Eleştiri – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Tue, 10 Nov 2020 18:13:02 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Seçimlere Dair; Bitemeyen Seçimler Bitecek Mi? https://meydan1.org/2019/06/21/secimlere-dair-bitemeyen-secimler-bitecek-mi/ https://meydan1.org/2019/06/21/secimlere-dair-bitemeyen-secimler-bitecek-mi/#respond Fri, 21 Jun 2019 12:16:19 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/21/secimlere-dair-bitemeyen-secimler-bitecek-mi/ Seçime Doğru Dört yılda bir tekrarlanan genel ve beş yılda bir tekrarlanan yerel seçimlere dayalı bir siyasal sistemin içerisinde bulunuyorduk. Son 4 yılda, seçimlerin bu kadar uzun aralıklarla yapılmadığını anladık! Erken seçimlerin ötesinde, referandum ve başkanlık seçimleri gibi ek süreçlerle oldu bittiye getirilen ve dayatılan kararlar silsilesiyle karşı karşıya kaldık. Liberal demokrasinin, halkın düşüncelerini belirttiği […]

The post Seçimlere Dair; Bitemeyen Seçimler Bitecek Mi? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Seçime Doğru

Dört yılda bir tekrarlanan genel ve beş yılda bir tekrarlanan yerel seçimlere dayalı bir siyasal sistemin içerisinde bulunuyorduk. Son 4 yılda, seçimlerin bu kadar uzun aralıklarla yapılmadığını anladık! Erken seçimlerin ötesinde, referandum ve başkanlık seçimleri gibi ek süreçlerle oldu bittiye getirilen ve dayatılan kararlar silsilesiyle karşı karşıya kaldık.

Liberal demokrasinin, halkın düşüncelerini belirttiği bir süreç olarak gördüğü seçimlerin, aslında değil düşünce belirtmek, düşünceler iktidarla doğru orantılı olmadığı takdirde, seçim sonuçlarının bile kifayetsiz kalacağını deneyimledik. Seçimlerin varoluş nedenini görmüş olduk!

31 Mart Seçimleri’nden 23 Haziran Seçimleri’ne Nasıl Geldik?

31 Mart Yerel Seçimleri’nin hemen sonrasına AKP karşıtı bloğun ve CHP’nin İstanbul adayı Ekrem İmamoğlu, YSK’nın sürekli değişen verileri sonrasında seçimi kazanmış ilan edilmişti. İlan edilmişti ama art arda YSK’ya yapılan itirazlar, farklı belediyelerde sonuçların tekrar sayımı, mazbatanın verilmesinin geciktirilmesi gibi birçok engellemeyle karşılaşmıştı.

İmamoğlu’nun mazbatayı almasından sonra da belirsizlik ve tartışmalar bitmemişti. Bu sefer AKP kanadı “yolsuzluk” gündemi üzerinden yürüyordu. İstanbul’daki seçimlerde büyük bir yolsuzluk gerçekleştiği iddiasıyla YSK’ya yapılan başvuru olumlu değerlendirildi ve İmamoğlu’nun mazbatası kısa bir süre sonra geri alındı.

İmamoğlu da bu adaletsiz durumu protesto etmek için hemen bir eylem çağrısı yaptı! Seçimlerin meşru olmadığını, seçim tekrarını reddettiğini, bu durumu protesto etmek için sokaklara çıkılması gerektiğini açıkladı! Tabi ki, böyle olmadı! Yapılan “adaletsizliğe”, sandığa çağrıyla karşılık verildi! Bu “sandık takıntısı”, oy kullanma dışındaki siyasal eylemi, siyasal alanın dışına itme manevrasıdır. Gücünü sokaktan alan değil, devlete onaylı olmasından alan bir çağrıdır!

Şimdi yeni bir seçime doğru gidiyoruz. Sandıktan her sonuç çıkabilir ve sandık dışı her durum söz konusu olabilir. Yine “bu sefer farklı” bir seçim olduğu söylense de seçime dair eyleyeceklerimizde olduğu gibi söyleyeceklerimizde de pek bir değişiklik yok.

Demiştik ki!

Oy atmanın tarihi kazanımların tarihi değil, ezilenleri oyalamanın tarihidir demiştik!
Oy hakkı, yurttaş olan her bireyin kendisiyle ilgili alabileceği kararları ve bu kararların uygulanma şeklini, yani kendi iradesini temsilcilere teslim etmesinin önünü açan bir uygulamadır. Halkın siyasete katılımının yegane aracını seçim ve oy olarak manipüle edilmesidir demiştik. Özellikle son 5 yıldır aralıksız gerçekleştirilen seçimler nedeniyle, yaşanılan ekonomik, siyasi tüm olumsuzlukların çözümü için oy sandığı konuluyor önümüzde. Savaş, ekonomik kriz benzeri tüm sıkıntılar seçim sürecinin bir parçası olduğu sürece önemli kılınıyor. Ezilmemizin gerçek ekonomik, siyasi ve toplumsal sebeplerine odaklanmayan yüzeysel çözümlere kilitlenmemiz isteniyor.

Değil demokratik belediye uygulamaları, geri çağırılabilirlik ilkesi, halk meclislerinin belediyelere etkisi; sol siyasetin son 10 yılda keşfettiği desantralize/federatif siyaset biçimi tamamen terk edilmiş durumda. Burjuva demokrasisinde asıl aldatmaca “halkın kendini yönettiği” aldatmacasıdır demiştik! Parlamenter demokrasi kaynağını bir kurgudan alır demiştik. Oy vermenin edilgenliğinin yansıması olan “seçmen” anlamının dışında, halk kelimesini cümle içinde kullanan profesyonel siyasetçi yok! Toplumsal işleyişte adalet ve özgürlük ancak, bireylerin karar alma süreçlerindeki doğrudan katılımı ve kontrolü ile sağlanabilir demiştik. Karar alma süreçlerine ilişkin gündem yok!

Toplumsal muhalefet, bu seçim aldatmacasının dışında varlığını sürdürmesi gerektiğinin farkında olmalıdır. Çünkü bu seçimde kazanmak yoktur. Kazandığını zannetmek vardır demiştik! Ezilenlere kazandıracak tek siyaset, meşruluğunu haklılığından alan sokak siyasetidir demiştik!

“Gerçekçi” olup seçimlerle gerçek kazanımlar elde etmek isteyenler ilk önce HDP çevresinde yek vücut olmuşlardı; her seçim sürecinde -isteyerek veya istemeyerek- sokak siyasetini düşürmüşlerdi. Şimdi ise gelinen noktada herkes “gerçek kazanım” için CHP çevresinde kenetlenmiş durumda. Bu da tutmazsa yuvarlana yuvarlana merkez sol muhalefet için merkez sağda bir parti bulmak gerekecek. İYİ Parti ya da Gül-Babacan etrafında, önümüzdeki aylarda kurulması beklenen AKP bakiyesi siyasi oluşum bu noktada önemli adaylardan olacaktır.

“Kazanılabilir kazanıma” odaklanmış bir toplumsal muhalefet, devletin müsaade ettiği alanda top koşturmaya mahkumdur. Devletin hukuku adaletsizliğin kurallar haline getirilmiş biçimidir. Bu adaletsizlik mekanizmasının kazanılabilir kıldığıyla yetinmek ve onun hukuk kuralları içerisinde hareket etmek bize bir şey kazandırmaz. Zira, kazanılabilir olan ezilenlerin lehine olsaydı, devlet onu kazanılabilir kılmazdı.

Siyasal iktidardan pay alma arzusuyla, içerisinde bulunduğumuz coğrafyada toplumsal muhalefet sokaktan sandığa yönlendirilerek yıpratılmıştır. Dahası ideolojik olarak altını bu şekilde boşaltan muhalefet (boşaltan, çünkü muhalif kesimler bu politikaya, bile isteye girmiştir) biçimsel olarak da iktidarın yöntemini taklide gitmiştir. Yıllardır “tek adam” karşıtı politika güdenler, karşı “tek adam”ı içselleştirme noktasında sıkıntı yaşamamışlardır. Tarihte “tek adam”ların nasıl bir ideolojinin parçası olduğundan dem vuranlar, şimdilerde yeni bir “tek adam”ın bayraktarlığını yapmaktadır.

Parlamenter demokrasi, devrimci eylemin belirleyici gücünü göz ardı etmeye çalışır demiştik! Bu ikisinin yan yana gelmesi olanaksızdır. Çünkü devrimci eylem, parlamenter demokrasi ile yönetilen toplumsal yapıyı yıkmayı hedeflerken; parlamenter demokrasi ise kendini devamlı olarak devrimci eylemden korumaya çalışır.

Parlamento Seçimleri merkeziyete yol açar demiştik! Seçimler, belli bir coğrafyada yaşayan halkın bir sonraki seçimlere kadar, onların yerine karar alacak, neyin iyi neyin doğru olduğunu söyleyecek, alınan kararlarla hiç de ezilenlerin çıkarına olmayan durumlara yol açacak bir sisteme dayanır. Devletin hegemonya sınırları dahilindeki herkesin ve her şeyin bu azınlık grubu tarafından belirleniyor oluşu merkeziyetçiliğin belirtisidir.

Öyle de oldu, ki yerel seçimlerde belediye başkan adayı olan Ekrem İmamoğlu, 2023’te Erdoğan’ın karşısına çıkabilecek en güçlü aday olarak lanse edilmeye başlandı. Çünkü hem muhalefet partileri için hem de iktidar partisi için İstanbul’u almak, Türkiye’yi almak anlamına geliyordu. Hal böyleyken muhalefetin umudu “tek adam diktatörlüğü”ne karşı durabilecek “tek adam”a bağlanmış oldu.

İstanbul seçim propagandası İmamoğlu için Trabzon, Gümüşhane gibi kentlerde yaptığı mitinglerle Karadeniz üzerinden yürürken Yıldırım için Amed’de kürt halkına kürtçe seslenerek sürüyor. “Parlamento seçimleri merkeziyete yol açar.” deyip bu siyasetin ezilenler için tehlikesinden bahsetmiştik, eksik demişiz; yerel seçimleri bile merkezileştirdi.

Seçime girmek iktidarı olumlamaktır demiştik! Atılan her oy, boş oylar da dahil olmak üzere, sistemin olumlanması anlamına gelir. Hemfikir olmadığımız bir siyasi pratiğe zorlanarak, bizim irademizi teslim alacak olanları seçmenin bir mantığı yoktur. Bu mantıkla düşünecek olursak oy kullanmak, her zaman daha iyi çobanların olabileceğine inanmaktır.

Seçimler, bizi somut olandan uzaklaştırır. Biz ezilenleri belirli bir sürece hapseder. Bu sürecin kendisi tamamıyla bir illüzyondur. Bu illüzyonu layığı ile yerine getiren parlamenter demokrasi, onun uygulayıcıları devletin ve kapitalizmin içindeki çözümlemeleri halkın talepleriymişçesine uygular ve dillendirir. Ekonomik ve sosyal sömürüyü bu talepler çerçevesinde farklı söylemlerle meşrulaştırır.

Seçim zorbalıktır demiştik! Zorbalık yöntemi, her ne kadar genel seçimlerde demokrasi kılıfıyla özenle kapatılmaya çalışılsa da, özellikle yerel seçimlerde kendini belirgin kılmaktadır. Yerel düzeyde ekonomik ve siyasi iktidarı ele geçirme çabası, adayların ya da grupların birbirlerini yok etmesine kadar gitmektedir. Burada bahsedilen gruplar sadece siyasi partiler düzeyinde değil, devletin en ufak yerel organizasyonundan (örneğin muhtarlık) payına düşeni almaya çalışan mafyavari yapılanmalara kadar uzanmaktadır.

Her seçim kendi sonucunu kabul ettirmek üzere mühürsüz pusulalar, yol kenarlarından çıkan sandıklar, diriltilen ölü seçmenler, açık oy kullanımları için zorlananlar, plakasız araçlar, silahlı kolluklar, araç olarak kullanılacak seçim kurumları, denetmenleri… İstenilmediği takdirde, sistemin oyununun galibi olmanın kazanan olmak anlamına gelmediğini yakın zamanda deneyimledik.

Seçim değil, toplumsal devrim demiştik! Post-demokrasi, seçimli otokrasi vb. kavramların havada uçuştuğu; ilerici ittifak, eleştirel destek gibi kavramlarla burjuva demokrasisi içerisindeki hareketlerin anlamlandırılmaya çalışıldığı; yerel yönetimle oluşacak farklı bir siyasal işleyişten değil de yerel yönetimin iktidarını nasıl olursa olsun ele geçirmenin stratejilerinin yapıldığı bir siyasal ortamda, bize “oy”alanma pratiklerinden başka alternatif gösteremeyenlere başka bir kavramı ve onunla ilgili pratikleri hatırlatmıştık: “Toplumsal Devrim”.

AKP’yi geriletmek için farklı koalisyon kombinasyonlarından imtina etmeyenlerin açıkça görmesi gereken, temsili demokratik alternatiflerle işlerin yoluna koyulamayacağıdır. Seçim süreçlerinde kendi başına AKP karşıtlığını bile “ilerici” tayin edenler, “ilerici” ittifaklarıyla, tek adamcı çözümleriyle içinde bulunulan genel sömürü ve baskı durumuna kestirme yollardan çözüm aramaktadır. Tekrar edelim; çözüm, yakınılan sisteme türlü manevralarla eklemlenmek değildir.

Oyunu hazırlayanların kendi kurallarına uymadığını anlamak için bir başka genel ya da yerel seçime ihtiyaç yok. Tekrar tekrar hatırlatalım: Hileli seçim potansiyeliyle karşılaşıldığı, seçimleri organize eden siyasal yapının meşruiyetini yitirdiği, siyasal temsilcilerin temsilci olma durumlarını yitirdikleri noktalarda boykot siyasal bir alternatif olarak belirir!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Seçimlere Dair; Bitemeyen Seçimler Bitecek Mi? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/21/secimlere-dair-bitemeyen-secimler-bitecek-mi/feed/ 0
Niyet Yine Devlet: Medeniyet Devlet – Murat Devres https://meydan1.org/2019/06/13/niyet-yine-devlet-medeniyet-devlet-murat-devres/ https://meydan1.org/2019/06/13/niyet-yine-devlet-medeniyet-devlet-murat-devres/#respond Thu, 13 Jun 2019 06:44:12 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/13/niyet-yine-devlet-medeniyet-devlet-murat-devres/ Bazı tarihçiler, ki bunların arasında en etkili geleneğe sahip olanlarından birisi de İbn Haldun’dur, tarihin döngüsel olduğunu düşünürler. Hatta çoğu dile yerleşmiş olan “tarih tekerrür eder” deyimi belki de içinde anlamamız gereken bir gerçeği de barındırmaktadır. Ancak tekrarlanmak anlamına gelen “tekerrür” yerine “tarih kafiyeli olmaya meyillidir” desek belki de hür düşünceye daha büyük bir manevra […]

The post Niyet Yine Devlet: Medeniyet Devlet – Murat Devres appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Bazı tarihçiler, ki bunların arasında en etkili geleneğe sahip olanlarından birisi de İbn Haldun’dur, tarihin döngüsel olduğunu düşünürler. Hatta çoğu dile yerleşmiş olan “tarih tekerrür eder” deyimi belki de içinde anlamamız gereken bir gerçeği de barındırmaktadır. Ancak tekrarlanmak anlamına gelen “tekerrür” yerine “tarih kafiyeli olmaya meyillidir” desek belki de hür düşünceye daha büyük bir manevra alanı bırakabiliriz. Zira bugünü anlamak için hem geçmiş dönemlerle karşılaştırma yapmalı hem de bugünün kendine has dinamiklerini göz önünde bulundurmalıyız.

Tarih ve Devletlerin Krizi

2020’ye altı ay kaldı. Modi beş yıl daha Hindistan’ın başına seçildi. Camileri bombalamak isteyen Hindu milliyetçileri pek bir sevindi. Kuzeyde Xi Jinping de Mao ve Deng Xiaoping’den sonra Çin Komünist Partisi’nin istikametini kendi elleriyle şekillendirebilecek bir pozisyonda ve görünen o ki Neo-konfüçyen bir vizyon güdüyor. Putin’in ne Avrupa ne Asya medeniyetlerine ait olmayan Slav ve Ortodoks Hristiyan Avrasya medeniyeti inşa edilmeye devam ediliyor. Okyanus ötesindeki Beyaz-Hristiyan Batı medeniyetini yeniden kendi kanatları altında diriltmeye çalışan ve büyük ihtimalle yeniden seçilmek için de kendine 2003’teki gibi bir savaş arayan Trump da bu listeye ekleniyor.

Tabii ki soru şu: Ne oldu? Francis Fukuyama’ya göre Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın bitimiyle Batı tarzı liberal-demokrasi ve serbest-pazar ekonomisi muzaffer olmayacak mıydı? Tarih bitecek, artık herkes Batı-medeniyeti çizgisinde yürüyecekti. Japonya ve Kore bunların mükemmel birer örneğiydi. Bu coğrafya da zamanında “Küçük bir Amerika olmak” gibi söylemleri olan politikacıları gördü.

