokunulmazlık” kazanacak ve açık alanda varolacaktır. Bürokratik-otoriter örgütlerin “illegalite” fetişizmi aslında örgütün varlığını koruma kaygısından, yani iktidar kaygısından başka bir şey değildir. Ve bütün iddiaların aksine baskı karşısında, hiç de öyle korunaklı olmadığı deneylerle sabittir. Sonuçta dişe diş mücadelenin sürdüğü alanların terk edilmesi anlamına gelmektedir.
Anarşist toplumsal örgütlenme devrim amacından koparılmış, somut hayat alanlarından uzak bir örgüt fetişinin varlığını korumayı tek kaygı haline getirmemelidir. Devrim mücadelesinin sürmesi ve sürdüğünün dosta, düşmana gösterilmesi, o an için yenilgi kaçınılmaz olsa da geleneğin yaşatılması esastır. “Önce tedbir sonra tevekkül” değildir anarşizmin ilkesi. Daha çok direngen bir tevekküldür. “Bir ben mi düşmüşüm can telaşına” der bir anarşist hareket. Ve gerekirse “ne gelirse gelsin başa” diyerek kendini her ne pahasına olursa olsun ifade eder, örnekler, gösterir.
Anarşizmin örgütlenme anlayışına ilişkin ilk bölümü bu genel önermelerle bitirmek istiyorum. Önümüzdeki sayıda tarihsel deneyimler ve bazı somut örnekler ele alınmaya çalışılacak. Şimdilik şunlarla kapatalım:
Özgürlük, modern toplumun bütün o içi boş kavramlarından öte bir direnme ve örgütlenme sorunudur. Zahiri görüntülerden öte insanın özüne ilişkin bir sorundur. Liberalizmin sahte serbestileri değildir burada söz konusu olan. Eşitlik ve dayanışma ilkeleriyle içice giden bir özgürleşme, özün gürleşmesi, gelişmesi mücadelesidir. Mücadele alanları, direniş, kavga, özgürlüğün yaşanacağı, hissedileceği ve yaratılacağı asıl alanlardır, insan ancak bu süreçte özgürlüğü ve devrimi hissedebilir. Meğer ki o deryaya dalmaktan korkmaya.
Gayret bizden, başarı gene bizden.

]]>
Anarşist Örgütlenme (Malatesta) http://anarsistfaaliyet.org/anarsi/anarsist-orgutlenme-malatesta/ Thu, 19 Mar 2009 16:51:08 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=2918 Her şeyden önce işbirliği ve dayanışmanın uygulanması olan örgütlenme, sosyal yaşamın doğal ve zorunlu bir şartıdır; ortak bir amaç için çalışan gruplar üzerinde olduğu kadar genel olarak insan toplumu üzerinde de belirli bir etki ve güce sahip olan kaçınılmaz bir gerçektir. İnsan, kendini toplumdan tecrit ederek yaşamak isteyemeyeceği, istese de yaşayamayacağı için, -aslında insan, toplum dışında ve arkadaşlarıyla işbirliği yapmaksızın kişiliğini geliştiremez, fiziksel ve ruhsal ihtiyaçlarını gideremez- kendisiyle aynı zihniyete ve ortak çıkarlara sahip olanlarla özgür birliktelikler vurmasını olanaklı kılacak sosyal bilince veya araçlara sahip olmayanların, genellikle kendi kişisel çıkarları için başkalarının emeğini sömürme amacıyla bir sınıfın ya da egemen bir grubun kurduğu örgütlenmelere tabi olmaları kaçınılmazdır. Kitlelerin küçük bir ayrıcalıklı grup tarafından asırlar boyu baskı altında tutulması, çoğu emekçinin üretmek için, eğlenmek için ve baskı altında tutarak sömürmek isteyenlere karşı savunma ihtiyacı için örgütlenememesinin sonucudur. Anarşizm, bu durumu düzeltmek için mevcuttur…

Kendilerini anarşist olarak adlandıranlar -böyle niteleyenler ya da nitelemeyenler- arasında iki farklı görüş mevcuttur: Örgütlenme yanlıları ile örgütlenme karşıtları. Hemfikir olmayı başaramasak bile, en azından birbirimizi anlamaya çalışalım.
Öncelikle ayrılıkları açıkça belirleyelim, bu konuda üçlü bir ayrımdan bahsedebiliriz: Genel olarak bugünün ve geleceğin toplumunun sosyal yaşam şartı ve ilkesi olarak örgütlenme; anarşist hareketin örgütlenmesi; hükümete ve kapitalizme karşı koyabilmek için halk güçlerinin, özellikle çalışanların güçlerinin örgütlenmesi…

Örgütlenmenin karşısında yer alanların temel hatası, örgütlenmenin otoritesiz kurulamayacağına inanmalarıdır.

Bize öyle geliyor ki örgütlenme, yani belirli bir amaç için kurulan ve bu amaca ulaşmak için gereken yapı ve araçlara sahip olan birlik, sosyal yaşamın zorunlu bir yanıdır. Kendini toplumdan tecrit eden insan, bir hayvan gibi yaşayamaz, çünkü, tropikal bölgeler ya da insan nüfusunun çok az olduğu zamanlar hariç, yaşaması için ihtiyaç duyduğu yiyeceği bulamaz; ve böyle bir ortamda hayvanların seviyesinin üstüne çıkması imkânsızdır. Bu nedenlerle, diğer insanlarla birlikte olan ya da, daha doğrusu, türlerin atalarının evrimi sonucu olarak kendini diğer insanlarla bir birlikteliğin içinde bulan kişi, ya başkalarının isteklerine boyun eğer (köleleştirilir); ya başkalarını kendi isteklerine boyun eğmeye zorlar (otorite olur); ya da herkesin yararına olanı elde etmek için diğer insanlarla kardeşçe anlaşarak yaşar (birlik olur). Hiç kimse bu zorunluluktan kaçamaz; örgütlenmeye en şiddetli şekilde karşı çıkanlar sadece içinde yaşadıkları toplumun genel örgütlenmesine maruz kalmazlar, aynı zamanda yaşamlarındaki gönüllü eylemlerinde ve örgütlenmeye karşı başkaldırılarında kendi aralarında birlikler kurarlar, görev paylaşımı yaparlar, aynı düşünceye sahip olanlarla örgütlenerek toplumun kendilerine sağladığı araçları kullanırlar…

Otoritesiz, yani hiçbir zorlama olmaksızın örgütlenen bir toplumun var olma ihtimali olduğunu kabul ederek -ve anarşistler bu olasılığı kabul etmelidirler, aksi halde anarşinin hiçbir anlamı kalmayacaktır- anarşist hareketin örgütlenmesini tartışmaya geçelim.

Bu durumda da örgütlenme, gerekli ve yararlı görünmektedir. Eğer hareket, bütünü -ortak bir amacı başarmak için çabalayan tüm bireyleri- hedefliyorsa, bu insanların kendi aralarında anlaşmaları, güçlerini birleştirmeleri, görev paylaşımı yapmaları ve amaçlarını gerçekleştirmelerine yardım edeceğini düşündükleri tüm girişimlerde bulunmaları doğaldır. Kendini toplumdan tecrit ederek, başkalarıyla işbirliği yapmaksızın, hiçbir hazırlıkta bulunmaksızın, küçük çabalarını güçlü bir grubun çabalarıyla birleştirmeksizin kendi kendine hareket eden ya da hareket etmeye çalışan her birey kendini güçsüzlüğe mahkûm etmiş demektir; bu birey önemsiz, işe yaramaz faaliyetlerle çabalarını boşa harcar, amacına olan inancını kısa sürede kaybeder ve büyük bir olasılıkla tamamen pasif duruma düşer…

Bir matematikçi, bir kimyager, bir psikolog ya da bir sosyolog, hiçbir programı olmadığını ya da sadece gerçeği kanıtlamakla ilgilendiğini söyleyebilir. Onlar bir şeyler yapmaya değil, bir şeyler bilmeye çabalarlar. Fakat anarşi ve sosyalizm bilim değildir; anarşistlerin ve sosyalistlerin gerçekleştirmeye çalıştıkları ve bu nedenle kesin programlar olarak formüle etmeye ihtiyaç duydukları tasarı ve düşüncelerdir…

Eğer [liderleri yaratanın örgüt olduğu] doğruysa; anarşistlerin bir otoriteye boyun eğmeksizin bir araya gelemeyecekleri ve bir anlaşmaya varamayacakları doğruysa, bu, onların henüz iyi birer anarşist olamadıklarını ve anarşiyi dünyaya yaymayı düşünmeden önce bir anarşist gibi yaşayabilmeyi düşünmeleri gerektiğini gösterir. Çıkar yol örgütlenmenin ortadan kaldırılmasında değil, her bireyin artan bilinende yatmaktadır… Küçük topluluklarda olduğu gibi büyük topluluklarda da -bizim için söz konusu olmayan kaba kuvvet bir yana- otoritenin kaynağı ve nedeni sosyal düzensizlikte yatmaktadır.

Bir topluluğun ihtiyaçları olduğunda ve üyeleri bu ihtiyacı kendiliğinden karşılamak için nasıl örgütleneceklerini bilemediklerinde, biri öne çıkar; tüm topluluk üyelerinin hizmetlerini kullanarak ve onları dilediği gibi yöneterek bu ihtiyaçları gideren bir otoritedir o. Eğer kullanılan yollar güvenli değilse ve insanlar ne gibi önlemler alacaklarım biliniyorlarsa, bir polis kuvveti ortaya çıkar ve ne tür hizmette bulunursa bulunsun karşılığında desteklenmek ve ücret almak ister, aynı zamanda kendini zorla kabul ettirir ve baskısını hissettirir; eğer topluluk bazı mallara ihtiyaç duyduğunda kendi ürettiklerini uzaktaki üreticilerle nasıl takas edeceğini bilmiyorsa, bir tüccar ortaya çıkar, alıcı ve satıcıların ihtiyaçlarını karşılamakla ilgili görünürken aslında kendisi kâr sağlar, bu nedenle üretici ve tüketiciye uygulayacağı fiyatları kendi belirler ve onları, bu fiyatları kabul etmek zorunda bırakır. Tüm bunlar gözümüzün önünde olup biter; ne kadar az örgütlenirsek, birkaç kişi tarafından baskı altında tutulma olasılığımız da o kadar artar. Ve bu anlaşılır bir şeydir…

Örgütlenme, bir otorite yaratmaktan çok, otoriteden kurtulmanın tek çaresidir; kolektif çalışmada bilinçli ve aktif roller üstlenebileceğimiz ve liderlerin elinde pasif birer alet olmaya son verebileceğimiz tek yoldur.

Fakat bir örgütlenmenin, bireyin faaliyetlerim başkalarının faaliyetleriyle birleştirmeyi zorunlu kıldığı; böylece özgürlüğü ihlâl ettiği ve inisiyatifi engellediği düşünülmektedir. Gördüğümüz gibi aslında özgürlüğü engelleyen ve inisiyatifi imkansızlaştıran, insanın kendini toplumdan tecrit ederek güçsüz kılmasıdır. Özgürlük soyut bir hak değil, harekete geçme imkânının olmasıdır: Bu, bizim aramızda olduğu kadar, tüm toplum için de doğrudur. Ve insan hemcinsleriyle işbirliği yoluyla eylemini ve inisiyatif gücünü gösterme imkânı bulabilir.

Bence anarşist bir örgütlenme, bireyler ve gruplar karşısında tam özerkliği ve bağımsızlığı, ve dolayısıyla sorumluluğu; ortak amaçlar için işbirliğine dayalı eylemler yapmak üzere bir araya gelmenin yararlı olduğunu düşünenler arasında özgür anlaşmayı; kabul edilen programa karşıt bir harekette bulunmamayı ve vaadlerin yerine getirilmesini ahlâki bir görev olarak dikkate almalıdır. Daha sonra, bu temelde örgütlenmeyi hayata geçirmek için pratik biçimler ve uygun araçlar belirlenir. Gruplar, gruplar federasyonu, federasyonlar federasyonu, mitingler, kongreler, komiteler vs. bunun sonucudur. Fakat tüm bunlar özgürce yapılmalı, tek tek üyelerin düşünceleri ya da inisiyatifleri kısıtlanmamalıdır, ancak, tecrit durumunda imkânsız ya da etkisiz kalacak çabalar bu durumda kendilerine büyük bir hareket alanı bulurlar. Bir anarşist örgütlenmenin kongreleri, temsilci kurum olmanın getirdiği tüm dezavantajlara rağmen …her türden otorite yanlılığından uzaktır, çünkü yasama yetkileri yoktur ve kendi kararlarını başkalarına zorla kabul ettirmezler. Kongreler, en aktif yoldaşlar arasında kişisel bağlantılar kurmaya, bu bağlantıları artırmaya; eylem araçları ve yollan üzerine programatik çalışma programlarım teşvik etmeye ve ana noktalarını belirtmeye; bölgesel durumlardan ve acil ihtiyaçlar nedeniyle yapılması gereken faaliyetlerden herkesi haberdar etmeye; dönemin anarşist görüşlerinin çeşitli akımlarını özetleyerek bunlardan bir tür istatistiki sonuç hazırlamaya yardım eder. Kongrelerin kararlan bağlayıcı değil, ilgili herkese sunulan öneri, tavsiye ve tekliflerdir; diğerleri tarafından kabul edilmediği sürece de bağlayıcı ve yürütme gücüne sahip olamayacaktır. Tayin ettikleri idari organların -İrtibat komiteleri, vs.- emir verme yetkisi yoktur, kendilerinden özellikle talep edilen ve onaylananlar hariç, inisiyatif almazlar, kendi görüşlerini dayatma yetkileri yoktur, elbette bir yoldaşlar grubu olarak kendi görüşleri vardır ve bunu yayarlar, fakat bunlar asla örgütlenmenin resmi görüşleri olarak sunulamaz. Kongre sonuçlarını, bireylerden ve gruplardan gelen fikir ve önerileri yayımlarlar; gruplar arası ilişkileri ve çeşitli girişimlerde hemfikir olanlar arasındaki işbirliğini kolaylaştırmak amacıyla yararlanmak isteyenler için hareket ederler; herkes istediğiyle ilişki kurmakta ya da özel grupların tayin ettiği diğer komitelerden yararlanmakta özgürdür.

Anarşist bir örgütlenmenin üyeleri tüm fikirlerini ifade edebilir ve kabul edilen ilkelerle çelişmeyen ve diğerlerinin faaliyetlerine müdahale etmeyen her taktiği kullanabilirler. Belirli bir örgütlenme, anlaşma nedenleri uyuşmazlık nedenlerinden fazla olduğu sürece devam eder; aksi taktirde dağılır ve daha homojen gruplaşmaların olduğu bir başka örgütlenmenin kurulmasına neden olur.

Elbette bir örgütlenmenin yaşamı ve sürekliliği önümüzdeki uzun mücadelede bir basan koşuludur, dahası, her kurumun içgüdüsel olarak sürekli ve kalıcı olmayı hedeflemesi de çok doğaldır. Fakat liberter bir örgütlenmenin sürekliliği, üyelerinin manevi yakınlığının ve kurumlarının sürekli değişen koşullara uyum sağlayabilmesinin bir sonucu olmalıdır. Artık faydalı bir amaca hizmet etmeyen bir örgütlenmenin yok olması çok daha elzemdir.

Birbirimizle iyi anlaşmak ve anarşizmin tüm güçlerini güçlü bir harekette birleştirmek elbette bizi mutlu edecektir; fakat biz, üyeleri arasında gerçek bir anlaşma ve duygudaşlık bulunmayan, karşılıklı taviz ve şüphelere dayanan örgütlerin güvenilirliğine inanmıyoruz.

Kötü bir birlik oluşturmaktansa hiç birleşmemek daha iyidir. Fakat biz herkesin dostlarıyla birlikte olmasını, tecrit olmuş ve kaybolmuş güç olmamasını isteriz.

Sözlerimizi bitirirken çalışanların hükümet ve işverenlere karşı koymak için oluşturduğu örgütlenmeden söz edeceğiz.
…Emekçiler, zorbaların örgütlü gücünü dağıtmak için ihtiyaç duydukları ahlâki, iktisadi ve fiziksel gücü bir arada bulamadıkları sürece asla özgürlüklerine kavuşamayacaklardır.

Günümüzde eylem ve propaganda için örgütlenmenin gerekliliğini kabul etmelerine rağmen, anarşist mücadele metotlarını izlemeyen ve anarşizmi amaç edinmemiş tüm örgütlenmelere düşman olan anarşistler dün olduğu gibi bugün de var… Bu yoldaşlar, radikal bir devrimden daha az önemli bir amaç için örgütlenen tüm güçlerin, devrimi kendilerinden yoksun bıraktığına inanırlar. Buna karşılık biz, onların bu yaklaşımının anarşist hareketi sürekli kısırlığa mahkûm ettiğini düşünüyoruz ve deneyimlerimiz de bu görüşümüzü doğrulamıştır. Propagandamızı yürütmek için insanların arasında olmamız gerekiyor; işçiler, yoldaşlarını, özellikle fikirlerimizi anlayan ve kabul edenleri ancak işçi birliklerinde bulurlar. İstediğimiz propagandayı birliğin dışında yürütmek mümkün olsa bile, bu propaganda emekçi halk üzerinde dikkate değer bir etki bırakamaz. Eğitimli, soyut düşünme yeteneğine ve kuramsal coşkuya sahip az sayıda birey bir yana, işçiler anarşizme bir hamlede ulaşamazlar. Sözde anarşist değil, inanmış bir anarşist olmak için, yoldaşlarla dayanışma duygusunun hissedilmesi, ortak çıkarların savunulmasında işbirliğinin öğrenilmesi ve patronlara ve patronları destekleyen hükümete karşı mücadele ederek patronların ve hükümetlerin işe yaramaz parazitler olduğunun, emekçilerin ülke ekonomisini kendi çabalarıyla düzene koyabileceklerinin farkına varılması gerekir. Ve emekçiler bunu anladıklarında kendilerini öyle adlandırmasalar bile anarşist olurlar.

Dahası, halka ait tüm örgütlenmeleri harekete geçirmek bizim temel fikirlerimizin mantıksal bir gereğidir ve bu nedenle programımızın bütünleyici bir parçası olmalıdır.

Fikirlerini kabul ettirmek için güç sahibi olmayı amaçlayan otoriter bir parti, halkın kendi kendine faaliyet gösteremeyen, biçimlenmemiş ve kolayca hakimiyet altına alınabilecek bir kütle olarak kalmasında çıkar görür. Ve bunun ardından mantıksal olarak, iktidarı ele geçirmek için ihtiyaç duyduğu örgütlerden başka örgütlenmelerin varlığını istememesi gelir: İktidarı yasal yollarla ele geçirmek istiyorsa seçim örgütlenmeleri; şiddet eylemine dayandırıyorsa askeri örgütlenme.

Fakat, biz anarşistler insanları özgürlüğe kavuşturmak istemiyoruz; insanların kendilerini özgürlüklerine kavuşturmalarını istiyoruz. Yukarıdan gelen ve zorbalıkla kabul ettirilen hiçbir şeyin iyi olduğuna inanmıyoruz; halk topluluklarından doğan, halkın gelişme evresine denk düşen ve halk ilerledikçe ilerleyen yeni bir yaşam tarzı istiyoruz. Bu nedenle tüm ilgi ve düşüncelerin bilinçli bir örgütlenmeyle ifade bulmasını ve sahip olduğu önem oranında komünal yaşam -üzerinde bir etkisinin olması gerektiğini düşünüyoruz.

Biz, mevcut sosyal örgütlenmeye karşı mücadele etme ve herkese özgürlük ve mutluluk sağlayacak yeni bir toplumun ortaya çıkışının karşısına dikilecek engelleri yok etme görevini üstlendik. Bu amaca ulaşmak için kendimizi bir parti içerisinde teşkilatlandırarak sayımızı ve gücümüzü mümkün olduğunca artırmaya çalışıyoruz. Fakat eğer örgütlenen tek parti bizimki olsaydı; eğer emekçiler, birbirleriyle ilgisi ya da ilişkisi olmayan, sadece ortak bir zincirle bağlı yalnız bireyler olarak kalsalardı; eğer biz bir grup içinde örgütlenmiş anarşistler olmamıza karşın, diğer emekçilerle birlikte örgütlenmiş emekçiler olmasaydık, hiçbir şey başaramazdık ya da daha kötüsü kendimizi başkalarına zorla kabul ettirmiş olurduk. … ve o zaman bu, anarşinin zaferi değil, bizim zaferimiz olurdu. Bu durumda, bizler kendimizi anarşist olarak adlandırmaya devam etsek de, genelin iyiliği söz konusu olduğunda gerçekte tüm hükümranlar kadar güçlü hükümranlar oluruz.

]]>
Türkiye’de Anarşizm http://anarsistfaaliyet.org/anarsi/turkiye%e2%80%99de-anarsizm/ Thu, 19 Mar 2009 16:50:27 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=2915 Türkiye’de Anarşizm

Çağdaş anlamıyla 19. yüzyılın ortalarında şekillenen anarşizmin, Türkiye’nin resmi sınırları içinde ilk filizlenişi, 1980′lerin başlarına, Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olan 12 Eylül darbesi sonrasına rastlar. Ancak bu “gecikme”, bu topraklarda anarşizmin önemli tarihsel köklere sahip olmadığını göstermez. Anadolu toprağı, çok sayıda heretik tarikata; sığınağını kısmen mistisizmde bulan, sultanlara ve egemenlere karşı örtülü ya da açık direnişlere; zorla yerleştirmeye direnen Türkmen ayaklanmalarına; yakın tarihe kadar uzanan, yerel cemaatlerin, merkezi otoriteye karşı başkaldırı ve isyanlarına; derebeylerin ve jandarmanın zulmüne kafa tutan eşkiya geleneğine; batıni-alevi kültürüne; ulus-devletin ulusal baskısına karşı çeşitli direnişlere vb. beşiklik etmiştir. Öte yandan, Anadolu insanının, Batı’nın Hegelci “akılcı”lığının kalıplarına bir türlü sığmayan, ele avuca gelmez bir “irrasyonalizm”e sahip olması, modernizasyonun sistematik yapısı içine girmede her aşamada zorluklar çıkaran merkez-kaç karakteri de, çağdaş anarşizmin değil ama, anarşizan yönsemelerin varlığını her zaman koruduğunu düşünmemize olanak sağlar.

Bir makalenin boyutlarıyla sınırlı bu çalışmada, yukarda sözünü ettiğimiz anarşizan döl yatağının varlığını hep akılda tutmakla birlikte, kendimizi, salt modern anarşizmin Türkiye’deki belirtileri, son yirmi yıl içinde ortaya çıkışı, filizlenmesi, boy atışı ve yayın faaliyetiyle sınırlamak, onun Türkiye’deki, oldukça yeni sayılabilecek kısıtlı pratik faaliyetlerini ve örgütlenme çabalarını önemli ölçüde dışta tutmak zorunda olduğumuzu belirtmeliyiz. Konuyu, üç ana bölümde ele alacağız. Birinci bölümde, modern anarşizmin, 20. yüzyılın ilk yarısında ve bundan sonraki yirmi yılda, özellikle yayın alanında, kayıtlara geçmiş, tespit edilebilmiş belirtilerini inceleyeceğiz. İkinci bölümde, modernleşmeyle elele giden Türkiye radikal hareketinde, anarşist fikriyatın kendine neden yer bulamadığı ve neden 1980′lerde  ortaya çıktığı sorusuna yanıt vermeye çalışacağız. Üçüncü bölümde ise, 1980′den itibaren, anarşizmin Türkiye toprağında bir varlık olarak ortaya çıkışı, bu gelişmenin hangi aşamalardan geçtiği, yaşadığımız süreçte, Türkiye’deki anarşizmin toplumsal varlığının evrensel anarşist düşünceyi ne ölçüde yansıttığı üzerinde duracağız.

I. İlk Belirtiler

Osmanlı döneminde, anarşizm üzerine bilinen ilk yazılı kaynak, Kıbrısi-zade Osman Bey tarafından Fransızca yazılmış ve Bulgaristan’ın Sofya kentinde 1895 yılında basılmış, Socialisme et Anarchie adlı kitaptır. Bu kitabın varlığından, 1895 yılında, Jena’da basılan, E.V. Zenker’in Deu Anarchismus adlı kitabının bibliyografisi aracılığıyla haberdar oluyoruz. [Kalenda 1997, “Das A im Halbmond” (Hilaldeki A), Almanya]

Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde belli belirsiz bazı anarşist faaliyetlerden söz edilmektedir. Mete Tunçay’ın, Türkiye’de Sol Akımlar (1908-25) (Bilgi Yayınları, Ankara, Eylül 1967) adlı kitabında, Selanik’teki bazı “anarşist çevreler”in faaliyetleri hakkında şunlar yazılmaktadır:

“Stefan Velidov’a göre, 7 Eylül 1908′de Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi (Sol Sosyalistler) çevresinden bir takım kimseler, Selanik’te  solcu bir sendika kurmak istemişler, yine Selanik sosyal Demokratlarından anarko-liberal yönelimli Abraam Benaroya adlı bir Yahudi de, bu sırada daha çok kendi ırkdaşlarından bir eğitim grubu teşkil etmiştir. Beranoya grubu 1908 Ekim’inde Sol Sosyalistlerle birleşmiş, fakat 1909 Şubat’ında çözülmüştür. Bunun üzerine Benaroya Mart ortalarında bir Sosyalist Federasyon kurmuştur. Bu Federasyonun 1909 güzünde 9 sayı çıkan haftalık bir yayın organı da olmuştur. İlk dört sayı, Bulgarca, Rumca, Türkçe (Amele Gazetesi: bu bölümün yazı işlerine Rasim Hikmet bakmaktadır) ve Yahudice, kalan sayılar ise yalnızca Bulgarca ve Yahudice yayınlanmıştır.” (s.33)

Görüldüğü gibi, 20. yüzyılın başında, Osmanlı imparatorluğu sınırları içindeki “anarşist faaliyetler”e ilişkin bilgiler son derece kısıtlı ve dolaylıdır. Beranoya adlı kişinin “anarko-liberal” olduğu belirtilmektir. Ne var ki, anlatılanlardan, Beranoya ve grubunun “anarşist” olmaktan çok, Rusya’daki Narodniklerin devamı Sosyalist Devrimci (SR) geleneğe dahil ya da yakın olduğu anlaşılmaktadır.

Haydar Rıfat’ın, 1910 yılında yayımlanmış Beynelmilel İhtilal Fırkaları adlı kitabındaki iki bölümün başlığı şöyledir: “Anarşist Fırkaları”; “Proudhon-Bakunin” (Mete Tunçay, Age, s.43). Bu kitap elimizde olmadığından bu iki bölümün içeriğini bilemiyoruz.

Yayın alanında bir diğer kaynak, “Sosyalist Hilmi”nin 1910 yılında çıkarttığı, anarşizm ve anarko-sendikalizm üzerine birkaç makale de yayımlamış, İştirak adlı dergidir. Bu dergide, keza, Hayati imzasıyla yayımlanmış, “Bakunin” adlı bir şiir ve anarşist İspanyol eğitimci F.  Ferrer’in idamını protesto eden bir diğer şiir yer almaktadır. Bu yazı ve şiirlerin, nasıl olup da II. Enternasyonal çizgisine yakın “Sosyalist  Hilmi”nin dergisinde yayımlandığı bilinmemektedir. O dönemde, Türkiye’de henüz sosyalizmle anarşizm arasındaki farkların algılanmamış olduğu düşünülebileceği gibi, aynı çevrede yer alan, “Sosyalist Hilmi”nin yakın arkadaşı, Türkiyeli ilk anarşist aydın olarak bilinen Baha Tevfik’in, bu dergideki etkisi de göz önüne alınmalıdır.

Baha Tevfik

Özellikle, 1992 yılında, Burhan Şaylı’nın günümüz Türkçesine aktarmasıyla, Baha Tevfik’in Felsefe-i Ferd kitabının (Altıkırkbeş, Aralık 1992, İstanbul) yeniden basılmasından sonra, Baha Tevfik’in, Osmanlı dönemindeki ilk Türk anarşisti olduğu görüşü genel kabul görmüştür.
Baha Tevfik (1884-1914), İzmir’de doğmuş, 1907 yılında Mülkiye’den mezun olduktan sonra, “Teceddüd-ü ilmi ve Felsefi Kütüphanesi” adı altında kitap çevirileri yayımlamıştır. Mete Tunçay, yayımlanan bu kitaplardan, özellikle Alman doğa bilimcisi ve materyalisti Büchner’in eserlerinin çevrilip yayımlanmasından yola çıkarak, çok genç yaşta ölen Baha Tevfik’in, 19. yüzyılın sonlarında Avrupa’da popüler olmuş bir çeşit “kaba Alman materyalizmi”ne ilgi duyduğu sonucunu çıkartmaktadır (Mete Tunçay, Age, s.26-26).

Baha Tevfik’in bir “liberal” olduğunu ile süren Mehmet Ö. Alkan’la tartışan Burhan Şaylı ise, Baha Tevfik’in, “liberal” değil, “anarşist” olduğu kanısındadır (Felsefe-i Ferd, s.24). Şaylı, bu görüşünü, özellikle, Baha Tevfik’in kitabındaki son makalesi, “Çağın Sonu ve Birey Felsefesinin Sonucu”ndaki şu cümlelere dayandırmaktadır:

“Ben bu yeni çağın içinde anarşizmi görüyorum. Kanımca kölelikten ücretli köleliğe ve ücretli kölelikten sosyalistliğe geçen insanlık en sonunda anarşizme ulaşacak ve orada bireyselliğin bütün bağımsızlığını, bütün azametini duyumsayacaktır.

