liseliler – İnadına Dergisi https://inadina.org Anarşist Liselilerin Dergisi Wed, 30 Oct 2019 10:25:32 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.7.4 İsmini Vermek İstemediğim https://inadina.org/ismini-vermek-istemedigim/ Wed, 30 Oct 2019 10:08:21 +0000 http://inadina.org/?p=498

Çocukken herkes bir sanatkardır, zor olan yetişkinken sanatkar kalabilmektir. Pablo Picasso İsmini vermek istemediğim bir lisenin öğrencisiyim. İsmini vermek istemediğim onlarca kişinin öğrencisi olduğum gibi… Beyinlerimize kodlanmış hayatları yaşamak zorunda bırakılan milyonlarca gençten birisi… Okul-ev-ders-sınav evreninin sonsuz gezegenlerinden biriyim, bana çizilen yörüngeleri dönmekteyim. İsmini vermek istemediğim diğer öğrenciler gibi… Sert bir törpüyle düzeltilmeye çalışılan isteklerin, […]]]>
Çocukken herkes bir sanatkardır, zor olan yetişkinken sanatkar kalabilmektir.

Pablo Picasso

İsmini vermek istemediğim bir lisenin öğrencisiyim. İsmini vermek istemediğim onlarca kişinin öğrencisi olduğum gibi… Beyinlerimize kodlanmış hayatları yaşamak zorunda bırakılan milyonlarca gençten birisi… Okul-ev-ders-sınav evreninin sonsuz gezegenlerinden biriyim, bana çizilen yörüngeleri dönmekteyim. İsmini vermek istemediğim diğer öğrenciler gibi…

Sert bir törpüyle düzeltilmeye çalışılan isteklerin, ağır bir makasla budanmaya çalışılan düşlerin henüz düzeltilemediği, budanamadığı bir zamanda okulun, ailenin, devletin isteklerini reddederek düşünen bir bireyim, ismim lazım değil!

Senin de vardır öyle anlarda reddederek, düşüncelerini ve duygularını ifade ederek, varlığını yok sayanlara karşı kendi varlığını haykırışların. Her gün ve sürekli bir şekilde empoze edilen düşüncelere karşı çıkışın; yalnızca itaati öğütleyenlere isyanın! Benim de öyle!

Bu karşı çıkışın birçok mecrasından biri; isyanı anlatmanın birçok aracından biri olarak gördüm tiyatroyu. Çünkü derdimi/derdimizi anlatmanın daha dolaylı biçimlerle değil doğrudan bir yoluydu tiyatro. Gerçeği yaratıcı bir şekilde anlamanın/anlatmanın iyi yöntemlerinden biri olarak tanıdım. İktidar mekanizmalarıyla sınırlı hale getirilmiş toplumsal etkileşimi bu sınırlardan kurtarabilmeyi tiyatroyla gerçekleştirmek istedim.

Tiyatro ne mi yapar? İçinde yaşanılan dünyayı taklit eder. Mimesis denilen kavram buradan gelir. Mimesis, taklit etmek demektir. İçinde yaşadığımız dünyayla ilişkisi budur. Olduğu gibi bir taklit değildir bu. Bireyin yaratıcılığından/kendi deneyimlerinden geçirilmiş bir dünyadır bu.

Özgür bir dünyanın sahnelenmesidir bazen, uğrunda mücadele edilen; bazen en karanlık distopyaların sahnelenmesidir, içinde bulunduğumuz en adaletsiz zamanların. Bu taklit, varolanın tekrarı değildir. Varolup görünmeyeni, bu taklit aracılığıyla görünür kılmaktır.

Tiyatro Kimin İçin?

Sanat için sorulan o meşhur soruyu biz de tiyatro için soralım. “Bütün dünya bir sahnedir!” der Shakespeare. Bu soruya verilebilir en kestirme yanıttır. Bu bizi bir yandan oyuncu kılar bu dünya/sahnede, bir yandan izleyici. Oyuncu/izleyici ayrımı yoktur bu dünya/sahnede.

