Bir kamuoyu araştırma şirketince 15-29 yaş aralığındaki gençlerle yapılan, 2008’den günümüze dek geçen periyodu kapsayan bir anket, devlet iktidarının gençliğe yönelik toplumsal mühendislik projesi olan bu muhafazakar ütopyanın başarısız olduğunun işaretlerini verdi. Anket sonuçlarına göre 2008’de kendisini dindar-muhafazakar olarak tanımlayanlar %28’den yaklaşık yarı yarıya bir azalışla %15’e düştü. Devletin muhafazakarlaştırma politikalarına bir başka tezat sonuç da düzenli ibadet oranındaki düşüşle belirginleşti.
Araştırmada elde edilen veriler, ayrıca kapitalist ilişki biçimleri içinde yaşamanın kaçınılmaz sonucu olan mutsuzluğun oranının da on yılda %6 arttığını ortaya koydu. 2008’de 15-29 yaş aralığında kendisini “mutlu” olarak tanımlayanların oranı %57 iken bu rakam 10 yıl sonra %51’e geriledi. Genç işsizlik rakamlarında Türkiye’nin Avrupa’da ilk beşte yer alması da “mutsuzluk” verisi paralelinde not edilmeli. Anket çalışmasının bir başka sonucu da güncel haber takibindeki %72’den %22’ye sert düşüş olarak dikkat çekti.
2008’den günümüze dek uygulanan muhafazakarlaştırma politikaları düşünüldüğünde ortaya çıkan sonuçlar, bu politikalar bağlamında devlet açısından bir başarısızlık öyküsünün ipuçlarını veriyor. Bu savı destekleyici bir başka veri için ise sadece bir yıl öncesine gidilebilir. Geçtiğimiz yıl Nisan ayında Konya’da düzenlenen gençlik ve inanç çalıştayının sonuçları arasında yer alan “Gençler arasında deizm yayılıyor” verisi, aynı günlerde devletin en tepesinden dillendirilen “dinin güncellenmesi” şeklindeki açıklamayla alt alta konduğunda bu ipuçlarını destekliyor. Diyanet Dergisi’nin de farklı sayılarında, gençlikte “aynı sorunlara” dikkat çeken yazılara yer verdiğini biliyoruz.
2012-2013 öğretim döneminde uygulamaya geçirilen 4+4+4 eğitim sistemi, iktidarın gençlerden başlayarak uygulamak istediği muhafazakarlaştırmanın önemli bir argümanıydı. Nitekim 2014’te dönemin Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, yine Necip Fazıl’a “üstad” şeklinde gönderme yaparak ve 10 yıllık bir zaman dilimini işaret ederek, onun özlediği gençliğin “mayasının tutakta olduğunu” öngörmüştü. Ancak bu “öngörünün” söz konusu araştırma sonuçları bağlamında ne kadar tuttuğu konusunda büyük bir soru işareti var.
Zaten bu beklentilere olumlu yanıt alınamadığını, mevcut iktidarın toplumsal kutuplaştırma politikasının gençliğe yansıması olarak görüyoruz. “Makbul gençlik” tanımına uymayan gençlik kesimi devletin sıkı denetimiyle “hizaya sokulmaya” çalışılıyor. Eğer hizaya girmezse zor kullanılarak marjinalize ediliyor.
Yaklaşık üç yıl önce “proje okul” adıyla muhafazakarlaştırma politikaları paralelinde dönüştürülmek istenen liselerin bahçelerine sokulan TOMA’lar hala hafızalardaki yerini koruyor. Yine 2011’deki şifre eylemlerine karşı sokağa çıkan liselilere yönelik “Biz de eylem yapan öğrencilerin karşısına 5-10 bin genç toplarız ama gerilimden yana değiliz” şeklindeki tehdit yollu açıklamaları hatırlıyoruz.
Devlet eliyle gençliğe dayatılan bu ve benzeri politikaların ters tepeceğine dair veriler tarihsel bağlamda da karşımıza çıkıyor. 1923 sonrası, şu anki uygulamalarının tersine devletin “10 yılda 15 milyon seküler genç yaratma” projesi, ilerleyen yıllarda toplumda muhafazakarlaşma eğiliminin güç kazanması olarak geri dönüş yaptı. Bu geri dönüş, siyasal alanda sağ-muhafazakar iktidarların yönetime gelmesi şeklinde gerçekleşti.
Devletin, içinden geçtiğimiz süreçte olduğu gibi tepeden inme dayatmaları, hedeflediği toplumsal kesim üzerindeki etkisini ve kontrolünü kaybetmesiyle sonuçlandı. Söz konusu kamuoyu araştırmasını da bu tarihsel veriler çerçevesinde değerlendirirken devletin tepeden inme ve zorlayıcı yöntemlerinin, toplumda kendisine sempati duyan kesimde bile güven yitimine neden olabileceğini unutmamak gerek.
]]>
Playstation oyunları çok mu pahalı? Çözülmesi imkansız denilen sistem bile bize vız gelir. Çünkü karşımıza çıkan her duvar tüylerimizi diken diken eder. İçimiz rahat etmez. Ta ki o kilit kırılana kadar uyumaz, yemez içmez uğraşırız. Ve onu kırarız.
İşte bu en zayıf yanımızdır aslında. Çünkü sistem bunu kullanır ve bize bir sürü kilit sunar. Bu kilitleri çözmeye uğraşırken bir de bakarız ki bir duvar örülmüş etrafımızda. Ki bu duvar en tehlikelilerindendir; onu kolay farketmeyiz. Sokaktaki sesleri, engellenmişlerin ve ezilmişlerin seslerini duymayız çünkü önümüzdeki o kilidi kırmamız gerektiğini düşünürüz. Biz bilgisayarın ekranına kilitlenmiş ve dışarıdaki sesi duymazken sistem sömürüsünü sürdürür.
Peki ya bizim karşımızdaki kilidi kuranlarla dışarıda haykıranları ezenler aynıysa? Aynı sistem sokağa çıkanları kovalarken internette korsanlık yapanı sonsuz bir kovalamacanın içine hapsediyorsa?
Telefon 1 kuruş bile elektrik harcamazken jeton 5 lira mı? Buzdan jeton yapıp yurt dışını bile ararız. Otoritelerin buharlaşan jetonumuzu bulamayıp kafayı yemesi de bize ayrı bir keyif verir doğrusu. Kırmak kadar önemli olan yakalanmamaktır. Yakalanırsan bir daha kıramazsın çünkü.
Düşün ki sokağa çıkmadık ama yakalanmamak için kaçtık. Değişik bir his doğrusu. Paranoya gibi bir şey. Bir takıldın mı vay haline. Kaçan yok, kovalayan yok ama sürekli peşindelermiş gibi bir his, aklınsa hala yakalanmama peşinde.
İnternetin kapıları açılırken gıcırdamaz. SMS ile olta atar, şişman balığı yakalarız. Kedi gibi sessizce sokulur, QR koduyla patronun hesabından oluklarız. Sonra sanki o banka hesabı hepimizden çaldıklarıyla dolmamış gibi, hemen “hırsız” diye bağırmaya başlarlar. Ne yaygara ama!
Ama korsanın laneti açgözlülük. Yaşamak için çalmak başka, bitcoin patronu olmak başka…
Tabi ne kadar maharetli olursan, o kadar çok kırmak istersin. Bir de o yanı var bu doymazlığın. Ama yanlış bir adımda sistemin eline düşersen sistem sana acımaz ve ruhunu çalar. Alır seni ya kodese tıkar ya da beyaz hacker (sanal polis gibi bir şey) yapar.
Bazılarımız isimsiz kalmayı sever. Otoriteyi sarsan anonim hackleri konuşulurken uzaktan izler. Bu davranış bencillikten uzak görünür ve ayrıca güvenlidir. Bir düşünün; bir dev bir yerden yumruk yiyor ama yumruğun nereden geldiğini görmüyor. Korkmaz mı?
Korkar. Korktuğu için güvenlik bütçesini artırır. Güvenlik uzmanlarının maaşı artar. Güvenlik firmalarının hisselerinin değeri artar. Daha çok erişim engeli, daha çok güvenlik soruşturması, firewall, VPN, antivirüs.
Bu yazı da büyük sistemi hackliyor aslında. Hiç de karmaşık bir döngü içermiyor, gayet basit, anlaşılır bir ilkesi var. Kopyalanabilir, çoğaltılabilir ama isimsiz değil: Anarşizm!
* Big Lebowski’nin sonundaki replikten bozma.
]]>
Oyunun hem PC hem mobil versiyonu bulunmakta, yani yaşamımızın bütün alanlarında, internet erişiminin olduğu her an oynanabilir bir şekilde tasarlanmış bir oyun. O kadar ilgi görüyor ki günün hangi saatinde girerseniz girin, en az 1 milyon erişim olduğunu görebilirsiniz. Hem yaşadığımız semtlerdeki internet kafelerde hem dünya çapında sürekli düzenlenen turnuvalarda… Bu oyunu oynayabilmek için bir hesap sahibi olmak gerekiyor tabi. Oyun için açılan bu hesap elbette ücretli, özellikle biz liseliler için oldukça pahalı bi fiyattan bahsediyoruz.
Oyunun yapımcısı ve PUBG Corp’un sahibi Brendan Greene sadece hesap açma üzerinden ödediğimiz parayla yetinmiyor, özellikle reklamlar ve farklı sektör ürünlerinde PUBG’yi bir marka olarak kullanıyor. Oyun adına basılan tişörtler, oyunu cep telefonlarında daha rahat oynayabilmek için üretilen konsollar, hatta oyun içerisinde kullanılan silahların airsoft versiyonları, cosplay giysiler, çantalar, ayakkabılar… Anlayacağınız PUBG şimdiden bir sektör haline dönüşmüş durumda.