“Fakat bu anarşizm; şimdilik başlangıç durumunda bulunan yöntemsiz ve düzensiz bir anarşizm değil, doğaya ve doğallığa uygun fenni ve gerçek bir anarşizm olacaktır. Şimdiki anarşizm kendi yerini açmak için engelleri yıkmakla meşguldür. Geleceğin anarşistliği kendi gerçek yerini bulunca artık yıkmakla değil, tersine yapmakla uğraşacaktır.” (s.112)

Gerçekten de bu satırlar, Baha Tevfik’in “anarşizm akidesine” taraftar olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak açıklıkta ortaya koymaktadır. Öte yandan, Şaylı’nın çevirdiği diğer makalelerdeki bir takım fikirleri, Baha Tevfik’in, zamanının genel geçer görüşlerinden ve liberal fikirlerden de etkilendiğini göstermektedir. Ancak, yüz yıl önce bir Osmanlı aydınının, diğer bütün zaaflarına rağmen, büyük bir açık görüşlülükle, Avrupalılaşma peşindeki çağdaşlarının çok ilerisine giderek, geleceği anarşizmde görmesi oldukça anlamlıdır. Bu durumda, Baha Tevfik’i, anarşist ilkler statüsünde değerlendirmemiz hiç de abartma olmayacaktır.

Cumhuriyet Dönemi

Marksist yazar Celal Nuri İleri, Baha Tevfik’e karşı yayımladığı broşüre, Hükümetsizlik Öğretisinin Felsefesi Olarak Anarşizm, adını vermiştir. Öte yandan, Mete Tunçay’ın belirttiğine göre, Şevket Süreyya Aydemir, Anadolu’da kurulan “Yeşil Ordu”nun, adını, o yıllarda Ukrayna’da faaliyet gösteren “köylü-anarşist Makhno’nun çeteleri”nden aldığını iddia etmiştir (Mete Tunçay, Age, s.75). Ne var ki, elde, bu iddiayı doğrulayacak herhangi bir kanıt bulunmamaktadır.

Türkiye’de, anarşizme ilişkin elde bulunan en eski yazılı kaynak, Ahmet Ağaoğlu tarafından Rusçadan çevrilen ve 1935 yılında, Vakit Gazete-Matbaa-Kütüphanesi tarafından basılan, Kropotkin’in Etika adlı eseridir.

1935 yılında basılan bu kitaptan sonra, uzun süre, anarşizm konusunda ne bir yayına, ne de herhangi bir faaliyete rastlıyoruz. Ama bu, elbette, Türkiye’de tek tek anarşistlerin var olmadığı, yaşamadığı anlamına gelmiyor. Nitekim, Türkiye Komünist Partisi (TKP) saflarına sızmış bir ajan olan Şükrü Dinsel’in 20 Eylül 1958 tarihli ifadesinde geçen şu satırlar, anarşist düşünceyi benimseyen bireylerin 1940′lı, 1950′li yıllarda da var olduklarını göstermektedir:

“Tireli Kemal Uygunoğlu isimli birisi ile tanışmıştım. Kendisini anarho-komünist olarak tanımıştım ve bu yüzden parti safları içine almadım. Bunun vasıtası ile Kemal Salgın isimli bir boyacıyı da tanımıştım… Tireli Kemal Uygunoğlu ile konuşmalarımız sırasında komünist mefkureli Kemal Salgın isminde bir arkadaşının mevcut olduğunu ve komünizm mevzuunda Tire kazasının çok müsait olduğunu öğrenmiştim.” (İbrahim Topçuoğlu, Neden İki Sosyalist Parti/TKP’nin Kuruluş ve Mücadelesi Tarihi adlı kitaptan naklen, Atilla Akar, “Eski Tüfek” Sosyalistler, İletişim yayınları, 1989, s.166)

Anarşizm, Türkiye’de, 1960′lı yıllardaki sol yayın furyasından nasibini alamamıştır. Marksist klasikler, birbiri ardına yayımlanır, hatta aynı kitabın, farklı yayınevleri tarafından değişik baskıları yapılırken, anarşizme ilişkin kitaplar, “parmakla sayılacak kadar” deyimini dahi  aratacak ölçüde azdır. Anarşizme eleştirel yaklaşan, H. Avron’un, Anarşizm Nedir? (Gerçek Yayınevi, çev: G. Üstün, 1966) adlı kitabının dışında, bizim tespit edebildiğimiz doğrudan anarşist üç kaynak var: bunlar, 1967 yılında, Kitaş Yayınları tarafından yayımlanan (çev: E. Tuncalı), G. Woodcock’un, Anarşizm adlı kitabının kısaltılmış çevirisi, yine 1967 yılında Habora Kitabevi tarafından basılan (çev: Mehmet Tuncay), Bakunin’in Seçme Düşünceler’i ve Ararat Yayınevi tarafından 1969 yılında yayımlanan (çev: V.G. Üretürk), Proudhon’un Mülkiyet Nedir? adlı kitabıdır. Bunların dışında Ant Yayınları da, 1969 yılında, sanırız 1968 Avrupa’sındaki öğrenci hareketlerinin etkisiyle, Anarşizme ilişkin iki zıt tezi tek bir kitap halinde basmıştır: Daniel Cohn Bendit, Anarşizm/Komünist Bürokrasiye Karşı (çevII. Neden 1980′ler?

Devletçi Modernleşmenin Durduğu Yer
Osmanlı ve daha sonra da Türkiye entelijensiyası, 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın büyük bölümünde, ilerlemeci-pozitivist batı düşüncesinin etkisi altında kaldı. Osmanlı aydınlarının zihnini meşgul eden en büyük sorun, “geri kalmışlıktan” kurtulmak ve “muasır medeniyet seviyesine” ulaşmaktı. Aydınlar arasında, esas sorunun bu olduğu konusunda herhangi bir ayrılık yoktu. Ayrılıklar, batılılaşmanın ne yolla olacağı noktasında ortaya çıkıyordu. Bu konuda da hakim eğilim, bunun, yukardan, merkeziyetçi tarzda, devlet eliyle, “halka rağmen halk için” anlayışıyla yapılmasıydı. Batıdaki Jakoben gelenek, bu eğilime rehberlik ediyordu.

II. ve III. Enternasyonal’lerde doktrine edilmiş bir Marksizm de, “burjuva demokratik devrim” teorisi, “üretici güçlerin geliştirilmesi” ve uluslaşmayı ileri bir aşama gören anlayışlarıyla, dolayısıyla Jakobenizm geleneğini en azından zımnen onaylamasıyla, ilerlemeci eğilimin çok uzağına düşmüyordu. Sovyetler Birliği’nde ve daha sonra bu devletin güdümündeki Doğu Avrupa’da ve “üçüncü dünya” ülkelerinde ortaya konan pratiklerle, Marksizmin bu hali, uygun bir kalkınma teorisi olarak algılandı.

Esasen batılı modernleşmenin en sivri ucu ve bu sivriliği ölçüsünde de genel geçer modernizmin inkârı olarak görülebilecek anarşizmin, doğulu, ama batıcı Türkiyeli aydınların beklentilerine yanıt verememesi doğaldır. Aynı Wilsonculuk gibi, resmi Marksizm de, ulus-devlete cevaz vermesiyle, batı düşüncesinin, doğuya kendi yaşadığı deneyimi aktarmasıdır bir anlamda. Batı düşüncesinin doğulu aydınlara çekici gelebilmesi için bir ölçüde “doğululaşması” ya da doğulu aydınlara “somut” bir şeyler sunması gerekiyordu. Batı, ulus-devlet ve dolayısıyla kalkınma teorileriyle, liberalizmi dünya çapında yayarak kısmen bunu yapmıştır. Öte yandan, anti-emperyalist modernleşmecilik olarak da nitelenebilecek Leninizm (ve 1960′lardaki versiyonuyla Maoizm), “progressive” zihniyeti, ulus-devletlerini kurmak ve geliştirmek özlemi içindeki elit doğulu aydınlara aktarmada önemli bir işlev yerine getirmiştir. Doğası gereği, ulusu ve ulus-devleti, dolayısıyla kalkınmacılığı reddeden anarşizmin ise, “doğunun kurtuluşunu”, aynı batı gibi ulus-devletler yoluyla ilerlemede ve “batıya yetişme”de gören Türkiyeli aydınların özlemlerine cevap verememesi hiç de şaşırtıcı değildir.

Anarşizmin, 20. yüzyılın ilk yirmi yılında, salt radikal aydınlarla kısıtlı kalmayıp, anarko-sendikalizm biçimiyle, batıda (özellikle de İtalya, İspanya gibi Latin ülkelerinde) kitlesel bir işçi hareketi olarak geliştiği de bilinmektedir. Üstelik anarşizmin bu türü, sadece batı ülkeleriyle kısıtlı kalmamış, Çin ve Japonya gibi doğu ülkelerindeki yoğun endüstri bölgelerinde de gelişmiştir. 20. yüzyılın ilk yarısında, Türkiye’de endüstrinin cılızlığı oranında işçi sınıfının da gelişmemiş olduğundan söz edilir. Ne var ki, örneğin İstanbul kentindeki endüstri ve ulaşım işçilerinin yoğunluğu ve 20. yüzyılın başlarındaki işçi direnişleri ya da Zonguldak havzasındaki işçi yoğunluğu ile, aynı dönemlerde kitlesel işçi mücadelelerine tanık olan İtalya, İspanya, Çin ve Japonya arasında hiç de öyle büyük uçurum yoktur. Sözü geçen ülkelerde, en azından Ekim Devrimine kadar, sendikalizm ve onunla iç içe olan anarko-sendikalizm, işçi kitleleri arasında büyük bir destek bulmuşken, neden buna benzer bir gelişmenin en ufak bir belirtisi görülmemiştir Türkiye’de? Sanırız bunun nedeni, Türkiye’nin o zamanki kültürel yapısında yatmaktadır. Sovyet devriminden önceki işçi hareketlerinde sendikalizmin ya da anarko-sendikalizmin Türkiye’deki işçi kitleleri içinde etkili olmamasının en büyük nedeni, elit aydınları dışında batıya neredeyse tamamen kapalı olan ve kadim bir imparatorluk olarak tam sömürge statüsüne indirgenemeyen Osmanlı ülkesindeki işçi ve emekçi kitlelerinin, batıyı saran ideolojik ve kültürel atmosferin tamamen dışında, tamamen farklı bir dünyada, burada ele alamayacağımız ölçüde özgün ve kapsamlı doğulu değerler dünyasında yaşıyor olmalarıdır. Sovyet devriminden sonra dünya işçi sınıfı hareketinin seyri büyük ölçüde değişmiş, batıda işçilerin en bilinçli kesimleri, büyük ölçüde Sovyetler Birliği’nden esen rüzgarların etkisi altına girmiştir. Nitekim, resmi komünizm ideolojisi de, 1920′lerden itibaren Türkiye işçi sınıfına, büyük ölçüde Selanik’ten, Balkanlardan Türkiye’ye göç eden işçiler tarafından aktarılmıştır. Artık saat, anarko-sendikalizm için çok geçtir.

1960′daki sol dalga da, Türk ve Kürt entelijensiyasının, ulusal-devleti kurma ya da kurtarma ve kalkındırma geleneksel özlemlerinden bağımsız değildi. Yukarda ana özelliklerini belirttiğimiz resmi Marksizm, gerek “üretici güçleri ilerletme” teorisiyle, gerekse ulusal kurtuluşa, “ulusların kaderlerini tayin hakkı”na, anti-emperyalizme, ulusal devlete cevaz veren haliyle, bu özlemlere yanıt verdiği ölçüde, 1960′lı yıllarda sola açılan orta sınıf aydınların benimsediği ideolojik bir silah görevi gördü. Devletin, dolayısıyla ulus-devletin düşmanı anarşizm, bir kere daha doğulu aydınların batıcı, modernist özlemlerini kucaklayamadı.

1970′lerde, Sınıfsal Yapıdaki Değişiklikler ve Düşünsel Alandaki Yansımaları

1970′lerdeki bazı gelişmelerin, 1960′lı yıllarda devletçi özlemlerle yola çıkmış sol harekette bir takım önemli değişimlere yol açtığını gözlemliyoruz. Birincisi, ulus-devletçi sol, bizzat ulusal devlet tarafından baskı görmeye başladı. Solla devletin karşı karşıya gelmesi ve solcu militanların devletin şiddetli baskısına maruz kalması, genel olarak solun devlet karşıtı bir tavır içine girmesine yol açtı. İkincisi, 1960′ların sonlarından itibaren, Türkiye’nin toplumsal yapısındaki dönüşümlere paralel olarak, sol hareketin dayandığı sınıfsal yapıda da bir değişime tanık oluyoruz. Kırlardan şehirlere akın ve varoşlardaki devasa gecekondulaşma, yeni bir toplumsal muhalefetin gelişmesine yol açtı. Bu yeni muhalefet, kendini öncelikle solda ifade etti. 1960′ların ilk yarısının tersine, kent ve kır yoksullarının çocukları olan, “işsiz tahsilliler” olarak nitelenebilecek kalabalık bir kesim sol harekete akın etmiş, böylece, 1970′lerin solu, giderek daha plebyen bir bileşim arzeder olmuştu. 1970′lerin ikinci yarısında, aşırı sağcı sokak güçleriyle kıyasıya bir çatışma içine giren, çoğunlukla plebyen karakterli solcu militanlar, bu çatışmada da devleti karşılarında bulunca, solun eski devletçi yönelimlerini gittikçe daha fazla bir kenara bırakmış, faşistlerle ve doğrudan devletle giriştikleri son artçı savaşlarda yenilerek geri çekilirken, bir de devletin 12  Eylül 1980 askeri darbesiyle karşı karşıya gelip ezildiklerinde, artık devlete ilişkin son umutlarını da bir kenara bırakmış, iyiden iyiye devlet aleyhtarı bir tavır içine girmişlerdir.

Öte yandan solun bu “olgunlaşma”sında, solun en azından okumaya ve fikir geliştirmeye önem veren kesimlerinin, zaman zaman dogmatik eğilimlerle içiçe de olsa, teoriye, fikre, dünyada yazılıp çizilenlere giderek daha fazla yönelmesinin rolü de hesaba katılmalıdır. Bu okumalar, kimi zaman Leninist bir dogmatizmin çıkmazlarında tıkansa da, özellikle batıdaki Marksizm tartışmalarına belli kanalların açılmasını da getiriyordu ister istemez. Dolayısıyla solun yeni fikri gelişmeleri izlemekte ısrarlı kesimleri, anti-emperyalist bir devletçiliğin ötesinde, devleti derinlemesine sorgulayan Marksist ya da Marksizm dışı radikal eğilim ve düşüncelerin varlığından da haberdar oluyor, bunlarla kendi zihniyet dünyasında haşır neşir olmaya başlıyordu.

Ne var ki, 1970′lerdeki sınıfsal değişimler ve buna bağlı olarak devlete karşı bir tavır içine girilmesi, solun, “enternasyonalizm”i “enterstatizm” olarak algılayan kesimlerinde, kitlelerin dışında başka güçlere dayanma eğilimini ve özgünlükten yoksun “ithal”ci yönelimi  ortadan kaldırmamıştı. 1970′li yıllarda, solun bu kesimlerinde, ulusal devlete güvenmenin yerini, “sosyalist devletlere” (Sovyetler Birliği’ne ya da Çin’e) güvenme, onlara bel bağlama almıştı. Bunun kaçınılmaz tekabülü, bu ülkelerin küçük birer modeli olan parti fetişizmiydi. Sosyalist ülkelerde devrimi partiler yaptıysa ve devlet-parti rejimi kurdularsa, neden burada da aynısı olmasındı? Böylece, solun belli kesimleri, devrim mücadelesini, bu “sosyalist ülkeler”in bir dediğini iki etmeyen, onları sadık bir şekilde izleyen partilerin başarısına bağladı. Elbette solda, yukarda sözü edilen fraksiyonlara göre daha kitlesel bir temele sahip, bu tür bir sosyalist devlet takipçiliğine uzak duran, oldukça “yerlici” denebilecek tonlar taşıyan başka kesimler de vardı. Fakat, 1970′ler solunun ideolojik atmosferini, “yerli”cilikleri oranında kitlelerle daha yaygın ilişkiler kurabilmiş bu kesimler değil de, “Çin’ci” ya da “Sovyet’çi” fraksiyonların “şamatası” daha çok belirlemiştir.

1970′lerin sonlarına doğru, solun “enterstatist” kesimlerinin bu devletlere bağladığı umutlarda da bir kırılma gözlenmeye başlanıyor. Sovyetler Birliği’nin, batı kapitalizmi karşısında yenik düşmesinin ardından, Sovyetler Birliği’nin karşısında, “sosyalizmin ilkeleri”ne sıkıca sarıldığı iddia edilen Çin’in de, piyasa ekonomisini benimsediğini açıkça ilan etmesi, Türkiye solunda önemli bir erozyona yol açtı.

Bu durumun, umutlarını bu ülkelere ve onların Türkiye’deki versiyonlarına bağlamış sol örgütlerin saflarında yer alan taraftarlarca algılanmaya başlanması, 1970′li yılların sonlarında, sol içinde büyük bir bunalımın habercisiydi. O dönemde, sol önderliklerin, bu durumu fazla gecikmeden algıladığı ve “ideolojik bağları sıkılaştırma” yönünde önlemler almaya giriştikleri gözlenmektedir.

1980′lerin İdeolojik Atmosferi

1970′lerin sonlarına doğru, birbiriyle doğrudan ilişkili olmayan iki olgunun, Türkiye solunun üzerinde bir basınca yol açtığı ve hem sol örgütleri, hem de o zamana kadar sol kesimde yer almış militan ve taraftarları bir yol ayrımına getirdiği görülüyor: Sosyalizmin içine girdiği krizin yarattığı psikolojik basınç ve 12 Eylül cuntasının fiziki basıncı. Bu ikili basıncın ürünü olan yol ayrımı, kaçınılmaz olarak, yine birbirine zıt iki ana eğilim doğurdu: ağırlıklı olarak, sol örgütlerin eski önderlikleriyle, sola 1970′lerin sonlarındaki hercümerç ortamında katılmış, “hastalıklar”dan çok, “güzel çiçekleri” görme eğilimindeki genç militanların oluşturduğu, solun yenilgisi ortamının genel sendromu olarak bizatihi kendisi de liberalizmle flört eden muhafazakâr eğilim; esas olarak, bu iki kesimin de dışında kalan, 1970′li yılların ilüzyonlarını başından beri yaşamış sol militanların başını çektiği, yer yer liberalizme kayma eğilimleri de taşıyan yeni bir  arayış eğilimi.

Bireyselliğe, bireysel insiyatife, özgünlüğe izin vermeyen renksiz ve yekpare bir kolektivizm, “öncü parti” fikriyatının doğal sonucu lider kültü, 1980 sonrasında önemli bir değer kaybına uğradı. Bu değer kaybı, bir yandan bireyselliği ön plana çıkaran liberalizmin yeşermesi için elverişli bir ortam yaratırken, bir yandan da “bürokratik kolektivizm”in teori ve pratiğinin sorgulanmasını getirdi. Öte yandan, 1980 sonrasında sahneye, yepyeni bir gençlik kesimi çıkmaya başlamıştı. 1970′lerin, bireyselliği tamamen yok eden bürokratik kolektivizmini yaşamamış, bu “terbiye” ile disipline edilmemiş bu gençlerden bir kısmının, bireysellikle devrimciliği birleştirme umudu veren anarşizme daha rahat, daha ikircimsiz bir biçimde yönelmesi doğaldı. Bununla birlikte, “bürokratik kolektivizme” duyulan tepkinin, anarşizm görüntüsü altında, bireyselliği sorumsuzluk biçiminde algılayan “gençlik isyancılığına” ve bireysel dışavurumculuğa kapıları açtığı yönündeki klasik sol eleştirilerin kısmen bir haklılık payı taşıdığını da saptamak gerekir.

1970′lerin ideolojik atmosferini belirleyen tahakkümcü parti modellerinin “devrim” anlayışı, parti iktidarı ile devrimi özdeşleştiriyordu. Partinin başarısı ve iktidara geçmesi için yapılacak her şey devrime hizmet eder anlayışı egemendi. Bu yüzden her şey partinin başarısına tabiydi. Özgürlük de öyle. Eğer partinin, yani “devrim”in başarısı için özgürlüğün kısıtlanması gerekiyorsa, o da feda edilebilirdi. 1980′lere gelinirken, parti eşittir devrim ilüzyonu önemli yaralar aldı. Sol militanlardan bazıları, partinin “herşeye kadir olduğu” görüşünün yanlışlığını, hem resmi sosyalist ülkelerin çöküşe gidişiyle, hem de kendi pratikleriyle görmeye başladılar. Böylece, “parti eşittir devrim” görüşü gibi, “devrim” adına özgürlüklerin feda edilebileceği görüşü de eski gücünü kaybetmeye başladı. Kimi devrimciler, özgürlük kaybedilirse devrimin de kaybedileceği yönündeki fikirlere kaydılar. Örgütlerin ve partilerin kapalı devre okuma tarzının, örgütlerin otoriteleriyle birlikte zaafa uğramasıyla, insanlar, herşeyi okumaya ve sonuçta, resmi sosyalizmin yıkımının en büyük nedenlerinden birinin, özgürlüğün parti iktidarına feda edilmesi olduğunu, bizatihi bu deneyler üzerine yazılmış kitaplardan öğrendiler. Üstelik, 12 Eylül darbesi, devrimin yenilgisinin nedenlerinin yanısıra, özgürlüğün değerinin kavranmasına da yol açmıştı. Baskı koşulları,  ezilen kesimlerde, özgürlüğü yükselen değer haline getirmişti. Öyle ki, geleneksel sol örgütler bile, üstünde yükseldikleri temelleri sorgulamadan da olsa, içinde bulundukları krizden “representation” yoluyla kurtulmayı denediler. Böylesi bir atmosfer, anarşist düşüncenin, devrimle özgürlüğü birleştiren yeni bir kanal açmasında önemli bir rol oynamış olsa gerek.

1970′lerin sol popülizmi, kitleleri kolay yoldan “nasıl kendi iktidarımın temeli yaparım” düşüncesiyle, geleneksel kültüre sırt dayayan bir tutum içine girmişti. 1980 yenilgisiyle birlikte, sol popülizmin etkisini büyük ölçüde kaybettiği gözlenmektedir. Buna bağlı olarak, solun propagandasına cevap verdikleri oranda sola kültürlerini dayatan halk kesimleri kendi kabuklarına çekildiler. Böyle bir ortam, 1970 öncesi sol militanların ve 1980 gençliğinin, parti popülizmlerini ve geleneksel kültürü daha rahat sorgulamalarını getirmiş olmalıdır. Elbette bu sorgulama, kısmen, liberal yönsemelerle elele gitti, ama “yenilen asilere çiçek” vererek kendini, liberalizmden net bir şekilde  ayıran bir anarşizmin, Türkiye toprağında filizlenmesinin koşulları alttan alta oluşmaya başlamıştı.

III. 1980 Sonrası

Almanya’da Anarko
1980′lerin başlarındaki ilk anarşist nüvelerin, faaliyetlerin ve yayınların, Türkiye’den de önce, özellikle 12 Eylül darbesinden kaçarak Almanya’ya sığınan Türk ve Kürt kökenli siyasi göçmen toplulukları içinde ortaya çıktığını görüyoruz. Bu nüveler, Almanya’nın Tübingen,  Aachen, Darmstadt, Berlin, Köln ve Frankfurt kentlerinden ses vermiştir. İlk anarşist Türkçe yayın, üzerinde tarih yazılmamış olmasına rağmen, içeriğinden, 1981 yılı Kasım ayında çıktığını anladığımız, düzensiz aralıklarla dört sayı devam eden ve Tübingen’de yayımlanan, Anarko adlı dergidir.

Anarko’nun, 1. sayısının kapağında, 12 Eylül liderlerinin ve Atatürk’ün resimlerinin üzerine, adeta çapraz çeker bir şekilde konmuş, yuvarlak içinde bir A harfi bulunmaktadır. Anarko başlığının hemen altında, “Anarşist Yayın Organı, Sayı 1″ ibaresi okunmaktadır. Kapağın arkasındaki iç sayfada, Nazım Hikmet’in “Davet” adlı şiiri yer almaktadır. Derginin bütün yazıları daktiloyla yazılmış ve sayfalar  fotokopiyle çoğaltılmıştır. Derginin kapak konusunu belirleyen, “12 Eylül 1981, Cumartesi günü Faşist Cunta’yı Protesto Yürüyüşü” başlıklı yazıda, Duisburg’da cuntayı protesto yürüyüşünün öncesi ele alınmakta, gruplar arasında yapılan pazarlıklara ilişkin bilgi verilmekte ve yürüyüş anlatılmaktadır. Yazı, o zamana kadar pek kullanılmayan, “burjuvalar yok olmalısınız” türünden, biraz keskin, biraz da naif bir sloganla bitmektedir. Anarko’nun elimizde bulunan 1., 3. ve 4. sayılarını incelediğimiz zaman, şu belirgin özelliklerle karşılaşıyoruz: özellikle Alman otonom anarşistlerinden kuvvetle etkilenme; anarşizmin en temel özelliklerini, aktarmacı, özgünlükten yoksun ve özensiz bir biçimde açıklama çabası; resmiyetten uzak olma adına, dağınık, bireysel anlatımlar ve dışavurumlar.

Türkçe Anarşizm Arşivi’ne (TAA) yazdığı mektupta, “biz Almanya’daki ilk anarşistleriz” diyen H. İbrahim Türkdoğan, önce Almanya’da Türkiyeli bir sol gruba dahil olduğunu, ancak daha sonra, Alman anarşistlerinden etkilenerek anarşizme yöneldiğini belirtmektedir: “Ben eylem içinde anarşist oldum: çeşitli faaliyetlerde gördüğüm ve izlediğim (Alman) anarşistleri kendime yakın bulmaya başladım.” Almanya’da anarşizme yönelen diğer Türkiyeliler için de aynı etkinin söz konusu olduğunu tahmin edebiliriz. Bunun sadece etkiyle kısıtlı kalmadığı ve pratik faaliyetlerde dayanışmaya da dönüştüğü, H.İ. Türkdoğan’ın şu cümlelerinden anlaşılmaktadır:
“Yayınlarımızın dağıtımında çeşitli Alman anarşist yayınevlerinin, dergilerin, kitapçıların vb. büyük katkıları olmuştur, bu kesin.” (Agm)

Almanya’daki Türkiyelilerin anarşist faaliyetleri ve yayınları, 1980′ler ve 1990′lar boyunca sürdü. Anarko’nun yayınına son vermesini izleyen üç-dört yıllık bir aradan sonra, 1986-91 yılları arasında, aşağı yukarı, Anarko’nun yukarda belirttiğimiz özelliklerini taşıyan ya da bunu aşamayan, Aachen’da, Doğrudan Eylem, Anarşist Bildiriler, Siyah Küpe; Tübingen’de, Tübingen Anarko-Sendikalistler, Romantizm ve Anarşi, Berlin’de, Ütopya vb. gibi dergi, bülten ve bildiriler yayımlandı, ayrıca Köln’de, 1987 yılında kurulan Liberter Yayınları, anarşist kitaplar yayımladı. Türkiye’de yayımlanan ilk anarşist dergi Kara’nın yazarları arasında, Almanya’dan çok sayıda imza bulunması da dikkat çekicidir.

Bir başka oluşum da, 1990′larda Britanya’da ortaya çıkmıştır. 5 Mayıs Grubu adını kullanan ve aynı zamanda Britanya hareketinin bir parçası olduğunu belirten bu oluşumun, Türkiye’de yayımlanan çeviriler yapmanın ötesinde, Anarchism in Turkey (Mine Ege, Nisan 1995) ve Fundamentalism, Nationalism and Militarism in Turkey/Feminism in Turkey (Eylül 1998) gibi İngilizce broşürler yayımlayarak, her iki ülke radikalleri arasında bir deney aktarımı ve iletişim sağlamayı amaçladığı anlaşılmaktadır.

Bu noktada, “niçin önce Almanya” sorusu akla gelmektedir. Bilindiği gibi, Almanya, 1960′ların başlarından beri Türk ve Kürt göçmen işçi  nüfusunun yoğun olarak yaşadığı, başta gelen Avrupa ülkesidir. Ayrıca Almanya’da gerek kalabalık bir Türkiyeli öğrenci nüfusu, gerekse de, özellikle 1970′lerden itibaren, yoğun bir siyasi mülteci kesimi yaşamaktadır. Almanya, anarşist ve anarko-sendikalist faaliyetlerin oldukça yoğun, otonom ve anarşist geleneğin köklü olduğu bir ülkedir. İkinci bölümde sözünü ettiğimiz gelişim ve değişimlerden sonra, Türk ve Kürt göçmen nüfusunun ve mülteci militanların, Almanya’daki anarşistlerin eylem biçimlerinden, örgütlenme tarzlarından ve özgürlükçü propagandalarından etkilenmelerinin koşullarının oluştuğu düşünülebilir.

Türkiye’de İlk Oluşumlar

1980′lerin ilk yarısında, doğrudan anarşist olmamakla birlikte, “liberter” olarak adlandırılabilecek yayın çevrelerinin ortaya çıkmaya başladığı görülüyor. Her eğilimden solcu gencin birlikte oluşturduğu ve sol örgütlere bağlı gençlerin ayrışmasıyla kısa sürede dağılan Yeni Olgu dergisi, bu tür çevrelerin ilk habercisi oldu. Bir diğer çevre ise, Nisan 1985, Ocak 1986 arasında iki sayı çıkan Akıntıya Karşı dergisidir.

