The post Oruç Aruoba Yaşamını Yitirdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>72 yaşındaki Oruç Aruoba hayata veda etti.
Oruç Aruoba yazar, şair, çevirmen ve felsefeci olarak yaşamı boyunca üretti. Aruoba aforizmalara dayalı felsefi metinleri oldukça başarılı bir şekilde kaleme almış ve Nietzsche ile özdeşleştirilmiş bir düşünürdü.
Hayatı boyunca pek çok dergide yayın yönetmenliği, yayın kurulu üyeliği, yayın danışmanlığı yaptı. Ve birçok dergide yazı ve çevirileri yayınlandı.
Tümceler, Bir Yerlerden Bir Zamanlar, De ki İşte, Yürüme, Hani, Kesik Esin/tiler, Geç Gelen Ağıtlar, Sayıklamalar, Uzak yazarın eserleri arasında yer alıyor.
The post Oruç Aruoba Yaşamını Yitirdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Senaryo Tartışılsa da Gerçek Gerçektir: Çernobil – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Yalanların bedeli nedir? Cevap onları gerçeklerle karıştırmaya başlamaktan ibaret değil şüphesiz. Asıl tehlike; eğer yeterince yalan dinlersek artık gerçeği ayırt edemez, tanıyamaz hale gelmemizdir. Peki o zaman ne gelir elimizden? Uydurduğumuz hikayelerle kendimizi tatmin etmekten başka ne kalır geriye?”
Son dönemde -Game of Thrones’un hemen ardından birkaç gün içinde- oldukça gündemleşen ve birçok tartışmayı da beraberinde getiren 5 bölümlük Çernobil dizisi bu sözlerle başlıyor. Daha şimdiden birçok yazının konusu haline gelse ve gerçekleri ne kadar yansıttığı tartışılıp dursa da aslında bizim için meselenin en önemli kısmı, dizinin topluma bir şeyleri tekrardan hatırlatmış olması.
Çernobil’in Gerçekliğini Hatırlamak
1986 yılı Nisan ayında Sovyetler Birliği’nin bir parçası olan Ukrayna’daki V.I. Lenin Nükleer Santrali bizim bildiğimiz adıyla Çernobil Nükleer Santrali’nde gerçekleşen patlama, savaşları dışarıda tutarsak, insanlığın kendi elleriyle yarattığı en büyük katliam olarak kabul edilir. HBO kanalının bu katliamı merkezine alan Çernobil dizisi de “Olay nasıl gerçekleşti?” ve “Sonrasında neler yaşandı?” sorularına gerçeklere yaslanarak yanıtlar vermeye çalışıyor. Tam da bu noktada gelebilecek kimi eleştirileri savuşturmak için, yayınlananın bir belgesel değil dizi olduğunu vurgulamakta fayda var.
Beş bölümden oluşan dizi, ilk iki bölümde patlamanın gerçekleştiği anda ve ilk 24 saat içinde yaşananları anlatıyor. Daha sonra ise bu büyük patlamanın yol açacağı sorunların önüne geçmek için harcanan emekleri, yaşananları, alınmaya çalışılan önlemleri gösteriyor. Ve son bölüm, başroldeki profesör Legasov’un mahkemede “patlamanın santraldeki bir hatadan kaynaklı olduğunu iddia eden” yani “devleti suçlayan” sansasyonel konuşmasıyla bitiyor.
Dizinin ABD yapımı olduğu için bir anti-sovyet propagandası içerdiğini, gerçeği yansıtmayacak derecede abartılı ve kurgu karakterler içerdiği için tamamen gerçek dışı olduğunu söyleyenler var bir yanda. Diğer yanda ise sovyet hükümetinin patlamadan ve onun etkilerinden hem kendi halklarını hem de tüm dünyayı haberdar etmek noktasında geç kaldığını, bu dizinin de sovyet bürokrasisinin gerçek yüzünü gösterdiğini savunanlar. Belgesel olmadığı halde belgeselmiş gibi lanse edilip izleyicileri yanlış bilgilendirdiği gerekçesiyle eleştirenler…
Her şey tartışılabilir elbette fakat patlamanın olduğu santralin binlerce metrekarelik çevresinde neredeyse hiçbir yaşam belirtisinin olmaması ve mutant canlı türlerinin ekosistemi haline gelmesi (Kiev’den hareketle gerçekleştirilen, turistlere terk edilmiş Çernobil’i keşfetmeyi, girişe kapalı bölgelere girme izni bile vaat eden günübirlik turlar dizinin yayınlanmasının ardından daha da popülerleşmiş olsa da) gerçeğini nasıl tartışacağız ya da nasıl anlatacağız?
Her şey tartışılabilir elbette fakat radyasyondan etkilenerek yaşamını yitiren ve önümüzdeki yıllarda yitirecek olan binlerce insanı nasıl tartışacağız ya da nasıl anlatacağız?
Olayla hiçbir alakası olmadığı halde sırf kendi çıkarları ya da devletinin prestiji için insanların yaşamlarını hiçe sayarak “Burada radyasyon yoktur!” diyen devlet yöneticilerini ve hatta “Radyasyonlu çay iyidir!” diyen yöneticilerin olduğu gerçeğini nasıl tartışacağız?
Binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen bu topraklarda dahi kanserden yaşamını yitiren onlarca insanın olduğu gerçeğini nasıl tartışacağız? Elbette bu meseleyi gerçeklerden ayrı tartışamayız çünkü nükleerin gerçekliği bu. Çünkü biliyoruz, Çernobil ilk nükleer facia değil son da olmayacak. Çernobil’de, hatta daha önceki patlamalarda, en son 2011’de Fukuşima’daki patlamada gördüğümüz gibi ve şu anda inşaatı devam eden Mersin’deki Akkuyu Nükleer Santrali’nde de bilmeliyiz ki nükleerin gerçekliği bunlar.
Bu tartışmalar sürerken bizler Çernobil’i nasıl tartışıp konuşmalıyız, nasıl anlatmalıyız? Sonuçları yaşamlarımızı doğrudan ilgilendiren bir facianın bilgilerini dahi yine o faciayı yaratan devletlerin kontrolünde edinirken bizler nasıl yalanları ve gerçekleri ayırt edebileceğiz?
Ve Dizinin Gerçekliği?
Çernobil dizisi öncelikle nükleer santrallere karşı hassasiyeti arttırılıyor gibi görünüyor, genel olarak izlenimlerimiz de bu yönde. Fakat başroldeki profesörün dizinin başındaki kaset sahnesinde ve sonundaki mahkeme sahnesindeki konuşmalarında gözden kaçmayan bir detay daha var. Profesör Legasov santralin teknik olarak nasıl patladığını anlattıktan sonra santrali patlatan şeyin aslında yalanlar olduğunu söyleyerek devleti eleştirmeye başlıyor. Ve esasında bazı şeylerin devlet tarafından saklandığını, patlamaya göz yumulduğunu ileri süren Legasov’un (bu yanlışlar olmasa ve diğer santraller de tekrardan gözden geçirilse) bu nükleer santrallerin varoluşunda herhangi bir beis görmediğini fark ediyoruz. Evet, dizi genel hatlarıyla nükleere karşı daha duyarlı olmaya itmiştir belki izleyicileri, fakat şu da bir gerçektir ki bu santrallerin var oluşu bile doğa için bir tehdittir; sorun nasıl kullanıldığı ve kimin kullandığından ibaret değildir.
Dizide devletin olmazsa olmazı olan bürokrasinin çıkmazları, özellikle Sovyet bürokrasisinin çöküşü de sıkça vurgulanmış. Son bölümde patlamanın bir test sonucu gerçekleştiğini, bu testin ilk kez yapılmadığını ve daha öncekilerin de başarısız olduklarını görüyoruz. Aynı zamanda fabrikaların elektriğe ihtiyacı olduğu bilgisi geldikten sonra da testi tamamladığında terfi alacak olan santral müdürünün durumdan hoşnutsuz olması da bir diğer detay. Daha sonra da patlama yaşandıktan sonra Sovyet politbürosunun Moskova’dan olayı çözmek istemesi, merkezileşmeyle bürokrasinin de bir nükleer santral kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor bizlere.