Olan şuydu; yerel dinamiklerin içinde acı çekip kavrularak yükselen iktidar hırslı sosyopatlar, karizmatik iletişim güçleri ve zayıf bireysel prensipleri doğrultusunda kurdukları ağları kullanarak eriştikleri mutlak hakimiyet pozisyonunda, bu konumlarını kaybetmemek için kendilerine çok kuvvetli bir araca başvurdular: Medeniyet.

İnsanlık tarihinin neredeyse tüm acılarının müsebbibi olarak da addedebileceğimiz bu kavram, bazılarına göre ise insanlığın en güzel eserlerinin üreticisidir. Kentleşme ve dolayısıyla hiyerarşi ile rekabetin beraberinde gelen medeniyet unutulmamalıdır ki kölelik düzeni üzerine kuruludur.

Zaten yirminci yüzyılın sonunda ve yirmi birinci yüzyılın başında sözde sosyalist post-modern akademik camianın durmadan, yorulmadan, yılmadan eleştirdiği Samuel Huntington da zamanında Fukuyama’ya zıt olarak “Tarih’in bitmediğini, ancak bir parantezden (Soğuk Savaş) sonra eski fay hatlarının yine kırılmaya başladığını” söylemişti. Son otuz yıl içinde Balkanlardan Bangladeş’e kadar çoğu yerde haklı çıktı…

Yanlış anlamayın, Huntington ve onun çizgisini devam ettirenler hiç de masum insanlar değil ve bu söylemi şekillendirmelerinin bir nedeni var; bu da çağdaş devletin içinde olduğu kriz.

Evet çağdaş devlet krizde. Zaten her zaman krizde. Krizde olmayan devlet zaten çöker. Zira devletin var olma sebebi tahayyül edilen bir krizdir. Söylenen ama görülmeyen bir düzensizliğin içinden doğduğu söylenen devlet, bireylerin kendileri özgür düşünme hakları geliştirdiği müddetçe zayıflamaya devam ediyor.

Devlet için kriz Soğuk Savaş bitince tam anlamıyla başladı. Rakibin biri pes edince öteki tam anlamıyla kazanmadı, çünkü ortada aslında kazanılacak bir şey yoktu.

On dokuzuncu yüzyıl İmparatorluklar çağıydı, yirminci yüzyıl ulus-devletlerin çağı olacaktı. İkinci Dünya Savaşı ve ertesinde oluşan küresel düzen bu projenin ölü doğmasına neden oldu. Birleşmiş Milletler, Nato ve Avrupa Birliği gibi işe yaramaz uluslararası kuruluşlar ulus-devletlerden oluşan birleşmiş bir kapitalist dünya projelerini gerçekleştiremediler.

Çözüm: Ulus-Devlet Öncesine Dönmek. İşte Bu da Medeniyet-Devlet Demek

Financial Times’taki yazısında Gideon Rachman 21. yüzyılda “ulus-devlet”in yerini alacak medeniyet-devlet için şöyle bir tanım yapıyor: “sadece tarihi bir bölgeyi, tek bir dili veya bir etnik grubu değil ama kendine münhasır bir medeniyeti temsil ettiğini iddia eden bir devlet”. Peki listesinde kimler mi var? Hindistan, Çin, Rusya, Amerika ve Türkiye.

Yaşadığımız coğrafyada bu medeniyet-devlet deneyiminin ne demek olduğunu zaten her gün sokakta hissediyoruz. Özgürlükten, adaletten muaf, dışlayıcı bir düzen.

“Çin Hükmettiğinde Dünyayı Neler Bekliyor?” adlı kitabın yazarı Martin Jacques “civilization-state” olarak damgaladığı medeniyet-devlet fikrini Çin üzerinden şekillendiriyor. Burada öne çıkan en önemli husus halkın birliği ve hükümetle olan yüksek birleşmeleri. Örneğin Batı’da hükümetin belli bir mesafede tutulmasından yana bir gelenek varken Çin’deki anlayış çok daha değişik. Hükümet Çinliler için aile reisi ile eş anlamlı. Bu Batı ile Doğu arasında bulunan devlet-toplum ilişkisindeki kültürel farklardan kaynaklanıyor… Diyor Jacques…

Peki bu neden önemli?

Devletlerin dönüşüm süreçlerinde sözde meşru şiddet uygulamalarına maruz kalanlar her daim en başta azınlık olarak addedilen halklar ve muhalif entelektüeller olmuşlardır.

Bu coğrafya Dünya’nın, “İnsan”ın tarihine şahit. Yazı-öncesinden beri gelip giden her düzeni gördü. Asıl gerçekliğin “değişim” olduğunu söyleyen, düşünüp yazıp çizen onca insan büyüttü. Asur’u, Babil’i, Hitit’i, Helen’i, Roma’yı, Osmanlı’yı ve nicelerini gördü.

İmparatorluk çağında, on dokuzuncu yüzyılda, “Almanlar kaybetti diye kaybettik” diye yalan anlatılan savaşa girmeden daha, ulus-devlet projesi hazırlanıyordu yavaştan. Savaş sonrası her şey değişti; imparatorluktu, medeniyetti bertaraf edildi, sade Türk sade Batı denildi. “Halk”a zorla yaşatılan bir dolu travmadan sonra da Soğuk Savaş daha son demlerine gelmek üzereyken yeni istikamet belliydi. En iyisi ne Türk ne Batı’ydı, istikamet Müslüman ve Doğu’ydu.

Siyasetçiler aktör gibidirler, onlara verdiğiniz giysiyi giyer, eline tutuşturduğunuz kağıdı okur ve yön verdiğiniz şekilde hareket ederler. Medeniyet-devlet de günümüz siyasetçilerine verilen yeni araç. Onlar bunu çok güzel bir şekilde sahneliyorlar. Ama gerçek şu ki piyesleri ancak biz istekli bir şekilde paramızı gülümseyerek ödeyip onları hayranlıkla izlediğimiz sürece etkili.

Eğer biz kim olduğumuzu bilirsek ne Medeniyet’in ne de Devlet’in, ancak insanın ve evrensel kardeşliğin gerçek olduğunu biliriz.

Murat Devres

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.

The post Niyet Yine Devlet: Medeniyet Devlet – Murat Devres appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/13/niyet-yine-devlet-medeniyet-devlet-murat-devres/feed/ 0
AKP’ye Karşı Kaç AKP – Emrah Tekin https://meydan1.org/2019/06/13/akpye-karsi-kac-akp-emrah-tekin/ https://meydan1.org/2019/06/13/akpye-karsi-kac-akp-emrah-tekin/#respond Thu, 13 Jun 2019 06:27:41 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/13/akpye-karsi-kac-akp-emrah-tekin/ İktidarda 17 yılı geride bırakan AKP, 2017 Referandumu ve 24 Haziran 2018 seçimleri sonrası belirginleştirdiği, “ilerlemeden, pedal çevirerek ayakta kalma” politikasını sürdürüyor. 31 Mart seçimlerinde gerçekleşen ciddi oy kayıpları ve kendi içinde yaşadığı gizlenemez çatlaklar, AKP’nin esas olarak Gezi Direnişi ile açığa çıkan, sandığa yansımasını ise 7 Haziran 2015’te somutlaştıran, ancak daha uzunca bir zamana […]

The post AKP’ye Karşı Kaç AKP – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

İktidarda 17 yılı geride bırakan AKP, 2017 Referandumu ve 24 Haziran 2018 seçimleri sonrası belirginleştirdiği, “ilerlemeden, pedal çevirerek ayakta kalma” politikasını sürdürüyor. 31 Mart seçimlerinde gerçekleşen ciddi oy kayıpları ve kendi içinde yaşadığı gizlenemez çatlaklar, AKP’nin esas olarak Gezi Direnişi ile açığa çıkan, sandığa yansımasını ise 7 Haziran 2015’te somutlaştıran, ancak daha uzunca bir zamana yayılması muhtemel düşüşünün belirtilerinden bazıları olarak öne çıkıyor. Erdoğan’ın “partili cumhurbaşkanlığı” sıfatını almasıyla, uzunca bir süredir bir siyasi parti olmaktan çok, tek adamın seçim ve bazı siyasi faaliyetlerini yürüten bir aparat işlevi gören AKP’de Davutoğlu ile Gül-Babacan kulvarlarında 23 Haziran seçimi sonrası yaşanma ihtimali yüksek hareketlilik, iktidar partisinde bahse konu çatlağın gizlenemezliğini ispatlıyor.

Devletin “parti” kanadında bunlar yaşanırken, 24 Haziran 2018 sonrası ortaya çıkan yeni rejim mimarisinin en tepesini oluşturan “başkanlık” makamında ise bazı “vitrin değişiklikleri” göze çarpıyor. Bu değişiklikle, AKP’nin kuruluşunda yer almış, bakanlık yapmış ve kilit görevlerde bulunmuş bazı “ağır toplar” devlet bankalarının yönetimine ve Cumhurbaşkanlığı bünyesinde yeni oluşturulan Yüksek İstişare Kurulu üyeliğine getirildi. Bu atamalara, genel olarak, “siyasi rüşvet” şeklinde yapılan peşin yorumlardaki kısmi haklılık payı saklı tutulmakla birlikte, AKP döneminde, şirketlerin yanı sıra farklı rant ve sermaye çevreleriyle geliştirdiği ilişkilerle “siyasetin kasası” haline gelen devlet bankaları Halkbank, Vakıfbank ve Ziraat Bankası’nın, inşa edilmeye çalışılan yeni rejimdeki önemli rolü gözden kaçırılmamalı. Söz konusu bankaların, 24 Haziran seçimleri sonrası başında Berat Albayrak’ın bulunduğu Hazine ve Maliye Bakanlığı’na bağlanması ve Albayrak’ın da Pelikancılarla olan malum ilişkisi yeni görevlendirmelerde, kritik zamanlarda ortaya çıkan bu “gizemli kliğin” rolünü akıllara getiriyor.

Atamalardaki diğer adres olan Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu’nun (YİK) ise AKP ve Erdoğan’ın ideolojik olarak yaslandığı Necip Fazıl’ın, Başyücelik Devleti tahayyülündeki yüksek devlet organı “Başyüceler Şurası’na” benzerliği, AKP’nin aynı zamanda bir semboller ve tarihsel göndermeler partisi olduğu göz önüne alındığında dikkat çekici. Gerek bankalara, gerekse de YİK’e ataması yapılan isimler arasında bir dönem ANAP üzerinden merkez sağ ile yolları kesişmiş Abdülkadir Aksu’nun yanı sıra, Bülent Arınç, Faruk Çelik, Mehmet Ali Şahin, Cemil Çiçek gibi, AKP’de kuruluş dönemini çağrıştıran ve daha ötesi muhafazakar kimlikleri ağır basan siyasetçilerin olduğu görülüyor. Ardında Erdoğan’ın bulunduğunun su götürmez bir gerçek olduğu bu yeni görevlendirmelerin, bu yanıyla çözülme emareleri gösteren AKP tabanına yönelik “birlik ve dirlik” mesajı olduğu açık.

Diğer yandan söz konusu görevlendirmelerle atanan isimlerin zaman zaman birlikte anıldığı Davutoğlu ile Gül-Babacan eksenlerine kayışlarının önünün alınmasının amaçlandığı söylenebilir. Bu atamalar aynı zamanda -atanan isimlerin- AKP ve sağ muhafazakar cenahtaki ağırlıkları nedeniyle, uzun zamandır yalnızlaştığı şeklinde yorumlara muhatap olan Erdoğan için yeni bir güç tahkimi anlamını da taşıyor. Böylelikle Erdoğan, bir süre önce ortaya attığı ancak yeterince ilgi görmeyen “Türkiye İttifakı” stratejisine AKP ve çeperindeki sağ seçmen bazında karşılık almış izlenimi verirken, partinin kuruluş dönemine atıfla “istişare eden ve edilen lider” imajına da sahip olacak. AKP’nin fabrika ayarlarına geri dönmesi olarak formüle edilen bu beklentinin, 31 Mart’ta “safları terk eden” küskün AKP seçmeninde güçlü olduğu ve bu seçmeni geri kazanmak için önümüzde Erdoğan için hayati önem taşıyan bir 23 Haziran olduğu unutulmamalı.

“Türkiye İttifakı’ndan” söz açılmışken bu söylem üzerinden kısa bir gerilim yaşanan Devlet Bahçeli ve MHP’ye, dolayısıyla, “pazara kadar değil mezara kadar” ömür biçilen, ancak bir seçim pazarı sonrası bitmesi muhtemel Cumhur İttifakı’nın, söz konusu atamalarla ilişkisine de bakılmalı. Bu anlamda, yeni görevlendirilen isimlerin, geçmişte MHP ile yaşadığı kimi gerilimler de akılda tutularak, Cumhur İttifakı’nın “paralel bileşenleri” olma vasfıyla, Bahçeli’yi dengelemesinin düşünüldüğü söylenebilir. Ancak söz konusu siyasetçilerin döneme ve koşullara göre konumlanma “yetenekleri” hatırlandığında bu beklentinin karşısında büyük bir soru işareti beliriyor. Bu anlamda MHP, Cumhur İttifakı dolayımıyla bir oy rezervi olmaktan çok, AKP’yi sınırlayan bir siyasi özne olma özelliğini sürdürecek gibi görünüyor.

Erdoğan ve AKP’nin bankacılık bürokrasisi ve Cumhurbaşkanlığı teşkilatlarına yaptığı bu atamaların, iktidarının istikbali açısından ne getirip götüreceğini az çok kestirebilmek için önümüzde üç önemli dönemeç var. Birincisi malum 23 Haziran seçimlerinde -sonuçlarının tanınıp tanınmamasından bağımsız- alınacak sonuç… Diğeri ABD-Rusya arasında “denge siyaseti” adı altındaki pragmatizmin geldiği sınırda muhatap olunacak ABD yaptırımlarının ekonomik sonuçları… Bir diğeri ise hem muhafazakar, hem de merkez sağ seçmende yeni bir yönelim oluşturması muhtemel, Davutoğlu ve Gül-Babacan çevrelerinin sonbahara doğru yapmaya hazırlandıkları çıkış… Ancak, “atama hamlesinin” figürlerinden Bülent Arınç’ın, gayet uluorta biçimde “partili cumhurbaşkanlığını” tartışmaya açan sözleri, iktidar açısından hem bu dönemeçlere, hem de “inşa sürecindeki” rejime giden yolun dikenlerle dolu olduğunu gösteriyor.

Emrah Tekin

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.

The post AKP’ye Karşı Kaç AKP – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/13/akpye-karsi-kac-akp-emrah-tekin/feed/ 0
Devir Düşünceden Tasarruf Devri! – Özlem Arkun https://meydan1.org/2019/04/17/devir-dusunceden-tasarruf-devri-ozlem-arkun/ https://meydan1.org/2019/04/17/devir-dusunceden-tasarruf-devri-ozlem-arkun/#respond Wed, 17 Apr 2019 19:59:46 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/17/devir-dusunceden-tasarruf-devri-ozlem-arkun/ Biz nerede yanlış yaptık? 90’lı yıllarda televizyonda, bir masa etrafında “tartışan” karşıt görüşlü insanları saatlerce dinlediğimiz programlar izlediğimizi hatırlıyorum. Bu programları gecenin körüne kadar izleyip ertesi gün ise kendi gündelik tartışmalarında devam ettiren insanlara da defalarca rastladım. Bu programlar dışında da bilgi yarışmaları, hafıza oyunları gibi akıl oyunlarını içeren eğlence programlarını ya da hicveden bir […]

The post Devir Düşünceden Tasarruf Devri! – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Gazeteciler hastane başhekimi Fahri Celal Göktulga’ya, bu heykelin bir akıl hastanesinin bahçesinde bulunmasının neyi ifade ettiğini sorarlar. Göktulga yarı şaka yarı ciddi gülümseyerek “Hastane dışındakilerinin durumu içeridekilerden daha kötü,bu heykel onların durumu ne olacak diye düşünüyor” şeklinde soruyu cevaplar.

Biz nerede yanlış yaptık?

