anarşistliselier – İnadına Dergisi https://inadina.org Anarşist Liselilerin Dergisi Wed, 30 Oct 2019 10:08:21 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.7.4 İsmini Vermek İstemediğim https://inadina.org/ismini-vermek-istemedigim/ Wed, 30 Oct 2019 10:08:21 +0000 http://inadina.org/?p=498

Çocukken herkes bir sanatkardır, zor olan yetişkinken sanatkar kalabilmektir. Pablo Picasso İsmini vermek istemediğim bir lisenin öğrencisiyim. İsmini vermek istemediğim onlarca kişinin öğrencisi olduğum gibi… Beyinlerimize kodlanmış hayatları yaşamak zorunda bırakılan milyonlarca gençten birisi… Okul-ev-ders-sınav evreninin sonsuz gezegenlerinden biriyim, bana çizilen yörüngeleri dönmekteyim. İsmini vermek istemediğim diğer öğrenciler gibi… Sert bir törpüyle düzeltilmeye çalışılan isteklerin, […]]]>
Çocukken herkes bir sanatkardır, zor olan yetişkinken sanatkar kalabilmektir.

Pablo Picasso

İsmini vermek istemediğim bir lisenin öğrencisiyim. İsmini vermek istemediğim onlarca kişinin öğrencisi olduğum gibi… Beyinlerimize kodlanmış hayatları yaşamak zorunda bırakılan milyonlarca gençten birisi… Okul-ev-ders-sınav evreninin sonsuz gezegenlerinden biriyim, bana çizilen yörüngeleri dönmekteyim. İsmini vermek istemediğim diğer öğrenciler gibi…

Sert bir törpüyle düzeltilmeye çalışılan isteklerin, ağır bir makasla budanmaya çalışılan düşlerin henüz düzeltilemediği, budanamadığı bir zamanda okulun, ailenin, devletin isteklerini reddederek düşünen bir bireyim, ismim lazım değil!

Senin de vardır öyle anlarda reddederek, düşüncelerini ve duygularını ifade ederek, varlığını yok sayanlara karşı kendi varlığını haykırışların. Her gün ve sürekli bir şekilde empoze edilen düşüncelere karşı çıkışın; yalnızca itaati öğütleyenlere isyanın! Benim de öyle!

Bu karşı çıkışın birçok mecrasından biri; isyanı anlatmanın birçok aracından biri olarak gördüm tiyatroyu. Çünkü derdimi/derdimizi anlatmanın daha dolaylı biçimlerle değil doğrudan bir yoluydu tiyatro. Gerçeği yaratıcı bir şekilde anlamanın/anlatmanın iyi yöntemlerinden biri olarak tanıdım. İktidar mekanizmalarıyla sınırlı hale getirilmiş toplumsal etkileşimi bu sınırlardan kurtarabilmeyi tiyatroyla gerçekleştirmek istedim.

Tiyatro ne mi yapar? İçinde yaşanılan dünyayı taklit eder. Mimesis denilen kavram buradan gelir. Mimesis, taklit etmek demektir. İçinde yaşadığımız dünyayla ilişkisi budur. Olduğu gibi bir taklit değildir bu. Bireyin yaratıcılığından/kendi deneyimlerinden geçirilmiş bir dünyadır bu.

Özgür bir dünyanın sahnelenmesidir bazen, uğrunda mücadele edilen; bazen en karanlık distopyaların sahnelenmesidir, içinde bulunduğumuz en adaletsiz zamanların. Bu taklit, varolanın tekrarı değildir. Varolup görünmeyeni, bu taklit aracılığıyla görünür kılmaktır.

Tiyatro Kimin İçin?

Sanat için sorulan o meşhur soruyu biz de tiyatro için soralım. “Bütün dünya bir sahnedir!” der Shakespeare. Bu soruya verilebilir en kestirme yanıttır. Bu bizi bir yandan oyuncu kılar bu dünya/sahnede, bir yandan izleyici. Oyuncu/izleyici ayrımı yoktur bu dünya/sahnede.

