The post ”15-16 Haziran Direnişi” – Abdülmelik Yalçın appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Haziran… Sıcak her yer, sokaklar başlayacak bir isyanın derin sessizliğinde. Fırtına öncesi sessizlik değil, isyan öncesi bir hazırlık. Takvimler 14 Haziran 1970’i gösterirken işçiler bir eylem örgütlüyor, boyutlarını kimseinin tahmin edemeyeceği bir eylem. Peki neden? Çünkü Adalet Partisi hükümeti ve parlamentodaki muhalefet CHP, yeni bir Sendikalar Kanunu Yasa Tasarısı hazırlamış, meclisten geçirmek istiyordu. Tasarıyla Sendikalar Kanunu’nda köklü değişiklikler yapılacak sendikal mücadele Türk-İş hegamonyasıyla sınırlanacaktı. Ancak Türk-İş’e tepki olarak 1967’de devrimci bir perspektifle kurulan DİSK’e üye işçilerin mücadeleci anlayışını ve inisiyatifini kırmak o kadar da kolay değildi. Çünkü 1961’de gerçekleştirilen Saraçhane Mitingi ve sonrasında Maden İş’in 1963’te örgütlediği
Kavel Kablo Fabrikası’ndaki direniş, patronları ve devleti grevi kabullenmeye zorlamış; Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası’nı çıkartmak zorunda bırakmıştı.
Bu direnişlerin bir devamı olarak görülebilecek olan 15-16 Haziran, DİSK’in fiilen kapatılması ve sendikal mücadelenin devrimci niteliğinin yok edilmesi amacına karşı başlamıştı. Bu başkaldırı iki gün içinde işçilerin inisiyatif geliştirerek örgütlediği, öz örgütlüğünün sokaklarda yankıladığı, tarihi bir direnişe dönüştü.
15 Haziran 1970: İlk gün, görkemli yürüyüşün ilk adımları…
Kimine göre 70 bin, kimine göre 100 bin… O sabah işçiler sokakları doldurmadan önce -her sabah yapmaktan bıktıkları gibi- yine işe gittiler. Sessizce fakat temkinli bir şekilde beklediler, işbaşı yapmadılar. Sonra kapıları dışarıya açıldı işyerlerinin; kimisi kırılarak, kimisi itilerek. İşçilerin öfkesi, sınıfsal ezilmişliğe isyan; yumruklarda ve kilometrelerce yürüyecek olan bacaklarda vücut buluyordu şimdi. Birer karınca yuvasını andıran fabrikalardan çıkıyordu işçiler ve her kilometrede, her önünden geçilen fabrikada artıyordu sayıları. Atılan her adımda büyüyordu işçilerin coşkusu, daha canlı ve güçlü bir iradeyle atılıyordu sloganlar. Her yerden işçiler çıkmıştı sokağa, caddeleri arşınlamaya, sendikalar kanununu istediği gibi değiştiren devlet ve patronlara karşı direnmeye.
İstanbul’da yürüyüş, başlıca üç kol olmak üzere dört bir yandan gerçekleşti. Anadolu Yakası’nda Kadıköy ve Kartal Bölgesinde yürüyüşler gerçekleşti. Avrupa Yakasın’da Eyüp bölgesindeki fabrikalarda çalışan işçilerse, Topkapı’ya doğru yürüyüşe geçtiler. Kağıthane’de polisin iki işçiyi gözaltına alarak Eyüp Karakolu’na götürmesi üzerine büyük bir işçi grubu buraya yürüyerek karakol önünde eyleme başladı. Eylem hemen sonuç verdi. İşçiler arkadaşlarının serbest bırakılmasını sağladılar. Şehrin merkezine yakın fabrikaların işçileri ise özellikle Taksim Gümüşsuyu ve Şişli yönünde yürüdüler.
16 Haziran 1970: İkinci gün, her kilometrede barikatlar yıkılıyor, saflar sıklaşıyor.
İkinci gün, öfke ve direniş daha da büyüyordu. Büyüdükçe coşku, iradeler güçleniyor; adımlar daha sağlam atılıyordu. Yürüyüşler uzuyor, saflar sıklaşıyordu.
İkinci günde de aynı güzergahlarda yürüyüş devam etti. Uzunluğu 2-3 kilometreyi bulan yürüyüş kollarının şehrin merkezinde birleşmek istemesi üzerine çatışmalar çıktı. Bu arada çeşitli yürüyüş kollarının hedeflerine varmalarını ve yürüyüşlerini engellemek için polis saldırısı gerçekleşti.
Kartal-Kadıköy ve Levent yürüyüş kollarında çatışmalar çıktı. Polisin her türlü saldırısına rağmen işçiler, barikatları ve engelleri yıkarak ilerlediler. Kartal-Kadıköy yürüyüş kolundaki işçilerin, bir AP binasını ve –dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in kardeşi olan- Şevket Demirel’in ortağı olduğu Haymak fabrikasını işgal etmesi üzerine, Maltepe’deki 2. Zırhlı Tugay’a ait birlikler fabrikayı kuşattı. Onlarca işçi yaralandı. İşçilerin kent merkezinde birleşmesini engellemek için köprüden geçişler engellendi, vapur seferleri durduruldu. En şiddetli çatışma Kadıköy-Yoğurtçu Parkı çevresinde oldu; dört işçi yaşamını yitirirken bir polis öldü, iki yüze yakın işçi yaralandı.
Sıkıyönetim ilanı, ilana rağmen dindirilemeyen öfke!
İşçilerin öfkesinin dindirilememesi üzerine, DİSK Yürütme Kurulu, acil toplantı gerekçesiyle 1.Ordu Komutanlığı’na ve ardından İstanbul Valiliği’ne çağrılıyordu. Toplantı sonrasında DİSK yöneticileri, eylemlerin sonlandırılması konusunda işçilere çağrı yaptı. Görüşmeler ve toplantılar sonucu, her türlü protesto ve eylemi yasaklayan bir bildiriyle sıkıyönetim ilan edilmişti. Devletin ilan ettiği bu sıkıyönetime karşın, işçilerin eylemleri ve protestoları devam ediyordu. Eylemler nedeniyle birçok işçi havzası sıkıyönetim güçlerince askeri denetim altına alınıyordu.
46 yıl önce saldıran devlet yenildi. Saldırılar da, direnişler de sürüyor!
15-16 Haziran Direnişi’nde 4 işçi yaşamını yitirdi ve 1 polis öldü, 200’e yakın işçi yaralandı; 5090 işçi işten atıldı, DİSK yöneticileriyle beraber birçok işçi gözaltına alındı ve tutuklandı. İşçilerin bu büyük ve kararlı direnişinin ardından, devlet 1971 yılında geri adım atmak zorunda kaldı ve Sendikalar Kanunu’nu iptal etti.
15-16 Haziran Direnişi’nin biz işçilere anlattığı ve aktardığı şey doğrudan eylem pratiğidir. 46 yıl önce devletin öz örgütlülüğüne yönelik saldırısına işçilerin verdiği cevap çok net olmuştur: Doğrudan eylem. Bugün de benzer bir şekilde olmasa da devlet yine işçi düşmanı yasalarıyla saldırıyor. Şimdi en iyi bildiğimiz şeyi tekrar yapma zamanıdır. 15-16 Haziran’da yaptığımız gibi devletin işçi düşmanı yasalarına karşı koyacağız. Ama artık DİSK ile değil bürokrasiden, uzlaşmacılıktan uzak başka bir sendika var: İnşaat-İş!
İnşaat İşçileri Sendikası
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.
The post ”15-16 Haziran Direnişi” – Abdülmelik Yalçın appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ortadoğu’dan Dünyayı Saran Ateş: Suriye Savaşı’nda 10.Yıl appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bundan 10 yıl önce, 15 Mart 2011’de Suriye’de Şam’a bağlı Dera ilçesinde reform talep eden eylemler, 2010 yılının sonlarında Tunus’ta başlayan ve daha sonra Mısır, Yemen, Bahreyn gibi ülkelerde görülen Arap Ayaklanmaları’nın devamı olarak yorumlanıyordu. Söz konusu gösteriler, 6 Mart’ta duvarlara, göz doktoru olduğu bilinen Beşar Esad’a atfen “Senin de Sıran Gelecek Doktor” ve “Halk Rejim’in Yıkılmasını İstiyor” yazdıkları söylenen, yaşları 9-14 arası değişen 13 çocuğun gözaltına alındıkları iddiaları üzerine gerçekleştirilmişti.
Ancak Suriye’de ilk protestolar ocak ayı sonlarında başlasa da bunlar basında fazla yer bulmadı. Oysa bu ilk protestolardan birinde 26 Ocak’ta Hasan Ali Akleh adlı kişi tıpkı Tunus’ta Muhammed Bouazizi’nin yaptığı gibi kendini yakmış ve yaşamını yitirmişti. Şubat ayı boyunca 15-20 kişilik katılımlarla süren eylemlere sosyal medya üzerinden yapılan çağrılarda da katılım bu sayıları aşmamıştı. Söz konusu protestolar, Katar ve Suudi Arabistan devletlerinin ideolojik doğrultusunda yayın yapan El Cezire ve El Arabiya kanalları tarafından çarpıtılmış bilgi ve verilerle dünyaya servis edildi.
2011’in ilerleyen aylarında ise, Suriye’de “iç karışıklık” olarak olarak haber olan protesto gösterileri, bölgesel ve küresel devletlerin de dahliyle bu niteliğinden çok farklı mecralara doğru seyredecekti. “İç karışıklığa” müdahil olan devletlerin “vekalet savaşına” ve sonrasında, bu devletlerin “küçük çapta” bir dünya savaşına evrilttiği Suriye Savaşı, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en büyük göçmen krizi, cihatçı çetelerin dünya çapında yarattığı terör, bölge coğrafyasında hissedilen savaş ekonomisi gibi “realitelerle” tam 10 yıldır yaşamlarımızda.
18 Temmuz 2012 Şam’da Güvenlik Toplantısına Saldırı
Şam’ın merkezindeki, Ulusal Güvenlik Toplantısı’nın olduğu binada gerçekleşen bombalı saldırıyı ÖSO üstlendi. Başkanlık Sarayı’na 150 metre mesafedeki binaya, toplantı sırasında yapılan saldırıda Suriye Savunma Bakanı Davud Raciha ve yardımcısı, İçişleri Bakanı Muhammed İbrahim El-Şeher ve yardımcısıyla Rejim’in istihbarat birimi El-Muhaberat’ın üst düzey sorumluları öldü. İntihar eylemcisinin içeriden ÖSO adına çalışan bir bakan koruması olduğu, Beşar Esad’ın saldırı sırasında binada olduğu açıklandı.
Şam saldırısı, TC-Katar-Suud ittifakının Suriye’de yürüttüğü vekalet savaşını yükseltmesine neden oldu. Bu olay sonrası Suriye’deki savaşta bu ittifakın desteklediği cihatçı çetelerin yürüttüğü savaş Suriye sınırlarını da aşan, farklı devletlerin de müdahil bölgesel bir savaş ve terörizme evrildi.
19 Temmuz 2012 Rojava Devrimi
Rojava’da 2012 başlarından itibaren kurulan Halk Meclisleri fiilen yönetimi sürdürüyordu. 19 Temmuz 2012’de Kobanê Halk Meclisi bu modelin tüm Rojava’ya yayılacağının ilk işaretini verdi. Diğer taraftan ise tam bir yıl önce kurulan öz savunma örgütlenmesi YPG Rojava’da yaşayan halkların, süren çatışmalardan etkilenmemesini sağlamaya çalışıyordu.
2013 Ağustos Doğu Guta Katliamı
21 Ağustos 2013’te Şam’ın Doğu Guta bölgesinde sivillere yönelik, sarin gazıyla yapılan kimyasal saldırıda 1000’i aşkın sivil yaşamını yitirdi. Saldırının yapıldığı bölgenin muhaliflerin kontrolünde olması, gözleri Esad’a çevirdi. Ancak bu iddia kanıtlanamadı. Katliam sonrası TC ve Suudi Arabistan, katliamı gerekçe göstererek ABD’ye müdahale çağrısı yaptı. Ancak Rusya’nın, Suriye’nin kimyasal silah envanterini açacağını garanti etmesi üzerine ABD geri adım attı. Katliamdan 8 ay sonra gazeteci Seymour Hersh sarin gazi saldırısında TC’nin rolü üzerine, laboratuar bulgularının olduğu bir makale yayınladı.
Doğu Guta Katliamı ABD’nin Suriye’de rejim değişikliği politikasından da vazgeçtiğinin ilk işareti oldu.
15 Ocak 2014 Rakka’nın IŞİD’in Eline Geçmesi
Yaklaşık 2 hafta süren çatışmalar sonrası Nusra ve ÖSO’dan, Suriye’nin 6. büyük kenti Rakka IŞİD’in eline geçti. Bu tarihten itibaren savaşta adını en çok duyacağımız cihatçı çete, Rakka’yı, ileride gerçekleştireceği katliamlar için askeri ve lojistik üs haline getirdi. Rakka ile birlikte ilk kez bir kent cihatçıların eline geçerken, aynı yılın Haziran ayında IŞİD bu kez Irak’ta Musul’u işgal etti. 2014 Ağustos’unda ise ABD öncülüğünde 18 devlet tarafından IŞİD Karşıtı Koalisyon oluşturuldu.
Eylül-Ekim 2014: Kobanê Kuşatması ve Direnişi
Kobanê Kantonu’na yönelik Ağustos’ta başlayan IŞİD saldırıları Eylül’de kuşatmaya dönüştü. Rakka ve TC sınırındaki Cerablus üzerinden saldırılarını yoğunlaştıran IŞİD, Ekim başında Kobané’nin, merkezi hariç önemli kısmını işgal etmişti. IŞİD saldırılarına karşı Bakur Kürdistan’ın ve TC metropollerinin bazılarında gerçekleşen dayanışma eylemlerinde 50’den fazla insan kolluk güçlerince katledildi. Bu katliam ve direniş, Suriye Savaşı’ndaki bazı dinamiklerin farklı coğrafyalara etkisiydi. Bu etkiler, ileriki süreçte yine IŞİD terörü üzerinden Suruç ve 10 Ekim Ankara katliamlarıyla kendini gösterecekti. Devletlerin üretilmiş şiddeti IŞİD ve ona karşı direnen Rojava öz savunma güçlerinin direnişi, Suriye Savaşı’nın farklı dinamikleri içerdiğinin kanıtı oldu. Kobanê’deki IŞİD kuşatması, YPG/YPJ güçlerince 25 Ocak 2015’te tamamen kırıldı.
20 Mayıs 2015 Antik Kent Palmira IŞİD’in Eline Geçti
Suriye’deki 2000 yıllık antik kent Palmira IŞİD’in eline geçti. Savaşın ilerleyen süreçlerinde Suriye ile IŞİD arasında iki kez daha el değiştiren Palmira’yla, ilk kez bir bölge, direkt Şam yönetiminden IŞİD’in eline geçti. Palmira’da, daha önce Musul’da yaptığı gibi tarihi eserleri yıkan IŞİD, 2014 Haziran’ında değiştirdiği ismiyle “İslam Devleti” adına uygun davranarak artık bir devlet olduğunun izlenimlerini veriyordu.
Halep’te Büyük Kaybeden:TC
Aralık ayı boyunca Halep’e yönelik saldırılarını yoğunlaştıran İran-Suriye-Rusya ittifakı ayın sonunda kenti cihatçılardan tamamen aldı. Halep’te yaşanan bu sonuç, Şam yönetimi tarafından bir zafer olduğu kadar, Suriye Savaşı’ndaki politikaları resmen çöken TC açısından da hezimetti.Bu hezimetin en somut göstergesi ise savaş boyunca sınırlarını da kullanarak kente cihatçıları yerleştiren TC’nin, Rusya ile olan “rehine politikası” nedeniyle, bizzat kendi eliyle bu çeteleri Halep’ten çıkarmasıydı.
30 Eylül 2015: Rusya, Suriye Savaşına Dahil Oldu
Rusya’nın deniz ve kara üsleriyle savaşa dahil olması savaşı, Fetih Ordusu saldırıları karşısında zor durumda kalan Esad lehine değiştirdi. Bu süreçten sonra savaşta dengeler, Rusya, Suriye ve bu ittifaka Halep’teki savaşla daha belirgin dahil olan İran’a döndü.
19 Aralık 2016: Düşen Bir Uçaktan Fazlası
1950’den bu yana, Soğuk Savaş dahil ilk kez bir NATO devletinin düşürdüğü uçak olayı TC’nin, bu süreçten itibaren önce Rusya ile gerilim, ilerleyen süreçte gelen özür ve 2016 Aralık’ında öldürülen Rus elçisiyle, Suriye politikasının Rusya’ya rehin olması sonucunu doğurdu. TC, ilerleyen süreçte başlatılan ve bitirilen Fırat Kalkanı dahil Suriye’de Rusya’ya icazetli bir politika izlemek zorunda kaldı.
ABD ve Rusya’nın Düşürdüğü Kalkan:Fırat
Osmanlı’nın 500 yıl önceki Suriye işgaline atfen başlatılan Fırat Kalkanı, 29 Mart 2017’de bitirilmek zorunda kaldı. Fırat Kalkanı’nın, ABD’nin de bir safhasına destek verip, sonra desteğini çekmesi ve 9 Ağustos’ta yapılan Putin-Erdoğan zirvesi sonrası başlatılması işgale Rusya’dan ve ABD’den verilen şartlı izne dair somut göstergelerdi. IŞİD’e karşı askeri, YPG’ye karşı siyasi hedefleri olan Fırat Kalkanı, IŞİD’e karşı amaçlanan (TC sınırından uzaklaştırılması) hedefine ulaşması ve El-Bab sonrası IŞİD ile cephenin kalmaması sonucu bitirildi.
