The post Devletlerin Savaşları Bitmiyor Halklar Birbirine Düşman Ediliyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Azerbaycan ile Ermenistan devletleri arasında Dağlık Karabağ’da 27 Eylül’de başlayan sıcak çatışmalar artık savaş olarak adlandırılıyor. İki devlet arasında zaman zaman sıcak çatışmalar yaşansa da 27 Eylül’de başlayan çatışmalar, 90’ların başından beri bu bölgede yaşanan ve hemen sonlandırılmayan ilk sıcak çatışmalar olarak kayıtlara geçti. İki taraf da sıcak çatışmaları kendilerinin başlattığını kabul etmedi. Hala ilk ateşin kimin tarafından açıldığı bilinmiyor.
Çok geçmeden Ermenistan cephesi, TC Devleti’nin de özellikle Suriye’deki cihatçıları bu topraklara getirterek ve Azerbaycan’ın kullanımına İnsansız Hava Araçları’nı tahsis ederek savaşa dahil olduğunu söylemeye başladı. TC tarafında bunu kabul eden çıkmasa da hemen Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, Ermenistan’ı paralı askerleri kullanmakla suçlamaya başladı. Devletin en üst kademeleri “Azerbaycan’ın yanındayız.” mesajları verdi.
Burada belirtmek gerekir ki denize herhangi bir kıyısı bulunmayan Ermenistan’ın sınırlarının yüzde 85’i Türkiye ve Azerbaycan ile. Bu sınırlar da kapalı. Ermenistan ekonomik ve askeri alanda varoluşunu Rusya’ya bağlamış durumda. Rusya, bu nedenle savaşta gözlerin hemen çevrildiği ilk devlet. Bu savaşın Rusya’dan izinsiz başlamayacağı yaygın olarak kabul görüyor. Sıcak çatışmaların savaşa dönmesinden anlaşıldı ki Rusya savaşın yaşanmasından memnun.
Fransa da bu sürece hızlı bir şekilde dahil olarak son devletlerarası krizlerde olduğu gibi bu krizde de karşısına aldığı TC’yi savaşa katılmakla ve cihatçıları kullanmakla suçladı. Fransa Başkanı Macron ayrıca Rusya’yla iletişime geçerek savaşın bitirilmesi çağrıları gerçekleştirdi. TC, bu süreçte savaşa dahil olduğu iddialarını reddetse de 3 Ekim’de Erdoğan “Tıpkı Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Akdeniz’de olduğu gibi, sınır hattımızda istikrar sağlanana kadar, sahada aktif şekilde yer almaya devam edeceğiz.” diyerek savaşa dahil olduklarını kabul etmiş oldu.
Gün geçtikçe savaşın daha fazla bölgeye yayılma riski oluştu. Bu süreçte taraflar birbirini sivillere saldırmakla suçlayan açıklamalar yapmaya başladı. Sürece etki etme olasılığı en yüksek devlet olan Rusya hala etkili bir şekilde müdahalede bulunmazken ABD’de gündem Trump’ın Covid-19’a yakalanmasıydı. Rusya’nın kendi ekseninden çıkmaya çalışan Ermenistan’a bir ders vermek için etkili bir şekilde müdahil olmadığı ve ABD’nin de iç politikada seçimlere yoğunlaştığı için bu savaşla ilgilenmediği konuları üzerinde uzlaşı söz konusu.
Bu arada İran da açıklama yaprak TC’yi Suriye’den cihatçı ihraç etmekle suçladı ve Suriye’de yendikleri cihatçıları sınır bölgelerinde görmek istemediklerini belirtti. Kanada da TC’yi gerçekleştirdiği silah ihracını, TC’nin bu savaşa dahil olduğu ve kendilerinden satın aldıkları yönündeki şüpheleri nedeniyle askıya aldıklarını açıkladı.
10 Ekim’e gelinirken Rusya kendisinden beklendiği üzere Azerbaycan ve Ermenistan dışişleri bakanlarını Moskova’ya çağırdı. Yapılan görüşmelerin sonunda Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov arabuluculuğunda taraflar “rehine ve cenaze değiş tokuşu için” ateşkeste uzlaştı. Ancak çok geçmeden her savaşta olduğu gibi taraflar birbirlerini ateşkesi bozmakla suçladı. Taraflar ateşekese uyduklarını ancak karşı tarafın saldırması durumunda onlara cevap verdiklerini savunuyor. Sıcak çatışmalar bir süre yoğunluğunu kaybetmiş olsa da son olarak 17 Ekim’de Ermenistan’ın, Azerbaycan’ın en büyük ikinci kenti olan Gence’ye gerçekleştirdiği füze saldırısı sonucunda 10’dan fazla kişinin yaşamını kaybettiği yönünde açıklamalar gelirken Ermenistan cephesi bu konuda sessiz.
Dağlık Karabağ, milliyetçiliğin halkları birbirine rahatlıkla düşman ettiğinin görüldüğü coğrafyalardan sadece biri. Azerbaycan ve Ermenistan devletleri arasında anlaşmazlık oluşturan Dağlık Karabağ sorunu yüzyıldan beri çözüme ulaştırılmadı ve SSCB’nin dağılmasından sonra diğer sorunlar gibi yeniden gün yüzüne çıktı. Dağlık Karabağ sorunu, devletlerin milliyetçiliği kullanarak halkları birbirine düşman etmeyi sürdürdükleri bir sorun olarak var olmaya devam ediyor.
Fuat Çakır
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.
The post Devletlerin Savaşları Bitmiyor Halklar Birbirine Düşman Ediliyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hapishanelerde Kalıcı OHAL appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği (CİSST), 15-30 Eylül arasında tutsaklardan gelen başvurulara ilişkin rapor yayınladı. Rapordan anlaşıldığı üzere korona krizi bahanesiyle arttırılan baskılar sürerken buna karşı tedbirler azaltılıyor. Korona krizinin başlangıcında hapishanelerde belli aralıklarla dezenfektan çalışmalarının yapıldığı ancak son dönemde bunların yapılmadığı belirtilen raporda ayrıca havalandırmanın arttırılması gerekirken kısıtlandığı da açıklandı. Tutsaklara temizlik malzemelerinin çok sınırlı verildiği, kimi hapishanelerde ise çok yüksek fiyata satıldığı belirtildi.
Tutsakların hastanelere sevkinin yapılmadığına yönelik şikayetler artarken karantina alanı olarak düzenlenen koğuşlardaysa baskının iyiden iyiye yükseldiğine vurgu yapılan raporda, uzun zamandan beri var olan kapasite sorununun fiziksel mesafelerin korunması telkinlerinin yapıldığı korona krizinde de sürdüğü belirtildi.
CİSST’in bu raporunun tutsaklardan gelen mektuplar değerlendirilerek hazırlandığı ve hapishaneden çıkan mektupların genellikle sansürlendiğini düşündüğümüzde şikayetlerini ulaştıramayan daha birçok tutsağın olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Mektuplar çoğu zaman hapishaneden çıkarılmazken üstüne üstlük bu şikayetlerde bulunan tutsaklara türlü bahanelerle iletişim cezaları verilerek ayrıca tecrit uygulamasına gidiliyor.
Hapishanelerin ne durumda olduğunu gösteren bir fotoğraf da geçtiğimiz günlerde gündem oldu. Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile görevinden ihraç edilen polis Mustafa Kabakçıoğlu, 29 Ağustos 2020 tarihinde Gümüşhane Hapishanesi’nde yaşamını yitirmişti. Gündem olmasını sağlayan durumsa Kabakçıoğlu’nun karantina hücresinde plastik sandalye üzerinde yaşamını yitirdiğini gösteren fotoğrafın ortaya çıkması. Gümüşhane Başsavcılığı, 20 Ağustos’ta Covid-19 şüphesiyle karantina hücresine alınan Kabakçıoğlu’nun hastaneye gitmeyi reddettiğini iddia ederek sorumluluğu üzerinden atmaya çalışıyor. Son dilekçesini 27 Ağustos’ta yazabilen Kabakçıoğlu dilekçesini hiçbir işlemi yapamadığını söyleyerek bitiriyor. Savcılığın açıklamasındaki hastaneye gitme konusundaki reddin altında Kabakçıoğlu’nun değil gardiyanların imzası bulunuyor.
Devlet refleksi yine şaşırtmadı; tutsağın yaşamını yitirmesinde ihmali hatta kastı bulunanların değil soruşturma dosyasında yer alan fotoğrafların basına ulaştırılması sonucu gündem olmasını sağlayanların bulunmasına ilişkin soruşturma başlatıldığı açıklandı.
Hapishanelerde artarak devam eden bu baskılar tutsaklar tarafından direnişle karşılanıyor. Van’da tutsaklar kendilerine uygulanmak istenen tecride karşı 14 Eylül’de dönüşümlü açlık eylemi başlatmışlardı. Van F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Hapishanesi’ndeki tutsakların hapishanelerde de kalıcı hale gelen Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamalarının son bulması talebiyle başlatılan açlık eylemi sürüyor.
Devlet, toplum üzerinde kuracağı baskıları genellikle şartlara göre değiştirerek ilk olarak hapishanelerde uygulamaya başlar. Bu yüzden hapishanelerde tutsaklar tarafından gösterilen direnişler, tutsakların sadece kendi koşullarına karşı bir çıkış olarak değil daha büyük baskıların önündeki ilk barikatlar olarak değerlendirilmelidir. Bu bakımdan Van’da devam eden bu direnişin, yeni normal maskesi takılmış olağanüstü hale kurulan önemli bir direniş olduğu açık.
Abdülmelik Yalçın
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.