Bu arada, “eski sosyalist gelenekten gelen ve kendini anti-otoriter diye tanımlayan bir grup” (Amargi, “Dünü Değerlendirme, Bugüne Çağrı”, sayı:3, Mayıs 1992), 1984 yılında Sokak yayınlarını kurdu. Sokak yayınları, üç kitap yayımladı: İda Mett, Kronstadt 1921 (çev: Ümit Altuğ); George Sorel, Marksizme Eleştirel Yaklaşımlar; G. Orwell, Aslan ve Unicorn. Sokak Yayınlarını, 1980 sonrasında, Türkiye’de ilk kez doğrudan anarşist yayın yapan bir oluşum olarak değerlendirebiliriz.
1986 Sonbaharı ve Kara

Ekim 1986 tarihinde, İstanbul’da yayın hayatına başlayan Kara’yı, Türkiye’de anarşizmin miladı olarak ele almak doğru olur. Sınırlı olanaklarına rağmen, bir yıl boyunca her ay düzenli bir şekilde okuyucuya ulaşmanın üstesinden gelen Kara (1999 yılında çıkan Efendisizler hariç, ardılları bunu başaramadılar) o gün bakıldığında son derece mütevazı bir yayın organı olarak görülebilir, ama Türkiye’deki anarşizmin başlangıç noktası olarak, on iki sayısında yayımlanan makalelerinin çoğuyla, geriye, evrensel anarşist düşüncenin oldukça olgun bir yorumunu içeren izler bırakmıştır.

Genel olarak sol, o günün düşünsel bulanıklığında, varlığını oluşturan temel prensipleri dahilinde, çeşitli çıkış yolları ararken, Kara’nın, krizi, tamamen farklı bir düşünsel perspektifle sorguladığını görüyoruz. Solun düşünsel dünyası, Hegelciliğin ve resmi Marksizmin, “objektif yapıları”yla yapılanmıştı. Bu yapıların en büyüğü, belli bir üretim biçimi üzerinde yükselen toplum ve onun cisimleşmiş hali olarak ulustu. Toplum ya da ulus denen yapı, sınıf denen yapısal kolonlardan oluşuyordu. Her birey, bu nesnel sınıfsal yapılardan birinin içinde yer alıyordu ve o yapının genel akışı içinde bir zerreden ibaretti. Sınıfın genel iradesini, yine bir başka nesnel yapı olan parti temsil ediyordu. Kara, bütün bu nesnel yapılara, insan öznesiyle yanıt verdi. İnsan nesnel yapıların basit bir nesnesi değil, son derece yaratıcı bir birey-özneydi. Evet toplum diye bir yapı vardı, ama bu toplumsal yapıyı oluşturan da sonuçta, etten kemikten olduğu kadar manevi dünyası da olan insanın ta kendisiydi. Bu yüzden insan gibi, toplum da salt nesnel bir yapıya indirgenemezdi. Sonuç olarak toplum, yaşayan, düşünen, kararlar veren insanların ve insan topluluklarının toplamından oluşuyordu. Sınıflar da öyle. Dolayısıyla, sınıfları da objektif yasalara tabi, bireylerin ve hatta sınıfların üstünde yer alan parti yapıları değil, iradesi olan bireylerin oluşturduğu sınıfların bizzat kendileri temsil ederlerdi. Dolayısıyla, Marx’ın,”işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı” ünlü deyişi, insanı da, sınıfı da nesne düzeyine indirgemeyi reddedenlerin yükselttiği bir slogandı artık.

Bu temel ayrım noktasından yola çıkan Kara, üretici güçlere, teknolojiye, ilerlemeye büyük ağırlık veren klasik sol düşünceyi sorgulamayı sürdürdü, ilerleme ve teknoloji hayranlığına karşı doğayı ve ekolojiyi gündeme getirdi. Özellikle çalışma hayatının, disiplinin ve zaman köleliğinin eleştirisinde son derece başarılı deneme ve makaleler yayımladı. Kara’yı klasik soldan ayıran bir diğer önemli nokta da, kendini “ulusal kurtuluş mücadeleleri” aşamacılığından ve dolayısıyla “sol-milliyetçilik”ten ayırmasıydı. Kara’nın, solun bu ana mecrasından ayrılışı, Türkiye’de yeni yeni filizlenen anarşizmin, günümüzde de devam eden avantajını ve dezavantajını oluşturdu. Avantaj, belki yüz yıldan fazla bir zamandır oluşmuş ve üzerine yeni yapıların inşa edildiği devasa bir yapının dışına çıkmanın, düşünceyi özgürleştiren etkisiydi. Ama avantaj, somut hayatta yol alırken, bir dezavantaja dönüşüyordu: solu oluşturan bireylerin anlayış ve kavrayış olgunluğunun çok ötesinde kalma ve onların zihniyet dünyasıyla bağlantı kuramama tehlikesi.

Kara’da, geleneksel solu anarşist perspektifle eleştiren çok sayıda yazı yer almıştır; hatta, bir döküm yapacak olursak, bu tür yazıların önemli bir ağırlık oluşturduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, bunu yaparken, asla, 1980 sonrasının liberalizm cereyanına sırt dayama kolaycılığını göstermemiş, hatta kendini titizlikle bu cereyandan ayırmış, yeri geldiğinde, liberalizme karşı, “yenilmiş” solu savunmaktan  kaçınmamıştır. Bu bakımdan, solun, 12 Eylül’den sonra boy atan yeni akımların, örneğin feminizm ve anarşizmin, “12 Eylül’ün çocukları” oldukları, 12 Eylül’den sonra solun bastırılmasından yararlanarak ortaya çıktıkları yolundaki savı, bugüne kadar iddia olmanın ötesine geçememiştir. Kara’nın sürekli yazarlarından Kemal Demir’in, 4. sayıda yayımlanan, “Yenilmiş Asilere Çiçek Verelim” adlı yazısı ise tersi yönde bir kanıt oluşturmaktadır. Bu yazı, yenilgiciliğe ve liberalizme karşı net bir duruştur:

“‘Eski’de otorite vardı, ‘tavan’ın ‘taban’ üzerinde zorbalığı vardı, dargörüşlülük ve birbiri ardından gelen siyasi (önemli ölçüde de siyasi olmaktan kaynaklanan) saplantılar, hatalar vardı. Ama ‘eski’de kardeşlik, dayanışma ruhu, coşku, yarını bile düşünmeyen bir ‘özveri’ de  vardı. ‘Eski’ adının yakıştırıldığı binlerce insanı, dergilerde, kitaplarda yazan programlardan teorilerden çok belki de bu nitelerdi. Ödül kazanan romanlar ya da ‘güzel laflar’ ve ‘kısmi doğrular’la karalanamayacak bir ruh gezinirdi sokaklarda. Sağınıza solunuza baksanıza, bu ‘üst düzey takılmalar’, bu dinamizmin ‘d’sini içermeyen lak lakalar, bu ‘bireysellik’ adına liberalizmin ‘birey’ anlayışında takılıp kalmış ve birey değil ancak bencil olabilecek insanlar mı yeni… Bir mücadeleye katılmaktan, onu oluşturmaktan doğan moral, en güçlü moralsizlikten daha estetiktir. En büyük olumsuzluklarla malul olsa dahi böylesi bir dinamik, bireylere varoldukları gibi davranabilmeleri açısından çok daha fazla seçenek ve olanak sunar. Unutulmamalıdır ki bugün kendisini karalayanların (eleştiri demiyorum) bir çoğu varolabilmelerini bile ‘eski’ dedikleri mücadele tarzına borçludur.” (Kara , sayı:4, s.4-5)

Kara, 12. sayısında, “maddi zorluklar ve daha zengin bir içerik/biçim kazanabilmek” için yayınına “kısa bir süre ara verdiğini” duyurmasının ardından, süresiz kapandı. Kara kapanmış, Türkiye toprağında anarşizm dönemi açılmıştı.
Kara Sonrası (1988-1994)

Kara’nın kapanmasından yaklaşık bir yıl sonra, 1988 yılında, İstanbul’da yayımlanmaya başlayan Efendisiz, altı sayı çıktıktan sonra, 1989 yılında, neredeyse geride hiçbir iz bırakmadan yayınına son verdi.

1992 yılının Şubat ayında, İzmir’de, anarşist bir çevre, Amargi dergisini çıkartmaya başladı. Bu çevreyle bağlantıları olan bir başka anarşist gençlik grubu ise, aşağı yukarı Amargi’yle aynı zamanda, Antalya’da, Coelacanth adlı bir dergi çıkartmaya girişti. Bireysel anlayış ve yorumlara daha çok yer veren, yerel bir karşı-kültür dergisi olduğu izlenimi uyandıran Coelacanth, yayınına bir yıldan fazla devam etti. Amargi’nin ise, başlangıçta, herhangi bir anarşist eğilimin temsilcisi olmak yerine, daha geniş bir çevreyi kucaklamaya, “anarşist platform dergisi” olmaya özen gösterdiği anlaşılıyor.

1990 başlarında Türkiye’deki anarşizm, henüz emekleme devresinde olmasına rağmen, 1992 yılının, anarşist yayınlar açısından verimli bir yıl olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki, Aralık ayında, İstanbul’da, bir başka anarşist çevre, Ateş Hırsızı adlı “aylık” bir dergi yayımlamaya başladı. Her ne kadar, başlığının yanında “Aylık Politik Dergi” diye yazıyorsa da, bu periyodu düzenli bir şekilde yerine getiremeyen Ateş Hırsızı, bir yenilik olarak, sayfalarında Kürtçe (Zazaca) ve İngilizce makalelere de yer veriyordu.

Ateş Hırsızı’nın, Amargi’nin “platformist” perspektifinin tersine, daha başından, toplumsal devrimi hedefleyen bir çizgisi vardı. Bu çizgi, anarko-sendikalizm, anarko-komünizm ya da bireyci anarşizm gibi spesifik bir anarşizm türü olmamakla birlikte, belli bir köşeyi tutuyordu. Öte yandan, Ateş Hırsızı’nın 1. sayısında yer alan ve ilerki sayılarda büyük tartışmalara yol açan, Halil Beytar imzalı, “Liberter Sürece Eleştirel Bakış” adlı yazı, bu dergi ve çevrenin, Türkiye anarşizminde “yeni bir süreci”, anarşistlerin örgütlü mücadelesi sürecini başlatma özleminde olduğunu düşündürmektedir.

Gerek Amargi’de, gerekse Ateş Hırsızı’nda yer alan bir takım yazılardan, bu iki derginin, bir “ortak yayın projesi” gerçekleştirmek amacıyla diyalog içinde olduklarını gözlemliyoruz. Ne var ki, bu diyaloğun amacına ulaşamadığı, bir süre sonra, her iki derginin de kendi bağımsız tutumunu açıklayan yazılar yayımlamasından anlaşılıyor. Amargi’nin, 9. sayısından itibaren, “platformist” duruşunu bir yana bıraktığını ve İzmir’de kurulmuş Savaş Karşıtları Derneği’nin (SKD), anti-militarist mücadeleyi temel alan tutumunu benimsediğini görüyoruz.

Amargi, 1994 yazında, son olarak çıkarttığı 13. sayısından sonra, kapanacağına ilişkin bir duyuru yapmadan yayınına son verdi. Ne var ki, anti-militarizmi esas alan eğilim varlığını sürdürdü. Özellikle Osman Murat Ülke’nin, birbiri ardına gelen hapis cezalarını göğüslemek de dahil, verdiği vicdani red mücadelesi, yalnız anarşistler içinde değil, militarizmle şu ya da bu şekilde çatışma içinde olan çevrelerde yankı buldu. Amargi’nin, İZSD’nin ve İstanbul’daki Anti-militarist İnsiyatif”in oluşturduğu bu eğilim, bir kültür dergisi niteliğindeki Nisyan’la, yayın alanında sesini duyurmayı sürdürdü.

Kimi yazılarında belirgin bir şekilde görüldüğü gibi, anarşizmin örgütlenme sürecine katkıda bulunma arzusunda olduğu anlaşılan Ateş Hırsızı’nın rengini belirleyen, Türkiye anarşizminin yeni yeni filizlendiği bir döneme denk düşen “anarşist romantizm”dir. Yer yer pastoral bir kırsal yaşam özlemi, hatta primitivizm görünümü verse de, bu romantizmin, özgürlük coşkusunu körüklemesiyle, varolan toplumun değerlerine kafa tutmasıyla, örneğin, Şinasi Danışoğlu’nun, romantizmle ve devrimci nostaljiyle ironiyi, Ömer Naci Soykan’ın, romantizmle felsefeyi birleştirmenin üstesinden gelen yazılarıyla, genç bir akımın dinamik romantizmini önemli ölçüde temsil ettiğini söyleyebiliriz.

1995 yılından sonra, uzun aralıklarla yayınını sürdüren Ateş Hırsızı, 1999′dan sonra bir daha yayımlanmadı.

Apolitika ve Politika

Mayıs 1994′le, Aralık 1997 arasında, düzensiz olarak yedi sayı yayımlanan ve Ateş Hırsızı çevresiyle de ilişkisi olduğu gözlemlenen Apolitika’nın, çıkışıyla ve ona rengini veren yazılarıyla, anarşistleri “politik bir merkez” etrafında örgütleme ve toparlama misyonunu üslenmek niyetinde olduğunu söyleyebiliriz.

Gelenekçi bir solun hakim olduğu atmosferde yeni yeni yeşeren geleneksiz bir anarşizmin yönünü belirlemesinin zorluklarını tahmin etmek zor değildir. Diğer yandan, yeni bir alternatif olarak ortaya çıkan bir fikir akımının, kapsamlı proje ve programlarla hareket etmeye alışmış Türkiye devrimcilerinin beklentilerine yanıt vermesinin güçlüğü ortadadır. Aslında, Türkiye anarşistleri, bir paradoksu yaşıyorlardı. Bir yandan, resmi Marksizmin “her derde deva” programlarını reddediyorlardı, diğer yandan, bu boşluğu dolduracak özgürlükçü öneri ve politikaları yoktu. İşte bu durum, dönemsel savrulmaları getirdiği gibi, bu savrulmaları önleme iddiasındaki otoriter eğilimlere de zemin hazırlamıştır.

Apolitika., birinci sayısında, “örgütlenmeye karşı anarşistlerle tartışmaya girmeyi tamamen gereksiz” gördüğünü ve “pasifizmle yollarını ayırdığını” ilan ederek (”Neye Niyet Neye Kısmet”, Apolitika, sayı:1, Mayıs 1994) yeni tür bir otoriterlik noktasında ilk adımı attı. Ardından, bu yönelime uygun olarak, “politik tahliller” geldi. Apolitika’nın, 1. sayısında yayımlanan, “Apolitika” imzalı, “İslami Faşizme Karşı Otonomlar Oluşturalım” adlı yazısında, Refah Partisi’nin iktidara gelişiyle, özellikle orta sınıflarda gözlemlenen “şeriat geliyor” paniğinin bir benzerini yansıttığı ve bu paniğe uygun bir “faşizme karşı birleşik cephe” taktiği geliştirdiği görülmektedir :

“Faşizm belasının üstesinden gelmeden devletin, resmi ideolojilerin ortadan kalkması ve özgürlükçü bir yaşam olanaksızdır… faşizme karşı mücadele halkın bir bütün olarak devlete karşı seferber olduğu, kendi yaşamının efendisi olmak için ayağa kalktığı devrim mücadelesinden farklıdır. Esas olarak ’sivil toplum’ içinde bir ‘ideolojik hegemonya’ mücadelesidir. Faşizme karşı direniş devletin mevcut kuvvetlerinin de parçalanacağı bir kutuplaşma, bir savaş ortamı yaratır…” (İslami Faşizme Karşı Otonomlar Oluşturalım”, Apolitika, sayı:1, Mayıs 1994)

Kısmen, Dimitrof’un 1935 yılında Komintern’de okuduğu raporundan, kısmen de Gramsci’nin “ideolojik hegemonya”ya ilişkin görüşlerinden esinlendiği anlaşılan bu “anti-faşist mücadele taktiği”ne gerekçe oluşturan “islami faşizm” tezi, birkaç yıl sonra gerçekleşen 28 Şubat darbesiyle rafa kaldırılacaktı.

Apolitika’nın 2. sayısındaki, “Yükselen Umut” imzasıyla yayınlanan, “Otonomlar Nasıl Oluşacak” başlıklı yazının otoriter önerileriyle, Leninizmi fazlasıyla andıran “anti-faşizm” politikası uyum içindedir. Kurulmaları öngörülen semt otonomları içindeki oylama konusunda sekiz versiyon ileri sürülen bu yazıda, bu versiyonlardan biri olan “veto hakkı”nı yanlış kullanan kişinin, “hareket içindeki yeri, geçmişi ne  olursa olsun çekip gideceği”ne (s.17); otonoma üyeliğin nasıl gerçekleşeceğine; “ayrışma” olması halinde otonomun olanaklarının nasıl paylaşılacağına; üyelikten çıkarmanın, “yorum gerektirmeyecek kadar açık ahlaksızlık durumunda” (s.17) gündeme gelebileceğine ve “bu kişinin bütün anarşist çevrelerde teşhiri yoluna” (s.17) gidileceğine ilişkin, merkeziyetçi bir partiye ait olduğu izlenimi veren “tüzük hükümleri” yer almaktadır. “Yükselen Umut” da, bunların birer “tüzük hükmü” olduğunun farkında olmalıdır ki, yukarda alıntıladığımız cümlelerinin hemen ardından şöyle yazmak gereğini duymuştur:

“Farkındayım. Söylediklerimi ‘resmi’ bir üslupla maddeler halinde yazarsam ortaya bir ‘tüzük’ çıkar. Gene de tüzüğü reddetmekte ısrarlıyım. Aradaki fark “hukuk” ile “yasa” arasındaki farktır.” (s.17)

Bu yönelişin, pratikte nasıl bir “anarşist hukuk” yaratacağını tahmin etmek güç değildir. 1999 yılında yayın hayatına başlayan ve halen yayınını sürdüren Efendisizler dergisinin ve aynı çizgide olduğu anlaşılan Anarşist Gençlik Federasyonu’nun (AGF) kimi yayınları ve manifestoları, böyle bir anlayışın ve “hukuk”un benimsendiğini göstermektedir. Efendisizler’in, kendini, de facto “Efendisizler örgütü” olarak ortaya koyan yaklaşımının ürünü olan ve muhatapları açık seçik anlaşılamayan aşağıdaki, tecrit önerileriyle ve tehditlerle yüklü satırlar, kimi anarşistlerin, Kara’dan bu yana aldıkları mesafenin yönü konusunda iyimser düşünceleri davet eder nitelikte değildir:

“Anarşizmi, anarşistleri bir meta, bir tüketici hatta ucuz işgücü olarak görenler, insanlığın yarattığı en güzel ütopyanın sistemin içinde kalmasını sağlamaya çalışan sinsi-işbirlikçi-hainlerdir. Anarşistlerin bu anarşist kamuflajcı kapitalist girişimcilere göstereceği tavır, Koç’a, Sabancı’ya gösterdiği ve göstereceği tavırdan hiç farklı olmadı, olmayacak, olmamalı… Anarşizmi bir dava olarak değil, sistem içi bir kimlik olarak benimseyen bazı kişiler teşhir olup varoluşları tehlikeye girince bazı sol örgütlerde yaşananları hatırlatan sinsi-hain planları uygulamaktan kaçınmıyorlar. Bunlara gerekli tedbirler şu ana kadar alınmaya çalışıldı, alınmaya da devam edecektir. Doğrudan veya dolaylı polislik girişimi, anarşistlerin yaygın bir çürümenin içinde olduğunu gösteriyor. Gerekli tecrit süreçlerini işletmelerini acil bir önlem olarak öneriyoruz.” (”Aslında Biz Bu Topraklarda Hiç Yenilmedik”, Efendisizler, sayı:12, 1 Ekim 1999, s.113-14)

Bugüne ve Geleceğe İlişkin Birkaç Söz

Genellikle ideolojilerin toplumları yoğurdukları düşünülürse de, yaşanılan deneylerin, bu tezi önemli ölçüde çürüttüğünü söyleyebiliriz: toplumlar, ideolojileri kendi özellikleriyle yoğurarak onlara özgün biçimlerini verirler. Türkiye’nin son kırk yılında Marksizmin başına gelenler bunun açık kanıtıdır. Marksizm, hitap ettiği sola eğilimli kesimleri şekillendirmekte ve geliştirmekte esas olarak başarılı olamamış, ancak Türkiye’deki sol eğilimli kesimler, kendi kültürel özelliklerini, Marksist bir kimlik altında ifade etmişlerdir. Herhangi bir düşünce akımının, hatta toplumu sarsan bir toplumsal hareketin bile, “yepyeni” bir insan türü yaratamadığını ve yaratamayacağını, bin yıllık kültürel köklerin, her toplumsal aşamada, biçim değiştirerek de olsa, insanlara gündelik yaşamlarında yol gösterdiğini hesaba katarsak, bunda şaşılacak bir şey yoktur. O halde, insan yapısı her şey gibi, evrensel anarşizmin de içinden çıkamadığı çeşitli dilemmaları varken, Türkiye’de henüz emekleme aşamasında olan bir anarşizme yönelen çok farklı katman ve sınıflardan genç insanların, bireyselliği, bireycilik; özgürlüğü, sorumsuzluk; isyancılığı, pozculuk; sistemi reddetmeyi, hazır yiyicilik; sosyalist gelenekteki katı sınıfsal kalıpların sorgulanmasını, sınıfı ret ve deklaselik; gelenekçiliğin eleştirisini, köksüz ve taklitçi bir modernizm ve marjinallik; hiyerarşinin reddini, örgütlenmenin reddedilmesi; örgütlülüğü savunmayı, klasik sola benzer biçimde, üstelik sorgulanmayan ve gizli hiyerarşilere dayalı yeni örgütsel kastlar oluşturmak; yerelliği, evrensellikten kopukluk; kaba materyalizmi eleştirmeyi, metafizik moralizm; teknoloji eleştirisini, primitivizm; ekolojist mücadele vermeyi, toplumsal mücadelenin diğer alanlarından kopuk, elitist radikallerin hırçınlığı; entellektüalizmi eleştirmeyi, entellektüelleri hor görmek; sol hareketleri ve partileri eleştirmeyi, onlarla rekabetçilik ve “militan devşirme” yarışı; savaş karşıtlığını, savaşa yol açan kapitalist sistemden kopuk ve sınıflarüstü bir barışçılık; geleneksel cinsiyetçi ahlâkı sorgulamayı, bir başka tür erkek egemen cinsiyetçilik; bireyin sınıf içinde erimesine karşı çıkmayı, kapitalist toplumun atomizasyonuna tabi olmak; teoriciliği eleştirmeyi, teoriyi küçüksemek; politika yapmayı eleştirmeyi, politika dışılık; politika yapmayı, klasik solun peşine takılmak vb. vb. biçiminde anlamaları ve Türkiye’de Marksizmin yaşadığı başkalaşma ve toplumsal temeliyle benzeşme sürecini Türkiye’deki anarşizmin de, en azından bir dönem yaşaması doğaldır. Doğal olmayan ve arzu edilmeyen, yukarda sözünü ettiğimiz sendromların kalıcı bir özellik haline gelmesi olacaktır.

Militarist, buyurgan ve cinsiyetçi kültürle yoğrulmuş, hiyerarşik bir yapının karakteristik özelliklerini taşıyan Türkiye sol hareketi, hatta toplumun bütünü, 20. yüzyılın son çeyreğinde, bu özelliklere oldukça yabancı bir düşünceyle tanıştı. “Yeni konuk”un bu yabancılığı, yalnızca “yeni” olmaktan değil, yüzyıllar boyu, düştüğü krizlerden hep bir “mesih”le kurtulacağı alışkanlığı içinde olan bir toplumun beklentilerine yanıt vermek ne kelime, “mesihi beklemenin”, krizin ta kendisi olduğunu söylemesinden ileri geliyordu. Bu, aynı zamanda, kendisini, “kurtarıcı” gelenekten ayırmasının da ilanıydı. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, geleneksizliği ve “köksüzlüğü” oranında, henüz toplumsal bir hareket olarak nitelenemeyecek ve beslendiği toprak nedeniyle kaçınılmaz olarak yukarda sıraladığımız sendromları gösteren Türkiye’deki anarşizmin, bunların üstesinden gelip, anti-kapitalizm, milliyetçilik-militarizm, ekoloji, cinsiyetçilik, vb. gibi konularda oluşan, kendiliğinden, parçalı, ama o ölçüde de etkili yeni tip radikal bir muhalefet ıskalasının gelişmesinde olumlu bir rol oynayıp oynayamayacağını gelecek gösterecektir.

__________________________________________________ _________________________
1- Keza Abdülhamit yönetimine karşı kurulmuş “Türk Anarşist Cemiyeti”nden söz edilmektedir. Ancak bu cemiyetin bildirileri incelendiğinde, adının dışında anarşizmle bir ilgisi olmadığı görülmektedir. O dönemde anarşistlerin devlet adamlarına karşı giriştikleri suikastlar, benzeri hedeflere sahip milliyetçi ve dinci örgütleri bu adı benimsemeye sevketmiş olmalıdır. (bkz. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, Basıldığı tarih belli değil, s.245)

2- Jön Türk’lerin önde gelen isimlerinden Doktor Abdullah Cevdet’in de anarşizmi felsefi yönüyle benimsediği, hatta Fransa’da çıkan anarşist dergi Temps Nouveaux’da yazdığı belirtilmektedir. Abdullah Cevdet’i, anarşizme sempatiyle bakmaya, hatta bu düşünceyi felsefi planda savunmaya sevkeden güdünün şiddetli din aleyhtarlığındaki ortaklık olduğu görülmektedir. Nitekim, hükümete ve devlete hiçbir zaman karşı olmayan, tersine güçlü bir idareden yana olan Jön Türkler, Abdullah Cevdet’in bu konudaki tavrına hiçbir zaman olumlu bakmamış, hatta onu anarşist dergilerde yazı yazıp, Avrupa kamuoyunda Jön Türklerin hükümet düşmanı olduğu şeklinde bir kanaat uyanmasına yol açtığı için eleştirmişlerdir. (Bkz. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, Basıldığı tarih belli değil, s.247-255)

3- Burada Sevim Belli’nin anılarında (Boşuna mı Çiğnedik, Belge Yayınları, Kasım 1994) ismi geçen Taci Karan örneğinden de söz etmeliyiz. Taci Karan, 1950′li yılların başlarında Türkiye Komünist Partisi (TKP) taraftarı gençlerin Paris’te oluşturduğu “İleri Jön Türkler” çevresindendir. Doğrudan Sevim Belli’nin tanıklığına başvuralım:

“Taci uzun yıllar Fransız Komünist Partisinde çalışmış ayrılışımızdan sonra. Orada da aradığını bulamamış, Eleştirici olduğundan, her şeyde bir bit yeniği sezme ve hatta görme yeteneğinden olacak, bir sürü haksızlıklara, suçlamalara uğramış. Birçoğu gerçek de olsa, pek bilmediğimiz şeyler olmasa da 60-70′lerin Avrupa Komünist Partilerini Taci’nin ağzından dinlemek insanın içini karartırdı herhalde o  sıralarda. Ne yazık ki çok konuda haklıydı. Çok yıllar önce komünist partisinden de ayrılmış Taci, anarşist olmuş (…) 15 yıl kadar önce  Paris’e yolum düştüğünde kısa bir ‘Merhaba’ demiştim Taci’ye. Bir çiçekçi dükkanı işletiyordu… Ve hâlâ anarşist olduğunu söylüyordu.” (s. 220)

4- Bazı sol yayınevlerinin, 1970′lerin sonlarında, ilk kez anarşizmi eleştiren bazı “Marksist klasikleri” basma gereği duymaları o kadar da  tesadüf değildir: Marx, Engels, Lenin, Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, Mart 1979, Sol Yayınları; J.V.Stalin, Anarşizm mi Sosyalizm mi?, Aralık 1979, Evrensel Basım Yayın.

5-Kemal Demir, “Yenilen Asilere Çiçek Verelim”, Kara, sayı:4.

6- Geçerken, Yunanistan’ın Selanik şehrinde, 1997 yılında, Kanundışı adlı Türkçe, anarşist bir derginin, yalnızca bir sayı yayımlandığını  belirtelim.

7 -Daha sonra Aachen’a taşınan Liberter Yayınlarının kitapları şunlardır: Max Stirner, Benim Yetkim, çev: H.İbrahim Türkdoğan; Emile Henry, Dikkat anarşist, çev: Melih Gezgen. Ayrıca aynı çevre, Maurice Cranston’un, Marks-Bakunin Karşılaşması, adlı kitabını da basmıştır (çev:Bora A. Okran, Aachen).

8-Kara’da imzası doğrudan yer almamakla birlikte, bu dergiye katkısı herkesce bilinen Reha Çamuroğlu’nu burada armak yerinde olur.

9-”Efendisizler bildirgeyi kabul eden herkesi yoldaşımız olarak görüyoruz ve onlarla örgütlenmeye başlayabiliriz… Ya yoldaşımız olursunuz, ya devletin yurttaşı” (”Ne Yapmalı?”, Efendisizler, sayı:1, 15 Şubat 1999, s.18)

Emine Özkaya
Gün Zileli
8 kasım 2001

Ek: Türkçede Anarşist Literatür

1992 yılının Mayıs ayında, İstanbul’da kurulan Birey ve Toplum yayınları,

beş kitap yayınlayarak, son derece yetersiz olan, anarşist literatüre ilk atılımı kazandırdı:

Bakunin, Marx’a Karşı El yazmaları (Mayıs 1992, çev: Işın Gürbüz);

Tarihte Anarşist, Nihilist, Feminist Kadınlar (Mayıs 1992, çev: Işık Ergüden);

Proudhon, Makaleler (Temmuz 1992, çev: M.Tüzel);

Anarşist Kuram ve Kökeni (Temmuz 1992, çev: H. İbrahim Türkdoğan);

Hans Richter, Dada 1916-1966 (Mart 1993, çev: Mustafa Tüzel).