90’lı yıllarda televizyonda, bir masa etrafında “tartışan” karşıt görüşlü insanları saatlerce dinlediğimiz programlar izlediğimizi hatırlıyorum. Bu programları gecenin körüne kadar izleyip ertesi gün ise kendi gündelik tartışmalarında devam ettiren insanlara da defalarca rastladım. Bu programlar dışında da bilgi yarışmaları, hafıza oyunları gibi akıl oyunlarını içeren eğlence programlarını ya da hicveden bir üslupla güncel siyaset eleştirisi yapan güldürü programları izlerdik. Geçmişe nostalji yaparak geçen günleri “uzak güzel günler olarak hatırlamak niyetinde değilim”; keza o günlerde de Diyarbakır’da, Siirt’te yaşananları izlemezdik televizyonlarda. Sadece satır arasında “…terörist etkisiz hale getirildi” gibi cümlelere yer vardı. Hatta izlediğimiz tartışmalar çoğu zaman, esas meseleyi görünmez kılmak için yapılan birer manipülasyon ya da her şey “özgürce” tartışılıyor izlenimini yaratan birer illüzyondu aslında. Ne var ki bugüne geldiğimizde televizyon dünyasının da değişen siyasi ve güncel hayata göre farklı bir şekil aldığını söylemek zor değil. O günlerde izlediğimiz tiyatro, bugün daha da sığ bir hale gelmiş durumda.

Televizyon kanallarının hepsinde birbirini tekrar eden konuşmaları başka başka suretlerden dinliyoruz. Bütün kanallarda ya bir “aynen hocam aynen” monoloğu hakim, ya da birbirine düşmanmış gibi rekabet eden yarışma programları… Televizyonda durum böyleyken, sosyal medyada da çok farklı değil. Birbirine tahammülü olmayan gruplar paylaşımların altındaki yorumlarda bir kör dövüşündeymiş gibi birbirine fütursuzca saldırıyor. Kürt, alevi, laik, müslüman… diye diye ayrımcılık gittikçe daha da artıyor ve keskinleşen sosyal ayrımlarla farklı olana tahammül de giderek azalıyor.

Bütün bu sosyal gerçekliğin ortaya çıkmasında var olan siyasal gerçekliğin ya da medyanın gücünün etkisi tartışılmaz elbette. Ama şimdilik biz var olan bu gerçekliği bir kenara koyarak şu soruyu soralım: Bu toplumdaki her bir öznenin, bizzat bu gerçekliğin yaratılmasındaki rolü nereye denk düşmektedir?

Sosyal sınıflara ya da bu kategorizasyona ne kadar uyum sağlıyoruz? Bu noktada acaba belli sınıflara dair kalıpyargılarımız, kendi kendini gerçekleştiren kehanet gibi, düşüncemizde haklı çıkmamıza neden oluyor olabilir mi? Ya da bazı konularda çok şey bilmediğimiz halde, bilmediğimizi bilmiyor olabilir miyiz? Belki televizyonda ya da sosyal medyada üretilen gerçekliği, kendi gerçekliğimizi yerine koyuyor olabilir miyiz? Her gün içine girdiğimiz koşturmacada, her şeye kafa yoramayacağımız düşüncesiyle kendimizi akışa bırakıyor olabilir miyiz? Peki durum böyleyse bu noktada bize düşen sorumluluk nedir?

“Hiçbir şey demeseydim de…?”

Kahin: “Vazoyu dert etme…”

Neo: (etrafına bakınarak) Hangi vazo? (bu sırada bakınırken çarptığı vazo düşerek kırılır.) Çok üzgünüm.

Kahin: “Sana dert etmemeni söylemiştim, çocuklarımdan birine yaptırırım.

Neo: Bunu nereden bildin?

Kahin: Asıl soru şu, hiçbir şey demeseydim de vazoyu kıracak mıydın?

(Matrix I)

Pygmalion’dan Oidipus’a, Matrix’e kadar edebiyatta, sinemada, psikolojide, sosyolojide kendini gerçekleştiren kehanet kavramına ya da bu kavramın farklı tanımlamalarına rastlayabiliriz. 1948 yılında bir toplum bilimci olan Robert Merton bu kavramı, temel beklenti etkisi olarak ele almıştır. Temel beklenti etkisi ya da kendini gerçekleştiren kehanet aslında oldukça yaygın olarak işleyen bir süreçtir.

İnsan beyni durmaksızın bir bilgi akışına maruz kalır, bu noktada bu uyaranları işlemek için kestirme yollar seçer, bilgileri sınıflandırır, kategorize eder ve bu noktada “bilişsel cimrilik”, zihinsel bir enerji tasarrufu sağlar. Şeyleri gruplara ayırmak işimizi kolaylaştırır. Örneğin kalemleri renkli kalemler, siyah kalemler ya da tükenmez veyahut kurşun gibi ayırarak tasarruf sağlamanın kimseye zararı olmayacaktır. Peki aynı sınıflandırmayı sosyal gruplar için yaptığımızda? Kürtler, aleviler, müslümanlar ya da laikler gibi?

Bilişsel cimrilik, önyargılar ve kategorizasyonla başlar. Bu sınıflandırmalarla aynı “kategoride” olan durumlar için belli davranış beklentileri oluşur. Ve bu beklentilere uygun her davranış beklentinin ispatı olarak görülürken, beklentiyi doğrulamayan davranışlar “istisna” olarak değerlendirilerek görmezden gelinecektir. Böylece bu kısır döngü çoğu zaman kendi sosyal sınıfına atfedilen beklentilere maruz kalan kişinin, kendinden beklenen davranışı gerçekleştirmesini de beraberinde getirecek.

Bu duruma ilişkin olumlu bir örnek olarak psikologlar Robert Rosenthal ve Lenore Jacobson tarafından yürütülen bir araştırmaya göz atabiliriz. Bir ilkokulda çocuklara IQ testi yapılmış ve bu öğrencilerden birkaçı rastgele seçilerek, öğretmenlerine bu çocukların “gelecek vaadeden çocuklar” olduğu söylenmiştir. Oysa seçilen öğrencilerle diğerleri arasında zeka açısından fark yoktur. Bu testin üzerinden bir yıl geçtikten sonra çocukların IQ seviyeleri tekrar ölçülmüş ve “gelecek vaat ettiği” söylenen çocukların, şaşırtıcı bir şekilde diğerlerinden daha yüksek düzeyde bir ilerleme kaydettiği gözlenmiştir. Öğretmenlerin bu gruplara dair belirli beklentilerin etkisine girmesi, çocuklara beden dili ya da sözel olarak bir şekilde yansımış ve öğrencilerin başarılarına, motivasyonlarına ve zeka düzeylerine etki etmiştir.

Diğer taraftan bu bilişsel cimrilik, sınıflandırma ve kategorize etmenin bir sonucu olarak kalıpyargıların ortaya çıkmasının da yaygınlaşmasının da birçok kalıpyargının gerçeğe dönüşmesinde ve ayrımcılığın hayata geçmesinde önemli rol oynar.

1973 yılında yapılan klasik bir araştırmada Pamela C. Rubovits ve Martin L. Maehr, birçok beyaz tenli öğretmenin alt sınıftan gelen siyah tenli çocuklardan daha düşük bir akademik başarı beklediğini ortaya koymuştur. Deneye katılan 66 beyaz tenli öğretmen, iki siyah ve iki beyaz tenli çocuktan oluşan dört kişilik gruplarla ders yapmışlar ve bu gruplardaki öğretmen davranışları, dikkat yöneltme, düzeltme, cesaretlendirme, reddetme, övme, eleştirme oranları açısından kaydedilmiştir. Sonuç olarak beyaz tenli öğrencilere dikkatin daha çok yöneltildiği, siyah tenli öğrencilerin ise daha az övülüp, yüreklendirildiği, yanıtlarının daha fazla reddedildiği ve daha çok eleştirildiği gözlemlenmiştir.

Bu araştırmalarda karşılaştığımız bu durumlarda kişilerin beklentilerinin karşısında hangi davranışların ya da ne gibi durumların ortaya çıktığına baktığımızda, kalıpyargıların ya da kehanetin kendini nasıl tekrar ürettiğini açıkça görebiliyoruz ama gündelik yaşamlarımızda beynimiz her şeyi sınıflandırmaya, gruplandırmaya ya da bilişsel bir enerji tasarrufuna gittiği sürece bunu fark edebiliyor muyuz? Ya da bilmediğimizi biliyor muyuz?

Bilmediğini bilmemek: Dunning Kruger Etkisi

Beynimizin bilişsel tasarruf yapmak için uyaranları kategorize etmesi yetmezmiş gibi bu durumun farkında olmayışımız da kendimize aşırı güvenmemize neden olabilir. Cahil cesareti olarak da tariflenen bu durum en alçakgönüllü ifadesiyle bilmediğinin farkında olmamak; bu nedenle çok doğru, çok haklı, çok bilgili olduğunu sanıyor olmak denebilir.

Bu doğrultuda Justin Kruger ve David Dunning’in Cornell Üniversitesi’ndeki öğrenciler arasında yürüttükleri çalışmayı kısaca özetleyecek olursak; öğrencilere bir test yapılır ve klasik “nasıl geçti” sorusu sorularak, kendi performanslarını değerlendirmeleri istenir. Bu değerlendirmeleri inceleyen Kruger ve Dunning’in karşılaştığı tablo şöyledir: Soruların yüzde onuna bile yanıt veremeyenlerin kendine güvenleri müthiştir, testin %60’ına yanıt verdiklerini düşünürler. Soruların yüzde doksanını yanıtlayanlar ise en alçak gönüllü deneklerdir, soruların yüzde yetmişini yanıtladıklarını düşünürler.

Dunning-Kruger etkisi ya da cahil cesareti aslında bir paradoksu içinde barındırıyor. Öğrencilerin başarı düzeyi arttıkça kendi başarıları hakkında daha alçak gönüllü ve mütevazı olması ya da deneyim ve bilgi sahibi olmayanların, kendileri hakkında gerçek dışı bir özgüvene sahip olması belli noktalarda tam ters bir etki yaratabiliyor. Örneğin farklı çalışma ortamlarında deneyim ve bilgi açısından yetersiz olan biri ön plana çıkabilirken, birikim ve beceri sahibi olan kişi mütevazı davranarak keşfedilmeyi bekleyebiliyor. Bu durum kişinin “yeterince girişken” olmamasıyla açıklanmaya çalışılabiliyor ya da en çok “bağıran” en doğru sayılabiliyor…

Ya bildiğimiz gibi değilse?

1979 yılında tütün ve sigara şirketlerinin, sigara karşıtı kampanyaların etkisini azaltmak amacıyla hazırladıkları gizli bir talimat ortaya çıktı. 1969 yılında bir tütün şirketinin kaleme aldığı bu belgede tütün şirketlerinin sigara karşıtı kampanyalarla başa çıkmak için kullandığı taktiklere yer veriliyordu. Bu taktiklerden biri şu şekilde belirtilmişti: “Genel kamuoyunun kafasındaki olgusal gerçeklerle başa çıkmanın ve bu konuda ihtilaf yaratmanın en iyi yolu şüphe yaratmaktır.”

Bu belgelerin ortaya çıkması üzerine Stanford Üniversitesi’nden bilim tarihçisi Robert Proctor, tütün şirketlerinin kafa karıştırma yöntemlerini araştırmaya başladı ve “agnotoloji” kavramını ortaya attı. Bu kavram, bir çıkar sağlamak için kasıtlı olarak kafa karıştırmak ya da yalan bilgi yaymak anlamına geliyor; bilgisizlik yayma bilimi diye de kullanılabilir.

Bilginin siyasi ya da ticari çıkarlar için güçlü kurumlar tarafından çarpıtılıyor olması da bunun bir parçası. Proctor, siyasi ve felsefi konularda insanların bilgisinin çoğu zaman inanca, geleneğe ve daha çok propagandaya dayalı olduğunu belirtiyor. Yani bilginin erişilebilir olması, o bilgiye ulaşıldığı anlamına gelmez.

Zamanımızın Bariz bir Özelliği: “Düşünce Yoksunluğu”

“Bana öyle geliyor ki düşünce yoksunluğu -gaflet içindeki bir umursamazlık ya da dumura uğramış bir zihin ya da koflaşmış “hakikatler”i tasasızca tekerrür eden bu hal- zamanımızın en bariz özellikleri arasındadır. O nedenle önerdiğim şey aslında çok basittir: Hiç bir şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir.”

(Hannah Arendt, İnsanlık Durumu)

“Düşünce yoksunluğu… Zamanımızın en bariz özellikleri arasındadır.” diyor Arendt 1958 yılında. İkinci dünya savaşı sonrasında Eichmann davasını Kudüs’te izlerken, bir taraftan kişinin sadece kendine söyleneni yapan ve bunu yaparken de kendini kendi eylemlerinden sorumlu görmemesini sorguluyordu Arendt. O’na göre Eichmann’ın en büyük suçu düşünmemesiydi. “Asıl sorun tam da Eichmann gibi onlarca insanın olmasından, onlarcasının ne sapık ne de sadist olmasından; ne yazık ki hepsinin eskiden de şimdi de dehşet verici bir biçimde normal olmasından kaynaklanıyordu” diyordu. Kötülük gittikçe sıradanlaşıyor, normalleşiyordu.

Aradan geçen zaman Arendt’i haklı çıkarmaya devam ediyor. Düşünce yoksunluğu bizim de zamanımızın en bariz özellikleri arasında olmaya devam ediyor. Belki daha da yakıcı bir şekilde. Arendt’in bahsettiği insanlık durumunun tam içine düştüğümüz bir noktadayız belki.

Belki bu yüzden artık cimrilik yapmayı, tasarruf etmeyi bir kenara koyup gerçekten yaptıklarımızı düşünmenin zamanıdır.

Gündelik hayatlarımızda tekrarlayan hareketlerimiz, sorgulamadığımız alışkanlıklarımız, ilişki biçimlerimiz, yaptığımız ya da yapmaya korktuğumuz eylemler, bizi hangi noktaya getiriyor?

Sistemin genel kabullerine göre planladığımız hayatlarımız bizi olmak istediğimiz kişi olmaktan uzaklaştırıyor mu?

Kalıpyargıların yeniden yeniden üretildiği bu noktada, her gün bu kalıpyargıların kendini gerçekleştirdiğini ya da bu noktada sorumluluğun hangi noktada olduğunu görmezden gelebilir miyiz?

Bilmediğimizi bilmediğimizin farkında olmayarak, aslında bildiğimizi sandığımız şeylerin de birilerinin siyasi, ticari çıkarları paralelinde bize doğru olarak sunulduğunu yok sayabilir miyiz?

Ya da doğru bildiğimizi şaşırmamız için kafamızın karıştırıldığını, aklımızla dalga geçildiğini bile bile bu yalanlara inanmaya devam edebilir miyiz?

“Bu işler öyle kolay değil!” sesleri arasında belki el yordamıyla doğru bildiğimizi yapmanın, korka korka eylemenin cesaretiyle, davranmaya “cesaret” edebilir miyiz?

İçinde bulunduğumuz durumlarda kehanetlerin/beklentilerin mağduru olduğumuz söylemini bir kenara bırakarak kendi beklentilerimize göre hareket edebilir miyiz?

Belki de “iyi düşünelim iyi olsun” sığlığını bir kenara bırakıp kendi eylemlerimizi, sorumluluklarımızı ya da siyasi kapasitemizi yeniden düşünmemizin zamanı şimdi, şu andadır.

Özlem Arkun

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Devir Düşünceden Tasarruf Devri! – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/17/devir-dusunceden-tasarruf-devri-ozlem-arkun/feed/ 0
Seçimler Üzerine https://meydan1.org/2019/04/15/secimler-uzerine/ https://meydan1.org/2019/04/15/secimler-uzerine/#respond Mon, 15 Apr 2019 12:29:59 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/15/secimler-uzerine/ İki aylık süre boyunca her meselenin yerel seçimlerle beraber değerlendirildiği, siyasete propaganda malzemesi edildiği yerel seçim sürecini geride bıraktık. Bu yerel seçimlerin, yerellikten uzak ve genel seçim gibi geçeceğinin bilindiği bir ortamda belediye seçimleri gerçekleşti. Seçim gündeminin ana figürleri bu iki aylık süre boyunca, belki de genel seçimlerde olmadıkları kadar çok göründü, konuştu, propaganda yaptı. […]

The post Seçimler Üzerine appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

İki aylık süre boyunca her meselenin yerel seçimlerle beraber değerlendirildiği, siyasete propaganda malzemesi edildiği yerel seçim sürecini geride bıraktık. Bu yerel seçimlerin, yerellikten uzak ve genel seçim gibi geçeceğinin bilindiği bir ortamda belediye seçimleri gerçekleşti. Seçim gündeminin ana figürleri bu iki aylık süre boyunca, belki de genel seçimlerde olmadıkları kadar çok göründü, konuştu, propaganda yaptı.

31 Mart günü yapılan oylama, 24 Haziran sonrası başlayan başkanlık sisteminde gerçekleşen ilk seçimdi. Bu süre zarfında merkezin siyasal figürü olan ama yerelle bağlarını “muhtarlar toplantısı” gibi toplantılarla besleyen Tayyip Erdoğan, devlet iktidarının yüzü olarak süreç boyunca en çok görünen figürdü. Bu durum, bundan sonraki yerel seçimlerin de benzer bir şekilde genel seçim havasında geçeceğinin açık göstergesiydi.