Başta söyledim ya, empoze edilen ve itaati öğütleyen düşüncelerle, mekanizmalarla sadece izleyici kılınırız bu dünyada. Oynamak zorunda olduğumuz rol oynatılır bize. Düşünmediğimiz düşünceler düşündürtülür, hissetmediğimiz duygular hissettirilir. Zorla, baskıyla, şiddetle…

Tiyatro bizi pasifize eden bu sistemi farketmenin bir aracıdır, bizi kandırdıkları oyunun farkedilme “anı”dır. Düşüncelerimin yaratıcı bir şekilde somutlaştırılmasıdır yani eylem anıdır. Ve özgürlükle ilgilidir.

Geri dönelim soruya, tiyatro kimin içindir? Dünya sahnesindeki herkes için. İçinde yaşadığımız bu iktidarlı düzen; onun aile gibi, okul gibi, ordu gibi kurumları ve bu kurumlarla şekillendirilen toplum hepimizin içindeki bu yaratıcılığın ortaya çıkmasına izin vermiyor. Aynılaştırma, üretimin kolektiflikten koparılması ve profesyonelleşme sadece düşündüklerimizin yaratıcı ifadesinin önüne geçmiyor; aynı zamanda düşünmeyi, eylemeyi engelliyor. İşte böyle bir döngünün içinde, bireyin gerçek olanın ne olduğuna yanıt ararken kendi farkına varmasında bir yol, hayalgücünün sınırlandırılmasına bir karşı koyuş olarak gördüm tiyatroyu.

İsmini Vermek İstemediğim Oyun

Bedenin özgürleşmesi, hayal etmenin ve gerçekliğin bedende somut olarak gözlemlenmesi ya da bir karşı koyuş diye nitelediğimiz tiyatro her dönem baskı ve yasaklamalara maruz kalmıştır. İşte böyle zamanlarda iktidarın aynılaştırma ve niteliksizleştirme stratejilerinin parçasına ya da kimi zaman kolay tüketilen, huzur ve rahatlama aracına da dönüşmüş, seyircinin pasifleştiği ve popüler kültürün şekillendirdiği kapitalizm ürününe dönüşmüştür.

Bu dönüşüm tiyatroyu kendi özünden koparmakla kalmamış, devletin milliyetçi ideolojisinin pompalandığı bir araca dönüşmesine de olanak vermiştir.

İsmini vermek istemediğim lisenin ismini vermek istemediğim hocasının yönetiminde çalıştırılan oyunlarda olduğu gibi. Bireyin benliğini, olmayan soyut bir bütüne, soyut sınırlara armağan etmenin dayatılan mutluluğu… Yaşamlarını verdikleri için kahramanlaşan ölülerin ölümüyle ölümsüzleşen devlet…

Milliyetçilik ve kahramanlık duygularını harekete geçirmeyi amaçlayan bu propagandalar, savaş alanlarında kendisini vatanperver duygular için, vatan için, devlet için feda etmeye hazır insanların varlığına dayanır. Ulusun birlik ve beraberliğinin, dinsel bütünlüğün vurgulandığı oyunların okullarda neden oynatıldığı aşikardır. Devlete uygun vatandaşlar üretme fabrikası olan okullarda Vatan Yahut Silistre’ler, 18 Mart Destanları, 15 Temmuz’lar, daha nice “yer ve zamanla” kutsanmış oyunlarla belli değerler biz liselilere aşılanmaya çalışılır. Sonrası, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım!