2018
2019
2020
2021
-Emrah Tekin
The post Ortadoğu’dan Dünyayı Saran Ateş: Suriye Savaşı’nda 10.Yıl appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Barselona, Bavyera, Pireneler Faşizmle Mücadelede Anarşistler appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1930’ların ortasında Avrupa’nın orta yerindeki iki ülkede gittikçe güçlenen faşist iktidarlar tüm dünya için açık bir tehditken İberya Yarımadası’nda gerçekleştirilen devrim de “faşizme karşı direniş” temeliyle 18 Temmuz 1936’da doğmuş oldu. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Franco’nun piyadeleri, Mussolini’nin kara gömleklileri ve Hitler’in savaş uçaklarına karşı verilen mücadele, faşizme karşı direnişin de ipuçlarını verecekti. Bir yandan on yıllardır ilmek ilmek ördükleri yeni dünyayı yaratırken bir yandan da bütün dünya halklarına yol gösterircesine faşizme karşı mücadele edenler, kuşkusuz dünya savaşında da yerlerini aldılar.
On yıllar boyunca İberya Yarımadası’nın dört bir yanında özgürlük için dövüşen anarşistlerin kavgası, 1936’da Barselona barikatlarından Aragon siperlerine ulaştıktan sonra sınırın ötesinde de durmayacaktı. İberya Devrimi’nin hiçbir zaman unutulmayan militanı Durruti’nin adını taşıyan taburun anarşist milisleri; Zaragoza kıyılarından, Madrid savunmasından sonra Pireneler’e tırmanacak, Nazi ordularına karşı Norveç’ten Kuzey Afrika’ya kadar çarpışıp faşizme karşı Hitler’in Bavyera’daki Kartal Yuvası’na kadar mücadele edecekti.
Doğu Pireneler
İspanya’da faşistlerin ilerleyişi, onbinlerce göçmenin yanı sıra bir o kadar antifaşist direnişçinin Fransa sınırına dayanmasına neden oldu. Fransa’daki bazı gazeteler “İsyan Ordusu Fransa’da Yeniden mi Örgütlenecek?”, “Sınırlarımızı FAI ve POUM’un Silahlı Gruplarına Kapatın!” diye yazmaya başlamıştı bile. Göçmen akını nedeniyle Doğu Pireneler Bölgesi’nin nüfusu iki katından fazla arttı. O tarihlerde Fransa’da bulunan Durruti Taburu’nun bir üyesi olan Antonio Herrero yaşananları “Göçmenlerin en tehlikelileri olarak görüldük.” diye anlatırken Fransa’da düzenin savunucuları, anarşistlerin Fransa’ya toplumsal devrim getireceğinden açıkça korkuyordu. Bu Doğu Pireneler, 1965 yılına kadar varlığını sürdürecek olan Maki gerillalarının da konumlandığı bölge olacaktı.
Göçmenler Argeles-Sur-Mer, St. Cyprien ve Barcares sahillerinde kazıklar ve dikenli tellerle kapatılmış toplama kamplarında tutuldular. Bunların içinde “suçlu” veya “radikal” olarak tanımlananlar, Collioure Kalesi ve Le Vernet’teki hapishane kamplarına götürüldü. Burada göçmen anarşistler ağır çalışma şartları altında kamplarda tutuluyorlardı.
Hitler’in Yıldırım Savaşı ve Vichy Hükümeti
2. Dünya Savaşı başladığında, tamamına yakını endüstri işçilerinden veya köylülerden oluşan onbinlerce göçmen Fransa’da kamplarda tutuluyordu. Üstüne üstlük bu göçmenler faşizme karşı mücadelede de oldukça deneyimliydiler. Dolayısıyla Fransa, Nisan 1939’dan itibaren göçmenlere kampı terk etme hakkı tanıdı. Ancak kamptan ayrılmak isteyenler ya işçi şirketlerine girip çalışacak ya da Fransız Ordusu’na bağlı Yabancı Lejyonu’na katılacaktı. Durruti Taburu’nun da içinde bulunduğu 15000 kişi faşizme karşı direnişe cephede devam etmeyi seçti.
İspanyollar Hitler’in Yıldırım Savaşı’nın en sert cephelerine gönderildiler. Paris’in işgal edilmesinden sonra şehirdeki direniş hareketini örgütlemenin yanı sıra anarşistler Norveç buzullarından Kuzey Afrika çöllerine kadar her cephede çarpıştılar. Binlercesi yaşamını yitirdi veya Nazi toplama kamplarına esir düştüler.
14 Haziran 1940’ta Nazi ordularının Paris’e girmesinin ardından Fransa bölgelere ayrıldı. Fransa’nın kuzeyi Naziler tarafından işgal edildi. Orta-Güney Fransa ile Akdeniz kıyılarını içine alan ve İspanyolların da ağırlıklı olarak bulunduğu bölge General Petain’a bağlı Vichy hükümeti tarafından yönetiliyordu. Vichy hükümetinin Nazilerle bir arada uyum içinde yaşama temelinde başlayan politikaları, işgalcilerle iş birliğine kadar vardı.
Ağustos 1940’ta tüm sendikalar kapatıldı. Vichy hükümeti çoğunlukla üst ve orta sınıf, küçük sanayiciler ve finansörler, yerel patronlar ve toprak sahipleri ve yüksek statülü meslekler tarafından desteklendi. Bu tür destekçiler, yönetimin her kademesine hızlıca yerleştirildi. Köylülerin ve işçilerin gündelik yaşamı ve aile ilişkileri, ahlaki yaşam ve toplumsal değerler tümüyle katolik kilisesinin itaatkar modeliyle idealize edildi. Gençlik kampları ve kolorduları kuruldu. Ve elbette anarşistlerin fişlendiği listeler hazırlanarak bir kısmı hızlıca tutuklandı.
Vichy rejimi Naziler için zorunlu çalıştırma, direnişçilerin tutuklanması ve Yahudilerin sınır dışı edilmesinde aktif olarak çalıştı. SS ve Gestapo, Fransız Yahudi karşıtları ve faşistlerle hızlı bir şekilde temas kurarak Yahudiler ve devrimciler hakkında bilgi topladılar. Hitler Fransız milliyetçiliğine neden olacak herhangi bir şey istemediği için, faşizm hiçbir zaman tek bir faşist parti modeli ortaya çıkarmadan yerleştirilmeye çalışıldı.
Faşizme Karşı Kentlerde Direniş
Fransa’da direniş hareketi, aşağıdan yukarıya köklerinden büyüdü. İlk olarak neredeyse bireylerin ve küçük grupların gizli girişimleriyle başladı. İşgal altındaki Paris’te, Nazilerin “Öldürülen Her Alman Askeri İçin 10 Fransız Öldürülecek!” şeklindeki sloganının tersi sokaklara yazılıyor, Nazi askerlerini yanıltmak için sokak tabelaları tersine çevriliyordu. Gizli kitapçıklar ve gazeteler çıkaracak gizli gruplar oluşturuluyor, bu yayınlar el altından direnişçiler arasında dolaştırılıyordu. Bu propaganda, bireysel direniş eylemlerini örgütlü bir direniş hareketine dönüştürecek bir dayanışmayı yaratacaktı.
Bu küçük gruplar, yavaş yavaş daha geniş sabotaj ve silahlı mücadele hareketlerine ve Nazilere ilişkin istihbarat toplayan daha yaygın ağlara dönüştü. Kuzey’de Gestapo’dan şiddetli bir baskı görülürken Güney’de direniş daha hızlı büyüdü. Bu kısmen coğrafi faktörlerden ve kısmen de bölgenin Kasım 1942’den önce doğrudan Nazi kontrolü altında olmamasından kaynaklanıyordu. Ancak bir başka hayati faktör daha vardı: Anarşistler. İşgalin yaygınlık kazanamadığı ve direnişin en aktif olduğu bu bölgeler İspanya’dan gelen göç dalgasıyla anarşistlerin en yaygın olarak bulunduğu yerlerdi.
Daha çok Fransa’nın güneyinde aktif olan anarşistler, bazıları Fransız birliklerinde var olsalar da daha çok yerel direniş gruplarıyla kendi örgütlenmelerini yarattılar. Fransa’daki direniş grupları 1943 yılında Ulusal Direniş Konseyi (CNR) adı altında birleşti. Bu koordinasyon örgütü içerisinde CNT/FAI’li anarşistler, POUM ve UGT ile birlikte Alianza Democratica Espanola’yı (AGE) kurdular.
Birçoğu ileri derecede tecrübeli antifaşistler olan bu geniş göçmen grubunun varlığı direniş hareketinin ana eksenini belirleyecek, Fransız direniş gruplarını silahlı mücadeleye iten bu grup olacaktı. Direniş, Fransa’daki İspanyol göçmenlerin doğal haliydi. Onların, Fransız ordusuna sadakat gibi bir dertleri yoktu. Barselona’daki barikatların arkasında başlayan faşizme karşı direnişte Hitler’in ve Mussolini’nin birliklerine karşı zaten mücadele etmişlerdi, şimdi aynısını Fransa’da da yapacaklardı.
Toulouse bölgesindeki Fransız Direnişi’nden Serge Ravanel’in de kabul ettiği gibi: “İspanya Devrimi sırasında yoldaşlarımız bizim sahip olmadığımız bilgileri edindiler; bombaları nasıl yapacaklarını biliyorlardı. Nasıl pusu kuracaklarını biliyorlardı; gerilla savaşı hakkında derin bir bilgiye sahiptiler.” Bu uzmanlığa ek olarak anarşistlerin cesaretleri savaşta emsalsizdi ve mücadeleden asla kaçmadılar.
Göçmenlerin zorla çalıştırıldığı bazı fabrikalarda, Nazi ordularının kullanacağı silahlar üretiliyordu. İspanyolların çalıştırılmaya başlandığı her fabrikada bozuk araç sayısı hızlıca artmaya başladı. Bu “ufak arıza”lar gün geçtikçe yerini daha büyük sabotaj eylemlerine bıraktı. Hızla ilerleyen hareket, endüstriyel tesislerin dinamitlenmesine, Nazilerin askeri geçit törenlerine, kışlalara el bombası saldırılarına ve bireysel suikastlere dönüşüyordu. İspanyol anarşistler yapımına daha önceden başlanmışsa da bir Nazi kolordusu tarafından kullanılan Kartal Barajı’na (Barage de l’Aigle) sabotaj eylemi düzenledi. Yolları ve tünelleri havaya uçuran grup, sonunda barajın adını taşıyan 150-200 kişilik bir silahlı direniş taburuna dönüştü.
Faşizme Karşı Gerilla Savaşı: Makiler
Savaşın başından beri Pireneler’de bulunan anarşistlerin oluşturduğu gerilla grubu Makiler, direniş hareketinin en önemli parçalarından biriydi.
1942’ye gelindiğinde direniş daha geniş bir örgütlülük alanı kazanmıştı. SS’in Paris’te kontrolü giderek arttırmasıyla Nazi fabrikaları için işçi talep eden kararnameler yayınlanmaya başlamıştı. Fransa’daki Yahudiler toplama kamplarına götürülüyor, Vichy hükümetinin kontrolündeki alanlar da parça parça işgal ediliyordu. Nazi işgalinin yayılması direnişi de büyütecekti.
Haziran 1942’de Nazi fabrikalarında Fransız işçilerin zorla çalıştırılmasını içeren bir kararname yayımlandı. Zorla çalıştırılmaya karşı çıkarak şehirde kaçak konumuna düşen binlerce Fransız için tek sığınak dağlardı. Bu şekilde binlerce kaçak işçi Makilere katıldı.
Makilerin gittikçe güçlenmesiyle birlikte şehirdeki direniş hareketiyle aralarında görüş ayrılıkları başladı. Şehirdeki milis grupları çeşitli sabotaj eylemlerinin yanı sıra müttefik ordularının Nazilere yönelik gerçekleştireceği çıkarmalara paralel olarak bölgesel ayaklanmalar çıkarmayı savunurken, Makiler 20-30 kişilik gerilla gruplarıyla Nazilere doğrudan zarar vermek için planlanmış saldırılar yapıyordu.
Güneydeki direniş hareketi birkaç bölgede halkı harekete geçirerek topyekün ayaklanma girişiminde bulundu. Ancak halk o bölgelerde Nazilere karşı silah ve sayı olarak güçsüzdü. Anarşistler, hafif silahlı birliklerin topçu, zırhlı ve hava desteği olmadan topyekün savaşa giremeyeceği konusunda tecrübeli oldukları için onları uyardılar ancak bu eylemlere katıldılar.
Normandiya Çıkarması öncesindeki 18 ayda, Makiler Nazilerin altyapısına büyük zarar verdi ve Nazi birliklerini Fransa topraklarında sıkıştırdı. Gerillalar demiryollarını, sanayi bölgelerini, güç istasyonlarını müttefiklerin hava gücünden çok daha kolay etkisiz hale getiriyordu ve istihbarat ağları belirleyici öneme sahipti. Haziran 1943 ile Mayıs 1944 arasında yaklaşık 2.000 lokomotif imha edildi. Yalnızca Ekim 1943’te demiryollarında 3.000’den fazla saldırı kaydedildi, 427’si ağır hasara yol açtı ve 132 tren raydan çıktı.
Kuzey’de gerillaların sayısı daha azken Nisan ve Eylül 1943 arasında, 278’i demiryollarına ve diğer altyapılara karşı gerçekleşen saldırılarda 950 Nazi öldürüldü ve 1.890’ı yaralandı. Normandiya’da anarşistler elektrik trafolarını, bir tren istasyonunu, şalt sahasını ve bir hava sahasının bir kısmını havaya uçurdu. Paris’teki anarşistler, Hitler’in “Büyük Parisi”nin komutanı General von Schaumberg’e ve zorla çalıştırmadan sorumlu General von Ritter’e suikast düzenledi.
Direnişin Zaferi
Müttefikler Fransa’nın güneyine hiçbir zaman girmedi. Fransa’nın güneyi tümüyle direnişçiler tarafından özgürleştirildi. Rhone’un batısındaki ve Loire nehirlerinin güneyindeki tüm alan Makilerin direnişiyle Nazilerden arındırıldı. Makiler, Haziran ve Ağustos 1944 arasında, bölgedeki Nazi karargahını ele geçirmeden önce defalarca Nazi konvoylarına saldırdılar ve birçok köyü kurtardılar.
Anarşist Libertad Taburu güneyde Cahors ve birçok kasabayı günler süren çatışmalar sonucunda özgürleştirdi. Şehirdeki direniş hareketiyle birlikte gerçekleştirilen -Toulouse’un özgürleştirildiği- saldırılara Makiler de katıldı.
Naziler, Marsilya’nın düşüşünün ardından Gardarea’dan çekilmeye çalışırlarken 32 İspanyol ve 4 Fransız’dan oluşan bir Maki grubu, 22 Ağustos 1944’te La Madeiline’de 60 kamyon, 6 tank, onlarca ağır silah ve 1300 askerden oluşan bir Nazi taburunu pusuya düşürdü. Makinalı tüfeklerle çevredeki tepelere konumlanan Maki gerillaları ilk saldırıdan sonra çevredeki tüm bağlantı yolu ve köprüleri havaya uçurarak bütün taburu sıkıştırdı. Bir tabura karşı 36 anarşist gerillanın savaşı 2 gün sürdü, 3 Maki yaralandı, 110 Nazi öldürüldü. Taburun komutanı Nazi subayı intihar ederken 200’ü yaralı halde bütün tabur teslim oldu.
21 Ağustos 1944’te Paris’te başlayan ayaklanmaya 4000’i aşkın Maki gerillası katıldı. Paris sokaklarına kurulan barikatların ardındaki silahlı anarşist gerillaların fotoğrafları, tıpkı 1936 Barselonası’nı andırıyordu. Sokak çatışmaları sürerken Normandiya sahillerine çıkan müttefik birlikleri de kente girmeye başladı. İlk gelen grupların önünde yürüyen tankların isimleri dikkat çekiyordu: “Guadalajara”, “Teruel”, “Madrid” ve “Ebro”. 3200 İspanyol’dan oluşan bu grubun çoğu, 1939’da esir kamplarından Fransız ordusuna giren ve Kuzey Afrika’da savaşmaya giden Durruti Taburu savaşçılarından başkası değildi.
Durruti Taburu’nun Barselona’da başlayan faşizme karşı direnişi Norveç’ten Kuzey Afrika’ya kadar uzanmış, şimdiyse Paris’teydi ve Paris’te de durmadılar. Paris’ten sonra Strasbourg’un Nazilerden temizlenmesine de katılan grup, Hitler’in Kartal Yuvası Berchtesgaden’in ele geçirildiği operasyona katılacak, Nazilerin Bavyera kayaklıklarının ardında kurduğu kaleyi de ayaklarının altına alacaktı.
Sonuç
Tıpkı Barselona’da olduğu gibi Doğu Pireneler’de de anarşistlerin direnişten anladığı yalnızca silahlı mücadele değildi. Tıpkı Barselona’da olduğu gibi Doğu Pireneler’de de gündelik yaşamı örgütlemek ve toplumsal yaşamı yeniden yaratmak için yerel örgütlenmeler kurdular. Fakat anarşistleri tehdit olarak görenler sadece Falanjistler olmadığı gibi sadece Naziler de değildi. Savaştan sonra De Gaulle ve müttefiklerinin Fransa’nın güneyini devrimci güçlerin kontrol ettiğini görmeye niyetleri yoktu. Makiler her zaman için bir tehdit oluşturuyordu çünkü bir gerilla ordusu her zaman için devrimci bir orduydu.
De Gaulle, 6.000 anarşist gerillanın “Pireneler’in ötesinden getirdikleri devrimci ruhla aşılanmış” olan Toulouse’da “devrim”den korkuyordu. Amerika’ya Fransa’nın düzenli bir ulusal ordusunun bulunduğunu, Müttefik işgaline gerek olmadığını göstermek ve iktidarını sorunsuz bir şekilde yeniden tesis etmek için bu silahlı grupları ortadan kaldırmak zorundaydı. Bu korkuyla başa çıkmak için Makilere, Atlantik limanlarındaki Nazi garnizonlarına saldırı için normal Fransız kuvvetlerine katılma veya silahsızlanma seçeneği sunuldu.