Patlamadan sonra nükleer santralin çatısına fırlayan ve radyoaktif halde olan grafit parçalarını, kürekle çekirdeğe doğru atmak için yalnızca ama yalnızca 90 saniyeleri olan “3000 küsür biyorobot” sahnesiyle de radyasyonun öldürücülüğü gözler önüne seriliyor. Öyle ki bu kadar öldürücü radyasyona sahip bu grafit parçalarının aylar boyunca çatıda temizlenemeden durmuş ve radyasyon yaymış olması da bir başka acı gerçek. Patlama sonrasında yangına ilk müdahaleyi gerçekleştiren itfaiyecilerden biri ise patlamadan 17 gün sonra tıpkı diğer itfaiyeciler gibi feci şekilde yaşamını yitiriyor. Radyasyonun etkileri sonucunda insanların ve hayvanların uzuvlarındaki anormal görüntüler dizide hiç işlenmemiş olsa da radyasyonun etkisiyle ölen itfaiyeci bu boşluğu kısmen dolduruyor.
Rusya’daki NTV kanalı ise HBO’nun anlattığından farklı (Amerikalıların Çernobil Nükleer Santrali’ne sızdığını ve patlamaya sebep olduğunu “tarihi kanıtlara” dayandıran) bir hikaye anlatacak yeni bir Çernobil dizisi çekileceğini açıkladı. Dizinin her ne kadar anti sovyet propagandası olduğu yazılıp çizilse ve bu her ne kadar ayrı bir tartışma konusu olsa da diziden esas alacağımız mesaj nükleerin Sovyet’i, Amerikan’ı, Fransız’ı ya da sosyalisti, kapitalisti olmayacağı gerçeği değil midir? Esas gerçek nükleerin ölüm anlamına geldiği değil midir? HBO yapımı bu 5 bölümlük dizinin, nükleerin ne kadar yıkıcı bir şey olduğunu görsel olarak da anlatması açısından olumlu bir yerde durduğunu düşünüyoruz.
Ateşi elinizde tutarsanız eğer, ateşin elinizi yakmasından şikayet edemez ya da bundan dolayı kimseyi suçlayamazsınız. Eğer bir nükleer santral inşa ediyorsanız, nükleerin ne olduğunu ve her daim bir katliama yol açabileceği ihtimalini bile bile yapıyor olursanız, bundan kaynaklı gerçekleşebilecek bir katliamdan dolayı da kimseye kızmaya hakkınız olmayacaktır. Artık lanetlenmişsinizdir ve bu katliam sizi de bulacaktır. Bundan sonra yazılacak herhangi bir yazı, çekilecek herhangi bir film ya da dizi, olabilecek herhangi bir olayda eleştirilmeniz gayet doğal değil midir? Üstelik bahsettiğimiz şey bir nükleer katliam ise; etkileri yüzlerce yıl boyunca milyonlarca insanı etkileyebilecek bir katliam ise yapılması gereken nedir? Çernobil dizisine en çok da bu açıdan bakılması gerekiyor.
Fırat Binici
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Senaryo Tartışılsa da Gerçek Gerçektir: Çernobil – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Taht Yoksa Savaş Yok – Burak Aktaş appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Yüz yıl önce yoldaş Bakunin’in Çar’a ve Çar’ın iktidarını kazanmak isteyenlere karşı söylediği söz adeta Game of Thrones dizisinin senaryo tartışmalarını sonlandıracak gerçeklikte.
“En ateşli ejderhayı alın, iktidarı Khaleesi’ye verin bir sezon içinde Cersei’den daha beter olacaktır.”
“Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır”
Daenerys Targaryen Kralın Şehri’nin çanlarını duyduğu halde neden devam etti ve sivilleri katletti? Şöyle de sorabiliriz, Nazi Almanyası yenilmişken ve Japonya’nın teslim olacağı kesinken neden ABD Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atıp 240.000’e yakın sivili katletti? Aynı soru formu ne yazık ki birçok olay ve olgu için geçerli; toplama kampları, gaz odaları, insan fırınları, toplu tecavüzler, zorunlu göçler vs… Peki ortak formattaki bu soruların cevabı sizce ne?
Game of Thrones hikayesi çoğumuzun hayatına dizisiyle beraber 2011 ilkbaharında girdi. Yayınlanmaya başladığı günden beri bu dizi, insanları herhangi bir eğlence sektörü ürününden daha derin etkiledi. Hayranların kendi aralarında kurduğu teoriler ve akademisyenlerin dizi bölümlerini derslerinde kullanması bu “derinliğin” basit örneklerinden birkaç tanesi sadece. Dizi internet jargonunu, gifleri, şakaları, spoiler kültürünü (Gezi direnişindeki duvar spoilerını hatırlarsınız) genel anlamda 2010’lu yılları değiştirdi/etkiledi; bugüne kadar hiçbir televizyon işinde göremediğimiz prodüksiyon kalitesi ve sanat ekibiyle (kahve bardaklarını saymazsak) şimdiye kadar yapılmış en büyük televizyon işi oldu.
Dizinin asıl gücü finalinden sonra her kesimden insanı harekete geçirmesi ve kendisi hakkında konuşmaya/düşünmeye itmesinden kaynaklanıyor. Hatta Rus Komünist Partisi, akademinin pop yıldızlarından Zizek ve sayamayacağım binlerce farklı kişi, kurum ve oluşum dizi hakkındaki görüşlerini dile getirdi. Rus Komünist Partisi, üyeleri arasında dizinin takipçileri olduğunu ve son sezonun yeniden çekilmesi gerektiğini düşündüklerini söyledi. Zizek, dizinin liberal muhafazakarlık öğretisini desteklediğini ve hiçbir devrimin başarıya ulaşamayacağı mesajını verdiğini söylüyor. Liberal feminist kaynaklar ise dizinin kadın karakterlerin elinden gücü alarak var olan ataerkil düzeni onadığını düşünüyor. Eleştirilerin haklılık payı olsa da bizce insanların kaçırdığı nokta şu ki; aslında bütün hikâye savaş karşıtlığı ve gücün yozlaştırıcı etkisi üzerine yazılmıştı. Gücün hangi sınıfa, cinsiyete ait olduğu veya ne için kullanıldığının çok da bir önemi yoktu.
Yazarların kişiliklerinin, ideolojilerinin, yetkinliklerinin eserlerini etkilediğinin genel geçer kabul görmüş bir olgu olduğunu kabul edebiliriz. Bu etkiler bizim evrenimizde geçen hikâye ve romanlarda gerçekliğimiz, konjonktür, önyargılar gibi olgular sebebiyle yazarların oto kontrolleriyle makul seviyelere indirilir. Ancak fantastik, bilimkurgu, gotik gibi bizim evrenimizde geçmeyen tamamen kurgu evrenlerde böyle bir oto kontrole gerek yoktur. Bu evrenler yazarları için çok daha bereketli ve özgür bağlamlardır. Fantastik edebiyat türünün kurucusu sayılan J.R.R Tolkien 1. Dünya Savaşı’na katılmış, “savaş endüstrisini” birebir görmüş bir filologdu. Yüzüklerin Efendisi’nde yeni diller yaratması, endüstriyel kötülüğü bütün çıplaklığıyla göstermesi bu sebeptendir. Gelelim içinde bulunduğumuz 10 yılın en popüler kurgusunu yaratan George R.R Martin’e; yazar CBC Canada ile yaptığı röportajında Vietnam Savaşı sırasında nasıl vicdani retçi olduğunu ve kendi pasifizminin boyutlarını anlatıyor. Ki bu karar ABD gibi bir devlette ömür boyu korkak damgası yiyip müthiş boyutlarda bir sosyal baskıyı beraberinde getirebilecek bir karardı. Bu cesareti gösterebilmiş yazarın hikâyesi elbette savaş ve iktidar karşıtı görüşlerinden etkilenecekti.
Bahsettiğimiz bu durum hikâyede nerelerde karşımıza çıkıyor?