1994 yılı sonunda kurulan Kaos Yayınları,

anarşist literatüre önemli katkılarda bulunan yayınevlerinin başında gelmektedir:

Tayfun Gönül, Anarşizm Nedir?, Aralık 1994;

Gün Zileli, Hasan Bakü, Mine Ege, Anarşizm Bir Devrim Çağrısıdır, Ocak 1995;

Gün Zileli, İlhan Tekin, Türkiye…. Sosyal Patlamaya Doğru…, Eylül 1995;

Abel Paz, Halk Silahlanınca, çev: Gün Zileli, Nisan 1996;

Unabomber, Sanayi Toplumu ve Geleceği, Mayıs 1996;

George Woodcock, Anarşizm, çev: Alev Türker, Kasım 1996;

Emma Goldman, Hayatımı Yaşarken-I, Metis-Kaos ortak yayını, çev: Beril Eyüboğlu, Mayıs 1996;

Emma Goldman, Hayatımı Yaşarken-II, Kaos-Metis ortak yayını, çev: Emine Özkaya, Nisan 1997;

Peter Arşinov, Mahnovşçina, çev: Yeşim T. Başaran, Cemal Atila, Mayıs 1998;

Ömer Naci Soykan, Bir Anarşistin Seyir Defteri, Mayıs 1998;

Murray Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi, çev: Deniz Aytaş, Mayıs 1998;

İda Mett, Kronştad 1921, çev: Ümit Altuğ, . Macit, Mayıs 1998;

Sam Dalgoff, Bakunin, çev: Cemal Atila, Kasım 1998;

Vernon Richards, Malatesta, çev: Zühal Kiraz, Mayıs 1999;

Tolstoy, … ve Işık Karanlıkta Parlıyor, çev: Dominik Pamir;

Rudolf Rocker, Anarko Sendikalizm, çev: H. Deniz Güneri, Şubat 2000;

Tolstoy, Vahşi Zevkler, çev: Dominik Pamir, Mart 2000;

Colin Ward, Eylemde Anarşi, çev: H. Deniz Güneri;

John Zerzan, Gelecekteki İlkel, çev: Cemal Atila, Nisan 2000.

1980′li yıllardan beri ağırlıklı olarak anarşist kitaplar yayınlayan Kavram Yayınları’nın
kitaplarından bazıları şunlardır:

P.Kropotkin, Etika, çev: Ahmet Ağaoğlu, Sadeleştiren: Tektaş Ağaoğlu, Ocak 1991;
Bakunin Devlet ve Anarşi, çev: Alev Türker, 1992;

Alexander Berkman, Anarşizmin abc’si, çev: Elif Daldeniz;

Gene Fellner, Anarşistin Yaşamı, çev: Elif Daldeniz, Aralık 1996.

Sarmal Yayınları da,

P.Avrich’in, Anarşist Portreler I, adlı kitabını (çev: O. Akınhay), 1991 yılında basmıştır.
1997′de, İstanbul’da kurulan Karaşın Yayınları da,
küçük “fotokopi-betik”ler yayınladı: Sergey Neçayev, Devrimcinin Anahtar Kitabı, çev: Süreyyya Evren, Nisan 1997;

P. Kropotkin, Toplumcu Evrimde Anarşizmin Yeri, çev: Rahmi Gürsel, Mayıs 1997;

Anarşistlerin Zapatistalarla Görüşmesi, çev: Bülent Usta, Süreyyya Evren, Kasım 1997;

Bergama Köylü Direnişi ve Anarşizm, Ocak 1998;

M. Bakunin, Devrimci El Kitabı, çev: Süreyyya Evren, Şubat 1998.

Doğrudan anarşist kitaplar yayınlayan yayınevlerinin dışında, anarşizme artan ilgi oranında, Türkiye’nin önde gelen bazı yayınevleri de zaman zaman, okuyucularını anarşizm konusunda aydınlatacak ilginç kitaplar yayınlamaktadırlar.

Altıkırkbeş Yayınları: Baha Tevfik, Felsefe-i Ferd, Günümüz Türkçesi: Burhan Şaylı, Aralık 1992.
Metis Yayınları:

Ursula K. Leguin, Mülksüzler (Roman), 1991, çev: Levent Mollamustafaoğlu;

P. Avrich, Rus Devriminde Anarşistler, çev: Celal A. Kanat, 1993;

Anarşizmin Kısa Yazı (Yayıncıya not: künye konacak).

Ayrıntı Yayınları:

Catherine Baker, Zorunlu Eğitime Hayır, çev: Ayşegül Sönmezay Erol, Mayıs 1991;

Murray Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi, çev: Alev Türker, Kasım 1994;

R. Cantzen, Daha Az Devlet Daha Çok Toplum, çev: V. Atayman, 1994;

21. Yüzyıl Anarşizmi, çev: Şen Süer Kaya, 1998; Anarşizmin Bugünü, çev: Neşe Ozan, 1999;

Murray Bookchin, Kentsiz Kentleşme, çev: Burak Özyalçın, 1999.

Sel Yayınları:

Gilles Dauvé, François Martin, Komünizmin Güneş Tutulması ve Yeniden Ortaya Çıkışı, çev: Bora Sarayova, Mart 1999;

P. Avrich, Amerikalı Anarşist Voltairine de Cleyre’in Yaşamı, çev: Emine Özkaya, 1999.

Öteki Yayınevi:

Kropotkin, Bir Devrimcinin Anıları, 1-2, 2001

Yayıncıya not:
Bu, makalenin yazımının bittiği 7 Mart 2001 tarihinden sonra çıkacak, ilgili kitaplar listeye eklenirse iyi olur. Örneğin, P. Marshall’ın, Demand The Impossible kitabının, yakında, Yavuz Alogan’ın çevirisiyle basılacağını biliyoruz.

Emine Özkaya – Gün Zileli

]]>
Anarşizm; ideoloji mi metodoloji mi? http://anarsistfaaliyet.org/anarsi/anarsizm-ideoloji-mi-metodoloji-mi/ Thu, 19 Mar 2009 16:47:28 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=2913  


“Anarşist geleneğin uzun yıllardır sahip olduğu garip özelliklerinden biri de; sıklıkla yüksek derecede otoriter kişilik özellikleri gösterenleri, doktrinler oluşturanları, ‘Gerçek İlkeler’ diye tanımladıkları şeyden farklı düşünenlere ağır suçlamalar getirenleri, içeriyor olmasıdır. Anarşizmin tuhaf bir biçimi bu.”

Noam Chomsky

Anarşist harekette çözümsüz kalan konulardan biri anarşistlerin doğasıyla doğrudan ilişkilidir. Anarşizm konusunda biraz malumatı olanlar bilirler ki, anarşistler arasındaki en açık ayrılık toplumsal anarşizm ile yaşam tarzı anarşizm üzerine yaşanmaktadır. Bir grup sınıf mücadelesini faydasız, amaçsız ve yersiz olarak görüp alay ederken; diğer grup ise geri kalanın anarşist olmadığını, daha çok sahte tavırlı burjuvalar olduğunu iddia etmektedir.
Sıradan bir okuyucu için bu tartışma önemsiz, hatta saçma olarak görülebilir ve bu birçok açıdan doğrudur da. Toplumsal anarşizm/yaşam tarzı anarşizmi tartışması ‘anarşist olmanın ne anlama geldiği’ düşüncesi etrafında dönmektedir.
Bununla beraber, bu tartışma pek de kesin çizgilere sahip değildir. Yani, ‘uyulması gereken kurallar ve gelenekler bütünü’ fikri çerçevesinde, anarşizm bir ideoloji mi, yoksa ‘bir hareket tarzı veya gayrı meşru otoriteye karşı tarihsel bir eğilim’ yaklaşımıyla metodoloji midir? Ben toplumsal anarşizm ve yaşam tarzı anarşizm arasındaki ikilemin temelini bu tartışmanın oluşturduğuna inanıyorum ve bunun üzerinde durmaya çalışacağım.
İdeolojik anarşistlere Anarşist -büyük ‘A’lı anarşistler-, metodolojik anarşistlere ise anarşist -küçük ‘a’lı anarşist adını veriyorum, böylece kimi kastettiğimi anlayacaksınız.
Anarşizmin net, belirli bir anlamı vardır. Örneğin, Amerikan Heritage Sözlüğü’nde şöyle tanımlanmıştır:
1) Yönetimin her şeklinin baskıcı ve istenmeyen olduğunu ve de ortadan kaldırılması gerektiğini belirten teori. 2) Anarşistlerce, devlete karşı ortaya konan aktif direnç ve terörizm. 3) Tüm birleşik kontrol ve otorite şekillerinin reddedilmesi.
Öyleyse bu bakış açısına göre anarşist; tüm yönetim şekillerini baskıcı ve istenmeyen olarak gören, tüm birleşik kontrol ve otorite şekillerini reddeden kişi anlamına geliyor. Bu ölçütlere uymayan biri anarşist sayılamıyor.
Bu düşünce anarşizmin bir ideoloji olduğu görüşünü -ana bir ilkeyle temellendirilmiş tutarlı düşünceler bütünü- destekliyor. Eğer böyle bakılırsa, anarşist olduğunu ‘söyleyen’ herkese anarşist denilebilir mi?
Elbette hayır, yaşamtarzcılık tartışmasının temelini bu oluşturur, aynı entelektüel bir hakaret olan ‘anarko-kapitalizm’ konusundaki anarşist karşı duruşta olduğu gibi.
Ancak ideolojik ve metodolojik muhalefet arasında bir fark olduğu göz ardı edilemez. ‘A’narşistlere bakarsak, anarşizmin ne olduğunun sınırları çizilmiştir düşüncesine dayanarak ‘X anarşizm değildir’ derler. Onlar için bunu kanıtlamaya veya tatbik etmeye gerek yoktur, iddiaları başlı başına yeteri kadar gerçektir.
‘a’narşiste göre ise, yaşamtarzcılık ve ‘anarko’-kapitalizm metodolojik olarak anarşizme giden yol olmadığından reddedilmiştir. Benzer sonuçlara ulaşmak için yanlış araçlar, örneğin insan mutluluğunu kullanırlar.
Yaklaşımlar arasındaki fark açık sanırım?

Delilik vs. metod
A’narşist, toplumsal devrim için ideolojik uygunluğu ön gereksinim olarak vurgular -başka bir deyişle, A, B ve C doktrinlerini yutarsınız artık bir Anarşistsinizdir. Hareket planları şu minvalde gerçekleşir: 1) merkezi bir Anarşist örgütlenme yaratmak 2) İşçi sınıfına Anarşizm ilkelerini öğretip, onları eğitmek (doktrini aşılamak) 3) bu suretle bir kitle hareketi oluşturmak 4) toplumsal bir devrim yaratmak.
Anarşist; “hakikati yaymak” adına manifesto, platform veya başka bir yol gösterici doktrinle uyuşur, düşünce ile hareketin birliği, ve ideolojik uygunluğun etkili örgütlenmenin temeli olduğuna vurgu yapar.
anarşist bunların hepsini reddeder. Bizim sıralamamızsa şöyledir: 1) anarşist örgütlenmeler, kendilerine yönelik bir talep olmadıkça yaratılamaz 2) doktrinin aşılandığı insanlar özgür değildirler 3) merkezi bir otoriteyle temellendirilen (örneğin, merkezi Anarşist örgütlenme) ve doktrinin aşılandığı bir kitleyle beslenen bir hareket genel ve toplumsal değil, elit ve politik bir hareket olacaktır 4) Böylesi bir çaba sonucu, toplumsal devrim, anarşistlerin iktidarı ele geçirdiği politik bir devrime dönüşecek ve ihanete uğrayacaktır.
Bu anlamsal bir farklılık değil; aksine hareketin tam kalbinde bulunuyor ve bu tartışmanın başlangıcı Bakunin’in denemelerinde de görüldüğü gibi Birinci Enternasyonel’in kuruluşuna kadar gidiyor.
Haklı olan kim? Ben anarşizmin metodik yanının, ideolojisinden çok daha önemli ve yaşamsal olduğunu düşünüyorum. Böyle düşünüyorum çünkü dilin, bilhassa büyük emeller peşinde koşmaya hizmet ederken, her zaman olduğu gibi güç elitlerine hizmet ettiğine inanıyorum.
Bir grup kendini Anarşist olarak tanımlayabilir, ancak bu onları gerçekten anarşist yapmaz, değil mi? Sadece isimlerine bakıp fikir yürütmek yerine, kendi ölçütlerinizle değerlendirme yapmalısınız.
Toplumsal mücadelenin iki modelinden biri Marksist model -politik bir öncünün kitleleri sosyalist bir topluma yönlendirmesi düşüncesi- ve diğeri Bakuninist model- tüm politik otoritenin reddi ve genel bir doğrudan eylemliliğin, sosyalizmin tahmin edilemeyen bir fi tarih yerine ‘burada ve şimdi’ uygulanması düşüncesi.
Günümüze bakarsak, Marksist model bir yüzyılı aşkın bir süredir radikal solda baskın durumdaydı; lakin Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, on yıllardan beri ilk kez ideolojik atmosfer soluk almaya başladı. Bu tartışma bu yüzden tam vaktinde ve kritik, çünkü anarşizmin büyümesi ve ilerlemesi bir ölçüde buna da bağlı.
İtirazımın asıl nedeni ideolojik anarşizmin serbest düşünmeye ve doğrudan harekete değil de itaate, pasifliğe ve dıştaki bir mekanizmaya (manifesto, platform veya diğer kontrol mekanizmaları) uygunluk zorunluluğuna dayanıyor olması. Bundan başka, Anarşizmi merkezden dışa yayma amacıyla üst-ast temelli merkezi bir örgütlenme izlenmesi de itirazımın gerekçelerinden biri.
Özgür bir topluma ulaşmak için, özgürlüğü kısıtlayan araçlar kullanmak gülünç olur. Arkanızda henüz bir kitle yokken, popüler ve özgürlükçü bir örgütlenme yaratmanız da bir o kadar saçmadır. Bunlardan size kalan, hiç de sürpriz diyemeyeceğimiz bir şekilde, radikal solun bugünkü haliyle paralellik gösteren, elit bir aktivist kadrosu olacaktır.
İdeologlar için doktrinin saflığı her şeyden önemli olduğu için kaçınılmaz olarak şu sonuçlara varırlar: 1) bitmek bilmeyen bir şekilde küçük, önemsiz konuları tartışmak 2) sürekli bir hain aramak ve ondan arınmak 3) potansiyel yol arkadaşlarını bu elitizm yoluyla yabancılaştırmak.
Anarşizm “herşey mübah” türünden bir kavram değildir, bir anlamı vardır. Bununla beraber, bir emekçinin harekete “uygun” hale getirilmesi için ona bir doktrinin aşılanması zorunlu değildir. Noam Chomsky, anarşizmi “insanların gayrı meşru otoriteye karşı başkaldırmaya olan tarihsel eğilimi” olarak açıklarken metodolojik bakış açısını en iyi şekilde ifade etmiştir.
Örneğin; 1921’de, Kronştad denizcileri Bolşeviklere karşı başkaldırarak -gayrı meşru otoriteye karşı genel bir doğrudan eylemlilikle- metodolojik anarşizmi uygularken, Bolşevikler, aksi yöndeki iddialarına rağmen, kendilerini iktidarla güvenceye almak suretiyle Devrime ihanet ettiler.

Anarşistler değil anarşizm
Anarşistler, insanları Anarşiste dönüştürmeye çalışmak yerine, anarşist düşüncelerin yayılması ve daha da önemlisi anarşist örgütlenme yöntemleri üzerinde durmalıdırlar. Bu oldukça önemli bir ayrım.
Anarşistler, toplumsal mücadelenin kendisinin -eylem yoluyla propaganda ile- kitleleri politize ve radikalize ettiğini düşünür. Kolektif doğrudan eylem sayesinde oluşan öz yetkinlik sonucu karşınızda anarşistleşmiş insanlar -anarşizm düşüncesini doktrinler yoluyla değil, pratik deneyimler sonucunda kavrayan yoldaşlar- bulursunuz, önemli olan da budur. Bu yöntem sonucunda elinize geçen yetkinleşmiş, doğrudan eylemden çekinmeyen, aktif serbest düşünürlerdir, yani anarşistler.
Tüm aktivistlerin anarşist olduğunu söylemek yanlış olur, çünkü değiller. Sağ kanat azımsanmayacak bir gerici aktivist kitleye sahiptir, ama aslında bu aktivistler geniş bir otoriter yapının görevli memurlarıdır -efendileri emrettiğinde harekete geçen asalak sürüsüdürler. Veya, daha yaygın şekliyle, aldatılmaları ve manipüle edilmeleri sonucu kendi çıkarlarına taban tabana zıt bir pozisyona düşen iyi niyetli insanlardırlar.
Oysa gayrı meşru otoriteye karşı birlikte çalışan, örgütlenen ve doğrudan eyleyen bir grubu ele aldığınızda, itaat ve pasiflik için çağrı yapan diğer doktrinlerden çok anarşizme sıcak bakan insanlar görürsünüz. Anarşistçe yöntemlerle sürdürüldüğünde, toplumsal mücadele kendiliğinden anarşist düşünceyi yayacaktır.
Maalesef, bugün emekçiler arasında dayanışmayı örgütlemek yerine inatla ve bitmek tükenmeyen bir şekilde kendi dogmaları üzerinde odaklanan bir Anarşistler -ideologlar- güruhu görüyoruz. Bu durum da, elitler, hizipler, klikler ve çekirdek kadroların hüküm sürdüğü, anarşist hareketin bugünkü kasvetli ve sıkıntılı haline sebep oluyor.
İdeolojinin Ana Kuralı -ideologun asla ve asla yanılmayacağı fikri- tartışmaların da asla bitmemesi ve herkesin sayısız küçük ve ilgisiz parçalar halinde bölünmesi anlamına geliyor.
Metodoloji ise, neyin işe yarayıp, neyin yaramadığı ve bu noktalar arasındaki derece farkları konusunda daha açıktır. Bir strateji işe yaramıyorsa, yararlı olana dek onu düzeltene dek üzerinde çalışırsınız.
Biz anarşistler, emekçilerin “şu an ve burada” devrim için hazır olduğunun farkındayız. insanlar içgüdüsel olarak özgürlüğe ve yaşam koşullarındaki iyileşmelere meyillidirler. İnsanlar köle olmak istemiyor -iktidardakiler özgür olduklarına inandırılmak için ne kadar uğraşsa da gerçekte özgür değiller. Anarşistler -neredeyse marxist bir bakış açısıyla- emekçilerin “mesajı almak” için fazla ırkçı, cinsiyetçi, hımbıl ve homofobik olduklarını düşünseler de; bizler özgürlüğün herkese yaraşacağına inanıyoruz.
Gerçekte, işler ne zaman Anarşistlerin istediği gibi gitmezse, kendileri dışındaki herkesi suçlamaya başlarlar, bu da solun ayrılmasına ve giderek elitist olmasına yol açar -siz, işçiler Yüce ve Asil Düşüncelerimizi anlamak için fazla aptal, ırkçı ve cinsiyetçisiniz. Bu yaklaşım, işçilerin neden radikal solu görmezden geldiğini açıklamaya yardımcı olacaktır.

İdeoloji ve insan doğası
Tüm ideologlar insan doğasına dair negatif bir görüşü paylaşıyorlar: insanın temelde kötü olduğu ve geliştirilmek zorunda olduğu (geliştirilmekle kastedilen, onların başını çektiği bir doktrinin tamamlanması süreci). Dahası, ideologlar kendilerini bu negatif genellemenin dışında tutup, kendilerinin iyi, dünyanın geri kalanınınsa kötü ve bilinçsiz olduğunu iddia ediyor.
Oysaki bu görüş anarşizmle hiç de uyumlu değil ve kesinlikle otoriter ideolojilere yakın. Otoriterler hepimizin temelde kötü olduğumuzu ve eğitimin, gözetimin zorunlu olduğunu düşünür ve de en çok ele geçirmek istedikleri şey olan ‘kontrol’ün kaçınılmazlığını savunurlar.
anarşist ise, aksine, insanın temelde iyi olduğunu ve yönlendirmeye, baskıya ve kontrole ihtiyacı olmadığını öne sürer. Biz toplumdaki şeytanların birileri kontrol ve baskı istediği için ortaya çıktığını biliyoruz; güç, ayrıcalık ve kontrolün en iyi niyetli insanı bile suç ortağı bir yöneticiye dönüştürebileceğini de.
Başka bir deyişle, anarşistler, insanı iyi olarak tanımlarken, ideologlar bunun tam tersini savunuyor, kontrol ve otorite sistemlerinin olmazsa olmaz mekanizmalar olduklarını ileri sürüyorlar (bu sistemleri onlar yönettikleri sürece tabi -eğer başka biri onları kontrol ederse işler değişir- iktidar ellerinde değilken anti-otoriter görünürler -sadece iktidara ortak olmalarını bekleyin, gerçek yüzlerini göreceksiniz). Bu ayrım oldukça önemli ve bu kurumlardan çıkan örgütlenmelerin doğasını belirliyor.
İnsan doğasına dair negatif görüşle temellendirilen örgütlenme daha çok güç ve kontrol üzerinde durup, bunları olduğunca az kişinin eline bırakıp merkezileştirecektir. İnsan doğasını iyi olduğunu kabul eden tarafsa gücü yaymanın, kontrolü ortadan kaldırmanın, merkezi idareden vazgeçmenin ve bunları olduğunca fazla kişinin eline bırakmanın yollarını arayacaktır.
İdeologun en tehlikeli tehdidi ise kendilerini, kendi kurallarından muaf tutmalarıdır, bu ayrıcalıklı görüş onların “ışığı görmüş” olmalarından ve geri kalanın ya aptal ya da kötü olmalarından kaynaklanıyor (evet kötüler, çünkü yüce doğrulara sırtlarını çeviriyorlar). Eğer onların programına karşı çıkarsanız, gerekçeniz ne olursa olsun, suçlusunuzdur.
Bu yüzden, ideologun en doğal akıbeti güç kullanımıdır, dogmatik ve mantıksız olduklarından, meşruiyet için tek dayanakları güç ve şiddettir, bu da beraberinde merkeziyetçiliği ve güç kullanımını getirir. Bunun en yeni ve en tehlikeli şekli de devlet örneğidir.
Başka bir deyişle, ideolog katı bir otoriterdir, tehlikesi bundan kaynaklanır. Anarşist gibi görünürler, çünkü gücün bir parçası değilken gücün varlığını reddederler. Ama aslında gücün kendisine değil, kendilerine yetki verilmemesine karşı çıkarlar. Otoritenin bir basamağına ulaştıklarında, kendilerinden öncekiler kadar despot olurlar.
Otoriteleri ideolojilerinin -Büyük Düşüncelerinin- içindedir, ve buna karşı çıkacak olanlar riski göze almak zorundadırlar. Galleanistler’i (İtalyan anarşist Luigi Galleani’nin taraftarları) yoldan geçen birçok masum insanı seri şekilde bombalamaya iten de buydu. Çünkü onlara göre, “Büyük Düşünce” yi anlamayan hiç kimse masum değildi.

Doğru olan şu ki: doğru diye bir şey yok
Politik bir yazıda geçen bu cümle mantık dışı görünebilir. Söylemek istediğim; anarşistler Doğrunun, en güçlünün arka cebinde olmaya meyilli olduğunu düşünür. Başka bir deyişle, en güçlü olan kendi görüşlerini doğru ilan eder ve aksi yönde konuşursanız (ya da sadece düşünürseniz) sizi lanetler.
Esas Doğruya ilişkin iddialardan daha ideolojik bir tartışma olamaz ve bence anarşistler bu tartışmaların bir parçası olmamalılar. Bizim görüşümüz, aksine, savunmaya değer tek bir doğrunun aslında var olmadığıdır. Çünkü herkesin anlayacağı ve göreceği sonsuz doğrular yoktur, yalnızca bize mantıklı gelen ve gelmeyenler vardır.
Gerçeklik vardır (gerçi bu bazı filozoflarca hala tartışılmaktadır) ve doğrular tamamen sübjektifken gerçeklik objektiftir. Bir taşı alıp bıraktığınızda düşecektir, çünkü yerçekimi objektif bir güçtür, gerçektir. Doğru herhangi başka bir kaynaktan değil, gerçeklikten yola çıkar.
Doğrunun öznelliği, otoriterlerin çok rahatsız olduğu bir durumdur. Çünkü bu devrimci bir kavram, eğer doğru öznelse, bu toplumun çatısının yıkılacağı anlamına gelir. Hukuk, din, Devlet bunların hepsi, bazılarının Doğru diye iddia ettiklerinin arkasında aslında güç ve baskı olduğunu fark ettiğinizde çökecektir. Güç söz konusu olduğunda; gerçekte efsaneler, yalanlar ve batıl inançlar bütünü olan Doğru gündeme gelir.
Anarşistler doğrunun öznel olduğunu savunurlar. Bu savunu, dogma ve manifestolara karşı çıkışımızın da temelini oluşturuyor. Bazıları buna çabalasa da, hiçbir anarşist, her durumu, çelişkiyi veya etkileşimi açıklayacak yüce bir manifestoyla kendini ifade etme yolunu seçmemelidir.
Serbest düşünme, sonsuz Doğrunun yokluğunda güvenilecek tek metodolojidir. Bu metodoloji, başkasının sizin dünyanızı sizin için tanımlamasını değil, kendiniz için neyin ne olup olamayacağını düşünüp değerlendirmenizi gerektirir ve bu tarz düşünmenin değeri güçte değil, mantıkta yatmaktadır.
Otoriterler, tabii ki sadece kendilerinin görebildiği bir objektif ideal olan Doğruya sadık kalırlar. Bu süreçte size düşen Doğruya itaat etmek ya da ona direnmek ve bu karşı çıkıştan dolayı acı çekmektir. Bu nedenle, özgürlüğü el üstünde tutan kapitalist ‘kendi’ mülkünün üzerine “Buraya izinsiz girenler vurulacaktır” yazar ve gece rahat uyur, (Oysa bu uyarıyı yazanın kendisi mülküne sahip olmak için başka insanları vurmuştur) ve tanrıdan korkan hıristiyan, Kutsal Kitaptan ‘ötekini sev’ vaazında bulunurken meşaleye bir cadı koyar.
İdeologlar, asil cümlelerini gaddarca eylemleriyle daima ayaklar altına alırlar. Anarşistler bunun bir parçası olmaya ihtiyaç duymazlar. Onları ve onların Doğrularını reddediyoruz.

Öyleyse herşey anarşizme uyar mı?
Anarşizmin Doğruya karşı çıkışı, anarşizmin hiçbir dayanağı olmadığı anlamına mı gelir? Evet ve hayır -gayrı meşru otoriteye zarar veren anarşisttir, vermeyense değildir. Bu metodolojimizin, ayrıcalıklı ve güçlüye direnişimizin de temelidir.
Baskı olmadığında (örneğin, serbest ortaklıklar) meşru olan tek otorite özgürce kabul edilendir. Bu birçok sıradışı aktiviteye açık kapı bırakır ve anarşizme her şeyin uyduğu “görüntüsünü” yaratır. Özgür karar alabilme, yalnızca toplumun üyelerinin uyumlu çalışmalarıyla ve örgütlenmeleriyle sağlanabilir.
Bundan dolayı, yaşamtarzcıları reddediyoruz. Çünkü onların aradıkları narsistik bir otonomi ve bu birleşik parçalardan oluşan toplumumuzda imkansız ve hiç de anarşistçe değil, çünkü içe dönüklük adına dayanışmayı yok ediyor, sınıf mücadelesini ve örgütlenmesini küçümsüyor.
Yaşamtarzcılığa karşı çıkışımızın metodolojik temeli, yaşamtarzcı da dahil olmak üzere kimseyi özgürleştirmiyor olması ve bu yüzden de gayrı meşru otoriteye karşı hiçbir tehdit oluşturmamasıdır. “Geçici otonom bölgeler”, baskının başlıca kaynağı Devleti itiraz kabul etmez, dokunulmaz ve bozulmaz olarak gördüğü için pek de gerçekçi sayılmaz.
Yaşamtarzcılık, ideolojiye karşı olan itirazlarında haklı olsa da, bu yanlış bir metot. Toplumsal anarşist, yaşamtarzcılarla tartışmak yerine onları soytarılıklarıyla baş başa bırakmalıdır. Toplumsal anarşistin hedefi onların yaşamtarzlarıyla dalga geçmek yerine etkili bir şekilde örgütlenmek olmalıdır.
Anarşizm, başta örgütlenme ve eylem olmak üzere gözlem ve düşünceyi gerektiren rasyonel bir kuram ve felsefedir.

