14 Şubat günü Mersin’in Tarsus ilçesinde cansız bedeni bulundu Özgecan’ın. Son telefon görüşmesinde annesine onu merak etmemesini, okulundan evine dönmek üzere yola çıktığını söylemişti. Ancak Özgecan bir daha evine dönemedi. Bindiği minibüsün şoförü tarafından önce tecavüze uğradı, ardından bıçaklanarak katledildi.
Erkeklere karşı kendini savunmak için yanında taşıdığı biber gazı yetemedi onu korumaya. Bıçaklandı, kafasına defalarca levyeyle vuruldu. Özgecan’ın tecavüze direndiği sırada katilin yüzüne değen elleri, aynı katil tarafından “tırnaklarının arasında delil kalabilir” şüphesiyle kesildi. Ancak bitmedi, erkeğe tüm bunlar yetmedi. Yetmezdi de. Arkalarında hiçbir delil bırakmak istemeyen katiller Özgecan’ın bedenini benzin dökerek ateşe verdi.
Özgecan’ın nereden gelip nereye gittiğinin, ne giydiğinin, kaç yaşında olduğunun hiçbir önemi yok. Özgecan, sadece kadın olduğu için katledilmişti. Bundan yaklaşık olarak bir yıl önce, aynı erkek zihniyet İstanbul’da, 8 Mart’ın yaklaştığı günlerde İstanbul Üniversitesi’nde okuyan Özge’yi katletmişti. Katil bir minibüs şoförü değildi de eski sevgiliydi. Katilin adı değişiyordu belki ama sistem hep aynı şekilde işliyordu. Bazen eski sevgili, bazen eski eş, bazen erkek kardeş, bazen baba veyahut sokaktaki herhangi bir erkek.
Erkek hep aynı ERKEKti, katledilense biz kadınlar.
Şüphesiz ki Özgeler, bu coğrafyada katledilen ilk kadınlar değillerdi. Bu coğrafyada; mini etek giydiği için, erkekliğine laf ettiği(!) için, yıllardır yaşadığı şiddete dayanamayıp boşanmak istediği için, tuzluğu uzatmadığı için, izlediği porno filmdeki kadını karısına benzettiği için, namus için, töre için katletti erkek. Bunlar ve bunlara benzer olayları bahane bildiler her zaman ve ‘tahrik’ diye ‘cinnet’ diye kılıf uydurmaya çalıştılar.
“Erk”ek devletin adaleti ise hep korudu katilleri.
13 yaşındaki bir çocuk kendinden yaşça büyük 28 erkeğin tecavüzüne uğradıktan sonra erkek devlet ‘rızası var’ diyerek akladı tecavüzcüleri. Erkek eş tecavüz edip şiddet uyguladığı Ayşe Paşalı’yı sokak ortasında 11 yerinden bıçaklayarak katletti. Hanime Aslan’ı, sözde ‘devletin koruması’ varken, adliye önünde, kocasının azmettiriciliğinde, oğlu kurşunlayarak katletti. Güldünya Tören, akrabasının tecavüzüne uğramasının ardından, erkek kardeşleri tarafından adına “töre” denilerek sokak ortasında kurşunlandı; yetmedi hastanede başından vurularak katledildi. Yine aynı erkek baba, kendi evladının bakire olmamasını bahane edip boğazını keserek katletti. Başka bir kadını eve geç geldiği için 16 yerinden bıçaklayan erkek eşi oldu. Başka bir kadını… Başka bir… Başka…
Erkek egemen sistem kendi kılıfına uymayanları “öteki” olarak gördü bu toplumda.
Toplumun ahlakı, sapıklık, sapkınlık, hastalık diyerek yüzlerce LGBTİ bireyi katletti. Her ezilene yaptığı gibi tanımadı, yok saydı, yalnızlaştırdı. Trans kadınlardan Çingene Gül, erkek müşterisi tarafından evinde kesilerek katledildi; Çağla Joker erkek sevgilisi tarafından sokak ortasında kurşunlanarak katledildi. Erkek iktidar “ölümü hak ettiler” diyerek her baktığında, bir trans kadın daha katledildi. “Yapamıyorum çünkü yapmama izin vermediler. Hep bir şeyler yapmak istedim, hep engel oldular. Şu an 24 yaşındayım ve 24. yaşımda hayatıma son veriyorum.” Bunlar son sözleri oldu Eylül’ün. Erkek iktidar bu ve buna benzer katliamlardan paçasını kurtarmak için yaşanan her ölümü “intihar” diyerek yaftaladı.
Başka bir katliamın adıysa “iş kazası” oldu. İş kazası denilerek her geçen gün fabrikalarda, atölyelerde yüzlerce kadın katledildi. Bazen Rukiye Şimşek gibi evine ekmek götürmek için camını sildiği binanın dördüncü katından düşerek yitirdi yaşamını kadınlar, bazense patron daha fazla kar elde etsin diye işçilerin sıkışarak bindiği servis otobüsünün sel sularına kapılmasıyla boğularak. Jesca gibi yaşadıkları topraklardan açlık, yoksulluk ve yoksunluklar yüzünden ‘daha iyi bir yaşam’ umuduyla göç ettikleri topraklarda tecavüz edildikten sonra çıplak bir şekilde camdan atılarak katledildi. Meryem Kasap gibi, kapitalizmin algılarımıza kazıdığı temizlik takıntısı yüzünden tuz ruhu ve çamaşır suyu karışımının çıkardığı kokudan zehirlenerek yaşamını yitirdi. Kapitalizm yaşamın her alanında tüm gücüyle sarıldı kadınların boğazına. İşe giderken, işten dönerken, makinenin altında kalırken… Yitirilen yaşamlar bir gazetede on kelimelik bir haberle sınırlı kaldı çoğu zaman.