İlk bölümünden itibaren Taht Oyunları’nın oyuncularının iktidar savaşlarında trajik bir şekilde yok olduklarını görüyoruz. Robert Baratheon’un ölümünden sonra başlayan iktidar savaşına katılan 5 kral da bu savaşta öldü. Robert’in küçük kardeşi olan Renly, kendi öz kardeşinin emriyle ve kızıl cadının büyüsüyle suikaste uğradı ve 5 kraldan hayatını kaybeden ilk kişi oldu. Aslında yedi krallığın kralı olmak için savaşmayan babasının ölümü üzerine kuzeyi yedi krallıktan ayırmaya çalışan ve bağımsızlığını ilan etmeye çalışan Kuzeydeki Kral Robb Stark, Kızıl Düğün’de Freyler tarafından katledildi ve ölen 2’nci kral oldu. Bu arada eklememiz gerekiyor, Robb’a güç için ihanet edip onu katleden Freyler de daha sonra Arya Stark tarafından ortadan kaldırıldı. Babasının ölümü üzerine tahta geçen ve hemen hemen bütün Westeros halkının nefret ettiği Joffrey ise Mor Düğün’de zehirlenerek öldü ve taht kavgasında ölen 3’üncü kral oldu. Çoğu kişinin teorilerde tahta geçeceğini düşündüğü ve yanıldığı Stannis Baratheon ise Kışyarı Savaşı’nda Leydi Brienne tarafından Renly’i öldürdüğü gerekçesiyle öldürülüp taht uğruna ölen 4’üncü kral oluyor. 5’inci sırada ise yine kardeş kavgasına kurban giden Demir Adalar’ın kralı Balon Greyjoy var. Balon da Robb gibi Demir Taht için değil de kendi bölgesinin özgür kralı olmak ve doğan karışıklıktan mümkün olduğu kadar fazla yararlanmak için bu savaşa katılmıştı.
Westeros’da bunlar yaşanırken dizimizin Çılgın Kraliçesi olacak Daenerys Targaryen Essos’ta ne yapıyordu?
Rakiplerinden farklı olarak kendi ordusuna ve para kaynaklarına sahip olmayan Daenerys; savaşı için gereken unsurları 3 ejderhası ve “özgürleştirdiği” kölelerle sıfırdan kurmaktaydı. Hikâye anlatımı gereği Jon Snow’un birisini öldürürken her seferinden önce bundan duyduğu memnuniyetsizlikle Daenerys’in her can alışındaki kendini mutlak haklı görüşü arasındaki zıtlığı defalarca seyrediyoruz. Kurgu burada Jon ile Daenerys arasındaki benzer eylemlere verdikleri farklı tepkileri, zıtlığı bize göstererek ilerliyor.
Küçüklüğünden itibaren kendisini sürekli ezen ve suistimal eden abisi Viserys’in Khal Drogo tarafından öldürüldüğü sahnede yaşanan şiddet gösterisinden rahatsız olmayan bir Daenerys izliyoruz. Daha sonra ejderhaları köle efendilerini öldürürken takındığı aynı soğukkanlılığı ve vakur duruşu defalarca izliyoruz. Köle efendilerini çarmıha gererken yine aynı şekilde şiddeti idealleri uğruna kullanmaktan çekinmeyen ve haklı gören tavrı görüyoruz. Bütün bu şiddet gösterilerinde izleyici Daenerys’i haklı bulmaya başlıyordu ve dizi aslında bu sahnelerle finale hazırlık yapıyordu. Gücünü arttırdığı her olayda, her köle şehrini “özgürleştirdiğinde” kendine olan inancı artan, kendini insanları tiranların elinden kurtaracak bir kraliçe olarak gören Daenerys’i izliyoruz.
Aynı zaman dilimlerinde ise iktidarı sürekli reddetmesine rağmen iktidara/tahta doğru itilen, her can alışında Ned Stark tarafından öğretilen ilkeleri hatırlayan ve bunu bir zevk unsuru veya gereklilik olarak değil de bir ağırlık olarak gören Jon Snow’u görüyoruz.
Çoğu insanın izlerken özdeşlik kurduğu bu iki karakter birbirinin zıttı yönde bir gelişim gösteriyor. Dışsal tehditin bu iki karakter tarafından yok edilmesinden sonra da son savaşı izliyoruz. Bu savaşın hazırlık aşamasında da savaşta da aynı zıtlık görünüyor. Dönüm noktası Kralın Şehri’ndeki savaşta, şehrin teslim olmasına rağmen Daenerys ejderhasını halkı katletmek için kullanırken Jon kendi komutasındaki askerleri geri çekmeye çalıştığında yaşanıyor. Sonuç olarak savaş bitimi Jon yine istemediği halde -adeta kendi Wehrmacht’ına zafer konuşması yapmış- Daenerys’i öldürmek zorunda kalıyor. Bunun sonucunda da dizi boyunca iktidarın alegorisi olan iki varlık karşı karşıya geliyor: Drogo ve Demir Taht. Ejderha Drogo annesini öldürenin Jon değil de taht olduğunu anlıyor ve tahtı yok ediyor. Dizinin mutlak monarşinin bitişini anlatan sahnesi de tam olarak burada yaşanıyor. Ve sormak gerekir ki: Bütün bunlar yaşanırken ve bize 8 sezon boyunca bu durum hazırlanmışken Daenerys’in dönüşümü nasıl “hızlı” bulunabilir, Jon karakteri nasıl pasif ve gidişat üzerinde etkisi olmayan bir karakter olarak görülebilir? Aslında sebebi çok basit, giriş kısmındaki sorulara açıkça cevap verilmeyişiyle ve Zizek gibi marksist akademinin önemli isimlerinin meseleyi eksik okumalarının sebebiyle aynı; iktidarın ve savaşın doğasının pas geçilmesi ve/veya bu kavramların reddedilmemesi.
Toparlayacak olursak, yazarın savaş karşıtlığının hikâyenin bütün kısımlarına yansımış olduğunu görüyoruz. İktidarın yozlaşmayla olan ilişkisi ise, niyeti insanları özgürleştirmek olan Daenerys’in, halkı döneminin en büyük kitlesel imha silahıyla katletmesiyle anlatılabilir. Bakunin’in sözünün bu durumu hepimiz için özetleyeceğini düşünüyorum: “En ateşli devrimciyi alın, ona mutlak iktidar verin, bir yıl içinde Çar’dan daha zalim olacaktır.”*
7 krallığın 6 krallığa dönüştüğü, yönetim şeklinin seçimli monarşiye döndüğü konsey sahnesinden sonra ise iktidarı elinde tutan grubu görüyoruz. Güce sahip olan Bran’in yöneticilerine “Siz krallığı yönetin, ben ejderhayı bulacağım.” dediğini duyuyoruz. “Ejderhayı bulmak” size ne anlam ifade ediyor bilmiyorum ama durumun çok net olduğunu düşünüyorum. Bir ejderha varsa iktidar hep tehlike altında kalacak. Peki sizce ejderhayı bulduktan sonra kötürüm, neredeyse fani hiçbir isteği kalmamış olan Bran’ın ne yapacağını düşünüyorsunuz? Ya da daha doğrudan soralım; “Dracarys” demeyecekseniz bir ejderhayı neden bulmaya çalışırsınız?
Burak Aktaş
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Taht Yoksa Savaş Yok – Burak Aktaş appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sinema: “Kutsal Geyiğin Ölümü” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yunan mitolojisinde Truva savaşını başlatan; bütün kötülüklerin, acının ve gözyaşının sebebi güzeller güzeli Helen’dir. Agamemnon’un kardeşi Menelaos, Helen’le evlenmiştir evlenmesine, ancak Helen Truva Kralı’nın oğlu Paris’e aşıktır. Paris, evliliğin şerefine verilen bir davette Helen’i kaçırır. Yorgos Lanthimos’un iki yıllık bir aradan sonra vizyona giren yeni filmine zemin oluşturan Agamemnon efsanesi işte böyle başlamıştır. Menelaos kardeşinden yardım ister, böylece Spartalılar Helen’i geri almak üzere yola çıkarlar, ancak bu sefer de Artemis’in lanetiyle karşı karşıya kalacaklardır.
Yorgos Lanthimos; olsa olsa bir bilimkurgu filmindeki robotlara yakıştıracağınız diyalogları, seyir boyunca tepede tuttuğu gerilimi ve gerçek dünyanın gerçek insanlarının yaşadığı akıl almaz senaryolarıyla sinema tarihine adını çoktan yazdırdı. 2009 yılında çektiği Kynodontas (Köpekdişi) ile adından söz ettirmeye başlayan, ardından Alpeis (Alpler), The Lobster (Istakoz) ve şimdi de The Killling of a Sacred Deer’le (Kutsal Geyiğin Ölümü) sinemadaki rahatsız edicilik sınırlarını zorlayan yönetmenin son filmi birçok farklı yorumcudan birbirine neredeyse taban tabana zıt tepkilerle karşılaştı.