Tümden gelimci ve tümevarımcı anarşistler
Karşılaştırma ve mantıktan bahsederken ayrıntıyla incelenmesi gereken bir diğer konu da ideolojik anarşisti metodik anarşistten ayıran tümdengelim ve tümevarım konularıdır.
Tümdengelim, bir öncülden yola çıkarak açıklama yaptığınızda söz konusudur. Örneğin, “Ben bir anarşistim, bu nedenle her yaptığım anarşistçedir” dersem eğer. Kendi anarşizmimin doğruluğunu açıklarken tümdengelimi seçmiş oluyorum. Yaptıklarımdan herhangi bir şeyin anarşistçe olmadığını söyleyen biri olursa onu “Hayır, yanılıyorsun. Ben bir Anarşistim ve Anarşizmin ne olduğunu biliyorum ve benim yaptığım da Anarşizm. Benimle aynı fikri benimle paylaşmadığına ve ben bir Anarşist olduğuma göre sen de bir otoriter olmalısın, yani benim düşmanımsın” şeklinde cevaplarım.
Sorun açık mı? Bu tarz tümdengelimci ideoloji sadece Anarşizmle sınırlı değil. Aslında bu en çok insanların kendi söylediklerini uygulamadıkları otoriter ideolojilerde yaygın. anarşizm ise, tümdengelimi serbest düşünmeyi önlediği için ölümcül kabul eder. Tümevarımcı anarşizm, neyi niçin yaptığınıza bakar ve anarşist olup olmadığınızı bu temelde değerlendirir.
Gayrı meşru otoriteye karşı mücadele eden herkes anarşist değildir, zaten mesele de bu değil. Tümevarımcı anarşizme göre birinin anarşist olup olmadığının ölçütü iddia ettikleri değil, yaptıklarıdır.
Bu ayrım çok önemli, çünkü anarşist hareketin içine sinsice nüfuz eden otoriter öncü yanlılarına karşı hazırlıklı olmanızı sağlar. Bakunin’in Marx’a karşı çıkarken fark ettiği de buydu. Marx ve ekibi sosyalizm için uğraştıklarını “söylediler” ve programlarının sosyalizmi temelini sarsmasına, hatta çökertmesine rağmen, kendi programlarına herkesin destek vermesini istediler.
Aynı risk anarşizm için de söz konusu. Tümdengelimci Anarşizm kolaylıkla hareketin içindeki otoriter fırsatçılara yüzünü dönebilir (ve bunlara itiraz da pek mümkün değildir, çünkü bu tarz örgütlenmeler ideolojik uygunluk adına farklı düşüncelere sıcak bakmazlar). Bu da fırsatçıların kendi grupları içinde dahi eleştirilemeyeceği anlamına gelir.
Tümevarımcı veya metodolojik anarşizme ise ihanet etmek o kadar kolay değildir; bir dengesizlik ortaya çıktığında bunu size bir başkası söylemez, kendiniz değerlendirir ve kendi açıklamanızı yaparsınız.
Tümdengelimci Anarşistler (öğrenip, ezberleyip sonunda da itaat etmeniz için ürettikleri) manifesto, platform, broşür ve doktrinlere düşkündürler. Sizi olabildiğince değiştirip dönüştürdüklerinde, Anarşinin mümkün olabileceğini düşünürler. Saydığımız bütün bu çabaları da sizin henüz hazır olmadığınızı varsaydıkları içindir.
Tümevarımcı anarşistler, hiçbir manifestonun ya da doktrinin insanların tüm hayallerini, umutlarını ve isteklerini kapsayamayacağını düşündüklerinden bu fikirleri anlamsız ve gülünç bulurlar. Dahası, bugünün insanlarının, anarşist düşünceyi anlayabileceğini ve bunları pratiğe dökebileceğini ileri sürüyoruz, sadece insan olmaları bunun için yeterli.
İnsanlar sınırlandırılmayı ve emredilmeyi sevmezler. Eğer sevselerdi, güç sahipleri sizi aslında bir köleyken, özgür olduğunuza inandırmak için bunca zaman, enerji ve para harcamazlardı. Bu aşamada anarşistin rolü yalnızca o ilk fark edişi yaratmak ve otoriteyi zayıflatıp ona zarar veren örgütlenme metotlarını hayata geçirerek sürecin kendi işlerliğini sağlamasına vesile olmaktır.
Tam tersine, Anarşist, sadece kendi kabilelerinin gördüğü Doğruya güvenileceğini düşündüğünden daha aktif ve öncü bir rol ister. Onlar sahne arkasından her şeyi yoluna koyan gölge rehberlerdir, çünkü sizler kendi işinizi göremeyecek denli zavallısınızdır.
Radikal solun işçi sınıfıyla ilgisiz, gerici, ırkçı, cinsiyetçi olduklarını iddia ederek ciddiye almamasının sebebi de bu yaklaşımdır. İşçi sınıfı binlerce hastalık taşır! Sizi, onların liderliğine ve talimatlarına muhtaç, yetersiz bir topluluk olarak görürler.
Bir anarşist olarak, bu yaklaşımın anlamsız olduğunu düşünüyorum. Doktrin aşılanmış insanlar özgür değillerdir ve özgürlükçü olmayan metotlar kullanarak anarşist (özgür) bir toplum yaratmak imkansızdır.

Peki asıl konu nedir?
Aslında önemli olan sadece iki konu var
1- Çalışanlar arasında dayanışmayı örgütlemek
2- Doğrudan ve genel bir hareketi teşvik etmek. Bu anarşistlerin amacıdır, ya da amaçları olmalıdır. Bizim amacımız diğer insanlara nasıl düşüneceklerini veya davranacaklarını öğretmek değildir, bu onların meselesidir, bizim değil.
Anarşistler, ‘dünyanın geri kalanı (benim gibi) Anarşist olsaydı, her şey yolunda olurdu’ derken kendilerini anarşik saflığın bütünü olarak görürler. Bu düşüncenin kökeni Marksizm’e dayanır ve aşırı derecede öncü fikirler taşır.
En önemlisi anarşizmin metodolojisidir, çünkü kelimeler ve doktrinlerin boş ve anlamsız olması durumunda -aleni zorbalıklar kullanılıp size çok doğru ve şirin gösterilmeye çalışılsa da- kişinin kendi kararını vermesi çok kolaydır. Amerika “demokrasi ve özgürlük” adına insanları bombalıyor ve demokratik bir şekilde seçilmiş liderlere suikastlar düzenliyor. Sizden istedikleri demokrasinin metodolojisini değil, Amerikan İdeolojisini benimseniz!
Amerikan yönetimi metodolojik açıdan incelediğinizde uygulamalarının demokrasi, özgürlük, genel kabul ve temsil edilme hakkıyla hiç de uyuşmadığını kolayca fark edebilirsiniz, fakat bu kavramlar iktidardaki elitler tarafından mide bulandırıcı sıklıkta kullanıldı.
Lenin, Bolşevikler için destek bulmaya çalışırken, işçilerin istediğinin genel bir oto-idare olduğunu bildiğinden partisinin “Tüm iktidar Sovyetlere” sloganını kullandı. İşçiler Lenin ve Troçki’ye inanmışlardı, fakat iktidara geldiklerinde gerçek yüzlerini gösterdiler ve kendilerine karşı olan bütün Sovyetleri ortadan kaldırdılar. “Tüm iktidar Sovyetlere” sloganı kısa zamanda “Tüm iktidar Bolşeviklere” (yani Devlete) şekline büründü. Komünist Parti komünizmi yok etti, çünkü komünizm onların iktidar alanını tehdit ediyordu.
anarşistin tek yapması gereken, özgürlükçü toplumsal devrimin gerçekleşmesinin araçlarını göstermektir; yani yol haritasından ziyade bir alet çantası hazırlamak. Bu strateji diğerine nazaran çok daha anarşistçe, çünkü bireyi olması gereken yerde bırakıyor; sokakta, çarşıda, dersliklerde -bireylerin gayrı meşru otoriteye karşı bir araya gelip mücadele edebileceği her yerde…

Dave Neal
kara mecmuA

]]>
Anarşistler ne çeşit örgütlenmeler inşa ederler? http://anarsistfaaliyet.org/anarsi/anarsistler-ne-cesit-orgutlenmeler-insa-ederler/ Thu, 19 Mar 2009 16:45:14 +0000 http://anarsistfaaliyet.org/?p=2910 Anarşistler ne çeşit örgütlenmeler inşa ederler?