The post Hapishanelerde Kalıcı OHAL appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hayallerini Sanatla Buluşturan Lorca – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Karadır atları, kapkara/ Nalları kapkara demir/ Pelerinlerinde parıldar/ Mürekkep ve mum lekeleri/ Ağlamak nerede, onlar nerede/ hepsinin de kurşundan beyni/ Yoldan ağır çıkageldiler/ gönülleri cilalı deri./ O çılgınlar, o gececiler/ boğarlar geçtikleri yeri/ Zamk karası bir sessizliğe/ ve bir dehşete kum incesi…”
Yüzlerce insan hep bir ağızdan bu şiiri söylüyor. Granada sokakları bu şiiri söyleyenlerin sesiyle yankılanıyor. Granada sokaklarından ardı sıra kamyonlar geçiyor ve şimdi bu ses o kamyonların içinden geliyor. Bu kamyonlar sadece bu şiiri söyledikleri için ölüme taşıyor insanları. Bir sokak ortasında askerler tarafından kurşuna diziliyor hepsi. “Tüm insanların kardeşiyim. Politikacı değilim ama her gerçek şair gibi devrimciyim. Siyasal sınırlara inanmıyorum” bu sözler, yukarıdaki dizeleri yazan ve o gün orada katledilen Garcia Lorca’ya ait.
Lorca düşüncelerini, hayallerini sanatıyla bütünleştiren bir şair, yazar ve tiyatrocuydu. Önce ailesinin isteklerine başkaldırarak, kendi doğal eğilimlerini gerçekleştirerek başladı yaşamına. Şiirler yazıp okuyor, İspanyol halk şarkılarını piyanoya uyarlıyor, besteler yapıyor, sahnelerde şarkılar söylüyor, resim yapıyor, desenler çiziyordu. Lorca’nın şiirlerini bilir ve okuruz birçoğumuz. Oysa tiyatro onun bütün yaşamında başköşeyi tutar. “Dünyanın yaşamakta olduğu şu dramatik anlarda sanatçı halkıyla gülmeli, halkıyla ağlamalıdır. (…) Ben yoksullarla bütünleşmek istiyorum. İşte o yüzden gelip tiyatronun kapılarına dayandım ve bütün yeteneklerimi de bu sanata adadım” diyor bir söyleşisinde.
Kuklalara yaşam katmanın onun için ayrı bir tadı vardır. Kendi evinde, kukla gösterileri düzenleyip sahneler; dekorları, kuklaların giysilerini, takılarını hep kendisi hazırlar; üstelik kuklaların iplerini de kendisi kullanırdı. 1920’lerdeki birkaç oyun denemesi ve kukla oyunlarından sonra; Fernando’ya başkaldıran Granadalı bir kadının, Mariana Pineda’nın öyküsünü anlatır bize. Dekorlar, kostümlerin çizimi, ressam arkadaşı Salvador Dali’nin eseridir.
“Pervanenin Nazarı Değdi” isimli oyun Lorca’ nın ilk oyunudur. Oyun pek ilgi görmez ama devamı gelir ve bayrak üzerine özgürlükçü sözler söylediği için ölüme mahkûm edilen bir kız için yakılmış türküye bir oyun hazırlar. Çocukken söyledikleri bir türküdür bu ve şiirde olduğu gibi tiyatroda da kalıpları hiçe sayan bir tarzı vardır. Ezilenlerin safındadır Lorca. “Tiyatronun gücü onun toplumsal sorunlara bakış açısıyla ölçülebilir yalnızca” der. Toplumsal sorunları açık açık tiyatro ile anlatmaya çalışır. Lorca için tiyatro, yaşamın bir aynasıdır. “Dona Rosita Bekâr Kalıyor” ya da “Çiçeklerin Dili” isimli oyunlarında hayatın önünde engel, baskı aracı olan gelenekleri eleştirir. “La Zapatero Prodigiosa (Kunduracı Güzeli)”, “El Sacrificio de İfigenia (İfigenia’ nın Kurban Edilişi)” gibi onlarca oyuna imza atar. Lorca yoksullukların, adaletsizliklerin, ataerkinin yaşama etkilerini yazdığı birçok oyunda konu etmiştir. “Kanlı Düğün (Noces de Sang)”, “Yerma”, ve “Bernarda Alba’nın Evi” günümüze kadar etkisini sürdürmüş en önemli oyunlarındandır.
Lorca 1932-1935 arasında tiyatroya gidemeyenlerin kendi düşüncelerine ortak olabilmesi adına gezgin bir tiyatro topluluğu oluşturdu. La Barraca uzak köylere dek gidip oyunlar sergileyecek bir tiyatro topluluğuydu. Dört yıl boyunca Calderon’dan, Cervantes’ten, Molina’dan oyunlar sahnelediler. La Barraca, İspanyol tiyatrosunu gelenekçiliğinden, tutuculuğundan kurtarmak ve halkın toplumsal adaletsizlikleri içselletirmesini sağlamak fikrini sırtına yükleyip yola çıkıyordu.
Lorca hor görülen bir eşcinsel, Faşist Franco diktatörlüğünün karşısında tehdit unsuru bir yazar fakat en önemlisi düşlediklerini eylemekten çekinmeyen cesur bir kişiydi. Bu yüzden kamyon sırtında çıkarıldığı bir yolculuk sonrasında kurşunlanarak katledildi. Lorca’nın mezarı bilinmiyor birçok faili meçhul gibi. Ama 1936’dan bugüne düşledikleriyle, eyledikleriyle, yazdıklarıyla biz Lorca’yı tanıyor ve biliyoruz.
“Ölmüştür ay, ölmüştür ama/dirilecek bahar olunca…”
The post Hayallerini Sanatla Buluşturan Lorca – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Orduların İlk Hedefi Akdeniz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletler, savaşlar ve katliamlarla kurulmuştur. Varlıklarını savaşlara ve katliamlara borçlu olduğunun farkında olan devletler, devamlılığını sağlayabilmek için de savaşlara ihtiyaç duyar. Savaş ve katliamlarda milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine neden olan devletler, insanları sürekli militarist ve milliyetçi politikalarının neticesinde düşman söylemleriyle kendisine bağlı tutmaya çalışır.
Devletler çıkarları için dün söylediğini bugün yalanlayabilir. Dün Kürt Sorunu vardır dediğin ülkede iktidarda kalabilmek için Kürt Sorunu’nu çözdük diye bu sorunu daha da derinleştirebilirsin örneğin. Ya da “NATO’nun Libya’da ne işi var?” dedikten sonra Libya’da gerçekleştirecek saldırılar için İzmir’de NATO karargahı kurulmasına önayak da olabilirsin.
Bu tabloyu güncel olarak Akdeniz’e kıyısı olan devletlerin savaş politikalarında rahatça görebiliyoruz. Güncel durumda Akdeniz’de birçok sorun birbirine girmiş durumdadır ve bu savaş ortamını Gordion düğümüne rahatlıkla benzetebiliriz. Meşhur hikayeye göre Gordion düğümünü çözecek olan kişi, bütün Asya kıtasının hakimi olacaktır. Gordion düğümüyse çözülmesi imkansıza yakın bir düğümdür. Gordion düğümünü çözmeye çalışan Büyük İskender, düğümü çözmeyi başaramayınca kılıcıyla düğümü keser. Gerçekten de birçok toprakta katliamlar yaparak ilerleyen Büyük İskender Asya’nın tek hakimi olacak gibidir. Ancak İskender’in 33 yaşında ateşli bir hastalıktan zamansızca ölümü Gordion düğümünü çözmek yerine iktidar hırsına dayanamayarak kılıcıyla kesmesinin cezası olarak yorumlanır. Peki bütün Akdeniz’de tek hakim olmayı sağlayabilecek düğüm nedir ve bunu kim, nasıl çözecektir?
Öncelikle devletlerarası ilişkilere baktığımızda tek bir devletin kendi politikasını Akdeniz’deki birçok devlete istediği gibi dayatmasının pek olanaklı olmadığını söyleyebiliriz. Ancak bu durum, devletlerin Gordion düğümünü kılıçla çözmeye çalışmasını engellememektedir.
Akdeniz’e kıyısı bulunan devletler arasında en yakın savaş ihtimali, TC Devleti ve Mısır arasında değerlendirilmektedir. Suriye Başkanı Esad’ı iktidardan indirmek için yıllardan beri uğraşan TC Devleti’nin arkasında durduğu cihatçılarla Suriye arasındaki sıcak çatışmayı devletler arasındaki bir savaş olarak değerlendirmezsek tabi. Peki nasıl oldu de TC ile Mısır arasındaki bir savaş ihtimalinden bahsedilmektedir?
Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin sonuçlarından biri, Libya’da birçok devletin dahil olduğu “iç savaş”ın çıkması oldu. Bu “iç savaşta” Fayez El Serrac liderliğindeki Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ve Libya Ulusal Ordusu lideri Halife Hafter’in başını çektiği başlıca iki güç bulunmaktadır. TC, Fayez El Serrac’a arka çıkarken Mısır da Halife Hafter’in arkasında durmaktadır. Mısır ile birlikte Rusya ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) de hareket etmektedir. TC ile birlikte UMH’yi destekleyen devletler arasında ise Katar var. ABD de Rusya’nın Libya’da artan rolünden endişe duyarak harekete geçmeye hazır görünüyor.
TC ile Mısır’ı karşı karşıya getiren ilk çatışmaysa Libya’da yaşanmadı. Mısır, Arap Baharı’nın birçok sonuç doğurduğu ülkelerin başında geliyor. Sonucunda Müslüman Kardeşler’i iktidara getiren ayaklanmalar Mısır’da yaşanmıştı örneğin. Ancak şu an Mısır Devlet Başkanı olan Sisi’nin darbesiyle Müslüman Kardeşler iktidardan indirilmişti. Bu süreçte TC, Müslüman Kardeşler’i desteklemekten hala vazgeçmeyen bir devlet olarak Sisi’nin düşmanı pozisyonunda bulunuyor. Mısır’ın Libya’yla uzun bir sınırı var ve Mısır, Libya’da iktidarda Müslüman Kardeşler düşüncesinde bir yönetimin olmasını kendisine tehdit olarak görüyor. TC’nin Libya’da bulunma sebepleri arasında Müslüman Kardeşler’i desteklemesinin yanında geçmiş yıllarda yaptırdığı yatırımlardan dolayı oluşan alacaklarını tahsil etme ve yatırımlarını devam ettirme amacı olduğunu da yeri gelmişken eklemek gerekir.