Aslında PUBG; Fortnite, Apex Legends, Arma 3 gibi benzer Battle Royale oyunlardan sadece biri. Bu tarz oyunlar bir süredir eSpor diye isimlendirilen oyun türlerinin başında geliyor. eSpor, özellikle son zamanda yaşadığımız topraklarda da popüler hale geldi. Öyle popüler oldu ki seçimlerde propaganda malzemesi olarak bile kullanıldı. Oyunu oynayan belediye başkan adaylarının eSporla ilgili vaatleriyle dolu bildirileriyle yerel seçim sürecine eSpor damgasını vurdu!
PUBG’nin de bir parçası olduğu eSpor oyunları, kapitalizmin yüzünü döndüğü yeni bol kazançlı alanlardan biri. 2017 yılından bir istatistiğe göre, 194 milyon kişi bu tarz oyunları oynuyormuş. PUBG ve PUBG gibi oyunların, bu oyunların sahibi olan (Riot Games, Activision Blizzard, Valve, Wargaming gibi)şirketlere kazandırdığı para 650 milyon dolar. 2020’de oyun oynayan kişi sayısının 303 milyona, şirketlerin kazanacağı paranın ise 1,5 milyar dolara çıkması bekleniyor. Bu denli yüksek bir ranta sahip oyun sektöründe, aslında bu şirketler bizimle oyun oynuyor. Yani oynadığımız her oyunda birilerini daha fazla zengin ediyoruz.
Savaş Alanına Çevrilen Yaşamlarımız
Oyunun esin kaynağı ve aynı zamanda türünün ismi olan, 2000 yılında vizyona giren Battle Royale filmini incelersek bizlere ne tür bir yaşam biçimini empoze etmek istediklerini daha iyi anlarız. Filmde 42 öğrenci bindikleri okul otobüsünden kaçırılarak ıssız bir adaya götürülüyor. Öğrenciler gözlerini açtıklarında boyunlarında elektronik birer kelepçe buluyorlar ve kendilerini kaçıran kişiler tarafından ölümcül bir oyuna sürükleniyorlar. Oyun ise kendilerine verilen az miktarda yiyecek ve çeşitli silahlarla birbirlerini -son bir kişi kalıncaya dek- öldürmelerini emrediyor. E tabi sona kalan kişi, ölen onca öğrenciye rağmen hem oyunu “kazanmış” hem de “hayatını kurtarmış” oluyor.
Bir yerden tanıdık geldi, değil mi?
Şimdi bir oyun düşün! Oyunun server’ı bizim için sabah gözümüzü açtığımız anda açılıyor, henüz ana ekranda kuşandığımız itemler ise sabahın köründe kalkıp hazırladığımız çantamız. Gittiğimiz okullar, oyunda giriş yaptığımız farklı map’lerden sadece biri. Oyunda ne kadar seviye yükseltirsen rekabetin zorluk seviyesi o kadar artıyor. Üst sınıflara çıktıkça daha güzel okullar, daha iyi bölümler kazanabilmek adına rekabet artıyor. Ve sistem bizi bizim gibi olan diğer öğrencilerle, arkadaşlarımızla rekabet etmek zorunda bırakıyor; kazanmak ve hayatımızı kurtarmak için.
Bu savaş alanında kapitalizmin ve devletin bize sunduğu şeyleri kazanabilmemiz için ne paylaşmalı ne de bir başkasıyla dayanışmalıyız. Aksi takdirde oyundan atılmamız çok büyük bir olasılık haline geliyor. Yani her sabah, PUBG’nin öğrenci versiyonuna uyanıyoruz anlayacağınız!
İş bununla da kalmıyor; yaşadığımız ve her yanı savaşlarla dolu olan dünyada eline silah almayı, bir insanı öldürmeyi, bunu bir amaç olarak görmeyi normalleştiriyorlar. Mesela oyunda 100 insan öldürme kotasını doldurursak çok özel bir hediye kazanıyoruz. Bu bizim günlük yaşantımızda devletin üzerimizde uyguladığı, özellikle okul ve kışla gibi yerlerde kullandığı militarist yöntemi normalleştirmemizi ve verilen her görevi, her misyonu -sonunda alacağımız sözde ödülleri düşünerek- gözü kapalı yapmamızı sağlıyor.
Rekabet ve bencillik odaklı ilişki biçimlerini normalleştiren, itaatkar olmamızı hedefleyen, tek amacı kazanmak (bu da böyle bir sistemde hayatta kalmakla aynı anlama geliyor) olan bu tarz oyunlarla neyi kaçırıyor olduğumuzu unutmamak lazım. İçinde bulunduğumuz gerçekliği…
Anlatmaya çalıştığımız bütün olumsuz özellikleri ile bizi bu denli içine çeken PUBG vb. oyunlardan kazandığımız çorba parası, açlığını çektiğimiz paylaşma ve dayanışma dolu dünyada kimin karnını doyuracak?
]]>
Pablo Picasso
İsmini vermek istemediğim bir lisenin öğrencisiyim. İsmini vermek istemediğim onlarca kişinin öğrencisi olduğum gibi… Beyinlerimize kodlanmış hayatları yaşamak zorunda bırakılan milyonlarca gençten birisi… Okul-ev-ders-sınav evreninin sonsuz gezegenlerinden biriyim, bana çizilen yörüngeleri dönmekteyim. İsmini vermek istemediğim diğer öğrenciler gibi…
Sert bir törpüyle düzeltilmeye çalışılan isteklerin, ağır bir makasla budanmaya çalışılan düşlerin henüz düzeltilemediği, budanamadığı bir zamanda okulun, ailenin, devletin isteklerini reddederek düşünen bir bireyim, ismim lazım değil!
Senin de vardır öyle anlarda reddederek, düşüncelerini ve duygularını ifade ederek, varlığını yok sayanlara karşı kendi varlığını haykırışların. Her gün ve sürekli bir şekilde empoze edilen düşüncelere karşı çıkışın; yalnızca itaati öğütleyenlere isyanın! Benim de öyle!
Bu karşı çıkışın birçok mecrasından biri; isyanı anlatmanın birçok aracından biri olarak gördüm tiyatroyu. Çünkü derdimi/derdimizi anlatmanın daha dolaylı biçimlerle değil doğrudan bir yoluydu tiyatro. Gerçeği yaratıcı bir şekilde anlamanın/anlatmanın iyi yöntemlerinden biri olarak tanıdım. İktidar mekanizmalarıyla sınırlı hale getirilmiş toplumsal etkileşimi bu sınırlardan kurtarabilmeyi tiyatroyla gerçekleştirmek istedim.
Tiyatro ne mi yapar? İçinde yaşanılan dünyayı taklit eder. Mimesis denilen kavram buradan gelir. Mimesis, taklit etmek demektir. İçinde yaşadığımız dünyayla ilişkisi budur. Olduğu gibi bir taklit değildir bu. Bireyin yaratıcılığından/kendi deneyimlerinden geçirilmiş bir dünyadır bu.
Özgür bir dünyanın sahnelenmesidir bazen, uğrunda mücadele edilen; bazen en karanlık distopyaların sahnelenmesidir, içinde bulunduğumuz en adaletsiz zamanların. Bu taklit, varolanın tekrarı değildir. Varolup görünmeyeni, bu taklit aracılığıyla görünür kılmaktır.
Tiyatro Kimin İçin?
Sanat için sorulan o meşhur soruyu biz de tiyatro için soralım. “Bütün dünya bir sahnedir!” der Shakespeare. Bu soruya verilebilir en kestirme yanıttır. Bu bizi bir yandan oyuncu kılar bu dünya/sahnede, bir yandan izleyici. Oyuncu/izleyici ayrımı yoktur bu dünya/sahnede.
Başta söyledim ya, empoze edilen ve itaati öğütleyen düşüncelerle, mekanizmalarla sadece izleyici kılınırız bu dünyada. Oynamak zorunda olduğumuz rol oynatılır bize. Düşünmediğimiz düşünceler düşündürtülür, hissetmediğimiz duygular hissettirilir. Zorla, baskıyla, şiddetle…
Tiyatro bizi pasifize eden bu sistemi farketmenin bir aracıdır, bizi kandırdıkları oyunun farkedilme “anı”dır. Düşüncelerimin yaratıcı bir şekilde somutlaştırılmasıdır yani eylem anıdır. Ve özgürlükle ilgilidir.
Geri dönelim soruya, tiyatro kimin içindir? Dünya sahnesindeki herkes için. İçinde yaşadığımız bu iktidarlı düzen; onun aile gibi, okul gibi, ordu gibi kurumları ve bu kurumlarla şekillendirilen toplum hepimizin içindeki bu yaratıcılığın ortaya çıkmasına izin vermiyor. Aynılaştırma, üretimin kolektiflikten koparılması ve profesyonelleşme sadece düşündüklerimizin yaratıcı ifadesinin önüne geçmiyor; aynı zamanda düşünmeyi, eylemeyi engelliyor. İşte böyle bir döngünün içinde, bireyin gerçek olanın ne olduğuna yanıt ararken kendi farkına varmasında bir yol, hayalgücünün sınırlandırılmasına bir karşı koyuş olarak gördüm tiyatroyu.
İsmini Vermek İstemediğim Oyun
Bedenin özgürleşmesi, hayal etmenin ve gerçekliğin bedende somut olarak gözlemlenmesi ya da bir karşı koyuş diye nitelediğimiz tiyatro her dönem baskı ve yasaklamalara maruz kalmıştır. İşte böyle zamanlarda iktidarın aynılaştırma ve niteliksizleştirme stratejilerinin parçasına ya da kimi zaman kolay tüketilen, huzur ve rahatlama aracına da dönüşmüş, seyircinin pasifleştiği ve popüler kültürün şekillendirdiği kapitalizm ürününe dönüşmüştür.
Bu dönüşüm tiyatroyu kendi özünden koparmakla kalmamış, devletin milliyetçi ideolojisinin pompalandığı bir araca dönüşmesine de olanak vermiştir.