Kara Kızıl Notlar 2. sayısında yayımlanmıştır.
Kapitalizme karşı mücadelede “otoriterlik” ve iktidarın merkezileşmesi konuları hakkında özel bir duyarlılık geliştirmiş olan anarşizm için örgütlenme çok sorunlu bir konudur. Bu yazı, özgürlükçü bakış açısından genel bir örgütlenmenin sahip olması gereken ilkelere değiniyor ve anarşistlerin inşa ettikleri çeşitli örgütlenme biçimlerini anlatıyor. Bu noktada metnin, yine anarşizm içindeki bir örgütlenme ve strateji anlayışı olan anarko-sendikalizm ile ilgili olan bölümlerine yer vermediğimizin ve bu anlamda tartışmanın bu şekliyle aslında eksik kaldığının altı çizilmeli. Bunun sebebi hem yer darlığı, hem de anarko-sendikalizme ayrıca oldukça ayrıntılı bir şekilde değinmeyi planlamamız.
Anarşistler, örgüt kurmanın ne kadar önemli olduğunun farkındadırlar. Örgüt, ona dahil bireylerin güçlerini ve etkinliklerini arttırmalarını sağlar. Örgüt üyelerinin fikirlerinin, umutlarının ve hayallerinin gerçeğe dönüşmesi için bir araç vazifesi görür. Bu, anarşist mesajı iletme işi için ne kadar doğruysa; bir ev inşa etmek, bir hastane işletmek veya yiyecek gibi şeyleri üretmek için de o kadar doğrudur. Anarşistler iki çeşit örgütlenmeyi desteklerler; anarşist örgütlenmeler ve sendikalar, kooperatifler ve halk meclisleri gibi sadece anarşistlerden oluşmayan genel örgütler. “Sıkça Sorulan Sorular” ın (“Frequently Asked Questions” adlı, anarşizm hakkındaki sıkça sorulan soruları cevaplamaya çalışan internet sitesi) bu bölümünde, bu iki çeşit örgütlenmeden ilkinin, yani açıkça anarşist olan örgütlenmelerin türlerini, doğasını ve görevlerini tartışacağız.
Bu iki örgütlenme türü de konfederalizm, adem-i merkeziyetçilik, öz-yönetim ve tabandan karar alma gibi anarşist ilkeleri paylaşırlar. Bu tip örgütlenmelerde üyeler, örgütün idaresinde belirleyici rol oynar ve gücün kendi ellerinde kalmasını güvence altına alırlar. Onlar insanların özgüvene sahip olduklarında, kendileri için harekete geçtiklerinde ve kendi hayatlarını doğrudan kontrol ettiklerinde elde edilen güce ve yaratıcı faydaya dair anarşist görüşü ifade ederler. Anarşistler insanların (bireysel ve kolektif olarak) kendi ilişkilerini idare etmeleri ve buna hem hakları hem de kabiliyetleri olduğu konusunda ısrar ederler. Ancak bu şekilde örgütlenerek yeni bir dünya yaratabiliriz, tüm insanlığa ve tekil bireylere layık bir dünya. Anarşist örgütlenme tüm formlarıyla “eskinin kabuğunda yeni bir dünya kurulmasını” öneren anarşist talebi ve bireye yetki vermeyi yansıtır. Bizler toplumu nasıl değiştireceğimizin mühim olmadığını söyleyen temel bir fikri reddediyoruz. Gerçeklerden kaçamayız. Hepimiz, yaşamlarımızdaki sosyal ilişkilerin ve etkilerinin birer ürünleriyiz, bu felsefi materyalizmin en temel ana düşüncesidir. Aynı şekilde örgütlerimizin yapıları da bizi etkiler, dönüştürür. Eğer ki örgüt merkezileştirilir ve hiyerarşik olursa (herhangi bir memurun veya liderin sözde demokratik kontrolü) onun parçası olan bireyler, tüm hiyerarşik örgütlerde olduğu gibi, kendi hayatlarını kontrol edebilme kapasitelerinin, kendi yaratıcı düşüncelerinin ve tasavvurlarının yukarıdan gelen komutların sürekli yağışı altında kemirildiğini görürler. Bu, en tepede olanların iktidara dair hak iddialarını meşrulaştırırken, alt tabakanın öz-yönetim kapasitelerini otoriter sosyal ilişkiler yoluyla zayıflatır. Bu yüzden anarşist örgütlerin herkese en yüksek güçte katılım hakkı verecek şekilde inşa edilmeleri gerekir. Böyle bir katılım özgür bir örgüt için en önemli şeydir. Malatesta’nın da iddia ettiği gibi;
“Aslolan insandır, bireydir. Toplum veya topluluk… eğer ki içi boş bir soyutlama değil ise bireylerden ibaret olmak zorundadır. Tüm düşünceler ve edimler kökenlerini kaçınılmaz olarak bireyin kendisinden alırlar ve diğer bireyler tarafından kabul edildiklerinde veya edilmeye başlandıklarında bunlar kolektif düşünceler ve hareketler haline gelirler. Sosyal edim, bundan dolayı, bireysel inisiyatiflerin ne hükümsüzlüğü ne de tamamlayıcısıdır, fakat toplumu meydana getiren tüm bireylerin düşüncelerinin ve eylemlerinin, yani inisiyatiflerinin bir sonucudur. “[Anarchy, p. 36] Anarşist örgütlenmeler bireysel inisiyatiflerin ifadesinin ve gelişiminin önünün açılması için varlardır. Bireyin bu şekilde yetkilendirilmesi ve iktidar kılınması, canlı bir dayanışmanın yaratılması için hayati bir noktadır, çünkü koyunlar dayanışamazlar, onların tek yapabildiği çobanı izlemektir. Bundan dolayı, “amaçlarını gerçekleştirmek için anarşist örgütler, oluşumları ve hareketleri içerisinde, anarşizmin ilkeleriyle uyum içinde olmalıdırlar. Yani bireylerin özgür eylemleri ile işbirliğinin gerekliliği ve keyfini harmanlamayı bilmelidirler. Bu şekilde örgütün üyeleri bilinçlerini ve inisiyatiflerini geliştirmek için fırsat kazanır, kendileri için bir eğitim aracı geliştirmiş olur ve arzuladığımız bir gelecek için manevi ve maddi bir hazırlık yapmaya koyulmuş olur…” [Errico Malatesta, The Anarchist Revolution, p. 95]
Bunlardan anlaşılacağı gibi, anarşist örgütler anarşistlerin arzuladıkları toplumu yansıtır. Bizler şu tuhaf marksist leninist iddiaya, kurduğumuz örgütlülüğün biçiminin önemsiz olduğu, bundan dolayı emekçi sınıfın lideri olmayı amaçlayan güçlü merkezi partiler kurulması gerektiği iddiasına karşıyız. Bu örgütler ne kadar demokratik olursa olsunlar, bunlar kafa ve kol emeği arasındaki kapitalist iş bölümünü ve seçilmiş elitler adına kendimizi yönetme kabiliyetinden feragat etmeyi öğütleyen liberal ideolojiyi yansıtıyorlar. Başka bir deyişle, bizim tam da karşı olduğumuz bir toplum anlayışını temsil ediyor ve aynı sorunları bizi kapitalizme direnmek için harekete geçirmeye çalışan anti-kapitalist örgütlerde yeniden üretmiş oluyorlar. Bundan dolayı anarşistler marksist partiyi, “diğer bir devletçi biçim olarak görürler. Öyle ki marksist parti iktidarı ele geçirmeyi başardığında, bir insanın diğeri üzerindeki iktidarını, liderin hükmettikleri üzerindeki otoritesini korumaya devam edecektir. marksist parti karşı olduğunu iddia ettiği toplumun tam da kendisinin ikiz görüntüsüdür; yani devrimci kampların, burjuva değerleri, yöntemleri ve yapıları tarafından istilasıdır. [The Spanish Anarchists, pp. 179-80] Rus devriminin tarihinde de gördüğümüz gibi, işçilerinin özyönetiminin, sovyet demokrasisinin ve son olarak da parti içi demokrasinin altını oyarak liderliği ele geçiren Bolşeviklerin yaptığı da tam da buydu. Elbette, anarşist (yani materyalist) bir bakış açısından bu büyük ölçüde öngörülebilir bir şeydi — zira, “olgular fikirlerden önce gelir; evet, Proudhon’ un dediği gibi ideal, kökleri varlığın maddi koşullarında olan bir çiçekten başka bir şey değildir.” [Bakunin, God and the State, p.9] – ve bu yüzden hiyerarşik partilerin hiyerarşik bir toplumun süre gitmesini sağlamış olması hiç de şaşırtıcı değildir. Birinci Enternasyonel’in liberter kanadı tarafından çıkarılan Sonviller Circular dergisinin sözleriyle:
“Otoriter bir örgütün eitlikçi ve özgür bir toplum kurmasn nasl bekleyebiliriz ki? Bu imkânsz bir ey.” Şunu vurgulamalıyız ki, anarşistler örgütlenmeye ve anarşistlerin örgütlenmesine karşı değildirler (anarşistlerin genel olarak parti terimini kullanmamalarının sebebi kavramın devletçi ve hiyerarşik çağrışımları yüzündendir). Murray Bookchin bu meseleyi şu şekilde bir açıklığa kavuşturur: “Burada söz konusu olan gerçek soru, örgütsüzlüğe karşı örgütlülük mü sorusu değil, ondan ziyade, ne türde bir örgütlenme sorusudur… anarşist örgütler… aşağıdan yükselen organik gelişimlerdir… onlar sosyal hareketlerdir, yaratıcı bir devrimci hayat tarzıyla, yaratıcı bir devrimci teoriyi birleştirirler… Ulaşmaya çalıştıkları o özgürlükçü toplumu mümkün olduğu kadar yansıtmaya çalışırlar… ve kardeşler arasındaki samimi gruplar -uyum grupları- çerçevesinde kurulurlar. … gruplar arasında eşgüdümlü bir şekilde.. disiplin, planlama ve eylemde birlik … inançlarımız ve anlayışlarımızla beslenen bir öz-disiplin aracılığıyla… gönüllülük esasıyla sağlanır.” [Post-Scarcity Anarchism, pp. 214-215]
Aşağıdaki bölümlerde anarşist örgütün doğasını ve rolünü tartışacağız. Anarşistler, Situasyonist (Durumcu) Guy Debort’un şu sözlerine tamamen katılacaklardır: “devrimci örgütler amaçlarının insanları uzman liderlerin konuşmalarını dinler hale getirmek olmadığını, ama kendileri adına konuşur hale getirmek olduğunu her zaman anımsamalıdırlar” ve buna göre gruplarını organize etmelidirler.
Birinci bölüm anarşist örgütlerin temel yapı taşı olan “uyum grupları”nı ele alıyor. Sonraki bölümlerde ise mesajımızın ve etkimizin yayılması için kurduğumuz uyum grubu federasyonlarının temel biçimleri tartışılıyor. Ondan sonraki bölüm, anarşist bir toplumu kurma mücadelemizde bu örgütlerin oynadığı rolü ele alıyor. Fikirlerin gücünü küçümsememeliyiz, zira “eğer ki bir fikriniz varsa, onu bir milyon kişiyle paylaşırsanız, bu süreçte hiçbir şeyi kaybetmezsiniz ve fikir ne kadar çok propaganda edilirse o kadar güç ve etki kazanır” [The Anarchist Revolution, p. 46]. Bireylerin ve gerekli olan toplumsal değişimin ihtiyaçlarını yansıtan, doğru yer ve doğru zamanda ortaya atılan bir düşünce, o düşünceye sahip olanlarda ve onların içinde yaşadıkları toplumda dönüştürücü bir etki yaratabilir. Anarşistlerin mesajlarını yaymak için kurdukları örgütlerin bunca önemli olmasının sebebi tam da budur.
Anarşist örgütler bu yüzden toplumsal mücadeleyi fikir ve önerileriyle zenginleştirmeyi, ama daha da önemlisi fikri pratik deneyim ve etkinlikle zenginleştirmeyi hedeflerler. Bir başka deyişle, iki yönlü bir süreci, yaşamın teoriyi beslemesini ve teorinin yaşamı dönüştürmesini hedeflerler. Bu toplumsal dinamiği yaratmak ve geliştirmek için kullanılacak araç, anarşist örgütün altında yatan anlamdır ve örgütün rolü bu anlamı yansıtır.
1.Uyum grupları nedir?
yum grupları anarşistlerin anarşist düşünceyi yaymak için kurdukları temel örgütlerdir. “Uyum grubu” terimi İspanya’daki F.A.I.’den (İberya Anarşist Federasyonu) gelir ve İspanyalı anarşistler tarafından mücadele içinde geliştirilmiş olan bir örgütlenme biçimine gönderme yapar. “Grupo de afinidad” teriminin tercümesidir. Basitçe, propaganda yaparak, kampanya düzenleyerek veya düzenlenenlere katılarak, düşüncelerini parçası oldukları (sendikalar gibi) kitle örgütlerinde ve mahallelerinde yayarak anarşizmin yaygınlaşmasına uğraş veren anarşistlerin oluşturduğu (genelde küçük olan) bir gruptur. Liderlik kurmayı değil, toplumsal hareketlerde katalizör olmayı amaçlar.
Bunun sebebi basittir: “Özgürleştirici bir devrimi gerçekleştirmeyi hedefleyen bir hareket özgürleştirici ve devrimci yöntemler geliştirmelidir. Yani hareket, ulaşmaya çalıştığı özgür toplumu yansıtmalıdır, devirmeye çalıştığı baskıcı toplumu değil. Eğer bir hareket, dayanışma ve karşılıklı yardımlaşmanın birleştirdiği bir dünya kurmayı hedefliyorsa, bu ilkelere bağlı kalmalıdır; eğer ademi merkeziyetçi, devletsiz, otoriter olmayan bir toplumu hedefliyorsa, kendisini bu hedeflere uyumlu bir şekilde yapılandırmalıdır” [The Spanish Anarchists (İspanyol Anarşistleri), p. 180] Anarşist (anti-otoriter) bir örgütlenmenin hedefi topluluk hissini ve kişinin (grubun) kendi yeteneklerine olan güvenini geliştirmek, grubun ortak ihtiyaçlarının ve kararlarının belirlenmesine, bu kararların yürürlüğe konmasına ve idaresine herkesin dahil olabilmesini sağlamaktır. Böyle bir örgütlenme bireylerin kendi yaşamlarını idare edebilecek ve bireysel ya da ortak ihtiyaç ve isteklerin elde edilmesine yönelik doğrudan eylemleri hayata geçirebilecek bir durumda olmalarını sağlamalıdır.
Anarşist örgütlenme tüm katılımcılarını yetkili (yetkin) kılmak, “bütünlüklü” ya da tam bireyler oluşturmak, (soyut “bireyciliği” değil) bireyselliği ve dayanışmayı teşvik etmekle uğraşır. Yapının “tabanındaki” herkesi yetkili kılan aşağıdan yukarıya yürüyen kolektif karar alma biçimini sahiplenir ve sadece eşgüdüm (koordinasyon) işini üstlenmeleri ve (üyeler adına karar almaları için değil) üyelerinin kararlarını uygulamaları için kimi bireylere yetki verir. Bu şekilde azınlığın inisiyatifi ve iktidarı (hükümet), herkesin inisiyatifi ve iktidarı (anarşi) ile yer değiştirmiş olur.
Uyum grupları bu amaçları gerçekleştirmek için vardır ve bunları cesaretlendirecek şekilde kurulmuşlardır.
Yerel uyum grupları anarşistlerin mahalledeki, işyerindeki, toplumsal hareketler içindeki etkinliklerini koordine ettikleri araçtır. Bu gruplar içinde fikirlerini, politikalarını ve planlarını tartışır, bildiriler yazar ve başka türlü propaganda işlerini örgütler, sendikalar gibi daha geniş örgütlerde nasıl çalışacaklarını, stratejilerinin uzun dönemli plan ve hedeflerine nasıl uygun hale getirileceğini tartışırlar. Bu, anarşistlerin birbirleriyle fikri olarak uzlaşmalarının, birbirlerinin kaynaklarından faydalanmalarının ve mesajlarını birbirlerine iletebilmelerinin kolay bir yoludur. Başka amaçlar ve etkinlikler için de uyum grupları oluşturulabilir (örn. işyeri uyum grubu, mahalle uyum grubu, anarko-feminist uyum grubu aynı bölgede kimi örtüşen üyelerle faaliyetlerini sürdürebilir). Bu politik etkinliklerin yanında, uyum grubu terimi aynı zamanda “eğitimin öneminin ve anarşist ilkelere uygun yaşamanın – insanlara kendilerini yeniden tanımlamaları için gerekli olan alanı sağlayacak bir muhalif-toplumsallığı yaratmanın da ihtiyacını” [Bookchin, a.g.e.] vurgular. Başka bir deyişle, uyum grubu her yönüyle yeni bir toplumun tohumu olmalıdır.
Bu basit uyum grupları kendi başlarına yeterli değildir. Çoğu anarşist yerel grupların birbirleriyle bir konfederasyon çatısı altında çalışmalarını gerekli görür. Bu işbirliğinin amacı kaynakların daha verimli kullanımı, aynı şeyin farklı gruplarca uğraşılarak yeni baştan yapılmasını engellemek, başka bir deyişle federasyonun parçası olan birey ve gruplar için seçeneklerin çoğaltılmasıdır. Böyle bir federasyon şu ilkeye dayanacaktır: “bireylerin ve grupların tam özerkliği, tam bağımsızlığı ve bu yüzden de tam sorumluluğu; ortak bir amaç için birleşmenin faydalı olduğuna inanan kişiler arasındaki özgür uyum; taahhüt edilen vaatleri yerine getirmenin ve kabul edilmiş programla çelişen hiçbir şey yapmamanın ahlaki sorumluluğu. Örgüte hayat verecek olan pratik yapılar ve doğru araçlar bu ilkelere göre inşa edilmeli ve tasarlanmalıdır.” [Errico Malatesta, The Anarchist Revolution, p. 101]
Bu yüzden uyum grupları spesifik amaçlar ve etkinlikler için birleşmiş anarşistlerin özyönetimli, özerk gruplardır. Bu gruplar anarşistlerin eylemlerini koordine etmelerinin ve bireysel özgürlük ve iradi işbirliği mesajlarını yaymanın önemli bir yoludur. Esas olarak bu uyum grupları rolü toplumsal hareketlere ve mücadelelere insanları anarşist fikre kazanmak için müdahale etmek ve bu şekilde bu mücadeleleri salt adaletsizliğe karşı bir mücadele olmaktan çıkarıp, özgür bir toplumu hedefleyen mücadeleler haline getirmeye çalışmaktır.
Bu propaganda, ajitasyon, politik tartışma ve gelişim sürecini güçlendirmek için anarşistler uyum gruplarının federasyonunu örgütlerler. Federasyonlar esas olarak üç şekilde olabilir, sentezci federasyonlar, Platformist federasyonlar ve sınıf mücadelesi grupları. Bu federasyon tiplerinin birbirini dışlayan nitelikler olmadıklarını not düşelim, örneğin sentezci bir federasyon içinde sınıf mücadelesi ve platformist grupları barındırabilir (ancak aşağıda geleceğimiz gibi platformist federasyonlar sentezci gruplar içermezler). Ayrıca hiçbir federasyonun bunlardan birinin saf ifadesi olmayacağını vurgulamak gerekir. Sentezci gruplar, sınıf mücadelesi gruplarıyla birleşir, platformist gruplar Platform’a tamamen bağlı kalmazlar. Her bir eğilimi onun esas niteliklerini göstermek için birbirlerinden yalıtarak izah edeceğiz. Gerçekte, eğer uysa bile pek az federasyon izah ettiğimiz tiplere tamamen uyacaktır. Son olarak “sınıf mücadelesi” anarşist grubu teriminin, sentezci ya da platformist grupların sınıf mücadelesini savunmadıkları anlamına gelmediğinin altını çizelim. “Sınıf mücadelesi” örgütünü bir terim olarak kullanıyoruz.
Tüm bu örgütlenme biçimleri temel olarak anarşist grupların özgürlükçü bir şekilde örgütlenmesidir. Bunun sebebi anarşistlerin kapitalizmin altında mümkün olabildiği kadarıyla geleceğin ilkelerine göre yaşamaya çalışmaları ve iktidarın aşağıdan yukarı değil de yukarıdan aşağı biçimde kullanıldığı karşılıklı yardımlaşmaya ve kardeşliğe dayalı örgütler kurmaya çalışmalarıdır.
Anarşistlerin karmaşık bir konu olan örgütlenme sorununu tek bir örgüte indirgemedikleri vurgulanmalı. Bunun yerine anarşistler anarşizm içindeki farklı eğilimlerin farklı politik örgütlerde ifade bulmasının hayra alamet olduğunu düşünürler. Bundan sonraki dört bölümde yapmaya çalışacağımız şey, anarşist örgütlenmeye dair farklı perspektiflerin genel bir resmini çizmektir. Ancak bu federasyonların rolü mücadeleye katkı sunmaktır, iktidarı hedefleyen yeni bir liderlik oluşturmak değil.
2.Sentezci federasyon nedir?
Sentezci grup adını Rus anarşist Voline ve Fransız anarşist Sebastien Faure’den almıştır. Voline 1924’te “anarşist senteze” çağrı yapan bir metin yayımlamıştır ve Faure’nin Encyclopedie Anarchiste’sindeki (Anarşist Ansiklopedi) aynı konuyla ilgili bir makalesi vardır. Ancak bu anlayışın kökleri Rus devrimine ve 1918’de kurulmuş olan Nabat federasyonuna (ya da Ukrayna’nın Anarşist Örgütlerine) uzanmaktadır. Nabat’ın amacı şuydu: “anarşizmin tüm yaşam güçlerini örgütlemek; onları anarşistlerin ciddi bir şekilde arzuladıkları ortak bir çabanın yani bir süreç olarak görülen, örgütlü kitleler için yeni bir toplumsal varoluş biçimini kuracak olan toplumsal devrimin etkin bir parçası olma çabasının etrafında biraraya getirmek.” [No Gods, No Masters, vol. 2, p. 117]
Sentezci örgüt tüm anarşistleri bir federasyonun altında birleştirmeyi hedefler, çünkü Nabat’ın sözleriyle “tüm anarşist düşünce okulları sağlamdır ve geçerlidir. Tüm eğilimleri hesaba katmalı ve kabul etmeliyiz.” [şurada alıntılanmıştır: “The Reply (Cevap)” Constructive Anarchism (Yapıcı Anarşizm), p. 32] Sentezci örgüt farklı anarşistlerin “belli iddialar ve tavırlar çerçevesinde, federasyon temelinde planlı, örgütlü kolektif çabanın gerekliliğinin bilinciyle birleşmelerini” hedefler [a.g.e.]. Bu temel tavırlara ve iddialara örgüt üyelerinin bakış açılarının bir sentezi yoluyla varılır, ancak her eğilim kendi fikirleri temelinde ortaklaşmaya federasyon ilkesinin gereği olarak özgürdür.
Sentezci yaklaşımın bir örneğini sunmak için ilkin anarşizme dair şu üç farklı iddiayı ele alalım: Anarşizm bir sınıflar teorisidir (platform ve başkaları tarafından da kabul edildiği gibi), anarşizm tüm insanlar için olan insancıl bir teoridir (bu iddianın savunucuları kimi yerlerde sınıf temelli görüşü savunanları marksizme yakın olmakla itham ederler), anarşizmin sadece bireylerle ilgilidir (özsel olarak bireycidir ve insanlık ya da sınıflarla hiçbir ilişkisi yoktur). Bu yaklaşımların sentezi şöyle olacaktır:
“Bir senteze varmalı ve anarşizmin sınıfsal öğeler, hümanizm ve bireyci ilkeler içerdiğini vurgulamalıyız … Sınıfsal öğesi her şeyden önce kurtuluş kavgasının aracıdır; insancıl (hümaniteryen) niteliği onun ahlaki yönü ve toplumun temeli; bireyciliği de insanlığın amacıdır.” [a.g.e.]
Görüldüğü gibi sentezci eğilim tüm anarşistleri (bireyci, mutualist (karşılıkçı), sendikalist ya da komünist) tek bir federasyon altında birleştirmeyi hedefler. Bu sebepten sentezci görüş “kapsayıcıdır” ve bariz şekilde pek çok anarşist tarafından yeğlenen “sıfatsız anarşizm” yaklaşımıyla benzerlik taşır. Ancak pratikteki pek çok sentezci örgüt daha dışlayıcıdır (örn. Fransız Anarşist Federasyonu’nu gibi tüm toplumsal anarşistleri örgütlemeyi hedefleyebilir). Bunun anlamı sentezciliğin genel tavrıyla, gerçekteki kullanımının farklı olabileceğidir.
Sentezin ardındaki temel fikir anarşizmin (1920ler Fransa’sı ya da devrim dönemi Rusya’sı da dahil olmak üzere çoğu ülkede, çoğu zaman olduğu gibi) üç temel eğilim halinde parçalanmış oluşudur: komünist anarşizm, anarko-sendikalizm ve bireyci anarşizm. Bu bölünme anarşist harekete ciddi zarar verebilir, çünkü “niye benim anarşizmim en doğrusu” üzerine söylenecek pek çok (ve genellikle ağdalı) argüman ve yapılacak uzun münakaşalar ortak düşman olan devlet, kapitalizm ve otoriteye karşı beraber mücadele vermenin önünü tıkayacaktır. Sentezci federasyonlar anarşizm içindeki ortak paydalar üzerine anlaşmaya ve bu temel üzerine federasyon için bir minimum program yaratmayı savunur. Bu sentezci federasyon altındaki kimi örgütlerin “kimi noktalarda ideolojik ve taktik birlik” sağlamalarına olanak tanır. [a.g.e., s 35]
Aynı örgüt altında birleşmenin teknik ve verimlilikle ilgili sebepleri de bulunmaktadır. Zira bu şekilde hareket daha fazla kaynağa sahip olacak ve bu kaynakları kullanımlarını ve etkilerini en üst düzeye çıkarabilecek şekilde koordine edebilecektir. Sentezci federasyon, tüm anarşist gruplar gibi anarşist düşünceyi bir bütün olarak topluma yaymayı hedefler. Kendilerine düşen görevin “kitleleri böyle bir desteğe ihtiyaç duydukları noktalarda desteklemektir … anarşistler ekonomik ve toplumsal kitle örgütlerinin [örneğin sendikalar] üyesidirler. Onlar bütünün bir parçası olarak hareket eder ve plan kurarlar… Kitleler üzerinde üstünlük kurmadan yürütebilecekleri ideolojik, toplumsal ve yaratıcı eylemlilikler için geniş bir eylem alanı önlerinde mevcuttur. Her şeyden önce özgür ve doğal bir şekilde ideolojik ve ahlaki bir etkileşim biçimini kurmaları gerekir … sadece ideolojik destek sunarlar, ama liderlik hedefi gütmeden” [a.g.e. s. 33] Bu anarşist bir grubun rolüne ilişkin ortak bir görüştür. Ve bu sentezci federasyonların genellikler sınıf mücadelesi örgütleri (yani sınıf mücadelesine anarşist bir toplumu yaratmada anahtar bir araç olduğu için ve varolan mücadeleyi daha özgürlükçü ve adil kılmak için katılan ve destek veren örgütler) olduğunu da göstermektedir.
Sentezci federasyonun esas gücü, açıktır ki örgüt içinde birbirinden oldukça farklı olan çeşitli görüşlerin ifade edilmesine izin vermesidir (ki bu politik fikir ve teorilerin düzenli tartışmalar ve konuşmalar yoluyla gelişmesini sağlayabilir). Buna ek olarak bu federasyonlar üyelerine maksimum miktarda kaynağı sağlarlar.
Bu sentezin ilk savunucularının niye şunu iddia ettiklerini açıklar: “anarşist hareketin birliğinin sağlanmasına yönelik ilk adım (ki ciddi bir örgütün oluşmasını sağlayacak olan bu birliktir), olası en açık kolektif çözümü bekleyen bir dizi önemli sorun üzerine yürütülecek kolektif bir çalışmadır… Gerekli olan (felsefi sorunları ve soyut tezleri değil de) somut sorunları tartışmak … ve bunun için ideolojimizin ve taktiklerimizin tam anlamıyla tartışılabilecekleri her ülkede her türlü tabulaşmış konu da dahil olmak üzere tartışılabilmesi için bir yayın çıkarmaktır. Böyle yazılı bir materyale ve sözlü tartışmaya olan ihtiyaç bize bir zorunluluk olarak görünmektedir, çünkü ideolojik birliğe, taktiksel birliğe ve olası bir örgüte varmanın pratik bir yoludur… Sorunlarımızın kapsamlı ve hoşgörülü bir tartışma yoluyla ele alınması … sadece anarşistler arasındaki değil, anarşizmin farklı anlayışları arasında da karşılıklı bir anlayış için temel sağlayacaktır” [a.g.e. s. 35]
Anarşist örgüt için sentez fikri Platform’a karşı çıkanlardan kaynağını alır. Faure ve Voline için de temel fikir aynıydı, yani anarşizm içindeki tarihsel eğilimler (komünist, sendikalist ve bireyci) işbirliğine gitmeli ve aynı örgütte çalışmalıydı. Ancak Voline ve Faure’nin bakış açılarında kimi farklılıklar vardır. Faure bu eğilimleri kendi içlerinde de birer zenginlik olarak görmekte ve her eğilimin aynı federasyon altında yer almakla zenginleşeceğini iddia etmekteydi. Voline’e göre ise bu eğilimlerin ortaya çıkışı tarihsel olarak anarşizmin içkin öğelerinin (ekonomik, toplumsal ve bireysel dünyalar gibi) farklı ortamlarda derinlemesine boy vermesi için gerekliydi. Ancak şimdi bir bütün olarak anarşizme geri dönmenin tam zamanıydı. Bu öyle bir anarşizmdi ki, her eğilimin kendisine sunacağı katkıyla daha da güçlenecekti. Bu tip eğilimler bu anarşizmin içinde çözünecek ve bütüne karışmış olacaklardı. Dahası bu eğilimler her anarşistte çeşitli katmanlarda birlikte var olmaktaydı zaten, bu yüzden tüm anarşistler bu eğilimlerin (hem bireysel hem de örgütsel olarak, örn. örgüt içinde spesifik bir anarko-sendikalist eğilim var olmayacaktı) giderek yok olacağı bir örgüt içinde toplanmalıydı. Sentezci federasyon, grupların ve bireylerin (Federasyonun temel ilkelerine ve Kongre kararlarına uygunluk göstermesi koşuluyla) tam özerkliğine dayanır, tüm farklı eğilimlerin birlikte çalışmasına ve farklılıklarını ortak bir cephede ifade etmelerine olanak tanır. Tüm farklı gruplar federal biçimde örgütlenir, devlete, kapitalizme ve tüm diğer baskı biçimlerine karşı verdikleri mücadelede kaynaklarını paylaşırlar. Bu federal yapı yerel düzeyde (ilçe ya da şehirdeki grupların katıldığı bir “yerel birlik”), bölgesel düzeyde, ulusal ve uluslararası düzeylerde yapılarını oluşturur.
Federasyondaki her grup özerk olduğu için, federasyondaki diğer grupların katılımı olmaksızın (ya da herhangi bir talimat beklemeksizin) bir eylemi (örn. bir kampanya) tartışabilir, planlayabilir ve başlatabilir. Bu nedenle yerel gruplar yerel sorunlara hızlı bir şekilde cevap verebilirler. Bu inisiyatifler eğer yerel grup gerekli görürse federal bir destek görebilir. Federasyon bu tip herhangi bir konuyu gündemine alabilir, eğer ki bu konu federal konferansın gündemine gelir ve diğer gruplar işbirliği yapmayı kabul ederlerse. Dahası her grubun, diğer grupların o işe katılmalarına müdahale etmeksizin, spesifik bir işe katılmama özgürlüğü vardır. Böylece gruplar kendilerini en çok ilgilendiren konulara yoğunlaşabilirler.
Federasyonun program ve politikaları düzenli temsilci toplantılarında ve kongrelerinde kararlaştırılır. Sentezci federasyon, federasyon kongresi tarafından seçilen ve yetkilendirilen kişilerin oluşturduğu “ilişki komiteleri” tarafından “idare edilir”. Bu komitelerin oynayacakları yol sadece idaridir, yani bilginin dağıtımı, örn. örgüt içindeki grup ya da bireylerden gelen öneri ya da önergelerin tüm gruplara iletimi, ya da örgütün mali işlerinin düzenlemesi gibi işler. Bu açıdan bu komitelerdeki kimselerin federasyonun üyesi olan herhangi bir kimseden daha fazla (söz) hakkı yoktur (örn. komite olarak bir önerge veremezler, ancak yerel gruplarının bir üyesi olarak ya da birey olarak bunu yapabilirler). Bu idari komiteler federasyona karşı sorumludur ve her türlü karara ya da görevi bırakma (geri çağrılma) komutuna tabidirler.
Fransız Anarşist Federasyonu sentezci düşünceden etkilenmiş başarılı bir federasyonun iyi bir örneğidir (İtalyan Anarşist Federasyonu gibi). Açıktır ki, sentezci bir federasyonun ne kadar verimli işleyeceği, üyelerinin birbirlerine karşı ne kadar toleranslı (hoşgörülü) olduklarına ve yine üyelerin federasyonlarına ve alınan kararlara karşı ne kadar sorumlu davrandıklarına bağlıdır.
Elbette ki bu sorunlar pek çok başka örgütlenme biçimlerinde de görülmektedir ve sentezci örgüt de istisna değildir. Farklılık, tartışmayı kışkırtması sayesinde bir örgütün güçlenmesine neden olurken; öte yandan da farklılıklar barındıran bir gruplaşma, iş yapılmasını sık sık zorlaştırabilir. Sentezci federasyonu eleştiren platformistler ve diğerleri, bu tip bir federasyonun konuşmaktan başka hiçbir şey yapamayan bir ortama dönüşebileceğini, bu ortamda bırakalım bir programın uygulanabilmesinin, herhangi bir program üzerinde anlaşılmasının bile çok zor olacağını iddia ederler. Örneğin mutualistler ve komünistler örgütlerinin bırakalım araçlarında, amaçlarında nasıl uzlaşabilirler? Biri dönüştürülmüş bir pazar ekonomisi içinde işbirliğini ve devletçilikle kapitalizmin reforme edilerek ortadan kaldırılmasını savunurken, diğeri meta üretiminin sonlandırılmasını, paranın yürürlükten kaldırılmasını amaçlayıp bunun için tek yolun devrim olduğunu savunmaktadır. Sonuç olarak tek yapabilecekleri şu konu üzerinde anlaşıp, öbür konu üzerinde anlaşamamak olacaktır ve bu yüzden her türden ortak program ve eylem bir şekilde sınırlı olacaktır. Gerçekten de Voline ve Faure’nin kimi temel hususları, yani farklı türden anarşizmlerin bahsedilen ortak paydanın ne olduğunu, bu ortak paydaya nasıl ulaşılacağını ve onun neyi kapsayacağını atlamış oldukları iddia edilebilir. Zira bu anlaşılmış ortak anlayış olmaksızın pek çok “sentezci anarşist örgüt”, konuşmaktan başka pek bir şeyin yapılmadığı, herhangi bir toplumsal ya da örgütsel perspektiften yoksun bir birliktelik halini alır ve kısa bir sürede örgüt olmaktan da, anarşist olmaktan da ve Faure ile Voline’in anladığı anlamda sentezci olmaktan da çıkar.
Platform metninin yazarlarını şunları söylemeye iten bu olası uyumsuzluk halidir: “[b]öylesi bir örgüt, ancak her biri anarşist hareketin sorunlarının farklı kavrayışına sahip olan bireylerin mekanik bir topluluğu alacaktır ki, bu topluluk gerçeklikle yüzyüze gelindiğinde kaçınılmaz olarak dağılacaktır.” [Liberter Komünistlerin Örgütlenme Platformu, Türkçesi için bkz. Ukrayna Anarşist Hareketi Mahnovçina, Peter Arşinov, Kaos Yayınları, s.222-223] Platfotm bu sorunu aşabilmek için “teorik ve taktik birliği” önerir, ancak bu terime anarşist çevrelerde geniş ölçüde itiraz edilmiştir. Platform’a karşılık olarak, sentez taraftarları platformist grupların çok küçük, öyle ki sentezci federasyonlardan bile daha küçük olduklarına işaret ederler (örn. Fransız Anarşist Federasyonu’na kıyasla, Fransız Alternative Libertaire grubu ya da İrlanda’daki İşçi Dayanışma Hareketi). Sentez taraftarlarına göre, bu sebepten ötürü Platform, platformistlerin iddialarının aksine daha verimli bir örgüt yaratmaz. Dahası sentez yandaşlarına göre “teorik ve taktik birlik” örgütün küçük kalmasını garantiler, zira farklılıklar, yapıcı şekiller yerine ancak ayrışmalarla ifade bulabilir. Hareket içinde bu konu hakkındaki tartışmanın sürdüğünü belirtmeye gerek yok.