Binlerce İspanyol, faşizme karşı mücadelede yaşamını yitirmişti. Nazilerin 1945’te teslim olmasıyla İspanyollar, anlaşılabilir bir şekilde, Müttefiklerin dikkatlerini Franco’ya çevireceğine, Hitler ve Mussolini desteği olmadan onun hızla ezileceğine inanıyorlardı. Aslında birçoğu başından beri, on yıllardır uğruna savaştıkları devrim için tekrar İspanya’ya dönme beklentisiyle mücadele ediyordu. İspanya’da antifaşist gerilla faaliyeti savaş boyunca devam etti. Bu arada Cezayir ve Fransa’daki sürgünler Amerikan depolarından “ödünç alınan” silahları stoklamış, İspanya’ya dönüş için hazırlanıyorlardı. Aynı şekilde, Fransız 2. Zırhlı Tümeni ile birlikte Bavyera’ya kadar mücadeleye devam eden Durruti Taburu’nun üyeleri de cepheden kaçırdıkları silahları İspanya’ya götürmenin yollarını arıyordu.
1945’te Franco yalnız kalmıştı. İngiltere, Rusya ve ABD tarafından kınandı; Birleşmiş Milletler’den dışlandı. İngiliz İşçi Partisi hükümeti 1945’teki seçimlerinden önce, “Franco sorununa” hızlı bir çözüm sözü vermişti. Ancak ne yazık ki tarih, devletlere güvenilmeyeceğini bir kez daha kanıtladı. İşçi Partisi hükümeti verdiği sözlere rağmen bunun tamamen İspanya halkının iç meselesi olduğunu ve “o ülkede iç savaşa izin vermek veya bunu teşvik etmek” istemediklerini savundu. Ekonomik abluka ve uluslararası izolasyon, Franco’yu aylar içinde bitirirdi ancak devlet devleti korudu. Resmi tarih anlatısına göre Franco’ya dokunulmamasını 2. Dünya Savaşı’na resmi olarak girmemiş olmasına bağlayanlar olsa da dünyanın yeni demokrat Nazileri için asıl sorun Franco değil 1936’nın İberyası’ydı. Franco’yu buna tabii ki tercih ettiler. İlerleyen yıllarda Franco’nun kademeli meşrulaşması gerçekleşti ve Franco’nun Falanjist İspanyası 1955’te Birleşmiş Milletler tarafından tam olarak tanınarak pek de yeni olmayan dünya düzeninin masasında yerini aldı.
Makiler mi? Makiler son gerillaya kadar faşizmle mücadeleye devam ettiler. 1944 ve 1950 yılları arasında Franco’nun İspanyası’nda yaklaşık 15.000 gerilla ülkenin yarısını mücadele alanına çevirdi. Birçok falanjiste yönelik gerçekleştirilen saldırılar, yer altında devrimci mücadeleyi sürdüren gruplarla kurulan irtibat ve bir gerilla grubu için şaşırtıcı şekilde güçlü olan istihbarat faaliyetleri Franco’ya yönelik havadan bombalayarak suikast girişimine kadar ilerledi. Faşizme karşı direniş Barselona ve Bask bölgelerinde 250 bin kişiye varan grevlerle devam etti. Gerillalar, Franco’nun etkileyici polis ve askeri aygıtına karşı tek başlarına direnmek zorunda kaldılar. 1950’li yıllarda kırdaki gerilla mücadelesi seyrelmeye başlarken Barselona, Madrid, Valencia ve diğer şehirlerde şehir gerillası mücadelesi on yıllarca devam etti. Makiler, son gerilla Jose Castro Veiga Mart 1965’te Galiçya’da çarpışarak ölene kadar mücadeleyi sürdürdüler.
Şamil Parlak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.
The post Barselona, Bavyera, Pireneler Faşizmle Mücadelede Anarşistler appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bir Politik Arkeoloji Tartışması: Savaşın Kazısından Barış Çıkar mı? – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Fransız ressam Maurice Orange’ın “Bonapart piramitlerin önünde, bir kralın mumyasına bakıyor” (“Bonaparte devant les pyramides contemplant la momie d’un roi, 1797”) adlı resminde Napolyon’un Mısır Seferi’ni tıpkı benzer konuları işleyen diğer eserlerde olduğu gibi çarpıcı bir gerçeklikle konu edinmiştir.[1] Ellerinde silahlarıyla, gezintiye çıkmış Napolyon’u ve beraberindekileri koruyan askerleri, orduyla birlikte gelen koltuğunun altında kitabı ve elinde şemsiyesiyle “bilim insanlarını”, mumyanın durduğu lahiti tutan Mısırlı’nın yanında şapkası ve baştan ayağa giyinişiyle kendini belli eden “batılı kaşif” figürünü ve son olarak belki de kendi tarihinin Napolyon’larından birinin çürümeden korunmuş cesedini tutarak Napolyon’a bakan Mısırlı’yı başarılı bir şekilde tasvir etmiştir.
Yalnızca bu resim bile (istemeden de olsa) kolonyalist işgalci ve kaşif arkeolog arasındaki tarihsel ilişkiyi açığa çıkarmaya yeter de artar bile. Ama gelin biraz da diğer örnekleri inceleyelim. Arkeolojinin tarihi bugün pek çok arkeolog tarafından keşifler tarihi ve insanlık tarihinin anlamlandırılması sürecine katkıda bulunmuş önemli kaşiflerin maceralarının idealize edilmesiyle anlatılır. Erken dönem arkeologlardan Heinrich Schliemann’ı hatırlayalım örneğin. Gemicilik, esnaflık ve Amerika’da “definecilik” gibi pek çok iş yapan, Anadolu’ya esasen tüccar olarak gelen ve Helen Kültürü’ne (özellikle de Homeros’un metinlerine) yakın ilgisi olan Schliemann, zengin olma hayalleriyle Troya’nın hazinesini bulmaya gelmişti. 1868 yılında Pınarbaşı ve Hisarlık Höyüğü’nü inceleme fırsatı bulan Schlimann, okuduklarıyla kurdukları benzerliklere binaen Hisarlık Höyüğü’nde karar kılmıştı. Yaptığı tercih onu “Priamos’un hazinesi”ne götürdü. Bugün “yağmacı arkeoloji” olarak sınıflandırılan ve akademik camiada belli bir anlamda politik olan içeriğinden yoksun olarak anlatılan hikayenin sonu, Troya hazinesinin dünyanın pek çok yerine dağılmasıyla ve günümüzde devletler arasındaki gerilimlerden bir diğerini yaratan konu başlığı olarak tekrar pek çok kişinin gündemine düşüyor.[2]
Yağmacı Arkeologdan Bilim İnsanı Çıkaran Arkeoloji Tarihçiliği
Schliemann bir örnek. Peki ya diğerleri? Öjeniklerle ilişki kuran Flinders Petrie[3], bir İngiliz bürokratı olan Henry Layard ve Arthur Evans gibi dolaylı yoldan kolonyalizmle ilişkide olan erken dönem arkeologları gözümüzün önüne getirecek olursak, arkeolojinin dünya çapında ortaya çıkışı ve bir bilimsel disiplin haline gelişi sürecindeki sorunları tekrar hatırlayabiliriz. Bu insanların ortaya çıkardıkları eserlere ve neticesinde açığa çıkan bilgiye değil de yaptıkları işlemler sırasında kolayca gözlemlenebilecek kirli bağlantılar ve beraber yürüyen devlet ideolojisinin yayılışı, üzerinde durulması gereken önemli bir konu olarak güncelliğini koruyor.
Koruyor çünkü bu sefer daha organize ve “bilimsellik” kisvesi altındaki meşrulaştırmalarını daha farklı şekilde kurgulayabilen bir modern “yağmacılık” söz konusu olmaya devam ediyor. Çok geriye gitmemize gerek yok, yakın tarihte arkeolojik kalıntıların bolluğuyla ve görkemiyle meşhur mezopotamya coğrafyasında yaşanan Suriye Savaşı ve Irak İşgali süreçlerine yakından bakıldığında arkeolojinin devletin ve işgalin maşası olarak hala sahada olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Çatışmalar sırasında yıkılan Emevi Camisi, El Medine Çarşısı, Krak des Chevaliers, Jobar Sinagogu ya da bizzat IŞİD tarafından zarar verilen Palmira Antik Kenti ve Ninova Arkeoloji Müzesi’ne[4] yönelik saldırılardaki asıl sorumlunun ilk bakışta görünen birincil failler mi yoksa bu savaşı başlatan küresel kapitalistler mi olduğu sorusu şimdilik bir kenarda kalsın. Ondan önce ticari bir nesne olarak arkeolojik eserlerin silah pazarını nasıl şekillendirdiğine dair güncel bir örnekle sizi başbaşa bırakalım ve “yağmacılık” bugün nasıl sürüyormuş biraz daha yakından bakalım:
“İtalya basını, IŞİD’in ele geçirdiği arkeolojik kalıntıları ve sanat eserlerini, İtalyan Camorra ve ‘Ndrangheta mafya örgütleri aracılığıyla satarak karşılığında silah aldığını, çalıntı sanat eserlerinin de Türkiye üzerinden İtalya’ya ulaştırıldığını iddia etti. La Stampa’nın dünkü haberinin ardından Il Mattino gazetesinde bugün yer alan bir haberde de “İtalya ve Avrupa pazarına gönderilen eserlerin Türkiye üzerinden doğrudan (İtalya’nın güneyindeki) Gioia Tauro Limanı’na getirildiği” iddiasına yer verildi.”[5]
Batılı işgalcilerin “egzotik kültürlere yönelik” saldırılarına ilişkin bir başka örnek için 2000’lerin başına gidelim. Mezopotamya’nın Mona Lisa’sı olarak ün salmış Warka Başı’nın bulunduğu coğrafyadan kaçırılışı basında epey yer bulmuştu. 2003 yılının Eylül ayında tekrardan müzeye geri götürülüşüne kadarki süreçte “kültürel mirasın korunumu” amacıyla orada bulunan arkeologlar için gerçek bir mücadele(!) olmuş olsa gerek. Yanı başlarında bir Babil yerleşiminin askeri üs haline getirilmesi söz konusuyken hem de… Warka Başı’nın döndüğü yıllarda, MÖ 575’te inşa edilen ve 1900’lerin başlarında yürütülen kazı çalışmaları ile ortaya çıkmış Babil’in ünlü İştar Kapısı’nın bulunduğu arkeolojik alanın ortasına inşa edilen askeri üs konusunda tarafsız kalarak işgali savunucu pozisyonuna düşen arkeologlar dahi mevcuttu.
Başka örneklerde kendi yağmacı tavrını ortaya koymasına rağmen, söz konusu ABD olduğu zaman hızlıca harekete geçen British Museum, yaptığı çalışmada tahribatı “hayli talihsiz” şeklinde değerlendiriyordu. “Alanın yaklaşık 300 bin metrekarelik bir alanı çakıl taşı ile kaplandı. Çivi yazılı tuğla parçalarını etrafa saçarak arkeolojik dolguların içine siperler kazıldı. Başka bir alan ise helikopter inişi için düzleştirilerek tahrip edildi. Portatif tuvaletler ve otopark inşası gibi birçok amaç için bu alan tahrip edildi.”
Devletlerin Savaşında Form Değiştiren Ama İşlevi Değişmeyen Arkeoloji
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Arkeoloji: Tarihin ve Kültürün Yeniden Yapılandırılması” başlıklı kitapta, Ayşe Boren’in derlediği makaleler arkeolojinin etiğine, politikasına ve özellikle de pratiklerine eleştirel bir yaklaşımla kaleme alınmış.[6] Aralarından Tarihöncesi Arkeolojisi üzerine yoğunlaşmış arkeolog Oscar Moro Abadia’nın “Bir Kolonyal Söylem Olarak: Arkeoloji Tarihi” isimli yazısı konuya dair kapsamlı bir bakış açısı sunuyor ve önemli sorular soruyor. Yannis Hamilakis ise Irak işgali sırasında yukarıda örneklerini verdiğimiz olgulara ilişkin birincil gözlemlerini aktarırken arkeolojinin kapitalizmle olan ilişkisine de eğiliyor.
Abadia’nın belirttiği gibi: “Arkeoloji pratiği, milliyetçiliğin altın çağında, yeni şekillenen ulusal imgelemi maddi kanıtlarla desteklemiş; kolonyal güçlerin medeniyet anlatılarına dayanak sunmuş, kolonileştirilen halkların maddi kültürlerinin gasp edilmesini meşrulaştırmış ve muasır medeniyetler arasında yer edinmek isteyen eski sömürgelerin, kökenlerini dayandıracakları şanlı ve (formu itibariyle “modern”) “bir geçmiş inşa etme[lerine]” yardımcı olmuştur”. Arkeoloji bununla birlikte dönemin ruhuna göre işgal pratiğini değiştiren devletlerin de stratejisinin bir parçası olarak kapitalizmin kültürel inşa sürecine hizmet etmeye devam etmektedir. Hamilakis şöyle söylüyor: “Savaş makinesinin kültür kolu gibi çalışan bir arkeoloji. Birçok bakımdan 19. yüzyılın kolonyal arkeolojisini canlandıran ‘yeni bir arkeoloji’.”
Peki ya disiplinin kendi içinde geliştirdiği savaş karşıtı tavır, politik bir araç olarak arkeolojinin savaş alanına sürülmesini engelleyebilir mi? Yeraltından çıkan buluntuların “mülkiyeti” evrensel bir bilgi nesnesi olarak insanlığa mı yoksa çıkarıldığı coğrafyada bulunanlara mı ait? Peki ya adeta askeri bir disiplinle işleyen kazı pratiğinin içindeki iktidarlı ilişkiler?
Yalnızca Savaşa Değil, Savaşları Yaratan Devletlere Karşı Bir Arkeoloji?
Arkeolojinin politikası ve etiğine ilişkin henüz cevaplanmamış soruları hatırlatmak ve yeni sorular üretmek mümkün. Bütün bu soruları cevaplayacak yeni, özgürlükçü bir arkeoloji etiğinden bahsetmek için de henüz erken ancak halihazırda yoğunlaştığımız sorunun çözümüne dair aklımıza gelen düşünceleri ilk elden serimlemek faydalı olacak. Eğer savaş karşıtı bir arkeolojiden bahsedeceksek, onun özü itibariyle politik bir faaliyet olduğunu kabul etmemiz gerekecek. “Bilimsel nesnellik” ısrarına karşı, sosyal bilimlerin hemen her alanında olduğu gibi her arkeolojik araştırmanın politik anlamlar ifade ettiğini kavramak durumundayız. Diğer yandan devletin savaşlarda arkeolojiyi kullanmasını önlemek istiyorsak -en yalın anlamda- savaşları ortaya çıkaran gerçek sorumluyu yani devlet düşüncesini reddetmemiz gerekecek. Geçmişin yorumlanmasında karşılıklı yardımlaşmayı, ekolojik duyarlılığı ve iktidarsız ilişkileri açığa çıkaran; kralların, efendilerin değil sıradan insanların hikayesini anlatan ve bir araç; işgalin değil, insanın geçmişini anlama sürecinin hizmetindeki bir arkeolojiye ancak bu şekilde ulaşabiliriz.
Dipnotlar:
Zeynel Çuhadar
The post Bir Politik Arkeoloji Tartışması: Savaşın Kazısından Barış Çıkar mı? – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 21. YY Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Birleşmiş Milletlerin Aklanma Örgütü Unicef – Selahattin Hantal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Büyük bir yıkım demek olan savaşlardan sonra hep “barışçıl” yeni bir dünya inşaa edilmek istendiğini görürüz. Fakat bunu yapmak isteyenler, savaşları da kendi çıkarlarına göre çıkaran aktörlerin kendileridir. Medeniyet tartışmalarının ayyuka çıktığı, modernizmin bilimle kutsanarak yüceltildiği yakın dönem tarihinde hiçbir büyük söylem savaş siyasetine çözüm bulamamıştır. Aksine bu söylemlerle savaşlar kutsanmıştır. Milliyetçilik, din, kimlik çatışmaları gibi kavramlardan beslenen savaş siyaseti; belki en çok bu kavramların hiçbirine ait olmadan dünyaya gelen çocukları etkilemiştir.
Çocuklar hem içine düştükleri savaş travmasını yaşamakta hem büyümekte oldukları her an tahrip olan yaşam alanlarında savaşın gerçekliğine, sosyal ve ekonomik adaletsizliklere maruz kalmaktadırlar. Yetişkinlerin mahvetmekte olduğu dünyada geleceklerinin muğlak olduğu günler yaşamaktadırlar. Beslenme, barınma ve temel beceri gelişimi gibi durumlardan mahrum kalmaktadırlar.
Günümüzde uluslararası üst bir örgüt olarak varlığını sürdüren Birleşmiş Milletler ve bünyesinde bulunan sosyal ve ekonomik organlar, görünürde çeşitli alanlarda çalışmalar yaparak uluslararası barışın ve yardımlaşmanın tesis edilmesi amacını taşımaktadır. Bu durum çok da şaşırtıcı değildir çünkü bu yapılara küresel yıkımın aktörleri tarafından yüksek miktarlarda fonlar sağlanmaktadır ve küresel barış söylemi, böylesine çelişkili dinamiklerin üzerine kurulmuştur.