Beğenmeyenin yerden yere vurduğu, beğenenlerin ise anlata anlata bitiremediği filmin bu kadar konuşulmasına sebep olan bir şeyler vardı elbette.
Adaletin Bedeli Olur Mu?
“İntikam fikrini içeren eski adalet anlayışı yavaş ve derin bir dönüşüm geçirdi, intikamın yerini tazminat aldı.”
Pyotr Kropotkin
İntikam duygusunun adaleti sağlamaktaki işlevi ya da daha genel bir başlık altında adalet duygusu üzerine etik tarihçileri uzun yıllar yazıp çizdiler. Kutsal Geyiğin Ölümü’nü gündemimize sokan; Lanthimos’un karanlık evrenine ilişkin bir vicdan muhasebesinde taraf olmaktan öte, filmin katil ve maktul, suç ve ceza, adalet ve adaletsizlik gibi ikilemlere dair sorduğu ahlaki sorular oldu. Yaşadığımız coğrafyada iktidarın her geçen gün daha çok üzerimize geldiği, kendi dilini, kendi kültürünü, kendi ahlakını dayattığı günlerde bu tür sorular üzerine kafa yormak, belki de mevcudiyetimizi korumak için geliştirdiğimiz toplumsal bir refleks hepimiz için, kim bilir?
Filmin açılışında bir çift el ve bir kalp ameliyatının yakın plan görüntüsüyle karşılaşırız. Kamera yavaş yavaş uzaklaşır. Birazdan doktorun “kalbini” açacağımızı bilmeden, hastanın kan pompalayan kalbine yoğunlaşırız. Modern bir hastanedeyizdir, etrafımızdaki hiçbir şeye yabancılık çekmeyiz; her şey çok normaldir, herkes çok profesyoneldir. Hikaye, olması gerektiği gibi ilerlemektedir. Baş karakterimiz başarılı doktor Steven’ın, Martin isimli bir gençle kurduğu ilişkide işin vicdani boyutu, doktor ve yaşamını yitiren hastanın yakını arasındaki ilişkinin açığa çıkmasıyla belirginleşir.
Steven’ı canlandıran Colin Farrell, film yayınlandıktan sonra The Playlist’e verdiği röportajda, senaryoyu okurken midesinin bulandığını söylüyor ve devam ediyor; “Lanthimos kullandığı her karenin anlamı hakkında kesin fikri olan biri, fakat her izleyici hepsini farklı yorumlayabilir. Çünkü film herkesin bilinçaltı ile hesaplaşmasını tetikliyor.” The Lobster’dan sonra yönetmenin kara mizah öğesini düşürüp gerilim dozunu arttırdığı film hakkında yazılıp çizilenler, Farrell’ı doğrular nitelikte. Kimileri için film insan doğasının kötü olduğu üzerine izleyiciye sert bir ders vermeye çalışırken, kimileri için masum bir gencin haklı intikamını gözler önüne seriyor.
Film devam ediyor ve Martin’in, Steven ile kurduğu ilişkide muhtaç olan değil, -vicdan azabını dindirmeye olanak tanımasıyla- muhtaç olunan karakter olduğunun farkına varıyoruz. İlk bakışta Martin’in, babasını öldüren doktora annesiyle evlenmesi konusundaki ısrarı anlamsız görünse de, Martin karakteriyle simgelenen ahlak anlayışının derinine indiğimizde anlam arayışımıza karşılık bulabiliriz. Zira Martin’in isteği küçük bir çocuğun babasının yerini doldurma arzusundan ziyade; yaşama saldırmadan adaleti sağlamak için aklına gelen yegane çözüm yoludur.
“Çoğu durumda, katil tazminatı ödeyemiyordu. Öyle ki zarara uğrayan ailenin, katilin pişmanlığı karşısında onu evlat edinmekten başka çaresi kalmıyordu. Şimdi bile, bazı Kafkas kabilelerinde, iki aile arasındaki bir düşmanlık son bulduğunda, saldırgan dudaklarıyla, kabilenin en yaşlı kadınının memesine dokunur ve saldırıya uğrayan ailenin tüm erkeklerinin “süt kardeşi” olur. İnsan yaşamına önem vermeme gibi bir tavırları olmayan barbarlar, korkunç cezalandırmaları da bilmiyorlardı.”
Pyotr Kropotkin – Karşılıklı Yardımlaşma
Agamemnon efsanesindeki kutsal geyik, Martin’in babasıdır. Bütün hikaye kutsal geyiğin öldürülmesiyle başlar. Hikaye derinleştikçe filmi Martin’in toplumsal statüsünün getirdiği bir öfkenin yansıması olarak okumaya da olanak sağlayacak verilerle karşılaşırız. Murphy ailesini ilk ziyaretinde “pek de iyi olmayan bir semtte, iyi olmayan bir evde” yaşadığını söyler. Martin, sigara içer. Koltuk altı kıllarını gösterir, Steven’dan da göğüs kıllarını göstermesini ister, Martin’in yarattığı hayali gerçeklik, reddedilerek yok edilebilecek bir şey değildir. Kehanete yönelik her tepki ters teper, ana tanrıçanın istekleri karşılanmak zorunda, aileden biri feda edilmek zorundadır.
Martin, son çare kısasa kısas ilkesine başvurur, başka çaresi yoktur. O, rasyonelliğe koşulsuz şartsız biat eden, modern toplumun ahlakını başarıyla içselleştirmiş “kazanan” bir ailenin ahlakına karşı, ilkel toplumun ahlak ilkesini simgeler. Yönetmen, hayali evreninde kara büyüyü ve bilimsel bilgiyi karşı karşıya getirir, zaferi bu sefer tarihin mağluplarına layık görür. Ancak Martin’in çözümü de izleyiciyi mutluluğa ulaştırmaz. Hikaye nihayete erdiğinde bir tamamlanmamışlık hissederiz.
Agamemnon’un eşi Klytaimnestra, Anna’dır. Iphigenia ise Kim Murphy… Kehanetin karşı konulamazlığı, soyut anlamıyla Murphy ailesinin dağılışını da beraberinde getirir. Ailenin bütün fertleri kendi canını kurtarmanın peşine düşer. Steven içinde kaldığı ikilemi ve çözmek zorunda bırakıldığı problemi -tıpkı Agamemnon gibi- toplumdan uzak çözmeye çalışır. Yaşadıklarını toplumun geri kalanına anlatmaya tenezzül etmez, ne kadar onu hayal kırıklığına uğratsalar da yüzünü meslektaşlarına döner.
Filmin üzerinde durduğu karşıtlıklardan biri de gerçek dünya ve fantastik hikaye ikilemidir. Bu karşıtlık, birazdan bahsedeceğimiz modern dünyanın ahlakına karşı, ilkel ahlakın temsilinde olduğu gibi ait olduğu kişiye atfediliyor. Olağanüstü hikayelere olan inanç geçmişin toplumuna ait öğelerdendir. Bu yüzden büyü yapma gücü, yani fantastik olan, Martin karakterinde cisimleşiyor.
Ne İlkel, Ne Modern
Etik anlayışları birbirinden tamamen farklı iki karakterin karşı karşıya kaldığı ahlaki sorunun, bizler için de bir çözümü var elbet. Ama öncesinde birkaç söz ekleyip filme dair bahsi kapatmak gerek.
Steven’ın, Martin’le olan mücadelesi şans faktörünün devreye sokulmasıyla öznelerinden uzaklaştırılır. Her hastalığa bir reçetesi olan doktor figürünün, adalet ihtiyacıyla karşı karşıya kaldığında çaresizce boyun eğmesi ve işini şansa bırakması filmi izleyenler için çileden çıkmaya yetiyor. “Aynı şey burada olsa kimse bu kadar sakin kalmazdı” şeklindeki yorumlar ise sıklıkla filmin batılı yaşam biçimine bir eleştirisi olarak okunmasını açıklıyor.
Film yorumlanırken özellikle Alman yönetmen Michel Haneke’yle ortaklıklar kurulması, izleyiciye beklediği hiçbir şeyin verilmemesi noktasında birleşiyor. Ne Steven ailesini koruyabiliyor, ne de Martin adaleti arzu ettiği şekliyle yerine getirebiliyor. Referans hikaye, biraz da bu kaygıdan olsa gerek, filmde biraz deformasyona uğruyor. Lanthimos’un evreninde bıçak birdenbire gökten inen bir geyiği kurban etmiyor. Steven’ın silahından çıkan kurşun, iradeye değil şansa bırakılmış bir biçimde, ailenin en genç bireyini öldürüyor ve hikayeyi sona erdiriyor.