Vurgulanabilecek bir nokta şu ki, sentezciliğe dair bu potansiyel sorun, kimi örgütlerin dağılmasına ya da her grubun kendi işini yaptığı, dolayısıyla eşgüdümün (koordinasyonun) anlamsız hale geldiği, zira varılan her tür anlaşmanın yok sayıldığı (örneğin Britanya Anarşist Federasyonu’ndaki sorun pek çok kimseye göre buydu), sadece laf yapılan yerler haline gelmesine yol açmıştır. Sentezin pek çok savunucusu bunun teorinin kendisinden değil de, teorinin yanlış bir şekilde anlaşılmasından kaynaklandığını iddia edecektir (bunların iddialarına göre örneğin FAF ve FAI, sentezden ilham almış federasyonlardır ve gayet başarılı olmuşlardır). Sentezciliği savunmayanlar elbette ki daha eleştirel yaklaşmaktadırlar ve bunlardan bir bölümü anarşist fikirleri ve etkiyi yaygınlaştırmak için daha etkili bir örgütlenme biçimi olarak gördükleri platformu desteklemektedirler. Diğer toplumsal anarşistler “sınıf mücadelesi” tipindeki federasyonlar kurarlar (bu İngiltere’de yaygın bir örgütlenme biçimidir).
3 “Platform” nedir?
Platform anarko-komünizm içindeki anarşist bir federasyonun doğasına ve biçimine ilişkin belirli önermeleri olan bir akımdır. Kökenleri Rus anarşist hareketi içinde 1926’da Bolşevik diktatörlükten Paris’e kaçtıklarında “Özgürlükçü Komünistlerin Örgütsel Platformu”’nu yayımlayan bir grupta yatmaktadır. Bu çalışmanın yazarları arasında Nestor Makhno, Peter Arshinov ve Ida Mett yer almaktadır. Metin, o zamanlar (genellikle Platformistler denen) Platformun destekleyicileri ile (diğer komünist-anarşistler, anarko-sendikalistler ve “sentez” destekçilerinden oluşan) Platforma karşı çıkanların arasında hararetli tartışmalara sebep olmuştur. Bir çok anarşistin neden platformizme karşı olduğunu bir daha ki bölümde tartışacağız. Burada ise Platformun neler iddia ettiğini tartışacağız.
“Sentez” federasyona benzer şekilde (bakınız son bölüm), Platform da Rus Devrimi deneyimlerine dayanılarak oluşturulmuştur. Platformun yazarları devrim sırasında ayrışmış ve Bolşevik devlet zafer kazandığında ve herhangi bir sosyalizm olasılığını, en az temel bireysel özgürlükler ve haklar kadar sovyet demokrasisinin, emekçilerin üretimdeki öz-yönetimlerinin, sendika demokrasisinin de altını oyarak yok ettiğinde kendi çalışmalarının, umutlarının ve hayallerinin çöktüğünü görmüşlerdir (ayrıntılar için bkz. “Rus Devriminde neler oldu?” adlı bölüm). Dahası, Platformun yazarları Ukrayna’ da emekçi sınıfın hür iradesi ve anarşizm adına Beyaz ve Kızıl ordulara karşı başarıyla direnen Mahnovist hareket içindeki aktivistlere öncülük etmişlerdir (bkz. Mahnovist hareket neden Bolşevizme karşı bir alternatif sunmuştur?). Bolşevik hükümetin karşılaştığı aynı problemlerle yüzleşerek, Mahnovist hareket, Bolşeviklerde olmayan genel öz-yönetimi ve örgütlenmeyi; konuşma-örgütlenme özgürlüğünü vb. etkin bir şekilde teşvik etmişlerdir. Nitekim, Anarşist fikirlerin pratikte işlediğinin yanı sıra, Bolşevizmin (ve o zamanlar sunduğu politikaların) devrimle yüzleşirken ortaya çıkan problemlere tek “pratik” yanıt olduğunu iddia eden Leninistlerin savlarının da yanlış olduğunun farkındaydılar. Broşürü, anarşist hareketin kendi başarılarını, bu fikrin emekçi sınıf arasında geçerlilik kazanmasına dayandırmada neden başarısız olduklarını incelemek için yazdılar. İşçilerin kendi işgüçlerini örgütlediği ve özgürlük ve eşitlik üzerine kurulu bir toplumu inşa etmeye başladıkları fabrika komitelerindeki çalışmalarından da görülebileceği gibi, anarşist fikirlerin hem yaygın hem de pratik olduğu kanıtlandı. Bolşeviklerin baskısı (Voline tarafından yazılan klasik Rus Devrimi tarihi, Bilinmeyen Devrim’de belgelendiği kadarıyla) bu başarısızlıkta belli bir rol oynamışsa da, her şeyi açıklamaz. Platform’un yazarlarının gözünden, önem verilmesi gerekenlerden biri de devrimden önceki anarşist örgüt eksikliğiydi. İlk paragrafta şöyle belirtirler:
“Liberter düşüncelerin gücüne ve yadsınamaz olumlu niteliğine, toplumsal devrime yönelik anarşist yaklaşımların netliğine ve tutarlılığına, nihayet, liberter komünizm mücadelesinde anarşistlerin göstermiş oldukları kahramanlığa ve katlanmış oldukları onca özveriye rağmen, anarşist hareketin güçsüz kalmaya devam etmesi ve işçi sınıfı mücadeleleri tarihinde sık sık küçük bir olay, önemsiz bir faktör olarak görünmesi, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir durum.”[Liberter Komünistlerin Örgütsel Platformu, s. 11](çeviri: Anarşist Bakış)
Hareketteki bu zayıflık birçok nedenden türemiştir, bunlardan en temel olanı anarşist hareketin “örgütsel ilkelerden ve pratikten yoksun” oluşudur. Hatta broşürün yazarları, “anarşist hareket, birbiriyle çelişkili teori ve pratikleri savunan, geleceğe yönelik perspektiflerden ve süreklilik gösteren istikrarlı bir militan faaliyetten yoksun, hemen her zaman ardında hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolan yerel örgütler tarafından temsil ediliyor” diye iddia etmişlerdir. Bu, “Liberter düşüncelerin yapıcı ve önemi yadsınamaz niteliği ile anarşist hareketin içinde bulunduğu acıklı durum arasındaki bu çelişkiyi”(a.g.e.) açıklıyordu. Bu kelimeler birçok ülkedeki anarşist harekete aşina olanları can evinden vuracaktır. Bu nedenle Platform broşürü, platformist olmasalar bile birçok anarşist için hala anlamlı ve önemli bir belgedir.
Platformun yazarları bu soruna bir çözüm önermişlerdir; güvenilir bir tür anarşist örgütün yaratılması. Bu, sendikalizmi ilkesel bir mücadele yöntemi olarak tanırken, sadece komünist-anarşist fikirler üzerine kurulu bir örgüt olacaktır. Birçok anarşist gibi, Platform metni de “Tüm devletlerin toplumsal ve siyasal rejimi, her şeyden önce sınıf mücadelesinin ürünüdür…Sınıflar arasındaki savaşım sürecindeki en küçük değişim, sınıf mücadelesindeki güçlerin göreli yerleri, toplumun doku ve yapısında sürekli değişiklikler yaratır.” [a.g.e., s. 14] söylemini kabul ederek sınıf ve sınıf mücadelesini çözümlemesinin merkezine koyar. Ve yine birçok anarşist gibi Platform da “işçilerin üretim ve tüketim örgütlerinin oluşturacağı, özyönetim temelinde federatif olarak birleşmiş bir federalist sistem” temelinde “günümüz burjuva kapitalist toplumunu, işçilerin kendi emeklerinin ürünlerine sahip olmalarını, onların özgürlüklerini, bağımsızlıklarını, toplumsal ve siyasal eşitliklerini güvence altına alan yeni bir topluma dönüştürmeyi” amaçlar. Buna ek olarak, Platformun iddia ettiği kadarıyla “Anarşist fikirlerin doğuşu, gelişmesi ve yaşama geçirilmesi, köklerini işçi yığınlarının yaşamından ve mücadelesinden alır, kendi yazgısı kopmaz bir biçimde onların yazgısına bağlıdır.” [A.g.e.,s. 15, s. 19 ve s. 15]. Yine birçok anarşist (özellikle toplumsal anarşistler) de hemfikir olacaktır ki – anarşist fikirler emekçi sınıf yaşantısından yalıtıldıkça solacaktır (ve solmuştur da), çünkü sadece emekçi sınıf, büyük çoğunluk, özgür bir toplum yaratabilir ve anarşist fikirler emekçi sınıfın deneyimlerinin dışavurumudur (deneyimleri kaldırırsanız fikirler olması gerektiği gibi gelişmezler).
Platformistlerin iddiasına göre, böylesine özgür bir toplum yaratmak için, “iki doğrultuda faaliyet yürütülmesi gerekir: bir yandan, devrimci işçi ve köylü güçlerinin seçilip liberter komünist teorik temelde (özgür bir liberter komünist örgüt içinde) bir araya getirilmesine yönelik bir çalışma; diğer yandan, devrimci işçi ve köylülerin üretim ve tüketim etrafında ekonomik bir temelde yeniden bir araya getirilmesine (üretim etrafında örgütlenmiş devrimci işçiler ve köylüler: özgür işçi ve köylü kooperatifleri) yönelik bir çalışma.” [A.g.e.,s. 20] Yine, birçok anarşist şu iddia ile beraber buna hemfikir olacaklardır ki “anarşizmin devrimdeki öncülüğü … olmalıdır. Anarşist düşüncelerin devrimdeki öncü konumu, mantıksal olarak, toplumsal ve siyasal gelişmelerin anarşist teoriye uyarlanmasını öngörür. Ne var ki, bu teorik itici güç, nihai olarak devlet iktidarına yol açan devletçi partilerin siyasal liderliği ile karıştırılmamalıdır.” [A.g.e.,s. 21] Platformun “sentez” eleştirileri de popüler ve devrimci hareketler içinde yayılan ve bu kavramı farklı bir yola vurgulasalar da sınıf mücadelesini destekleyen anarşist fikirlerin öneminin farkındadır.
Bu “fikirlerin öncülüğü” (bu konuda bakınız bölüm J.3.6) toplumsal mücadele içinde zaten var olan özgürlükçü duyguları geliştirmeyi ve bunlar arasındaki eşgüdümü hedefleyecektir. “Yığınlar” diye açıklar Platform, “toplumsal hareket içinde kendilerini anarşist eğilim ve ilkelerle büyük uyum gösteren bir yoldan ifade ediyor olsalar da, bu eğilimler ve ilkeler parçalanmış, koordinasyondan yoksun halde kalmaya devam ediyor ve, dolayısıyla, liberter düşüncelerin itici gücünün, anarşist uyarlanma ve toplumsal devrimin amaçlarının korunması açısından varlığı zorunlu örgütlülüğüne ulaşılamıyor.” [s. 21] Platform, herhangi bir toplumsal devrimde veya harekette başlangıçta vurgulanan özgürlükçü eğilimlerin (örneğin, serbest federasyon, kitle meclislerinde öz-yönetim, delegelerin vekaleti, adem-i merkeziyetçilik vs.) kendi gündemleri olan devletçiler ve otoriterler tarafından zarar görmemesinin garantilenmesi için belirli bir anarşist örgütün gerekli olduğunu iddia etmiştir.
Ne var ki, bu ilkeler kendi içlerinde platformist bir örgütü tanımlamazlar. Birçok anarko-sendikalist ve platformist olmayan Anarşist Komünist bu fikirlere hemfikirdir.
Platform metnini ayırt eden temel nokta, metinde anlatılan anarşist bir örgütün nasıl yapılanması ve çalışması gerektiği hakkındaki görüşlerdir. Bu, metnin en kısa ve kavgacı bölümü olan “Örgütsel Bölüm”’de kabataslak olarak anlatılmaktadır. Onlar bunu Anarşistler Genel Birliği olarak tanımlarlar. Platforma özgü olan “Teorik ve Taktiksel Birlik” ve “Kolektif Sorumluluk” kavramları bu bölümde sunulur.
İlk kavram, açıkça iki bölümden oluşur. İlkin, bu örgütlerin üyeleri birbirleri ile teorik olarak ortaklaşmışlardır. İkinci olarak, belirli bir çalışma türü öncelikli ise bu çalışmada herkesin bulunmasında hemfikirdirler. Anarşist hareket içinde bugün bile bunlar çekişmeli ve bu nedenle biraz daha detaylı incelenmeye değer tartışmalardır. “Teorik Birlik” ile anlatılmak istenen herhangi bir anarşist örgütün, üzerine kurulu olduğu teoride belirli bir ortaklaşmaya gelmiş olması gerekliliğidir. Diğer bir deyişle, örgütün üyeleri sınıf savaşı, anti-kapitalizm ve devlet karşıtlığı v.b. belirli temel noktalarda ortaklaşmış olmalıdırlar. Üyelerinin yarısının sendikal mücadelenin önemli olduğunu düşündüğü diğer yarısının ise bunun zaman kaybı olduğunu düşündüğü bir örgüt, üyeler zamanlarını iç tartışmalarla geçirecekleri için etkili olamaz. Bir çok platformist herkesin her şeyde ortaklaşamayacağında hemfikirken, olabildiğine çok ortaklaşmanın ve bunu eyleme dökmenin önemli olduğunu düşünür. Bir kez teorik bir fikre ulaşıldığında, üyeler (örgüt içinde bu fikre karşı gelmiş olsalar da, tabi örgütün bu kararını iç tartışmalarda değiştirme hakları vardır) bunu kamuya anlatabilmek durumundadırlar.
Platform’da “Taktiksel Birlik” ile anlatılmak istenen, bir örgütün üyelerinin, bireyler olarak mücadele etmelerindense beraberce örgütlü bir güç olarak mücadele etmeleri gerektiğidir. Birlik tarafından bir stratejide ortaklaşıldıktan sonra (her ne kadar ilk başta buna karşı olsalar da) bütün üyeler bunun başarısını sağlamak için çalışacaklardır. Bu şekilde kaynaklar ve zaman ortak bir doğrultuya, üzerinde hemfikir olunmuş bir amaca yoğunlaştırılır.
Yani “Teorik ve Taktiksel Birlik” belirli fikirler ve bu fikirleri uygulama aygıtlarında ortaklaşmış bir anarşist örgüt anlamına gelir. Platform metninin temel kabulü uyumluluk ve tutarlılık arasında belirli bir bağlantı olduğudur. Platform, kolektif kararlar alıp bunları uygulayarak uyumluluğun arttırılmasıyla anarşist fikirlerin etkisinin artacağını iddia eder. Onlara göre, bu olmadan daha örgütlü gruplar (mesela Leninist olan gruplar) kendi savlarının duyurulması ve dinlenmesi yönünden anarşistlerden daha iyi bir konumda olacaklardır. Anarşistler kendini beğenmiş olamazlar ve kendi fikirlerinin kesin doğruluğu ve gücü çok başarılı olacak ve kazanacak gibi bir umuda bel bağlayamazlar. Tarihin de gösterdiği gibi bu nadiren de olsa olmuştur ve olduğu zamanlarda da otoriterler genelde ortaya çıkan anarşist etkiyi ezme gücünü gösterecek durumdadırlar (örneğin Rusya’daki durum böyleydi). Platformistler, içinde yaşadığımız dünyanın toplumun nasıl örgütlenmesi gerektiğine dair rakip fikirler arasındaki mücadelenin bir ürünü olduğunu ve anarşist sesin güçsüz, sessiz ve örgütsüz olması durumunda duyulmayacağını ve diğer savların, diğer fikirlerin başarılı olacağını iddia ederler.
Bizi “Kolektif Sorumluluk” ‘a ulaştıran şey, Platform metninde “Birlik her üyenin devrimci ve siyasal faaliyetinden sorumlu olacaktır; yine her üye bir bütün olarak Birliğin devrimci ve siyasal faaliyetinden sorumlu olacaktır.” [A.g.e.,s. 32] şeklinde tanımlanmıştır.
Platform, bu terimle her üyenin örgütün verdiği kararları desteklemesi ve her üyenin kolektif karar alma sürecinde yer alması gerektiğini açıklamaktadır. Platformistler bu olmadan, federasyonun ortaklaşmalarını kabul etmeyen bireyler ve gruplar olursa alınan bütün kararların sadece kağıt üstünde alınmış kararlar olarak kalacağını iddia ederler (Platformistler bunu “sorumsuz bireycilik”(a.g.e.) olarak tanımlarlar). Bununla beraber, “Kolektif sorumluluk” ile grubu oluşturan bütün bireylerin gücü büyümüş ve kolektif olarak uygulanmış olur. Ne var ki, bir Platform destekleyicisi şöyle belirtmiştir:
“Platform metni kolektif sorumluluğun pratikte nasıl işlediği konusunda detaya girmemiştir. Hiç değinmeden bıraktığı konular vardır, mesela çoğunluğun kararına karşı çıkanlar meselesi gibi. Biz açıkça, çoğunluğun görüşlerine karşı çıkanların kendi görüşlerini ifade etme hakları olduğunu, ancak bunu yaparlarken örgütün görüşünü temsil etmediklerini açıklığa kavuşturmaları gerektiğini iddia ederiz. Eğer örgütün içindeki bir grup insan çoğunluk kararına karşı çıkarsa örgütlenmek, bilgi dağıtmak haklarıdır; bu şekilde savlarını bir bütün olarak örgütün içinde duyurabilirler. Tartışma ve anlaşmazlığın, özgürlük ve açıklığın bireyleri ve üyesi oldukları grupları güçlendirdikleri inancı; anarşizm anlayışımızın bir parçasıdır.” [Kızıl ve Kara Devrim, no. 4, s. 30]
Platform metnindeki “Örgütsel Bölüm”’ün son ilkesi “bireylerin ve örgütlerin ortak bir amaç doğrultusunda kolektif çalışma yürütmeye yönelik özgür anlaşması” olarak tanımlan ve “bireylerin ve örgütlerin bağımsızlığını ve inisiyatifini ortak davaya hizmetle uyumlu hale” gelmesini sağlayan “Federalizm” ‘dir. [A.g.e.,s. 33] Ancak, Platform bu ilkenin “bireyin kendi ‘ego’sunu” üyesi olduğu örgütteki “örgütsel görevlere ilişkin yükümlülüklerden bağışık olarak ifade etme hakkı” anlamına gelecek şekilde anarşist hareket içinde “tahrifata uğratıldığını” iddia eder (a.g.e.). Bu problemin üstesinden gelebilmek için“federalist türden anarşist örgüt”’ün;“her üyenin bağımsızlığını, özgür düşüncesini, bireysel özgürlük ve inisiyatifini kabul ederken, her üyenin kararlaştırılmış örgütsel görevler üstlenmesini ve ortak kararlarını uygulanmasını talep” [A.g.e.,s. 33-4] ettiğini vurgulamışlardır.
Anarşist örgütlenme meselesine sundukları çözümün bir parçası olarak, Platform her grubun “örgütün siyasal ve teknik çalışmasına rehberlik eden ve ona işlerlik kazandıran kendi sekreteryasına sahip” [A.g.e.,s.34] olmasını önermiştir. Dahası, Platform “Birlik tarafından alınmış kararların uygulanması; tek tek örgütlerin Birliğin teorik görüşleri ve genel taktik hattı ile uygunluk içindeki faaliyetlerinin teorik ve örgütsel uyarlanmasını sağlama; hareketin genel durumuna gözcülük etme; Birlik içindeki tüm örgütler arasında ve diğer örgütlerle işlevsel ve örgütsel bağlar geliştirme” gibi işlevlerin gerçekleştirilmesinden sorumlu “özel bir organ” yaratılmasını önerir; “Birlik Yürütme Komitesi.” Yürütme komitesinin hakları, sorumlulukları ve pratikteki görevleri Birlik kongresinde kararlaştırılır [a.g.e.] Bu önerme şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bir sonraki bölümde göreceğimiz gibi bu tip örgütlenmenin anarşist hareketi Bolşeviklere benzer şekilde merkezileşmiş, hiyerarşik bir partiye çevireceğini iddia edenler tarafından çok güçlü bir hoşnutsuzlukla karşılandı. Söylemeye gerek yoktur ki, Platformun destekleyicileri bu iddiaya karşı çıkarlar ve Platformun taştan yazılmadığını, tamamen tartışılması ve gerektiği gibi değiştirilmesi gerektiğine işaret ederler. Gerçekten, az da olsa bir kaç Platformist grup bu “sekreterya” yapısını oluşturmuşlardır (aslında gerçek bir “Platformist” grubun olmadığı, daha çok “Teorik ve Taktiksel Birlik” ve “Kolektif Sorumluluk” konularında Platformdan etkilenmiş grupların olduğu söylenebilir.)
Benzer şekilde günümüz Platformistleri de bütün anarşistleri tek bir örgüte toplama fikrini reddederler. Özgün Platform metni Genel Birliğin farklı gruplar ve bireylerin oluşturduğu bir çatı örgütü olduğunu ima eder gibidir. Çoğu Platformist herkesi kapsayacak bir örgütün olamayacağını iddia etmekte, hatta bunun gerekli olmadığını düşünmektedirler. Bunun yerine, her biri içsel olarak birlik olmuş, mümkün olan durumlarda beraber çalışabilen bir kaç örgütlenmenin var olduğu çok daha şekilsiz ve akışkan bir Anarşistler Genel Birliği tasavvur etmişlerdir.
Özgün Platform metni kadar, çoğu Platformist gelenek içinde Georges Fontenis’in Liberter Komünist Manifesto’sunu ve “Durruti’nin Dostları” ‘nın yazdığı Taze Bir Devrime Doğru adlı metni referans olarak almışlardır. Bir kaç anarko-sendikalist “Durruti’nin Dostları”’nın manifestosunun CNT’nin 1936 öncesi durumuyla güçlü benzerlikler taşıdığını ve bunun CNT’nin 19 Haziran 1936’dan sonra ihmal ettiği konumu referans alan anarko-sendikalist bir belge olduğunu savunarak bu son iddiayı sorgular.
Günümüz dünyasında Platformist ve Platformizmden etkilenmiş pek çok örgüt vardır. Bunlar; İrlanda temelli Workers Solidarity Movement (İşçi Dayanışma Hareketi), İngiliz Anarchist Communist Federation (Anarşist Komünist Federasyon), Fransız Libertarian Alternative (Liberter Alternatif), İsviçreli Libertarian Socialist Organisation (Özgürlükçü Sosyalist Örgüt), İtalyan Federation of Anarchist Communists (Anarşist Komünistler Federasyonu) ve Güney Afrikalı Workers Solidarity Federation (İşçi Dayanışma Federasyonu).
Bir sonraki bölümde çoğu anarşistin Platformizme karşı itirazlarını tartışıyoruz.
4.Neden bir çok anarşist “Platform’a” karşıdır?
“Platform” metni yayımlandığında, çoğunluğu eleştirel olmak üzere, muazzam boyutta bir tartışma ve düşünceyi kışkırtı. Tanınmış anarşistlerin birçoğu platformu reddetti. Aslında platformun anarşistlerin nasıl örgütlenmesi gerektiği konusundaki önerilerini Berkman, Emma Goldman, Volin, Maximoff, Luigi Fabbri, Camilo Berneri ve Errico Malatesta reddederken sadece Nestor Mahno (metnin ortak yazarlarından) bu önerileri destekledi. Tanınmış anarşistlerin hepsi platformun “anarşizmi Bolşevikleştirmeye” çalıştığını veya metnin yazarlarının Rusya’da Bolşeviklerin “başarısının” etkisi altında kaldığını iddia etti. O zamandan beri anarşist çevrelerde platform metni pek çok tartışma yaratmaya devam etti. Peki, neden birçok anarşist geçmişte ve bugün platforma karşı çıkmıştır? Anti platformistlerin çoğunun platformun pek çok bölümüyle ilgili söyleyecek sözü varken (mesela hem Maximoff hem de Volin platformun teoride “geçiş dönemi” ihtiyacını reddederken, pratikte kabul ettiğine işaret etti) anlaşmazlığın temeli “taktik ve teorik birlik”, “kolektif sorumluluk” ve grup ve örgütü yönlendiren idari “sekreterlik” çağrısı yapan “örgütsel bölüm” içinde ortaya çıktı. Buralarda anarşistlerin çoğu anarşizmle çelişkili kabul ettikleri fikirler buldular. Biz de, genellikle en önemli kabul edildiği için bu konuya yoğunlaşacağız.
Bugün, liberter hareketin bazı kısımlarında platformistler çoğunlukla “lider olmayı isteyenler” olarak dışarıda bırakılır. Ancak Malatesta ve platformun diğer eleştirmenlerinin bu konuda takındığı tutum yukarıdaki gibi değildir. Malatesta ve Maximoff’ un ikisi de, Maximoff’ un kelimelerini kullanacak olursak, anarşistlerin “kitlelere gitmesini…onlarla çalışmasını, kitlenin ruhu için mücadele etmesini ve onu ideolojik olarak kazanmasını ve onu yönlendirmesini” savundular. [Yapıcı anarşizm s.19]. üstelik Maximoff’ un notlarına göre, “sentezci” anarşistler de benzer sonuçlara ulaşmıştı. Yani tartışmanın bütün tarafları anarşizmin yönlendirici olmasını kabul etmişti. Sorun, Malatesta ve ötekilerin gördüğü gibi, yönetip yönetmemek değil, nasıl yöneteceğindi – tartışmada önemli bir ayrım noktası. Bakunin gibi, Maximoff da sorunun “liderliği reddetmek değil, onun özgür ve doğal olmasını garanti etmek” olduğunu iddia ediyordu. Malatesta da aynı fikirdeydi ve iki ‘alternatif’ ortaya koyuyordu: Ya insanların diğerleri tarafından önerilen ve sürdürülen metot ve çözümlerden daha iyiyse ya da öyle görünüyorsa bizimkilere kendilerini tavsiye ve örneklemeyle uydurmaya hakları olduğu bir liderlik yaratırız ya da yönetimi elimize alarak, ki bu bir hükümet olmaktır, yönetebiliriz. Mahno platformistlere sormuştu, “hangi şekilde yönetmek istersiniz?” [Anarşist Devrim s.108]
Malatesta, Mahno ve çalışması hakkındaki bilgileri dahilinde, cevabın ikinci yol olması gerektiğini düşünürken, Mahno’nun genel hareket içinde, otoriter bir biçimde, devrimin teorik ve pratik programını dayatacak bir merkezi organ görmek istediği şüphesiyle sarsıldığını söyleyecekti. Bu sarsıntı platformdaki “idari komitenin (anarşist) örgüte ideolojik ve örgütsel yönlendirme yapacağı” içindi.
Maximoff da platformun anarşistlerin örgütlü bir güç şeklinde devrimci iş kolu sendikalarına girmesi, genel anarşist örgütten önce sendikada çalışması, bu örgüt tarafından yönlendirilmesi gerektiğini söylediğini belirtirken aynı vurguyu yapar [Liberter Komünistlerin Örgütsel Platformu s.25], bu da sendikalardaki anarşistlerin kendilerini seçen sendika üyelerine karşı değil, anarşist federasyona karşı sorumlu olduğunu gösterir. Maximoff’un belirttiği gibi platforma göre, anarşistler eğer gerekiyorsa sendikanın kendi isteği dışında olmasına rağmen iş kolu sendikalarına hazır formüllerle girmeli ve kendi planlarını uygulamalıdır [Yapıcı anarşizm s.19]. Bununla beraber, platformun, “anarşizmin ne politik güç ne de diktatörlük istediğini” iddia ettiği göz önüne alınırsa, Maximoff’un eleştirileri fazla sert kabul edilebilir ve bu yüzden iş kolu sendikası hareketi içinde ters ilkeleri savunduklarını iddia etmek zordur. Eğer platformun yorumlarını “fikirlerin önderliği” kapsamı içinde değerlendireceksek, bahsettikleri şey basitçe anarşist grubun sendika üyelerini kendi fikirlerinin doğruluğuna tartışma yoluyla ikna etmesiydi ve böylece anlaşmazlık platformun yazarlarının dili açık olmayan (yada kötü) kullanımına bağlanabilir. Bu Maximoff’ un reddetmeyeceği bir şeydir, bundan eminiz. Pek çok çabaya ve bu konudaki pek çok mektuba rağmen (özellikle Malatesta ve Mahno arasında) “liderlik” sorunu, kısmen de tartışmalı başka bir konu olduğu için, iki tarafı da tatmin edecek şekilde çözümlenemedi. Bu diğer tartışmalı konu (orijinal Platformun belirleyici kısmını oluşturan) ilgili örgütsel ilkeler meselesiydi. Malatesta bu örgütsel ilkelerin anarşist metot ve ilkelere uymadığını ve bu yüzden anarşizmin zaferini getirmekte yardımcı olamayacağını iddia etti [Anarşist Devrim s.97]. Bu iki temel neden yüzündendi: birincisi Platformun “sekreteryası” ve “idari komitesi” meselesi, ötekisi de “kolektif sorumluluk” meselesi. İkisine de sırayla bakacağız.
Sekreteryalar ve idari komiteler etrafında şekillenen bir yapı ile anarşistlerin genel birliğinin iradesi ancak idari komiteyi seçen ve kontrol eden ve bütün önemli konularda karar veren kongreler aracılığıyla ifade edilen bir çoğunluk iradesi anlamına gelebilir. Doğal olarak bu kongreler üye gruplarının çoğunluğu tarafından seçilen temsilcilerden oluşacaktır. Bu yüzden en iyi durumlarda kararlar çoğunluğun çoğunluğu tarafından alınacaktır ve bu, özellikle muhalif fikirler ikiden fazlaysa kolaylıkla sadece bir azınlığı temsil edecektir. Bu da, Malatesta’nın söylediği gibi, salt bir çoğulcu sisteme salt parlamentarizme tekabül edecektir ki bu da doğası gereği anarşist değildir.
Platformist federasyon, örgütün aktivite ve gelişimini yöneten sekreteryalara ve idari komitelere dayandığı sürece, bu eleştiri geçerlidir. Böyle bir sistemde, bu organlar örgütü kontrol ettikçe ve üyelerden onların kararlarına uyması beklendikçe (teorik ve taktiksel birlik ve kolektif sorumluluk adına) bu organlar fiilen birliğin hükümeti olacaktır. Bu hükümet seçilmiş ve hesap veren durumunda olsa da, adı geçen organların sırf yürütme gücü olmasından dolayı yine de bir hükümettir. Maximoff’ un iddia ettiği gibi, platformdaki bireysel inisiyatifin özel bir karakteri vardır. Her örgütün (mesela bireysel inisiyatif hakkına sahip üyelerin birliği), örgütün ideolojik, politik ve teknik faaliyetlerini yöneten bir sekreteryası vardır. Peki sıradan üyelerin kendi öz iradeleriyle yaptıkları faaliyetler ne olacaktır? Açıkça sıradan üyelerin yapabilecekleri tek şey sekreteryaya uymak ve onun direktiflerini yerine getirmektir. [Yapıcı Anarşizm s.18]. Bu platform tarafından önerilen yapının mantıksal sonucu olarak görülmektedir. “Bu ruh”, der Malatesta, “bu meyil otoriter kalmakta ve bu öğretici etki anti anarşist kalmaktadır.” [ Anarşist Devrim, S.98]
Malatesta, tam tersine, bir anarşist örgütün, tüm örgütsel işlerin bireylerin düşünce ve inisiyatiflerinin önünün kesilmediği şekilde özgürce yapıldığı; tam otonomiye, tam bağımsızlığa ve dolayısıyla bireylerin ve grupların tam sorumluluğuna dayanması gerektiğini iddia eder. Böyle bir örgüte üye olan bütün bireyler kabul edilmiş ilkelerle çelişmeyen ve diğerlerinin faaliyetlerine zarar vermeyen her fikri ifade edebilir ve her taktiği kullanabilirler; dahası bu örgütlerin seçtiği yönetici organlar ne yürütme gücüne nede yönetim gücüne sahip olmayacaklar, bu işler gruplara ve grupların kendi kaderlerini belirlemesi için federal toplantılara bırakılacaktır. Temsili organlar olsalar bile, böyle örgütlerin kongreleri her tür otoriterlikten arındırılmış olacaktır, çünkü bu kongreler hukuku yaratmazlar, kendi çözümlemelerini başkalarına dayatmazlar ve onları kabul edenlerin haricindekiler için bağlayıcı ya da zorlayıcı olmazlar. Böyle bir örgüt kolektif karar almayı ve herkesin kendi karar vereceği zorunluluğu reddetmez, tam tersine onların üzerine kurulur. Platform tarafından etkilenen grupların çoğu, yine de onun örgütsel önerilerinin bu kısmını reddeder görünmektedir. Sekreteryaların ve idari komitelerin yerine bu grupların meselelerde kolektif karara ve bu yolla eylemsel bütünlüğe varmak için düzenli konferansları ve toplantıları vardır. Bu yüzden gerçekten önemli olan mesele platform tarafından önerilen yapı değil teorik ve taktiksel birliktelik ve kolektif sorumluluk meselesidir. Gerçekten de, bu mesele, örneğin, Mahno’ nun Malatesta’ ya gönderdiği mektubun ana konusudur ve bu sayede bu meselelerin platformistlerin diğer anarşistlerden ayıran temel meseleler olduğunu söylüyoruz.
Peki Malatesta bu kavrama ne şekilde karşı çıktı?
Platform kolektif sorumluluk fikrini bütün birliğin her üyesinin politik ve devrimci faaliyetinden sorumlu olması; aynı şekilde, her üyenin birliğin politik ve devrimci faaliyetinden sorumlu olması şeklinde tanımladı. Malatesta bunu şu şekilde yorumladı: Peki eğer birlik her üyenin ne yaptığından sorumluysa üyelerini ve çeşitli grupları ortak programı herkesin en iyi olduğunu düşündüğü şekilde uygulamakta nasıl özgür bırakabilir? Bir insan onu engelleyecek araçlardan yoksunsa nasıl bir eylemden sorumlu olabilir? Bu yüzden birlik ve idari komite üye bireyin hareketlerini denetleme ve neyin yapılıp neyin yapılmayacağını onlara emretme ihtiyacı duyacaktır; olaydan sonraki memnuniyetsizlik önceden kabul edilmiş bir sorumluluğu haklı çıkartamayacağı için, hiç kimse komiteden izin almadan hiçbir şey yapamayacaktır. Ve, öbür yanda bir birey kolektifin sorumluluğunu onun ne yapacağını ve eğer onaylamasa bile bunu engelleyemeyeceğini bilmeden kabul edebilir mi? Başka sözcüklerle, “kolektif sorumluluk” terimi (sözlük anlamıyla alınırsa), oldukça verimsiz ve bir şekilde otoriter tarzda bir örgütlenmeyi ifade eder. Herhangi bir faaliyette bulunulmadan önce örgüte danışılmalıdır ki, bu da bireysel, grupsal ve yerel inisiyatifi yok edecektir. Örgüt gelişen durumlara, eğer verebilirse geç tepki verecektir ve bu tepki ilk elden bilgi ve deneyim tarafından bilgilendirilmiş olmayacaktır. Dahası bu tür bir örgüt, üyeler daha onların ne olduğunu bilmeden çoğunluğun kararlarına uymak zorunda olduğundan bireysel değerlendirmenin teslim olması anlamına gelecektir. Sonuçta, eğer taktik ve durumu onaylamıyorlarsa ve kendilerini eylemleriyle durumu ilerletmek için ortaya koyamıyorlarsa bireylerin tek yapabileceği şey örgütü bırakmaktır.
Ayrıca bu yapıya göre platformun federalizmi kabul etmesi sadece sözdedir. Platforma karşı eleştirel olan çoğu anarşistin iddia ettiği gibi, “platformun yazarları federalist ilkeyi belirlerken, gerçekte değişik anarşist örgütlere ideolojik ve örgütsel yön verme sorumluluğu olan ve dolayısıyla gelecekte işçilerin profesyonel örgütlenmesini yönetecek, idari komiteye sahip mükemmel derecede merkezileşmiş bir örgüt taslağı ortaya koymuşlardır.” [Cevap; Yapıcı Anarşizm s.35-36] Dolayısıyla kolektif sorumluluk mantıksal sonuca götürüldüğünde, fazla bürokratik ve yavaş olmasından dolayı, gerçekte anarşist çalışmayı engelleyecek gibi görünmektedir. Varsayalım ki, kolektif sorumluluk ve taktiksel ve teorik birlik uygulandığında, anarşist kaynaklar ve zaman daha verimli kullanılacaktır. Yine de, eğer varılan kolektif karar yanlış ya da pek çok alanda uygulanamaz ise verimli olmanın anlamı nedir? Yerel gruplar yerel koşullar hakkındaki bilgilerini uygulamak ve bu koşulları yansıtan teoriler ile politikalar üretmek yerine platformist örgütün birliği adına uygun olmayan politikaları uygulamak zorunda kalabilirler. Mahno’ nun yerel örgütlerin faaliyetleri, mümkün olduğu ölçüde, yerel koşullara uyacak şekilde adapte edilebilir dediği doğrudur, ama bütün ülkeyi kaplayan anarşistlerin birliğinin bütünsel örgütlenme pratiği kalıplarına uyduğu ölçüde [Devlet Karşıtı Mücadele ve Diğer Yazılar s.62]. Platformun birliği hakkında hala soru işaretleri vardır (yine de, ilerde tartışacağımız gibi platformun durumu yazıda belirtilenden daha az marjinal olabilir). Bu yüzden anarşistler geleneksel olarak yerellerin gerçek ihtiyaçlarını karşılayabilmek için örgütlerinin içinde federalizmi ve özgür anlaşmayı savunmuştur.