Her zaman olduğu gibi kadınların karşısında durdu erkek devlet.
Savaşlarında havan toplarıyla, mermileriyle katletti. Bir anneye, Ceylan’ının havan topundan paramparça olmuş bedenini eteklerinde toplattı. Yaşamı için, özgürlüğü için direnen kadınların karşısında sınır oldu, asker oldu, jandarma oldu. Mermi oldu Kobanê sınırında Kader’in üstüne yağdı devlet. Cezaevlerinde tecavüzle, işkenceyle; sokaklarda biber gazıyla, copuyla, TOMA’sıyla katletti. Sadeceisyan edeni değil, o isyan potansiyelini barındıran her kadını katletti. Ki her kadın, kadın olduğu için taşır isyan potansiyelini. Erkek tarafından, devlet tarafından, kapitalizm tarafından sürekli ezildiği, yok sayıldığı için taşır içinde isyanın tomurcuklarını.
Bizler, katledilen her kadının ardından öfkemizi isyana dönüştürüp çıkıyoruz sokaklara. İsyan Ayşe oluyor, Ceylan oluyor, Kader oluyor, Özgecan oluyor. İsyanımız tüm katledilen kadınlar oluyor. Erkek iktidar tacizi-tecavüzü-şiddeti meşrulaştırmaya çalışsa da, erkek devlet erkek polisiyle bastırmaya çalışsa da sesimizi, ataerkil egemenlik kadınları görünmez kılsa da; biz kadınlar sokaklardayız ve sokaklarda olmaya devam edeceğiz.
Öfkemizi dindirmeye çalışsalar da; gözaltılarla, baskılarla, yasaklarla yıldırmaya çalışsalar da, erkek devlet erkek adaletiyle katilleri korusa da bizler; isyanımızı haykırmaya hesap sormaya devam edeceğiz.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.
]]>Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 17. sayısından alınmıştır.
“xanim dikşine wek dayika min Kurdistan
mêr û zarok xeçel bûne weke kurdan”
“hanımım Kürdistan gibi acı çekmektesin
erkekler ve çocuklarsa Kürtler gibi ‘utanç’ içinde”
Batman’ın Sason Köyü’nde, henüz çocukken köy yakmalarla, köy boşaltmalarla, OHAL’lerle, devletle ve devletin adaletiyle tanışmış Mülkiye Demir Kılınç, ailesine deyimiyle Zeyno. Devletin dayattığı koruculuğu reddeden ailesine, “terör”e yardım ediyorlar iddiasıyla başlayan baskılar giderek artmış. Bir bayram sabahı, kahvaltı sofrasındayken basılmış evleri asker tarafında.Teypte çalan “xanima min” bahane olmuş, tüm aileyi gözaltına almış askerler. Abisiyle babasından günlerce haber gelmemiş. Sonrası malum, dayaktan perişan bir şekilde serbest bırakılmışlar…
O gün teypte çalan Kürtçe kasetten dava açılan babası, mahkemesinin son gününde, Sason’un göbeğinde vurulunca; babası hastaneden çıkar çıkmaz, geri dönememişler köylerine, bir daha vururlar da kurtulamaz diye.
Göç edip geldikleri İstanbul’da, uzun yıllar konfeksiyon atölyelerinde çalışmış kardeşleriyle birlikte, sonra SES Plak’ta, sonra da Mezopotamya Kültür Merkezi’nde… Zaten ne olduysa da, ondan sonra olmuş…
Mülkiye şimdi 6 aylık ikiz bebekleriyle birlikte, işlemediği bir “suç”tan dolayı aldığı ceza sebebiyle, 19 Mayıs’ta cezaevine girmeyi bekliyor. Kendinden vazgeçmiş artık, çocukluğundan beri yaşadığı adaletsizliklerden biri daha onu bekliyor şimdi. Ama bebekleri için hayal bile edemiyor.
6 aylık Özgür ve Lorin’i cezaevine yollamakta karar kılmış devletin adaleti. Bu iki bebek henüz konuşmayı bile öğrenemeden, şimdi cezaevinin dört duvarıyla, demir parmaklıklarıyla, bezlerine kadar aranmalarıyla, gardiyanlarıyla, “görüş bitti” çığlıklarıyla tanışmaya hazırlanıyorlar.
Özgür ve Lorin’in ilk adımlarını “dışarıda” değil, anneleriyle birlikte bir havalandırma esnasında “volta atarken” atmalarına sebep olanlarsa, “hak, hukuk, adalet”ten dem vurmaya devam ediyorlar…
Merhaba. Sizi 6 aylık bebeklerinizle birlikte cezaevine girmek zorunda bırakan “yargılama” süreci nasıl başladı? Kısaca bahsedebilir misiniz?