Birleşmiş Milletler’e bağlı olarak çalışan yardım kuruluşlarının en önemlilerinden biri UNICEF’tir. UNICEF, diğer bir deyişle BM Çocuklara Yardım Fonu dünya üzerinde birçok devlette bürosu bulunan bir yardım kuruluşudur. Kötü koşullarda yaşamakta olan ve dünyanın farklı yerlerindeki yaşıtlarıyla benzer koşullara sahip olamayan çocukların yaşam standartlarının iyileştirilmesi iddiasıyla bağış kampanyaları düzenlemekte olan kuruluş, uzun vadede bu duruma sebep olan aktörlerin ifşa edilip onlara karşı tepki gösterilmesini engellemektedir. Bunda en büyük pay sahibi bağlı bulunduğu BM’nin açmazlarında boğulduğu devletler siyaseti ve keza UNICEF kurgusunun politik ve mali çelişkileridir.
Bu aktörlerin fütursuzluklarına hâlâ devam edebiliyor olmaları, BM’nin ve ona bağlı kuruluşların ne kadar geçersiz olduklarını ispatlar haldedir. Sömürü, ötekileştirme, ayrımcılık ve savaşlar BM ve ona bağlı kimi yardım kuruluşlarının varlığıyla beraber olumlanmaktadır. Yani çocukların yaşadıkları sorunların kökenini ortadan kaldırmadan yalnızca yardım etme algısı, bir anlamda yeni sömürüler ve yeni savaşlara zemin de oluşturmaktadır. Bugün, BM yalnızca olumsuz sonuçları onarmaya çalışarak göz boyamaktan öteye gidemiyor.
Küresel Barış Meselesinde Devlet Siyasetinin Yarattığı Çelişkiler
BM, devletlerin hükmettikleri alanların “meşru” kural koyucuları ve koruyucuları olduklarını kabul eder. Milletler Cemiyeti ve BM gibi devlet üstü yapılar barış için dünya ittifakını amaçladığını söylese de karar alma sürecinde, beş daimi üyenin (Fransa, İngiltere, Rusya, Çin ve Amerika Birleşik Devletleri) kararları veto hakkı bulunduğundan küresel bir ortaklığın kurulması oldukça zorlaşmakta ve hatta neredeyse imkansızlaşmaktadır. Bu sebepten ötürü üye devletler bu beş daimi devletin üstünlüğüne ve onların stratejilerine hizmet eder konumda kalmaktadırlar.
Milletler Cemiyeti’nden BM’ye Devlet Siyaseti Açmazları
Bugün dünya barışını sağlamaya çalıştığı iddiasına sahip BM’nin öncülüne baktığımızda karşımızda Milletler Cemiyeti’ni görmekteyiz. Milletler Cemiyeti 1. Dünya Savaşı’nın galip devletleri tarafından oluşturulan bir cemiyet iken BM’nin kuruluşu da benzer şekilde gerçekleşmiştir. 2. Dünya Savaşı’nın kazanan devletlerinin bir dizi konferansı sonucu BM ortaya çıkmıştır.
Milletler Cemiyeti misyonunu tamamlayamayan başarısız bir örgüttür. Zira temel hedeflerinin arasında dünya barışını sağlamak vardır. Fakat örgütün çalışır vaziyette olduğu dönemde 2. Dünya Savaşı’nın çıkması engellenememiştir.
Milletler Cemiyeti’nin muhatap olduğu devletler durmaksızın kendi egemenliklerindeki alanları müdafaa etmek yahut bayındır hale getirmek, hatta yeni alanlara hükmedebilmek için çıkarcı siyasetlerini sürdürmüşlerdir. Kurulan düzende her ülkenin yaklaşımının pragmatist bir boyutu vardır. “Daimi dost, daimi düşman yoktur” siyaseti hüküm sürmüştür. Neticede ise Milletler Cemiyeti misyonunu yerine getirememiştir ve 2. Dünya Savaşı’nın bittiği sırada yerini BM’ye bırakmıştır. Hukuki varlığı 1946’da son bulan cemiyetin malvarlığı ve arşivleri BM örgütüne aktarılmıştır.
BM: Dünya Siyasetindeki Etkisiz Eleman
BM, sistemini oluşturan 30’u aşkın kuruluş aracılığıyla 2. Dünya Savaşı sonrasında, dört ana amaç deklare etmiştir. Bunlar, uluslararası barış ve güvenliği korumak; devletler arasında dostça ilişkiler geliştirmek; uluslararası ekonomik, sosyal, kültürel, insani sorunların çözümünde işbirliği yapmak ve temel insan hak ve özgürlüklerine gerekli saygının gösterilmesini teşvik etmektir.
51 üye ile kurulan BM’nin şu sıralarda 200’e yakın üyesi bulunmaktadır. Bu da onun evrenselliği açısından yakaladığı en önemli avantajdır. Fakat yine de örgütün yaptırım gücü dünden bugüne yetersizdir. Etki edebildiği meseleler devletlerin yaşadıkları küçük çaptaki krizlerde görülmektedir. Ekonomik ve siyasal açıdan güçlü devletlerin aktör olduğu krizlerde etkisiz bir konumda kalınmaktadır.
Filistin ve İsrail Devleti
Filistinliler, İsrail Devleti’nin sıkıştırdığı bir kara parçasında büyük bir oranda İsrail’e ve diğer devletlere bağımlı bir halde yaşamaktadırlar. Filistin, İsrail işgalinden önce Birleşik Krallık tarafından yönetilmiş bir bölgedir. Birleşik Krallık manda rejimi çerçevesinde 1922 yılından 1947 yılına dek Filistin’de idari kontrolü elinde tutmuştur. Fakat bu dönemde dünya savaşı, katılan devletleri ekonomik açıdan zora sokmuştur. Birleşik Krallık da bu durumdan etkilenen devletler arasındadır. Bundan ötürü savaş döneminde ve sonrasında ada dışında etkisiz kalan devlet, yetkisini devretmek istemiştir. Nihayetinde 18 Şubat 1947’de Filistin’de devam eden yetkisini bırakıp meseleyi BM’nin hükmüne teslim etmiştir. Fakat o günden bugüne geçen zaman, Filistinliler’in İsrail’in baskısı altında yaşamaya zorlanması sonucundan başka bir şey getirmemiştir.
Bugün, Filistinliler tarihsel ve dinsel hısımları konumunda bulundukları yeni yapıya muhtaç halde yaşamaktadırlar. Kötü koşullar sebebiyle on binlerce Filistinli iş aramak için çeşitli yollarla İsrail’e ve başka coğrafyalara geçmiştir. Ek olarak, Filistin ekonomisi birçok unsur bakımından İsrail’e bağımlı haldedir. İsrail’in uyguladığı denetim yöntemleri iki taraf arasındaki adaletsizliği iyice derinleştirmektedir.
Bosna Katliamı
BM’nin yakın dönemdeki bir başarısızlığı da Bosna Katliamı’nda görülmüştür. 20. yüzyılın sonlarında gerçekleşen Yugoslavya’nın dağılma sürecinde Sırplar ve Hırvatlar, Bosna Hersek’i işgal etmek için saldırılar düzenlemişlerdir. Bölgede yaşanan savaşta BM’nin bu tarz hadiselerde esasında ne kadar etkisiz bir kurum olduğu açıkça görülmüştür. 1992-1995 yılları arasında yaşanan savaşın doruk noktası 1993 yılında BM Güvenlik Konseyinin kararıyla Srebrenitsa’nın güvenli bölge olarak ilan edilmesiyle yaşanmıştır. Bu kararın amacı BM’nin güvencesiyle savaş ortamından yalıtılmış bir halde olan bu yerleşim yerinde insanların korunmak istenmesidir. Kararın ardından yapılan uygulamalardan biri, bölgedeki Müslümanlara ait olan silahların Barış Gücü tarafından güvenlik gerekçesiyle toplatılmasıdır. Bölge BM’nin var olduğu bir alan, yani savaş dışı bir yer olarak varlığını sürdürmüştür. Dolayısıyla dokunulmazdır. Fakat gerçekler bu şekilde gelişmemiştir. BM Koruma Gücü’nün koruması altında olan bu bölge Sırplar tarafından kuşatılıp saldırıya uğramıştır. 11 Temmuz 1995’te Sırp gücü güvenli bölgeyi işgal etmiştir. Enteresandır ki BM Koruma Gücü bölgeden çekilerek görevlerini yerine getirmemiştir. Srebrenitsalılar tüm dünyanın gözünün önünde ölüme terk edilmiştir. Yaşanan olaylarda 8 bin Bosnalı katledilmiştir.
Bir Savaş Sonrası Müdahale Aktörü Olarak BM ve UNICEF
BM’nin tarihsel arka planını, misyonunu ve başarısızlıklarını izah ettikten sonra örgütün bütçesine de ayrı bir bölüm açmak gerekmektedir. Zira bütçenin gerçekliği BM’nin içinde bulunduğu durumu tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. Bu noktada BM’nin yalnızca uluslararası hukuki bir araç halinde çalışmalarını sürdürdüğü, savaş sonrasında kurulan düzenin -yazımızın başında bahsini ettiğimiz gibi- “kazananlar tarafından” kurulup idare ediliyor olduğu görülecektir.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) raporuna göre 2016’da dünyada toplam 1 trilyon 686 milyar dolar askeri harcama yapılırken; bunun üçte birinden fazlası, 611 milyar dolar ile ABD tarafından gerçekleştirilmiştir. ABD’yi sırasıyla; Çin, Rusya, Suudi Arabistan, Hindistan, Fransa, Japonya, Almanya ve Güney Kore takip etmektedir. BM’nin bütçesine bakıldığında uluslararası barışı sağlamaya yönelik çalışma yürüttüğü iddia edilen bir yapının askeri harcamalar karşısında büyük çaresizlik yaşadığı görülmektedir. Örgütün 2008-2009 bütçesi 4,17 milyar dolar iken, 2016-2017 yılı bütçesi 5,4 milyar dolardır. 2008-2009 yılı bütçesi ABD vatandaşlarının, bir yılda saksı bitkileri ve kesme çiçekler için harcadığı para miktarına eşittir. (Barış gücü bütçesi ise ayrıdır. 1 Haziran 2007 ile 30 Haziran 2008’e kadar olan süre için 6,8 milyar dolar olarak belirlenmiştir.) Şöyle bir gerçek vardır ki uluslararası askeri harcamaların yıllık tutarı BM sistemindeki tüm kuruluşların 65 yıllık bütçesine eşdeğerdir. Ayrıca BM’nin etkisizliğinden dem vuran ABD’nin yardımlarını azaltacağını haber etmesi de akıllarda yer eden bir başka meseledir. ABD, BM’nin uluslararası siyasete ne türden bir etkisinin olduğunu bildiğinden yardım için ayırdığı parayı azaltma tehdidini rahatça yapabilmektedir. ABD, yakın dönemde yapılan Kudüs oylamasında aleyhine çıkan karar sonrasında da benzer bir açıklama ile gündeme gelmiştir. Ayrıca ABD, uluslararası barışı bu derece tehdit ettiği siyaset arenasında UNICEF’e de oldukça yüklü bağışlar yapmaktadır. Sadece 2002 yılında 282 milyon dolar bağış yapıldığını biliyoruz. Enteresandır ki ABD, 2003 yılının mart ayında Irak işgalini başlatmıştır. Çocukların hayat şartlarını “önemseyen” ve UNICEF’i destekleyen ABD’nin, Orta Doğu’daki çocukları bu durumdan ayrı tuttuğu görülmektedir. Ayrıca Irak’ta yüz binlerce sivilin ölümüne sebep olan ABD’nin “Şok ve Dehşet Operasyonu” olarak bilinen saldırıları dünya televizyonlarından canlı olarak yayınlanmıştır. Ne BM ne herhangi bir siyasi aktör bu vahşeti engelleyebilmiştir.
UNICEF sadece ABD’den destek alan bir kuruluş değildir. Gelirinin büyük bir kısmını devletlerden; kalan kısmını ise birtakım şirketlerden, kuruluşlardan, bankalardan ve bağışçılardan elde etmektedir. Destekçilerinin arasında ING Bank, Barclays, P&G, Marks&Spencer, IKEA, Sony gibi şirketler vardır. Ayrıca UNICEF’in şu anki başkanı Henrietta Fore’un, önceki kariyerinde Exxon Mobil’in yönetici kadrosunda yer aldığını belirtmek gerekir. Exxon Mobil, sera gazı salınımında en büyük rolü oynayan enerji şirketlerinden biridir.
UNICEF’in milyon dolarlık bütçelerinin başındaki yöneticiler uluslararası şirketlerden gelip tekrar şirketlere giderler. Örneğin önceki başkanlardan Ann Veneman, anne sütünü engelleyecek ürünleri pazarladığı için 1977’den beri boykot edilen Nestle şirketinin yönetim kuruluna girmiştir. Nestle 1990’lardan beri Güney Afrika’da milyonlarca çocuk işçinin çalıştığı kakao çiftliklerinden alım yapmış ve hala yapmaya devam etmektedir, hatta buradaki insan tacirleriyle işbirliği nedeniyle dava edilmiştir.
Şurası bir gerçekliktir ki devletlerin “meşru” kural koyucu olarak var oldukları egemenlik alanlarında bulunan yoksul ve ezilen çocuklara destek, UNICEF tarafından sağlanmaktadır. Bu durumun bir yardım kuruluşu aracılığıyla yerine getirilmesi sağlanarak esas aktörün kimler oldukları gizlenmektedir. Ayrıca insanları bağışçı statüsünde kendine bağlayan UNICEF diğer açıdan bu insanların süregelen adaletsizliklere karşı iyi niyetlerini teslim ettikleri mücadeleci (!) bir kuruluş olarak var olmaktadır. Fakat UNICEF sistemin açmazlarına karşı mücadeleci olmaktan ziyade, sistemin onarıcısı konumundadır. Gelgelelim geniş bağlamda UNICEF’in var olan düzene karşı oluşacak tepkileri absorbe ettiği de inkar edilemeyecek bir gerçekliktir. Bu hem kendisini fonlamakta olan devletleri rahatsız edemeyecek yöndeki bağımlılığından hem protesto potansiyelini oluşturan insanların iradesini bu kuruluşa teslim etmesinden yükselen bir gerçekliktir.
Sonuç
BM 70 yıldır hâlâ dünya barışını sağlayamamasını üye devletlerin alınan kararlara uymamalarına olduğu kadar örgütün ekonomik kaynaklarının yetersizliğine de bağlamaktadır. Böylelikle örgüte daha çok katkı verilmesi gerektiğini vurgulayan yetkililer, BM’nin varlığının devam etmesi gerektiğini savunuyorlar. Onlara göre böylesi bir örgüte her zaman ihtiyaç olacaktır.
Savaşların yarattığı tahribatların onarılması iddiasıyla oluşturulan çatı örgütlerinin ve onlara bağlı yardım kuruluşlarının başarılı olamadıkları ortada. Aslında başarılı olmaları da beklenemez. Zira bu örgütü oluşturan devletlerin tutumları birbiriyle çelişiktir. Her devlet, küresel çapta dünyayı ilgilendiren herhangi bir meselede önceliği dünyanın tümüne göre değil, kendi politik, ekonomik ve çoğunlukla da askeri çıkarlarına göre belirlemekte ve ona göre hareket etmektedir. Dolayısıyla şurası açık görünmektedir ki uluslararası barışın sağlanması, varolan devletli sistem değişmeden mümkün değildir.
Selahattin Hantal
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post 21. YY Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Birleşmiş Milletlerin Aklanma Örgütü Unicef – Selahattin Hantal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Oyunun Coğrafyası 1: Parklar – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Tarih boyunca yetişkinler, çocukları kontrol altına almaya çalıştıkları gibi mekanlarını da kontrol altına almaya çalışmışlardır. Çocukların oyun oynayıp yaratıcılıklarını geliştirebilecekleri ve öğrenebilecekleri alanları yaratmak mümkün. Bu yazı dizimizin ilkinde oyun coğrafyalarından çocuk parklarını konuşuyoruz.
Modern Çocukluk
Dünyanın farklı coğrafyalarında toplumsal ilişkilerin iktidarlı yapılar tarafından kontrolü ile toplumdaki doğal farklılıklar (yaş, cins, etnisite) avantajlı konumların yaratılması, baskı ve sömürü koşullarının oluşturulması amacıyla farklı şekillerde kullanılmıştır. Özellikle avcı toplayıcıların yerleşik hayata geçişiyle yakın süreçlerde ortaya çıkmış iktidarlı mekanizmaların toplumsal yaşamda ortaya çıkardığı iş bölümünün etkisiyle oluşan yetişkin-çocuk ayrımı ve modernleşmenin ortaya çıkardığı, iş bölümü ve uzmanlaşmanın üretimin yanı sıra toplumsal yaşamın tamamında etkili olmaya başlamasıyla birlikte çocukların ayrı toplumsal kategorizasyon içerisinde tanımlanması bu durumla ilişkilidir. Yetişkinlerin çocuklara yüklediği roller, anlamlar tarihsel dönemlere, kültür ve topluluklara göre değişim göstermiştir.
Peter Gray’e göre çocuklar avcı toplayıcılarda toplumsal yaşam içerisinde büyürken sonraki dönemlerde yetişkinler tarafından evcil hayvanların yetiştirildiği gibi yetiştirilmesi gereken canlılar olarak görülmüştür. Çocukların kendilerine özgü oyunlarının, besinlerinin, giysilerinin, konuşma dillerinin oluşmaya başladığı dönem ise 17. yüzyıl ve sonrasına tekabül etmektedir. Bu dönemden sonra da ayrı gelişimsel özelliklere sahip oldukları iddiasıyla çocuklar toplumsal ayrışmaya maruz kalarak giderek yetişkinlere daha bağımlı hale getirilmişlerdir.
17. yüzyıl ve sonrasında Avrupa’da yetişkinlerden ayrı bir gelişimsel dönem olarak kabul görmeye başlayan ve inşa edilen toplumsal bir yaratım olan çocukluk, bugün de toplumu kendi çıkarları uğruna kontrol etmek isteyen kesimlerin hedefinde olan bir olgudur.