Bu süreçte bu kadar belirgin aktör olması, yerel seçimleri varolan anlamının çok daha ötesine taşıdı. Bu anlam taşması, yerel seçim sürecinin bir türlü bitmemesinin sebepleri içerisinde yer alıyor.

Bitemeyen Seçimler

Her ne kadar fiili olarak seçim süreci geride bırakılsa da, özellikle İstanbul’da seçim sonuçlarına AKP’nin yaptığı itirazlar ve oyların yeniden sayım aşamasının sonuna gelinmedi. Yerel seçimlerin bir türlü bitememe durumu, seçimin taşıdığı politik anlamlarla ilişkili. AKP daha önce Gezi İsyanı sonrası yapılan ilk seçim olan 30 Mart 2014’te başlattığı, esas olarak ise başkanlık sistemine geçiş için parlamentoda anayasayı değiştirme çoğunluğunu işaret eden “400 vekili verin” söylemiyle 7 Haziran 2015 seçimlerinde belirginleştirdiği, seçimleri iktidarının oylandığı/onaylandığı referandumlara dönüştürme fiilini 31 Mart’ta da sürdürdü. Kaldı ki 31 Mart seçimlerinin başkanlık sistemine geçiş sonrası ilk seçim olması, kendi doğalında, bir referandum havası yaratmaya yetti.

AKP-MHP koalisyonuyla oluşan Cumhur İttifakı’nın seçim süresince muhalefete yönelik karalama kampanyaları ve devletin bekası vurgusu; seçimler öncesinde özellikle ekonomik krizle ilişkili olmak üzere yaşanan toplumsal rahatsızlığın farkında olunduğunun ve bu rahatsızlığın daha öncelerde olduğu gibi milliyetçi-muhafazakar retorikle aşılma stratejisinin işletildiğinin en açık göstergesiydi. Özellikle “savaş siyaseti”nin olumlu geri dönüşünü 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra fazlasıyla alan AKP, 7 Haziran seçimlerinden bu yana işlettiği stratejisini bu seçimlerde de sürdürmeye çalıştı.

Tabi ki bu strateji sadece söylemsel düzeyde değildi. Yine aynı şekilde 7 Haziran seçimlerinden bu yana sürdürdüğü OHALvari uygulamalar, devlet kurumlarını elinde bulundurmanın avantajından yararlanarak seçim öncesinde tutukladığı, adaylığını iptal ettiği, iptal etmekle tehdit ettiği, itibarsızlaştırmaya çalıştığı muhalefet karşıtı stratejisini bu seçimlerde de işletmekten geri kalmadı. “Düşman” ve “terörist” söylemleriyle, kendisi gibi siyasal gerçekliğin içinde bulunan partileri ve politikacıları siyasal alanın dışına itmeye çalıştı.

Ancak siyasal iktidar, şu ana kadar (seçimden bir hafta sonrasına kadar), İstanbul ve Ankara dahil olmak üzere büyük şehirlerde istediği başarıyı elde edemedi. Adana ve Antalya gibi şehirlerin dışında birçok büyükşehir ve belediye ya ittifak ortağı MHP’ye ya da CHP’ye geçti.

Belediyelerde Başkanlık Sistemi

Seçimlerde kim kazandı sorusuna doğrudan verilebilir bir cevap olmamasına karşın, MHP’nin ittifaktan yana karlı çıktığı sonucu çıkarılabilir. Manisa Büyükşehir, Iğdır, Osmaniye, Bartın, Erzincan, Karaman, Amasya, Çankırı, Kastamonu, Karabük, Kütahya ve Bayburt’ta MHP  adayları kazandı. Seçimlerin hemen ertesinde Devlet Bahçeli’nin belediye başkanlığı sistemine yönelik değişiklik önerisiyse akılları karıştırdı. Bir önceki yerel seçimlere göre daha fazla şehirde kazanan MHP’nin, bu yeni olumlu tablodan yola çıkarak yerel seçimlerin şeklini değiştirme önerisi çok tartışılmadan gündemden düştü. Devlet Bahçeli, Büyükşehir ve merkezleri kazanan belediye başkanlarının, diğer ilçe belediyelerindeki başkanları belirlediği bir sistem önerdi. İlçe belediyelerinin atanmasına dayanacak bu sistemin, MHP’nin şu anki pozisyonuna yarıyor olduğu düşünülse bile, ittifak ortağı olan AKP’nin -özellikle Ankara ve İstanbul’da içinde bulunduğu durumda- bu öneriyi onaylamayacağı bir gerçek.

Özellikle Tayyip Erdoğan’ın seçim gecesi Ankara’da gerçekleştirmiş olduğu balkon konuşmasında yaptığı “büyükşehir belediyelerinin CHP’nin elinde olmasına rağmen ilçelerin AKP’nin olduğu” vurgusu aslında bu öneriyle taban tabana zıttı. Bahçeli’nin ve MHP’nin bu önerisinin ne anlama geldiği şimdilik meçhul!

Olmadı Baştan Say!

Seçim sonuçlarının açıklandığı süre içerisinde CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu’na verilen oylarla AKP adayı Binalı Yıldırım’a verilen oylar arasındaki farkın kapandığı anlarda Anadolu Ajansı’nda veri girişinin olmamasının gündem edilmesiyle başladı aslında İstanbul’daki başkanlık tartışmaları.

Seçimin ertesi günü sabahına kadar, alınan veriler noktasında belirsizlik sürdü. Bu belirsizliğin kaynağı Anadolu Ajansı’ndan bir süre sonra Yüksek Seçim Kurulu’na geçti. YSK açıklamalarının öncesinde önce Binalı Yıldırım bir teşekkür konuşması yaptı.

Muhalefetin adayı İmamoğlu, her 2-3 saatte bir basın toplantısı düzenledi, elindeki verilerin kendi lehine olduğunu açıkladı. Bu açıklamalar sırasında AKP İl Başkanı’nın açıklamaları ve Tayyip Erdoğan’ın balkon konuşması gerçekleşti. Erdoğan’ın balkon konuşmasında açık açık “kazandık” vurgusu yapmaması, İmamoğlu’nun verilerini daha inanılası kıldı. Keza YSK ertesi gün İmamoğlu lehine bir oy tablosu açıkladı.

Bütün bunlara rağmen, seçim sonuçlarına ilişkin olumsuz bir durum olduğunun iddiasıyla oyların tekrar sayımı meselesi gündeme geldi. AKP İstanbul’daki 15 ilçede geçersiz oyların, 1 ilçede de tüm oyların sayılması talebiyle Yüksek Seçim Kurulu’na başvurdu.

Geçersiz oyların tamamının baştan sayılması sonrası aradaki farkın İmamoğlu lehine 14-15 bin bandında kalması, AKP’yi yeni bir hamle yapmaya itti. İstanbul genelinde kullanılan tüm oyların yeniden sayılması yönündeki bu itiraz hamlesinin YSK’den dönmesi üzerine ise AKP şapkasından -“Osmanlı’da oyun bitmez” sözüne uygun- yeni bir tavşan çıkardı: “Olağanüstü İtiraz”. 15 Temmuz 2016- 19 Temmuz 2018 arası  “resmi olarak” yürürlükte olan ancak fiiliyatta halen devam eden ve bu süreçte muhalefetin itirazlarına karşın bir referandum ile bir seçimin yapıldığı OHAL’i de çağrıştıran “olağanüstü itiraz” için, adayın seçimi kazandığı ilan edilerek mazbatasını almasından sonra 7 gün içinde başvuruda bulunulması gerekiyor. Olağanüstü itiraza da olumsuz yanıt alması halinde ise AKP’nin önünde tek seçenek olarak İstanbul seçimini iptal ettirmek kalıyor.

AKP içinde AKP

Ancak gelinen aşamada süreç, İstanbul’daki seçimlere itirazdan -giderek 7 Haziran 2015’e benzeyen bir şekilde- sonuçları tanımama ve iktidarın sayısal çoğunluğu elde ettiği 1 Kasım’da olduğu gibi tekrar ettirme aşamasına doğru ilerledi. Erdoğan’ın 31 Mart gecesi yaptığı ve sonuçları, il/ilçe oranlarının lehlerine olduğu vurgusuyla “fiilen” tanıyan açıklamasına tezat olarak, 1 Nisan günü itibariyle AKP cenahından itiraz sesleri yükselmeye başladı. İlk emaresinin, daha önce AKP güdümündeki STK’lardan SETA’da yöneticilik yapmış, şimdi de Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı olan Fahrettin Altun’un paylaştığı sosyal medya mesajı ile görülmeye başlandığı itiraz/sonuçları tanımama sürecinin yürütücülüğünü AKP  içindeki “Pelikan Grubu” olarak bilinen klik yapıyor. Arkasında Berat Albayrak ile grubun “merkez yayın organı” Sabah gazetesinin de içinde bulunduğu Turkuvaz Medya’nın sahibi Serhat Albayrak’ın olduğu bilinen Pelikan, kamuoyunda adını ilk kez Mayıs 2016’da internette paylaştıkları ve dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nu sert sözlerle hedef alan dosya ile duyurmuştu.

ABD’li yazar John Grisham’ın iki yüksek yargıcın öldürüldüğü ve cinayetlerde hükümete uzanan ilişkileri konu alan romanına atıfla Pelikan Dosyası adıyla yapılan paylaşım sonrası Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlıktan azledilmesi, söz konusu kliğin siyasi gücünün nelere kadir olduğunu gösterdi. Ancak kendilerini “Erdoğan için canını feda edecek reisçiler” şeklinde tanımlayan Pelikancıların, bu siyasi gücünün yanı sıra iktidarın çeşitli “devasa projeleriyle” bağlantılı, son derece güçlü ekonomik ilişkilere de sahip olduğu biliniyor.

Bosphorus Global adlı STK görünümündeki iktidar aparatı üzerinden sosyal medyada manipülasyon kanalları bulunan Pelikancıların iktisadi rant ilişkilerinin merkezinde ise Turkuvaz Medya ile paydaş olan Kalyon İnşaat yer alıyor. Kalyon İnşaat’ın yüklenici olduğu ve iktidarın da propagandasını yapmaktan geri durmadığı projeler arasında Mahmutbey- Mecidiyeköy metro hattı, Başakşehir Stadyumu inşaatı, Kartal Eğitim Araştırma Hastanesi inşaatı, Hasköy Tüneli, İstanbul- Şile/Ağva yolu inşaatı var. Şirketin bu iktidar projeleri dışında 3. Havalimanı inşaatı üzerinden İBB’ye bağlı şirketlerle geliştirdiği ilişkiler de İstanbul’daki seçimlere itiraz/sonuçları tanımama sürecini Pelikancıların tarafından niçin bu yükseltildiği noktasında önemli bir veri sunuyor.

AKP içinde “yeni paralel devlet” olarak adlandırılan Pelikancılar, İstanbul seçimlerine itiraz ve başlarda temkinli yaklaşıldığı gözlenen bu söylemin sahiplenilmesi üzerinden AKP-MHP iktidar bloku cenahında giderek bir “konsolidasyon” sağlamış görünüyor. Ancak medyadaki “tartışma programlarına” kimin katılacağından AKP teşkilatlarındaki yönetim değişikliklerine kadar her şeye müdahil olduğu ve bu nedenle parti içinde “homurdanmalara” neden olduğu bilinen Pelikancıların, daha önce aynı şekilde adlandırılan ve sonrasında “darbe girişimi sorumlusu, terör örgütü” nitelemesi şeklinde bir akibete uğrayan benzerleriyle aynı sonu yaşayıp yaşamayacağını, iktidar sarmalındaki diğer kliklerin gelecekte gerçekleşmesi muhtemel hamleleriyle göreceğiz.

Yeni Bir Lider Doğuyor

Seçimin hemen ertesinde Anıtkabir ziyareti gerçekleştiren Ekrem İmamoğlu’nun ziyaret defterini İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı sıfatıyla imzalaması kadar, siyasal iktidar kanadının gündeminde İmamoğlu’nun BBC röportajı da yer alıyordu. Gelecek cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olacak mısınız sorusuna “Allah bilir.” cevabını veren İmamoğlu’nun, CHP’lilerin “kazanan lider” boşluğunu doldurduğu farklı kesimler tarafından dillendirilmeye şimdiden başlandı.

Kısa süre içerisinde elde ettiği başarı, özellikle seçim süresince takındığı tavır ve süreç yönetimi İmamoğlu’nu CHP’nin özlem duyduğu lider olarak yükseltti. O kadar yükseltti ki toplumsal muhalefet içerisinde yer alıp İmamoğlu’nu eleştirenler, eleştirilerini özeleştiriye dönüştürdü ve İmamoğlu’nu geleceğin lideri ilan etti.

İmamoğlu’nu yerel seçimlerin yıldızı yapan neydi? Aslında İmamoğlu’nun böyle ön plana çıkmasına neden olan şey, ne üç ayda kendini iyi tanıtması ve sevdirmesiydi ne de seçim gecesi takındığı kararlı tutumuydu. İmamoğlu bir “anti” adaydı. AKP’nin belirlediği adayın karşısına çıkacak herhangi bir adayın, İmamoğlu kadar bir şansı vardı. İmamoğlu’na oy verenler, İmamoğlu geleceğin lideri olduğu için değil AKP adayının başkan olmaması için oy vermişti.

İmamoğlu’nun yükseltilmesinin gizlediği bazı durumları açıkça ifade etmek gerekiyor. Öncelikle, İmamoğlu sadece CHP tabanına hitap eden bir aday değildi, İP’nin de desteklediği aday milliyetçi kesimin hoşuna gidecek açıklamalardan kaçınmadı, tersine özellikle milliyetçi-muhafazakar seçmenlere hoş gelecek açıklamalar ve eylemler içine girdi. Kılınan namazlar, okunan dualar, milliyetçi ve muhafazakar siyasetlerle özdeşleşmiş Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş paylaşımları…

Tabi ki popülist bir siyasi partinin kendini sol değerlerle özdeşleştirdiği iddiasına rağmen buna benzer “açılımları” çok şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, kendine devrimci diyen siyasi parti ve grupların, bu yükselen “yıldızın” kuyruğuna sorgusuz sualsiz takılmasıdır.

Gizlenen başka bir durum ise HDP’nin verdiği destektir. Sanki İmamoğlu HDP seçmenlerinin etkisi olmadan bu kadar oy almış gibi gösterilerek sevimli gözükülmeye çalışılan milliyetçi-muhafazakar çevrelerin lanetlemelerinden uzak duruluyor. Bu anti-adayın, havuzunda farklı çevrelerden gelen destek eritilerek Millet İttifakı’nın (yoğun olarak CHP’nin) başarısıymış gibi pazarlanıyor.

Bu gerçekliğe ısrarla gözünü yumanlar, kendi “tek adam”larını bulduklarını ilan edip başarılı politika izlediklerine kendilerini inandırıyorlar; kendilerini kandırıyorlar. Oysa ki “tek adam” zihniyeti ve işleyişinden dem vuranlar, anti-adaylarıyla başka bir “tek adam” yaratmayı hedeflediklerini ve bununla siyasi iktidarın anlayışına eklemlendiklerini idrak edemiyorlar.

Çoğunluk Değil Çoğulculuk Kazandı!

Seçimin hemen ertesinde, çoğunluğu esas alan anlayışın yerine çoğulculuğu esas alan anlayışın kazandığının; çoğunluk yaratmak ve gücü ele geçirmenin artık ülkedeki siyaset anlayışını belirlemedeki etkisini yitirdiğinin; toplumun farklı kesimleriyle uzlaşmanın önemli olduğunun altını çizen bir dizi yorum yapıldı. Yorum yapanlar, kuşkusuz ki İmamoğlu’nun “açıklanamayan galibiyetini” AKP-MHP bloğuna geri adım arttırmada önemli bir adım olarak görmekte.

Toplumsal algıda değişim olduğunu düşünenler, yeni bir siyaset biçiminin doğduğunu tespit edenler tüm bunları söylemekte -AKP’nin İstanbul’daki Belediye Seçimleri’ne yönelik YSK’ya yaptığı itirazla- aceleci davranmış oldu.

Siyasette güçlü olmanın parayla, devlet imkanlarıyla, medya gücüyle oluşan bir şey olmadığının propagandasını yapan parlamenter demokrasi sevdalıları, iktidarın esas kaynağının ne olduğunu görmemekte ısrar ediyor.

Sonun Başlangıcı mı?

Her ne olursa olsun, seçimler tekrarlanıp Binalı Yıldırım seçilse dahi AKP’nin siyasi bir karizma yitimi yaşadığı gerçeği önümüzde olgusal bir gerçeklik olarak duruyor. Aslında meselenin her geçen gün dallanıp budaklanıyor oluşu (Büyükçekmece’de orada ikamet etmediği düşünülen seçmenlerin evlerine polis baskınları; gün içerisinde bakanlarından il başkanlarına, Binalı Yıldırım’dan Tayyip Erdoğan’a sonu gelmeyen açıklamalar; CHP kanadının karşı açıklamaları…) AKP kanadının söylem ve iddialarının meşruluğunu yitirmesine neden oluyor. Benzer bir şekilde seçim sonuçlarına yönelik itirazlarda yaşanan adaletsizlik, demokrasicilik oyunuyla kazanılamayacağının en açık göstergesi.