İsmini vermek istemediğim lisenin ismini vermek istemediğim hocasının yönetiminde çalıştırılan oyunlarda olduğu gibi. Bireyin benliğini, olmayan soyut bir bütüne, soyut sınırlara armağan etmenin dayatılan mutluluğu… Yaşamlarını verdikleri için kahramanlaşan ölülerin ölümüyle ölümsüzleşen devlet…
Milliyetçilik ve kahramanlık duygularını harekete geçirmeyi amaçlayan bu propagandalar, savaş alanlarında kendisini vatanperver duygular için, vatan için, devlet için feda etmeye hazır insanların varlığına dayanır. Ulusun birlik ve beraberliğinin, dinsel bütünlüğün vurgulandığı oyunların okullarda neden oynatıldığı aşikardır. Devlete uygun vatandaşlar üretme fabrikası olan okullarda Vatan Yahut Silistre’ler, 18 Mart Destanları, 15 Temmuz’lar, daha nice “yer ve zamanla” kutsanmış oyunlarla belli değerler biz liselilere aşılanmaya çalışılır. Sonrası, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım!
İsmini Vermek İstediklerim
Milliyetçi propagandanın ya da popüler kültürün bir aracı/ürünü haline gelmiş bir oyunun ne bireyin yaratıcılığı ne de o bireyin özgürlüğüyle ilgisi vardır. Nefret ve düşmanlık ritüellerinde yer almak yerine, örneğin Ionesco’nun nefes kesen Gergedanlar oyununda Bérenger’i oynamak isterdim. Çünkü etrafımda esen ırkçı ve militarist rüzgarların arasında yalnız bir insan olmanın ne demek olduğunu anlatmak isterdim. Özgürlük hayallerimizi ortak zannettiğim insanların, gergedanların ayak sesleri yükseldikçe birer birer gergedanlaştıklarını, pek eğitimli insanların gergedanlara dair hiçbir şey söylemeden klişeleri yinelemesini ve sonra sürüye katılmasını, bu hergün yaşadığım ve bilendiğim salgın hastalığın nasıl yayıldığını bu kadar net gösteren bir oyunda oynamak isterdim. Ama bu salgını, kapitalizmin büyük oyunu olarak yok sayan ilerici Botard’ın ya da gergedanlığı olağan sayan pipocu Dudard’ın repliklerine, özellikle bugün var olan benzerlerinin söyledikleri eklensin isterdim, çünkü hiç üzerlerine alınmıyorlar.
Dario Fo’nun ölümsüz eserlerinden biri olan Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’nde Deli karakterini oynamak isterdim. Başrol olduğu için değil oyunun sonunda seyircilere hangi sonu tercih ettiklerini sorduğu için Deli’yi oynamak isterdim. Seyircilere, kanunlara saygılı ama katillerin kurtulduğu sonu mu, yoksa kanuna aykırı ama katillerin öldüğü sonu mu tercih ettiklerini sorarken gözlerinin içine bakmak isterdim. Gazeteciyi de oynayabilirdim çünkü bu meslekten insanların ya da aslında iyi araştıran ve sorgulayan her insanın gerçeklere yaklaştıkça bir karar vermek zorunda olduklarını anlatmak isterdim. Aynı zamanda bu oyunu bu topraklarda oynadığımda izleyenlerin Cumartesi Anneleri’ni ve devletin kaybettigi devrimcileri hatırlamalarını ya da bilmelerini isterdim.
Beckett’in Godot’yu Beklerken oyununda ışıkçı olmak isterdim. Bu oyunda hiçbir şey olmaz ama kendinizi izlemekten alamazsınız. Öyle doğurgan bir boşluk oluşur ki sahnede yapacağınız en ufak ışık oyunuyla bir boyut katabilirsiniz. Üstelik bu oyunu hazırlarken tiyatro dünyasının elli küsür yıldır bitiremediği felsefi ve tarihi bir tartışmanın parçası olursunuz. Kahramanların, kurtarıcıların, teorisyenlerin, çok bilenlerin, en güçlülerin ve strateji uzmanlarının dünyasının dışında bir arayış olarak gerçek olmayan bir düzlemde en gerçek ve acil meseleye odaklanırsınız. Oyunu yorumlayan hemen herkes artık Godot’yu beklemememiz gerektiğini söyler ama Godot’nun kim olduğu belli değildir. Belki de bu oyunu oynamak neyi beklediğimizi anlamanın bir aracı olabilir.
Alman anarşistlerini etkileyen Schiller’in ünlü Haydutlar oyununda oynamak isterdim çünkü bu oyundaki Moor ailesi karakterleri ve ilişkileri devleti oluşturan güçlerin bir analojisidir. Etrafımızı saran şiddetin Bohem Ormanları’nda geçen versiyonu, yüce amaçlar için işlenen cinayetler ve fazlasını, melodramların tadında canlandırır ama televizyonda her gün karşılaştığımız aksiyonun ardından gelen tatsız tortunun yerine bu karakterlerin arasında daha önce görmediğimiz ilişkilerin farkındalığını yaşatır.
Öyle yapıyorum. İsmini vermek istemediğim lisede ismini vermek istemediğim hocanın eğitmenliğinde, ismini vermek istemediğim oyunlarda oynamıyorum. Onların ölüm, düşmanlık ve nefret saçan propagandalarının parçası olmuyorum, olmayı reddediyorum. Benliğini bu isimsizlerin içinde hiçleştirmeyen özgür bireylerle, ismini haykıracağımız oyunlara hazırlıyorum kendimi.
]]>
Şu anda sınava 88 gün 22 saat 38 dakika 15 saniye kaldı. Bu sınav benim yaşımdaki bir liselinin toplamda 2 yıl 10 ay 2 hafta ve 1 gündür hazılandığı büyük bir sınav; her şeyin belirleneceği, hayatımı değiştirecek olan bir sınav. Ve bu sınav sadece 5 saat 15 dakika sürüyor.
Yaşantımızı böylesine belirlediğine göre, zaman bizden ayrı bir şekilde akıp geçmiyor. Biz zamanın içindeyiz ama hem sanki her şeyi kendimizin planlayıp kontrol edebildiği bir zamandan bahsediyoruz hem de onun bizim dışımızda akıp geçerken bizi kontrol etmesine karşı koyamıyoruz. Bu bir paradoks ve bu paradokstan kurtulmak için bir şekilde zaman kavramından da kurtulmamız gerekiyor. Şimdi zamanı donduruyoruz ve onu geriye sarıyoruz.
Evet, şu anda sınava 88 gün 22 saat 37 dakika 45 saniye kaldı. Ancak bunu bir kenara bırakalım, zamansız bir zamanda yolculuk yapalım. Şimdi ne hissediyorsun? Artık harıl harıl çevirmen gereken test sayfaları yok. Zamanında teslim etmen gereken ödevler, giderek azalan saatler yok. Yani hayatında büyük bir boşluk var. Bu boşluk zamansızlıktan dolayı ertelediğin hayatının boşluğu.
Sınava 1 yıl kalınca artık yavaş yavaş çalışmaya başlaman gerekti, etrafındaki herkes gibi. Belki yaptığın sporu, belki devam ettiğin tiyatro kursunu, belki de okuduğun kitapları bir süreliğine erteledin. Sınav bitince yapılabilirdi tüm bunlar. Geri gelmeyenler çöplüğüne attın yani…
5 ay kaldığında ise zaten okulda, dershanede artan derslerin yüzünden arkadaşlarınla da buluşamamaya başladın ve onları da ertelemek zorunda kaldın. Sınava kadar arkadaşlık sadece kütüphanede beraber test çözmek oldu. Sınava 1 ay kaldığında ise artık uyuyamaz hale geldin. 5 tane daha soru tipi görüp 1 net daha fazla yapabilmek için geceni gündüzüne kattın, sabah akşam çalıştın. Bize sınavdan sonra geleceği söylenen “rahat ve mutlu günler” için yaşamını askıya aldın. Zaman azaldıkça sen hızlandın, konular sınava yetişsin diye 2 yıl 10 ay 2 hafta 1 gününü erteledin. Yani bütün bir gençliğini…
Şimdi zamansız zaman yolculuğunda ertelediğin her şeyi yapabileceğin bir duraktayız. Bu zamansızlık aynı çocukken oynadığımız oyunlarda, oyuna daldığımızda zamanın nasıl geçtiğini anlayamamamız gibi. Oyun oynarken dünyanın içinde yeni bir dünya yaratırız. Ve bu dünyada zamanın akıp giderken bizi kontrol etmesine, bizi kısıtlamasına ve yapacaklarımızı erteletmesine yer yoktur.
Öyleyse, zamansız zaman yolculuğunu burada sonlandıralım. Geriye kendimize sormamız gereken tek bir soru kaldı: Zamanın üzerimizde yarattığı baskıdan kurtulabilir miyiz?
Mekan Daralıyor
Bonobo’nun “No Reason” şarkısına Oscar Hudson’ın çektiği klipte bir kişiyi hep aynı odadayken görürürüz. 4 dakikalık klip boyunca odada duran her şeyin yeri aynı kalmaktadır. Ama klip ilerledikçe odada duran kişinin gittikçe büyüdüğünü ve odaya sığamaz hale geldiğini görürüz. Bu sadece bir göz yanılsamasıdır. O kişi büyümez, oda küçülür.
Bu klip sana bir şey hatırlatıyor mu? Senin de mutlaka bir odada ders çalışmak ya da sınava hazırlanmak için kapalı kaldığın, çıkmak isteyip de çıkamadığın olmuştur. Hepimiz en az bir kere aynı bu klipteki gibi odaya sığamadığımızı ve duvarların üzerimize geldiğini hissetmişizdir.
Bir dönem bazı dershanelerde “kafes” isimli yöntem -liselileri sınav zamanında tüm gün bir odaya test kitaplarıyla kapatıp elinden telefonunu alma- çok yaygındı. Eğer bu uygulamaya maruz kalmışsak veya bir arkadaşımızı kafesten çıktığı anda görmüşsek kapatılmanın ne olduğu hissini daha iyi anlayabiliriz.