Değişen Çocukluk Coğrafyası
Kentlerin insan coğrafyasının hakimi olmaya başlaması ve kentleşmenin yaygınlaşması sonucu insanın doğadan kopuşu gerçekleşmiş ve kır-kent ayrımı keskinleşmeye başlamıştır. Bireyler önceleri yaşamın bilgisini doğadan bizzat kendileri öğrenirken doğadan kopuşla birlikte bilgi öğretimi ve mekanın kontrolünü kaybetmiştir. Neyin doğru neyin yanlış olacağı ve neyin öğretilip öğretilmeyeceği kentin/iktidarlı yapının yöneticilerinin kararına bağlı olmuştur.
İnsan coğrafyalarındaki değişimi araştıranların yanı sıra S. James’in (1990) “Coğrafya’da çocuklar için bir yer var mıdır?” sorusuyla beraber coğrafyacıların bu konuya olan ilgisizliği eleştirilmiştir. Yönetilen yetişkin bireyler gibi çocuğun öğrenimini gerçekleştirdiği mekanın ve yaşadığı coğrafyanın da değiştiğini vurgulamak gerekir.
Doğanın tahakküm altına alınması, merkezi iktidarın güçlenmesi ve toplumsal ilişkilerde hiyerarşinin belirginleşmesi, çocuklukla ve çocuklarla kurulan ilişkinin de köklü bir şekilde değişmesine neden olmuştur. Avcı toplayıcı topluluklarda, içinde yaşadıkları kültürün tüm araçlarına erişim sağlayabilen ve aşağı yukarı dört yaşından itibaren gruptaki diğer çocuklarla birlikte yetişkinlerden bağımsız bir şekilde etrafını keşfetmekte ve oynamakta özgür olan çocuklar, değişen toplumsal ilişkiler, aile ve eğitim gibi kurumlarla giderek daha da baskı altına alınmış; yetişkinlere bağımlı hale getirilmiştir. Günümüz çocuk-yetişkin ilişkilerine ve çocukların zaman geçirdikleri mekanlara bakarsak çocukluk coğrafyalarının değişmiş, çocukların kentli yetişkinlere iyice bağımlı kılınmış olduklarını anlayabiliriz.
Mekanın kontrolünü sağlamanın toplumun kontrolünü sağlamada önemli bir araç olması sebebiyle siyasi ve ekonomik iktidarların -kendi çıkarlarına odaklandıkları- her uygulaması, çocukların görmezden gelindiği mekansal düzenlemeler olmuşlardır.
Kentler, modern beşeri coğrafyalar kapitalist üretim ve tüketim anlayışının hakim olduğu, hızlı hareketlerin gerçekleştirildiği, rekabetlerin oluştuğu alanlar olmaları sebebiyle çocukların ihtiyaçlarına, beklenti ve isteklerine cevap vermemekte, çocuklara güvenli ortamlar sunamamaktadır.
Sokaklar, yollar, mimari düzenlemeler ve kent planlamalarının hepsi yetişkinlerin fiziksel özelliklerine, ihtiyaç ve isteklerine odaklanmaktadır. Kent mekanının düzenlenme sürecinde karar alınırken çocukların katılımı gözetilmez. Kentler, çocukların tek başlarına hareket edebildikleri, risk alabildikleri, bireysel yetenek ve özgüvenlerinin gelişmesine yönelik alanlar değildir. Çocuklar giderek sokaklarında oynayamadığı, caddelerinde yürüyemediği kentlerde yaşamaktadır. Okul, kurs, sinema, alışveriş gibi etkinliklere araç ile gitmektedirler. Eve, okula ve izin verilen alanlara kapatılmışlardır. Kapalı mekânlar arasında gidip gelmekte ve sosyal yaşama sınırlı bir şekilde katılabilmektedirler. Yalnızlaşan çocuğun öğrenme süreci sakatlanacaktır. Kısacası mekanlar adeta çocukların kontrol altına alınması için düzenlenmiştir.
Değişen Oyun Mekanları ve Parklar
Tarih boyunca yaratıcılığın, öğrenmenin ve toplumsallaşmanın önemli araçlarından biri olmuş oyun, özellikle çocuklar için başat bir etkinliktir. Oyun çocukların fiziksel ve düşünsel gelişiminde önemli bir yere sahiptir ve çocuk oyunla yani öğrenerek büyümektedir. Dayanışmanın, kolektif hareket etmenin ve kolektif yaşamın deneyimlendiği oyunlar çocukların özgür büyümesini ve gelişmesini sağlamaktadır.
Toplumsal, ilişkisel bir olgu olarak mekan, öğrenme süreci için de anahtar bir noktadır. Mekanın kendisi, fiziksel özellikleri ve kurgulanması öğrenme sürecine etkide bulunmaktadır.
Mekanın önemini kavrayan farklı farklı kesimlerden de çeşitli yöntem ve anlayışlar geliştirilmiştir. Örneğin alternatif eğitim modellerinden olan ama öğretmen-öğrenci ikiliğini sürdüren Reggio Emilia’da da mekan çocuk ve öğretenin dışında üçüncü pedagog olarak tanımlanmıştır.
Hollandalı Johan Huizinga’nın “Homo Ludens” (Oyun oynayan insan) fikirlerini benimseyen Situationistlerle çalışmalar yapan Van Eyck’a göre ise oyun modern kapitalizm ve modern mimarlığa karşı çıkışın bir aracı olduğu için tüm şehir gizli sürprizler içeren, yaratıcılığı teşvik edecek bir oyun alanı gibi olmalıydı. Van Eyck’a göre oyun alanlarındaki nesneler değil çocuklar hareket etmeliydi. Bu yüzden atlama taşları, tırmanma çubukları, borulardan mamul kubbeler, kum havuzları yeterli idi. Bu nesneler çocukların hayal gücü ile birleştiğinde kah bir Eskimo iglosu, kah bir korsan gemisi olabiliyordu. Fakat bu yaklaşımda da çocuklara yeterli olabilecek malzemelerin sıralanması başka türden bir mekan düzenlemesi içeriyordu. Ayrıca kentin kapitalist üretim ilişkileriyle bağının nasıl çözülmesi gerektiğine dair sorgulamaları ve merkezi iktidarlarca kontrolünü es geçip iyi bir şehrin nasıl olabileceğini söylemesi de yeterli bir yaklaşım değildi.
Toplumun kontrolünü sağlayabilmek için çocuğun eğitilmesi gerektiği yaklaşımıyla birlikte de kent mekanı içinde mekansız kalan ve evlere, okullara sıkışan çocukların nefes alabildiği alanlar olarak oyun parkları önemsenmiştir. Peki hakim oyun parkları çocukların otonomisine, bağımsız bir birey olma sürecine ne kadar katkı sağlamaktadır? Kentin içerisindeki yeşil alanların tüketilmesinin ardından “çevreci hassasiyeti” ile oluşturulan küçük parklar nasıl bu sorunu çözecek yaklaşıma sahip değilse çocukların evden çıkıp koca koca betonların arasındaki küçücük plastik bir salıncak ve kaydırağın var olduğu sembolik parklara gitmesi anlayışı da benzer bir sığlığa sahiptir.
Kentsel mekanda yetişkinler tarafından belirlenen bir takım kriterler doğrultusunda tasarlanan çocuk oyun alanları ve okul bahçeleri de çocuğun ihtiyaçlarına, beklenti ve isteklerine uygun değildir. Böylesi mekanlara sıkışan çocuk pasif/izleyici konumda olacaktır.
Richard Sennett’e göre de oyun oynamak için özel olarak üretilmiş ve etrafı trafikle çevrelenmiş parklarda oynanabilecek oyunlar belirlidir. Bu noktada hiçbir sürprize yer yoktur. Fakat oyun, kendi varlığını insan eylemleriyle her yerde sürdürebilir. Çocukların kendileri için tasarlanan park ya da oyun alanlarında değil de başka amaçlar için üretilmiş mekânlarda oyun oynamaktan daha çok keyif almalarının nedeni, oyunun yapısında yer alan belirsizliğin, başka işlevler için tasarlanmış alanlarda daha kolay görünür olmasıdır. Bu, oyunun yaratıcı doğasında var olan bir özelliğidir.
Kolektif Özgür Yaşam Alanları ve Özgür Oyun Alanları
Çocukları toplumsal yapıdan ayrı düşünmeyen, bireylerin ve toplumun kendi iradesi, üretimi ve planlaması olarak -toplumun tümünün ihtiyaçları doğrultusunda- şekillenen kolektif yaşam alanlarının varlığı da çocukların özgür bir şekilde büyüyeceği mekansal koşulları ve ilişki biçimlerini yaratacak bir başka araç. Kısacası özgür bilgi paylaşım alanlarının; üretimin, tüketimin ve farklı toplumsal istek ve ihtiyaçların kapitalist ilişki biçimlerinin ve mekanizmalarının yanı sıra merkezi iktidarların dışında gerçekleştirildiği alanların da üretilmesi gereklidir.
Sokaklarının giderek daha büyük binalarla çevrelenip taşıt trafiği sebebiyle güvensizleşmesi çocukların yaşam alanlarında hareket özgürlüklerini kısıtlayan, doğal ve toplumsal ortamla kurulan bağlarını körelten, onları yalnızlaştıran bir olgu olagelmiştir. Sokakta oyun oynayamayan, küçük belirlenmiş parklara, ev ya da okullara sıkışan çocukların, içinde bulunduğumuz tek düzelikten kurtulmaları ve yaratıcı bir toplumsallığı inşa etmeleri pek mümkün değildir.
İşte bu durumun farkındalığına sahip olan, çocukların yaratıcı hayal güçlerini açığa çıkarabilmeleri ve özgür bir toplumsallığı oluşturabilmeleri için farklı yöntem önerileri de mevcuttur: Kevin Lynch’in Melbourne’ün banliyö mahallelerindeki çocuklara dair 1997’deki çalışması, koruma amaçlı dahi olsa çocukların kendi oyun yerlerini oluşturmalarının engellenmesinin çocuklar tarafından hoş karşılanmayacağı bulgularına ulaşmış; İngiliz anarşist Colin Ward (1990) ve pedagog Mary Sibley (1991) de çocuklar için tasarlanan kamusal mekânlar ile çocukların daha esnek ve açık alanları seçmesi arasında ortaya çıkan çelişkinin altını çizerek oyun mekânlarının inşa sürecine çocukların da dâhil edilmesi gerektiğine dair vurgu yapmıştı.
Devletin eğitim sistemine karşı anarşist Francisco Ferrer tarafından başlatılan modern okul hareketi ve 1950’lerde, 1960’larda özgür okullar ve alternatif eğitim biçimlerinin oluşturulması da önemli deneyimlerdi. 1960’ların özgür okul düşüncesinin müjdeleyicilerinden biri ise 1940’lardaki özgür oyun alanı hareketinin gelişimiydi. Colin Ward’un da dediği gibi bu hareket insanların iktidarlara karşı kendi yaşamları için toplumsal yaşamı denetleyebilecekleri ve kullanabilecekleri şekilde dünyayı yeniden biçimlendirme konusundaki özgürlükçü ilginin bir ifadesiydi. İlk özgür oyun alanı hareketi Kopenhag’da başladı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İsveç, İsviçre ve Birleşik Devletler’e yayıldı. Stockholm’de oyun alanı Free Town, Minneapolis’te The Yard, İsviçre’de Robinson Crusoe Playgrounds olarak biliniyordu. Çocukların yaratıcılıkları geliştirebilecekleri ve yeni şeyler keşfedebilecekleri yap-boz (serüven/özgür) oyun alanının temel ilkesi sadece hammadde ve aletlerle; kereste, çiviler, hurda, metaller, kürekler ve inşaat malzemeleri ile donatılmıştı. Salıncak ve tahterevalli gibi kurulu oyuncaklar yoktu. Esas olarak çocuklara oyun alanlarını inşa etmek, yıkmak ve yeniden inşa etmek üzerine araçlar veriliyordu. Yap-boz oyun alanı hareketi okullara ve endüstriyel kent çevresinin kendisine önemli eleştiriler getirmekteydi. Oyun alanındaki verili malzemelerin oyunun kendisini kurumsallaştırma eğiliminde olduğu ve yaratıcılık ya da deneyime pek az yer bıraktığı eleştirisi mevcuttu.
Yap-boz oyun alanlarında vaktini geçiren çocukların pek çok yönden kendisini geliştireceğini düşünmek hiç de zor değil. Bu alanlar çocuğun fiziksel gelişiminin yanında, kendini ifade etmesi, yaratıcılık ve hayal gücünü geliştirmesi, problem çözme yeteneğini kazanması, neden sonuç ilişkisi sağlıklı kurması, sorumluluk, paylaşma ve dayanışma duygularını geliştirmesi açısından önemli bir yere sahiptir. Ve ayrıca çocuklar özgür olabilecekleri yap-boz oyun alanlarında yıkıp yeniden yaratabiliyor olmanın gücünü öğrenerek daha büyük boyutlardaki yapıları, sistemi yıkıp yeni bir toplumsal yaşamı yaratabilmelerini sağlayacak özgüveni de oluşturmuş olacaklardır.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Oyunun Coğrafyası 1: Parklar – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar Dizisi (21): Ukrayna’da Anarşist Yayınlar – Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Kendi başlarına örgütlenmek ve yaşamlarının her alanında, doğru olduğunu düşündükleri tarzda karşılıklı anlayışa varmak işçilere ve köylülere düşer.”
Nestor Mahno, 1919
Ukrayna’da anarşizmin tarihinden bahsederken Rusya’da anarşizmin ve devrim mücadelesinin tarihinden bahsetmemek mümkün değildir. Birbiriyle iç içe geçmiş mücadelelerin yaşandığı bu komşu coğrafyalar, devrimci mücadeleye dair iki farklı yaklaşımın kendi koşullarında deneyimlendiği, bunun sonucunda anarşistlerin uzun yıllardır ısrarlı bir şekilde propagandasını yaptığı gibi “iktidar”ı ele geçirenlerin hızlı bir şekilde yozlaşacağı ve “çardan beter olacağı” öngörüsünü bilfiil kanıtlayan, talihsiz bir deneyime dönüştü. Aşağıda inceleyeceğimiz yayınların bazıları yazı dizimizin 16. bölümünde yayınlanan “Rusya’da Anarşist Yayınlar”la paralellik gösterebilir, zira o dönemde yayın yapan dergi ve gazetelerin bir kısmı hem Rusya hem de Ukrayna’da yayınlanıyordu.
Ukrayna’da Anarşist Devrim
Ukrayna’da anarşizm, diğer toplumsal hareketlerde olduğu gibi Mahnovist hareketin ortaya çıkışına kadarki süreçte pek de tanınan bir düşünce değildi. Dönemin halk özgürlük hareketlerinde olduğu gibi kimlik sorunlarıyla boğuşan, kendi dili ve kültürü yoğunluklu olarak Rusya’nın dili ve kültürü tarafından ezilen bir konumda küçük bir ülkeydi. Rusya’daki devrimciler de Ukrayna’nın sorunlarına uzak kalıyorlar, orayı Rusya’ya dahil bir yer gibi değerlendiriyorlardı.
Durumu başarılı bir şekilde kavrayan Nestor Mahno anılarında şöyle söylüyordu:
“Ukrayna, Ukraynaca konuşuyor ve dolayısıyla Ukrayna dilini konuşamayan yabancıları dinlemiyor. Bu zamana kadar anarşistlerin Ukrayna köylüsü üzerinde zayıf bir etki yaratması, şehirlerde toplanmalarıyla ve Ukrayna köylülerinin kendi dilini, kültürünü farkedememiş olmalarıyla alakalıdır.”*
Sonrasında hızlıca çalışmalara başlayan Mahno ve yoldaşları, halkın ihtiyaçları ve anarşizm ideallerinin gerçekleştirilmesi için çeşitli örgütlenmeler kurdu. O zamana kadar (Bolşevikler dahil) Ruslar tarafından “Rusya’nın güneyi” olarak görülen Ukrayna’yı anarşizmle özgürleştirmek için yola çıktılar. Pek çok Rus anarşist 1918’de Nabat Anarşist Örgütler Konfederasyonu’nun kuruluşuyla Ukrayna’daki anarşizm mücadelesine omuz vermek için faaliyet alanını genişletti.
Savaşın patlak vermesiyle beraber hızlıca toprakları kolektifleştiren, köy köy gezip resmi evrakları yakan, devleti ortadan kaldıran anarşistler kısa süre içerisinde farklı güç odaklarıyla karşı karşıya kaldı. Beyaz orduya ve Avusturyalı işgalcilere, Ukrayna’lı milliyetçilere ve de Bolşeviklere karşı aynı anda pek çok cephede savaştılar. Bu mücadeleler sırasında yer yer süreli yayınlar, yer yer bildiri ve broşürler, bazen de hiçbirinin basılamadığı koşullarda sözlü propagandayla yetindiler.
Ukrayna’da Anarşist Yayınlar: Golos Truda, Nabat, Dielo Truda
Ukrayna’daki anarşist yayıncılığın tarihini çıkarmak, derli toplu bir şekilde bir düzene sokmak halihazırda zor olmakla beraber, ilk kez Ukrayna ve anarşizm üzerine yazıların, Volin’in editörlüğünü yaptığı ünlü anarko-sendikalist dergi Golos Truda’da (Emeğin Sesi) yayınlanmaya başladığını görüyoruz. Golos Truda Rusya’dan sürgün yemiş ya da politik sebeplerle çıkmak zorunda kalmış devrimcilerin yazdığı, Rusça yayınlanan bir dergiydi. 1929’da Stalinist rejim tarafından tamamen kapatılana dek yayınını sürdürmüştü.