İsmini Vermek İstediklerim

Milliyetçi propagandanın ya da popüler kültürün bir aracı/ürünü haline gelmiş bir oyunun ne bireyin yaratıcılığı ne de o bireyin özgürlüğüyle ilgisi vardır. Nefret ve düşmanlık ritüellerinde yer almak yerine, örneğin Ionesco’nun nefes kesen Gergedanlar oyununda Bérenger’i oynamak isterdim. Çünkü etrafımda esen ırkçı ve militarist rüzgarların arasında yalnız bir insan olmanın ne demek olduğunu anlatmak isterdim. Özgürlük hayallerimizi ortak zannettiğim insanların, gergedanların ayak sesleri yükseldikçe birer birer gergedanlaştıklarını, pek eğitimli insanların gergedanlara dair hiçbir şey söylemeden klişeleri yinelemesini ve sonra sürüye katılmasını, bu hergün yaşadığım ve bilendiğim salgın hastalığın nasıl yayıldığını bu kadar net gösteren bir oyunda oynamak isterdim. Ama bu salgını, kapitalizmin büyük oyunu olarak yok sayan ilerici Botard’ın ya da gergedanlığı olağan sayan pipocu Dudard’ın repliklerine, özellikle bugün var olan benzerlerinin söyledikleri eklensin isterdim, çünkü hiç üzerlerine alınmıyorlar.

Dario Fo’nun ölümsüz eserlerinden biri olan Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’nde Deli karakterini oynamak isterdim. Başrol olduğu için değil oyunun sonunda seyircilere hangi sonu tercih ettiklerini sorduğu için Deli’yi oynamak isterdim. Seyircilere, kanunlara saygılı ama katillerin kurtulduğu sonu mu, yoksa kanuna aykırı ama katillerin öldüğü sonu mu tercih ettiklerini sorarken gözlerinin içine bakmak isterdim. Gazeteciyi de oynayabilirdim çünkü bu meslekten insanların ya da aslında iyi araştıran ve sorgulayan her insanın gerçeklere yaklaştıkça bir karar vermek zorunda olduklarını anlatmak isterdim. Aynı zamanda bu oyunu bu topraklarda oynadığımda izleyenlerin Cumartesi Anneleri’ni ve devletin kaybettigi devrimcileri hatırlamalarını ya da bilmelerini isterdim.

Beckett’in Godot’yu Beklerken oyununda ışıkçı olmak isterdim. Bu oyunda hiçbir şey olmaz ama kendinizi izlemekten alamazsınız. Öyle doğurgan bir boşluk oluşur ki sahnede yapacağınız en ufak ışık oyunuyla bir boyut katabilirsiniz. Üstelik bu oyunu hazırlarken tiyatro dünyasının elli küsür yıldır bitiremediği felsefi ve tarihi bir tartışmanın parçası olursunuz. Kahramanların, kurtarıcıların, teorisyenlerin, çok bilenlerin, en güçlülerin ve strateji uzmanlarının dünyasının dışında bir arayış olarak gerçek olmayan bir düzlemde en gerçek ve acil meseleye odaklanırsınız. Oyunu yorumlayan hemen herkes artık Godot’yu beklemememiz gerektiğini söyler ama Godot’nun kim olduğu belli değildir. Belki de bu oyunu oynamak neyi beklediğimizi anlamanın bir aracı olabilir.

Alman anarşistlerini etkileyen Schiller’in ünlü Haydutlar oyununda oynamak isterdim çünkü bu oyundaki Moor ailesi karakterleri ve ilişkileri devleti oluşturan güçlerin bir analojisidir. Etrafımızı saran şiddetin Bohem Ormanları’nda geçen versiyonu, yüce amaçlar için işlenen cinayetler ve fazlasını, melodramların tadında canlandırır ama televizyonda her gün karşılaştığımız aksiyonun ardından gelen tatsız tortunun yerine bu karakterlerin arasında daha önce görmediğimiz ilişkilerin farkındalığını yaşatır.

Öyle yapıyorum. İsmini vermek istemediğim lisede ismini vermek istemediğim hocanın eğitmenliğinde, ismini vermek istemediğim oyunlarda oynamıyorum. Onların ölüm, düşmanlık ve nefret saçan propagandalarının parçası olmuyorum, olmayı reddediyorum. Benliğini bu isimsizlerin içinde hiçleştirmeyen özgür bireylerle, ismini haykıracağımız oyunlara hazırlıyorum kendimi.

 

]]>