Bir gün, bir müşteri elinde yüklü bir kitap listesiyle MKM’ye geldi ve listedeki kitapları almak istediğini söyledi. Gelen kişi, bir yıl öncesinden de gelen biriydi, onu hatırlamıştım. Gelen kişi, çok fazla sayıda kitap istiyordu, ben de bu kitapları bulabileceğimi, ama kitapların hepsinin mevcut olmadığını söyleyerek sipariş veren kişinin telefon numarasını aldım. Kitap listesini tamamladığımda, kendisine haber vereceğimi söyledim. O tekrar gelmeden önce, kitapların siparişinin tamamlanıp tamamlanmadığına dair bir iki defa telefon görüşmemiz oldu. Tabi bu görüşmelerin hepsinin dinlendiğinden de daha sonra haberimiz oldu.
Siparişi veren kişi bir hafta sonra tekrar geldi, kitapları aldı, ben de faturasını kestim ve o kişi gitti. Aynı gün yemek için MKM’den çıktığımda gözaltına alındım. Ne için olduğunu sorduğumda, emniyete gittiğimde öğreneceğimi söyleyerek geçiştirdiler.
Mezopotamya Kültür Merkezi:
Kürtçe ismi Navenda Çanda Mezopotamya olan Mezopotamya Kültür Merkezi, ilk merkezini 1991 yılında İstanbul’da kurmuş bir kültür merkezidir. Müzik, tiyatro, sinema, dans gibi alanlarda faaliyet yürütmekte olan kültür merkezinde ayrıca Kürtçe dersleri de verilmektedir. Uzun yıllardan bu yana çalışmalarına devam etmekte olan MKM, Agire Jiyan ve Koma Çiya gibi müzik gruplarının kurulmasına zemin sağlamış; ayrıca Güneşe Yolculuk ve Bahoz gibi sinema filmlerinin çekilmesine de katkıda bulunmuştur.
MKM, bugün 14 farklı ilde çalışmalar yürütmeye devam yürütmeye devam etmektedir.
Peki, emniyete gittiğinizde hangi suçlama iddiasıyla gözaltına alındığınızı öğrenebildiniz mi?
Tabi ki hayır. Emniyete götürüldüğümde, yaklaşık dört gün gözaltında kaldım, hakkımda ek gözaltı süresi istediler. Gözaltı süresince ne ile suçlandığıma, neden gözaltına alındığıma dair hiçbir açıklama yapmadılar. Bu süre içerisinde “Sen kimsin, nerenin sorumlususun, kimden talimat alıyorsun” şeklinde ithamlarla beni konuşturmaya çalıştılar. Sorularına cevap vermeyeceğimi söyledikten sonra ise, ısrarlı bir şekilde “sohbet” adı altında benimle konuşmaya çalıştılar. Hakkımdaki dosyada gizlilik kararı olduğundan, avukatıma da bilgi vermediler.
Beni gözaltı esnasında sağlık muayenesine götürürlerken, koridorda, kitap sattığım kişiyi gördüm. Onun da elleri kelepçeliydi. O anda, onun neden gözaltına alındığını düşündüm. Ondan sonra, o kişiye sattığım kitapları düşündüm. Ama sattığım kitapların arasında tek bir illegal kitap bile yoktu; Choamsky, Foucault, Mesnevi, Elif Şafak, Şükrü Erbaş gibi yazarların kitaplarını satmıştım.
Gözaltında tutulduğum dördüncü günün sonunda, benim “örgüt üyesi”ne yardım ettiğimi, o yüzden gözaltında olduğumu söylediler. Önüme bir tutanak uzattılar ve imzalamamı söylediler. Tutanağa bir göz gezdirdiğimde, hakkımda yazılı bir sürü asılsız iddia olduğunu gördüm ve imzalamayı reddettim.
Serbest bırakıldıktan sonra neler yaşadığınız? Yaptığınızı iddia ettikleri bir “suç” neticesinde başlayan bu yargılama süreci nasıl devam etti?
Aslında, ben gözaltından bırakıldıktan yaklaşık iki ay sonra tam olarak neyle “suçlandığımı” öğrendim. Hakkımda hazırlanan iddianameyi okuduğumda, aslında bunu nasıl “kurguladıklarını” gördüm. MKM’den tiyatro ile ilgilenen bir arkadaşımla yaptığım bir konuşmayı bile, iddianamede “delil” olarak kullanmışlardı. Kitap sattığım kişi ile yaptığım konuşmalar da, aynı tutanakta yer alıyordu. Tutanaktaki konuşmalarda, kitap alacak kişi müşteri olduğundan dolayı görüşmelerimiz de siz-biz şeklinde geçiyordu. Fakat polisler bana yapılan konuşmadaki siz-biz hitaplarının, karşıdaki görüşmecinin “çoğul” olduğunu ve benim birilerinden talimat alarak bu işi gerçekleştirdiğimi iddia ettiler. Yani aslında bu da Türkçenin azizliği, nereye çekersen oraya gidiyor maalesef.
Bu süreçte tek bir somut delil olmamasına rağmen, türlü suçlamalara maruz kaldım. Ama mahkeme heyeti kanıttan ziyade, dosyaya ilişkin kanaat getirdi. Dedi ki “Sen Batman’lısın, kökenin şu, Kürtsün, muhalifsin, muhalif bir kurumda çalışıyorsun. Yani aslında sen potansiyel bir suçlusun, potansiyel bir ‘terörist’sin”. Bana dediler ki sen şunu da yapmış olabilirsin, bunu da… Bundan dolayı cezalısın dediler. Yani somut delil yok, kanıt yok; mahkeme kanıtlar üzerinden değil, olabilirlikler üzerinden kanaat getirdi.