Nabat Anarşist Örgütler Konfederasyonu’nun yayın organı olan Nabat dergisi ise özellikle Aaron Baron ve Volin’in ısrarlı emekleriyle yayın yapıyordu. Öncesinde Put k Svobode (Özgürlük Yolu) adıyla yayın yapan dergi birkaç ay içerisinde format değiştirdi ve Nabat’a dönüştü. 1923 ve 1924’te Nabat’ın Kharkov’lu üyeleri tarafından genç ve yaşlı Ukrayna’lılara yapılan başarılı propagandanın en önemli aracı haline gelmişti. Grup aynı zamanda bildiriler bastırıyor, anarşist bir yeraltı matbaası örgütlemek için çalışıyordu. Nabat’a bağlı Anarşist Gençlik grubundan Iuda Reidman’ın çabaları, savaşın dozunu arttırmasıyla sonuçsuz kaldı.
Nabat’ta tarımdan sanayiye, eğitimden güncel başka konu başlıklarına dair çeşitli bilgilendirmeler yapılırken ayrıca ateizme dair de propaganda metinleri yayınlanıyordu. Bu, Mahnovist hareketin Ukrayna köylüsüyle beraber verdiği anarşizm mücadelesinde, yerel papazların yaydığı korkuya karşı farkındalık edinilmesi için harcanan çabanın ürünüydü. Yine Nabat’ın bir parçası olan Ateistler Birliği tarafından yayınlanan yazıda “Tanrı, şeytan ve inanç; insanlık bu ürkütücü sözlerin bedelini bir kan deniziyle, gözyaşı seliyle ve sınırsız acılarla ödemiştir. Bu karabasana artık yeter!” deniyordu. Çeşitli şiirlere yer veriliyor, teorik yazıların yanında işçi hareketini edebi ajitasyonlarla da harekete geçirmeye çalışıyorlardı.
Mahnovist hareket için en önemli metinlerden biri, çeşitli dillerde, “Özgür Topraklar” deneyimi sırasında ve sonrasında sıkça dağıtılan “Liberter Komünistlerin Örgütsel Platformu” metniydi. Nestor Makhno ve Piotr Arshinov tarafından Paris’te sürgünde bulunan diğer Rus ve Ukraynalı anarşistlerle birlikte, 1925 yılında Dielo Truda adlı dergide yayınlanan metinde, dünya anarşistlerinin bir platform altında buluşması çağrısı yapılıyordu. Mahno, Fransa’da bulunduğu yıllarda da çeşitli anarşist toplantılara katılıp platformdan bahsediyor ve Dielo Truda’nın yayınlarına aktif olarak katılıyordu.
Son derece kapsamlı bir teorik yayın olan Dielo Truda, anarşist komünizmi benimsiyordu. İkili böyle bir dergi çıkarmayı yıllar önce, daha Moskova’daki Butirky hapishanesinde bulundukları günlerde tasarlamışlardı. Makhno, üç yıl süren yayını boyunca, Dielo Truda’nın hemen her sayısına bir makale yazdı. Rusya’dan kısa bir süre önce kaçan ve yazdığı Kronstadt Komünü adlı kitapçıkla Bolşevizmin maskesini düşüren Ida Mett, gruba 1926 yılında katıldı. “Anarşist Komünistlerin Örgütsel Platformu” da bu yıl içinde yayınlandı ve başta Malatesta’nın cevabı olmak üzere pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Nestor Makhno, Piotr Arshinov, Gregori Maximoff, Ida Mett ve Nicholas Lazarevitch derginin değişmeyen yazar ekibini oluşturuyordu. Dielo Truda aynı ekiple 1939 yılına kadar yayınlandı. Sonrasında Gregori Maximoff tarafından Dielo Trouda-Probuzhdenie adını alarak 1950’ye kadar yayınını sürdürdü.
Ukrayna topraklarında anarşizm, Bolşevik diktatörlük yılları boyunca yoğun bir baskıya maruz kaldı ve sürgündeki anarşistler tarafından yurtdışında sürdürüldü. 1936 İberya Devrimi sürecinde dayanışma ilişkilerini sürdüren Ukraynalı anarşistlerin bir bölümü İspanya’ya gitti. Aradan geçen uzun yılların ardından Ukrayna’da Mahno, farklı siyasi gruplar tarafından sahiplenilen bir halk kahramanı haline geldi. Bugün irili ufaklı girişimlerle anarşist yayıncılık nefes aldığı topraklarda yeniden yeşermeye başlıyor…
*“Neskolko slov o natsionalnom voprose na Ukraine, Nestor Mahno”
Meltem Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (21): Ukrayna’da Anarşist Yayınlar – Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Avcı Toplayıcılardan Gerontokratik Topluma Çocuğun Değişen Konumu – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
İnsanlık tarihinin 1.8 milyon yıl boyunca aynı yaşam döngüsünü sürdürdüğü su götürmez bir gerçek. Bebeklik, çocukluk, ergenlik yetişkinlik.. Bu hiç değişmedi. Ama milyonlarca yıllık insanlık tarihi boyunca değişen toplumsal ilişkiler, değişen yaşamsal koşullar ya da üretim- tüketim alışkanlıkları bu döngüye bakış açımızda da bazı değişiklikleri beraberinde getirdi.
Bu yazıda çocukluğa, ve çocukluğa dair yaklaşımlarımızda gerçekleşen değişimlere ve bunların tarihsel, sosyal ya da politik arka planlarını inceleyerek, bu değişimin ne yönde ya da hangi gerekliliklerle gerçekleştiğine; ve bu değişimin sonuçlarına göz atacağız. Bu tarihsel çizgideki sapmaları ve yol ayrımlarını takip ederek başka bir bakış açısının ya da yaklaşımın mümkün olup olmadığını tartışacağız.
Çocukları Anlamak Bu Kadar “Zor” mu?
… Çocuklar ise binlerce yıldan beri aynıdır. Uyku saatleri geldiğinde babalarını kandırmak için bize bir şeyler anlat da uyuyalım diyerek babalarına öykü üstüne öykü anlattırırlardı. Krallıklar, politik düzenler, toplumsal yapılar yükselir ve düşerken çocukların kaprislerinin hiç değişmeden kaldığını bilmek ne kadar huzur verici…
“Eski Atina Yaşantısında Bir Gün”
Hayatımız boyunca şanslıysak geriye dönük bir özlem ve nostaljiyle hatırladığımız; ama o kadar da şanslı değilsek hayatımızın geri kalanı boyunca başa çıkmaya ve sağaltmaya çalıştığımız anılarla hatırladığımız çocukluğumuz, bizim olduğumuz kişi olmamızdaki en önemli kesittir belki de. Freud’dan yıllar sonra bile bugün hala psikologlar çocukluğumuza “inerek” cevaplar bulmaya çalışıyorlar. Nörologlar, pedagoglar, eğitimciler, ebeveynler her biri ayrı ayrı yollardan çocukluğu tanımlamaya çalışıyorlar. Milyonlarca makale, yüz binlerce kitap, binlerce yöntem, yüzlerce farklı yaklaşım… Her biri benzer sorulara cevap arıyor, benzer sorulara birbirinden “çok farklı” cevaplar veriyor…
Oysa bu soruların cevabı hepimizde var. Eğer büyüdüysek, mutlaka çocuktuk. Ve çocukken nelerin bizi üzdüğünü ya da mutlu ettiğini kendimize sorduğumuzda, birbirmizden ne kadar farklı olsak da, verdiğimiz cevaplar birbirine çok benzemiyor mu?
Belki doğru “yaklaşımın” ne olduğunu anlamak için, bütün bu araştırmaları bir kenarda tutarak, bir insan yavrusuyken neye ihtiyaç duyduğumuzu ve neyin bizi yaraladığını hatırlamamız gerekiyor.
Ezilenlerin Ezileni Çocuklar
“Tarih boyunca, toplumdaki hiç bir sınıf çocuklardan daha çok ezilmemiştir.”
Alexander Khost
Çocukluk hepimizin hayatının bir dönemini kapsayan bir süreçtir ve herkesin hayatının bir parçası olan bu dönem, bugün dahi hala süregelen, en yaygın ve en uzun süreli baskı biçimi olmuştur. Çocuklar toplumsal hiyerarşide çoğu zaman daha az “insan” görülür, çocukların kendi kararlarını vermelerine, istedikleri şeyi yaparak vakitlerini geçirmelerine, izin verilmez. Çocuklara zorla birşeyler yaptırmak ya da yedirmek “normal” kabul edilir… Bugün dünyanın neresine gidersek gidelim, genel kabul gören, doğruluğuna inanılan bir perspektiftir bu. Bu düşüncenin kaynağında elbette yetişkinlerin bilgi, deneyim, beceri olarak daha üstün oldukları kabulü vardır. Bu kabulü tartışmayı sonraya bırakarak şimdilik şunu soralım:
Çocuklara neden böyle davranıyoruz ya da bu şekilde davranarak neyi amaçlıyoruz?
Avcı Toplayıcılar ve Çocukları
Aslında insanlık tarihine baktığımızda çocuklara bu şekilde davranmamızın tarihi çok eskilere dayanmıyor. İnsanlık tarihinin oldukça geniş bir zaman dilimi (yaklaşık 1,8 milyon yıl boyunca) avcı-toplayıcılar çocuklara saygı ile yaklaşıyorlardı. Hatta farklı coğrafyalarda birçok avcı toplayıcı toplulukta çocuğa vurmak, ensest gibi bir tabudur.
Avcı toplayıcı topluluklarda çocuklar 4 yaşından itibaren topluluktaki diğer çocuklarla birlikte gün doğumundan gün batımına kadar yetişkinlerin müdahalesi ve gözetimi olmaksızın istediklerini oynamakta özgürdür. Çocukları büyürken, topluluğun bütün faaliyetlerine tanıklık ederek ve kültürün bütün araçlarını kullanarak büyürler. Çocukların hemen hemen bütün av malzemeleriyle (zehirli oklar dışında), kesici – delici aletlerle, ateşle oynamalarına engel olunmaz. Çocukların tüm bunları erişim fırsatı vardır.
Böylece oynadıkları oyunlar; toplama, avlanma, baraka inşa etme, alet yapma, yemek hazırlama, avcılara karşı savunma, doğum, bebekle ilgilenme, şifacılık oyunlarıdır. Ve oyun ilerledikçe, beceriler gelişir ve etkinlikler verimli hale gelir. “Oyun işe dönüşür ama oyun olma özelliğini kaybetmez. Hatta daha da eğlenceli hale gelir çünkü bu üretici faaliyet bütün topluluğa fayda sağlayan ve herkes tarafından takdir edilen bir etkinliğe dönüşür.” (Peter Gray)
Aslında bu durum yetişkinler için de aynıdır. “İlkel topluluklarda iş ve boş zaman ayrımına rastlamazsınız.” (Pierre Clastres) Avcı toplayıcıların işi oyundur. Her bir faaliyet gönüllülükle ve oyunbazlıkla yapılır. Bununla birlikte toplulukta birlikte yaşadığı insanlarla mutlu olmayan birey, kendini daha mutlu hissettiği başka bir topluluğa katılmakta özgürdür. Yani oyundan keyif almayan oynamayı bırakabilir o yüzden herkes birbirini gözeterek oyunun herkes için keyifli olmasını sağlar. Bu çok zor koşullarda hayatta kalabilmek için önemli bir meziyettir. Taşlık, çamurlu kaygan dik bir yamaçtan yukarıya bir sal taşımak zorunda olan bir grup avcı toplayıcı için bu “söylenilecek” bir meseleden ziyade, bunu eğlenilecek bir oyundur. Bu zor durum bir mücadele oyununa dönüştüğünde, herkes için daha keyifli bir hal alır. Aralarından biri düşüp salın altında kaldıkça daha çok gülerler ve her seferinde yeniden ayağa kalkar eğlenceye devam ederler..
Toprağı Çitlemek, Buğdayı “Yetiştirmek”, Atları “Eğitmek”
Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip burası benimdir diyen insan; bu dünya senin eserin…
Jean Jacques Rousseau
İnsanlık tarihinin kayda değer bir kısmı avcı toplayıcı olarak geçse de, on bin yıl kadar önce, bu yaşam tarzını ve ilişki biçimini kökünden değiştiren bazı “gelişmeler” oldu. İnsanlar daha yerleşik hayatlar yaşamaya başladılar, toprağı işlediler, hayvanları evcilleştirdiler. Bütün bu değişimler, bu toplulukların ilişki biçimlerinde başka değişiklikleri tetikledi. Sahip olanlar ve olmayanlar arasındaki fark belirginleştikçe, toplumsal ilişkilerde hiyerarşi de görünür olmaya başladı. Eşitlikçi toplum yapısı ve bu yapıyı oluşturan unsurlar birer birer ortadan kalkarken mülkiyet, mülkiyetli ilişki biçimleri, tahakküm ve ayrımcılık gibi unsurlar ortaya çıktı.
Toprağı işlemek avcı toplayıcılara göre daha uzun saatler çalışmayı ve tekrarlanan hareketleri yapmayı gerektiriyordu. Bu işler avcı toplayıcılarınki kadar karmaşık değildi, sadece “katlanmayı” öğrenmek gerekiyordu. Avcı toplayıcılarda olmayan iş ve oyun ayrımı belirginleşti, hatta çocuklara da iş düşüyordu; çapalamak, tohum atmak, ekinleri toplamak… Herbiri çocuklar tarafından da yapılabilirdi. Elbette bunun için çocukları buna ikna etmek ya da zorlamak gerekiyordu. Böylece buğdayı yetiştirip, atları eğitmeye başlayan yetişkinler, çocukları da “yetiştirmeye” ve “eğitmeye” başladı.
Bu toplumsal ilişki biçimlerinde ortaya çıkan hiyerarşi, daha yaşlı olanın daha genç üzerinde ya da daha deneyimli olanın daha deneyimsiz olan üzerinde kurduğu tahakkümü beraberinde getirdi. Gelişen gerontokratik ilişkiler, çocuklara da yetişkinlere de “büyüklerin” sözünü dinlemeyi öğütlüyordu. Merkezi iktidarın güçlenmesi, sosyal adaletsizlikleri yaratan kurumların ortaya çıkması toplumsal ilişkilerde itaatin meşrulaşmasıyla “itaat” ya da “söz dinlemek” artık çocukken geliştirilmesi gereken bir “beceri” olarak görülmeye başlandı.
“Eğitime” Kimin İhtiyacı Var?
“Her şeyden önemlisi, çocuğun doğal inatçılığını kırmaktır. Çocuğun daha fazlasını öğrenmesini isteyen öğretmenler, çocuğun zekasını işlemeye adanırsa, yeteri kadarını yapmamıştır. En önemli görevini unutmuştur: Yani çocuğun iradesini kırmayı.”
August Herman Francke
17. yüzyılda Prusya’da zorunlu eğitimin politik bir araç olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, çocuklara uygulanan tahakkümün boyutu genişleyerek derinleşmiştir. Kısa zaman içerisinde Kıta Avrupası’nda ve Amerika’da da karşılık bulan zorunlu eğitim hem gelişmekte olan kapitalizm, hem de milliyetçilik öğretisinden güç alan ulus devletler için tam anlamıyla bir propaganda aracına dönüşmüştür. Özellikle Amerika’da sanayinin giderek güçlendiği 1906-1920 yılları arasında, Rockefeller ve Carnegie gibi kapitalistler zorunlu okullara Amerikan hükümetinden daha fazla yatırım yapmıştır. Talimatları okuyup basit aritmetik işlemlerini yapabilen işçilere duyulan ihtiyacı karşılamak için okul müfredatları okuma yazma ve matematik olarak planlanmıştır. Bugünkü zorunlu eğitim ve okul sisteminin kökenini ya da hangi ihtiyaçtan doğru ortaya çıktığını görmek “eğitim” konusunu yeniden düşünürken yerinde olacaktır. Zorunlu eğitim yaklaşımını Prusya’da pratikleyen Francke’e göre çocuğun iradesini kırmak için sürekli gözlemlemek ve denetlemek gerekiyordu. Notlarında şöyle yazıyordu: “Gençler kendilerini düzene sokmayı bilmezler, kendi kendilerine bırakıldıklarında, doğaları gereği avareliğe ve günaha yatkındırlar. Bu yüzden Prusya Piyetist Okullarında hiç bir çocuğun bir yetişkin gözetimi olmaksızın dışarı çıkmasına izin verilmez. Bir denetleyicinin varlığı onu günahtan uzak tutacak ve iradesini yavaş yavaş zayıflatacaktır.
Bugün toplumda çocukların gözlenmesine dair “genel geçer doğru” kabul edilen bu anlayışların temelinde -tüm varoluş amacı otoritesinin bekası için çocukların iradesini kırmak – olan bir rahibin ağzından çıkan cümleler olduğunu görmek- sadece eğitime değil ebeveynlik yaklaşımlarımıza ya da çocuklara bakış açımıza farklı bir noktadan yaklaşabilmek için oldukça önemli bir noktada duruyor.
Eğitilmek İstemeyenler Sahnede
1911 yılının 5 Eylül günü bir arkadaşlarının öğretmenden dayak yemesi üzerine “Bu kadar yeter!” diyen çocuklar okulu terk ettiler ve greve gittiler. Llanelly Mercury gazetesindeki 7 Eylül tarihli bir habere göre bu isyan, herkesi greve çağıran bir notun yazılı olduğu kağıdı sınıfta dolaştıran bir çocuğun öğretmenden dayak yemesi üzerine, herkesin sınıfı terk etmesiyle başlamıştı. Bigyn okulundan çıkan çocuklar bağırarak ve şarkılar söyleyerek Llanelli sokaklarını doldurdular ve isyanın ateşi hepsini sardı. ..
Ders: İsyan Konu: Grev-1911 İngiltere’de Çocuk İsyanları
Elbette baskı ve tahakkümün olduğu her yerde ve her dönemde olduğu gibi bu noktada da -ezilenler- kendi direniş yöntemlerini geliştirdiler. Zorunlu eğitime ve çocukların tahakküm altına alınmasına karşı farklı dönemlerde, farklı coğrafyalarda birçok karşı çıkış oldu.