Filmin konu edindiği soruna ilişkin mantıklı cevap Farrell’ın röportajında belirttiği gibi birden fazla olabilir. Ancak bana kalırsa en bilgece çözüm Akhilleus’un birkaç cümlesinde saklı;
“Kötülükler karşısında hiddetimi, büyük mutluluklar karşısında da sevincimi dizginlemeyi bilirim, çünkü böyle hareket eden insanlar sağduyulu ve ölçülü bir hayat yaşar. Bazı durumlarda bütün ayrıntıları düşünmekten kaçınmak iyiyken, bazen her şeyi düşünmek gerekebilir. (…)Sizi acılarınızdan kurtarmak üzere büyük bir mücadeleye girmeye hazırım.”
Steven ve Martin’e ilişkin kapsayıcı bir formül geliştirmek ne kadar zor olsa da, Akhilleus’un vurguladığı şekliyle, sağduyu ve ölçülülük rehberimiz olabilir. Ne günümüzün toplumundaki cılız ancak özünü koruyan şekliyle, ne de Martin’de bütünlenen ilkel toplumdaki en yalın, en acımasız haliyle. İntikamı tamamen ortadan kaldırarak, ancak adaletsizliklere de mahal vermeyerek çözülebilir bütün bir düğüm.
Yani bütün bu adaletsizliklere karşı isyan ederek, Akhilleus gibi mücadele ederek!
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sinema: “Kutsal Geyiğin Ölümü” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Mülkiyet Hırsızlıktır – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Şayet ‘Kölelik nedir?’ sorusuna ‘kölelik cinayettir’ deseydim, ne kastettiğim anlaşılırdı. Bir insandan düşünme yetisini, iradesini, şahsiyetini almak kudretinin hayat memat meselesi olduğunu ve bir insanı köleleştirmenin onu öldürmek olduğunu göstermek için uzun söze gerek olmayacaktı. Öyleyse ‘Mülkiyet nedir?’ sorusuna, niçin ‘hırsızlıktır’ diye cevap veremeyeyim; ne de olsa ikinci soru ilkinin şekil değiştirmiş halinden ibaret değil mi?”
Proudhon, o ünlü “Mülkiyet, hırsızlıktır” cevabını sona bırakmak yerine daha kitabın başında vermektedir. Mülkiyet üzerine o döneme kadar yazılmış en derinlikli çalışmasıyla Proudhon, “Genel kabul gören ve siyasal inanç sistemimizi özetlemek gibi tartışılmaz bir meziyete sahip bir ilkeyi yıkmak, davayı kazanmaya yetmez; onun zıddı olan olguyu tesis etmek ve bu ilkeden çıkacak sistemi formüle etmek de gerekir” diyerek “derhal uygulanabilir bir sistem” olarak tarif ettiği kendi önerisine de yer vermektedir. Proudhon, kitap boyunca mülkiyeti birçok yönden inceleyerek mülkiyetin birinci sonucunun (hırsızlık) yanı sıra ikinci sonucunu da dillendirmektedir: “Mülkiyet, despotluktur”. Ve 1840 yılında yayınlanan bu kitabın çok önemli bir başka özelliği de Proudhon’un “hangi hükümet sistemini tercih ettiğine” yönelik soruya verdiği cevaptır: “hiçbirisine, Ben anarşistim”.
Hakkında bilgi verilen kaynaklarda siyasi kimliğinden bahsetmeden Fransız ekonomisti olarak adlandırılsa da Proudhon “Mülkiyet Nedir?” kitabında olduğu gibi birçok kitabında hayatın her alanına ilişkin söyledikleriyle bir ekonomistten fazlası olarak belirmektedir. Özellikle içinde bulunduğu zaman diliminde entelektüel tartışmaların odak noktasını oluşturan siyasal iktisatçıların tartışmalarından da bu yönüyle ayrılmaktadır. “Mülkiyet Nedir?” kitabında sadece mülkiyetten veya zilyetlikten bahsedilmemekte; emek, adalet, toplum, ahlak ve birçok başat konu, enine boyuna tartışılmaktadır.
Proudhon konuya yaptığı girişle okuyucuyu şaşırtarak verdiği örneklerle akıllarda kalan soru işaretlerini silmektedir. Bu yüzden okuyucunun ön yargıyla değil Proudhon’un söylediklerini değerlendirerek hareket etmesi gerekmektedir.
Mülkiyeti savunanların yazdıklarını da alıntılayarak savunma noktalarını açığa çıkartan Proudhon, kitap boyunca mülkiyeti savunmak için getirilen her akıl yürütmenin (eşitlik, ihraz hakkı, emek…) mülkiyetin yadsınmasına götüreceğini ve mülkiyetin olanaksızlığını belirtmekte ve bunu da birçok örnekle kanıtlamaktadır. Mülkiyeti savunanların dahi başvurmak zorunda kaldığı temel kavram adalettir. Adaletin önemini şöyle tarif etmektedir Proudhon: “İnsanların arasında olup biten her şey hak hukuk namınadır, içine adaletin karışmadığı hiçbir şey yoktur. Adalet hiç de yasanın hizmeti değildir. Tersine yasa, insanların çıkar ilişkileri içinde bulunduğu her durumda hak olanın ilanından ve tatbikinden öte bir şey olmamıştır asla.”
Hırsızlığın ve despotizmin koruyuculuğunu üstlenmiş olan yasalar, yüzyıllardan beri yoksulluğun temel nedeni olan mülkiyeti korumaktadır. Sistem, günümüzde de gözleri bağlı adalet tanrıçalarının süslediği sarayların içine adaleti tıkarak işlemektedir. Mülkiyetin neden olduğu yoksulluk, “adalet”in şu anki görünümüdür.
Toplumun adalete olan açlığının yine toplum tarafından giderilebilmesi için öncelikle mülkiyetin kaldırılması gerekir ve bunu derhal yapmak gerekir. Mülkiyetin savunmanın devrimi reddetmek olduğunu vurgulayan Proudhon, bu kitapta onun için mülkiyetin zıddı bir olgu olan zilyetliği tartışmaya açmaktadır. Formülün ne olduğu tabi tartışılabilir ama tartışılmayacak olan şey mülkiyetin bir an önce kaldırılmaya başlanması gerektiğidir. Proudhon’un söyledikleri, gerçeklerden uzakta aranacak birtakım hayaller değil, bir an önce uygulanmaya başlarken dikkat edilmesi gereken şeyler olmaktadır.
Evet, mülkiyet hırsızlıktır. Sistem hırsızların sistemidir. Herkese ait olan şeyleri ve insanların iradelerini çalmak üzerinden yükselen sistem, kendisine yönelik saldırıya da polisiyle, hukuk mekanizmasıyla ve hapishaneleriyle karşılık vermektedir.
Sistem, mülkiyete saldıranları “hırsız” diye yaftalayarak insanı toplumdan soyutlamaktan başka bir amacı olmayan hapishanelerine atmaya çalışmaktadır. Ancak özgürlük, ne süslü sarayların içerisinde kaybolabilecek bir şeydir ne de hapse atılabilir. Aslında kendileri hırsız olan mülkiyet savunucuları, kendi kutsallıklarına karşı yöneltilen her adalet talebini yasalarıyla yönetmelikleriyle hapishanelerde boğmaya çalışabilir. Çalışacaktır. Tarihten hiç almadığı bir ders varsa, o ders, ezilenlerin dayanışması ve direnişi karşısında tankıyla, tüfeğiyle, hapishanesiyle de olsa hiçbir biçimde duramayacağıdır.
Gökhan Soysal
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Mülkiyet Hırsızlıktır – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sistemin Çirkinleştirdikleri – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Korkulan ya da ürkülen” anlamına gelen “çirkin” kelimesinin kökeni Orta Çağ dili eski Norsça’ya aittir. “Çirkin” kelimesi günümüze kadar pek çok kelimeyle ilişkilendirilmiş ve geride canavarca, deforme, ucube, dejenere, engelli gibi anlamlar bırakmıştır. Çirkinliğin hikayelenmiş tarihi; kadınları “deforme” erkekler olarak tanımlayan Aristoteles, cadıdan güzele dönüşenlerin anlatıldığı Orta Çağ hikayeleri, 18. yüzyıl karikatürleri ve 19. yüzyıl “ucube” şovları gibi pek çok kaynağa kadar uzanır. Çirkinlik uzun zamandır estetiğe ve beğeniye meydan okumuştur, güzel ve değerli olmanın anlamını karmaşıklaştırmıştır.