Gerçekten de yattığımız oda, günlerimizi ders çalışmakla geçirdiğimiz dört duvardan ibaret olunca kafesten bir farkı kalmaz. O kafesten dışarı çıkmak istediğinde ise ailemizin “Sınava az kaldı, otur evde ders çalış!”, “Bugün de mi arkadaşlarınla buluşacaksın, senin dershanen yok muydu?” gibi cümleleriyle kurtulmaya çalıştığımız dört duvar arasına tekrar kapatılırız. Özellikle sınav için zaman daha da azaldıkça odadan çıkma isteğimiz ailemizin gözünde bir büyük kabahate dönüşür. Odadan çıkmamızın tek sebebi yemek yemek, tuvalete gitmek gibi “ihtiyaçlar” olabilir. Bir de bir başka odaya (kütüphane, okul, dershane) gitmek için çıkabiliriz kapatıldığımız yerden.
Bir de bunlar yetmezmiş gibi, bir insanın bir odada saatlerce kapalı kalması olağan bir şeymiş gibi, bulunduğumuz mekanın giderek daralmasının bizde yarattığı etki psikolojik sorunlarla, bunalımlarla açıklanmaya çalışılır. Artık ailemizin ve öğretmenlerimizin gözünde hepimiz psikolojik birer vakaya dönüşmüşüzdür. Bir okula, bir sınıfa, bir odaya kapatılmak istemeyip o mekanlardan kaçanlarımız ise kapatılmayı reddettiği için “depresyonda” olarak damgalanır.
Yapılan bir deneye göre tamamen sessiz bir odada bir insan en fazla 45 dakika kalabiliyor. Öyle bir oda ki odada bulunan insan damarında akan kanın sesini bile duyabiliyor. Tıpkı bizim test çözmek için odaya kapandığımızda yalnızca kurşun kalemin kağıda sürtünmesinden çıkan sesi duyduğumuz; dikkatimizi dağıtacak tüm sesleri, ders dışındaki düşüncelerimizi bile susturduğumuz gibi…
Peki biz bu odada daha ne kadar kapalı kalabileceğiz? Eğer bu yaşadıklarımız üzerimizde yapılan bir deney ise bu odada kaybettiğimiz duygu, düşüncelerimiz ve yaşayamadığımız anlarla, sıkışmışlığımızla deneyi sürdürmekteyiz. Nereye kadar sürdüreceğiz?
Stres Artıyor
Gittikçe stres artıyor. Çünkü zaman azaldı ve zaman azaldıkça kendimizi eve, okula hapsettik. Mekanlar da daraldı. Evde, okulda, televizyonlarda, internette, her yerde aynı cümle söyleniyor: “Sınav yaklaşıyor”.
Herkes bizden başarmamızı bekliyor. Eğer tek seçeneğimiz gibi görünen bu sınavda “başarılı” olamazsak, arkadaşlarımızı bu yarışta geçip en üst basamağa yükselemezsek hayat boyu bir “başarısız” olacağımız söyleniyor. Bütün bu strese katlanmamızın sonunda kazanacağımız bir “başarı” var yani. Ne başarısı? Neyi kazanıyor olacağız?
İsmimizin önüne eklenen birincilik, ikincilik, üçüncülük sıfatlarını mı? Takdir, teşekkür, onur belgesini mi? Ya da statülerini, konumlarını, mevkilerini mi kazanacağız? Maaşımızın sonundaki sıfırların artışı mı bizim en büyük başarımız? O parayla alacağımız ev, araba, yeni kıyafetler mi? Yani hepsi bu kadar mı?
Biz de inanıyoruz bu “kazanma” yalanına. Zannediyoruz ki şimdi artan stresimiz bir gün azalacak. O yüzden kapatıldığımız odalara bir zaman sonra kendimiz de kapanıyoruz. Sınavı atlatana kadar sabretmeyi tercih edip kendimizi kandırıyoruz. Zamanın hızına ayak uydurmaya çalışırken bir gün çok zamanımızın olacağına inandırıyoruz kendimizi. Ama bu sınav bittiğinde de ertelediğimiz her şey için artık zamanın çoktan geçtiğini farkediyoruz. Kapatıldığımız odaların da sayısı artıyor üstelik. Sabah 7’den akşama kadar, hiç çıkışın olmadığı yeni odalarda buluyoruz kendimizi. Stres artıyor, stres artıyor, stres artıyor…
Stres bitmiyor… Stres bizleri bitiriyor. Ömer Faruk Duranoğlu sınav sonucu “yeterli” olmadığı için gelecek kaygısıyla yaşamına son verdi. Büşranur Kalaycı ise 1 dakika geç kaldığı için sınava alınmayınca yaşamına son verdi. Ömer ve Büşranur gelecek kaygısıyla yaşamını yitiren birçok kardeşimizin arasındaydı, sınavlarla katledildiler.
Bizler biliyoruz ki özgürlük de gelecek de ne sınavlardadır, ne okullarda, ne üniversitelerde, ne de yıllardır bizi uyutmak için iktidarların uydurdukları masallarda. Özgür bir gelecek başkasının sırtına basıp yükselerek “başarı” kazanmakla değil paylaşma ve dayanışmayı büyüterek, el ele verilerek yaratılacak bir dünya içinde mümkündür.
Biz anarşist liseliler, iktidarların ve kapitalizmin piyonu olmayı, arkadaşlarımızla aramıza içinde bulunduğumuz sistem tarafından sokulan bencillik ve rekabet duygusunu reddediyoruz. Bizler bize vaat edilen özgürlüğün ve insanca yaşamanın devletin sınavıyla değil bu düzenin karşısında büyüteceğimiz isyanımızla, paylaşma ve dayanışma ruhuyla kazanılacağını biliyoruz. Düşlediğimizi, şimdi şu anda eyleyerek özgürlüğümüzü kazanıyoruz. Sınavı değil yaşamı seçiyor, anarşizmde örgütleniyoruz.
]]>
En basitinden düşünelim; internete ilk adımını atıyorsun ve bir web sitesinde bildiklerini paylaşmak istiyorsun. Bunu yapabilmen için sistem içerisinde bir alan adına sahip olman gerekecek. Alan adları merkezi bir otorite tarafından kiralanıyor. Eğer bir alan adı boştaysa, bu alan adını en fazla 10 yıl kiralayabilirsin. Sonra tekrar yenileyebilirsin ama asla tam anlamıyla sende olmaz. Sürekli kiralayıp ücret ödemek zorundasın, adeta ev kiralar gibi! İletişim bilgilerini tam ve eksiksiz vermelisin, yoksa her an bu alan elinden alınabilir. Kirayı biraz geciktirirsen 10 kat ceza ödersin, çok geciktirirsen bir kumar sitesi ya da bir reklam sitesi bu alanı hemen alır ve onu bir daha geri alamazsın.
Copyright
Kapitalizmin kitaplarda, filmlerde, yayınlarda, ürünlerde yani tüm “içeriklerde” günlük yaşamda dayattığı telif hakları ve yasaklayıcı kurallar bütünü internette de geçerli. Oynadığımız oyunlardan kullandığımız programlara, okuduğumuz kitaplardan izlediğimiz videolara kadar her şey telif haklarına sahip ve kısıtlanıyor.
Kopyalayamazsın, paylaşamazsın ve yayamazsın! Birbirimizle paylaşmamızı engelleyip yasaklayıcı kurallar koyuyorlar. Kapitalizmin karşı çıktığı paylaşma kültürü internette de engelleniyor, yasaklanıyor.
Copyleft
Alternatif gibi gözüken copyleft ve özgür yazılım hareketi 1970’lerde telif haklarına karşı ortaya çıktı ve belli ölçüde mülkiyeti olmayan bir birikim sağladı. Copyleft telif haklarını kendi silahı olan yasalarla ya da hukuk düzleminde vurdu. Bu tip lisanslarla paylaşılan yazılımları kullananlar kendi katkılarını da aynı şekilde lisanslamak zorunda. Böylece özgür yazılım birikimi gittikçe çoğalıyor. Bu birikimi çalarak kullanan ticari yazılımlar da hukuk yoluyla özgürleştirilebiliyor. Ancak zamanla şirketler bu özgür yazılımları kendi bünyelerine katarak bundan kar elde etmeye başladılar. Artık şirketlerin çoğu bu yöntemi kullanarak ürünlerin daha çok kişiye ulaşabilmesine, böylelikle reklamını yapabilmesine, ayrıca yaptığı ürünün geliştirilmesine katkı sağlamış oluyor; karına kar katıyor.
Deneme Sürümü mü Denetleme Sürümü mü?
İnternetin bir diğer kabusu ise reklamlı içerikler, uygulamalar… Bizlere ücretsiz olarak pazarlanan uygulamaları kullanırken her defasında karşımıza çıkan yüzlerce gereksiz şey… Kapitalizm bu alanı iyi görmüş ki kendine bu alanda yer edinmiş ve tabelalarda, televizyonlarda gördüğümüz reklamları internete monte etmiş durumda. Biz bu uygulamaları içerikleri her kullandığımızda karşımıza reklamlarını çıkararak reklam sahipleri-sağlayıcıları, içerik üreticileri; hepsi paralarına para katıyorlar.
Denetçi tüketicileri bilirsiniz; kendisini gizli tutar, bir mağazaya girer, orayı denetler. Hazırladığı raporu bir üstüne verir ve bunun karşılığında ücret alır. Kullandığımız uygulamalar da adeta bizi denetçi tüketici yerine koyuyorlar. Uygulamaların deneme sürümlerini kullanırken bizden aldığı raporlarla kendi ürünlerini geliştirip pazarlıyor, böylece kendilerini geliştiriyorlar. Bu kısımları es geçsek bile uygulamaları deneme sürümünden daha çok kullanmak veya başka özellikleri kullanmak istediğimizde bizden belirli ücretler istiyor ve sınırlandırıyorlar. Unutmayın, bu raporlama olayı uygulamaların sadece deneme sürümlerinde yok; neredeyse her uygulamada var. Ve biz istemeden kendilerine raporlar alıyorlar.
Copy(A)
Neyse ki korsanlar var! Bilgisayar korsanları internetin Robin Hood’u, isimsiz kahramanları.