AKP’yi geriletmek için farklı koalisyon kombinasyonlarından imtina etmeyenlerin açıkça görmesi gereken, temsili demokratik alternatiflerle işlerin yoluna koyulamayacağıdır. Seçim süreçlerinde kendi başına AKP karşıtlığını bile “ilerici” tayin edenler, “ilerici” ittifaklarıyla içinde bulunulan genel sömürü ve baskı durumuna kestirme yollardan çözüm aramaktadır. Tekrar edelim; çözüm, yakınılan sisteme türlü manevralarla eklemlenmek değildir.

Bitemeyen bir seçim sürecinin içerisindeyiz. Oyunu hazırlayanların kendi kurallarına uymadığını anlamak için bir başka genel ya da yerel seçime ihtiyaç yok. Hileli seçim potansiyeliyle karşılaşıldığı, seçimleri organize eden siyasal yapının meşruiyetini yitirdiği, siyasal temsilcilerin temsilci olma durumlarını yitirdikleri noktalarda boykot siyasal bir alternatif olarak belirir!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

The post Seçimler Üzerine appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/15/secimler-uzerine/feed/ 0
Başdeliler – Gökhan Soysal https://meydan1.org/2018/02/17/basdeliler-gokhan-soysal/ https://meydan1.org/2018/02/17/basdeliler-gokhan-soysal/#respond Sat, 17 Feb 2018 09:43:11 +0000 https://test.meydan.org/2018/02/17/basdeliler-gokhan-soysal/ “Adamı Zorla Deli Ederler” isimli öyküsünde Aziz Nesin, şimdiki başkanlarından “deli olduğu için” memnun olmadığı anlaşılan bir grubun, yeni bir başkan seçmeye çalışmasını anlatmaktadır. Ama dikkatli olmak istemektedirler, çünkü işi aceleye getirip yeni bir deliyi daha başlarına getirmeye hiç niyetleri yoktur! Ne yapsalar ne etseler deli olmayan birisini bulamamaktadırlar. Aslında buldukları insanlar gayet akıllıdır. Ancak […]

The post Başdeliler – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Adamı Zorla Deli Ederler” isimli öyküsünde Aziz Nesin, şimdiki başkanlarından “deli olduğu için” memnun olmadığı anlaşılan bir grubun, yeni bir başkan seçmeye çalışmasını anlatmaktadır. Ama dikkatli olmak istemektedirler, çünkü işi aceleye getirip yeni bir deliyi daha başlarına getirmeye hiç niyetleri yoktur!

Ne yapsalar ne etseler deli olmayan birisini bulamamaktadırlar. Aslında buldukları insanlar gayet akıllıdır. Ancak kim makama gelse, daha doğrusu buradaki adamlar kimi makama getirse, o kişi delirmektedir. Makama getirecekleri adam hem deli olmayacaktır hem makama geldikten sonra da delirmeyecektir. Makamda mı sorun vardır yoksa? Hayır, onlara göre makama getirdikleri bütün insanlar delidir ama deliliklerini göstermeye fırsat bulamamıştır. Bu sorunu çözüverdikten sonra makama getirecekleri adamı da bulurlar: Rasim Bey. Rasim Bey deli olmasa da yine bir sorun vardır. Rasim Bey’in bu görevi kabul etmeyeceğini düşünmektedirler. Buna rağmen Rasim Bey’e gidip ikna etmeye karar verirler.

Rasim Bey başta tekliflerini kabul etmez. Ama ısrarlarına dayanamaz. Bir şartla tekliflerini kabul eder: Kimse ona dalkavukluk etmeyecektir. Rasim Bey, onu baştan çıkarmayacaklarına dair söz alınca makama geçmeye karar verir.

Başkan olmasının sabahında evine 50’den fazla tebrik telgrafı gelir. Bir tanesini okumaya çalışır ama saygı ifadelerine dayanamayıp bırakır, kalanları da okumaz. Kendisini başkanlığa iknaya gelen adamlar da dahil herkes, etrafında -deyim yerindeyse- kul köle olur. Yollarına halı sermelerden, onun için kurban kesmelerden, alkışlardan, karşılama törenlerinden işine başlayamaz. Ertesi gün yerel gazetelerde boy boy fotoğrafları ve Rasim Bey’in çalışkanlığını öven yazılar vardır.

Bir yıl geçmeden o da delirir. Yine aynı adamlar başlar toplantıya, başkanlarının deliliğinden şikayet etmektedirler. 30 yıldan beri tanıdıkları, zar zor makama gelmeye ikna ettikleri adam da delirmiştir. Sonunda bir deli raporu alıp tımarhaneye götürmeye ve hiç olmazsa bu sefer aklı başında birisini seçmeye karar verirler.

Anlaşılan makam yani iktidar büyülüdür. Bu makama kim gelse ya delidir ya da makama geldikten sonra delirecektir. Bu hikayedeki gibi iktidarın yanında getirdiği yozlaştırıcı etki, ne kadar çabalarsa çabalasın insanı delirtmektedir. Tarihi örneklere baktığımızda da durum böyledir. Biraz farkla tabi. Bu fark da iktidara gelen kişinin, iktidarı kaybetme korkusu sonucu delice işler yapmış olmasıdır.

Tüm dünyada Büyük Petro olarak bilinen zamanın Rus çarına bu topraklarda nedendir bilinmez Deli Petro denilmesi de (en akıllıca açıklama tahta geçmeden önce tahttaki abisinin kendisini öldürteceğinden korktuğu için sinirlerinin harap olması) tartışmayı ilginç ve girift yapan durumlardan biri.

Zaman içinde prens, hükümdar, kral, padişah vs. isimleri değişse de, değişmeyen temel şeylerden birisi “tahtı kaybetme korkusu”nun, “taht”ın onları delirttiğiydi.

Örneğin XVI. yüzyılda İsveç Kralı olan XIV. Eric’te tahta geçmesiyle birlikte “zihinsel bozukluklar” gözlenmeye başlandı. Sürekli olarak tahttan indirileceği korkusu yaşayan XIV. Eric, tarihe “Sture Cinayetleri” olarak geçen cinayetler sonucu tahtta hak iddia eden birkaç kişiyi idam ettirdi. Üstelik birisini kendi elleriyle bıçakladı. İddialara göre, XIV. Eric’in deliliği öyle bir raddeye varmıştı ki kendisine bakarak fısıldaşıp güldüğünü düşündüğü saray çalışanlarını dahi öldürtmüştü.

Dönemin siyasi iktidarının ideolojisine göre dahi olarak sıfatlandırılsa da II. Abdülhamit’in özellikle sansür ve yasaklar konusunda koyduğu kurallar kimilerince “delice” olarak değerlendirilmektedir. Oturduğu sarayın kastedilmesini engellemek için “yıldız” ve kendisinin burnu kastedileceğini düşündüğü için “burun” kelimesini dahi sansürletmeye/yasaklatmaya kalkan II. Abdülhamit’in yasaklattığı diğer bazı kelimeler şu şekildeydi: “Suikast, dinamit, Kanun-u Esasi, istibdat, hürriyet, beynelmilel, veliaht…”

Geçmişten son örneği bu topraklardan vererek bitirelim: “Deli İbrahim”. Büyük Petro gibi o da hükümdar olan abisinin kendisi için yollayacağı cellatları beklemekten olsa gerek onun da sinirleri bir hayli harap olmuştu. Ancak İbrahim, -3 kardeşini öldürten- abisi 4. Murat’ın ölümü üzerine “zorla” tahta geçti. Zorla tahta geçti çünkü abisinin öldüğüne inanmadığından öldürülmek için kendisine oyun kurulduğunu düşünmüştü. Abisinin cansız bedenini görünce ancak ikna olabildi. Ancak o da tahtı kaybetmekle kafayı bozmuştu. Bu korkusu yüzünden vezirini öldürttü. Askeri alanda nam salmaya başlayan paşasını da rakip hiziplerin kışkırtması sonucu öldürtmesi, kendisine deli denmesine neden oldu.

Yönetimindeki deliliklerin ve devletin iyiden iyiye yoksullaşması sonucu devlet erkanının da çıkarları tehlikeye girince bir müftü fetvası aracılığıyla tahttan indirildi. Bir odaya kapatıldı. Başka taht kavgalarına yol açılmasına neden olmasının engellenmesi için de öldürüldü.

İktidarın getirmiş olduğu yozlaşma olsun başkanlığın elinden olma korkusu olsun bir örnek de şu an karşımızda: ABD Başkanı Donald Trump. “İlk denememde ABD Başkanı oldum. Sanırım bu akıllı değil dahi sınıfına girer.” Bu sözler Trump’a ait. Geçtiğimiz ay çıkan bir haberde Trump’ın bir gününün nasıl geçtiği anlatılıp sabah saatlerinde 3 saat boyunca televizyon izleyip Twitter’da “takıldığından” bahsediliyordu.

Trump’ın attığı tweetlerin, aldığı bazı politik kararların ve toplum içindeki davranışlarının tuhaf olduğu dile getirildi ve sıklıkla Trump’ın akıl sağlığının yerinde olmadığına, “deliliğine” vurgu yapıldı. Öyle ki kendi Dışişleri Bakanı Tillerson dahi kendini “Trump’ın akıl sağlığı yerinde” diyerek açıklama yapmak zorunda hissetti. Aynı bakanla aylar önce Trump bir tartışmada karşı karşıya gelmiş, Dışişleri Bakanı Tillerson’ın kendisi için “moron” dediği şeklindeki iddiaları yanıtlayan Donald Trump, “Bunun yalan haber olduğunu düşünüyorum. Ancak eğer dediyse bir IQ testi yapmamız gerekecek. O zaman kimin kazanacağını görürsünüz.” ifadelerini kullanmıştı.

Tillerson’ın istifa edeceği söylentileri dolaşadursun, şimdiye kadar Trump’a yakın -ulusal güvenlik danışmanı dahil- birçok isim bir şekilde görevden alındı veya istifa etti. Rusya konusu bağlamında vatan hainliği olsun, Kuzey Kore tartışmalarında attığı “delice” tweetler olsun, 4 yılını dahi tamamlamadan Trump’ın başkanlıktan indirilip indirilmeyeceği sorusu cevabını bulabilecek mi bilmiyoruz. Ancak cevabını, Trump’ın deli olmasının ilanıyla bulması, işten bile değil.

 

Gökhan Soysal

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Başdeliler – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/02/17/basdeliler-gokhan-soysal/feed/ 0
Phoebus Karteli’nden Bugüne Eskisini At Yenisini Al – Mercan Doğan https://meydan1.org/2018/02/11/phoebus-kartelinden-bugune-eskisini-at-yenisini-al-mercan-dogan/ https://meydan1.org/2018/02/11/phoebus-kartelinden-bugune-eskisini-at-yenisini-al-mercan-dogan/#respond Sun, 11 Feb 2018 20:52:39 +0000 https://test.meydan.org/2018/02/11/phoebus-kartelinden-bugune-eskisini-at-yenisini-al-mercan-dogan/ 2017 yılının sona ermesiyle beraber ekonomiyle ilgili yüzlerce istatistik, binlerce veri açıklandı geride bıraktığımız yıla dair… Her şeye zam gelmiş, her şeyin vergisi artmış, herkesin borcu katlandıkça katlanmış. Bunlara rağmen TC ekonomisi geçen yılın aynı dönemine oranla yüzde 11,1 büyümüş; her şeyin tüketimi arttıkça artmış. “Geçmiş uygarlıkların tümünde dayanıklı nesneler, araçlar veya binalar kuşaklarca insandan […]

The post Phoebus Karteli’nden Bugüne Eskisini At Yenisini Al – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

2017 yılının sona ermesiyle beraber ekonomiyle ilgili yüzlerce istatistik, binlerce veri açıklandı geride bıraktığımız yıla dair… Her şeye zam gelmiş, her şeyin vergisi artmış, herkesin borcu katlandıkça katlanmış. Bunlara rağmen TC ekonomisi geçen yılın aynı dönemine oranla yüzde 11,1 büyümüş; her şeyin tüketimi arttıkça artmış.

“Geçmiş uygarlıkların tümünde dayanıklı nesneler, araçlar veya binalar kuşaklarca insandan daha uzun yaşamışken, bugün onların doğmasını, gelişmesini ve ölmesini izleyen bizleriz.”

Jean Baudrillard

Dünyanın en önemli buluşlarından biri sayılan ampulün -yaklaşık elli yıl boyunca birçok bilim insanının üzerine çalışmasının ardından- 1879 yılında Amerikalı Thomas Edison tarafından üretildiği söylenir. Piyasaya ise ilk kez 1881’de sürülmüştü. Ampulün ömrünü uzatmak için yoğun çalışmalar başlatıldı, dayanma süresi 2500 saate kadar yükseltildi.

Ancak ampullerin uzun ömürlü olması, üretici şirketlere pek yaramadı. Satın alınan ampuller patlamadığı ya da bozulmadığı için, bir ampul satın alan bir daha almadı. Başlangıçta talep fazla olduğu için fazlaca üretim yapan ampul şirketlerinin satışları oldukça düştü. Durumun ekonomik büyümeye olumsuz etkisini fark eden Osram, General Electric, Phillips, Tungsram, AEI ve La Compaigne des Lampes gibi ampul üreten büyük şirketler 1924 yılında Cenova’da toplanarak dünyanın ilk küresel kartelini oluşturdu.

Işığa Hükmeden Phoebus Karteli

Latince’de “güneş tanrısı” anlamına gelen Phoebus’un ismini alan kartel, gerçekten de ışığa hükmetmeye başladı. Amacı ABD, Avrupa, Asya ve Afrika’daki üretim, pazarlama ve tüketimi denetim altına alarak ampullerin ömrünü kısıtlamaktı.

Kartel, kurallarını bütün şirketlere dayatıyordu. Kartelin baskısı altındaki şirketler, sadece 1000 saat dayanabilen ampuller üretmek için deneyler yapmaya başladılar. 1940’lara gelindiğinde kartel amacına ulaştı; 1000 saat, ampullerin standart kullanım süresi haline geldi. Daha sonra birçok bilim insanı yüzlerce yeni ve dayanıklı ampul buldu, 1.000.000 saate kadar dayanabilen ampuller… Ancak hiçbiri piyasaya sürülemedi.

Resmi olarak varlığı on yıllarca kabul edilmeyen Phoebus Karteli, kayıtlı belgelerin ortaya çıkmasıyla ancak yakın bir tarihte kabul edildi. Bir dönem “Uluslararası Enerji Karteli” ismini aldı, bir başka dönem bir başka isim… Ve en can yakıcı nokta şu; bu kartelin ekonomiye soktuğu “kasıtlı eskitme” yöntemi, bugün hala kullanılmakta.

Kasıtlı Eskitme ile Arttırılan Tüketim

Phoebus Karteli ile ekonomiye giren “kasıtlı eskitme” (planned obsolescence) kavramının, sanayi toplumunun seri üretime başlaması ile birlikte ortaya çıktığı söylenebilir. Seri üretim yapan makineler ile üretim artık daha ucuza ve çok fazla yapılır hale gelince, oluşan arz fazlası tüketici taleplerinin üzerine çıkmıştır. Sanayiciler için biriken stoklarını eritebilmenin tek yolu, bir şekilde daha fazla tükettirebilmektir. Eğer sattıkları ürünler bir müddet sonra bozulmazsa tüketici yerine yenisini alıp koymayacak, bu da iflas etmelerine yol açacaktır. Kasıtlı eskitme, onların cankurtaranı olmuştur.

O gün bugündür tüketicinin iliğini sömürmek ve tüketimi arttırmak için şirketlerin kullandığı bir strateji ve yöntem olan kasıtlı eskitme, “ürünün daha uzun süre kullanılabilecekken belirli ve ayarlanmış bir kullanım ömrünün ardından işlevini yitirecek şekilde üretilmesi” olarak tanımlanabilir.

Ürünün periyodik olarak biraz daha geliştirilmiş versiyonunun piyasaya sürülerek önceki sürümlerin niteliksizleştirilmesiyle gerçekleştirilen “algısal eskitme” de, elektronik başta olmak üzere birçok sektörün şirketlerince uygulanan farklı bir kasıtlı eskitme yöntemidir.

Eskisini At – Yenisini Al: TÜKET, TÜKET, TÜKET!