Ancak Gordion düğümünü oluşturan sadece bunlar değil. Yıllardan beri süren savaşlardan biri de bilindiği üzere Suriye’de yaşanmakta. TC, bu savaşta Suriye Devlet Başkanı Esad’a karşı cihatçıları desteklemekte. TC’nin isteği ve arzusu Suriye’de de Müslüman Kardeşler çizgisinde bir yönetim olması. Ancak Mısır’ın aksine Suriye’de Müslüman Kardeşler’in örgütlenmesi büyük oranda engellenmişti. Suriye’deki Müslüman Kardeşler, “iç savaş” başlamadan önce Esad’a karşı etkili bir hareket oluşturamadığı gibi bunu savaş sırasında da başaramadı. Bu nedenle TC, birçok savaş suçu işleyen cihatçı örgütleri destekledi veya etkin olduğu yerde bu örgütlerin faaliyetine göz yumdu. TC, yeri geldiğinde de Kürtlere karşı cihatçıları kullandı. Suriye topraklarını işgal edilmesine gerekçe olarak Kürtlerin, Antakya’yı da alarak Akdeniz’e açılacağına dair olanaksız bir senaryo iç politikada propaganda aracı olarak kullanıldı. Kürtlerin bırakalım TC’den toprak alıp Akdeniz’deki Gordion düğümüne dahil olmayı amaçladığını Rojava’daki Suriye, Rusya ve ABD arasındaki çatışmalarda devletlerin entrikalarında birer kukla olmaktansa yaşam mücadelesi içerisinde olduklarını belirtmek gerekir.
Mısır’ın mevcut yönetiminin gücü itibariyle etkisi olmasa da Suriye’deki gelişmelerden memnuniyet duymadığı açık. Gordion düğümünü burada daha sıkı hale getiren cihatçıları temsil eden TC’nin karşısında İran’ın desteğini alan Rusya’nın olması. Rusya, Suriye söz konusu olduğunda TC’nin başlıca muhatabı ve Rusya, TC’nin karşısına Libya’da da çıkıyor. TC ve Rusya’nın savaş uçaklarının Suriye’de düşürüldüğünü ve TC’de görevli bir cihatçı polis tarafından Rus Büyükelçi Andrey Karlov’un öldürüldüğünü belirtmek gerek. Libya’da veya Suriye’de yaşanan önemli gelişmeler bu yüzden birbirini etkilemeye oldukça yakın. Zaten TC de Libya’da karada hareket ettirdiği kara gücünü Suriye’deki cihatçılardan devşirmekte. Rusya’nın Libya’da paralı askerlerden oluşan Wagner’i kullanması gibi TC’nin de Suriye ve Libya’da kendi paralı askerlerini sahaya sürdüğü bilinen gerçekler. 21. yüzyılda devletlerin, kendilerinin dahil oldukları savaşları “iç savaş” olarak adlandırdığını ve yüzbinlerce askerden oluşan orduların yerine paralı askerleri kullandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Akdeniz’i bir savaş alanı olmanın eşiğine getirense sadece Libya ve Suriye’de yaşanan gelişmeler değil. Bir de söz konusu olan Kıbrıs adası çevresindeki olası petrol ve doğalgaz rezervleri. TC Devleti, Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz rezervlerini başta Güney Kıbrıs ve Yunanistan olmak üzere bir başka devlete bırakmak istemiyor. Bu amaçla ilk olarak kendisinden başka bir devlet tanımadığı için devletlerarası alanda meşruluğu olmayan KKTC ile daha sonra Libya’daki müttefikiyle çeşitli anlaşmalar imzaladı. Buna karşılık olarak da Güney Kıbrıs, Yunanistan, İsrail ve Mısır kendi aralarında bir anlaşma imzaladı. Bu 4 devletin imzaladığı anlaşmayla çıkacak doğalgazsa Avrupa’ya ihraç edilmek isteniyor. Böylece Avrupa Birliği’nin de Rusya’ya doğalgaz bağımlılığı bir nebze de olsa azalıyor.
Söz konusu Akdeniz olunca bu denizde çıkarları olup Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecinde Ortadoğu’da etkinliğini artıran Fransa da Gordion düğümüne dahil oluyor. Fransa, TC’nin güç kazanma çalışmalarını kendisi ve Avrupa için bir tehdit olarak görüyor. Çünkü kendisi de halihazırda Ortadoğu’da ve Afrika’da çeşitli yatırımlarla güçlenmeye çalışıyor.
Tüm bunlar düşünüldüğünde rahatlıkla söyleyebiliriz ki orduların ilk hedefi Akdeniz oluyor. Savaşlar söz konusu olduğunda ilk önce gerçekler ölüyor. 20. yüzyılın başlarında Mustafa Kemal, Büyük Taarruz adı verilen savaşta askerlerine Akdeniz’e gitme emri vermesine rağmen ordular Akdeniz’e değil Ege Denizi’ne gitmişti. Bu basit bir harita hatası mı? Doğal olarak değil. Yunanistan ve Türkiye arasındaki denize Ege Denizi denmesi, Ege isminin geldiği Yunan mitoljisine yapılan atıfla Yunan egemenliğini çağrıştıracağı için orduların ilk hedefi Ege Denizi değil Akdeniz oldu.
Yazının başından beri saydığımız devletlerin de en az TC kadar kendilerinin yön vermek istediği politikalar olduğu için onlar da kendi isimlendirmesini yapacaktır. Devletler, gerçekleri değiştirebildikleri ve gerçeklerin üzerini örtebildikleri sürece ayakta kalabilirler. Bu yüzden TC’yi yöneten ve İslamcı olduğunu söyleyen Recep Tayyip Erdoğan’ın, aşırı milliyetçi Devlet Bahçeli’yi yanına alarak cihatçıları ve TC askerlerini Libya topraklarında kullanması sonucunda Mısır’la savaşa girmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Yunanistan, İsrail, Fransa, Rusya ve ABD gibi devletlerin de ordularını Akdeniz’e sürdüğünü veya sürmeye çalıştığını düşündüğümüzde bu savaşta hayatları hiç önemsenmeden öne sürülen ezilenlere kalan sadece devletlerin savaşlarında hayatlarını kaybetmek mi olacak? Gordion düğümünü çözmek bir lidere mi bırakılacak yoksa ezilenler Gordion düğümü masallarıyla uğraşmadan özgürlükleri için ayaklanacak mı? İktidardakiler ne derlerse desinler biz ezilenler devletlerin savaşında ölmek veya özgürlük için mücadele ederek yaşamak arasında bir seçim yapmak durumundayız.
The post Orduların İlk Hedefi Akdeniz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Enkaz Devletin Yıkık Kenti: Beyrut appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bazılarına göre, ortaya çıkan patlama görüntüleri nedeniyle bugünlerde 75. yılı geride bırakan Hiroşima ve Nagazaki bombalamalarına benzetilen, kimilerine göre de “Lübnan’ın 11 Eylül’ü” şeklinde nitelenen, patlama sonucu ortaya çıkan yıkımı gören ve ülkede uzun zamandır süren ekonomik krizi bilen bazı kent sakinlerine göre ise “Sevgili Beyrut’umuz geri gelmeyecek şekilde sona erdi” diye yorumlanan Beyrut Patlaması’nın etkileri uzun süre silinmeyecek gibi görünüyor.
Feyruz’un bu kadim kente adadığı şarkısındaki gibi, “ışıklarını söndürerek kapılarını kapatmış” bir hale bürünen Beyrut’ta yaşanan patlamaya dair cevaplanmayan onlarca soru ortada duruyor. Beyrut Limanı’nda iki gün önce gerçekleşen patlamanın nedeninin ihmaller zinciri mi, yoksa -olayın yaşandığı yerin Ortadoğu coğrafyasının en çetrefilli bölgelerinden Lübnan’da olmasını akılda tutarak- sabotaj mı olduğu konuşuluyor ve öyle görünüyor ki belirsiz bir geleceğe kadar da konuşulmaya devam edecek.
Beyrut’ta yüzlerle ifade edilen sayıda insanın yaşamını yitirmesine neden olan amonyum nitratı 7 yıl önce kentin limanına boşaltan geminin şaibeli seyahatinin detayları yukarıda bahsi geçen sorular arasında.
23 Eylül 2013’te Gürcistan’ın Batum Limanı’ndan yüklediği 2 bin 750 ton amonyum nitratı, 2-3 Ekim 2013’te geçtiği İstanbul Boğazı’nın ardından Süveyş Kanalı’nı geçerek Güneydoğu Afrika ülkesi Mozambik’e ulaştırmak üzere yola çıkan Moldova bayraklı Roussus adlı geminin, 21 Ekim 2013’te, iki gün önceki patlamanın yaşandığı tarihe kadar Beyrut Limanı’nda demirlediği, genel olarak dolaşımda olan bilgi. Ancak, gemi ve uçakların güzergahlarını takip ederek dış politika yorumları yapan jeo-analist Yörük Işık’ın açık kaynaklardan edindiği verilere dayanarak verdiği bilgi, Roussus’un 16 Kasım’da Yunanistan’ın Pire Limanı’na girdiği yönünde.
Roussus’un bu “gizemli seyahatinde” tarihler kadar, geminin izlediği güzergah da kafa karıştırıcı. Süveyş Kanalı’nı geçecek bir geminin arızası nedeniyle, Antalya ya da Mersin limanları dururken -arızalı olduğu halde- Kıbrıs’ın doğusundaki Beyrut Limanı’na ulaşabilmesi bir başka soru işareti.