Ücretli veya deneme sürümlerindeki ürünleri alıp crackliyorlar, kırıyorlar ve internete yayıyorlar; böylece herkesin kullanımına açmış oluyorlar. Çok iyi ama bu korsanların ürünleri paylaştıktan sonra verdiği reklamlarla elde ettiği gelirlerin ne olduğunu veya reklam koymasa da gelirlerini hangi yollardan sağladıklarını bilemiyoruz; yani şeffaf değiller. Tanışmak istesek tanışamıyoruz, şüphe var.
Ama bizimle tanışabilirsin. Yaptığımız her şey açık. Kapitalizmi sürdüren ürünleri paylaşmayız. Bilginin paylaştıkça çoğaldığına ve tutsak edilmiş her bilginin özgür kaldığı zaman gerçekten bilgi olarak kaldığına inanırız. Biz bunu devletin hukuk sistemi içinde tanımlamıyoruz. Bilginin özgürce paylaşılması ya da COPY(A)!
]]>
Sepultura
Portekizce’de mezar anlamına gelen Sepultura isimli grup 1984 yılında Brezilya’da 20 yıllık bir askeri diktatörlük döneminde Cavalera kardeşler, Jairo T ve Paulo Jnr tarafından kuruldu.
İlk albümleri 1985 yılında çıkan Bestial Devastation (Vahşi Yıkım)’dı. İki günde kaydettikleri bu albümün kayıtlarını ve yapımcılığını kendileri yaptılar. Ardından 1987 yılında yayınlanan Schizophrenia ve Morbid Visions albümleriyle Brezilya dışında da ses getiren grup 1989’da çıkardıkları Beneath The Remains albümlerinden sonra ilk Avrupa turnesine çıktı. Bu albüm metal camiasında yeni bir türün oluşmasının temellerini attı. Savaşlar, gelişen teknoloji yaşamlarımızdaki tahribat, ırkçılık… Yani aslında bu albüm yaşadığımız sistemi anlattı bize. Bir adaletsizlikler sisteminden bahsediyordu şarkıları. Bu düzeni bozmak için söylüyorlardı sanki. Her şeyin para olmadığını düşünüyorlardı. Onlar için bir şeyin daha farklı olması gerekiyordu. Değişmeliydi bu düzen. Grubun bateristi Igor varoşlarda yaşayan gençlere ücretsiz ders vererek anlatıyordu bir şeylerin değişebileceğini.
Sepultura çıkardıkları albümler ve yazdıkları şarkılarla paradan, uyuşturucudan, cinsellikten değil sokak çocuklarının polis tarafından nasıl katlediliğinden, gözaltındaki kayıplardan, eşkiyalardan, uyuşturucu çetelerinden, yoksulluk ve çaresizlikten bahsediyordu. Refuse Resist şarkısında da bahsettiği gibi:
Sokakta tanklar
Polisle çatışıyor
Ayaktakımı ölüyor
Öfkeli kalabalık
arabaları yakıyor
Katliam başladı
Kim sağ kalacak?
Ordu kuşatmada
Her yerde dehşet
Bıktım artık
Devletin içinde
yaratılır savaş
iki cephe arasında
Kim sağ kalacak?
Reddet, Diren
Reddet!
1993 tarihli Chaos A.D. albümünde müziğine Brezilya yerli ritimlerini, sözlerinde ise Brezilya’daki adaletsizlikleri taşıyordu. Grup 1996’da çıkardıkları Roots (Kökler) albümünü Brezilyadaki Xavantes kabilesinde yaşadıkları süreçte çıkarır. “Her şey herkesindir” ilkesinin işlediği bu kabilede mülkiyet yoktu. Sepultura bu kabilede yaşarken 400-500 yıl önce devletsiz yaşayan toplulukların kültürünü deneyimlemişti. Bu albüm ve deneyimden sonra grubun vokali Max Cavalera oğlunu ve en yakın arkadaşını kaybettiği için psikolojik sıkıntılar yaşadığından dolayı gruptan ayrıldı. Ama Sepultura yeni albümler çıkararak sisteme olan öfkemizi seslendirmeyi sürdürdü.
Soulfly
Max Cavalera yaşadığı sıkıntıların ardından müzik hayatına Soulfly grubunu kurarak geri döndü. Nu metal ve thrash metale yakın olan grubun tarzı Brezilya kabilelerinin kültüründen beslendi. Grup ilk albümünü 1998 yılında kendi ismiyle çıkardı. Bu albümün yayınlanmasının ardından grubun gitaristinin gruptan ayrılmasıyla yerine Machine Head’in eski gitaristi Logan Made gruba katıldı. Ardından yayınlanan Prophecy (2004), Conquer (2008) ve Archangel (Başmelek) gibi albümler büyük beğeni topladı. Grubun on yıllık çalışması boyunca Cavalera tek sabit üye oldu. Psikolojik sıkıntılarının üstesinden gelebilmek için müziği terapi olarak kullanan Cavalera bir müzik grubu daha kurdu.
Şarkılarında yine sisteme karşı duyduğu öfke vardı:
Umut Yok = Korku Yok
Kim dediyse hiçbir zaman özgür olamazsın diye
Kim dediyse o hayali arayamazsın diye
Kim dediyse hiçbir zaman özgür olamazsın diye
Onu diyen senin düşmanındır anlayacağın
Hayatım benimdir, hakkım benimdir
Çünkü o benim hayatım anlayacağın, senin hayatın değil
Hayatım benimdir, hakkım benimdir
Bazen aklını kaybetmen gerekir…
Öbür dünyayı beklemeyeceğim
Şimdi zamanı, tam zamanı
Kalbimi dinleyip üstesinden gelicem
Şimdi değilsen hiç değildin
O zaman kendini bulmak için kendini kaybet
Başka hiçbir kimse gibi davranmana gerek yok
Bazen yol tıkalı gibi gelir
Bir yolunu bulacağım, kayaları oynatacağım
Özgürlük!
Bir müzik grubu ne yapabilir? Bir müzik grubu bütün sistemi yıkabilir mi? Bir şarkıyla değişir mi dünya? Tabi ki hayır. İçimizde bir kıpırtı, bir isyan dürtüsü yaratsın yeter. Çünkü bu kıpırtıyla, bu isyan dürtüsüyle ve özgürlüğe olan inancımızla biz değiştiririz dünyayı.
]]>
Ne mi demek istiyorum? Koca koca adamlar da kim? Açıkça söyleyeyim, içinde yaşadığımız sistemin yaratıcılarıdır bu insanlar. Hep yapılan bir benzetmeyi kullanmamak, çirkin bir canavara filan benzetmek istemediğimden öyle dedim: “koca adamlar”. Bu adamlar, nerede ve nasıl yaşayacağımızı belirlemek isteyenler; bencil hayaller kurdurtup, bu hayaller uğruna yaşamlarımızı ellerimizden alanlar bunlar. Bunların sistemi de hangi oyuncağı/oyunu oynayıp oynayamayacağımızı, neyi öğrenip öğrenemeyeceğimizi, sokakta neyi giyinip giyinemeyeceğimizi, nerede çalışıp çalışamayacağımızı ve daha nicelerini belirleyenlerin sistemi.
İşte bu sistem yüzünden hepimiz birçok baskıyla karşılaşıyoruz. İleride iyi bir üniversiteden mezun olup iyi bir işte çalışırsak bu baskı ve zorluklardan kurtulabileceğimize dair söylemler ise koca bir yalan. Peki gerçek olan ne?
Okulsuz Bir Dünya
Gerçeklikle ilişkisi olmayan böylesi pek çok ezber söylemi bize dayattıkları için eğitilmeye ve eğitim sistemine karşıyım. Yaşamın kendisinden gelmeyen, sorgulatmayan pek çok bilgi, bu okullarda bize dayatılıyor. İtaatin üretildiği ve öğretildiği, itaat etmeyenin dışlandığı, bir işe girip çalışmak için bir koşul olan zorunlu eğitim bizleri özgür değil köle yapıyor.
Hepimiz gibi ben de bu sistemde sabahın köründe uykulu uykulu derslere girmek, soğuk havalarda sıraya girip marşlar söylemek, rahatsız sıralarda uzun saatler boyunca oturmak, devletin kahramanlıklarıyla ve düşmanca söylemleriyle dolu ideolojisini dinlemek, tekdüze ve sıkıcı geçen derslerde teneffüs zilini beklemek, statüsünü kullanıp kendi egosunu tatmin eden öğretmen ve müdürlere katlanmak, disiplin cezalarına uğramamak için uslu bir öğrenci olmak, sistem içinde kalifiye olup olmadığımı ölçecek sınavlara girmek, sınavlarda başarılı olmak için kendimi heba etmek, arkadaşlarımı üzmek ve onlarla yarışmak zorundayım.
Bu zorundalıklardan sıkılmış biri olarak; o koca adamlar, yani iktidar sahipleri yaşamın bilgisini manipüle etseler veya saklasalar da bilgiyi özgürce paylaşabileceğimizi, eğitim sisteminden kurtulabileceğimizi biliyorum. İhtiyaçlarımızı karşılayacak, araştırmalar yapmamıza imkan verecek bilgileri üretmemiz gerektiğini ve bu bilgileri paylaşmak için öğreten/öğrenen farkının olmadığı bir zeminde buluşabileceğimizi de. Bu sebeple ezber söylemlerden sıkılan, yaşamı sorgulayan, farklı ve yaratıcı düşünenlerin hep birlikte, örgütlü olması gerekiyor. Böylesi zemini yaratırken de düşüncemi kontrol altına alıp iktidarlarını devam ettirmek isteyen otoritelere karşı koyuyorum.
Devletsiz Bir Dünya
Tıpkı zorunlu eğitim yoluyla olduğu gibi farklı farklı pek çok araçla bireylerin ve toplumların iradelerini şekillendiren tüm otoritelere de karşıyım. Bu otoriterlerin en sistematiği olan devletlere de. Düzenli bir toplumsal yaşam için bir devletin var olması gerektiğine dair düşüncelere karşıyım. Devletin, düzeni savunan değil herkesin herkesle savaşını kabul eden bir anlayışa sahip olduğunu biliyorum. Ayrıca devlet, düşüncelerimi sormadan benim adıma kararlar alan koca bir saçmalıklar sistemi. Devlet yaşamıma dair asla sorular sormaz. Sorduğum soruları yanıtlamaz. Sadece itaat etmemi ister. Devlet yasaları ve kuralları yoluyla emirler yağdırır ve bu emirlere uymamı ister.