Modası geçen mallar, garanti süreleri biter bitmez bozulan elektronik eşyalar, tamiri yenisini almaktan daha pahalı ürünler, çıktığı günden birkaç yıl sonra yeni güncellemeleri kaldıramayan ve ıskartaya çıkan akıllı telefonlar, kartuşları bitince doldurmak yerine yenisi alınan yazıcılar, ilk giyişte kaçan çoraplar, bir yıl bile dayanmayan ayakkabılar…

Yapay zeka uygulamaları üretebilen bir şirketin, en ufak bir yere çarpıldığında çatlamayacak bir telefon ekranı üretemiyor oluşu gerçekten garip değil mi? Yanmayan ya da su geçirmeyen kumaşlar üretilebilirken hala parmak ucu yırtılmayan çorap üretilememesi? Peki kredi taksitleri bitmeden perte çıkan arabaların daha sağlamı üretilemiyor mu? Teknolojinin günden güne “ilerlediği” söylenirken ürünlerin gittikçe dayanıksızlaşması, nasıl tesadüf olabilir ki? Benzer sorular yazmakla bitmez.

Sonuç olarak, diyorlar ki “Eskisini at – yenisini al. Tüket, tüket, tüket!”

Mercan Doğan

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. Sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Phoebus Karteli’nden Bugüne Eskisini At Yenisini Al – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/02/11/phoebus-kartelinden-bugune-eskisini-at-yenisini-al-mercan-dogan/feed/ 0
Seçim Mutabakatı – Emrah Tekin https://meydan1.org/2018/02/11/secim-mutabakati-emrah-tekin/ https://meydan1.org/2018/02/11/secim-mutabakati-emrah-tekin/#respond Sun, 11 Feb 2018 10:32:12 +0000 https://test.meydan.org/2018/02/11/secim-mutabakati-emrah-tekin/ AKP ve MHP ortaklığı, partili cumhurbaşkanlığı referandumundan bu yana sürüyor. Aralık ayında çıkarılan, farklı kesimlerce oldukça tartışılan, tepkiyle karşılanan hatta bir iç savaş katalizörü olarak görülen 696 sayılı KHK’dan bir tek AKP-MHP ortaklığı memnundu. Çünkü tüm bu gelişmeler yeni dönemde konuşulan “Milli Mutabakat Koalisyonu”nun temellerini daha da belirginleştirmenin bir hamlesiydi. Şimdi de “Milli Mutabakat Koalisyonu” […]

The post Seçim Mutabakatı – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

AKP ve MHP ortaklığı, partili cumhurbaşkanlığı referandumundan bu yana sürüyor. Aralık ayında çıkarılan, farklı kesimlerce oldukça tartışılan, tepkiyle karşılanan hatta bir iç savaş katalizörü olarak görülen 696 sayılı KHK’dan bir tek AKP-MHP ortaklığı memnundu. Çünkü tüm bu gelişmeler yeni dönemde konuşulan “Milli Mutabakat Koalisyonu”nun temellerini daha da belirginleştirmenin bir hamlesiydi. Şimdi de “Milli Mutabakat Koalisyonu” Afrin saldırısı ile coğrafyanın genelinde hakim kılmak istediği siyasal iklimin yarattığı rüzgarı arkasına alarak “paydaşlarını” genişletmenin ya da ötelemenin planlarını yapıyor.

Suriye Savaşı’nda Rusya-İran ve dolaylı olarak Suriye ile oluşturulan ittifak, AKP’yi, ABD’nin karşısında konumlandırmış görünüyordu. Rojava’daki halkların kazanımlarını yok etme temelinde girişilen bu ittifak ve ardından ABD’deki Halkbank (Sarraf-Atilla) davasında tutturulan “anti-emperyalist” söylemler, “Milli Mutabakat Koalisyonu”na Vatan Partisi gibi ulusalcı ve BBP gibi İslam-Türk sentezcisi oluşumların da yeşil ışık yakmasını sağlayacaktı.

OHAL’in “olağanlaştırıldığı” bir siyasi iklimde, Başkanlık Sistemi’nin yürürlüğe gireceği seçimler öncesi yapılan anketlerde yeterli oy oranına ulaşamadığı söylenen AKP, yedeğindeki MHP ile birlikte kurduğu koalisyonu genişletme hamlelerini hızla gerçekleştiriyor. Bunu yaparken de saldırganlaşıyor. İçerisinde yarılma yaratmak istediği CHP’ye, tamamen bitirmek istediği HDP’ye ve karşısında dikilen her kesime adeta bir boksörün kum torbasını “sağlı sollu” yumruklaması misali saldırıyor.

“Milli Mutabakat Koalisyonu”, söyleminde ve pratiğinde “yerlilik ve millilik” kavramlarını öne çıkararak toplumun her kesimine bu siyaset tarzını dayatmayı amaç edindi. OHAL kapsamında çıkarılan KHK’lar ile neredeyse fiilen işlevsiz durumdaki Meclis’in ana muhalefet partisi olan CHP’de de yeterince “yerli ve milli” olmayan kesim hedef alınıyor. Afrin saldırısı başlamadan kısa bir süre önce, CHP İstanbul İl Başkanlığı’na seçilen ve gerek HDP ile ilişkisi, gerekse Ermeni Soykırımı’na dair söyledikleriyle, sonuçta bir devlet partisi olan CHP’de “Kürtler” ve “Soykırım” gibi fay hatlarını harekete geçirme potansiyeli taşıdığı gözlenen Canan Kaftancıoğlu’na yönelik girişilen saldırı da aslında bir hamle olarak görülebilir. Bu hamle ile CHP’nin “yerli ve milli” damarına can suyu verilmek istenmiştir. Nitekim verilen bu can suyu “devlet çınarı” CHP’de Afrin saldırısıyla karşılık bulmakta gecikmedi.

CHP’nin Afrin saldırısına verdiği koşulsuz desteği, “biz iktidarda olsak, gerekirse 10 bin şehit verir Afrin’e gireriz” benzeri açıklamaları, milliyetçilikte söz konusu koalisyondan geri kalmadığının açık birer göstergesi olmuştur. CHP’nin “biz de en az sizin kadar yerli ve milliyiz” söylem ve pratiklerinin ne kadar “işe yarayabileceğine” dair örnekler (Mansur Yavaş ve Ekmeleddin İhsanoğlu) siyasi başarısızlık olarak birçok kez tarihe geçti.

Muhalefetin diğer kesimlerinde yeni yüzlerin mevcut ortamda yükselme olasılığı Afrin saldırısıyla ertelenmiş oldu. Abdullah Gül’ün hükümetin iç ve dış stratejilerine yönelik eleştirileri, siyaset kulvarının “yeni ismi” İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in, AKP’nin para-militer çetesi SADAT kampları açıklamaları gibi iktidara yönelik eleştiri girişimleri Afrin saldırısı ile, -şimdilik- durduruldu. Bu bağlamda, 15 yıldır iktidarda bulunmak salt AKP’nin stratejik başarısıyla açıklanamaz. Devlet olanaklarını kullanarak gerçekleştirilen tüm bu hamleler başarının altındaki neden olarak görülebilir.

“Milli Mutabakat Koalisyonu”nun giriştiği savaş atmosferinin, önümüzdeki süreçte iktidardaki koalisyon için somut bir siyasi getirisi var. Bu da iktidar için savaş rüzgarını arkasına alarak 2019’dan önce yapılacağı her geçen gün daha çok dillendirilen bir erken seçim.

Ancak bu süreç, yaşanan ekonomik krizle beraber düşünüldüğünde, savaşın ekonomik maliyetleri vurgusunu yapmak, milliyetçi-muhafazakâr koalisyonun “kızıl elmasının” parlaklığıyla, savaş ve fetih hayalleriyle körelmiş gözlerinden kaçan bir nokta olabilir. Belki de OHAL’le sindirilmiş görünen muhalefete, iktidarın körleştiği bu noktadan, meclis önünde, ekonomik zorluklar nedeniyle bedenini ateşe veren ezilenlerin tarafından daha güçlü bakmak, ucu görünmeyecek sanılan bu karanlık tünelin sonundaki ışığın ferini gösterecektir. 

Emrah Tekin

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.

The post Seçim Mutabakatı – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/02/11/secim-mutabakati-emrah-tekin/feed/ 0
Şüpheliyiz – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2017/12/22/supheliyiz-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2017/12/22/supheliyiz-ozgur-erdogan/#respond Fri, 22 Dec 2017 08:19:48 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/22/supheliyiz-ozgur-erdogan/ “Suçsuz Olduğu İspatlanana Kadar Herkes Suçludur” Tiyatro eğitimlerinde kullanılan bir yöntem vardır. Buna “güven oyunu” denir. Ekipten iki kişi karşılıklı dururlar, ortalarına bir kişi geçer ve gözlerini kapatarak kendisini arkaya ve öne doğru bırakarak diğerlerinin onu tutmasını bekler. Ötekiler onu tutmazlarsa yere düşecektir. Ortadaki, diğerlerine güvenmek zorundadır. Aslına bakılırsa bu bir güven testidir. Gözlerini kapatarak […]

The post Şüpheliyiz – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Suçsuz Olduğu İspatlanana Kadar Herkes Suçludur”

Tiyatro eğitimlerinde kullanılan bir yöntem vardır. Buna “güven oyunu” denir. Ekipten iki kişi karşılıklı dururlar, ortalarına bir kişi geçer ve gözlerini kapatarak kendisini arkaya ve öne doğru bırakarak diğerlerinin onu tutmasını bekler. Ötekiler onu tutmazlarsa yere düşecektir. Ortadaki, diğerlerine güvenmek zorundadır. Aslına bakılırsa bu bir güven testidir. Gözlerini kapatarak içindeki bütün şüpheyi silip kendini arkadaşlarının kollarına bırakabilen kişi sahnede rahattır, rolünü artık özgürce ve güven içinde kotarabilecektir. Aksi durumda ise hem oyuncular hem de seyirciler keyifsiz, tutuk, ahenkten uzak bir performansla zamanlarını ziyan etmiş olacaklardır.

Her ne kadar düşünce tarihi açısından önemli bir enstrüman ve kişinin gerçeğe ulaşması konusunda ısrarcı bir yardımcı olsa da “şüphe” insan ilişkileri açısından oldukça yıpratıcı bir duygudur. Çevresindekilerle bir güven ilişkisi oluşturamamış, her şeyden işkillenen, bir yerden geleceği kesin olan ama ne zaman belireceği belli olmayan bir tehlikeler yumağının arasında kalmış kişiler ya da kimsenin kimseye güvenmediği, her şeyin potansiyel tehlikelere göre düzenlendiği toplumlar; tıpkı yukarıda bahsettiğimiz oyunda olduğu gibi keyifsiz, tutuk ve ahenkten uzak bir yaşamın mimarı olacaklardır.

Şüphelenmek isteyen için her şey bir şüphe kaynağı olabilir. Dünyadaki her şeyin sahip olanlar ve sahip olunanlar olarak ayrıldığı bir uzamda ise en çok “sahip olunan şeyi kaybetmek” şüphesi hakimdir. Kimi sevgisini kaybetme, kimi servetini kaybetme kimisi de gücünü kaybetme şüphesi içinde hem kendini hem de çevresinde olup biten her şeyi kurutur. Tarih ve söylenceler böyle hikayelerle doludur.

Bu hikayelerden en bilineni Caligula’nın hikayesidir. Asıl adı Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus olan Caligula, M.S 37-41 yılları arasında Roma’ya hükmetmiş ve insanlara yaptığı ve yaptırdığı işkencelerle, katliamlarla adı “deli kral”a çıkmıştır. Marifetleri arasında, kendisine hakaret ettiğini sandığı bir aileyi babalarından başlayarak, en küçük çocuğuna kadar herkesin gözü önünde, işkenceyle öldürtmesi, kel olduğu için kendisine yukarıdan bakılmasını yasaklaması ve Roma İmparatorluğu’nda yaşayan tüm erkeklerin zorla saçının kesilmesi gibi absürt ve korkunç örnekler sayılabilir. Caligula’nın en büyük tedirginliği ise üzerinde oturduğu tahtı ve gücünü kaybetmekti. Bu şüpheyle kıvranan kral bir suikaste uğrayacağı endişesiyle birçok kişiyi öldürtmüştür. Ama bu 4 senenin sonunda “kendini gerçekleştiren kehanet” vuku bulmuş, en yakınındaki adamlar tarafından öldürülerek cesedi köpeklere verilmiştir.

İsveç Kralı 14. Eric de Caligula ile aynı kaderi paylaşmıştır. Onun insanlardan şüphesi öylesine derindir ki, kendisine uzaktan gülümseyen veya çevresinde fısıldaşan herkesi kendisine komplo kuruyor endişesi ile öldürtmüştür. O çok sevdiği tahtını kaybetmesine neden olan şey ise arsenik zehirlenmesidir.

Dikkat ederseniz yukarıdaki hikayelerin ortak noktasını kaçırmazsınız. Tarihte şüphe ile anılan birçok şey, belki de her şey “gücünü yitirmeme” ya da en kötü ihtimalle sahip olunan bir şeyi kaybetmeme endişesini taşır. Sahip olunan şeyin kudreti büyüdükçe şüphe oranı artar, karısını kaybetmek istemeyen bir erkek bir kişiyi, iktidarını kaybetmek istemeyen bir devlet adamı binlerce kişiyi öldürebilir. Dükkandaki küçük kasasını korumak için kapının önüne demir parmaklık yaptıran esnaf için sadece “hırsızlar” şüpheliyken, bankalara balya balya para aktaran bir iş adamı için herkes “hırsız”, en iyi ihtimalle şüphelidir.

İşte tam da bu yüzden, şüphe denilen şeyin tohumları en fazla şeye sahip olanlar tarafından atılır. Parasıyla, askeri gücüyle ve güçlü propaganda yöntemleri ile toplumlara yön verme kabiliyeti sahip muktedirler, kendi hastalıklarını topluma bulaştırırlar. Yazının başında da söylediğim gibi, herkesin birbirinden şüphelendiği bir toplum ahenkten yoksundur. Bu toplumlarda ortaklıklar azalmış, değerler yok olmaya yüz tutmuş, binlerce yıldan beri yaşamını beraber ören insanlık birbirine düşman kesilmiştir. Bu ağır şüphe sarmalı toplumlarda güvenlik kaygısını arttırmış, devlet tarafından eklenen her bir yeni güvenlik önlemi çevreyi daha da güvensiz hale getirmiştir. Tıpkı Caligula’nın ve diğerlerinin hikayelerinde olduğu gibi “kendini gerçekleştiren” kehanet vuku bulmuş, günümüz toplumları devlet ve kapitalizmin attığı şüphe tohumlarıyla bir güvenlik krizinin içine sokulmuştur.

Yaşadığımız coğrafyada ve dünyanın devlet sınırları içerisinde kalan her noktasında “güvenlik” en önemli ihtiyaç haline getirilmiştir. Adım başı MOBESE’ler, çipli kimlik kartları, yüz tanıma sistemlerine sahip güvenlik gözlükleri, parmak izi bankaları, muhbirler, toplum destekli polisler, sanal ayak izlerinin takip edilmesi gibi uygulamalar günden güne artmakta; şehirler ve tüm yaşam alanları bunaltıcı bir denetime tabi tutulmaktadır. Fakat bu bunaltı tek taraflı değildir. Artan güvenlik kaygısı muktedirlerin sahip oldukları şüphelerin artması ile doğru orantılıdır.

Yaşadığımız coğrafyada da iktidar sallantılı bir süreçten geçmektedir. Darbe girişimleri, davalar, küresel güçlerle yapılan anlaşmaların çökmesi gibi tedirgin edici birçok vakayla karşılaşan iktidarın “şüphesi” günden güne artmakta, sahip olduklarını koruyabilmek için denetim mekanizmalarını güçlendirmekte ve şüphelerini topluma aktararak güvenlik paranoyasını büyütmektedir.

* * *

Her Sokağa Bir Kamera

Geçtiğimiz Kasım ayında halkla emniyet birimlerinin ilişkilerinin sıkılaştırması için yapılan bir toplantıda konuşan Esenler Belediye Başkanı Mehmet Tevfik Göksu, iktidar tarafından bir denetim aracı olarak kullanılan MOBESElerin yaygınlaştırılacağını ve bunun da Esenler’in güvenliğini arttıracağını söylemişti.

Bu ve benzer uygulamalar, özellikle birkaç yıldır farklı yereller tarafından uygulanıyor olsa da işin ilginç yanı “suç” oranlarında bir azalma olmadığı gibi ciddi bir artış gözlenmektedir. Demek ki, sokakları kamerayla donatmak huzur ve güvenliği sağlamamaktadır. Hal böyle olunca insanın aklına şu soru gelmektedir: Bir sonraki adım ne olacak? Meydanlar ve kalabalık noktaları gözetlemek içi kurulan MOBESE’ler işe yaramadığı için her sokak başına yerleştirilen kameralar da işe yaramazsa, evlerimize de mi kamera koyacaklar? Belki sonra yatak odaları, kim bilir?