Bu dava ne kadar sürdü, yargılanmanız ne zaman sonuçlandı? Hakkınızda verilen cezayı öğrendikten sonra, bunu nasıl karşıladınız? Böyle bir ceza alacağınızı hiç tahmin etmiş miydiniz?
Gözaltına alındığım tarih 16 Kasım 2011’den sonra, Temmuz 2013’te mahkeme bana ceza verdi ve 2 yıl 1 aylık cezam kesinleşti. Cezam kesinleştiğinde, avukatımın şaka yaptığını zannettim. Bu süre boyunca avukatım da böyle bir sonucu asla tahmin etmiyordu, hatta ben son karar duruşmasına bile katılmamıştım. O da çok şaşırdığını ama böyle bir cezaya çarptırıldığımı söyledi. Bir taraftan da, görüyoruz, olmayan suçlarla yargılanan bir sürü insan, cezaevlerine atılıyor, tutsak ediliyor.
Bir süre sonra cezanın bozulması umuduyla, kararı temyize göndermeye karar verdik. Tabi bu süreçte ben hayatıma devam ettim. Gözaltına alındığım tarihin bir gün sonrasında nikâhım vardı. Ama tabi ben dört gün boyunca gözaltında tutulduğum için, nikahı gerçekleştirememiştik. Mahkeme sürerken de ben hayatıma normal bir şekilde devam ettim. Evlendim, hamile kaldım. Bir sıkıntı yaşayacağımı düşünmediğimden, yaşamımda hiçbir şeyi ertelemedim. Bu sırada cezam Yargıtay’a gitti, ben cezanın bozulacağı konusunda yüzde yüz emin iken, cezam onandı. Ben beş aylık hamile iken, cezamın onandığını öğrendim.
Kitap satarak “yardım ve yataklık” ettiğiniz iddia edilen kişinin davası nasıl sonuçlandı peki?
Kitap sattığım kişi, “üyelik” ten 6 yıl 4 ay ceza almıştı. Ardından onun dosyası da temyize gitti. Yargıtay, “Bu kişi örgüt üyesi değildir, kaçakçıdır. Ve yalnızca yardım etmiştir. “ diyerek cezasını “yardım ve yataklık” suçlamasına düşürdü. Benim cezamsa “örgüt üyesi” olarak yargılanan bir kişiye yardım etmek iddiasıyla, “yardım ve yataklık” olarak bırakıldı. Yani sonuçta benim dosyam, “yardım yataklık eden kişiye yardım yataklık” pozisyonuna geldi. Türk Ceza Kanunu’nda böyle bir suça denk düşen hiçbir madde yok, anayasada bu suçu ifade eden hiçbir tanımlama yok. Onun dosyası bozuluyor, benim dosyam onanıyor. O kadar absürt bir durum yani.
Cezanız onaylandıktan sonra ne düşündünüz? Neticede yargılamanız devam ettiği sürede evlendiniz, iki çocuğunuz oldu…
Ben beş aylık hamileyken cezam onandı. İkiz bebeklerimin normal doğumunu beklerken, stresten kaynaklı düşük riski taşıyordum. Bu süreçte avukatımıza danıştık, ne yapabiliriz diye. O da savcıya gidip erteleme talep etmemizi söyledi. Savcının normalde iki yıla kadar erteleme yetkisi var. Ama ben beş aylık hamileyken, savcı doğuma kadar olan süre ve doğumdan sonra altı aylık bir süre için erteleme verdi. Yani cezayı toplamda bir sene erteledi. Bunun ardından ben erken doğum yaptım ve sekizinci ayda bebeklerimi dünyaya getirdim. Yaşadığım yoğun stres sebebiyle, çocuklarım prematüre doğdu. Çocuklarımı da yaklaşık bir ay emzirebildim, sonrasında sütüm kesildi.
Şimdi 19 Mayıs tarihi, yani cezaevine gireceğim tarih yaklaşıyor. Bu süre içerisinde eğer bir mucize olmazsa, 19 Mayıs’ta bebeklerimle birlikte cezaevine gireceğim. Çocukları hem birbirinden hem de kendimden ayıramam. Bu süreçte görüştüğüm doktorlar, cezaevi koşullarının bebeklerim için çok riskli olduğunu, ama bebeklerimin bu süre içerisinde benden ayrı kalmalarının da en az o kadar riskli olduğunu söylediler. Çünkü bu, psikolojik gelişimleri açısından çok önemli. Bebeklerin dördüncü ayda annelerini kaybetme korkuları başlıyormuş ve eğer ben şimdi cezaevine girerek onlardan 1.5 yıl boyunca ayrı kalırsam, bu her iki çocuğum için de geri dönülemez sonuçlar yaratabilir. Uzun bir tartışma-düşünme sürecinden sonra, eşimle birlikte aldığımız karar bu oldu, bana çocuklarla birlikte cezaevi yolu göründü.
Ama bu gerçekleşmesin diye yoğun bir çaba gösteriyoruz. Kapı kapı avukat geziyoruz. Bebeklerimizi geçen ay alıp, savcının yanına gittik. Belki bebekleri görünce vicdanı sızlar, insafa gelir diye düşündük. Ama hiç öyle olmadı, gayet rahat bir şekilde “Bir şey olmaz, bir şekilde büyürler” dedi, geçiştirdi.
Şimdi neler düşünüyorsunuz? Bu adaletsizliğe karşı yapabileceğiniz bir şeyler var mı?