1805 yılında Pestalozzi İsviçre’de bir enstitü açtı, korku temelli yaklaşımı reddetti; çocuğa saygıyı yaklaşımının temeline oturttu. Yoksul halkın, köydeki çocukların kendilerini geliştirmelerine fırsat yaratmaya çalışmıştı. 1860’larda Rusya’da ise Leo Tolstoy, yaşadığı evi- Yasnaya Polyana’yı çocuklara açtı, çevre köylerden gelen çocuklarla, onların ihtiyacı ve talebi doğrultusunda dersler yaptı, masallar okudu, oyunlar oynadı. Tolstoy anılarında, Yasnaya Polyana’daki deneyiminde çocukların kendilerine hiçbir şey öğretilmesine ihtiyaç duymadıklarını fark ettiğini söylemişti.
1898’de Elisabeth ve Alexis Ferm NewYork’ta Amerika’daki ilk özgür okulu “Çocukların Oyunevi”ni açtılar. Çocukların kendi istediklerini şeyleri yaptıkları, ve talep ettikleri kadarını aldıkları, kurallar olmayan bu okul, özgürlükçü hareketler açısından da önemli bir noktadaydı. Politik baskının artmasıyla Alexis ve Elisabeth okulu Stelton’a taşıdılar. Okuldaki çocuklar ve aileleri de Stelton’a taşındılar ve böylece ilk kez çocukların ihtiyaçları çevresinde bir araya gelen bir topluluk olarak bir özgür okul modeli deneyimlediler. Bu deneyim bugün hala özgünlüğünü korumaktadır ve araştırmaya değer bir noktadadır.
1901’de Fransisco Ferrer ilk modern okulu kurdu ve kendisinden sonra yüzlercesine ilham verdi. 1909 yılında İspanya devleti tarafından düzmece bir yargılamanın ardından öldürülmesine karar verildiğinde son sözleri; “Modern Okul Çok Yaşa” olmuştu.
Farklı bir örnekte, 1911 sonbaharında hem okullarda hem fabrikalarda sömürülen, baskı altına alınan çocuklar sokaklara döküldüler, okulları taşladılar. Daha az ödev, daha çok tatil talep eden pankartlar ve sloganlarla bütün çocukları isyana katılmaya çağırdılar. Özellikle işçi hareketinin çok yoğun olduğu bölgelerde çocuklar okula karşı – hayatın kendilerine öğrettikleri ile direnişe geçtiler. ( 1911 Hull Çocuk İsyanları).
Kayda alınmamış, burada yer veremediğimiz tarihteki bir çok örnek, günümüzde benzer kaygılarla açılan merkezleri ilham vermiştir. Summerhill, Agile Öğrenme Merkezleri, Sudbury okulları gibi “eğitim”den ziyade çocukların kendilerini gerçekleştirmesinin ve içinde yaşadığı topluma dair sorunları tespit edip çözümler üretebilecek bireylerin, ketlenmeden, törpülenmeden, daha da yeşerip filizlenerek büyüyecekleri alanlar olarak varolma kaygısını da taşımaktadır.
Peki Çocuklar Ne İster?
“Çocukluk, mantığın karanlık saati gelmeden önce sesler, kokular ve görüntülerle ölçülür”
John Betjeman
Bu kez 1,8 milyon yıl öncesine değil kendi çocukluğumuza dönüp bakalım:
Yapmak istemediğimiz bir şeyi yapmaya zorlandığımızda aşağılanmış, değersiz hissetmiyor muyduk?
Bizi ne istediğimiz sorulmadan, yapmak istemediğimiz bir şeyi yapmamız beklendiğinde, bundan sıyrılmak için her yolu denemiyor muyduk?
Bizi aşağılayan küçük düşüren kişilerden, intikam almak için türlü yaratıcı yollar bulmuyor muyduk?
Risk aldıkça korkularımızı aşmıyor muyduk?
Oyunun kurallarını, oyuna her yeni katılan oyuncuya ya da kafamıza göre yeniden koymuyor muyduk?
Sınırları nereye kadar zorlayabileceğimizi merak etmiyor muyduk?
Kendimizi tehlikeli bir durumda bulduğumuzda, hemen güvenli bir noktaya çekilmenin bir yolunu aramıyor muyduk?
Sadece oynuyor olmaktan keyif aldığımız için oynamıyor muyduk?
Hep büyümeyi, bizden birkaç yaş büyük o karizmatik çocuk gibi olmayı istemiyor muyduk?
Gerçek anlamda saygı görmeye ve özgürlüğe ihtiyaç duymuyor muyduk?
Peki ya şimdi çocukluğumuzun “yetişkinler” tarafında nasıl harcandığını görüyorken, biraz daha empatiye ve biraz daha çocuk olmaya ihtiyacımız olduğunu hissetmiyor muyuz?
Dostane ilişkilerin arasında gönüllü birlikteliklerle yaşayacağımız anları hayal etmiyor muyuz?
Belki de bu yüzden artık mantığın karanlık saati gelmeden önce, seslerin kokuların ve görüntülerin peşinden koşanları izleyerek keyif almanın ve yalnızca onlarla oyun oynarken ciddi olmanın zamanı gelmiştir.
Belki çocuklara bir şeyler öğretmeye çalışmak yerine; biraz geri çekilip onlara saygı göstererek, onlara özgürlüklerini vererek kendi başlarına neler yapabileceklerini görmenin zamanı şimdidir.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Avcı Toplayıcılardan Gerontokratik Topluma Çocuğun Değişen Konumu – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sovyetlerin Yoldaşı, AKP’nin Dedesi, CHP’nin Değeri Topal Osman: Kahraman Değil Katil – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz günlerde AKP Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Canikli: “Topal Osman Ağa’nın Kurtuluş Savaşı döneminde Pontuslulara karşı, bu bölgeyi Pontuslulaştırmak isteyenlere karşı verdiği mücadelenin bir benzeriyle şu anda yine biz torunları tarafından bu mücadelenin verilmesiyle karşı karşıyayız.” açıklamasında bulunmuştur.
Bu açıklamanın sonrasında birçok demokratın AKP’li vekile tepki gösterdiği günlerde CHP’li İmamoğlu da bu konuda belki de geri kalmamak adına bir açıklama yapar: “Bir de bağlı olduğum değerler var. Türkiye’nin o güzelim Misak-ı Milli sınırlarına, komutanlarına, askerlerine, benim dedeme, sizlerin dedelerine, Topal Osman’a, bayrağına, havasına, suyuna, doğasına, bu ülkenin kuruluş değerlerine, Cumhuriyet’e, demokrasiye, çocuklarımızın dünden bugüne gelip, yarınlara ulaşmasının yolunu açan, bu ülkenin tek lideri Mustafa Kemal Atatürk’e bağlıyım.”
Kimdi Bu Topal Osman?
1883 doğumlu çete reisi Topal Osman’ın ilk icraati Giresun Hapishanesi’ni basarak 150 mahkumu kendi çetesine girmek koşulu ile kaçırmasıdır. Aynı Topal Osman 1915 Ermeni Soykırımı sırasında Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı olarak Artvin bölgesinde Ermenileri katletmiş, sürgün yollarındaki Ermenilerin paralarına el koymuştur. 1921’de devletin gerçekleştirdiği Koçgiri Katliamı’nda da yer alan Topal Osman, Kürtçe ağıtlara “ocak yıkan” olarak geçmiştir: “Ölülerimizi kapımıza kilit yaptılar/ Kapımızı açılmaz hale getirdiler/ Ocağımızı söndürdüler/ Ocak söndürendir/ Topal Osman”
Mustafa Kemal’in 1919’da Samsun’a ayak bastığında görüştüğü ilk kişilerden biri olan Topal Osman bu görüşme sonrasında Karadeniz’de Pontusluları katletmeye başlamıştır. Öyle ki Mustafa Kemal ile arasındaki bir konuşmada Topal Osman “Siz hiç merak etmeyin Paşam. Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak.”(1) der.
Topal Osman Rum evlerini basarak insanları -mezarlarını bile kendilerine kazdırıp- diri diri gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı insan yakmak gibi zulüm ve işkenceler gerçekleştirir. Tabi bunları yaparken de Rumların mülklerine ve paralarına “ganimet” olarak el koyar. 1921’de Lazistan vekili Osman Bey, Mustafa Kemal’e bir telgraf gönderir: “Bu cahil adamın şimdiye kadar Giresun’da yapmadığı rezillik kalmadı. Rumlardan ve ahaliden aldığı yüz binlerce liranın hesabını kimse soramıyor. Şimdi eşkiyalığını Trabzon limanı çevresinde yapmaya başlıyor ki… bu halin devamı pek çok çirkin olaya sebebiyet verecektir.”(2) Topal Osman hakkında bunun gibi yüzlerce şikayet mektubu olsa da Topal Osman “birileri” tarafından korunur ve hakkında hiçbir işlem başlatılmaz.
Mustafa Kemal’in kuracağı Türk devleti için Karadeniz’i Pontuslulardan “temizleme” emrini yerine getiren Topal Osman’a hala ihtiyaç duyulmaktadır. Topal Osman yaptığı katliamlar sonrasında yeni kurulan Ankara meclisinde Mustafa Kemal’e muhalefet eden vekilleri de tehdit ederek muhalefeti sindirme işini sürdürür. 1. Meclis’teki Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey Mustafa Kemal’e muhalefet ettiği için Topal Osman tarafından öldürülür. Olayın mecliste büyük ses getirmesi üzerine Mustafa Kemal, Topal Osman hakkında ölüm kararı çıkmasına müsaade etmek zorunda kalır. Bu kararı duyan Topal Osman Çankaya Köşkü’nü çetesiyle beraber basarak Mustafa Kemal’den hesap sormak ister. Fakat Mustafa Kemal çarşaf giydirilerek(3) çocuk ve kadınlarla köşkten kaçırılır. Sonrasında Topal Osman köşke girdiğinde Mustafa Kemal’i bulamaz. Yeni kurulan muhafız birliği tarafından 1 Nisan 1923 gecesi Papazın Bağı’ndaki evinde kıstırılan Topal Osman ve adamları yakalanır. Topal Osman kafası kesilerek öldürülür, Çankaya yakınlarına gömülür. Fakat meclis, Topal Osman hakkında yakalanıp asılması yönünde karar vermiştir. Bu yüzden Topal Osman mezarından çıkartılır, Ankara’da Ulus Meydanı’nda başsız cesediyle ayağından asılır, cesedi 3 gün sonra Giresun’a gönderilir.
Sovyetlerin Yoldaşı Topal Osman
Canikli’nin ve İmamoğlu’nun açıklamalarıyla gündemleşen Topal Osman elbette solcuların olumlayabileceği bir karakter değildi. Bu sebeple birçok sosyalist, destek verme konusunda birleştikleri adayın, İmamoğlu’nun yukarıdaki açıklamasına tepki göstermişti. Ancak çoğu sosyalist SSCB’nin “yoldaş Topal Osman’ından” habersizdir ya da görmezden gelir. Öyle ki SSCB komutanı Lebedev şöyle seslenir çete reisi Topal Osman’a “Karadeniz Kıyısı Türk Kuvvetleri Başkomutanı Yoldaş Osman Ağa’ya; Saygıdeğer Yoldaşım! Hem Türk hem de Rus Bağımsız Cumhuriyetleri’nin çıkarlarının bekçiliğini yapan Türk misyonunun temsilcileriyle doğrudan temas kurarak, önemli ulusal sorunların çözümü için alınan kararlar doğrultusunda her türlü yardımı gösteriyorum… 28 Eylül 1920”(4) Bunun gibi birçok mektuplaşmayla Rusya ile Karadeniz kıyıları arasında gidip gelen gemiler silahtan, kıyafete birçok mühimmat taşır Topal Osman’ın Çetesine.
6 Mart 1921 tarihli Moskova Anlaşması’ndan sonraki bir yılda toplamda Sovyet Rusya, Ankara Hükümeti’ne karşılıksız olarak 39.275 tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 62.986.000 tüfek mermisi, 147.079 top mermisi, 1.000 atımlık top barutu, 4.000 el bombası, 4.000 şarapnel mermisi, 1.500 kılıç, 20 bin gaz maskesi ve 10 milyon altın ruble yardım göndermişti. Sovyetlerin Türkiye devletine gönderdiği bu mühimmat yardımlarıyla 1922 yılına kadar süren Pontus Rum soykırımı Topal Osman aracılığı ile gerçekleştirilmiştir.
Tarihte devletler her zaman kendi “ilerici” çıkarları için halkların direnişlerini bastırmak noktasında hemfikir olmuşlardır. Bunun için halkları katleden çetelerle yaptıkları işbirlikleri kendi kanlı tarihlerinin ufak bir parçasıdır. Günümüzde hala bu kanlı tarihlere methiyeler düzülmektedir. Kendisine muhalif diyenlerin nerede durduğu bu açıdan çok mühimdir.
Kaynakça
1-Kutsal İsyan 2. cilt – Hasan İzzettin Dinamo
2-Hür, Ayşe, 2006, Çağımızın Bir (Başka) Kahramanı: Topal Osman, Birikim,
3-Latife Hanım, İpek Çalışlar, Doğan Kitap
4-Tamer Çilingir – Pontos Gerçeği
Furkan Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sovyetlerin Yoldaşı, AKP’nin Dedesi, CHP’nin Değeri Topal Osman: Kahraman Değil Katil – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kentin Cinsiyeti – İlayda Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Edebiyattan siyasete erkeklerin, kadınlarla şehirleri özdeşleştirmesi yaygın bir davranıştır. Şehir (örneğin İstanbul, İzmir vs…) şiirlerde sevgiliye benzetilir. Ya da erkek bir komutan şehre sahip olmayı, onu fethetmeyi amaçlar. Erkeklerin kadınlarla şehirleri özdeşleştirmesinin ardında kadınları fethedilen, sahiplenilen, kazanılan bir nesne olarak görüp kendilerini de sahip, fetheden, kahraman olarak görme istekleri bulunmaktadır.
“İzmir mahallenin en güzel kızı, kim istemez ki…”; “Ben Ferhat, İzmir Şirin”; “Uyuyan bir güzel var. Bir öpücük bekliyor. Biz öpeceğiz, uyandıracağız, silkeleyeceğiz, ayağa kaldıracağız”; “Yaşadığı kentle flört etmeyen, o kenti hissetmeyen biri, o şehrin başkanı olmamalı. Çok kolay yanlış yapar. Çok kolay ihanet eder. Çok kolay terk eder. Ben öyle değilim” gibi sözler de yerel seçimlerde İzmir ve İstanbul büyükşehir belediye başkanlıklarına aday olan AKP’li ve CHP’li “erkek”lerin sözleri. Gözleri kararmış bir biçimde belediyeleri kazanmak için hırslanmış bu erkekler, başkan olunca şehrin sahibi de olacaklarını sanıyorlar. Bu sözlerin söylenmesinde de cinsiyetçi devletli siyasetin, ataerkil sistemin ve iktidarın fetih siyasetinin/söylemlerinin etkisi apaçık ortada.
Tarihte Kentler ve Kadınlar
Fethetmek üzerinden olmasa bile kentleri kadınlarla özdeşletirmenin yanlış noktaları bulunmaktadır. Kentlere bu şekilde yöneltilen kadın yakıştırmalarının cinsiyetçi olmasının yanı sıra kentlerin ortaya çıkması, gelişmesi ve dünyanın genelinde hakim yerleşim alanı olmasıyla kadınların toplumsal yaşamdaki yeri arasındaki ilişkiye de değinmek gerekmektedir. Kadınlar için kentler ne anlam ifade etmektedir? Kadınlar kentin neresinde bulunmaktadır?
Tarihsel ve arkeolojik pek çok veriye dayanarak açık bir şekilde söyleyebiliriz ki kent; tarihi, felsefesi, örgütlenmesi, planlanması ve politikaları, kadınların yaşamlarından ve var oluşlarından kaynaklanan gerçeklikleri ve onların ihtiyaçlarını yok sayan, ötekileştiren ataerkil değer ve pratiklerle yüklüdür.
Siyasi, dini veya ekonomik iktidar yapılarının birer merkez haline gelmesi sonucu ortaya çıkan kentlerin, bir başka iktidar biçimi olan ataerkiyle ilişkisi apaçık ortadadır. Kentlerin ilk ortaya çıktığı dönemler sistematik iktidar yapılarının ve devletlerin ortaya çıktığı dönemlerdir ve erkekler devletli toplum yapısının etkin özneleri olmuşlardır.
Bin yıllardır iktidarlar ataerkil sistemi üretirken mekanı da ataerkil biçimde üretip planlamaktadır. Yani kent planlamasının kentin cinsiyetçi “doğa”sını yeniden üretme ve sürdürme işlevi de bulunmaktadır.
Richard Sennett’in Ten ve Taş kitabında bahsettiği gibi, Yunanlılar’ın insan vücudu anlayışı, farklı sıcaklıklara sahip vücutlar için farklı yaşam biçimleri ve farklı kent mekanlarını beraberinde getiriyordu. Bu farklar şehirde var olan cinsiyet ayrımında görülür kılınmaktaydı. Çünkü kadınların erkeklerin daha soğuk versiyonları oldukları düşünülüyordu ve kadınlar şehirde çıplak olarak boy göstermiyorlardı. Eski Yunan evlerinin yüksek duvarları ve çok az penceresi bulunmakta; evlerde odalar bir iç avlunun etrafında sıralanmaktaydı. Evin içinde adeta haremlik-selamlık sistemine benzer bir sistem hakimdi. Evli kadınlar, konukların ağırlandığı oda olan “andron”da asla görünmezler; andronda verilen içkili davetlerde sadece kadın köleler ve yabancı kadınlar bulunurdu.