7 Milyon Kişi Şüpheli

Yine geçtiğimiz Kasım ayında Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit iş yükünden yakınarak şöyle demiş: “2016 yılı adli sicil istatistiklerine göre 80 milyonluk ülkemizde yaklaşık 6 milyon 900 bine yakın şüpheli vardır. Demek ki Türkiye’de nüfusa oranladığımız yüzde 8 civarında kişi şüphelidir…”

Ama Cirit eksik söylemiş, çünkü ne demiştik; kaybetme korkusu arttıkça şüphe de artar, şüpheli de. Dolayısıyla bu sayı 7 milyon değil 80 milyon, belki daha da fazlasıdır. Çünkü devletlerin gözünde “aksi ispatlanana kadar herkes suçludur.”

Önce Çipli Kimlik Kartları, Şimdi Tek Kart Uygulaması

Geliyor, gelmek üzere derken bir anda hayatlarımıza giren yeni çipli kimlik kartları bir başka denetim hamlesi olarak görülebilir. Farklı noktalara entegre edilmesi ile beraber hayatı kolaylaştıracağı söylenen kimlik kartları için damar, parmak ve avuç içi izi gibi kişisel verileri ve biyometrik verileri de bir merkezde toplayan devletin, bunlarla ne yapacağı bir tartışma konusu… Aslına bakılırsa tartışmanın konusu şu: Devlet yaşamlarımızı kolaylaştırmak bahanesiyle denetim mekanizmaları kurmak için kendi işini kolaylaştırıyor.

Öte yandan geçtiğimiz günlerde yeni bir uygulamadan bahsedilmeye başlandı. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan, 2018 yılında tüm coğrafyada kullanılması planlanan Türkiye Kartı anlattı: “Kredi kartıyla yapabildiğiniz her şeyi yapabileceksiniz. Bununla sınırlı değil, İstanbul başta olmak üzere tüm belediyelerle anlaşmalar yapıyoruz. Otobüsünden metrosuna, her yerde geçecek. İl değiştirdiğinizde ayrı bir kart almanız gerekmeyecek. Milli parklarda, müzelerde, uçaklarda -her yerde- geçecek.”

Kişiye özel olarak verilecek bu kart, başta zorunlu olmasa da ileride zorunlu hale getirilebileceği ya da çipli kimlik kartları ile birleştirilebileceği söyleniyor. Burada anahtar sözcük ise bu kartın “kişiye özel” olması. Acaba bununla yapılmak istenen kişinin bütün hareketlerini takip etmek olmasın? Çok mu şüpheci oldu? Sanmam, diğer hamlelerle beraber düşünüldüğünde akla yatkın geliyor.

Takbul: GBT Yapan, Suçluları Tespit Edebilen Gözlük

ODTÜ’den kimi akademisyenler ve eski askerlerce tasarlanan bu gözlük, distopya filmlerinden çıkma bir icat gibi gözüküyor. Kişinin kimliğine bakar bakmaz bilgileri algılayan gözlük, kişinin bütün bilgilerini gözlüğü takan görevlinin ekranına anında yansıtıyor. Üstelik gözlüğün marifeti bununla da bitmiyor. Yüz tanıma teknolojisine sahip olan gözlük, kalabalık bir grup içerisinde “aranan şahısları” otomatik olarak tespit edebiliyor. Sahte plaka, sahte kimlik… Bunların hiçbiri gözlüğün gözünden -afedersiniz devletin gözünden- kaçmıyor.

* * *

Adını andığımız örnekleri çoğaltabiliriz. Yine yakın zamanda, binlerce bekçinin işe alınması ve alınacak olması, cezaevlerinin kapasitelerin arttırılıp sadece 2018 yılında 45 cezaevi daha açılacak olması gibi hamleler iktidarın neyi hedeflediğini açık seçik gösteriyor. İktidarlarını, zenginliklerini, toplumdan çaldıklarını koruyabilmek için güvenliklerini arttırıyorlar; sahip olduklarının başkalarının eline geçeceği endişesiyle herkesten ve her şeyden şüpheleniyorlar.

Burada bize düşen ise iktidarların aramıza ekmeye çalıştığı şüphe tohumlarının filizlenmesini engellemek ve güvenlik paranoyasıyla ezileni ezilenden korkutmaya çalışan devletin denetim mekanizmalarına karşı çıkmaktır. Devletin güvenliği kendi güvenliğidir, toplumları kapsamaz; aksine onların güvenliklerini tehdit eder. Biz ise sadece bizim gibi olanlara güvenebiliriz. Bizim gibi ezilenler, bizim gibi her gün devlet ve kapitalizmin saldırılarına maruz kalanlardır.

Bu bir güven testidir. Komşumuza, arkadaşlarımıza, ailelerimize gözlerimizi kapatıp kendimizi bırakabiliyor muyuz?


Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Şüpheliyiz – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/22/supheliyiz-ozgur-erdogan/feed/ 0
Merkez Sağda Yeni Bir Parti İyi Parti – İlyas Seyrek https://meydan1.org/2017/11/04/merkez-sagda-yeni-bir-parti-iyi-parti-ilyas-seyrek/ https://meydan1.org/2017/11/04/merkez-sagda-yeni-bir-parti-iyi-parti-ilyas-seyrek/#respond Fri, 03 Nov 2017 21:19:58 +0000 https://test.meydan.org/2017/11/04/merkez-sagda-yeni-bir-parti-iyi-parti-ilyas-seyrek/ “İyi”sini göremediğimiz sistem içi (iktidarlı siyaset ve kapitalizmle derdi olmayan) partilere bir yenisi daha eklendi. Meral Akşener’in yeni partisinin ismi İYİ Parti olarak açıklandı. Partinin ismi tartışma yarattı, açılımının olup olmadığı çokça tartışıldı. Peki parti ismi, söylemleri ve geleneği ne anlattı, bize hangi mesajı verdi? MHP’nin AKP ile kurduğu ittifak sonrasında MHP’den dışlananlar Devlet Bahçeli’yi […]

The post Merkez Sağda Yeni Bir Parti İyi Parti – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“İyi”sini göremediğimiz sistem içi (iktidarlı siyaset ve kapitalizmle derdi olmayan) partilere bir yenisi daha eklendi. Meral Akşener’in yeni partisinin ismi İYİ Parti olarak açıklandı. Partinin ismi tartışma yarattı, açılımının olup olmadığı çokça tartışıldı. Peki parti ismi, söylemleri ve geleneği ne anlattı, bize hangi mesajı verdi?

MHP’nin AKP ile kurduğu ittifak sonrasında MHP’den dışlananlar Devlet Bahçeli’yi al aşağı edemeyince yeni bir hareket kurma girişiminde bulundu. Bu yeni hareketin kadrolarının (Meral Akşener, Koray Aydın, Ümit Özdağ) partinin MHP çizgisinden farklı olacağını ve sadece milliyetçi kesime hitap etmeyeceğini duyurması, aslında AKP’nin merkez parti siyasetinden milliyetçi-muhafazakar parti siyasetine daha çok yönünü çevirdiği bir dönemde gerçekleşti. Yeni partinin lider kadrosu, partinin merkez siyasetteki boşluğu dolduracağını iddia etti. Meral Akşener ve çevresinin yeni hareketin “milliyetçi hareket”ten farklı bir siyaset izleyeceğini iddia etmesi, AKP’nin kuruluş aşamasında “milli görüş” gömleğini çıkardığını ilan edişini hatırlattı. O dönem sağ siyaset izleyen Milli Görüş’ün ardılı olmak yerine AKP, farklı olduğunu iddia edebilmek ve geniş kesimlere ulaşabilmek (yani iktidar olabilmek) için merkez parti olacağını duyurmuş, politikalarını ve söylemlerini buna göre geliştirmişti. İYİ Parti de şimdi merkezdeki boşluğu doldurmayı ve iktidarı istiyor.

Parti kadrosunun söylemleri kadar partinin ismi de merkez olma iddiasının bir göstergesi. Herhangi bir siyasi, ideolojik söylem, vaat ya da değer belirtmeyen parti ismi, merkez partilerin de bir özelliği olma konumunda. Dönemin merkez parti adayı AKP de adalet ve kalkınma gibi siyasi değer ve kavramları içeren bir isme sahip olsa da “AK Parti” kısaltmasını kullanmıştı. İYİ Parti de ismiyle herhangi bir ideolojik/siyasi kavramı değil de toplumdaki her kesime hitap eden “AK” Parti ve “HAS” Parti gibi “olumluluk” içeren bir isimle siyasetteki yerini almış oldu.

İYİ Parti’nin kuruluş kadrosunda MHP’den istifa eden ve yoğun olarak sağ siyasetten isimlerin var olması aslında partinin sağ siyasetle kurduğu bağlantıyı gösteriyor. İYİ Parti’nin merkez siyaset olduğu iddiası da sağ siyasetten gelen isimlerin söylemlerindeki/eylemlerindeki değişiklikle anlaşılacak.

İYİ Parti’nin merkez olma iddiasının altındaki neden için hiç kuşkusuz belirlenmiş bir ideolojik hatla yalnızca nicelik olarak dar kesimlere hitap etmek istemeyip daha güçlü bir parti olma isteğini öne sürmek mümkün. Fakat, merkez olmak ve böylece niceliksel olarak güçlü bir parti olmak için herkesten oy almak nedir? Hangi partilerden hangi profillerden oy alabilir?

İYİ Parti için AKP, CHP ve MHP’den oy alma potansiyeline sahip bir parti de diyebiliriz. İYİ Parti, AKP’nin milliyetçi-muhafazakar söylemlerini arttırmasıyla birlikte merkez siyasi söylem arayışında olanları ve kimi liberalleri AKP’den kendi saflarına çekebileceği gibi; MHP içerisinden AKP ile anlaşmaya karşı olanlara, CHP içerisinden de milliyetçi ve muhafazakar tavrı daha net olanlara hitap edebilir.

Peki, partinin somuttaki amacı nedir?

Bu sorunun cevabı da aslında Meral Akşener tarafından verildi. Kuruluş toplantısındaki “Başbakan Meral” sloganlarına “başbakan değil, cumhurbaşkanı”, “benim cumhurbaşkanı olmamı istiyorlar” diyerek araya girmesi partinin ve kendisinin hedefini gözler önüne serdi. Bir ideolojik temele oturmayan, genel geçer hukuk, yenilik, adalet gibi değerlere atıf yaparak herkese hitap etme amacındaki partinin mecliste ne kadar milletvekiliyle temsil edileceğinden çok odaklanacağı şey, Meral Akşener üzerinden cumhurbaşkanlığı olacak. Şimdi İYİ Parti, (parlamenter sistemi tekrar geri getireceği vaadinde de bulunarak) cumhurbaşkanlığı seçimlerine az bir süre kalmışken merkez siyaset ve söylemlerle bir adayın propagandasını yapacak.


İlyas Seyrek

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. Sayısında yayınlanmıştır.

The post Merkez Sağda Yeni Bir Parti İyi Parti – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/04/merkez-sagda-yeni-bir-parti-iyi-parti-ilyas-seyrek/feed/ 0
Erdoğan Medyası’nda Oyuncu Değişikliği – Nedim Ciran https://meydan1.org/2017/09/30/erdogan-medyasinda-oyuncu-degisikligi-nedim-ciran-2/ https://meydan1.org/2017/09/30/erdogan-medyasinda-oyuncu-degisikligi-nedim-ciran-2/#respond Sat, 30 Sep 2017 09:03:40 +0000 https://test.meydan.org/2017/09/30/erdogan-medyasinda-oyuncu-degisikligi-nedim-ciran-2/ Balzac 1843’te, “Basın var olmasaydı, onu hiç icat etmemek gerekirdi!” der. Bugün medya aracılığıyla neler olup bittiğini takip ediyor, küresel güncelin bilgisini basın ve yayın kuruluşlarından kolaylıkla alıyoruz. Balzac’ın sözü işte bu bilginin niteliğini tartışmaya yöneliktir. Medyanın hem güncelin bilgisinin üretiminde önemli bir araç olması, hem de ekonomik-siyasal-toplumsal önemli bir güç olmasıyla ilişkilidir bu durum. […]

The post Erdoğan Medyası’nda Oyuncu Değişikliği – Nedim Ciran appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Balzac 1843’te, “Basın var olmasaydı, onu hiç icat etmemek gerekirdi!” der. Bugün medya aracılığıyla neler olup bittiğini takip ediyor, küresel güncelin bilgisini basın ve yayın kuruluşlarından kolaylıkla alıyoruz. Balzac’ın sözü işte bu bilginin niteliğini tartışmaya yöneliktir. Medyanın hem güncelin bilgisinin üretiminde önemli bir araç olması, hem de ekonomik-siyasal-toplumsal önemli bir güç olmasıyla ilişkilidir bu durum.

Bu gücün devletle ne kadar ilişkili olduğunu, 1920’lerde gazeteci Walter Lippmann, Kamuoyu isimli kitabında güzel bir şekilde çözümlemiştir. Lipmann, propagandanın çoktan beri “hükümetin düzenli bir organı” haline geldiğini ve gelişmesi ile öneminin düzenli olarak arttığını savunmuştur.

1920’lerden bu yana, ana akım medya ve devlet arasındaki ilişkinin ne boyutlara ulaştığı az çok ortada. Batılı medya kuruluşları bu ilişkiyi gizlemekte başarılı. Bizde son beş yıldır olup biten ise medya tarihinde tersine bir evrim… Medya patronları da onları destekleyen siyasi yapılar da ilişkilerini açık bir şekilde göstermekte beis görmüyor. Özellikle OHAL süreciyle beraber, Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin rızasını alan medya kuruluşu olmak, bu alanda bir statü kabul ediliyor.

Geçtiğimiz ağustos ayında, ana akım medyada gerçekleşen oyuncu değişikliğini buradan okumak gerek.

Savaş sanayisinin önde gelen isimlerinden biri haline gelen Ethem Sancak, ES Medya’yı Hasan Yeşildağ’a bıraktı. ES Medya bünyesinde bulunan Akşam, Star, Güneş gibi gazeteler; 360 ve Kanal 24 gibi TV kanallarına bundan sonra Yeşildağ patronluk edecek.

Kim bu Hasan Yeşildağ?

Hasan Yeşildağ’ın kim olduğunu aramaya başlayan araştırmacı-gazetecilerin ilk karşılaştığı yazı, 2006 yılında Mahmut Övür’ün yazdığı “Kim şu Hasan Yeşildağ?” yazısı. Övür, bu yazıyı, yazdığına yazacağına pişman olmuş olabilir. ES Medya gibi Tayyip Erdoğan ve AKP ile ilişkisini açık bir şekilde ortaya koymaktan çekinmeyen Turkuvaz Medya’ya bağlı Sabah gazetesinde yayınlanan yazı, yaşadığımız coğrafyadaki medya-devlet ilişkilerinin evrimini anlamak açısından önemli. 2006’da açık bir şekilde Erdoğan’ı ve derin ilişkilerini gündem eden ve eleştiren Övür artık, Sabah gazetesinde de, yorumcu olarak konuk edildiği A Haber programlarında da Tayyip Erdoğan’a ve onun siyasi çizgisine övgüler dizmekten geri kalmıyor. Doğal olarak, Hasan Yeşildağ’ı da sevecek!

Övür’ün bir zamanlar, “derin” ilişkilerinin açığa çıkarılması için yetkilileri sorumluluğa davet ettiği Hasan Yeşildağ kimdir?

1970’lerin sonunda, Üsküdar’da Şehir Tiyatrosunun bombalanmasında ismi geçen, katledilenlerin arasında devrimcilerin de olduğu birçok cinayetin faili, azmettiricisi, silah tedarikçileri arasında yer alan, Üsküdar ÜGD örgütünün başı bir ülkücü. İşlediği cinayetlerin birinden idam cezası istenerek tutuklu yargılanan, hapishanede Mehmet Ali Ağca’yla tanışıp devletin “derin” işlerini yapacak kadrosunun içine alınan ve vakit kaybetmeden beraat ettirilip İsviçre’ye kaçırılan kişidir. İsviçre’den dönünce, Tayyip Erdoğan’ın güvenliğini almak üzere bir “suç işleyerek” onunla aynı hapise giren, kaldığı süre boyunca hapishane müdürlüğü yapan şahıstır. 2000 yılında Abdi İpekçi cinayeti de dahil olmak üzere hakkındaki tüm suçlar hakkında takipsizlik kararı verilen, hakkında İGDAŞ ve İstanbul Belediyesi ile ilgili birçok soruşturma bulunan isimdir.

Kardeşi İstanbul Büyükşehir Belediyesi meclis üyesi Zeki Yeşildağ, Tayyip Erdoğan’ın farklı coğrafyalarda protestocularla yaptıkları kavgalarla ünlenen korumalarının başında bulunan; belediyenin ağaç dikme işleri, trafik sinyalizasyon araçlarının satımı, güvenlik kameraları ve gizli kamera tekniklerini belediyelere pazarlaması işi gibi “karlı” işlerini yapan eski ANAP, Refah Partisi yani anlayacağınız her dönemin siyasetçisidir. Aynı zamanda Eski Emlak Bank Genel Müdürü Civangate yolsuzluk skandalının baş ismi Engin Civan’ın kardeşinin eşidir.