Başta söyledim ya, empoze edilen ve itaati öğütleyen düşüncelerle, mekanizmalarla sadece izleyici kılınırız bu dünyada. Oynamak zorunda olduğumuz rol oynatılır bize. Düşünmediğimiz düşünceler düşündürtülür, hissetmediğimiz duygular hissettirilir. Zorla, baskıyla, şiddetle…

Tiyatro bizi pasifize eden bu sistemi farketmenin bir aracıdır, bizi kandırdıkları oyunun farkedilme “anı”dır. Düşüncelerimin yaratıcı bir şekilde somutlaştırılmasıdır yani eylem anıdır. Ve özgürlükle ilgilidir.

Geri dönelim soruya, tiyatro kimin içindir? Dünya sahnesindeki herkes için. İçinde yaşadığımız bu iktidarlı düzen; onun aile gibi, okul gibi, ordu gibi kurumları ve bu kurumlarla şekillendirilen toplum hepimizin içindeki bu yaratıcılığın ortaya çıkmasına izin vermiyor. Aynılaştırma, üretimin kolektiflikten koparılması ve profesyonelleşme sadece düşündüklerimizin yaratıcı ifadesinin önüne geçmiyor; aynı zamanda düşünmeyi, eylemeyi engelliyor. İşte böyle bir döngünün içinde, bireyin gerçek olanın ne olduğuna yanıt ararken kendi farkına varmasında bir yol, hayalgücünün sınırlandırılmasına bir karşı koyuş olarak gördüm tiyatroyu.

İsmini Vermek İstemediğim Oyun

Bedenin özgürleşmesi, hayal etmenin ve gerçekliğin bedende somut olarak gözlemlenmesi ya da bir karşı koyuş diye nitelediğimiz tiyatro her dönem baskı ve yasaklamalara maruz kalmıştır. İşte böyle zamanlarda iktidarın aynılaştırma ve niteliksizleştirme stratejilerinin parçasına ya da kimi zaman kolay tüketilen, huzur ve rahatlama aracına da dönüşmüş, seyircinin pasifleştiği ve popüler kültürün şekillendirdiği kapitalizm ürününe dönüşmüştür.

Bu dönüşüm tiyatroyu kendi özünden koparmakla kalmamış, devletin milliyetçi ideolojisinin pompalandığı bir araca dönüşmesine de olanak vermiştir.

İsmini vermek istemediğim lisenin ismini vermek istemediğim hocasının yönetiminde çalıştırılan oyunlarda olduğu gibi. Bireyin benliğini, olmayan soyut bir bütüne, soyut sınırlara armağan etmenin dayatılan mutluluğu… Yaşamlarını verdikleri için kahramanlaşan ölülerin ölümüyle ölümsüzleşen devlet…

Milliyetçilik ve kahramanlık duygularını harekete geçirmeyi amaçlayan bu propagandalar, savaş alanlarında kendisini vatanperver duygular için, vatan için, devlet için feda etmeye hazır insanların varlığına dayanır. Ulusun birlik ve beraberliğinin, dinsel bütünlüğün vurgulandığı oyunların okullarda neden oynatıldığı aşikardır. Devlete uygun vatandaşlar üretme fabrikası olan okullarda Vatan Yahut Silistre’ler, 18 Mart Destanları, 15 Temmuz’lar, daha nice “yer ve zamanla” kutsanmış oyunlarla belli değerler biz liselilere aşılanmaya çalışılır. Sonrası, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım!