Seyahat, liman tarihleri ve kafa karıştıran güzergahı ile birlikte Roussus’un “son durağının”, kontrolü halen İsrail ile fiili savaş halindeki Hizbullah’ta olan ve Suriye’nin de “dünyaya açılan kapısı” olarak değerlendirilen Beyrut Limanı olduğu düşünüldüğünde, sabotaj ihtimalini dillendirenlerin argümanları güçleniyor.
Ancak bu ihtimali de dışlamadan, Lübnan’daki devlet yapısının, Beyrut Patlaması ve benzeri vakaların hayata geçmesine olanak tanıyan karakterine odaklanmakta yarar var. Lübnan’da “enkaz devlet” şeklinde tanımlanan bu yapı biraz incelendiğinde, “ihmaller zinciri” olasılığının doğru olduğu koşullarda bile zaten bu devlet mekanizmasının Beyrut Limanı’nda fiili bir sabotajı hayata geçirdiğini görürüz.
Lübnan’da 1975-1990 yılları arası yaşanan ve 150 bin kişinin yaşamını yitirdiği savaş, 1943 yılında Fransa işgali sonrası oluşturulan Ulusal Pakt’ı güçlendirme ve güncelleme vurgusu yapan Taif Anlaşması’yla sonlanmıştı. Buna göre ülkenin ekonomik, sosyal, siyasal yapısında ve devlet yönetiminde mezhepsel, dinsel ve etnik dengeyi gözeten bir anlayışa gidildi.
Cumhurbaşkanının Maruni Hristiyan, başbakanın Sünni Müslüman, Parlamento Başkanı’nın Şii Müslüman olduğu, Parlamento’daki sandalye dağılımının bu dinsel-mezhepsel gruplara ek olarak Müslüman kimliği altında Şii, Sünni, Alevi, Dürzi; Hristiyanlık kimliği altında da Ermeni, Rum, Süryani, Asuri, Keldani, Kıpti etnisiteleri etrafında Ortodoks ve Katolik olarak ayrıldığı Lübnan’da “sıra dışı” bir devlet yapısı oluştu.
Lübnan’da her biri devletsi bir yapıyı andıran bu gruplaşmalara ek olarak, ülkede devlet yönetiminde önemli yerlere gelmiş ve Suudi Arabistan, İsrail, İran gibi devletlerin desteğini arkasına alan Hariri, Canbulat, Cemayel gibi ailelerin de güçlü varlığının altı çizilmeli.
Ancak Lübnan’daki bu devlet yapısı, söz konusu mezhepsel ve dinsel aidiyetler bağlamında bazı bölgesel ve küresel devletlerin müdahalesine de açık hale geldi. Bu kimi zaman açık, kimi zaman örtülü müdahaleler, Ortadoğu’nun bu çok kimlikli coğrafyasının, bölgesel gerilimlerin odağı olmasına neden oldu.
Lübnan’da başbakanın Sünni olması şartını, kendi nüfuz alanını genişletmek için kullanan Suudlar, sınırlarını mevcut sınırlarının ötesinden başlatan ve Direniş Ekseni olarak anılan Şii kuşağının ülkedeki temsilcisi Hizbullah üzerinden İran, Lübnan’daki Filistinli nüfusunu güvenlik sorunu olarak algılayan İsrail, Ortadoğu’nun bu küçük ülkesini sağından solundan çekiştiren devletlerden sadece birkaçı. TC Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank da Beyrut’taki patlama ile ilgili “Hepimizin yüreğinin yandığı patlamaya neden olan 2750 ton amonyum nitrat, 6 sene önce Beyrut’a giderken İstanbul Boğazı’ndan geçti. Sayın Cumhurbaşkanımızın ısrarla üzerinde durduğu Kanal İstanbul basit bir konu değil, Türkiye için stratejik bir güvenlik meselesidir.” şeklinde attığı tweeti ile çekiştirme ve nemalanma yarışına bir şekilde dahil olmaya çalıştı.
Bölgedeki devletlerin çekişmelerinin Lübnan üzerindeki büyük tezahürlerinden biri de 2005 yılında Lübnan Başbakanı Refik Hariri’ye yapılan suikastti. 1990’dan itibaren Lübnan’da bulunan 30 bin Suriye askeri, Suriye’nin suikastten sorumlu tutulduğu uluslararası baskılar sonucunda Lübnan’dan çekilmişti.
Bu devletlere angaje ya da kendi ajandasına sahip ABD, Fransa, Rusya gibi küresel aktörlerin bölgedeki varlığı da belirtilmeli. Ancak ülkenin bu çok kimliliği paralelindeki “çok devletli” yapısının, Lübnan halklarının muzdarip olduğu sorunların başında geldiği söylenmeli. Geçtiğimiz yıl sonlarında ekonomik krize karşı aylarca süren eylemler, Lübnan’da kendi içlerinde otorite ve nüfuz alanları oluşturan tüm bu devlet ve devletçiklere “artık yeter” çığlığıydı.
Sokaklarında ezilenlerin devletlere karşı adalet aradığı Lübnan, artık enkaz bir devlet. Bu devlet ve devletsi yapıların varlığının bir sonucu olarak yaşanan patlamanın gerçekleştiği Beyrut ise bu enkazın altında kalmak üzere olan bir yıkık şehir.
The post Enkaz Devletin Yıkık Kenti: Beyrut appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Biz Bize Yeteriz Devlete Gerek Yok! – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yalnızca yakındoğu tarihinin değil insanlık tarihinin de en eski edebi metinlerinden olan bir babil şiirinde, çok hastalanan bir esnafın hikayesi anlatılır. Ludlul’un işlediği dört tablette bulunan şiirde, artık şimdilerdeki gibi salgın hastalık tanrısı Nergal mi belalar açmıştır esnafın başına yoksa başka tanrılar mı bilinmez. Hastalık elinin ayağının bağlarını çözmüştür, herkesin uykuya daldığı gece yarısı bile dünya ona nefes alma şansı tanımamaktadır.
Hastanın ciğerleri bakıcıları korkutmuş, büyücüler bir türlü bu hastalığın ne olduğunu anlayamamış, tanrı ve tanrıçalar da hastanın elinden tutmamışlardır. Sonra aradaki kayıp 10 satırda bir mucize olur. Rüyasında hasta herkese yardım etmiştir, etrafındakilere hediyeler dağıtmıştır, koyun kesmiş, içki dağıtmıştır. İyice iyileştiğinde ise büyük bir sofra kurup ziyafet hazırlar.
İyileşen hasta, mucizeyi tanrı Marduk’a bağlasa da, paylaşmanın dayanışmanın sonucunda iyileştiği çıkarımı yapmak güç değildir.
*
Koronavirüs tehdidi altında içine sıkıştığımız apokaliptik yaşantılarımızda günlerimiz bir şekilde geçiyor. Bazıları kıt kanaat kazandığıyla dişini sıkabildiği kadar sıkıp evinde vakit geçirmeye çalışırken, pek çok insan hayatta kalabilmek için bütün tehlikelere rağmen sokağa çıkmak, işe gitmek zorunda. Sözde “sağlıklı” zamanlarımızda ürettiğimiz her şeyin üstüne çöken azınlık, salgın zamanlarında da yine bizim ürettiğimizi tüketmek için bizim inşaa ettiğimiz saraylarında oturuyor.
Dün Cumhurbaşkanı’nın yaptığı açıklamalarla gündeme düşen “Milli Dayanışma Kampanyası” da işte bu azınlığın oturduğu korunaklı saraylardan, her gün tiksinerek baktığı milyonlarca insana, yani dünyanın geri kalanına uzattığı “hayırsever” bir el adeta…
7 maaşını kampanyaya bağışladığını söyleyen Erdoğan “Amacımız, yevmiye ile geçimini sürdüren kesimler başta olmak üzere, alınan tedbirlerden dolayı mağdur olan dar gelirli vatandaşlarımıza ilave destek sağlamaktır.” şeklinde kampanyanın hedefini açıklıyor. “Bu süreç içerisinde en büyük katkıyı da iş adamlarımızdan, hayırseverlerimizden bekliyoruz” şeklinde ifade edilen kampanyanın aslında dayanışmadan çok kendilerinin de ifade ettiği gibi zenginin gönlünü rahatlatacak bir “hayırseverlik”ten fazlası olmayı amaçlamadığı ortada.
Dayanışma diye başlayan bu kampanyanın daha ilk günden şova dönüştüğünü görerek, şimdiden bu işin tam adını koyalım ve gelin biz bu işe Milli Hayırseverlik Yarışı diyelim. Milli hayırseverlik yarışında liste kabarık, iktidarın son dönemdeki en büyük ortaklarından MHP genel başkanı Devlet Bahçeli 5 maaşıyla yarışa katılırken, çeşitli siyasi parti üyeleri, komedyen Şahan Gökbakar, belediye başkanları, YÖK Başkanı Yekta Saraç gibi pek çok isim de “maaşlarıyla” arka arkaya sıralanıyor. Sıralanıyor sıralanmasına ama bir yanda yıllardır cefa içinde yaşamını sürdürmeye çalışanlar, diğer yanda onların sırtından geçinip yıllardır sefayla zenginliklerini sürenler varken şimdi bu zenginlerin çıkıp da kendi hazinelerinden bir miktar parayı ihtiyacı olanlara “lütfetmesini, bahşetmesini” bizim aklımız almıyor.