Cumhurbaşkanın af yetkisi var aslında. Avukatımız aracılığıyla bu yönlü çabalarımız var ama bu yol neredeyse imkansız. Çünkü cezaevinde ölüm sınırında olan hasta tutsaklar bile yoğun bürokratik engeller nedeniyle çok zor durumda. Yani cumhurbaşkanı durumu öğreniyor ve müdahale ediyor gibi düşünmek yanlış. Kamuoyu baskısı şart.
Adalet Bakanlığı’nın davayı iade etme yetkisi var. Bu ihtimal üzerinden de girişimlerimiz var. Ben eğer adi bir suçtan dolayı 2 sene 1 ay ceza alsaydım hiçbir şekilde cezaevinin yüzünü görmeyecektim. Ama ben siyasi anlamda bir tarafta olduğum için ve dosyamda “terör” geçtiği için, aslında her şey en baştan beri belli. Zaten benim cezam 2 yıl 1 ay değil de yalnızca 2 yıl olsaydı, cezamın ertelenmesi mümkün olacaktı. O 1 aylık cezayı da zaten özellikle veriyorlar diye düşünüyorum. 1 ay, benim 1.5 yıl cezaevinde yatmama sebep olacak.
Şimdi internet üzerinden “Özgür ve Lorin Cezaevinde Büyümesin” sloganıyla başlattığımız bir imza kampanyası var, yaklaşık 38 bin imza toplandı. Belki şimdi o imzalarla birlikte Adalet Bakanlığı’na gideriz. 6 ay-1 yıl daha erteleme talep ederiz.
Onun dışında, tabi ki kamuoyu oluşturmaya çalışıyoruz. Belki benim durumumda bir şeyler değişir de, bir gün aynı sıkıntıyı yaşayacaklara emsal olur diye düşünüyoruz. İmza kampanyasından sonra, çok farklı kesimlerden insanlar benimle iletişime geçti. Tam insanlığa karşı umudum kırılmışken, gelen destekler, dayanışmalar beni çok mutlu etti. İstanbul’un birçok yerinden, hatta Amerika’dan ve Hollanda’dan beni arayanlar, sizin için neler yapabilirim diye soranlar oldu. Bu dayanışma, bizi çok mutlu ediyor.
2 Yıl 1 Ay Ceza Ne Demektir?
Türk Ceza Kanunu’na göre, ertelemenin mümkün olabilmesi “Hükmolunan hapis cezasının iki yıl veya daha az süreli olması” gerekmektedir. Verilen cezanın ertelenmesi, ancak bu koşullarda mümkündür. Aksi takdirde, Mülkiye Demir Kılınç’ın yaşadığı örnekte de görüldüğü gibi, ceza 2 yılı 1 ay bile geçse, cezaya ilişkin bir erteleme söz konusu değildir.
Sizin yaşadığınız duruma benzer, daha önce yaşanmış herhangi bir örnek var mı? Eğer varsa, o örneklerde hukuki süreç nasıl işlemiş, bu konuda bir bilginiz var mı?
Bu duruma benzer bir durum daha önce yaşanmış mı acaba diye ben de eşim de çok uzun bir araştırma yaptık. Birini bulduk, Gazal Dülek, 10 aylık bebeği Şinar ile birlikte girmiş cezaevine. O bir röportaj vermişti, okuduktan sonra dehşete kapılmıştım. Şinar’ın annesi röportajda, cezaevine mama almadıklarını, çocuk için en fazla paket süt verdiklerini anlatıyor. Neyse ki Gazal o sürece kadar, bebeği 10 aylık olana kadar, anne sütü verebilmiş de, o biraz korumuş Şinar’ı. Çocuk ateşlendikçe, gardiyanlar götürmüş doktora, annesinin eşlik etmesine izin vermemişler. Buna benzer o kadar çok olumsuz örnekler yaşamış ki…
Ben de şimdi düşünüyorum, cezaevine girdikten sonra beşik verirler mi, mama verirler mi… Çünkü benim çocuklarım zaten anne sütü de alamadı. Dolayısıyla beslenmeleri, alacakları ek gıdalar çok önemli. Artık çocuklara kıyafet alırken bile “şunu alsam kalın olur mu, cezaevinin soğuğundan korur mu” diye düşünüyorum. Kafam artık buna çalışmaya başladı. Bir taraftan hazırlanmaya çalışıyorum, bir taraftan da hayal bile edemiyorum.
Bu durumu ileride onlara nasıl anlatacağım, bilmiyorum. İlk adımlarını orada atacaklar… Hatta atabilecekler mi, bilmiyorum. Görüştüğüm doktorlar dedi ki; bu durum onların gelişmelerini de olumsuz etkiler, yani geç yürürler, geç konuşurlar. Zaten sütüm kesilince bir kez etkilendiler ve şimdi cezaevinde daha da etkilenecekler.
Şu anda görünen o ki, devletin adaleti sizlere, altı aylık ikiz bebeklerinizle birlikte cezaevine girmekten başka bir yol bırakmıyor. Böyle bir olası tutsaklıktan sonra, sizce çocuklarınızın yaşamları bu durumdan nasıl etkilenecek? Büyüdüklerinde, 6 aylıkken cezaevine kapatıldıklarını öğrendiklerinde, sizce neler düşünecekler?