İsmini Vermek İstediklerim

Milliyetçi propagandanın ya da popüler kültürün bir aracı/ürünü haline gelmiş bir oyunun ne bireyin yaratıcılığı ne de o bireyin özgürlüğüyle ilgisi vardır. Nefret ve düşmanlık ritüellerinde yer almak yerine, örneğin Ionesco’nun nefes kesen Gergedanlar oyununda Bérenger’i oynamak isterdim. Çünkü etrafımda esen ırkçı ve militarist rüzgarların arasında yalnız bir insan olmanın ne demek olduğunu anlatmak isterdim. Özgürlük hayallerimizi ortak zannettiğim insanların, gergedanların ayak sesleri yükseldikçe birer birer gergedanlaştıklarını, pek eğitimli insanların gergedanlara dair hiçbir şey söylemeden klişeleri yinelemesini ve sonra sürüye katılmasını, bu hergün yaşadığım ve bilendiğim salgın hastalığın nasıl yayıldığını bu kadar net gösteren bir oyunda oynamak isterdim. Ama bu salgını, kapitalizmin büyük oyunu olarak yok sayan ilerici Botard’ın ya da gergedanlığı olağan sayan pipocu Dudard’ın repliklerine, özellikle bugün var olan benzerlerinin söyledikleri eklensin isterdim, çünkü hiç üzerlerine alınmıyorlar.

Dario Fo’nun ölümsüz eserlerinden biri olan Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’nde Deli karakterini oynamak isterdim. Başrol olduğu için değil oyunun sonunda seyircilere hangi sonu tercih ettiklerini sorduğu için Deli’yi oynamak isterdim. Seyircilere, kanunlara saygılı ama katillerin kurtulduğu sonu mu, yoksa kanuna aykırı ama katillerin öldüğü sonu mu tercih ettiklerini sorarken gözlerinin içine bakmak isterdim. Gazeteciyi de oynayabilirdim çünkü bu meslekten insanların ya da aslında iyi araştıran ve sorgulayan her insanın gerçeklere yaklaştıkça bir karar vermek zorunda olduklarını anlatmak isterdim. Aynı zamanda bu oyunu bu topraklarda oynadığımda izleyenlerin Cumartesi Anneleri’ni ve devletin kaybettigi devrimcileri hatırlamalarını ya da bilmelerini isterdim.

Beckett’in Godot’yu Beklerken oyununda ışıkçı olmak isterdim. Bu oyunda hiçbir şey olmaz ama kendinizi izlemekten alamazsınız. Öyle doğurgan bir boşluk oluşur ki sahnede yapacağınız en ufak ışık oyunuyla bir boyut katabilirsiniz. Üstelik bu oyunu hazırlarken tiyatro dünyasının elli küsür yıldır bitiremediği felsefi ve tarihi bir tartışmanın parçası olursunuz. Kahramanların, kurtarıcıların, teorisyenlerin, çok bilenlerin, en güçlülerin ve strateji uzmanlarının dünyasının dışında bir arayış olarak gerçek olmayan bir düzlemde en gerçek ve acil meseleye odaklanırsınız. Oyunu yorumlayan hemen herkes artık Godot’yu beklemememiz gerektiğini söyler ama Godot’nun kim olduğu belli değildir. Belki de bu oyunu oynamak neyi beklediğimizi anlamanın bir aracı olabilir.

Alman anarşistlerini etkileyen Schiller’in ünlü Haydutlar oyununda oynamak isterdim çünkü bu oyundaki Moor ailesi karakterleri ve ilişkileri devleti oluşturan güçlerin bir analojisidir. Etrafımızı saran şiddetin Bohem Ormanları’nda geçen versiyonu, yüce amaçlar için işlenen cinayetler ve fazlasını, melodramların tadında canlandırır ama televizyonda her gün karşılaştığımız aksiyonun ardından gelen tatsız tortunun yerine bu karakterlerin arasında daha önce görmediğimiz ilişkilerin farkındalığını yaşatır.

Öyle yapıyorum. İsmini vermek istemediğim lisede ismini vermek istemediğim hocanın eğitmenliğinde, ismini vermek istemediğim oyunlarda oynamıyorum. Onların ölüm, düşmanlık ve nefret saçan propagandalarının parçası olmuyorum, olmayı reddediyorum. Benliğini bu isimsizlerin içinde hiçleştirmeyen özgür bireylerle, ismini haykıracağımız oyunlara hazırlıyorum kendimi.