Diğer bütün örneklerde olduğu gibi bu hayırseverlik örneği de, yılın 365 günü ezilen, sömürülen milyonların kandırılarak itaatini güçlendirmek ve ezen, sömürenleri kahraman gibi göstermek gibi amaçlara hizmet ediyor. Ekonomik adaletsizliklerin gerçek kaynağı olan patronlar, siyasetçiler, belediye başkanları, bürokratlar “merhamet sahibi” ve “dindar” kişilikleriyle “mağdurlara” yardım bağışlıyor. Asgari yaşam şartlarını bile kaybeden insanları “kurtarıp” da onlara asgari yaşam şartlarını tekrar verecek bu hayırseverler, verecekler ki sırtlarından geçinmeyi de sürdürebilsinler…
Hayırseverlik diyoruz, bağış diyoruz bir sebebi var. Ezenle ezilen arasında dayanışma olmayacağını biliyoruz çünkü. Dayanışma, alan-veren ilişkisinde bir hiyerarşiyi tanımlamaz; üsttenliği kabul etmez. Ezenlerin oldukları konumdan ikiyüzlülükle aşağı, ezilenlere baktığı bir dünyada; ezenin ezilene bahşedeceği de birkaç kuruştan ibaret olabilir ancak. Değil 7 maaşını, 77 maaşını da ezilenlere bağışlasa hangimiz Erdoğan’ın servetine ulaşabiliriz? Ya da soruyu tersten soralım: Erdoğan hangimizin yaşam standartlarına yaklaşabilir bu koşullarda? Sadece Erdoğan mı, değil tabi. Hepsi… Bu krizi atlatıp da ev sahibi kapıya dayandığında, yapılandırılmış/yapılandırılmamış tüm elektirk, su, doğalgaz, kredi borçları üzerimize yüklendiğinde e “milli” kalacak ne “dayanışma”. Daha da kötüsü, her zaman olduğu gibi hayır işlemeyi sevenler bir anda yok olacak, hepsi kaçıverecek ziyafetlerle bezenmiş saraylarına.
*
Yazının girişinde hastalığa yakalanan bir Babil’linin hikayesini anlatan Ludlul’un şiirinden bahsetmiştik. Ludlul şiirinde yalnızca bizlere günümüze kalan bir hikaye anlatmakla kalmıyor aynı zamanda otoritenin karşısında kendini düşünen sıradan bir insanın hikayesini “edebiyata” dahil etmesiyle de önem taşıyor.
Bizler de bugün hastalıklar karşısında yaşamını korumaya çalışan o esnaf gibiyiz ancak karşımızdaki düşman elindeki soyut/somut bütün araçlarla bizim gözümüzü boyamakta kararlı. Sanki hepimizi bu krize sürükleyen onlar değilmiş gibi şimdi hepimizi kurtaracak “kahraman” rolüne büründüler. Bizler ise birlikteliğimizin, dayanışmamızın bütün zorluklardan daha üstün olduğunu hatırlamamız gereken zamanlardayız. İkiyüzlü bir hayırseverliğe değil de her koşulda elindekini paylaşmayı bilenlerin dayanışmasına gözlerimizi ve kulaklarımızı açalım ve biz de elimizdekilerle dayanışalım. Komşumuzun kapısına bir devlet görevlisinin gelmesini beklemeden komşumuza yardım edelim. Çünkü en yakın örneğiyle Elazığ depreminde gördüğümüz gibi, bugün kapıyı çalan devlet bir anda yok oluveriyor. Hayatın kaynağı olan ancak hayatta kalması en zor olanlar,yani bizler, ne bizden çaldıklarını bir süreliğine iade edecek olan sosyal devlete ne de onu bile vermekten çekinen kapitalist devlete bel bağlayamayız. Bel bağlayacağımız tek gücümüz birbirimizden aldığımız gücümüz, kuvvetimiz yani dayanışmamız olacak. Tek başınalığımızdan sıyrılıp dikkatli bir şekilde dayanışarak yaşamlarımızı kazanabiliriz.
Pyotr Kropotkin’in bu yazdıklarımızla uyuşan sözünü hatırlayarak, beraberce dayanışmaya!
“Başka insanlarla işbirliği içinde olmadıkça; sandığı, çıkını ne kadar altınla, parayla dolu olursa olsun, tek insan güçsüzdür.”
The post Biz Bize Yeteriz Devlete Gerek Yok! – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ezilenlerin “Ortak Lüks”ü İktidarlara Karşı Mücadeledir! – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir kültür tarihçisi olan Kristin Ross’un Ortak Lüks: Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi adlı kitabı tam da bu anlayışın bir yansıması olarak kaleme alındığı için ortak düşmana karşı ortak mücadele vermek isteyenlerin dikkatlerini çeken bir kitap. Paris Komünü’nü “komünal bir örgütlenme yani bütün enerji ve zekalar arasındaki dolaysız işbirliği” olarak tanımlayan Ross, Komün’ün pek dillendirilmeyen yanlarını ortaya koyduğu gibi Komün’ün yarattığı ortaklığın düşünceler ve eylemler üzerinden izini sürüyor.
Bir İlkenin Tezahürü Olarak Komün
Komünarların kendilerine “yurtsever” demediğini, Komün’ün “evrensel bir cumhuriyet” fikriyle hareket ettiğini söyleyen Ross, Komün’ü milliyetçi ulusal bir anlatı veya resmi (SSCB) komünist tarih yazımı içerisinde sıkıştırarak boğmak yerine evrensel bir ufku olan, ulus devlet ve sermaye ile örtüşmeyen noktalara dikkat çekiyor: “Paris Komünü’nün bize bıraktığı muhayyile ne ulusal bir cumhuriyetçi orta sınıfa ne de devlet güdümlü bir kolektivizme aittir. Ortak lüks, ne onun etrafını kuşatan (Fransız) burjuva lüksüdür ne de ondan sonra ortaya çıkıp yirminci yüzyılın ilk yarısına hakim olan faydacı devletçi kollektivist deneylerdir”.
Komünarların yıktığı devlet kurumlarının ve gündelik yaşamın organizasyonu için oluşturduğu örgütlerin bir devleti betimlememesi ve yaratmaması önemli bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Komün için savaşanların toplumsal işleyişin tamamını örgütleyenler olması yani bireysel ve toplumsal boyutlarda gerçek anlamıyla özgürlüğü deneyimleye yönelik istek ve pratikler böylesi bir olguyu yaratıyor. İşte Ross da kitap boyunca çoğu kez bu olguya dikkat çekiyor: “Komün sırasında Paris Fransa’nın başkenti değil, evrensel bir halklar federasyonu içindeki özerk bir kolektif olmak istiyordu. Bir devlet olmak değil, son kertede uluslararası ölçekli bir komünler federasyonu içerisindeki bir unsur, bir birim olmak istiyordu”.
“Siyasi ve toplumsal bir mecra olarak Komün’ün sunup da fabrikanın sunamadığı şey kadınları, çocukları, köylüleri, yaşlıları ve işsizleri de içeren daha geniş bir toplumsal kapsamdı.” sözleriyle kitapta Komün’ün bir işçi hükümeti niteliğine sahip olmadığı aksine ezilenlerin özyönetimi olduğunu anlatılmaya çalışılıyor. Ayrıca Ross’a göre yanlış bir biçimde yorumlanarak olup bitmiş, başarısız olmuş bir tarihsel olay olarak görülen Komün’den dersler çıkarmak yerine Komün’ün öncesinde, sırasında ve sonrasında oluşan birlikteliğin ve ortak kültürün bugünü örgütlemede ne kadar önemli olduğunu anlamak gerekiyor. Ona göre günümüzün eğitim, sanat, emeğin özgürlüğü ve ekoloji gibi sorunlarının çözümü de komünarların kendi yarattıkları düşünce ve pratiklerinin ışığında yaratılabilir.
Komünün “Ortak” Değerleri
Ross Komün’ün okumasını yaparken Komün’ü oluşturan ve komünarların yaşadığı olaylardan sık sık yararlanıyor. Papa Muhafızları’ndan Afrikalı bir siyah ile elbisesinin altına eski asker botlarını giymiş eski bir öğretmen olan Louise Michel’in gecenin geç vaktinde beraber tuttukları nöbeti anlatıyor. Tam da bu kesişim üzerinden Komün’ün özgün yanını ortaya koyuyor ve “birbirinden farklı deneyimlerle, kişinin kendi siyasi özneleşmesiyle ilişkisinin ne kadar farklı yollardan yaşanabileceğini gösteriyor.” Paris Komünü’nün, yıllar sonra gerçekleşen İberya Devrimi ve Rus Devrimleri gibi süreçlerde de tekrarlanan uluslararası devrimci dayanışma örneklerine kaynaklık ettiğini görmemizi sağlıyor.
Ross farklı arka planlara birden yer vererek Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı? romanında öngörülen “uzak hayallerden gündelik gerçeklikle doğrudan yüzleşmeye yönelten bir sosyalizm yolu”na dikkatleri çekmeye çalışıyor.
Komün’ü yaratan sürecin Fransa-Prusya savaşından sonra birden patlak veren bir isyanla başlamadığı, imparatorluğun son dönemlerindeki, 1860’lardaki halk toplantılarıyla, bunlardan üreyen çeşitli birlik ve komitelerle ve kuşatma döneminin devrimci kulüpleriyle başladığı çeşitli referanslarla ve hikayelerle anlatılıyor.
Paris halkının, devrimcilerinin toplumsal dönüşümü sağlayacak şekilde toplumsal yaşamı yeniden organize etmeye yönelik sohbet ve tartışmalarının gerçekleştirildiği bu kulüplerin Paris Komünü için önemi çok büyük. Bu kulüpler ve toplantı mekanları ayn zamanda “halk okulları” görevini de görüyordu. Toplantılar mülkiyeti, kadın emeğini ve akla gelebilecek politik pek çok meseleyi gündemine alıyor, tartışıyordu. Buralar Habermas’ın kamusal alan kavramını anlatırken tarif ettiği, burjuvaların sanatsal ve politik meseleleri konuşmak için gerçekleştirdiği toplantılar gibi değildi. Özellikle Paris’in kuzeyindeki toplantılar “vive la Commune” sloganı ile başlatılıyor ve kapatılıyordu.