Bakunin yoldaşımın dediği gibi “Her emir özgürlüğün suratında patlayan bir tokattır”! Devlet, özgürlüğüne düşkün olan bizleri, o “tokat”a karşı koyduğumuzda yargılar. Devlete itiraz eden hain olur, düşman olur. O zaman öldürür devlet, öldürmek için her yolu dener. Devlet “bak yaşamın benim elimde, ben olmazsam sen olmazsın.” der.
“Devlet olmazsa ne olur ki gerçekten?” İşte ben bu soruyu sorduğumdan beri anarşistim ve devletsiz bir dünyayı şimdi hep birlikte düşünelim.
Devlet olmadığında ben, ben olurum. Düşünürüm ve karar veririm çünkü bu hayat benim. Sadece kendi doğrumu esas doğru olarak almam, benimle birlikte diğerlerinin de düşüncesini dinlerim, önemserim. Herkesin her şeyi hiçbir baskı aracı olmadan bilmeye, söylemeye yani düşünmeye ihtiyacı var, önemsemeye ve önemsenmeye de. Tek bir merkezin ya da tek bir otoritenin değil kendi benlerimizden biz olmanın gücüyle yaşamaya ihtiyacımız var. Çünkü bu hayat bizim.
Ben devlete değil, özgürlüğüm için örgütlü mücadeleye inanıyorum. Benlerden biz olmaya ve biz olursak herkesin özgür olabileceği bir dünyaya inanıyorum. Anarşist olmak ben olmaktır ve benlerden bizi yaratmak olan örgütlülüğe sımsıkı bağlanmaktır.
Kapitalizmsiz Bir Dünya
Bir anarşist olarak devlete olduğu gibi kapitalizme de karşıyım. Çünkü düşlediğimi eyleyebilmem için ihtiyaçlarımı karşılayabilmem gerekir. İçinde bulunduğumuz sistem o koca adamlar rahat yaşamlar sürsün diye düzenlendiği için ihtiyaçlarımı karşılayabilmem pek mümkün değil. Mülkiyet sistemi ile her şeyi ellerine alır ve kendilerine saklar bu koca adamlar.
İhtiyaçlarımı karşılayabilmem için sundukları tek yöntem ise kendi sistemlerine adaptasyon. Ya ücretli köleleri ya da kendileri gibi bir ezen olmamı isterler. Ya ucuz iş gücü olurum okulu bitirdiğimde; sömürülürüm, göçükler altında kalırım ya da zamanında beraber oyunlar oynadığım ve beraber büyüdüğüm arkadaşlarıma emirler yağdıran, bencil, gaddar bir patron, bir yönetici. Sınavlarda rekabetçi ve bencil olmam bu yüzden istenir. İş hayatına bir alıştırmadır bu, kapitalist sisteme hazırlık. Ayrıca sınavı kazanan iyi bir okulu kazanır, iyi bir okulu kazanan iyi bir işe sahip olur.
Yoksulluk çekmemin ya da düşündüklerimi yapamamamın sebebidir bu sistem. Hele de -şu an bir örneğini yaşadığımız- ekonomik kriz dönemlerinde her şey çok pahalıdır ve her ürüne ulaşmak mümkün değildir. Varlığıyla yoksulluk anlamına gelen kapitalizm, kriziyle daha çekilmez bir hal alır.
Ancak bu durumdan da kurtulabilirim. Nasıl mı? Çok sevdiğim bir enstrümanı çalabilmemin, bir sporu yapabilmemin, çok merak ettiğim bir kitabı okuyabilmemin, ihtiyaçlarımı karşılabilmemin; ücretli kölelikle sömürülmeden, iş cinayetlerinde yitip gitmeden yaşayabilmemin koşulu bu sisteme karşı örgütlü mücadele etmek ve bu sistemi yıkmaktır.
Özgür Bir Dünya
Sorgulatmaya değil ezberletmeye çalışan okullardan; irademi şekillendiren, savaşlarda ölmeme neden olan, yaşamımı çalan devletlerden; kapitalizmden ve her türlü otoriteden kurtulmam gerekiyor. Kurtulmak için ise tek bir yol var. Kurtuluş anarşizmde. Bu yüzden ben bir anarşistim. Ve sisteme karşı verdiğim mücadelenin benim gibi ezilenlerle birlikte büyüyeceğini biliyorum. Mücadele büyüdükçe devleti, kapitalizmi, ataerkil sistemi kısacası tüm otoriteleri yıkacağımızı ve özgür dünyayı yaratacağımızı da. Nasıl mı yıkacağız? Büyük bir balyozla önce ayaklarını kıracak, sonra da… Böyle değil tabi ki. Böyle yapmayacağız.
Sistem siyasi, sosyal, ekonomik pek çok güçle ayakta kalıyor. Biz özgür bir dünyayı yaratmak isteyenler ise ezenlere karşı ezilenlerin öfkesiyle ve mücadelesiyle kurtulacağız bu sistemden. Biz ezilenler yani yoksullar, evsizler, sokakta kalanlar, sömürülenler, göçük altında kalan işçiler, yok sayılan kürtler, ötekileştirilen aleviler, erkek egemenlikle katledilen kadınlar, savaşlardan kaçan göçmenler, ebeveynlerinin mülkü olarak görülen çocuklar; tüm ezilenler yani bizler ezilmişliğimizin ortak nedenini biliyoruz ve biz şimdi mücadelemizle birlikte kurtuluyoruz -en başa dönecek olursak- koca adamların ayaklarının altından, tüm otoritelerden ve onların iktidarlı ilişkilerinden.
]]>
Aynı duyguları yaşıyoruz ve birbirimizin halinden ancak biz anlayabiliriz. Sen de eline geçen bir markır ile her yere yazabilirsin ne hissettiğini. Kim olduğunun bir önemi yok, sen de liseliysen aynı duyguları paylaşıyoruzdur zaten. Birbirimizi tanıyalım, duygularımızı dolu dizgin yaşarken tek olmadığımızı bilelim diye, şimdi “Duygular Duvarda”!
Sabah okula gitmek için yatağından kalkarken hissettiğin o duygu; yatağında kıvranırken “5 dakika daha” dedirten duygu. Hepimiz yaşıyoruz aynı duyguyu. Her sabah uykumuzu, gördüğümüz rüyaları yarıda kesip beton yığınlarının arasına gitmek zorunda olmak… Berbat hissettiriyor. Ama yine de bir şekilde okulun kapısının önündesin. Ve duvarda bir yazılama “5 Dakika Daha”.
Okulun duvarlarının arasındasın yine. Beş dakika fazla uyuduğun için derse beş dakika gecikmişsin. Karşında yine suratsız müdür; senin gibi 3 dakika, 5 dakika ya da 10 dakika geç kalmış arkadaşlarını azarlamayı bekliyor. Müdürü atlatabildikten sonra sınıfına çıkarken düşündüğün şeyi duvarlara yazabiliriz: “Müdürsüz Dünya Mümkün”.
Öğle tenefüsünün zili çaldığında karnın da zil çalmaya başlamıştır artık. Tek seçeneğin okulun yatırım yuvası olan kantin. Mideni bulandırsa da karnını doyurmayacağını bile bile tüm paranı verdiğin o pitos, kraker, hamburger… Yetmezmiş gibi bir de çok pahalı. Kantinden yiyecek paranın olmadığı, olsa da yemek yerken yine lanet okuduğun bir gün sen de yaz kantindeki bir masaya: “Kantin Pahalı”.
Öğle tenefüsü hala devam ediyor. Çünkü diğer tenefüsler gibi göz açıp kapayana kadar bitmiyor. Karnını da doyurduğuna göre sınıfına çıkabilirsin ya da arkadaşlarının yanına. Ama zaten herkes sıkılıyor. Çünkü yapabileceğin her şey sınırlı. Her şey kontrol ediliyorken hiçbir yaptığından keyif alamıyorsun. Herkesin dilinde aynı cümleler “Okul ne zaman bitecek, kaç ders daha kaldı, şu dersler bi bitmiyor…” Duvarda bir yazılama daha, tam içinden geçen cümle: “Bitse de Gitsek”.
Şimdi ders zili çaldı. Yine toparlandık dört duvarın arasına ve sıralara dizildik. Neyse ki cam kenarında senin sıran. En azından sıkıldıkça camdan dışarı bakıp hayal kurabiliyorsun. Ama hayallerinin önüne geçen gerçeklikler var. Sen de bu gerçeklikleri düşünüp duruyorsun. Aklından şu soru geçiyor: “Neden Okullar Hapishaneye Benziyor?”
Dersin ilerleyen vakitlerinde hoca dün girdiğiniz sınavın sonuçlarını açıklamaya başladı. Herkes heyecanla sınav sonucunun iyi olmasını bekliyor. Eğer notlar düşükse herkes eve gittiğinde anne babası tarafından azarlanabilir. Öğretmenin ağzından çıkacak olan birkaç sayıyı heyecanla beklerken önündeki sıraya yazılmış, yüzünü güldüren bir cümle: “Notlarımın Yükseklik Korkusu Var”.
Ders bitti ama hala girmen gereken başka dersler var. Sevdiğin şairin şiirine benzeyen bir söz geliyor şimdi de aklına: “Hayat Kısa Dersler Uzun”.
Sonunda okul çıkışındasın. Bir süreliğine mutlusun çünkü son dersiniz boştu ve erken çıkabildiniz bugün okuldan. Zaten “En İyi Ders Boş Derstir” diye boşuna yazmamışlar okulun karşısındaki duvara.