 

]]>
ZAMAN AZALIYOR, MEKAN DARALIYOR, STRES ARTIYOR https://inadina.org/zaman-azaliyor-mekan-daraliyor-stres-artiyor/ Wed, 30 Oct 2019 10:04:25 +0000 http://inadina.org/?p=496

Zaman Azalıyor Şu anda sınava 88 gün 22 saat 38 dakika 15 saniye kaldı. Bu sınav benim yaşımdaki bir liselinin toplamda 2 yıl 10 ay 2 hafta ve 1 gündür hazılandığı büyük bir sınav; her şeyin belirleneceği, hayatımı değiştirecek olan bir sınav. Ve bu sınav sadece 5 saat 15 dakika sürüyor. Yaşantımızı böylesine belirlediğine göre, […]]]>
Zaman Azalıyor

Şu anda sınava 88 gün 22 saat 38 dakika 15 saniye kaldı. Bu sınav benim yaşımdaki bir liselinin toplamda 2 yıl 10 ay 2 hafta ve 1 gündür hazılandığı büyük bir sınav; her şeyin belirleneceği, hayatımı değiştirecek olan bir sınav. Ve bu sınav sadece 5 saat 15 dakika sürüyor.

Yaşantımızı böylesine belirlediğine göre, zaman bizden ayrı bir şekilde akıp geçmiyor. Biz zamanın içindeyiz ama hem sanki her şeyi kendimizin planlayıp kontrol edebildiği bir zamandan bahsediyoruz hem de onun bizim dışımızda akıp geçerken bizi kontrol etmesine karşı koyamıyoruz. Bu bir paradoks ve bu paradokstan kurtulmak için bir şekilde zaman kavramından da kurtulmamız gerekiyor. Şimdi zamanı donduruyoruz ve onu geriye sarıyoruz.

Evet, şu anda sınava 88 gün 22 saat 37 dakika 45 saniye kaldı. Ancak bunu bir kenara bırakalım, zamansız bir zamanda yolculuk yapalım. Şimdi ne hissediyorsun? Artık harıl harıl çevirmen gereken test sayfaları yok. Zamanında teslim etmen gereken ödevler, giderek azalan saatler yok. Yani hayatında büyük bir boşluk var. Bu boşluk zamansızlıktan dolayı ertelediğin hayatının boşluğu.

Sınava 1 yıl kalınca artık yavaş yavaş çalışmaya başlaman gerekti, etrafındaki herkes gibi. Belki yaptığın sporu, belki devam ettiğin tiyatro kursunu, belki de okuduğun kitapları bir süreliğine erteledin. Sınav bitince yapılabilirdi tüm bunlar. Geri gelmeyenler çöplüğüne attın yani…

5 ay kaldığında ise zaten okulda, dershanede artan derslerin yüzünden arkadaşlarınla da buluşamamaya başladın ve onları da ertelemek zorunda kaldın. Sınava kadar arkadaşlık sadece kütüphanede beraber test çözmek oldu. Sınava 1 ay kaldığında ise artık uyuyamaz hale geldin. 5 tane daha soru tipi görüp 1 net daha fazla yapabilmek için geceni gündüzüne kattın, sabah akşam çalıştın. Bize sınavdan sonra geleceği söylenen “rahat ve mutlu günler” için yaşamını askıya aldın. Zaman azaldıkça sen hızlandın, konular sınava yetişsin diye 2 yıl 10 ay 2 hafta 1 gününü erteledin. Yani bütün bir gençliğini…

Şimdi zamansız zaman yolculuğunda ertelediğin her şeyi yapabileceğin bir duraktayız. Bu zamansızlık aynı çocukken oynadığımız oyunlarda, oyuna daldığımızda zamanın nasıl geçtiğini anlayamamamız gibi. Oyun oynarken dünyanın içinde yeni bir dünya yaratırız. Ve bu dünyada zamanın akıp giderken bizi kontrol etmesine, bizi kısıtlamasına ve yapacaklarımızı erteletmesine yer yoktur.