Komünü destekleyen ve selamlayan çok sayıda düşünürün de bu deneyimden etkilendiğini anlatan Ross, komünist William Morris, anarşist Elisee Reclus ve Kropotkin’in komünü destekleyen düşüncelerine örnek veriyor. Bizzat komünde yerini almış Elisee Reclus’un “şiarımız artık yaşasın evrensel cumhuriyet” sözünü de komünün ilkesi olarak aktarıyor.
Ross’un dönemin güncel sorunlarıyla mücadeleye yani pratiğe verdiği değeri hatırlattıktan sonra Komün’e destek açıklaması yapan ve Komün’ün ortak değerlerine işaret eden düşünürlerin sözlerine değinmek gerekiyor. Ross, Marx’ın Paris Komünü hakkında olumlu olarak söylediği cümleleri cımbızladıktan sonra Pyotr Kropotkin’in “Modern sosyalizmin fikirlerinin gerçekleştirilebileceği mecranın bundan böyle özgür Komün olduğunu anlamışlardı” ve “Bize devrim için gereken ortamı ve onu gerçekleştirmenin aracını bir tek komünler verebilir.” sözlerinin yanı sıra, William Morris’in “Siyasi birimler olarak milletler artık var olmayacak; medeniyet büyüklü küçüklü çeşitli toplulukların federalleşmesi anamına gelecek” sözlerini Komün’ün pratikten çıkan Ortak Lüksü’nün işaretleri olarak selamlıyor. Kitabın son “Dayanışma” bölümünde ise bugünün ortak lüksü yaratılırken ortaya koymamız gereken pratiğin arka planını Komün’ün ortak değerlerine, ilkelerine sadık kalabilmiş olan Morris, Kropotkin ve Reclus gibi komünist/anarşist kişilerin ilkelerini ve düşündüklerini anlatarak ortaya koyabiliyor.
Öncelikle Ross’un üzerinde durduğu gündelik yaşamın, pratiğin ortaklaştırıcı yönüne ve ezilenlerin ortak bir dünyayı nasıl yaratabileceğine dair özellikle son bölümde gösterdiği adreslerin yerinde olduğunu belirtmek geliyor. Ardından da Komün’den sonra Komün’ün işaret ettiği ilkeleri (sermaye, devlet ve ulusun aynı anda çözülmesi) pratikleyebilmiş deneyimlere de yani Kronştad, Ukrayna ve İberya’yı da selamlamak gerektiğini unutmamak!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.
The post Ezilenlerin “Ortak Lüks”ü İktidarlara Karşı Mücadeledir! – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sol Popülizm Bir Seçenek mi? – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Popülizm Tartışmalarında Tarihsel Köken Sorunu
Popülizmin tarihsel kökenlerinde en sık vurgu yapılan hareketlerden biri, 19. yüzyılda Rusya’da faal hareket olan Narodnikler. Narod, yani halk kelimesinden türetilen Narodniya Volya, Halkın Dostları anlamına geliyor. Narodniklerin söyleminin odak noktalarından en önemlisini köylüler oluşturuyordu. Narodnikler ve onların savundukları fikirler, 19 ve 20. yüzyılda çeşitli siyasi görüşler doğrultusunda çeşitli bağlamlarda kendine yer bulmuştu. Narodnikler, 21. yüzyılda da popülizmi anlamlandırma ve adlandırma tartışmalarında kendisine önemli bir yer buluyor. Sol popülistler, Narodnikleri aynı çağlarda ABD’de yayılma alanı bulan ve daha çok çiftçilerin oluşturduğu hareketle ivme kazanan Popülist Parti olarak da bilinen Halkın Partisi’ne nazaran daha çok ön plana çıkarıyorlar.
Ama günümüz popülist hareketleriyle bu hareketleri bir tutmak oldukça zor ve beyhude bir çaba anlamına geliyor. Özellikle Narodnikleri. Çünkü günümüzde popülizm denince akla ilk olarak parlamento geliyor. Oysa Çarlık Rusyası’nda aynı dönemde ABD’deki gibi bir temsili siyaset anlamında demokrasi örneği bulunmuyordu. ABD’de ise Halkın Partisi Cumhuriyetçilere ve Demokratlara karşı yükselen, yükselmeyi amaçlayan bir hareket olarak beliriyordu.
Sağ mı Sol mu Hangisi Daha Demokratik?
Sol popülizm konusunda doğal olarak popülizm kelimesi önemli bir konuma ulaştığı kadar tartışmalı hale de geliyor. Çünkü kelime anlamı itibariyle halkçılık anlamına gelen popülizm, kendisini solda konumlandıranlar için övücü bir anlam ifade ediyor. Tarihsel olarak da bakıldığında sağ kendisini çoğu zaman kendi moral ve kimlik değerlerini halk olma üzerinden kurmamıştı. Tarihsel süreç içerisinde özellikle demokratik yöntemlerle devrim dahi yapabileceğini düşünen, daha doğrusu düşleyen ve bunun için genel oyu savunan sol akımlara karşı sağ akımlar, demokrasiye ikircikli yaklaşmışlar ve iktidarlarını sarsmayacağını anlayana kadar da bu şüphelerinden kurtulamamışlardır.
Ancak günümüzde durum değişmiş gibi duruyor. Sol ve sağ kavramlarının pratikte iyiden iyiye anlamlarının birbirine girdiği günümüzde popülizm de bundan geride kalmıyor. Sağ popülist olarak adlandırılan hareketler ve özellikle liderleri neredeyse her konuşmalarında demokrasiden ve ne kadar demokratik olduklarından bahseder duruma gelmiş durumda. Deyim yerindeyse demokrasi ve daha doğrusu halk söylemini kullanan sol popülistler de oyuncakları elinden alınmış çocuklar gibi oyuncaklarını yeniden kazanmanın hayalini kuruyorlar.
Marksistlerin Postu da Anarşistleri Görmezden Gelmeye Çalışıyor
Sol popülizm deyince de akla ilk gelen isimlerden ikisi radikal demokrasi kavramını öne çıkarmaya çalışan ve post-marksist olarak tariflenen Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe. Özellikle 20. yüzyılda siyaseti doğru bir şekilde kavrayamadıklarını iddia ettikleri başta komünistler olmak üzere sol partilerin bu durumda olmalarını “sınıf özcülüğü” şeklindeki tutumlarına bağlayan Laclau ve Mouffe çifti, çözüm olarak sol popülizmi gösteriyor. Ancak bunu yaparken marksizmi de boşlamak istemeyen Laclau ve Mouffe, marksizme ortodoks marksistlerin hiç de hoşuna gitmeyecek ve doğal olarak tartışmalar yaratan eleştiriler yöneltiyor. Bunların ilk akla gelen ve en çok tartışma yaratan hususların başında, başta işçi mücadelesi dâhil hiçbir toplumsal mücadeleye merkezi bir önem vermemeleri geliyor.
Tam olarak burada sınıf kavramının durumu iyiden iye tartışmalı hale geliyor. Marksistlerin bütün politikalarının odak noktasına işçi sınıfını getirdiklerini akılda tuttuğumuzda peygamberleri Marx ve Engels’in dönemindeki işçi sınıfının niteliği ve günümüzde boşa çıktığı artık iyice anlaşılan öngörülerinin sonucunda sol popülizmde toplumsal radikal değişimde odak noktasını işçi sınıfı değil halk alıyor. Ama bunlar temel olarak marksistlerin veyahut marksist gelenekten gelenlerin birbirleriyle olan tartışmalarını oluşturuyor. Post-marksistlerin, marksizme ve komünist partilere yönelttikleri eleştirileri takip ettiğimizde bu eleştirilerin birçoğunun 150 yıldan fazla bir süre önce zaten anarşistler tarafından yöneltildiğini görebiliriz. Ancak sol popülistlerin bu tartışmalarda anarşistlerin marksistlere yönelik eleştirilerini yok sayarak kendilerinin yeni bir söylem oturtmaya çalıştıklarını düşündükleri kadar anarşistlerin demokrasiye karşı olan eleştirileri de görmezden geliyorlar. Bu eleştirilerin en önemlisini de demokrasinin kendisi oluşturuyor.
Popülizmin En Büyük Yalanı: Sol Popülizm
Bazı marksistlerin sol popülizme dâhil olabilmek için “marksizme halel getirmemek için” marksizmi değil sosyalizmi öne çıkarabildikeri günümüzde hala asıl sorun demokrasiye olan inançta yer alıyor. Net olarak vurgulamak gerekir ki sol popülizmden bahsedildiği yerde en radikalinden olsa bile demokrasiden bahsedilebildiği halde devrimden bahsedilemeyecektir. 1870 yılında Evrensel Oy Hakkı Yanılsaması yazısında Bakunin’in belirttiği gibi “Bütün yasa koyucuların dolaylı ya da dolaysız olarak halk tarafından seçildiği doğrudur. Seçim gününde en gururlu burjuva bile politik bir ihtirası olduğu takdirde Majestesinin, Egemen Halkın gözüne girmeye zorunludur… Ama seçimler biter bitmez halk işine, burjuvalar da karlı işlerine ve siyasi entrikalarına geri döner. Birbirlerini bir daha ne görür ne de tanırlar.” 1917’de ezilenler tarafından gerçekleştirilen Ekim Devrimi nasıl rayından çıkartılıp komünizmi devletle hem de en baskıcı devletlerden biriyle özdeşleştirmeye kadar götürüldüyse sol popülistlerin, halk için hedef koyduğu demokrasi ne kadar radikal olursa olsun ezilenlerin yine ezileceği bir gelecekten başka bir şey vaad edemeyecektir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sol Popülizm Bir Seçenek mi? – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Nobel’in Göremeyeceği, Kapitalizmin Çözemeyeceği Şey Nedir? – Havva Kızılay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Nobel Ödülleri, 1940-1942 yılları arasında İkinci Dünya Savaşı nedeniyle verilememiş olsa da aynı dönemlerde Nobel Barış Ödülü’nün aday isimleri oldukça manidardı. 1935’te faşist Mussolini, 1939’da Hitler, 1945’te ve 1948’de ise Stalin Nobel Barış Ödülü’ne aday olarak gösterilmişti. Her bir isim, dönemlerinin katliam ve soykırımlarının mimarıyken; Nobel Barış Ödülü’nün aslında “barış”tan neyi anladığı sorusunu sormak kaçınılmazdı… Bu tarihlerden yıllar sonra 2009 yılında Nobel Barış Ödülü’nü alan Barack Obama’nın ödül töreni sırasında yaptığı konuşma, Nobel Vakfı’nın barıştan ne anladığını açıkça gösteriyordu. Ödülü alan Obama, Afganistan işgalini olumlarken, açıkça “savaşın bazen gerekli olduğunu” söylüyordu.