Ben ileride bu durumu onlara anlatırım ama onlar bu devlete, bu yargı sistemine nasıl bakarlar, hiç bilemiyorum… Ben, Kürt olmam sebebiyle, ailemle birlikte çok uzun yıllar boyunca türlü sıkıntılar yaşasam da, hiçbir zaman bir Türk hakkında olumsuz bir şey düşünmedim. Hatta eşim Adanalı bir Türk. Kimliğinden ötürü kimseyi yargılamadım. Ama şimdi, biz bebeklerimle birlikte cezaevine girdiğimizde ve onlar yaşadıkları bu adaletsizliği yıllar sonra öğrendiklerinde, öfkelenecekler.
Tamam, ben artık yapmadığım bir şeyi kabul ettim, ama bu iki bebek ne olacak? Bu bebekler, cezaevinden devlete düşman olarak çıkacak. Öfkelenecekler. Ben bunun önüne geçemem. Bu adalet sistemi de, devlet de aslında kendi elleriyle kendine düşman yaratıyor.
Ben artık kendi suçsuzluğumdan, haksız yere cezaevine girecek olmamdan geçtim. Ama şu iki bebeğin cezaevine girmesine karşı yapılacak şeyler olmalı. Birileri isterse, tek bir gecede bir sürü yasa değiştirebiliyorlar. Ama bu iki bebek için neler yapılabilir bilmiyorum… Eğer bebekler olmasaydı, ben ağzımı açıp tek kelime etmezdim. Ben zaten bir sürü insanın haksız yere cezaevinde olduğunu düşünen biriyim. Ama şu an, şu bebekler için haksızlık bu…
Benim artık bu devletin adaletine de, yargısına da, hukukuna da güvenim kalmadı. Hiçbir yargı sistemi, hiçbir ideoloji iki tane bebeği dört duvar arasına kapatamaz. Gerekçesi ne olursa olsun. Diyelim ki ben gerçekten o kitapları sattım, örgüte yardım ettim. Bunun cezası bu mu olmalı? İki bebeğin cezaevine kapatılması mı olmalı?
Eğer bir yolu bulunmazsa, 19 Mayıs’ta ikiz bebeklerinizle birlikte cezaevine girmek zorunda bırakılırsanız, sonrası için ne düşünüyorsunuz? Bebeklerinizle birlikte yaşamak zorunda bırakıldığınız tutsaklığın ardından ne planlıyorsunuz?
Şimdi sistem bana şunu söylüyor, kitap okuma, kitap satma, düşünme, sorgulama… Karşınızdaki sistem o kadar sert ki; beton, esnemez; beton, oynamaz… İşte bu sistemin savunucuları da en az o kadar sert. Çocukların cezaevinde büyüyeceğini söyleyen savcı kadar sert. Şimdi bu durumda kimden nasıl bir hesap soracağız… Cezaevinde çocukların başına bir şey gelse, hastalansa, havale geçirse, zamanında yetiştirilemese… Bunun hesabını kim verecek? Kimi kime şikâyet edeceksin?
Cezaevinden çıktıktan sonra muhtemelen yine muhalif bir kurumda çalışmaya devam edeceğim. Kendi yaşadığım adaletsizliğe ve adaletsizliklere karşı sessiz kalıp, sinmeyeceğim. Bu durumu çocuklara anlatmaya çalışacağım…
Yıllar önce bir kaset yüzünden evimiz basılmış, sürgün edilmişimiz, köyümüze geri dönememişiz… Şimdi ben bir kitap yüzünden ceza alıyorum… Böyle şeyler yaşarken, iki bebeğin cezaevinin dört duvarı arasına hapsedileceğini bilirken, geleceğe ne kadar umutla bakabilirim ki?
Röportaj: Merve Arkun
]]>“Anarşist Kadınlar, bu yıl 8 Mart sürecinde Elibelinde kadınlarla doldurdular sokakları, meydanları. Erkek egemenliğine, devlete, iktidara, kapitalizme karşı kadın mücadelesini daha da yükselttiler, kadın dayanışmasını büyüttüler. Anarşist Kadınlarla, Elibelinde’yi ve bu sürece nasıl hazırlandıklarını konuştuk.”
Anarşist Kadınlar, geçtiğimiz 8 Mart’ta “Elibelinde” diyerek seslendi kadınlara. Nedir Elibelinde?
Elibelinde kilimlere, çanağa, çömleğe, heykellere işlenen Anadolu ve Mezopotamya’nın geleneksel bir kadın motifi aslında. Pek çoğumuzun yaşam alanında olan, ancak dikkatinden kaçan dokumalar, işlemeler. Belki bilen, bilmeyene anlatan aşina bu motife. Biz Elibelinde’yle farklı şekilde tanıştık. Bizim için sadece bir motif değil Elibelinde, bir ifade, anlayış, yaşam tarzı, mücadele.
İlk çağlardan bu yana ana tanrıça kadını ifade eden Elibelindeler, kimi zaman hastalıkları iyileştiren, doğanın bereketini ifade eden Kibele, kimi zaman Fırat ve Dicle kıyılarında kurnaz tanrı Enki’ye isyan eden Ninhursag olarak çıktı karşımıza. Ancak belirttiğimiz gibi yaşamlarda olup da dikkatten kaçan Elibelinde, günümüzdeki kadını anlatıyor aslında. Yani bir bakıma ana tanrıçalardan, kadın kahramanlardan çok Anadolu ve Mezopotamya’nın kilimlerini bezeyen, ismi bilinmeyen, görmezden gelinen kadınların hikayesi. Yıllar sonraysa cadı denilerek yok edilmek istenen, ateşe verilen, acıyla kavrulan yeryüzünün lanetlenmişleri olmuş Elibelinde.