Öyleyse, zamansız zaman yolculuğunu burada sonlandıralım. Geriye kendimize sormamız gereken tek bir soru kaldı: Zamanın üzerimizde yarattığı baskıdan kurtulabilir miyiz?

Mekan Daralıyor

Bonobo’nun “No Reason” şarkısına Oscar Hudson’ın çektiği klipte bir kişiyi hep aynı odadayken görürürüz. 4 dakikalık klip boyunca odada duran her şeyin yeri aynı kalmaktadır. Ama klip ilerledikçe odada duran kişinin gittikçe büyüdüğünü ve odaya sığamaz hale geldiğini görürüz. Bu sadece bir göz yanılsamasıdır. O kişi büyümez, oda küçülür.

Bu klip sana bir şey hatırlatıyor mu? Senin de mutlaka bir odada ders çalışmak ya da sınava hazırlanmak için kapalı kaldığın, çıkmak isteyip de çıkamadığın olmuştur. Hepimiz en az bir kere aynı bu klipteki gibi odaya sığamadığımızı ve duvarların üzerimize geldiğini hissetmişizdir.

Bir dönem bazı dershanelerde “kafes” isimli yöntem -liselileri sınav zamanında tüm gün bir odaya test kitaplarıyla kapatıp elinden telefonunu alma- çok yaygındı. Eğer bu uygulamaya maruz kalmışsak veya bir arkadaşımızı kafesten çıktığı anda görmüşsek kapatılmanın ne olduğu hissini daha iyi anlayabiliriz.

Gerçekten de yattığımız oda, günlerimizi ders çalışmakla geçirdiğimiz dört duvardan ibaret olunca kafesten bir farkı kalmaz. O kafesten dışarı çıkmak istediğinde ise ailemizin “Sınava az kaldı, otur evde ders çalış!”, “Bugün de mi arkadaşlarınla buluşacaksın, senin dershanen yok muydu?” gibi cümleleriyle kurtulmaya çalıştığımız dört duvar arasına tekrar kapatılırız. Özellikle sınav için zaman daha da azaldıkça odadan çıkma isteğimiz ailemizin gözünde bir büyük kabahate dönüşür. Odadan çıkmamızın tek sebebi yemek yemek, tuvalete gitmek gibi “ihtiyaçlar” olabilir. Bir de bir başka odaya (kütüphane, okul, dershane) gitmek için çıkabiliriz kapatıldığımız yerden.

Bir de bunlar yetmezmiş gibi, bir insanın bir odada saatlerce kapalı kalması olağan bir şeymiş gibi, bulunduğumuz mekanın giderek daralmasının bizde yarattığı etki psikolojik sorunlarla, bunalımlarla açıklanmaya çalışılır. Artık ailemizin ve öğretmenlerimizin gözünde hepimiz psikolojik birer vakaya dönüşmüşüzdür. Bir okula, bir sınıfa, bir odaya kapatılmak istemeyip o mekanlardan kaçanlarımız ise kapatılmayı reddettiği için “depresyonda” olarak damgalanır.

Yapılan bir deneye göre tamamen sessiz bir odada bir insan en fazla 45 dakika kalabiliyor. Öyle bir oda ki odada bulunan insan damarında akan kanın sesini bile duyabiliyor. Tıpkı bizim test çözmek için odaya kapandığımızda yalnızca kurşun kalemin kağıda sürtünmesinden çıkan sesi duyduğumuz; dikkatimizi dağıtacak tüm sesleri, ders dışındaki düşüncelerimizi bile susturduğumuz gibi…

Peki biz bu odada daha ne kadar kapalı kalabileceğiz? Eğer bu yaşadıklarımız üzerimizde yapılan bir deney ise bu odada kaybettiğimiz duygu, düşüncelerimiz ve yaşayamadığımız anlarla, sıkışmışlığımızla deneyi sürdürmekteyiz. Nereye kadar sürdüreceğiz?