Nobel Ödülleri verildiği isimlerle, Nobel Vakfı sponsorluk aldığı silah şirketleriyle, Nobel Ödülü jürisi taciz gündemiyle henüz unutulmamışken; Nobel Ödülü’nün bu yıl ekonomi başlığında verildiği çalışma da konuşulmaya başlandı.
2019 Nobel Ekonomi Ödülü, “küresel yoksullukla mücadeledeki deneysel yaklaşımları” sebebiyle, Abhijit Banerjee, Esther Duflo ve Michael Kremer’e verildi. Bu üç isim, küresel yoksulluğa çareyi “deneysel yollarla” arıyor. Kontrollü deneyler yoluyla yoksulluğa, açlığa, hastalıklara ya da ekonomik adaletsizliklere çözümler üretilebileceğini belirten bu üçlünün çalışması, küresel yoksulluğa yeni bir çözüm önerisi olarak konuşuluyor.
Nobel Ekonomi Ödülü’nü alan üçlü, “yoksulların ne satın aldıkları, ne yedikleri, çocukların sağlığı konusunda ne yaptıkları, kaç çocuk sahibi oldukları” gibi başlıkları deneysel yöntemlerle inceliyor ve çözümleri de bu deneysel yöntemlerle arıyor. Ödülü alan isimlerden Esther Duflo “Yoksulluğa karşı önerilen radikal çözümler genellikle işe yaramıyor. Yoksulluğa son vermenin anahtarı elimizde değil. Ama elimizde bilimsel verilerle çözümler üretebiliriz” diyor. Peki gerçekten Duflo’nun söylediği gibi, ekonomik adaletsizliklere “bilimsel verilerle” çözümler üretmek mümkün mü? Yaşadığımız yoksulluğun, açlığın, hastalıkların ve aslında tüm ekonomik adaletsizliklerin çaresini bilimle bulabilir miyiz?
Kapitalizm ekonomik adaletsizlikler sayesinde ayakta durabiliyorken; Nobel Ödüllü çalışmalar bu adaletsizlikleri ortadan kaldırmaktan öte ancak adaletsizliklerin esas sebebini görünmez kılmakta işe yarayabilir. Zenginliğine zenginlik katanlar, doymak nedir bilmeyenler, başkalarını sömürdükçe ayakta kalabilenler, bu yoksulluğun ortadan kaldırılmasına elbette izin vermeyecektir. “Küresel yoksulluğa çözüm”ün aranacağı en son yer belki de onun varlık sebebi olan kapitalist sistemdir.
Belli ki Abhijit Banerjee, Esther Duflo ve Michael Kremer’in gözden kaçırdığı bir şey var. “Küresel yoksulluk sorunu”nun esas kaynağını, yani kapitalizmi ortadan kaldırmadıkça ne açlığa, ne hastalıklara, ne de yoksulluğa çare bulunabilir. Yapılacak hiçbir deneysel araştırma, yoksulluğu ortadan kaldıracak bir çözüm sunamayacaktır.
Çünkü yoksulluğa çözüm kapitalizmin içinden değil, kapitalizmi yıkmaktan geçer.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.
The post Nobel’in Göremeyeceği, Kapitalizmin Çözemeyeceği Şey Nedir? – Havva Kızılay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “ANLAYAMAZSINIZ” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>2014’te viral olan bir videoyu anlatacağım size, hatırlayacaksınız. İstanbul’daki Boat Show tekne fuarında 13 yaşındaki bir çocuk vardı videoda, ailesi ona 100 bin euroluk bir tekne hediye etmişti. Televizyoncunun “Neden bu kadar çok istiyordun?” sorusuna çocuğun verdiği cevaptı videoyu viral yapan: “Anlayamazsınız… Beni en büyük çeken, motorun yaptığı dalga, köpürtmesi…” Çocuk haklıydı, ekonomik kriz kimilerini teğet geçse de bizlerin yaşamlarını dümdüz etmişken teknesi olmayanlar olarak beş yıldır anlayamadık, anlayamazdık. Bugün de zam üstüne zam, vergi üzerine vergi nefes almamızı güçleştirirken anlayamadığımız birkaç mesele var elbette.
Zamları tam anlamıyoruz örneğin. 2018’in ağustos ayından bu yana evlerimizde kullandığımız elektrik ve doğalgaza 1 Ağustos 2018’de %9, 1 Eylül 2018’de %9, 1 Ekim 2018’de %9, 1 Temmuz 2019’da %15, 1 Ekim 2019’da %15 olmak üzere beş kez zam yapılmasını anlıyoruz ya da anlamlandırmaya çalışıyoruz belki ama bunları iyice sindiremeden yeni zamların kapıda olduğunun açıklanmasını anlayamıyoruz tam.
Gıdaya yapılan benzer zamları da anlayamıyoruz. Birleşik Kamu İşgörenleri Sendikaları Konfederasyonu (Birleşik Kamu-İş) tarafından gerçekleştirilen ve en fazla tüketilen 77 gıda maddesindeki artışı esas alarak hazırlanan “halkın enflasyonu” araştırmasına göre gıda harcamalarında bir önceki yılın aynı ayına oranla %36,9 artış yaşandığı açıklanmış. Ekmek, un, bulgur, makarna ve benzerleri %16,2; süt, yumurta ve benzerleri %33,4; katı ve sıvı yağ %15; meyve %78,7; sebze %68,2; bakliyat %10,4; diğer gıdalar ise %41,3 oranında zamlanmış… Neden aç kaldığımızı anlıyoruz da neden zamların sonlanmadığına aklımız ermiyor, anlayamıyoruz.
Açlık demişken; asgari ücret 2 bin 20 lira, açlık sınırı 2 bin 58 lira, yoksulluk sınırı ise 6 bin 705 lira… Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre Türkiye’de sigortalı çalışan 14 milyon 548 bin kişinin %40,3’ü asgari ücretle çalışıyor, %42,7’si ise asgari ücretle asgari ücretin iki katı arasında maaş alıyormuş. Yani sigortalı çalışanların %83’ü -en az 12 milyon kişi- üst üste gelen zamlara rağmen yoksulluk sınırının altında bir gelirle yaşamını idame ettirmeye çalışıyormuş. Aylık geliri 852 liranın altında olanlara bu yılın ilk yarısında 366 bin kişi daha eklenmiş, toplam rakam 8 milyon 628 bine ulaşmış. Kıt kanaat geçinmeye çalışırken işimiz gücümüz hesap yapmak olduğu için rakamlara aşinayız, yazının bu rakamlarla boğulmasını anlayabiliyoruz. Hal böyleyken Erdoğan’ın maaşına zam yapılmasını ise gündem ediyoruz, çünkü anlayamıyoruz.
TBMM’ye sevk edilen 2020 yılına ait Cumhurbaşkanlığı Bütçe Teklifi’ne göre, Recep Tayyip Erdoğan’ın 74 bin 500 lira olan maaşı %9,06 oranında zamlanarak 81 bin 250 liraya yükseliyormuş. Cumhurbaşkanlığı’nda yapılacak temsil ve tanıtma gelirleri için 92 milyon lira, görev giderleri için ise 1 milyar 9 milyon lira ödenek ayrılıyormuş. Biz iki gözlü evinin kirasını güç bela ödeyip zamlar yüzünden ısıtmakta zorlananlar, her gün işini kaybetme tehdidiyle yüzleşip en ucuza ne yiyebileceğine kafa yoranlar olarak 1000 odalı saraylarda yaşamanın ne demek olduğunu, yaşam standartları o kadar yüksekken o kadarcık (asgari ücretin 40 katı kadarcık) maaşla geçinmenin ne kadar güç olduğunu elbette anlayamıyoruz.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51.sayısında yayınlanmıştır.
The post “ANLAYAMAZSINIZ” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Zorunlu Askerliğin Bedeli Neyin Bedeli? – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yapılması planlanan söz konusu kanuni değişiklikler oldukça kapsamlı olup 1927 yılında yürürlüğe konulan askerlik kanununda ilk kez bu kadar büyük değişiklikler yapılacak. Bu nedenle bu kanuni değişikliklerin aceleye getirilmemesi, üzerinde tartışmalar yürütülmesi gerektiğini söyleyen “endişeli” muhalif seslerin yükseldiğini belirtelim. Bu sesler de endişelerinde haksız değil, çünkü bu kapsamdaki değişiklikler bayram öncesinde kanunlaştırılmaya çalışıldı.
Bayram öncesinde meclisten geçirilmeye çalışılan bu değişikliklerin bayram sonuna bırakılmasını isteyen partilerden CHP, düzenlemelerin tartışılmasını; İP, 130 bin askerin terhisi söz konusu olduğu için güvenlik zafiyetine yol açılmamasını; MHP ise 130 bin askerin olası terhisiyle bayramda zaten oluşacak trafiğin daha yoğun olacağı gerekçelerini öne sürdü. Bu itirazlar neticesinde kanunlaştırma işi bayram sonrasına bırakıldı. İptal edilen ve 23 Haziran’da gerçekleştirilecek olan İstanbul seçimlerinin gündemdeki yeri düşünüldüğünde, söz konusu değişikliklerin haziran ayında yapılıp yapılmayacağı merak konusu.