Günlerin böyle geçiyor. Okuldan eve, evden okula, bazen dershanelere, kurslara, bazen önündeki o büyük sınav için girdiğin deneme sınavlarına gidiyorsun. Ama yaşam sadece bundan ibaret değil. Olmamalı. Hissettiğin tüm duygular sinir, stres, bıkkınlık, üzüntü, kaygılar… Ama henüz gençken ve enerjin her istediğini yapmaya yetiyorken yaşamdan daha fazla keyif alabiliyor olman lazım. Mutluluk olmalı, güzel heyecanlar olmalı hissettiğin duygular. Önce bir düşün. Ne istiyorsun? Ne yapabilirsin?
Sonra da harekete geç.
Bu yüzden sen de al eline spreyini, markırını ve yazabileceğin her yere yaz duygularını. Görünmez sanma. Aynı duyguları paylaşıyoruz hepimiz. Olur ya belki buluruz birbirimizi.
O zaman birlik olup tüm baskılara, otoritelere karşı gelebiliriz. “En Güzel İsyan Lisede Başlar” deyip hemen başlayabiliriz. İktidarlara karşı “İnadına İsyan” diyebiliriz.
Çünkü biz “İsyana Aşığız”. Özgürlüğe, anarşizme ve mücadeleye…
]]>
Doğrudan hedefe müdahale ederek, müdürün-öğretmenin-bekçinin-iktidarın otoritesini sarsan eylem biçimidir. Birçok farklı yöntemi olabilir, eylemin büyüklüğü ölçüsünde işleyişi kilitleme ve durdurma etkisi de yükselir. Tabelaya atılan bir ampul boyası, okul girişine dökülen bir kova yağlı boya, koridorlara atılan osuruk gazı, okulun giriş kapısına vurulan bir kilit, müdürün odasının kapısına yapıştırılan bir sticker.. Bazen otoriter bir öğretmene ders vermek için, bazen de dediğim dedik bir müdürü bozguna uğratmak için yapılabilir. Ne olursa olsun her sabotaj eylemi bizler için umut vericidir, onlar içinse kabustur! Her sabotaj onların itaatkar düzenine atılan bir taştır.
Örneğin müdür son dersler boş olsa da okul saatlerinde çıkışlara izin vermez. Öğrencilerin okuldan kaçmasını engellemek için okulun arka bahçesini demir kapı ve dikenli tellerle çevirir. Ardından LAF’ın bir gece yarısı ansızın gerçekleşen sabotaj eylemi ile kapının kırılması, okul tabelası ve giriş kapısının siyah boya fırlatılarak boyanması, duvara yazılan “o duvarınız vız gelir bize vız, özgürlüğümüzü kilitleyenlerin okulunu yıkarız” mesajıyla okul müdürünün, idarecilerin ve güvenlik görevlilerinin sabah karşılaştığı manzara sonrasında yüzlerinin aldığı ifadeyi hepimiz tahmin edebiliriz. Sonrasında kızgınlıktan kızarmış bir suratla törende konuşma yapan müdürü izlerken bizlerin tebessümlü yüzleri sabotaj eyleminin ne derece etkili olduğunu bir kez daha bizlere kanıtlar.
Sabotaj Eylemi Neden Gereklidir?
Aslında “sabotaj eylemi” bir gerilla taktiğidir. Doğrudan hedefe yönelik olduğundan başarı oranı çok yüksektir. Otorite sahipleri, hiyerarşi piramitlerini sımsıkı kurup baskı ve zorla saçmalıklar sistemini devam ettirirken sabotaj eylemleriyle neyin nereden geldiğini anlamadan şaşkına döneceklerdir. Ve “sabotaj eylemleri” büyük bir gizlilik gözetilerek yapıldığından bizi bulmaları çok zor olacaktır. Sabotaj eylemini önemli kılan noktalardan biri de budur. Kimin, hangi ara, nasıl yaptığını bulamazlar. Ama neden yaptığımızı çok iyi bilirler bu yüzden eylem sonrası davranışlarını, bizlere uyguladıkları baskıları da değiştirirler. Bilirler baskıyı arttırdıkça LAF’ın durmayacağını. Otoritenin olduğu her yerde buna karşı koyan bir liselinin olacağını. Bilirler, bilmeyenler de öğrenirler.
Sabotaj Eylemi Kavgadır!
Sabotaj, disiplin anlayışınızla etek boyumuzu ya da saçımızın sakalımızın tarzını beğenmediniz diye ellerimizde kırdığınız cetvellerin; not tehditleriyle, aileyle, disiplin cezalarıyla üzerimizde kurduğunuz baskıların; ygs, lys, ösym yarıştırmacalarınızla benliğimizi kaybettiğimiz saatlerin; streslere sokarak intihar eşiğine getirdiğiniz, ölümlerine sebep olduğunuz kardeşlerimizin hesaplarını sorabileceğimiz en etkili eylem biçimlerinden biridir. Müdürler, öğretmenler, siz otorite sahipleri! Saldırılarınıza karşı bizlerin sabotajı bir cevaptır, direniştir, kavgadır!
“Vur ve otorite sahibi godomanlar neyin ne olduğunu nereden geldiğini anlamadan şaşkınca ortada kalsın. Yarattıkları saçmalıklar sisteminin en işlek noktalarında otoriteleri yerle bir olsun. Vur liseli vur!”
LAF’ın Sabotaj Eylemi Geleneği
Faaliyete başladığımızdan itibaren her yıl 24 Kasım günü sabotaj eylemlerimizin en yoğunlaştığı zaman olmuştur. Bizleri saçmalıklar sistemine beyaz ve mavi yakalı köleler olarak yetiştirmek isteyen eğiticilere armağanımız ne bir çiçek ne bir çikolata olmuştur. Onların otoritelerine saygı duyulması için başta 12 Eylül darbecisi Kenan Evren tarafından ilan edilen her 24 Kasım’da bizlerin eğiticilere en büyük armağanı isyan olmuştur.
Öyle ki bazı okullara defalarca 24 Kasım’da sabotaj eylemi yaptığımız için otoritesi sarsıla sarsıla yerle bir olan müdür, bizlerden intikam almak için polisle işbirliği yapmış, 23 kasım gecesinde okul kapısında polisler bekletmiştir. Amma velakin ne polisler, ne okul bahçesinde volta atan müdür ne de bekçisi LAF’ın sabotaj eylemini engelleyememiştir. Gerçi gece yarısı 03:00 civarında okul bahçesinde okul müdürüyle karşılaşmak bizleri şaşırtsa da yaratıcılık ve kararlılığımızla eylemimizi başarı ile sonuçlandırmışızdır. Düşmanımız bize karşı aldığı önlemlerde eylemimizin ne kadar doğru ve başarılı olduğunu da bizlere tekrar tekrar kanıtlamıştır. LAF olarak yaptığımız tüm sabotaj eylemlerini yazılamalarla, kuşlamalarla imzamızı atarak sahiplendik ve yapacaklarımızı da sahiplenmeye devam edeceğiz. Şimdi yaptığımız yüzlerce sabotaj eyleminden birkaç örnek verelim;
“Özgürlüğümüze Kilit Vuranların Mabetlerini Kilitleriz” – Öğretmenlere Armağan – Kasım 2010
Kilit vurma sabotajı, 24 Kasım eylemlerinin en ses getirenlerdendi. 5 farklı ilde yaptık, 20’ye yakın okulu kilitledik. Özellikle Antalya Bileydi Anadolu Lisesi’nde zincirlerle kilitlediğimiz okul kapısının açılması 2 saatten uzun sürmüş, tüm gün boyunca okulun kilitlenmesiyle liseliler heyecan, idareciler ve öğretmenler ise korku içinde kapıda kalmıştı. Ayrıca tüm gün dersler işlenemez hale gelmişti. Eylem sonrasındaki günlerde okul idaresi tipik bir hareketle okulda bildiği, tanıdığı, fişlediği tüm devrimci öğrencileri sorgulamaya girişerek ‘laf’ çıkarmaya çalışmış ama tüm çabalar boşa çıkmıştı. İstanbul’da Maltepe ve Bostancı bölgesinde kilitlediğimiz okullar sabahın erken saatlerinde anlaşılmaya başlanınca polisler büyük makaslı ekipler oluşturarak tüm okullara devriye göndermişti. Kilitlediğimiz birçok okulda ilk dersler öğretmenlerin ve öğrencilerin okula girememesiyle iptal edilmişti. Kilitlenen her okulla beraber 24 Kasım öğretmenlere değil öğrencilere armağan olmuştu.
“Okul Tabelalarını İsyanın Rengine Boyadık” – İnat, Amaca Götürür – Kasım 2012
Tabela boyama sabotajı 24 kasım geleneğini sürdürdü. İstanbul Kadıköy Kemal Atatürk Lisesi ve Sarıyer Behçet Kemal Çağlar lisesi başta olmak üzere birçok liseye eylemler düzenledik. Uyguladığı baskı politikalarının yanı sıra okulda örgütlenmemize karşı çabalar içerisinde olan Behçet Kemal Çağlar Lisesi idaresi ve faşist öğretmenleri yine bir LAF eylemiyle karşılaşınca afallamıştı. Bu okul Laf’ı iyi tanıyordu, vazgeçmezdik biliyordu. Boyama eyleminin sabahında tüm okulu tiner kokusu içerisinde bırakarak tabelayı temizlemeye çalışmışlar, oda olmayınca ilk ders içerisinde başında müdürün olduğu ‘‘otorite imajını kurtarma operasyonu’’ ile tabela çabucak indirilmişti. Tüm okulun ders sırasında pencerelerden izlediği bu komedi filmi aslında bir fragman niteliğindeydi bizim için. Asıl film şimdi başlıyordu. Müdür ve faşist öğretmenler birliği okulda LAF’ın varlığından, yürüttüğü politikadan rahatsızdı. Defalarca “Sabotaj Eylemleriyle” karşılaşmışlardı ve bu seferkini 1 ders saatinde atlattıkları için rahat bir nefes aldıklarını düşünüyorlardı. Tabelasız kalan Behçet Kemal Çağlar Lisesi müdürü, odasında koltuğuna oturduğunda rahat bir nefes alırken internete girdiğinde lisenin resmi sitesinin LAF tarafından hacklenerek ampul boyası ile boyadığımız tabelanın fotoğrafının anasayfada LAF’ın yaptığı açıklama ile beraber görünce aldığı yüz ifadesini tahmin edebilmiştik. Ayrıca müdür katında nöbetçi öğrenci yapılan arkadaşımızdan aldığımız bilgilere göre odasında ettiği küfürleri de kendisine iade ederek, böyle ataerkil cümleler kurmamasını aksi halde tekrar karşısına çıkacağımızı site üzerinden beyan etmiştik.