Ayrıca Eski Yunan kentlerinde erkekler arası tartışma toplantılarına katılabilen ve kentin “eril mekanlar”ında bulunabilen, soylularla cinsel ilişkiye giren hetereler olmuştur. Hetere dışındaki kentli kadına, açıkça ya da üstü örtülü bir biçimde yasak olan, yasak olmasa bile girişi belli koşullara bağlı tutulan kentsel mekanlar bulunmaktadır. Bu mekanlar; tapınak, yönetim mekanları ve paraların saklandığı hazine işlevlerini gören akropolis ya da “halk” toplantılarının yapıldığı agora bölümleri olmuştur.
16. yüzyıl Avrupa kentlerinde kitaplıklara girme ayrıcalığına sahip olan kadınlar, tıpkı hetereler gibi, yalnızca saraylı seks işçileri olan kortizanlar olmuştur. O dönemde kentlerde kütüphaneler, üniversite kampüslerinin belli alanları, politika ve halk meclisleri, kulüpler, dernekler, kahvehaneler gibi alanlar kadınlara engellenmiştir.
Modern dönemde 20. yüzyıl kentleri de net bir şekilde farklılaşmış toplumsal cinsiyet rollerini yansıtan ve daha da güçlendiren bir yapıya sahip olmuştur. Kapitalizmin gelişimi ile birlikte yeni üretim biçimi kadına yüklediği rollerle ataerkil sistemi güçlendirmiştir. Kadın evin dışında, kentte başka bir mekanda da çalışmaya başlamış, mevcut kentsel yapı, kadınların ikili rolünün zorluklarını daha da ağırlaştırmıştır. Evlerin ve konut alanlarının tasarımı bütün zamanını ev yaşamını düzenlemeye ayıran bir kişi üzerinden gerçekleşmiştir. Kentsel mimari de, merkezi, erkeğin rol model olduğu ve onun ihtiyaçlarını temele alan bir biçimde uygulanmaktadır. 183 cm boyunda erkek baz alınmakta; standart bedenler ve standart cinsiyet normları üzerinden standart mekânlar oluşturulmaktadır.
Kentlerin Cinsiyetçi Yapısından Özgürlük Çıkar Mı?
Kentler, genel itibariyle, tarih boyunca toplumsal cinsiyete dayalı norm ve kimliklerin üretim, tüketim ve yeniden üretim süreçlerinde en önemli mekân olmuşlardır. Kent planları kadınların eve kapanması üzerine yapılagelmiştir. Geleneksel aile norm olarak alınır ve kent “kadının yeri evidir” anlayışıyla tasarlanmıştır. Kadınların kentin erkek bakış açısıyla oluşturulan işleyiş mekanizmasının içinde yer almadıklarını; kapitalist ekonomide veya mecliste olmalarının ise bütünlüklü bir kadın özgürlüğü yaratmadığını hatırlatmak gerekmektedir. Bu anlamda üzerinde durulması gereken nokta, kadınların “kamusal alan”a ve erkeklerin erkek siyasetinin hedefi olan kentin planlanmasında ve örgütlenmesinde daha çok katılımını sağlamak değildir.
İktidarlar tarafından üretilen ve yeniden üretilen kentlerin merkeziyetçi ve iktidarlı yapısı sebebiyle kadının özgürleşme mekanı olamayacağını hatırlatmak gerekir. Buradan elbette pastoral bir biçimde “köye geri dönüş” yaklaşımı çıkarılmamalıdır. Kadınlar ataerkil sistemi ve onunla ilişkili olan tüm iktidar biçimlerini ortadan kaldırmayı hedeflerken erk’ek (iktidarlı) kentsel mekanı da ortadan kaldırıp bedensel-düşünsel ihtiyaçlarını tam olarak karşılayacakları, düşlerini ve hayallerini gerçekleştirebilecekleri kolektif özgür yaşam alanlarını kuracaklardır.
İlayda Demir
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kentin Cinsiyeti – İlayda Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar Dizisi (17): Britanya’da Anarşist Yayınlar 1 – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devlete karşı özgürlüğün, yani anarşizmin propagandasının yapılmadığı bir coğrafya dünya üzerinde hemen hemen yok gibidir. Fikirlerimizi yayma noktasında önemli araçlardan yayıncılık faaliyetleri, farklı coğrafyalarda anarşizmin kendine özgü deneyimler ve mücadele yöntemleri geliştirmesine olanak sağlamaktadır. Britanya adasının anarşist yayın bolluğundan dolayı çalışmamızı birkaç bölüme ayırarak tamamlayacağız. 17. yazısını yazdığımız bu bölüme giriş yaparken 17. yüzyılın İngiltere’sine kısa bir bakış atarak bölümümüze başlıyoruz…
Toprak Köylüye!
19. yüzyılda, Rus köylüsünün işçi yoldaşıyla beraber “Fabrika İşçiye” diye devam ettirdiği bu sloganın içinde şekillenen adalet arayışı, iki yüzyıl önce Britanya adasını alt üst etmeye başlamıştı. Gerard Winstanley ismindeki şair bir kumaşçı çırağı etrafında birleşen köylüler, sabah akşam ekip biçtikleri toprağın artık kendilerine ait olmasını istiyordu.
Levellerlar, Ludditler, Dokumacılar gibi hareketlerin otoriteyi hedef almasıyla sadece Britanya’da değil, işçi mücadelesi tarihinde de sıklıkla anarşizmle ilişkilendirilen bu akım, anarşizm tarihçileri tarafından da yoğunluklu olarak hareketin başlangıcına referans oluşturdu.
Britanya’da modern anlamıyla anarşizm, bir hareket olarak 1880’li yıllarda başlamıştır. Köylü isyanlarından anarşist mücadeleye gelene kadarki süreçte ise en çok göze çarpan olaylardan biri William Godwin ve anarşist fikirlere zemin oluşturan kitabı “Politik Adalet Üzerine”nin yayınlanması oldu. 1793’te yayınlanan kitapta Godwin, kendine anarşist demese de, devlet fikrinin eleştirisiyle kendinden sonraki kuşakların üzerinde duracağı sağlam bir düşünsel zemin oluşturmuştur.
Daha sonra sosyalizmin kurucularından Robert Owen’ın, işçileri kapitalizme karşı örgütleme çabalarıyla beraber, özellikle Londra ve Whitechapel’da yoğunlaşan işçi kulüpleri aracılığıyla bir işçi kültürü oluşmaya başladı. Soho’daki Rose Street Club, Windmill Caddesi’ndeki Autonomie Club, Bernes Caddesi’ndeki International Club anarşistlerin kullandığı mekanlardı. Anarşizmin örgütlendiği pek çok başka yerde olduğu gibi Britanya adası ve özelde İngiltere’de de göçmen hareketi ve anarşizm yakın bir ilişki içindeydi. Örneğin 1878’de ülkeye gelerek bölgede yayın yapan ilk anarşist dergiyi çıkarmış Johann Most bir göçmendi ve göçmen işçilere yönelik örgütlenme çalışmaları yaptı. Most’un editörlüğünü yaptığı Die Freiheit’a dair ayrıntılı bilgiyi yazı dizimiz kapsamında yayınlanan ilk yazıda bulabilirsiniz. (bkz. Anarşist Yayınlar Dizisi (1): Kuzey Amerika) Sendikal hareketin birçok karşılığının yanında, Britanya’da anarşistlerin gündemine aldığı en önemli meselelerden biri de, tabi ki savaş karşıtlığı ve anti-militarist mücadele oldu.
The Anarchist
1885–1888 yılları arasında aylık periyotlarda çıkan The Anarchist, Britanya’daki İngilizce yayın yapan ilk anarşist yayın olma özelliği taşıyor. Henry Albert Seymour editörlüğünde yayın yapmış gazete, Londra’da basıldı. Pierre Joseph Proudhon’un Halk Bankası fikrinden ve Benjamin Tucker’ın anarşizm üzerine görüşlerinden etkilenerek yazılar yazan Seymour, gazete sayfalarında Pyotr Kropotkin gibi anarşist komünistlerin yazılarına da yer verdi.
Gazetenin editörü, Francis Bacon Topluluğu’nun bir üyesi olan Henry David Seymour, kendisini seküler olarak adlandırıyordu. Yaşlılık döneminde bu topluluğun yayın organı olan Baconiana’da editörlük yaptı. Malthus’çu evrim kuramı üzerine bir inceleme ve Bakunin biyografisi gibi kitap çalışmaları da bulunan Seymour, 1938 yılında yaşamını yitirdi.
Arbeter Fraynd
Britanya ve Paris’te çalışmalar yürüten “Yidişçe Konuşan Anarşistler Grubu”nun yayın organı olarak 1885’te yayınlanmaya başladı. Londra merkezli yayın faaliyetlerini sürdüren gazete devrimci şair Morris Winchevsky’nin editörlüğünde yayına başladı. Daha sonra Rudolf Rocker ve Saul Yanofsky’nin editörlüğünde yoluna devam eden Arbeter Fraynd, savaşın patlak vermesiyle yasaklandı. Savaş sonrasında Arbeter Fraynd ve Yidişçe Konuşan Anarşistler Grubu, Britanya’da tekrar çalışma yapmadı. Rocker ise 1918’de Hollanda’ya sürgün edildi.
The Torch: A Revolutionary Journal of Anarchist Communist
“Meşale: Anarşist Komünizmin Devrimci Dergisi” başlığıyla çıkan The Torch, Londra edebiyat çevresinden Olivia Rosetti, Helen Rosetti ve Arthur Rosetti kardeşler tarafından çıkarılıyordu. Anarşist komünist bir çizgide yayın yapan gazetede, Louis Michel, Sebastian Faure, Errico Malatesta’nın yanında Emile Zola, Octave Mirbeau gibi edebiyatçıların da yazıları yayınlandı. Derginin görsel tasarımlarını Pissarro üstlendi.
Freedom
1886 yılında yayın hayatına başlayan Freedom Gazetesi, Kropotkin’in temellerini attığı Freedom Grubu’nun ilk yayın organıydı. Dönem dönem geçici olarak Freedom Bulletin gibi isimlerle de yayınlanan gazete yayın hayatı boyunca anarşist-komünist çizgide yayın yaptı.
Gazetenin ilk editörü, Kropotkin’in yoldaşı Charlotte Wilson’dı. 9 yıl boyunca editörlüğe devam etti ve yerini uzun bir süreliğine Alfred Marsh devraldı. Gazetenin her sayısında ikinci sayfada yayın amacını açıklayan şu paragraf bulunuyordu:
“Biz anarşistler, karşılıklı yardımlaşma ilkesine dayalı, gönüllü işbirliği ile bir araya gelmiş bir toplum inşa etmek için çalışırız. Bütün hükümetleri ve ekonomik baskının her çeşidini reddediyoruz. Bu gazete, anarşizmi geniş bir şekilde açıklamak ve insan özgürlüğünün ancak anarşist bir toplumda gelişebileceğini ortaya koymak amacıyla yayın yapmaktadır.”
Sonrasında 1936 yılına kadar 1910 ile 28 yılları arasında Thomas Keell, 1930-34 yılları arasında John Turner, 1930-36 arasında ise John Humphrey tarafından editörlüğü üstlenildi.
Politik ve yaşamsal bir örgütlenme, yayınevi ve gazeteleriyle yıllarca bütünlüklü bir mücadelenin temellerini atmış olan Freedom Grubu, tarih boyunca Britanya’da anarşist mücadelenin kalbinin attığı yer olmuştur.
Sayfalarında Vernon Richards, Marie Louise Berneri, Errico Malatesta, Rudolf Rocker gibi anarşizm tarihinin ilham kaynağı kişilikleri barındırmış olan Freedom baskılara, tutuklamalara, faşist saldırılara karşı yayın hayatına devam ediyor.
Spain and the World
1920’li yıllarda İtalyan anarşizm geleneği, göçmenler aracılığıyla Britanya adasında da kök salmaya başlamıştı. Freedom grubu içerisinde yer alan, babası Errico Malatesta’nın yoldaşı, genç mühendis Vernon Richards ve Camillo Berneri’nn kızı Marie Louise Berneri derginin kuruculuğunu yaptılar. Spain and the World, adından da anlaşılacağı üzerine İberya Devrimi’nin dünya çapında propagandasını yapabilmek üzere kuruldu. Devrimden haberler, CNT-FAI bildirileri, Federica Montseny, Durruti gibi anarşist yoldaşlarının mektuplarına sayfalarında yer veren Spain and the World, yayın yaptığı dönemde öncülü olan Freedom gazetesinin yerini tuttu. Tom Keel ve Lilian Wolfe gibi isimlerin de dahil olmasıyla Freedom ekibi tamamlanmış oldu.
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (17): Britanya’da Anarşist Yayınlar 1 – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ekonomi Balonu Zamlarla Patladı – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bizim bu grafiği oluşturduğumuz sürede benzine 2 kez zam yapıldı. Son iki ayda toplamda 4 kez benzine zam geldi. Benzine gelen zamlar dolaylı olarak diğer ürenlere zam olarak yavaş yavaş yansıyor. Bizler de yaşamlarımızda çok sık duyduğumuz vergileri, zamları anlaşılır bir şekilde yazmak istedik. Tabi ki karşımıza çıkan tablo çok karamsar oldu. Ne yapacağız sorusu sizler gibi bizlerin de kafasında oluştu. Ama cevap bulmak çok zor değil. Biraz bir araya gelmek, örgütlü hareket etmek gerek sadece. Ondan sonra kapitalizmin krizlerinin üstesinden gelmek kolay. En azından bunu birlikte çabalayabiliriz. Birlikte kapitalizmin sömürüsüne karşı kooperatifler, kolektifler oluşturabiliriz.
Vergi borçlarını ödemeyen ilk on patronun toplam borcu 10,4 milyar TL
Bir sinema biletinin; Eğlence Vergisi, Türk Hava Kurumu Payı, KDV ile Bilet bedelinin %17’si vergidir.
2017’nin ilk 10 ayında tahsil edilen toplam vergi geliri 431 milyar TL
Bunun 235,4 milyar TL’lik kısmı sadece ÖTV ve KDV’den oluşmakta!
Bir cep telefonu gümrük girişi 1.000TL 100TL TRT Payı – 275TL ÖTV – 248TL KDV – Telefon 1623 tl ile satışa sunuluyor.
2017’de Patlıcana %23,10, Nar’a %20,62, Salatalık’a %15,15, Yumurtaya %10, Balık’a %8 (Deniz balığı azaldı, çitlik balıkları çoğaldı)
Trafik cezaları, cep telefonu vergileri, ehliyet ve pasaportlar %14.47 oranında zamlandı.
Cep telefonundan alınan Özel İletişim Vergisi 47.7 liradan 54.6 liraya, B sınıfı ehliyet harcı 418.3 liradan 479 liraya, 1 yıllık pasaport harcı 169.5 liradan 194 liraya çıktı.
1lt benzin 5.57’dir. Bunun 0.85 TL’si KDV, 2.37 TL’si ÖTV 1 litre benzine ödenen vergi 3.22 TL
Yani satış fiyatının %58’i vergidir.
Boğaz köprülerinden otomobil geçiş ücreti 7 TL’den 8,75 liraya çıktı.
Sanayi elektriğinde TRT payı %0
Herkesin kullandığı cep telefonunda TRT payı %10
Bir asgari ücretli 1.6 motor “0” bir otomobil alabilmek için; Türkiye’de 111 ay çalışmak zorunda 58 ay araç 53 ay vergisi için
Gümrük girişi 26.500 TL olan Türkiye’deki en ucuz 1.6 otomobil;
TRT payı 106TL – ÖTV 11.972TL – KDV 6.945TL – Tescil 650TL – MTV 1.035TL – Toplam vergi 20.708TL – Bayî kârı hariç fiyat 47.208TL
Çevre Temizlik Vergisi her 1 metreküp su tüketimi için 28 kuruştan 32 kuruşa çıktı.
Emlak vergisi %7.25 zamlandı.
Motorlu Taşıtlar Vergisi yeni yılda%15 ve % 25 zamlandı.
Avrasya Tüneli’nde otomobiler 16,60 TL’den 21 TL’ye, minibüsler için ise 24,90 TL’den 31,50 TL’ye
Enflasyon: Elindeki 3,5 tl ile aldığın 2 kilo patatesi bir sonraki yıl 4 tl ye alıyorsan bu enflasyonun arttığını gösterir. Enflasyon oranı belli başlı ürünlerdeki fiyat artışlarıyla hesaplanır.
Son 10 yılın Enflasyon Oranı
-SGK bir çalışanın diş implant tedavisini karşılamaz. Ama bir vekilin ücretsiz 8 diş implant hakkı vardır.
-12kg bir mutfak tüpü satış fiyatı 92 TL
Bunun; -ÖTV’si (1,77×12) = 21,24 TL KDV’si = 6,81TL
Yani satış fiyatının %31’i (28,05TL) vergilerden oluşmaktadır.
-Bir gemi alırsanız %1 KDV öder, motorini litresi 2,89TL’den alırsınız.
Bir traktör alırsanız %8 KDV öder, motorini litresi 5,03TL’den alırsınız.
ASGARİ ÜCRET
2018 aylık kazancı 2.029TL |
-304TL Sgk primi |
-259TL gelir vergisi |
-15TL damga vergisi |
Agi hariç net asgari ücret 1.451TL |
Agi dahil 1.603TL |
2018 yılından itibaren 1 yılda işçiden kesilen |
-3.652TL Sgk |
-3.104TL Gelir Vergisi. (agi hariç) |
-185TL Damga Vergisi olmak üzere 6.941TL’si kesilecektir. |
Harcama vergileri hariç 365 günün 104 günü Vergi-Sgk için çalışılacaktır. Harcama vergileri eklendiğinde bir işçi 365 günü 194 günü vergiler ve Sgk için çalışacaktır.
Su Faturası
M3 fiyatı belediyelerin keyfine göre belirlenir.
Vergisinin belirli bir oranı yoktur.
Doğalgaz Faturası
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.
The post Ekonomi Balonu Zamlarla Patladı – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>