19. yüzyılda, yüzünde ve vücudunda aşırı tüylenme olan Meksikalı Julia Pastrana “Dünyanın En Çirkin Kadını” olarak “ucube” gösterilerinin afişlerinde yer aldı. Avrupa’ya getirilip Viktoryan kurallarına uygun şekilde performanslar sergiledi: Şarkı söyledi, dans etti, yabancı dillerde konuştu, halka açık bir şekilde tıbbi muayenelere tabii tutuldu. Hem yaşarken hem de ölümünden sonra “çirkin” olarak adlandırıldı.
Her değişen zamanda değişmeyen bir şey vardır. Bu şey nasıl göründüğüdür. İçinde yaşadığımız sistem nasıl göründüğümüzle oldukça ilgilidir. Bu sistemin belli güzellik sınırlamaları vardır. Bu sınırların altında kalıyorsan bir ucube, bir çirkinsindir. Alman yazar Marius Von Mayenburg, 2007 yılında kaleme aldığı “Çirkin” isimli oyunda kapitalist sistemin içerisindeki insanın, güzellik algısıyla savaşını anlatmaktadır.
“Çok Çirkinsin, Bu Suratla Hiç Bir Şey Satamazsın”
Lette, geliştirdiği yeni projesinin sunumuna hazırlanırken, “direktör”ü Scheffler, sözü edilen sunumu, konuyla ilgili hiçbir niteliği olmayan yardımcısı Karlmann’a veriyor. Lette, “Direktör”e bunun nedenini sorduğunda aldığı yanıt: “Çok çirkinsin, sen bu suratla hiçbir şey satamazsın” oluyor. Fiziksel görünüşünün, uluslararası başarısının önüne geçebileceğini aklının ucundan bile geçirmeyen Lette, kendisini ne kadar çirkin olabileceği konusunda inandırmak istiyor. Karısı Fanny’nin yanında soluğu alan Lette, ona ne kadar çirkin olduğunu soruyor. Ve karısının evlendiğinden beri onun yüzüne bakamadığını ve sadece sol gözüne baktığını öğreniyor. Ardından aynanın karşısında geçirdiği uzunca zamanın ardından “son derece çirkin olduğuna” ikna olup estetik cerrahına gidiyor.
Lette, geçirdiği operasyonla bakanın gözünü alamadığı yakışıklılıkta biri oluveriyor. Kariyeri, karısı ile olan ilişkileri, sosyal yaşamı operasyon sonucunda tamamen değişiyor. Lette, güzelliğine erişilebilmek için herkesin pek çok şeyi feda edebileceği bir kişiye dönüşüyor.
Lette’de değişen sadece dış görünüşü olmuyor, karakteri de bir o kadar değişmeye başlıyor. Karısından başka bir kadına bakmayan Lette, operasyon sonucunda üçü-beşi aşan sevgilileriyle Fanny’i aldatıyor ve bu durumun -hala onunla olmak istiyorsa- karısı tarafından kabullenilmesini istiyor. Böylelikle Lette efsanesi başlıyor.
“Bu Yüz Senin Değil”
“Çirkin” olan herkes Lette’nin doktoruna gidiyor ve onda olan “güzel şeye” sahip olmak istiyor. Lette, yeni başladığı güzel gününde ilginç bir şekilde kendisi ile karşılaşıyor. Bunun şaşkınlığının etkisinden kurtulmamışken bir, iki, üç, dört … her yerde bir Lette görüyor. Lette soluğu doktorunun yanında alıyor. Doktordan bu olanlar konusunda hesap soruyor. Lette’yi ciddiye almayan doktor, ona kızarak “O yüz benim. Onu ben yaptım” diyor. Lette’nin artık bir farkı kalmıyor. Eski yüzü onu daha farklı kılmışsa da, artık eskiye dönüşü de onun için imkansız oluyor.
Mayenburg’un bu kara komedisinin konusu Lette’de vücut buldu. Peki bu oyun bir hayalden ya da yaşamdan çok uzak birinden, bir şeyden mi bahsediyor?
Aslında bahsettikleri bize çok yakın. Sokakta, iş yerlerinde, televizyonlarda hemen yanı başımızda. Anlatılan bazen bizzat gördüğümüz, bazen gazetelerden okuduğumuz, bazen de televizyonlarda anlamsız bir şaşkınlıkla izlediğimiz. Bunlar; kepçe kulaklarını japon yapıştırıcısıyla yapıştırmak, kavisli olan burnunu duvara kafa atarak kırıp ardından estetik olmak, fazla yağlarından kurtulmak adına hasta olup yaşamdan olmak…
Aslında bunlar bize çirkinliğin insanda değil, güzellik algısını yaratan ve bu algı uğruna insanların yaşamlarından olmasına neden olan “ucube” sistemin kendinde olduğunu göstermez mi? Ne dersiniz?
Didem Deniz Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sistemin Çirkinleştirdikleri – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Piyasanın Kanunu İşe Gitmek, Mecburen – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hatırlarsanız, daha önceki aylarda “Zerre” isimli filmle ilgili yazdığımız yazıda “kapitalizmde zerre kadar değerimiz yok” ibaresini kullanmıştık. Elbette bu durum yalnızca bize özgü değil, dünyanın hemen her yerinde “piyasanın kanunu” bu. İşte, her ne kadar Türkçe’ye “İnsanın Değeri” olarak çevrilmiş olsa da 2015 yapımı “La loi du marché” (Piyasanın Kanunu) filmi, Avrupa’nın göbeğinde, Fransa’daki çalışma yaşamı üzerinden kurduğu öyküsüyle kapitalizmin hallerini yalın bir şekilde izleyiciye aktarıyor.
Film, çalıştığı fabrikanın “küçülüyoruz” şeklindeki açıklamasının ardından atılarak işsiz kalan Thierry’nin iş arama serüveni üzerinden ilerliyor. Thierry neredeyse emeklilik yaşına gelmiştir ama engelli oğlu ve eşine bakabilmek için çalışmak zorundadır. Ayrıca mortgage sistemiyle aldıkları evin daha beş yıl sürecek ödemeleri vardır. Ödemezlerse evleri de ellerinden alınacaktır. Ancak işsiz kalmasının üzerinden 15 ay geçmesine rağmen bir iş bulamamıştır.
Thierry başvurduğu iş-işçi bulma şirketlerinin birinin yönlendirmesiyle gittiği ücretli vinç operatörlüğü kursunu başarıyla tamamlamasına rağmen çeşitli bahanelerle hala bir işe kabul edilmemiştir. Üstelik başvurduğu yerlerde eski konumundan daha düşük konumda olmayı ve dolayısıyla daha az maaş almayı kabul etmek zorunda kalmasına rağmen, yazdığı CV’nin yetersiz olması gerekçesiyle ciddiye bile alınmaz.
Gittiği bankadan bir bankacı, ay sonunu başka türlü getiremeyeceğini söyleyerek evini satışa çıkarmasını önerir. Bankacının söylediğine göre evi satarsa daha düşük kiralı bir eve geçmeleri mümkün olabilecek, ileride yine ev alma imkanları olabilecektir. Thierry çaresizdir, bankacıya evi satmayı düşünmediğini söylese de bir sonraki sahnede evi almaya talip olan bir çifte evi gezdirirken, fiyat üzerinden pazarlık yaparken görürüz.
Filmin senaryo yazarı ve yönetmeni Stéphane Brizé, tüm bu olayların yalnızca Thierry’nin başına gelmediğini, kapitalizmde sıradan olduğunu göstermek istercesine filmi durgun bir biçimde ilerletmeyi seçmiş. Ayrıca, iş-işçi bulma şirketinde de, bankada da, gittiği iş görüşmesinde de Thierry’ye aşağılayıcı biçimde davranıldığını, ona hiç “değer” verilmediğini görüyoruz.
Bu anlatımın izleyiciye geçmesinde kuşkusuz Thierry karakterini oynayan Vincent Lindon’un başarılı performansının payı büyük. Nitekim Lindon bu oyunculuğuyla Cannes Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu dalında Altın Palmiye ödülü kazandı. Filmin sadeliğini ve dolayısıyla vuruculuğunu sağlayan bir diğer etmen ise, diğer rollerde amatör oyuncuların görev alması sayılabilir.