“Taksim Direnişçilerinin İsimlerini Okullara Verdik” – Unutulmadılar, Unutulmayacaklar – Eylül 2013
Geçmişte ilk tabela değiştirme eylemimizi Kenan Evren Anadolu Lisesi’ne yapmıştır. Birçok sendikanın önüne eylem yapıp imza toplayarak yapılan “darbecilerin isimleri okullardan kaldırılsın” kampanyası çok ses getirmemişti. Biraz istek, biraz inanç, biraz da eylem gerekiyordu. Bir gece ansızın okula giderek Kenan Evren Anadolu Lisesi’nin tabelasını indirip yerine Erdal Eren Anadolu Lisesi tabelası asmıştık. Erdal Eren 17 yaşında, yaşı 18 gibi gösterilerek Kenan Evren ve diğer darbecilerin idama yolladığı bir devrimci gençti, onun adını darbecilerin adının verildiği okula vermenin iyi olacağını düşünmüştük. Bir sene sonraysa rüzgar tersten esiyordu, darbecilerin isimleri okullardan kaldırılıyordu. Kenan Evren Anadolu Lisesi resmi olarak da İstanbul Anadolu Lisesi olarak değiştirildi. Sanırız ki eylemimizin de biraz etkisi olmuştur…
Çoklu tabela değiştirme eylemimiziyse Taksim Gezi Direnişi sırasında katledilen 6 direnişçi için 6 liseye aynı anda gerçekleştirdik. Tabela değiştirme eylemimizin amacı katil devletin tetikçilerinin isimlerini okullardan silmek, özgürlük için mücadele ederken katledilen kardeşlerimizin isimlerini onların yerine yazmak, unutturmamaktı.
Açılışını darbeci Kenan Evren’in yaptığı, bir generalin adının verildiği General Ali Rıza Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi’nin tabelasını 19 yaşında Lice’deki karakol yapımına karşı eylem yaparken asker tarafından vurularak öldürülen Medeni Yıldırım’ın adıyla değiştirdik. Yine 19 yaşında Eskişehir’de sivil polisler ve faşistlerce dövülen ve doktorun bilinçli ihmali ile beyin kanaması sonucu katledilen kardeşimiz Ali İsmail Korkmaz’ın adını Kadıköy Muhsin Adil Binal Ticaret Meslek Lisesi’nin tabelasına yazdık. 22 yaşında Antakya’da polis tarafından kafasından vurularak öldürülen Abdullah Cömert’in adını Suadiye Hacı Mustafa Tarman Lisesi’nin tabelasına yazdık. 19 yaşında Taksim’deki polis saldırısına karşı, 1 Mayıs Mahallesi’nden otobana inerek Taksim’e yürümek isteyen kalabalığa karışan ama faşist bir sürücünün arabasıyla hızla kalabalığın içine girmesi sonucu öldürülen Mehmet Ayvalıtaş’ın adını Ahmet Sani Gezici Kız Teknik ve Meslek Lisesi’nin tabelasına yazdık. 27 yaşında Ankara’da çevik kuvvet polisinin 5 metre yakın mesafeden direk hedef alıp ateş ederek öldürdüğü Ethem Sarısülük’ün adını Kartal, Atalar Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi’nin tabelasına yazdık. 23 yaşında Antakya’da polis saldırısı sırasında çatışmada öldürülen Ahmet Atakan’ın adını Kadıköy Anadolu Lisesi’nin tabelasına yazdık.
“MEB’in, Tacizcilerin Kabusu Olduk” – Takdire Şayan Hareketler – Kasım 2013
MEB sabotajında 24 Kasım eyleminin, bir seneye mahsus hedef değiştirmesi gerekmişti. Taksim Gezi isyanı ile başlayan süreçte insanları sokak ortasında katleden polis, 23 Kasım günü Ankara’da basın açıklaması yapmak isteyen öğretmenlere TOMA’larla gaz bombalarıyla saldırmış, birçok öğretmeni yaralamıştı. Katillerin saldırısına uğrayan öğretmenlerin bugün de karşılarında durmak bize yakışmazdı. Bizde TOMA’ların önünde direnen, tazyikli sular altında sırılsıklam olmasına rağmen İNADINA diyerek barikata yüklenen öğretmenleri takdir ederek bu 24 Kasım’da, onların bizlere o eğitim yılı içerisinde çektirdiklerini görmezden geldik. Ertesi gün yapacağımız eylemlerin hedefini değiştirerek isyanımızı İlçe Milli Eğitim Bakanlıkları’na yönelttik. Kadıköy İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ve Fatih İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gece yarısı düzenlediğimiz sabotaj eylemi ile her iki yerin tabelalarını siyaha boyadık. Fatih İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nü seçmemizin nedeni ise ilçe milli eğitim müdürü olan Şeref Çalışır’ın şubede çalışan kadınları taciz edip sadece para cezası ödeyerek işine geri dönmesi ve tacize uğrayan kadınların işine son verilmesiydi. Bu yüzden Şerefsiz ilçe milli eğitim müdürünü deşifre ederek şubenin duvarlarına “Tacize İsyan”, “ŞEREFsizleri ÇALIŞtırmayacağız” yazılamaları yaptık.
“Soma Eylemine Saldıran Müdüre Cevabımız!” – Liselilere Kalkan Elleri Kırarız – Mayıs 2014
Soma’da maden ocaklarında devlet ve kapitalizm, kendi açıkladıkları rakamlara göre 301, madencilerin verdiği bilgilere göre 600’den fazla işçiyi katletmişti. Yaşanan bu işçi katliamına karşı dört bir yanda eylemler sürüyorken liseliler de bulundukları okullarda eylemler yapıp bildiriler dağıtarak devletin ve patron medyasının saklamaya çalıştığı gerçekleri anlatmaya çalışıyorlardı. Sarıyer İstinye Lisesi’nde de Soma’da katledilen işçiler için okul bahçesinde toplanıp slogan atan liselilere okul müdürü “Gel lan buraya, gerizekalı”, “Provoke etme, burası okul” diyerek saldırmış ve eylemi dağıtmış, odasına çağırdığı liselileri dövmüştü. Eylemi yapan arkadaşlar LAF’lı olmamasına rağmen, haberi duyunca hemen bu okul müdürüne cevap verilmesi gerektiğini kararlaştırdık. İlk önce eylem içerisinde bulunan örgütlenmelerin bir cevap vereceğini düşünüyorduk. Ama bu örgütlenmeler müdüre haddini bildirmek yerine yazdıkları haber metinlerinde mağdur edebiyatı yapmışlardı. Olayda bizzat özne olan siyasi örgütlenmeden cevap gelmeyince biz de liselilere kalkan bir ele cevap vermeyi kendimize görev bildik ve hemen eylem planı yaptık. Gece yarısı okul tabelasına ve giriş kapısına kilolarca kırmızı boya fırlattık. Duvarlara “Otoriteye inat LAF’a örgütlen”, “Soma’yı unutma”, “Liselilere Kalkan Elleri Kırarız” yazılamaları yapmıştık. Kuşlamalar ve yazılamalarla süslediğimiz eylemimiz sabahleyin tüm liselilere ‘oh olsun şerefsiz müdüre’ dedirtmişti. Çünkü bu saldırıya karşı böyle bir cevap verilmeliydi, verilmemesi eksiklikti. En azından biz böyle düşündüğümüz için böyle hareket ettik.
Soma’da katledilen işçiler için yapılan eyleme saldıran müdür de katil patronların suçuna ortak olmuş ve okulu yüzlerce işçinin isyanı ile boyanmıştı. Sabah okula gelen müdür tipik bir korkaklık belirtisi göstererek hemen polisleri çağırmış ve okul girişi cinayet işlenmişçesine polis kordonu ile çevrilip öğrenciler bahçede bekletilmişti. Sabahleyin polise yakaran müdür ‘ben hiçbir şey yapmadım ki, kimseye el kaldırmadım, benim niye elimi kıracaklarmış’ diye yakınsa da biz yaşananları çok net biliyorduk. Gündüz müdür katil polislere yakarmaya devam ederken müdürle görüşmek için okulu telefonla aradık. Müdüre ulaşabildiğimizde okulun duvarlarına yazdığımızı bir kez de duyması için söyledik “Bir daha bir liseliye el kaldırırsan o elini kırarız!” Sonrası da okul içerisindeki mafyavari hareketlerini değiştirerek liselilere bir şey söylerken bile tedirgin olan müdürü gördüğümüzde tekrar anlamıştık. Sabotaj eylemi ve LAF’lıların kararlılığı bir müdüre haddini bildirmişti.
“Berkin için Sokağa, Okulları Boykota!” – Gündüz Boykota, Gece Sabotaja – Mart 2015
Berkin Elvan’ın 15 Haziran’da Taksim Gezi Parkı direnişi sırasında Okmeydanı’nda polislerin attığı gaz fişeği ile kafasından vurularak katledilişinin yıldönümünü olan 11 Mart’ta tüm liselileri okulları boykot etmeye çağırmıştık. Bir gece öncesinden ise onlarca okulun tabelalarını kırmızı boya ile boyadık. Okulların giriş kapılarına boya ve kuşlama atarak kolay kolay temizlenemeyecek hale getirdik. Böylece Berkin Elvan için yaptığımız boykot çağrısı fiili anlamda da okula girişleri engelleyerek gerçekleştirmiş olduk. Boykot çağrısını bilen arkadaşlar zaten okullara gitmezken boykottan haberdar olmayan liseliler sabotaj eylemleri sayesinde okula girememiş, kuşlamalarımız ve yazılamalarımızla Berkin Elvan için okulları boykot ettiğimizden haberdar olmuşlardı.
]]>