Şimdi tüm bunları bilerek elini beline koyan, kavgaya hazır, koca bir söz dinlemez, başına buyruk kadınların geçmişten geleceğe, sembolden yaşama taşıdıkları anlamdır Elibelinde.
Peki, Anarşist Kadınlar için elini beline koymak ne demek?
Anarşist Kadınlar olarak iktidarın sorgulandığı bir fikrin yaşamlarımızda sonsuza dek gömülmesi için çabalayan bir mücadele anlayışıyla yol alıyoruz. Bu yol özellikle kadın olunca engellerle dolu, biz kadınlara çelme takan, her defasında düşürmeye çalışan erkek egemen bir sistemin potansiyel sakatları olarak yolumuz oldukça zor. Yaralının kendini iyileştirmesi için bazen ona yol gösteren bir bilgeye ihtiyacı vardır. Elibelinde, bize yol gösteren bir bilge olmuştur aslında.
Biz Elibelinde’yle şimdi tanışmadık, içimizde saklı olanı bulduk sadece. Anarşizm her ne kadar başına buyrukların fikri gibi görünse de, en çok da saklı olanı çıkarır içinden. Bizim için Elibelinde her kadında saklı olandır aslında. Sonrasında görünmeyen, bilinmeyen çilemize bir itiraz, bize çektirenlere tavır, sineye çekmeyi bırakıp cevval bir “bana bak” çekmektir yaşama. Aslında en çok kendini bulmaktır Elibelinde olmak.
Kadın cinayetlerinin, tecavüzün, tacizin azalmadan sürdüğü bir dünyada Elibelinde olmak neleri değiştirir?
Her gün beş kadından birinin erkekler tarafından hunharca katledildiği, tecavüz edilerek sokaklara atıldığı, yaşamın her alanında tacizin olağanlaşarak kendini hissettirdiği, her türlü şiddetin hükümsüzce sürdüğü bir dünyada buna seyirci kalmak ve de yaşamak istemeyen kadınların elbet değiştirecekleri çok şey vardır. Biz buna çemberin en ortasından kendimizden başlamalıyız.
Değiştirebileceğimize inanmadığımız bir dünyada eriyip giden sadece yaşamlarımızdır. Kariyer uğruna itibarsızlaştırılan, yani bu sistemde kazanmak için yaşamını kaybetmeyi göze alan herkes, kaderim razıyım deyip yaşamayı kabullenen herkes, güç uğruna erkekleşerek iktidarla uzlaşan herkes, tahakküme boyun eğen, eğdiren herkes, yaşamını sorgulamadan sadece entegre olan buğday sapı gibi rüzgâr nereden eserse o yana savrulan herkes, kendi yaşamını değiştirmeden bir başkası adına vaatler yağdıran herkes, zaten bu sistem içinde kazanmış, değiştirmeyi değil sürdürmeyi görev edinmiş demektir.
Bizim bahsettiğimiz, kaybedenler için mücadele etmenin gerekliliği aslında. Üzerimize doğru gelen bu sistemin üzerine gitmek, önce ben sonra da benlerden biz olmak demek. Bu yüzden elini beline koymak gerekir. Bir motif gibi işlenerek yaşama dokunmak gerekir.
Bu sistemde kazandığını düşünerek yol alanlar gün gelip de “erkekliğime hakaret ettin” sopasında, yoksulluğu dört duvar arasında hayalet gibi gezen emeklerinin görünmezliğinde, oğlunu savaşa gönderen gururlu annenin eline bomba verip çocuğunu patlatan komutana öfkesinde “vatan sağ olmasın” deyişinde, her akşam kendi yatağında ızdırap çeken bedendeki karanlığın bitmeyeşinde, baba sevgisinin koca sevgisine satıldığı çocuğun korkuyla boşalan gözyaşlarında, salyalı ağızların, fırıldak bakışların, kadın üzerinden yükselen aşağılayıcı sözlerin karşısında sıkılan yumruğun her saklanışında anlayacaklar, anlayacaklar elbet. Çünkü erkek egemen dünyanın kadınlara sunduğu yaşam bu. Şimdi soruyoruz? Değiştirmeli miyiz?
Evet dediğimizde bu istek bize özgür bir yaşamı bu günden yaşamayı mümkün kılar. Benlerden biz olursak yaşam herkes için daha güzel bir hal alabilir. Bu yüzden kazananların dünyasını yıkalım ve kaybedenlerin kazanacakları özgür dünyayı yaratalım, bunun için elimizi belimize koyup, çemberi oluşturmamız ve büyütmemiz gerekir.
8 Mart’la birlikte dillendirdiğiniz bu motto özellikle sosyal medyada oldukça ilgi uyandırdı. Beklediğiniz neydi? Yoksa kadınlar zaten hâlihazırda elini beline koymak için mi bekliyorlardı?
Evet. 8 Mart’la birlikte kara mora boyadığımız Elibelinde bir anda daha çok duyulur, bilinir oldu. Anarşist Kadınlar olarak İstanbul’daki 8 Mart hazırlıklarımıza başlamıştık. Bilirsiniz “her gün 8 Mart” desek de yine de bugünün telaşı bir başka olur. İşte yine böylesine bir telaş sarmıştı her birimizi. Her yıl olduğu gibi bu yıl da gece yürüyüşümüz ve büyük kadın mitingimiz için toplantılar yapıyor, yoğunca bir koşturmaca yaşıyor, diğer yandan Elibelinde’yi olgunlaştırmaya çalışıyorduk.