Film, farklı işlere başvuran, mülakatlara giren Thierry’nin bir süpermarkette güvenlik görevlisi olarak işe alınmasıyla yeni bir evreye girer. Thierry düzenli maaşa kavuştuğu için bankadan kredi çekebilir duruma da gelir. Ama kapitalizmde huzur beklemek nafiledir. Süpermarkette işe başladığı gün emekli olan bir çalışan için yapılan bir törende patron tarafından yapılan “her şeyden önce işini düşünen, tatillerde bile işinin başında olan” şeklindeki konuşma aslında ayrılandan çok diğer çalışanlara yapılmış gibidir. İş yerinin kriterleri bellidir, önce iş! Bu piyasanın da kanunu değil midir zaten!
Artık mağazanın güvenliğinden sorumlu olan Thierry gün boyunca kameralardan müşterileri takip etmekte, “şüpheli” davrananları marketin bodrumunda bir odaya götürerek “işlem” yapmaktadır. Örneğin, bir şarj cihazının parasını ödemeden marketten çıkmaya çalışan bir genç sorgulanır burada. Emektar bir kasiyerin müşteriler için hazırlanan indirim kuponlarını kullandığının ortaya çıkması üzerine sorgulanması, o kasiyerin işinden olmasıyla sonuçlanır. Ama bunu gurur meselesi yapan kasiyer, ertesi gün işe gelip kendi masasında intihar eder. Patron çalışanları toplayıp intiharın iş yeriyle ilgili olmadığını, onun iş dışında da bir yaşamı olduğunu, özel hayatındaki sorunlardan dolayı intihar etmiş olduğunu söyleyerek kendini ve şirketini aklar. İnsanlar geçici, iş daimidir ne de olsa!
Thierry bu intihardan oldukça etkilenir, ama onun için asıl kırılma başka bir olayda gelir. Bu kez siyah bir çalışan, bir müşteri için kendi indirim kartını kullandığı için “sorgulanır”. Kadının “Bunun için işten atılacak değilim herhalde” sorusuna Thierry “Bilmiyorum” diye yanıtlar: “Bilmiyorum”! Oysa bu yanıt kendine verilen yetkiyi kullanmak istememekle ilgili verilen net bir yanıttır. Bir itaatsizliktir, işsiz kaldığında neyle karşılaşacağını bile bile sistemin kendisinden bekleneni yapmaması üzerine bir isyandır.
Biliyoruz ki, kapitalizm nüfuz ettiği her yerde insanları çaresizleştiriyor, onları sorgulamayan, her şeyi kabullenen robotlar haline getirmek için örüyor. Ama bu sistem ne kadar güçlü olduğunu düşünse de Thierry gibileri çıkıp bu işleyişe dahil olmamayı seçebiliyor. Her gün farklı farklı Thierry‘ler sistemin baskısını daha da fark eder, daha da sorgular hale geliyor. Sorguladıkça da yükselme ve başarı üzerine kurulu bu sistemin dişlilerinden sıyrılmayı daha çok başarıyor. İşte ancak o zaman yaşamın gerçek değerinin farkına varılabiliyor.
The post Piyasanın Kanunu İşe Gitmek, Mecburen – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Everest: Tırmanışın Diğer Tarafı – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Everest, dünyanın en yüksek dağıdır. İsmi Tibetçe’de, “Evrenin Tanrıçası” , Nepal’de de “Gökyüzünün Tanrıçası” anlamına gelir ve Everest, 60 milyon yaşındadır.
Everest’e ilk tırmanış 1953 yılında yapıldı. Edmund Hillary ve Tenzing Norgay, Everest’in zirvesinde yan yana durdular. Edmund, Everest’in doruğuna ilk ayak basan kişi olarak tarihe geçer. Bu yüzden “Sir” ünvanını alır. Tenzing, Sir Edmund’a rehberlik eden şerpadır. Bir ünvan almaz,tarihe geçmez.
Şerpa’nın (Sharwa) Shar’ı doğu anlamına gelmektedir, wa ise insan. Şerpa, Tibet kökenli dağ halkına verilen isimdir. Nepal’in dağlık kesimlerinde, Himalaya’larda yaşayan Şerpa’lar bugün dağcılık ve tırmanış dediğimizde akıllara gelen bütün isimlerin o tırmanışları gerçekleştirmesini sağlayan kişilerdir.
Everest’e tırmanmak isteyenler zirveye ulaşmayı hedefleyerek yaklaşık 40 gün sürecek bir tırmanışa başlar. Şerpalar, Vücut yapıları düşük oksijen seviyesinde yaşamaya uygun olduğu için zirveye yaklaştıkça herkesin yaşadığı sıkıntıyı çekmezler ve bu 40 günlük tırmanışta dağcılara hem rehberlik ederler hemde Onların bütün kamp malzemelerini tırmanış boyunca sırtlarında taşırlar. son yıllarda Şerpa’ların hamallık yaptığı yüklerin niteliği oldukça düşündürücüdür çünkü Espresso makineleri, ısıtmalı halılar ve ana kamplarda sergilenecek plastik çiçekler gibi gereksiz eşyalarda bu yüklerin arasında.
Everest’in zirvesi bir çok açıdan tehlikelidir.
Dağcılar 70 bin dolar karşılığında biraz macera, biraz heyecanla gelirler Everest’e. Şerpa’larsa macera aradıkları için değil, ailelerine bakmak zorunda oldukları için geliyorlar. Tırmanışlarda onlarca insan yaşamını yitirmekte. 2014 yılında Nepal Depremi yaşandı ve Everest’te etkisi büyük oldu.Çığ altında kalan 61 kişi yaralı olarak kurtarılırken, 17 kişi yaşamını yitirdi. Daniel Fredinburg ve onun gibi dağcı olanların ölümleri herkesi sarsarken, ölen şerpalarla ilgili herhangi bir gündem olmadı. Ölen 17 kişi kuşkusuz yüreklerde aynı acıyı yaşattı fakat Daniel Fredinburg, Google yöneticisi değil de bir şerpa olsaydı ismi haberlerde geçer miydi diye sormadan edemiyor insan.
Önce şerpaların varlığını öğrenince, sonra Everest’te tırmanış yapan dağcılardan başka kimseyi göremeyince bütün başarı hikayelerinin kahramanı değişiyor. o pahalı kıyafetler, çantalar, kamp malzemeleri ile Everest’in doruğunda elinde herhangi bir ülkenin bayrağı ile verilen pozların anlamsızlığı büyüdükçe büyüyor.
Şerpalarla dayanışma için çok geç kalınmış belli, Sir Edmund’un 1953’te yapması gereken yapılmamış, dayanışmayla tırmanılmamış. Belki de tırmanışlardan birinde, bir dağcının yorgunluk ve halsizlikle oturup kaldığı yerde ölmek üzereyken yanından geçen diğer dağcıların onunla bir kaç kelime konuşup, yani hayatta olduğunu bilecek kadar zamanı geçirip sonra, O dağcıyı orada, öylece soğuğa ve ölüme terk etmelerinin sebebi bu bencillik, bu dayanışma eksikliğidir. Şimdi yapılması gereken, bütün sporlarda, bütün insanlarla, omuz omuza vermek. Dağların doruğunda yan yana durmak. Dayanışmayla hayatta kalmak. Birlikte hayatta kalmak.
Gizem Şahin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
The post Everest: Tırmanışın Diğer Tarafı – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Çember Kapanırsa Çıkış Yok – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geleceğe sınır, dur durak yoktu. Öyle bir duruma gelinecekti ki, mutluluğu sığdıracak yer bulunamayacaktı.
John Steinbeck / Cennetin Doğusu
Dave Eggers’ın 2013 yılında yayınlanan, 2016’da Türkçe’ye çevrilen ve geçtiğimiz aylarda beyaz perdeye aynı isimle uyarlanan romanı “Çember” John Steinbeck’in yukarıdaki sözleriyle başlar. Sosyal medya bağımlılığından yola çıkılarak kurgulanan distopya romanı, internet çağının 1984’ü olarak nitelendirilmiştir.
