Küçük bir çocukla Miro’nun resimlerini yan yana koyduğunuzda büyük bir çoğunluk aradaki farkı anlamaz. Boyayı ve fırçayı kullanışıyla; fırça yerine bazen parmaklarını kullanışıyla Miro gerçekten de bir çocuktan farksızdır. Bu onun sanata ve resme bakışıyla ilgili olsa da çizdiği resimler aslında en çok Miro’nun yaşama bakışını yansıtır. Miro 14 yaşında ticaret okulunu bırakarak resim eğitimi almaya başlamıştı. O güne dek hiçbir okula gitmemiş, burada da üç yıl bulunmuştu. Resim üzerine dersler aldığı okulda üç yılın ardından memur olarak çalışmaya başlamışsa da bu yeni hayat Miro’nun hayalindeki gibi değildi. Memurluk yaptığı sürece resme duyduğu özlem ve beklentilerini karşılamayan bir hayatın etkisiyle Miro, yaşamına yön verecek bir buhran dönemine girmişti. Bu dönemde resim akademisine giriş yaparak hem buhran dönemini geride bırakmış hem de büyük bir pişmanlık sonucunda da olsa bugünkü düşüncelerine ulaşmıştı. Büyük pişmanlığını yaratan esas şey ikinci kere girdiği resim akademisinde ona verilen eğitimdi. Büyük umutlarla girdiği akademiyi yarıda bırakacak ve sonraları resim konusunda eğitim almanın aslında sanatına katkıda bulunmadığını; aksine hayal gücünü kısıtladığını söyleyecekti. Miro bu kısıtlanmanın yalnızca resim eğitimiyle ilgili değil bütün eğitim biçimleriyle gerçekleştiğini biliyordu. Bu yüzden hayatını herhangi bir eğitim alarak sürdürmedi. Aksine hayalgücünü ve çizdiklerini bireylerin eğitilmesine karşı bir tavır olarak sürdürdü. Yaşadığı dönemde yapılan bütün resimlerin birbirine benzediğini ve benzerliğin bir tesadüf olmadığını söylüyordu. Oysa çağının büyük ressamlarının bile çocukken çizdiği resimler birbirinden farklı ve özgündü. İşte Miro eğitimle tam da bunun gerçekleştiğini; yani küçük bir bireyin hayal gücünün eğitim ile baltalanarak bakış açısının daraltıldığını ve yetişkin bireylerin yalnızca resim yaparken değil, aynı zamanda yaşarken de onlara dayatılan dar kalıplardan kurtulamadığını düşünüyordu. O yüzden çizdiği resimlerde sürekli bir çocuğun resim çizişindeki içsel dürtüye ulaşmaya çalışıyordu. İlksel dönemlerde insanların nasıl bir dürtüyle sanatı yarattıklarını, dolayısıyla sanatın aslında ne olduğunu düşünüyordu. Taş baskı yöntemiyle, epeyce uğraş isteyen bu yöntemle, çizdikleri Miro’nun ilk döneminde neredeyse küçümseniyordu. Ancak onun resimlerinde çizdiği üç tel saç kadını, uzaktan bakıldığında bir biçime büründüremediğimiz kırmızı renkler güneşi temsil ediyordu. Miro’da bütün sembollerin bir anlamı ve çağrışımı vardı. Özellikle gökyüzü ona özgürlüğü çağrıştırmakta ve bir çok tablosuna hakim olmaktaydı. Özgürlük, Miro’nun yaşamı için önemli bir kavramdır. 1900’lü yıllarda, İspanya’nın en karışık olduğu yıllarda, Katalonya halkının özgürlük için verdiği mücadeleyi doğrudan desteklemiş ve bu dönemde çizdiği birçok resimde politik vurgularda bulunmuştur. 1900’lerin ortalarına yaklaşıldığında, faşizmin yükseldiği bir süreçte Miro devletin baskısıyla resim çizemez, kendini topluma ifade edemez hale gelmişti. Böylesi bir durumda İspanya’da sanata devam etmesi imkansızdı. Ona göre “Sanatçı yaşadığı döneme duyarsız kalamaz”dı. Bu dönemde çözümü çok sevdiği, kendisi gibi özgürlük yanlısı olan Picasso’nun yanına; Paris’e gitmekte bulmuştu. Picasso da politik sebeplerle İspanya’dan ayrılmak zorunda kalanlardandı. Burada geçirdiği yıllardan sonra Miro, daha fazla doğduğu topraklardan uzak kalamayacağını anlayarak İspanya’ya döndü. Ancak döndüğünde bıraktığından daha çatışmalı ve kanlı bir İspanya onu bekliyordu. Faşist Franco iktidarı İberya bölgesinde özgürlük için kavga edenleri katletmiş, kendisine karşı çıkan her şeyi ve herkesi yok etmeye çalışıyordu. Her şeye rağmen Miro bu sefer burada kalmaya kararlıydı. 1941’de döndüğü topraklarda, 1936 İberya devrimi umutlarını perçinlemiş, tablolarında yeniden özgürlüğü resmetmeye karar vermişti. Bu dönemde “İspanya’ya Yardım Edin” başlığıyla çizdiği bir tablosunda politik düşüncesini açıkça ortaya koymuştu. Devlete ve topluma duyduğu öfke, tablolarında siyah rengin hakimiyeti olarak yansımıştı. Bir tepki olarak bazen yalnızca basit, siyah bir çizgiyi tabloya işlemekle yetiniyor, bazen daha önce kullanmadığı semboller yaratıyordu. Bu dönemin sonrasında Miro tanınmaya ve tabloları uçuk fiyatlarla satılmaya başlanmıştı. En yakın arkadaşı Picasso ise Paris’te devam ettiği hayatıyla büyük bir üne ondan daha önce sahip olmuştu. Miro çok geç anlaşılmasının üzüntüsü ve yaşamının sonuna kadar topluma karşı dinmeyecek öfkesiyle resimlerini çizmeyi 1983’e kadar, bazen günlerce atölyesine kapanarak, sürdürdü. 1983 yılında ise yaşamını yitirerek bizlere anlaşılmayı bekleyen sembollerle dolu eserlerini bıraktı.