Böyle bir CV’ye şimdilerde bir de Tayyip Erdoğan’dan önce İslamcı gençliğin liderlerinden Metin Yüksel’in ülkücüler tarafından katledildiği bilgisi eklendi. Ülkücülerin Tayyip Erdoğan’ın önünü bu cinayetle açtığı iddia ediliyor. O da ülkücülerin önünü açmayı seviyor, her şey karşılıklı! Bu bilgilerin birbiriyle ilgisi ise büyük ve derin planlar!

Ethem Sancak ile kıyaslandığında, daha “vefalı” ve daha “derin” konumda bulunan Yeşildağ’ın medya patronluğunda, kendinden öncekileri aratmayacağı açık. Balzac, medya patronları ve onların iktidarlı ilişkilerini öngörmüş herhalde!

Nedim Ciran

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.

https://seninmedyan.org/category/nedim-ciran-yorumluyor/

The post Erdoğan Medyası’nda Oyuncu Değişikliği – Nedim Ciran appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/09/30/erdogan-medyasinda-oyuncu-degisikligi-nedim-ciran-2/feed/ 0
Taht Kavgası – Halil Çelik https://meydan1.org/2017/09/26/taht-kavgasi-halil-celik/ https://meydan1.org/2017/09/26/taht-kavgasi-halil-celik/#respond Tue, 26 Sep 2017 09:26:36 +0000 https://test.meydan.org/2017/09/26/taht-kavgasi-halil-celik/ Seçimlerin peşi sıra dizildiği, her yıl yeni bir seçim dönemine girdiğimiz son dört yılın ardından, daha şimdiden adı konulmamış yeni bir seçim dönemi başladı: 2019 Başkanlık Seçimi. Hem yerel seçimin hem genel seçimin olacağı, hem de TC tarihinde ilk defa başkanlık seçiminin olacağı bir yıl olacak 2019. OHAL ile birlikte fiilen işleyen başkanlık, KHK’lar ile […]

The post Taht Kavgası – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Seçimlerin peşi sıra dizildiği, her yıl yeni bir seçim dönemine girdiğimiz son dört yılın ardından, daha şimdiden adı konulmamış yeni bir seçim dönemi başladı: 2019 Başkanlık Seçimi.

Hem yerel seçimin hem genel seçimin olacağı, hem de TC tarihinde ilk defa başkanlık seçiminin olacağı bir yıl olacak 2019. OHAL ile birlikte fiilen işleyen başkanlık, KHK’lar ile işlevsizleşen meclis, kayyumlar ile “arındırılmış” belediyeler görünen o ki, 2019’da yeni bir boyut kazanacak. Bunun hazırlıkları devlet iktidarının iki bloğunda da başlamış durumda. “Seçim startı verildi” gibi haberleri henüz pek duymasak da iktidar ve ana muhalefet partilerinde hassas terazi ile ince ince hesaplanan bir dönem başladı.

2019’da Cumhurbaşkanlığı seçimi ile beraber Başkanlık Sistemi’ne tam anlamıyla geçilmiş olacak. Tayyip Erdoğan yeni bir rejim, yeni bir sistem ile 10 yıl daha TC’yi biçimlendirmek istiyor. Öte yandan muhalefet ise geçtiğimiz referandumda bu durumu engellemeye çok yaklaştığı düsturuyla Tayyip Erdoğan’ı seçtirmemek için stratejiler geliştiriyor. Yandaş kalemşörlerin vurguladığı “Başkan Erdoğan” döneminin başlaması ya da Saray/AKP/Erdoğan’ın siyasi iktidardan devletleşmeye evrilen iktidarının son bulması olarak bu seçime de yine hayati bir önem atfedilmeye başlandı bile.

Erdoğan’ın Dönüşü ve Dönüşüm

Referandumun ardından buruk da olsa, eksik de olsa istediğini alan Erdoğan ve partisi AKP, referandumdan bu yana önemli bir çalışma başlattı. Bakanların pozisyonlarından başlayan kadro değişimi AKP’nin tüm yapısına yayılıyor. Adına önce metal yorgunluğu, ardından profesyonel deformasyon denen dönüşümün amacının ne olduğuna dair farklı yorumlar yapılıyor olsa da AKP’de resmi olarak başkan olan Erdoğan, ilk günden beri metal aksamı dönüştürüyor. Bu dönüşüm en son İstanbul’da İl Danışma Meclisi Toplantısı’nda Erdoğan’ın “Kongre sürecinde gerçekleştireceğimiz bu değişim asla bir tasfiye değildir. Bizim siyaset terbiyemizde vefa çok önemlidir.” sözleriyle perçinlendi. Yine aynı toplantıda İl başkanları, Erdoğan’ı “küskünler ordusu oluşturmamak gerektiği” yönünde uyardı. Tüm bu gelişmeler göz önünde bulundurulacak olursa, metal dönüşümü sürecinin Erdoğan için kritik bir süreç olacağı anlaşılıyor.

Gerçekleşen dönüşümün dışında, AKP tarafı farklı bir çalışmaya daha başlamış durumda. Yıllardır AKP’nin halkın nabzını tutmak adına, sürekli kendi tabanına anketler yaptırdığı ve bu anketlerden hareketle politika yaptığı biliniyor. Bu seçim döneminde ise anketi kendine muhalif olanlara yaparak onların talep ve tercihlerini de hesaba katmayı planladığı kulisleri paylaşılıyor. Yıllardır kutuplaştırma siyaseti izleyen Erdoğan’ın, muhaliflerin taleplerinin ne olduğunu anketler ile öğrenmesi garipsenecek bir durum olmasının yanı sıra, oy kazanma çabası olarak da yorumlanabilir.

Erdoğan’ın başkan seçildiğinde, başkan yardımcısı pozisyonunda bulunacakların kim olabileceğine dair bir listesinin olduğu bir başka tartışma konusu. Listede konuşulanlardan Tansu Çiller ismi şaşkınlık yaratsa da Devlet Bahçeli gibi beklenen isimler de konuşuluyor. Erdoğan’ın böyle bir kulis bilgisi paylaşmasının nedeni, milliyetçi-muhafazakar tabanı etkileyecek olumsuzlukları ortadan kaldırma amacı olabilir. AKP cephesinde oy çatlağı olmaması planlanırken, öte yandan karşısındaki blokun tek adayda birleşebilme ihtimalini de elinde bulundurduğu devlet iktidarı sayesinde ortadan kaldırmaya çalışıyor. 2019’a dair başta Kılıçdaroğlu olmak üzere aday olabilme ihtimali olan herkese yönelik en ince ayrıntıya kadar çalışılıyor.

YSK ile oyunun kurallarını sürekli kendi lehine değiştiren Erdoğan’ın, OHAL’i ve KHK’ları kullanarak baskı, gözaltı ve tutuklamalarla herkeste yaratmak istediği bir korku olduğu da aşikar. Savaş stratejisi gereği Kürt halkı ve mücadelesine yönelik her şeyi yok etme politikası güdüyor. Ayrıca yandaş basınla karşı propagandalarını aralıksız sürdürüyor. Erdoğan’ın başkanlığa dair çalışmaları, Kürdistan’da yürüteceği politikanın ne seyirde olacağını şimdiden gösteriyor.



Metal yorgunluğu; sürekli çalışan ya da belli bir yükün sürekli uygulanması sonucu metal malzemelerin istenilen dayanma özelliğini yitirmesi, ya da sürekliliğin bozulmasına verilen isim. Yani uçağa gövde veren çelik kaplamalar zaman içinde kendi kendine gevşeyip niteliklerini kaybediyorlar; sonra ne oldu, nasıl oldu bilemeden uçak düşüyor! 

Kaybetmeyi Kabullenmiş Bir Muhalefet

Referandumda resmi olarak kaybetmiş; moral olarak kazandığını ilan etmiş olan Hayır bloğunun ana akım bileşenleri de, Erdoğan ve AKP kadar hassas bir süreçte olduklarının farkındalar. Kemal Kılıçdaroğlu ve partisi CHP, AKP karşıtlığı politikasını terk ederek, bu yeni seçim sürecinde farklı bir strateji ile politika belirlemeye başladı.

Kuruluşundan bu yana devlet iktidarının niteliğini belirlemiş olan CHP anlayışı gün geçtikçe eridi. CHP muhalefetinin, oyunun kurallarını belirlemek şöyle dursun, oyun bozanlığa karşı kuralları hatırlatacak etkisinin dahi kalmadığı bir dönemdeyiz. Böyle bir dönemde, AKP’nin Kürt vekillere yönelik planlarının bir parçası olarak milletvekilliği dokunulmazlığı kaldırma hamlesine “Evet” diyerek başta Selahattin Demirtaş olmak üzere HDP’li vekilleri tutuklanmasının neden oldu. Ancak topaç döndü ve MİT tırlarının cihatçı çetelere sevkiyat yaptığının ispatını gün yüzüne çıkaran CHP’li milletvekili Enis Berberoğlu da OHAL uygulamaları rahatlığıyla tutuklandı.

Erdoğan karşısında sürekli olarak kaybeden konumunda olan Kılıçdaroğlu ve CHP’li kurmaylar bu defa atılacak adımı 2019 Başkanlık Seçimi hassasiyeti ile değerlendirerek tutuklamaya farklı bir tepki vermeye karar verdiler. Başta Berberoğlu’nun tutuklanması olmak üzere OHAL ve KHK’lar ile yaşanan tüm adaletsizliklere karşı bir adalet kampanyası başlattılar. CHP içerisinde tabanın buna hazır olup olmadığı gibi gereksiz bir tartışma yürütmektense, Kılıçdaroğlu zamanında tepki vermenin gerekliliğiyle tek başına da olsa bir adalet yürüyüşü başlatma kararı alarak, gerçek muhalefete yani sokağa adımını attı.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü, toplumsal muhalefet açısından adaletsizliklere karşı birleşmenin merkezi olarak görüldü. Referandum sürecinde “Hayır” blokunun oluşturduğu birliğin sürdürücülüğü rolü biçildi. 24 günlük Adalet Yürüyüşünün ardından, İstanbul’da yapılan miting ile bu birleşim adeta taçlandırıldı. Maltepe’de gerçekleştirilen miting, çok uzun bir aradan sonra muhalefetin yapmış olduğu en kalabalık miting oldu. Mitinge katılan kişi sayısı hakkında yandaş basın o kadar çok manipülasyon yaptı ki, katılımın ne kadar yüksek olduğu böylece kanıtlanmış oldu. Ayrıca CHP elitlerinin sürekli tartıştığı “tabanın buna hazır olup olmaması” konusunun da açılmamak üzere kapandığı görüldü.

Bildiğimiz CHP

Adalet Mitinginin CHP’nin kendi muhalefeti açısından oldukça başarılı bir strateji olduğu yorumları yapılırken, bu mitingin 2019 Başkanlık Seçimleri çalışmasında önemli bir adım olduğu değerlendirildi. Yürüyüş ve mitingin ardından CHP kendince sokakta durmayı sürdürerek Çanakkale’de bir Adalet Kurultayı gerçekleştirdi. Ancak Adalet Kurultayı, yürüyüş ve miting gibi neredeyse tüm yazan çizenlerin benzer şeyler söylediği bir kurultay olmadı. “Bildiğimiz CHP” olarak kurultaydaki yemek yeme sorunlarından tutalım da yapılan panellerdeki tartışma konularına, Hafıza Sokağı adı verilen bölümdeki resimlere, çağrılanlar ile çağrılmayanlara kadar neredeyse her şey tartışma konusu oldu. Adalet Mitinginin ardından sol muhalefet ile ortaklaşacağı düşünülen CHP’nin, gerçekleştirdiği kurultayda AKP tabanı olan milliyetçi-muhafazakar kesimi de kazanma çabası olduğundan, kurultayda böyle sorunların yaşandığı yorumları yapılıyor.

CHP’nin başkanlık seçiminde Erdoğan’ın karşısına kimi çıkaracağı henüz açıklanmamış olsa da CHP Başkanı Kılıçdaroğlu şimdiden kulislerde konuşulan bir isim. Bütün bir Adalet sürecinin tek başına başlatıcısı olması göz önünde bulundurulduğunda, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı olası görünüyor.

Tüm bu stratejiler bir kenara bırakılacak olursa, CHP’nin bu süreci sokakta inşa etmesi, CHP’nin toplumsal muhalefet içerisindeki konumunu değiştirmemiştir. CHP’nin sokağa çıkmasının nedeni, devlet olanaklarından yoksun kalmaları ve siyaset yaptıkları alanda itibarsızlaşmasındandır. Yoksa ne Kılıçdaroğlu ne de CHP sokakta muhalefet yapmayı meşru göremezler!

Erdoğan’a Bir “Rakip” Daha Geliyor

RTE karşısına dikilecek olan bir diğer isim ise Meral Akşener. Kurmayların televizyon programında “Adayımız Meral Akşener” diyerek ağızdan kaçırırcasına etmiş oldukları sözler ile, Akşener de başkanlık yarışındaki yerini almış oldu. Meral Akşener’in alacağı oy nedir, merkez parti söylemleri ne kadar yer tutar bilinmez ama Erdoğan’ın Tansu Çiller hamlesi, Akşener’i yabana atmadığının göstergesi. Burada Erdoğan’ın amacı doğrudan Akşener’in oylarını almak değil, Akşener’in merkezine kayabilecek olan oyları engellemek olabilir.

CHP’nin Koşullarında Muhalefette Ortaklaşma

Devlet iktidarı dışında kalan muhalefet ile devrimci muhalefetin durumu ise karışık bir vehamet içerisinde. 7 Haziran sürecinde parlamenter muhalefetin önemli bir dinamiği olmuş olan HDP, bugün kriminalize edildikçe ediliyor. Devlet iktidarının hemen tüm kesimlerince adeta bir illegal örgüt muamelesi görüyor. Bu yüzden 2019’da HDP’nin alabileceği rolü konuşmak için oldukça erken. Öte yandan seçimler dönemi dışında devrimci muhalefetin bir parçası olarak hareket eden yapılar da, referandumda başlayan “Hayır” politikleşmesini bir süre “Referandum’u tanımıyoruz” a kadar giden söylemelerle devam ettirdi. Ancak bu söylemlerin ardı arkası bir anda kesildi. Adalet Yürüyüşü ile sol muhalefete el uzatan Kılıçdaroğlu’nun yaratmış olduğu politikliğe sığınan bu muhalefet, kendi renklerinden vazgeçerek yürüyüşe katıldı, kendileri organize ediyor gibi Adalet Mitingini sahiplendiler. CHP nasıl referandum sonrası söylemini 2019 Başkanlık Seçimlerine uyarladıysa, “referandumu tanımayanlar” da Kılıçdaroğlu’nun 2019 stratejisinde yerini aldı. Devrimciler için yoğunlaşan baskı, bir yılı aşan OHAL ve KHK’lara karşı politika üretmek, direnenlerin mücadelesini büyütmek dururken, Adalet mitinglerinde, kurultaylarında pozisyon almak; seçilmişlerin ve seçileceklerin stratejisine göre hareket etmek tercih edilir olmaya başladı.

Taht Savaşları…

2019 başkanlık seçimlerine dek önümüzde uzun bir zaman var. Ama taraflar, seçim her an olacakmış gibi tedirginlik içerisinde saf tutmuş durumdalar. Bu tedirginlik, “baskın seçim” tartışmaları ve seçimin 2018’de olacağı söylemleriyle daha da hissedilir oldu.

2019’dan geriye doğru gidecek olursak, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine baktığımızda karşılaştığımız tablo hayli ilgi çekici. TC tarihinde Cumhurbaşkanlığı, Mustafa Kemal’in 1 oya karşı 158 oy ile seçildiği ilk seçimden Cemal Gürsel’in demokrasiyle(!) seçilmesine; Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığından Turgut Özal’ın suikast polemiklerine kadar “Çankaya Savaşları” olarak bilindi. Çankaya Savaşları sadece entrikalar, yalanlar ve hileler değil, bunlarla beraber kanlı tarihler de yazmıştır.

2019 TC Cumhurbaşkanlığı seçimi bir Çankaya Savaşı olmayacaktır tabi ki. Çünkü artık Çankaya değil adres Saray, TC Cumhurbaşkanlığı değil makamın adı Türkiye CumhurBAŞKANı olacak. Çankaya Savaşlarında muhtıralara, darbelere, çatışmalara maruz kalan halklar; Saray’ın taht savaşlarında nelere maruz kalacak hep beraber yaşayarak göreceğiz.

Halil Çelik

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.

The post Taht Kavgası – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/09/26/taht-kavgasi-halil-celik/feed/ 0