Stres Artıyor

Gittikçe stres artıyor. Çünkü zaman azaldı ve zaman azaldıkça kendimizi eve, okula hapsettik. Mekanlar da daraldı. Evde, okulda, televizyonlarda, internette, her yerde aynı cümle söyleniyor: “Sınav yaklaşıyor”.

Herkes bizden başarmamızı bekliyor. Eğer tek seçeneğimiz gibi görünen bu sınavda “başarılı” olamazsak, arkadaşlarımızı bu yarışta geçip en üst basamağa yükselemezsek hayat boyu bir “başarısız” olacağımız söyleniyor. Bütün bu strese katlanmamızın  sonunda kazanacağımız bir “başarı” var yani. Ne başarısı? Neyi kazanıyor olacağız?

İsmimizin önüne eklenen birincilik, ikincilik, üçüncülük sıfatlarını mı? Takdir, teşekkür, onur belgesini mi? Ya da statülerini, konumlarını, mevkilerini mi kazanacağız? Maaşımızın sonundaki sıfırların artışı mı bizim en büyük başarımız? O parayla alacağımız ev, araba, yeni kıyafetler mi? Yani hepsi bu kadar mı?

Biz de inanıyoruz bu “kazanma” yalanına. Zannediyoruz ki şimdi artan stresimiz bir gün azalacak. O yüzden kapatıldığımız odalara bir zaman sonra kendimiz de kapanıyoruz. Sınavı atlatana kadar sabretmeyi tercih edip kendimizi kandırıyoruz. Zamanın hızına ayak uydurmaya çalışırken bir gün çok zamanımızın olacağına inandırıyoruz kendimizi. Ama bu sınav bittiğinde de ertelediğimiz her şey için artık zamanın çoktan geçtiğini farkediyoruz. Kapatıldığımız odaların da sayısı artıyor üstelik. Sabah 7’den akşama kadar, hiç çıkışın olmadığı yeni odalarda buluyoruz kendimizi. Stres artıyor, stres artıyor, stres artıyor…

Stres bitmiyor… Stres bizleri bitiriyor. Ömer Faruk Duranoğlu sınav sonucu “yeterli” olmadığı için gelecek kaygısıyla yaşamına son verdi. Büşranur Kalaycı ise 1 dakika geç kaldığı için sınava alınmayınca yaşamına son verdi. Ömer ve Büşranur gelecek kaygısıyla yaşamını yitiren birçok kardeşimizin arasındaydı, sınavlarla katledildiler.

Bizler biliyoruz ki özgürlük de gelecek de ne sınavlardadır, ne okullarda, ne üniversitelerde, ne de yıllardır bizi uyutmak için iktidarların uydurdukları masallarda. Özgür bir gelecek başkasının sırtına basıp yükselerek “başarı” kazanmakla değil paylaşma ve dayanışmayı büyüterek, el ele verilerek yaratılacak bir dünya içinde mümkündür.

Biz anarşist liseliler, iktidarların ve kapitalizmin piyonu olmayı, arkadaşlarımızla aramıza içinde bulunduğumuz sistem tarafından sokulan bencillik ve rekabet duygusunu reddediyoruz. Bizler bize vaat edilen özgürlüğün ve insanca yaşamanın devletin sınavıyla değil bu düzenin karşısında büyüteceğimiz isyanımızla, paylaşma ve dayanışma ruhuyla kazanılacağını biliyoruz. Düşlediğimizi, şimdi şu anda eyleyerek özgürlüğümüzü kazanıyoruz. Sınavı değil yaşamı seçiyor, anarşizmde örgütleniyoruz.

 

]]>