Afişler yaptık; tarihte iz bırakan kadınların Elibelinde afişlerini. Emma Goldman, Louise Michel, Frida Kahlo, Ulrike Meinhof bunlardan bazılarıydı. Yüz ifadelerini özenle seçtik; cevval bir “bana bak” bakışı yakalamak için. Bunun dışında Elibelinde kadınının özelliklerini sıralayan başka afişler de tasarladık. Paylaşmacı ve dayanışmacı, doğanın bir parçası, devlete, iktidara, kapitalizme karşı, örgütlü Elibelindeler. Diğer yandan hazırladığımız şablonlarla sokaklara duvar yazılamaları, afişlemeler…
Bizim için sokak en güzel üretim alanıdır. Sokağa inerek farklı semtlerdeki kadınlara “sen de koy elini beline” dediğimiz bir video hazırladık. Kimisi şiddete, kimisi ev işlerine, kimisi esnek çalışma saatlerine, kimisi de tacize karşı elini beline koydu. Video için düşündüğümüz kurguda ayrıca filmin arka planında fısıldanan bir şarkı üzerine de çalışmıştık.
Akordeon, keman ve vurmalı çalgılar eşliğinde bir Elibelinde şarkısı yazdık, hep birlikte söyledik ve kayda aldık. Olmadı bir daha, bir daha, bir daha derken en içimize sinen eklendi videoya.
Sosyal medya bizim için her yerden kadınlara ulaşabileceğimiz bir alandı. “Koy elini beline” çağrısıyla internet üzerinden kadınları bu sürece katmak istedik. Beklentimizin çok daha üzerinde bir ilgi gördü. Her yerden kadınlar, 3 dakikada bir elini beline koymuş haldeki fotoğraflarını sayfamıza gönderdi. 7’sinden, 70’ine Diyarbakır’dan, Adana’ya, Çanakkale’den, Trabzon’a çağrımız duyulmuştu. Diğer yandan ardı sıra mesajlar geliyordu. Yani kadınlarda saklı olan ortaya çıktı adeta. Soruda belirttiğiniz gibi, kadınlar ellerini beline koymak için halihazırda bekliyorlardı. Biz sadece dokunduk.
8 Mart hazırlıkları hızla sürüyordu, Elibelindelerden yakalıklar, şablonlar, pwordpressrtlar hazırlanıyordu. En büyük avantajımız ise gece gündüz kullanabileceğimiz mora boyalı bir mekânımızın olmasıydı. En kalabalık sofralar, yan yana kurulu döşekler, sobada demlenen çayımız, şehir dışından gelen misafirlerimizle aynı yerde kara mora boyanarak iplere dizilen, çizilen, yazılan kuruması beklenen onlarca Elibelinde. Taksim Gece yürüyüşünün şiddetli yağmuruna, yasağına, TOMA’sına, polisine, kavgasına, Kadıköy’deki büyük kadın mitinginin ayazına, rüzgârına rağmen Elibelindeler Anarşist Kadınlar’ın elinden tuttu ve bizi bu yıl da büyük bir coşkuyla meydanlara savurmuş oldu.
Elibelinde kadınların kadın mücadelesi noktasında bundan sonraki istek ve hedefleri nelerdir?
“Sende bir el uzat bize gel yanımıza büyüsün bu dayanışma, üzgün değil öfkeli ol sen kader deyip geçme yaşama” sözleri, hazırladığımız videonun arka planında fısıldanan şarkının sözleri. En büyük isteğimiz, dayanışmayı büyütmek. Çünkü dayanışmayı büyütmenin erkek egemen sisteme karşı en güçlü direniş olduğuna inanıyoruz.
Kolektif bir yaşamın bugünden yapılandırılması ve bu sisteme rağmen yaratılması çok önemli. Anarşist Kadınlar olarak uzun yıllardır deneyimlemeye çalışıyoruz, birlikte üreterek ekonomik ve sosyal yaşamı, sistemin dayattığı alternatifler dışında dönüştürerek yeni bir yaşamın mümkün olabileceği fikrini ısrarla savunarak. Hedeflerimize gelince, doğa ve kadın ilişkisi bizim için oldukça önemli. Yaşamı savunmanın doğayı savunmak, beraberinde de kendi doğamızı savunmak olduğunu düşünüyoruz. Kırdan kente uzanan kooperatiflerle hem tüketim ihtiyaçlarımızı sağlama hem de birlikte üreterek sistemden yettiğince bağımsız bir yaşamı bugünden yapılandırmayı hedefliyoruz. Bu deneyimlerimizi aktarabileceğimiz yazılı ve sözlü bilgi paylaşımlarını oluşturmak da beraberinde düşündüğümüz hedeflerimizden. Elibelinde kadını, bizim isteklerimiz ve hedeflerimizle örtüşüyor. Çünkü tüm bunları gerçekleştirebilmek önce elini beline koyup “yetti be” demekten geçer.
Röportaj için çok teşekkür ediyoruz. Umuyoruz ki, Elibelinde kadınlar giderek daha da çoğalır; erkek egemenliğine, devlete, kapitalizme ve iktidarın her türlüsüne karşı mücadeleyi daha da büyütür.
]]>