Yine de, platformun kolektif sorumluluk tanımını sözlük anlamıyla ya da mantıksal sonucu olarak almazsak (Mahno’ nun önerdiği gibi), o zaman platformistlerle platformist olmayanlar arasındaki mesafe bu kadar uzak olmayabilir. Malatesta’nın Mahno’ nun mektubuna cevabında belirttiği gibi: “ortak bir amaç için diğerleriyle bir araya gelen ve birlikte çalışan herkesin, faaliyetlerini yoldaşlarıyla koordine etme, diğerlerinin çalışmalarına zarar veren şeyler yapmama ve yapılan anlaşmalara uyma zorunluluğunu hissetmesi gerekliliğini kabul ediyor ve destekliyorum. Dahası bu zorunluluğu hissetmeyen ve uygulamayanların örgütten dışlanması gerektiğini savunuyorum. Belki de, kolektif sorumluluktan bahsederken, tam olarak bir örgütün üyeleri arasında olması gereken uyum ve dayanışmadan bahsediyorsun. Eğer böyleyse, kullandığın ifade dilin kötü kullanımına bağlı ama temel olarak bu önemsiz bir dilsel sorundur ve kısa sürede bir anlaşmaya ulaşılacaktır” [A.g.e, s:107-108].
Bu, aslında çoğu platformist örgütün uyguladığı yöntem gibi görünmektedir. Platformistler pek çok konuda (mesela, örneğin, işkolu sendikalarının doğası ve anarşistlerin onlarla ilişkisi) geniş teorik ve taktiksel konumlarda anlaşmışlardır ama bu çizgilerde hareket etmeye yerel gruplarla başlamışlardır. Dahası, yerel gruplar bir faaliyete başlamadan önce örgüte bildirmek zorunda değildir. Diğer bir deyişle, pek çok platformist grup platformu doğrudan almamaktadır ve pek çok farklılık, büyük ölçüde de, dilsel bir sorundur.
Anarşistlerin çoğu, platformist grupları aralarındaki ilişkide fazla merkezi olmakla eleştirirken, aynı zamanda, birçok anarşist örgüt, hatta platformist olmayanlar bile, platformdan bu konuda etkilenmiştir. Bu etkilenme iki şekilde kendini göstermiştir; eleştiriler sayesinde orijinal platform, platformist grupların nasıl gelişeceğini etkilemiştir. Tabi ki bu, platformistlerle diğer anarşistler arasında az fark olduğunu yada hiç fark olmadığını göstermez. Platformist gruplar kolektif sorumluluk ve teorik ve taktiksel birliği vurgulamaya diğer gruplardan daha meyillidir, bu yüzden, platformistler “sentezci” örgütlerde çalıştıkları zaman bir takım sorunlar ortaya çıkmıştır(mesela Fransa’da bu durum platformistlerle diğerleri arasında pek çok kötü duyguya yol açmıştır).
Önde gelen Rus anarko-sendikalist G.P Maximoff’ un “Yapıcı Anarşizm” kitabı bütün ilgili belgeleri bir yere toplar. Bu kitap Maximoff’ un platform eleştirisiyle birlikte sentezci cevabı ve Malatesta ile Mahno arasındaki, Malatesta’nın platformla ilgili eleştirel makalesiyle ilgili yazışmaları içerir. Ayrıca Anarşist Devrim kitabı Malatesta’nın makalesini ve aralarındaki mektuplaşmayı içerir.
5. Anarşist Federasyonların Başka Biçimleri Var Mıdır?
Diğer bir tür anarşist federasyon da, bizim sınıf mücadelesi grubu olarak adlandırdıklarımızdır. Mesela İngiltere’deki pek çok yerel anarşist grup bu anlayışa göre örgütlenir. Bu gruplar, sınıf mücadelesi terimini, kendi anarşizmlerinin, sürekli yenilenen kapitalizm yoluyla değişen yaşam biçimlerine karşı kolektif işçi sınıfı mücadelesine ve mesela kooperatiflere dayandığını belirtmekte kullanırlar (elbette, birçok sınıf mücadeleci anarşist bu anlayışla hareket eder fakat anarşist bir toplumu bu şekilde yaratamayacaklarının da farkındadırlar). Biz sınıf mücadelesi terimini buradaki biçimiyle kullanacağız. Bu noktayı vurgulamak için, bu çeşit anarşist ve federasyonları tanımlamakta sınıf mücadeleci terimini kullanmamız, sentezci veya platformistlerin sınıf mücadelesini desteklemediği anlamına gelmez. Desteklerler!.
Bu gruplar sentezcilik ile platformun arasındadırlar. Bahsi geçen sınıf mücadeleci gruplar, bir federasyonun içinde farklı bakış açılarının olmasının önemli olduğunu düşündükleri ve platformun yaptığı gibi, farklı koşullardaki farklı gruplara ortak bir çizgi dayatmanın yanlış olacağını düşündükleri için sentezci yaklaşımı benimserler. Yine de, platform gibi, sınıf mücadeleci gruplar da, anarşizmin bütünüyle farlı kolları arasında zorlama bir birliktelik yaratmanın çok mantıklı olmadığının farkındadırlar. Dolayısıyla sınıf mücadeleci gruplar, bireyci yada mutualist anarşistlerin, anarşist komünistler veya sendikalistlerle aynı örgütün parçası olması yada anarko-pasifistlerin pasifist olmayanlarla güçlerini birleştirmesi gerekliliği fikrini reddederler. Sonuç olarak, sınıf mücadeleci gruplar, dramatik şekilde reddedilebilecek bakış açılarını barındıran bir örgütün bu zorlukları aşmanın imkansızlığına bağlı sonuçsuz tartışmalara ve eylemin felç olmasına yol açacağının farkındadır.
Bunun yerine, sınıf mücadeleci anarşistler, federasyon içindeki anlaşmanın temel terimleri olan ortak bir hedefler ve ilkeler kümesi olması gerektiğini savunurlar. Eğer bir birey ya da grup bu şartları kabul etmiyorsa katılmayabilir. Eğer bu birey ve gruplar üye iseler ve şartlardan bazılarını değiştirmek istiyorlarsa ama diğerlerini bu değişime ikna edemiyorlarsa, o zaman ahlaki olarak örgütten ayrılmalıdırlar. Diğer bir deyişle, bu hedef ve ilkeler bireylerin ve grupların üzerinde anlaşılmış politik bir gruptaki bireylerin ve bir federasyondaki grupların kendi yerel faaliyetlerini dayandıracakları, üzerinde kolektif olarak anlaşmaya varılmış bir zemin anlamına gelir. Sonuçta, faaliyetler için ortak bir yol ve nasıl hareket edileceğine dair bir rehber olacaktır (özellikle bir grup veya federasyon toplantısının yapılamayacağı durumlarda). Böylece bireysel inisiyatif ve kolektif faaliyet, birbirlerini engellemeden birlikte sürdürülebilir. Ayrıca bu hedef ve ilkeler, potansiyel üyelere anarşist grubu daha iyi tanıtacaktır.
Böyle bir federasyon, diğer bütün anarşist gruplar gibi, politikayı, taktikleri, stratejileri ve hedefleri sürekli yeniden değerlendirmek için yapılan düzenli yerel toplantılar ve sık aralıklarla bölgesel, ulusal vs. konferanslara dayanacaktır. Artı, böyle toplantılar, gücün faaliyeti koordine etmek için kullanılan daha üst yönetimsel komitelerde toplanmasını engeller. Bu düzenli konferanslarda, belirli konularda federasyon politikaları yaratmak ve ortak stratejilerde uzlaşmak hedeflenir. Bu politikalar, üzerinde anlaşıldıktan sonra, üyeler üzerinde ahlaki açıdan bağlayıcıdır, üyeler bu politikaları daha ileri safhalarda gerektiği şekilde gözden geçirebilir ve iyileştirebilir ama onların uygulanmasını engelleyecek faaliyetlerde bulunamazlar (eğer bu politikaları büyük bir yanlış olarak görüyorlarsa kendileri uygulamak zorunda değildirler). Diğer bir deyişle, anarşist bir örgüte üye bireyler, kabul edilmiş ilkelerle çelişmediği ve diğerlerinin faaliyetine zarar vermediği sürece her fikri ifade edebilir ve her taktiği kullanabilirler [Errico Malatesta, Anarşist Devrim s.102].
Mesela, böyle bir federasyondaki azınlıklar, kendilerinin azınlıkta olduğunu ortaya koydukları ve federasyonun hedef ve ilkeleriyle çelişmedikleri sürece kendi politikalarını takip edebilirler. Bu şekilde anarşist federasyon birleşik faaliyet ve farklı fikirleri birleştirir, çünkü bütün durumlara uygulanabilecek genel bir politika uygulanamaz ve azınlıklar için hata yapmak kendi alanlarında daha büyük problemler yaratacağını bildikleri politikaları takip etmekten daha iyidir. Kendi faaliyet ve politikaları federasyonun temel politik fikirleriyle çelişmediği sürece, çeşitlilik en iyi taktik ve fikirlerin belirlenmesi için temel bir gerekliliktir. Sentezci örgütlenmenin problemi ise bu temel politik fikirlerin üzerinde anlaşması zor olması ve sulandırılarak nerdeyse işlevsiz hale getirilmesidir (mesela bireyci ve komünist anarşistleri birleştiren bir federasyonun komünizm gerekliliği, komünal sahiplik vb. konularda anlaşması mümkün değildir).
Dolayısıyla sınıf mücadeleci grubun savunucuları, anarşist örgütün, bireylerin ve grupların tam otonomisi, tam bağımsızlığı ve dolayısıyla tam sorumluluğu; ortak bir amaç için ortak bir çalışmada birleşmenin faydalı olduğuna inananların özgür uyumu; alınan kararlara karşı ahlaki sorumluluk duyma ve kararlaştırılmış programla çelişecek hiç bir şey yapmama üzerine kurulması gerektiğini savunan Malatesta ile aynı fikirdedirler. Pratik yapılar ve örgüte hayat verecek doğru araçlar bu temelde kurulmalı ve düzenlenmelidir. Bu şekilde, gruplar, grupların federasyonu, federasyonların federasyonu, toplantılar, kongreler, uyum komiteleri ve dahası. Ama bütün bunlar, “bireylerin düşünce ve inisiyatiflerinin engellenmediği ve çabaları etkilemeye çalışmanın imkansız veya etkisiz olacağı bakış açısıyla, özgürce yapılmalıdır.” [a.g.e., s.101] Sınıf mücadeleci grup (Murray Bookchin’ in kelimelerini kullanacak olursak) “anarşist-komünizm bir kültürel ambiyans havası içinde sürüklenen, bir ruh hali ya da meyil olarak kalamaz. Eğer etkili bir şekilde, açık seçik olarak bu yeni sağ duyuyu yayacaksa örgütlü -aslında çok iyi örgütlü- olmalı; ilgili bir teorisi ve geniş bir külliyatı olmalı; zamanımızın sezgisel özgürlükçü vurgularını bozmaya çalışan otoriter hareketlerle (kapitalist ya da devletçi sosyalist) kapışma ve sosyal rahatsızlığı örgütlenmenin hiyerarşik türlerine karşı yönlendirme yeteneğine sahip olmalıdır.” [ İspanya’ya tekrar bakmak s.53-96, Radikal Yazılar, s.90]
6. Anarşist Teori İçinde Bu Grupların Rolleri Nedir?
Bahsi geçen anarşist grupların ve federasyonların amacı, anarşist idealleri toplum ve toplumsal hareketler içinde yaymaktır. Onların amaçları, insanları, anarşist fikirlerin ve analizlerin doğruluğuna ve toplumun ve kendilerinin özgürlükçü bir değişiminin gerekli olduğuna ikna etmektir. Bunu, insanlarla eşitlikçi ve yatay bir ilişki kurarak ve “örnek ve öneriler yoluyla insanları, metotlarımızı ve çözümlerimizi, diğerlerinin öneri ve uygulamalarından eğer ki daha doğru görünüyorlarsa, benimsemelerini kendilerine bırakarak” yaparlar. (Errico Malatesta, Anarşist Devrim s.108)
“Uyum gruplarının” ve onların federasyonlarının anarşist teoride anahtar bir rolü vardır. Bu, anarşistlerin toplumda farklı düzeylerde bilgi birikimi ve bilinçlilik olduğunun farkında olmalarındandır. İnsanların mücadele yoluyla ve kendi deneyimleri aracılığıyla öğrendikleri, anarşizmin temel unsurlarından birisi olmakla beraber, şu da bir gerçektir ki farklı insanlar farklı hızlarda gelişir ve her birey özeldir ve farklı etkiler altındadır. Bir anarşist broşürün ortaya koyduğu gibi; “Emekçi sınıfın deneyimleri, devamlı olarak kurulu düzeni sorgulayan fikirler ve eylemler geliştirir…aynı zamanda emekçi sınıfın farklı kesimleri farklı bilinç düzeylerine erişir.” (Devrimci Örgütün Rolü, s.3) Bu durum aynı sınıfı oluşturan bireylerde hatta aynı yerde ve aynı şartlarda yaşayan insan topluluklarında da kolayca görülebilir. Bazıları anarşist, bazıları marksist, bazıları sosyal demokrat, bazıları tutucu, kimi liberal, çoğu apolitik, bazıları ise sendika destekçisi, kimi ise sendikaya karşı vs. Anarşistler anarşizmin, toplumda varolan pek çok eğilimden sadece biri olduğunu bildiklerinden, toplumsal mücadeleyi etkileme adına anarşistler olarak örgütlenirler. Ancak geniş kitlelerin anarşist fikirleri benimsemesiyle, anarşist bir toplum mümkün olacaktır. Anarşist düşüncelerin ve yöntemlerin emekçi sınıfında ve toplumda yaygın bir şekilde kabul görmesini ve yaygın bir etki alanına sahip olmasını amaçlıyoruz, çünkü bize göre toplumun başarılı bir devrimci dönüşümünü gerçekleştirme olanağına sahip olan tek güç emekçi sınıftır, toplumun kendisidir. Malatesta’nın iddia ettiği gibi anarşistler, “hareketi ideallerimiz doğrultusuna çekmek için çok çaba sarf etmelidir. Ancak bu etkiyi diğer gruplardan daha doğru şeyler yaparak ve daha çok çalışarak oluşturabiliriz … Bu yüzden ideallerimizi derinleştirmeli, geliştirmeli ve bunların propagandasını yapmalıyız ve güçlerimizi ortak eylem doğrultusunda koordine etmeliyiz. Emek hareketi içinde çalışmalı ve hareketin kapitalizmle uyumlu olan bir takım küçük düzeltmelerle sınırlı kalmamasını ve seçkin bir grub tarafından yozlaştırılmaması için çaba göstermeliyiz. Tüm kitleler içinde isyan ruhunu ve özgür ve mutlu bir yaşam arzusunu uyandırmak için çalışmalıyız. Kapitalizmin ve devletin güçlerini zayıflatmaya ve emekçilerin zihinsel düzeylerini ve maddi koşullarını yükseltmeye eğilimli tüm hareketlere katılmalı ve onları desteklemeliyiz.” [Life and Ideas, s. 109]
Anarşist örgüt insanların anarşist çıkarımlara varmaları sürecini tetiklemek için vardır. Anarşist örgüt insanların kendiliğinden sahip oldukları duygu ve düşünceleri (“ücretli kölelik berbat bir şeydir”, “devlet insanları kandırmak ve dolandırmak için vardır” gibi), varolan toplumu ve toplumsal ilişkileri meşrulaştıran genel iddiaları, bir tartışma ortamı yaratarak ve daha iyi bir toplum vizyonunu ortaya koyarak çürütme yoluyla açığa çıkarmayı amaçlar. Başka bir deyişle bu örgüt, varolan toplumun gerçekte ne olduğunu açıklamayı ve anarşizmin toplumsal sorunların niye tek gerçek çözümü olduğunu göstermeyi amaçlar.Bu işin bir parçası olarak liberalizm, sosyal demokrasi, leninizm gibi tüm diğer iddiaların niye çözüm olamayacağını açıklamamız, bunlara karşı ideolojik mücadeleye girişmemiz gerekir. Bir anarşist örgüt ayrıca ezilenlerin kolektif belleği olmalı, emek mücadelesindeki geleneklerin canlı kalmasına ve gelişmesine uğraş vermelidir ki, yeni nesil anarşistler yola koyulurken, mücadelelerini üzerinde yükseltecekleri bir zemin olacak olan bir deneyim birikimine sahip olsunlar.
Anarşist örgütleri kendilerine yardımcı rolünü biçerler, liderlik rolünü değil. Voline’nin iddia ettiği gibi, politik olarak bilinçli olan azınlık “müdahale etmeli. Ama her yerde ve her koşul altında … bu azınlıktaki bireyler ortak işe, gerçek katılımcılar, iş birliğine giden kişiler olarak katılmalılar, diktatörler olarak değil. Özellikler bir örnek ortaya koymaları ve kendilerine kimseye baskın çıkmadan, kimseye boyun eğdirmeden veya kimseyi ezmeden görev biçmeleri zorunludur … Özgürlükçü teze göre, işyeri komiteleri, sınai ve tarımsal birlikler, kooperatifler gibi pek çok sınıf örgütünü federatif bir şekilde birleştirip, bu yapıları kullanarak devrimi ilerletecek olan emekçi yığınların kendileridir… Özgürlükçülere göre ‘elit’e [yani politik olarak bilinçli olan kitle] düşen görev kitlelere yardımcı olmak, onları aydınlatmak, eğitim vermek, zorunlu tavsiyeleri vermek, kitleleri inisiyatifi ellerine almaya itmek, örnek sunmak ve eylemlere destek vermektir; onları idari olarak yönetmek değil.” [Bilinmeyen Devrim, s. 177-8]
Bu rol genellikle “fikirlerin önderliğini” sağlamak olarak adlandırılır. (Bakunin aynı fikri anlatmak için talihsiz bir terim olan “görünmez diktatörlük” kavramını kullanmıştır) Anarşistler bu kavramın, öncü partinin üyelerinin (sendika ya da tarım kooperatifleri gibi) örgütlerin güç ve sorumluluk sahibi mevkilerine atandıkları parti liderliğine ilişkin leninist fikirler gibi otoriter içerikli liderlik kavramlarından farkını vurgularlar. Her ne kadar leninist örgütler de, anarşist örgütler de emekçi sınıftaki “eşitsiz gelişim” (pek çok farklı politik fikirlerin varolması) sorununu aşmak için varolsalar da; bu grupların amaçları, rolleri ve yapıları daha farklı olamazdı. Özünde leninist partiler (devrimci örgütün içinde hiyerarşik yapıları yeniden üretmenin yanında) sosyalist politikayı, emekçi sınıfın deneyimlerinin bir ürünü olarak değil, emekçi sınıfın dışından, radikal entelijensiyadan (ç.n. entelektüel kast) (ayrıntılar için Lenin’in Ne Yapmalı kitabına bakılabilir) yükselen bir şey olarak görürler (bu noktada Lenin’in tüm eleştirilerine rağmen aslında Karl Kautsky’ nin standart Sosyal Demokrat teorisini ve düşüncelerini izlediğini eklemeliyiz).
(…)
Elbetteki anarşist bir grubun etkinliği vakumda cereyan etmez. Sınıf mücadelesinin düşük olduğu, kolektif eylemliliğin ender bir durum olduğu dönemlerde anarşist fikirler ütopyacı gözükür ve pek çokları tarafından önemsenmez. Bu koşullar altında, pek az kişi anarşist olacaktır, çünkü emekçi insanların günlük deneyimleri şu anki sisteme alternatif bir düzenin kurulabileceği güvenini vermez. Ayrıca anarşist örgütlerin küçük olmasının bir sebebi de, alternatif arayışı içinde olanların pek çoğunun daha görünür olan ve kulağa özgürlükçü gelen bir retorik (emekçi kontrolü, işçi konseyleri terimlerini kullanan Leninist gruplar) kullanan başka gruplara katılmaktadır. Ancak, sınıf mücadelesi yükseldikçe ve insanlar kolektif eyleme geçmeye daha istekli olmaya başlayınca; kendi eylemlilikleriyle radikalleşmeye ve kendilerini daha yetkin hissetmeye başlayabilir, anarşist fikirlere ve toplumun değişimi olasılığına daha açık olabilirler. Bu durumlarda anarşist gruplar büyürler ve anarşist fikirlerin etkisi artar. Bu durum da anarşist fikirlerin neden olabildiğine yaygın olmadıklarını açıklar. Aynı zamanda anarşist bir grubun başka bir önemli rolüne daha işaret eder: Tepki süreçlerinde anarşist fikirlere sürüklenen insanlar için deneyimlerle ve fikirlerle tanışabilecekleri ve bunları paylaşabilecekleri bir çevre ve alanın sağlanması.
Bu durumda, anarşist grubun görevi yabancı bir ideolojiyi emekçi sınıfa dışardan aktarmak değil, bunun yerine “iç güdüden” “ideale” hareket eden emekçi sınıf insanlarının fikirlerinin gelişimine ve netleşmesine destek olmak ve bu yolla böylesi bir gelişim (“içgüdüden” “ideale”) içindekilere yardım etmektir. Bu gelişime, baskı ve sömürüye karşı direnişi cesaretlendiren ve bir o kadar da mevcut toplumsal sistemin ( ve onun temellerinin) iflasını teşhir eden propagandayı yaparak destek olacaklardır. Bakunin için bunlardan ikincisi “bazen gelişimi kolaylaştıran ve hızlandıran … [ve] proleteryaya sahip olduğu, hissettiği, zaten içgüdüsel olarak arzuladığı şeylerin farkındalığını sağlayacak ama onlara, sahip olamadıkları şeyi asla veremeyecek olan … proleteryanın hali hazırdaki içgüdülerinin yeni ve daha uygun bir şekle girişine, daha doğru bir ifade buluşuna” olanak sağlar. Birincisi ise “propagandanın en çok tercih edilen, en etkili ve en dayanılmaz şeklidir” ve “her işçinin kalbinin derinliklerinde yatan, kitlelerdeki tüm toplumsal-devrimci içgüdüleri uyandırır”, böylece içgüdülerin “aktarılan sosyalist düşünceye” dönüşmeye başlamalarına olanak sağlar. [Michael Bakunin’ in Toplumsal ve Politik Düşüncesi, s.107, s.108 ve s.141’den Richard B. Saltman tarafından alıntılanmıştır.]
Diğer bir deyişle, “[anarşist] örgüt kendini sadece bir propaganda grubu olarak göremez. her şeyin ötesinde, bu örgüt bir eylemciler meclisidir. Kadınların, siyah grupların ve eşcinsellerin grupları kadar, kitlesel [sendika] grupları, kiracı dernekleri, işgal evleri(gecekondular) ve işsiz gruplar emekçi sınıfın bütün temel örgütlenmelerinde etkin olarak çalışmalıdır… nasıl gelişebilecek kitlesel işçi hareketlerinin öz-örgütlenmelerine ve özerkliklerine saygı duyuyorsa … kendi fikirlerini bu grupların içinde yayarken … bu hareketleri de devrimci örgütün bir uzantısı haline getirmeye çalışmaz.” [Devrimci Örgütün Rolü, s.5]. Böylesi bir örgüt sosyalist politikaların (Lenin ve Kautsky’ nin iddia ettiği gibi) bir bilimdense emekçi sınıfın deneyimlerinden türediğini kabul ettiğinden ve halk hareketlerine egemen olmayı hedeflemek yerine onların içinde onlarla beraber eşit bir şekilde çalışmayı yeğlediği için leninist algıda olduğu gibi öncücü değildir.
Hatta, Bakunin (tanrı fikrinin kötülükleri hakkındaki tartışmasında) öncücülük hakkındaki leninist fikirlerin sosyalizmdense parti diktatörlüğünün oluşumu ile sonlanacağının sebeplerinin mükemmel bir özetini sunar:
“Bir kez, insanın doğal düşüklüğü ve kutsal bir esinlenme olmadan gerçek ve adil fikirleri kendi çabasıyla kavrama konusundaki temel yetersizliği kabul edilirse, hemen ardından, pozitif dinlerin tüm teolojik, siyasal ve toplumsal sonuçlarının kabulü de zorunluluk haline gelir. Mükemmel ve üstün varlık olan Tanrı, insanla karşı karşıya konulur konulmaz, Tanrı tarafından seçilmiş ve esinlenmiş kutsal aracılar yer yüzünden gökyüzüne yükselir ve kutsal varlık adına insan ırkını yönetmeye hak kazanır.”[Tanrı ve Devlet, s.41, çev.: Öteki Yay.]
Ne Yapmalı?’da, Lenin, sosyalist “bilinç onlara[işçilere] ancak dışarıdan götürülebilirdi… işçi sınıfının kendi gücüyle ancak ve yalnız trade-unionist bilince… ulaşabileceğini göstermektedir” ve “sosyalizm öğretisi mülk sahiplerinin eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından” geliştirilmiştir der ve böyle yaparak Tanrının yerine Marksizmi koyar.[Ne Yapmalı?, s.36, çev.: İnter Yay.]
Bu nedenle, Troçki’ nin Komünist Parti’nin 1921 tarihli kongresinde yaptığı “Parti diktatörlüğü işçi demokrasisinin gelip geçici huysuzluğuyla belli bir süre uyuşamasa bile, diktatörlüğünü öne sürmeye yetkilidir!” ve “… işçi sınıfında bile olsa geçici sendelemeleri dikkate almaksızın diktatörlüğünü sürdürmek zorundadır.” yorumları şaşırtıcı değildir. [ M. Brinton tarafından alıntılanmıştır, Bolşevikler ve İşçi Denetimi, s. 127, çev.: Ayrıntı Yay.] Bunlar, öncücülüğün sadece mantıki olumsuz sonuçlarıdır ( ve tabi ki, “gelip geçici huysuzluğun” veya bir “geçici sendelemenin” ne olduğunu belirleyen de –doğru ideolojinin, “bilimsel” sosyalizmin destekçisi olan- Partidir ve bu nedenle diktatörlük leninizm’in mantıki bir sonucudur.) Bakunin’ in iddiasının geçerliliği kolayca kabul edilebilir. Anarşistlerin öncücülük kavramını tamamen reddetmelerinde şaşılacak bir şey yoktur.
Böylece, emekçi sınıfın içinde “gelişmiş” kesimlerin de bulunduğunu ve anarşistlerin de onlardan biri olduğunu kabul ederken; anarşizmin temel özelliğinin, politikasının emekçi sınıf hayatının gerçekliğindeki kapitalizmle ve devletçilikle doğrudan savaşın somut deneyimlerinden türediğini de kabul ediyoruz. Bu, anarşistlerin mücadele içindeki emekçi sınıftan da bir şeyler öğrenmesi gerektiği anlamına gelir. Eğer anarşist fikirlerin emekçi sınıfın deneyimlerinin ve öz-eylemliliğinin bir ürünü olduğunu ve bunların yeni deneyimlerin ve mücadelelerin ışığında sürekli olarak değiştiğini ve geliştiğini kabul ediyorsak bu durumda anarşist teori, anarşist olmayanlardan da bir şeyler öğrenerek değişmeye açık olmalıdır. Bu olguyu kabul etmemek, öncücülüğe ve dogmatikliğe yol vermektir. Bu nedenden ötürü anarşistler, anarşistler ve anarşist olmayanlar arasında siyasal ve toplumsal eşitliğe dayalı; karşılıklı etkileşime ve hatasız kimsenin olamayacağı veya kimsenin –özellikle de anarşistlerin- bütün cevapları bilemeyeceği kabulü üzerine kurulu bir ilişki olması gerektiğini iddia ederler. Bu fikirle, emekçi sınıf içindeki “gelişmiş” grupların varlığını kabul ederken (ki bu açıkça emekçi sınıf içindeki düzensiz gelişimi yansıtır) anarşistler böylesi bir düzensizliği, anarşist örgütlerin toplumsal mücadeleye müdahaleleriyle asgariye indirmeyi hedeflerler; (aşağıda tartıştığımız gibi) karar alma sürecine herkesi dahil etmeye dayalı bir müdahale.
Bu sebeple, anarşist grupların genel hedefi – genel anarşist toplum çözümlemeleri ve güncel olaylar, özgürlükçü örgütlenme şekilleri, doğrudan eylem ve dayanışma vs. gibi fikirleri yaymak insanları anarşizme kazandırmaktır (örn. anarşist “yapmak” )
Bu hem propagandayı hem de toplumsal mücadele ve kitle örgütü içindeki eşit insanlar olarak katılımı kapsar. Anarşistler önderlerin değişiminin (olumsuz) önderlik soruna bir çözüm olmadığını düşünürler. Mesele bundan ziyade herkesi yetkilendirerek önderleri gereksiz hale getirmektir. Malatesta’nın iddia ettiği gibi, bizler “insanları serbest bırakmak istemiyoruz; biz onların kendilerini serbestleştirmelerini istiyoruz.”[a.g.e., s.90]. Bu nedenle anarşistler “doğrudan eylemi, adem-i merkeziyetçiliği, özerkliği ve bireysel inisiyatifi savunur ve uygularlar; [kitle örgütlerinin] üyelerine örgütün canlılığına doğrudan katılmalarına ve liderleri ve tam mesai görevlileri ekarte etmelerine yardım etmek için özel bir çaba sarf etmelidirler.”[a.g.e., s.125] Bu, anarşistlerin anarşist grupların ve federasyonların örgütlerin “liderleri” olmaları gerektiği fikrine karşı çıktığı anlamına gelir. Bunun yerine, bizler anarşist fikirlerin toplum içinde ve kitle örgütlenmelerinde sıradan şeyler olmalarını, bu şekilde iktidar konumundaki insanların önderliği yerine yönetilenler (alt tabaka) tarafından alınan kararlar üzerinde yönetilenlerin içindeki aktivistlerin(Bakunin’ in terimini kullanmak gerekirse) “doğal etkileşim”inin gelmesini arzularız. Bakunin’ in fikirlerini daha detaylı olarak bölüm J.3.7.’de tartışacak olsak da, “doğal etkileşim” kavramını Durruti’nin arkadaşı ve CNT ve FAI’ deki etkili bir anarşist militan olan Francisco Ascaso’ nun bu yorumundan çıkartabiliriz:
“Sendika işlerine karışan tek bir FAI militanı bile yoktur. Ben çalışıyorum, bu yüzden sömürülen bir kişiyi. Sendikaya aidatımı ödüyorum ve ben sendika toplantılarında konuştuğum zaman bunu sömürülen bir kişi olarak yapıyorum ve buna FAI’li olan ya da olmayan diğer militanlar kadar hakkım var, çünkü benim de diğer üyeler gibi üyelik kartım var.”[Abel Paz tarafından alıntılanmıştır, Durruti ve İspanya Anarşist Devrimi: Halk Silahlanınca, s.193]
Bu, “fikirlerin önderliğinin” doğasını gösterir. İktidar veya sorumlu konumuna seçilerek gelmektense, anarşistler kendi fikirlerini kitle toplantılarında sunarlar ve savunurlar. Bu yöntem açıkça iki yollu bir öğrenme süreci anlamına gelir, anarşist diğerlerinin deneyimlerinden bir şeyler öğrenirlerken, diğerleri de anarşist fikirlerle temasa geçerler. Dahası, bu siyasal ve toplumsal eşitlik üzerine kurulu, birilerini kendilerinden daha yüksek bir iktidara getirmeye çalışan insanlardansa eşit insanlar arasındaki tartışmalara dayalı bir ilişkidir. Bu aynı zamanda örgütteki herkesin ulaşılan kararın alınmasına katılımını, kararın anlaşılmasını ve karara hem fikir olunmasını garantiler. Açıkça bütün katılımcıların politik gelişimine yardım eder (özellikle vurgulamalıyız ki buna anarşistler de dahildir). Durruti’nin de iddia ettiği gibi, “İradesi yabancılaşmış bir kişi, hiç bir zaman kendini özgür bir biçimde ifade edemez ve herhangi bir sendika toplantısında kendini en silik konuşmacın dahi etkisi altında hisseder, kendi kişisel düşüncelerini geliştiremez. Bir insan kendi başına düşünemediği ve kendi sorumluluğunu üstlenemediği sürece insanlığın gerçek kurtuluşu mümkün olmayacaktır.”[a.g.e., s.259] “Fikirlerin önderliği”’ni desteklememizin nedeni, anarşistlerin tüm kitle örgütlerinin açık, tam bir özyönetime sahip ve otoriterlikten arınmış olması gerektiğini düşünmeleridir. Ancak bu şekilde fikirler ve tartışmalar örgütün işleyişinde önemli bir rol oynar. Anarşistler “yukarıdan gelen ve zorla dayatılanın olumluluğuna inanmazlar… insan kitlelerinden çıkan ve onlar geliştikçe gelişen yeni bir yaşam tarzını isterler. Bu nedenle bütün çıkarların ve fikirlerin ifade bulabildiği bilinçli bir örgüt önemlidir ve komünal hayatı da bu çıkarların ve fikirlerin önemiyle orantılı olarak etkilemelidir.”[Errico Malatesta, a.g.e., s.90]. Bakunin’ in birinci Uluslararası İşçi Birliği ile ilgili olarak söyledikleri bunu açıkça belirtiyor:
“Bu, kitlelerin özgür ve kendiliğinden eylemliliği ile tabandan örgütlenmiş bir halk hareketi olmalıdır. Gizli hükümetçiliğin olması gerekir, kitleler her şeyden haberdar olmalıdırlar… Enternasyonel’ in bütün ilişkileri, kaçamaklar ve dolambaçlı yollar olmaksızın tamamen ve açıkça tartışılmalıdır.”[Bakunin, s.408] Anarşistlerin toplumsal mücadelelerde ve kitlesel örgütlerde ve bu mücadelelerin örgütlenmesinde müdahalelerinin nasıl olacağı ile aynı öneme sahip bir başka sorun da bu müdahalenin doğasıdır. Anarşist eylemin doğasını ve toplumsal mücadele ve değişime özgürlükçü bir bakış açısını, politik olarak farkında olan azınlığın onların içinde nasıl çalışacaklarını özetlediklerinden İngiliz özgürlükçü(liberter) sosyalist Solidarity(Dayanışma) grubunun söylediklerinden bir alıntı yapmak isteriz:
“Devrimciler için; güveni, özerkliği, inisiyatifi, katılımı, dayanışmayı, eşitlikçi eğilimleri ve kitlelerin öz eylemliliğini ve çarpıtmaları engellemeye yardımcı olan her şey anlamlı eylemdir. Kitlelerin edilgenliğini, ilgisizliğini, sinizmini, hiyerarşik olarak ayrımlarını, yabancılaşmalarını, başkalarına kendi işlerini yapmaları için duydukları güveni, başkaları tarafından maniple edilmelerini sağlayan her şey verimsiz ve zararlı eylemdir.”[Gördüğümüz Gibi]
“Anlamlı eylem” insanları (Kropotkin’ in kelimeleriyle) “kendileri için eylemeye” teşvik etmeyi de gerektirir. Bölüm A.2.7 de belirttiğimiz gibi, anarşizm öz-özgürleşmeye dayanır ve bunun en önemli alanı öz-eylemliliktir. Dolayısıyla Malatesta şunu iddia eder:
“Görevimiz, insanları ihtiyaç duydukları ve elde edebilecekleri tüm özgürlükleri kazanmaları ve kendi ihtiyaçlarını karşılamaları için hiç bir otoriteden emir beklemeksizin kendilerinin sorumluluk almaları için onları itmektir. Görevimiz, propaganda ve eylem yoluyla, her türlü bireysel ve kolektif eylemlilikle insanları kışkırtarak ve cesaretlendirerek hükümetin kullanışsızlığını ve zararını açıklamaktır. “Bu gerçekte bir özgürlük eğitimi, itaate ve edilgenliğe alıştırılmış insanların kendi gerçek güçlerinin ve yeteneklerinin farkındalığını sağlama meselesidir. Kişi, insanları kendileri için bir şeyler yapmaya cesaretlendirmelidir…”[a.g.e., ss. 178-9] Herhangi bir anarşist örgüt için diğer bir kilit rol de insanları bu “kendi kendilerine yapmak” için “itmek” eylemidir. Doğrudan eylemin teşvik edilmesi, toplumsal mücadele ve kitlesel örgütler içinde anarşist propaganda ve kitlesel katılım kadar önemlidir. Bu tip toplumsal mücadele gelişimlerinde, devrim gittikçe yakınlaşır. Anarşistlerin toplumsal devrim hakkındaki görüşlerini Bölüm J.7’de tartışıyor olsak da, burada da belirtmeliyiz ki anarşist örgütün rolü değişmez. Murray Bookchin’ in de iddia ettiği gibi, anarşistler “fabrika komitelerini, meclislerini [ve mücadele sırasında insanlar tarafından oluşturulmuş diğer örgütleri] … herkesin bildiği politik partiler gibi onları yönetmeye, maniple etmeye veya bağlamaya değil, gerçek kitlesel öz-yönetim organlarına dönüşmeleri için ikna etmeye çalışırlar.”[Kıtlık Sonrası Anarşizm, s.217] Bu şekilde, mücadele içinde öz-yönetimi teşvik ederek, anarşistler öz-yönetimin varolduğu bir toplumun temellerini atarlar.

]]>