1111 Sayılı Askerlik Kanunu’nda çeşitli değişiklikler yapacak bu düzenlemenin en büyük eksikliği açık: Vicdani ret! Vicdani ret hakkı maalesef bu kapsamdaki bir düzenlemede de TC Devleti’nin tüm uluslararası insan hakları hukukundan kaynaklanan yükümlülüklerine rağmen görmezden geliniyor. Yani zorunlu askerlik düzenlemesi ile vicdani, ahlaki görüşleri sebebiyle askerliğe temelden karşı olanların kanaatleri görmezden geliniyor ve bu kişiler zorunlu askerlikten muaf tutulmuyorlar. Üstelik olası değişiklikler arasında cumhurbaşkanına “cumhurbaşkanınca gerekli görülen sahalarda özel olarak görevlendirilen gönüllüler”i zorunlu askerlikten muaf tutabilme yetkisi verilmesi varken! Vicdani ret hakkının tanınmasını gündeme getiren tek partiyse HDP. Kendisine uygulanan en ufak bir uygulamada, havalimanında VIP salonuna alınmamasında bile, aklına insan hakları gelen CHP’nin vicdani ret hakkını reddettiğini ekleyelim. Diğer partilerin de söylemde dahi insan haklarını kullanmadığı açık.
Başlamışken buradan devam edelim. Yukarıda da belirttiğimiz gibi cumhurbaşkanına gerekli gördüğü takdirde yine gerekli gördüğü şartları sağlayanları zorunlu askerlikten muaf tutabilme yetkisi veriliyor. Yani cumhurbaşkanı isterse kendi silahlı güçlerini kurup bu silahlı güçleri askerlikten muaf tutabilme yetkisine sahip, muhalefette bulunan partiler de bu durumu vurguluyor. Bu durum, kanuni değişikliklerin ne kadar belirsiz olduğunu gösteren en iyi örnek.
Bedelli askerlik sistemini kalıcı hale getirmesiyle ön plana çıkan kanuni düzenlemelerin yapacağı en büyük değişikliklerden birisini de askerlik süresinin eğitim farkı gözetilmeksizin 6 aya indirilmesi oluşturuyor. Bedelli askerlik yapanlar 1 aylık temel askerlik hizmetinden sonra bedelli ücretini (en az 30 bin lira) peşin vererek terhis olabiliyor. Yani parası olan askerlik yapmamaya devam ediyor. Ayrıca geçici maddeyle şu an askerde olup 6 ayını dolduranlara da terhis imkânı getiren bu düzenleme, muhaliflerce orduyu zayıflatmak olarak kurgulanıyor.
Bundan çok değil 2-3 ay önce bedelli askerlik lafını ağza almanın bile şehitlere saygısızlık olduğunu söyleyebilen birisinin başkanı olduğu hükümet, bedelli askerlikle ilgili bu düzenlemeyi alelacele meclisten geçirmekte oldukça kararlı. Bundan önceki Genelkurmay Başkanı olan ve şu anda da Savunma Bakanı olan Hulusi Akar, “Hem bizim ihtiyaçlarımızın karşılanması hem gençlerimizin ihtiyaçlarına cevap verilebilmesi hem de ülkemizin ve milletimizin savunma ve güvenliğinin tehlikeye girmemesi için nasıl yapılabilir denildiğinde, en optimal rakam olarak 30 bin lira bulundu.” diyerek ülkenin güvenliğinin tehlikeye girmemesi için bedelli askerliğin en az 30 bin lira olacağını söyledi. Bu açıklamadan, ülkenin güvenliğinin ancak 30 bin liradan az bir miktarı verebilecek insanların ölmesi durumunda sağlanabileceği anlamı çıkıyor. 30 bin lira ve üstü bedelli ücretini verebilecek zenginlikte olanlar ölmediği takdirde güvenlik sağlanabilmiş olacak! Bu 30 bin liranın da net bir rakam olmadığını eklemek gerekir. Bedelli askerlik ücreti asteğmen maaşının 6 katı olacak seviyede belirlenmiş. Yani bedelli ücreti zaman içinde artacak. Ayrıca yoklama kaçağı ve bakayaların da bedelli askerlikten yararlandırılmaması gündemde.
Savunma Bakanı Akar, söz konusu değişikliklerin herhangi bir güvenlik zafiyeti yaratıp yaratmayacağı sorusuna verdiği cevapta ise silahlı kuvvetlerin yapısının meclisin yapısından daha demokratik olduğunu ağzından kaçırmış oldu. Akar verdiği cevapta “Bu konu çok ayrıntılı bir şekilde bütün komutan arkadaşlarımla beraber ilgili subay, astsubaylarla, kıtalardaki arkadaşlarımla beraber konuşulup, görüşülüp belli nitelikleri, esasları koruyacak bir şekilde yapıldı.” dedi. Yani alelacele komisyondan geçirilen, hemen ardından meclise sunularak bayram öncesinde kanunlaştırılmaya çalışılan bu değişikler öncesinde astsubaylar dâhil askerler tarafından birlikte tartışılarak hazırlanmış! Kanuni değişikliklerin -özellikle bu önemdeki kanuni değişikliklerin- kamuoyunda bir süre tartışılmasının ardından mecliste uzun tartışmaların ardından kanunlaşması, dillerden düşmemekteyken “milletin oyu”yla seçildiği söylenen kişilerden dahi kaçılarak yapılmak istenen bir düzenlemeyle karşı karşıyayız. Hiç kuşku yok ki bundan temel etkeni, cumhurbaşkanlığı sistemine askerlikle ilgili kanunları da uydurma çabaları oluşturmaktadır.
Bedelli askerlik düzenlemesi hala kanunileşme sürecinde. Yani kanun değişikliği tasarısında birçok değişikliğin olabileceğini belirmek gerekiyor. Ancak değişikliklerle ilgili şu sonuca ulaşmak zor değil: Vicdani ret hakkının görmezden gelinmeye devam edildiği bu değişikliklerle olağan hale sokulmaya çalışılan OHAL uygulamaları kendisine askerlik kanunlarında da yer buluyor.
Gökhan Soysal
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Zorunlu Askerliğin Bedeli Neyin Bedeli? – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Seçimlerin Maskotu “Çocuklar” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Partilerin çocuklarla ilgili seçim sonrasına dair yaklaşımları böyleyken seçim öncesi propagandalarında, kendilerinden beklenen siyasi pragmatizmleri doğrultusunda çocuklara ve onlarda cisimleşen “saflık, iyilik” temalarına yer vermelerinde hiçbir sakınca yok. Çocukların, sembolik olarak, devletin karar alıcılarının koltuklarına birkaç saatliğine oturtulduğu 23 Nisan günlerinin dışında “hatırlandığı” nadir dönemlerden olan seçim öncelerinde, yaptıkları propagandalarında siyasetçiler, kendi siyasi meşrepleri doğrultusunda, çocuk ve onun temsil ettiği ne kadar olumluluk varsa çekinmeden kullanmaya girişiyor.
ABD eski başkanlarından George W. Bush’un 2000 seçim kampanyası öncesi kullandığı “Leave No Child Behind-Geride Hiçbir Çocuk Gariban Kalmasın” sloganı, ABD başkanlarının başka coğrafyalardaki başta çocuk ölümleri olmak üzere imza attığı katliamlar hatırlandığında “kötü bir şaka” olarak hafızalarda canlanıyor. Benzer şekilde, ellerinde Filistinli çocukların kanı olan İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun seçim reklamı filminde çocuk bakıcısı kisvesine bürünerek oy istemesi, devlet siyasetçilerinin riyakarlığına dair çarpıcı bir örnek olarak hatırlanıyor. Erdoğan da seçim kampanyalarında dünyadaki benzerlerinden elbette geri kalmadı ve geçtiğimiz yıl yapılan 24 Haziran seçimleri öncesi “Hatırla çocuk” temalı bir reklam filminde rol aldı. Erdoğan’ın okuduğu metinde geleceği kuracakları belirtilen çocuklara asker mezarlıkları eşliğinde, seçim sonrası buharlaşırcasına unutulacağı herkesçe bilinen çeşitli öğütler veriliyordu. Ancak her üç örnekte de çarpıcı olan nokta, birbirinden farklı coğrafyadaki bu üç devlet yöneticisinin “çocuk” temalı bu seçim propagandalarındaki samimiyetten uzaklığının, bu propagandaların alıcıları tarafından da biliniyor oluşu idi. Buna dair en yakın örneği, 31 Mart seçimlerini kaybeden bir muhtar adayının, daha önce yaptırdığı bir parkı söktürmesinde görmüştük.
Çocukları toplumda, kendi iradeleri ve karar alma yetileri olan bireylerden öte, seçimlerde oy getirisi olabilecek bir araçsallığa indirgeyen sandık siyasetçileri ve partilerinin yanı sıra çocuklara yönelik bu politikaları, aslında devletlerin onlara genel anlamdaki yaklaşımıyla paralellik gösteriyor. Devletlerin kapitalist “gelişmişlik” düzeyi birbirinden farklı olsa da, çocuklara saygı göstermeyen, onların fikirlerine kapalı ve çocukları amaç değil araç olarak gören politikalar tüm devletler için geçerli. Küresel bazda devletlerin savaşlarını koordine eden Birleşmiş Milletler’e bağlı UNICEF ile de bu politikalar, çeşitli yardım fonları adı altında “-mış gibi yapmak” şeklinde hayata geçiyor. Savaş, barış ya da seçim dönemleri devletlerin çocuklara dair bakış açılarında, fiziksel ve cinsel şiddet, çocuk işçiliği, göçmenleştirme gibi gerçekler göz önüne alındığında, ciddi farklılaşmalara yol açmıyor.
Emrah Tekin
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Seçimlerin Maskotu “Çocuklar” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>