24 yaşındaki Mae Holland isimli kadın, sıkıcı bir kamu kuruluşundaki işinin ardından dünyanın en güçlü teknoloji şirketi olan Çember’de iş bulur. Devasa bir alan kaplayan şirket kampüsü ve 10 binden fazla çalışanının yanı sıra kütüphaneleri, yemek salonları, hastaneleri, teknolojik donanımı, çalışma birimleri, spor-eğlence-sosyalleşme alanlarıyla bir şirketin ötesindedir; herkesin çalışmak istediği Çember, Mae’yi kısa zamanda etkiler.
Sosyal ağlara katılmanın -zorunlu olmadığı söylense de- zorunlu olması, her hareketinin izlendiğini ve denetim altında olduğunu bilmek Mae için başta rahatsız edici görünse de; bu parıltılı dünya, rahatsızlığını görmezden gelmesini sağlar zamanla, kurallara uymaya başlar.
İlk bakışta günümüzün dev teknoloji şirketlerinin ve popüler uygulamalarının tek şirkette toplanmış hali gibi görünür: Twitter, Facebook, Google, Youtube, Apple, Samsung, aklınıza ne geliyorsa… İnternet aramalarının %90’ı Çember’in uygulamalarıyla yapılır, sosyal medya uygulaması olan GerçekSen, yine toplumun %90’ından fazlası tarafından kullanılmaktadır. Kolay ulaşılabilir ve yenilikçi elektronik ürünler tasarlayıp piyasaya süren Çember’in ilginç bir felsefesi var: “Sırlar yalanlardır. Paylaşmak değer vermektir. Mahremiyet hırsızlıktır.”
DeğişimiGör Kameraları ve Şeffaflaşma
Öyle hizmetler ve ürünler tasarlarlar ki, toplum günden güne gönüllü olarak Çember’in parçası haline gelmektedir. Çember’in kurucusu olan Üç Akıllı Adam’ın en büyük projesi, dünyada olan biten her şeyi herkesini izlemesini sağlayan misket büyüklüğündeki “DeğişimiGör” kameralarıyla donatmak ve şeffaflaşmayı sağlamaktır. Herkesin her bilgiye sahip olma hakkı vardır ve bunun ancak DeğişimiGör kameralarıyla sağlanabileceği savunulur. Şeffaflığı savunan çemberin aslında şeffaf olmadığına dair itiraz edenler ise hızlıca susturulmaktadır; ya o kişinin sabıkası olduğu ortaya çıkar ya da sapık olduğu… Bir şey gizlemiyorsanız niye şeffaflaşmayasınız ki?
Şirkette giderek yükselmekte olan Mae, DeğişimiGör kamerasını üzerinde taşıyarak şeffaflaşan ilk denek olmayı kabul eder, yıldızı daha da parlar; Çember’in yüzü olmuştur, milyonlar onun kamerasını izler. Kazandığı popülerlikle başı döner, tanıştığı gizemli şirket çalışanının ve eski erkek arkadaşının çember kapandığında şirketin herkesi kontrol edebildiği totaliter bir sistem kurulmasının kaçınılmaz olacağı yönündeki itirazlarını umursamaz.
Gönüllülükle, Hatta Tutkuyla Kabul Edilen Faşizm
Çember’de toplumun normalde kabullenemeyeceği faşizm uygulamaları, toplumun korkularından, kaygılarından, arzularından yararlanılarak meşrulaştırılmaktadır. Örneğin hepimiz çocukların kaçırılması ve istismarının son bulmasını isteriz. Bunun için Çember’in yarattığı çözüm, çocukların kemiklerine yerleştirilecek birer mikroçiptir. Böylece kimse hiçbir çocuğu kaçırarak istismar edemeyecek, çocuğun yeri hemen tespit edilebilecektir. Mesele bu kadar basit ve Çember’in kurucuları olan Üç Akıllı Adam iyi niyet timsali midir, elbette hayır. Çember bu teknolojiyi aslında şöyle geliştirmiştir: “Her bireyin her an nerede olduğunu bilecek bir teknolojiye ihtiyacımız var, bunu nasıl meşrulaştırabiliriz?” Çocuk istismarının önlenmesi gerekçesiyle bütün toplum çiplenmeyi kabul edecektir. Kulağa korkunç gelse de, oldukça gerçekçidir.
Demoksiyatif: Senin Sesin ve Senin İnisiyatifinle Yürüyen Demokrasi!
Çemberin tamamlanarak kapanmasına yaklaşılmaktadır. Bu tamamlanma aslında katılınan yeni sosyal ağlar ve tüketilen ürün katmanlarıyla özgürlüğün yavaş yavaş esarete dönüşmesidir. Mahremiyetin hırsızlık olarak tanımlanmasıyla kameraların her şeyi kaydetmesi, bulutun bireylerin her online hareketini yedeklemesi, birilerinin herkesi gözetlemesi…
Mae’nin bir toplantıda yaptığı öneriyle geliştirilen Demoksiyatif uygulamasıyla, aklımıza gelebilecek her toplumsal düzenlemenin Çember üzerinden anket yapılarak oylanması öngörülüyor. Kimse oy kullanmak için seçim sandıklarına gitmeyecek örneğin, Demoksiyatif’le oy kullanacak. İşyerindeki tuvaletlerin cinsiyetsiz olup olmamasına, akşam yemeğinde ne yenileceğine yine Demoksiyatif üzerinden karar verilecek. Bu anketlerden birine dahi katılmayan bireyin Çember hesabı bloke edilecek. Bütün sosyal ilişkilerin Çember üzerinden yürütüldüğü bir dünyada bu, sosyal tecrit anlamına gelecek.
Mae bu öneriyle çemberi tamamlamış, Çember’in yaşamın her alanını kontrol altına almasını sağlamıştır.
Peki Ya Gerçek Yaşamda?
MOBESE kameraları nasıl girdi yaşamlarımıza? Yaşadığımız topraklarda 2006 yılında bütün haber bültenlerinde bir ortaklık vardı; gasp-kapkaç-hırsızlık, sokak saldırıları. 2007 yılında 81 ile MOBESE kameraları takılana dek sürdü bu haberler. Normal şartlar altında gözetleme, fişleme, her anımızı kaydetme gibi işlevleri olan MOBESE’ye toplum, bu altyapı çalışmasıyla alıştırıldı, sokaklarda güven içinde yürüyebilmemiz için ihtiyacımız olan şey MOBESE’ymiş gibi gösterildi.
Peki uçak yolculuklarında kabine 1 litreden fazla sıvı taşınmamasının (O da 100’er ml’lik kaplarda taşınabilir ancak) nedenini hiç merak ettiniz mi? Lars Fr. H. Svendsen, Korkunun Felsefesi adlı kitabında anlatır, yanımızda dolu hali 150 ml alan yarısı boş bir şampuan şişesiyle güvenlik kontrolünden neden geçemediğimizi, uçağa binemediğimizi. Bu düzenlemeler, 2006 sonbaharında Londra’da ortaya çıkarılan, uçakları havaya uçurmak için sıvı patlayıcı kullanmayı tasarlayan “terörist” planların sonucudur. Yani her yıl milyonlarca yolcuyu kısıtlayan yasağın gerekçesi, vuku bulmamış bir terör saldırısıyla teorize edilmiştir. Bu, korku ya da kaygıyla gerekçelendirilen yasakların, eylem alanımızı biçimlendirmede nasıl kullanıldığına dair pek çok örnekten sadece biridir.
Çember Hepimizi İçine Alarak Kapanıyor ve Kaçacak Yer Bırakmıyor.
Eggers’ın kitabında ve kitaptan uyarlanan filmde, klasik distopyaların aksine, sistemle ona karşı çıkan ana karakter arasındaki mücadele anlatılmıyor. Mae’nin sistemle mücadele ya da yıkmak gibi kaygıları yok. Çember’e dahil oluşu, sistemin kölesi haline gelişi ve propagandasını yapmaya başlaması anlatılıyor. İyi bir kariyer hedefiyle girdiği Çember’de sisteme en mühim taşları döşeyen kişilerden, faşizmin kurucularından biri olmayı gönüllülükle yapıyor. Çember’i tamamlıyor.
Gelecekten ziyade günümüzün distopyasını, gidişatın nerelere varabileceğini anlatan Çember, farkında olarak ya da olmayarak parçası haline getirilmeye çalışıldığımız faşizmi yüzümüze vuruyor. Söylemek istedikleri, görmezden gelinemeyecek kadar vurucu:
“Çember kapanırsa çıkış yok!”
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Çember Kapanırsa Çıkış Yok – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Gazetemize Ulaşabileceğiniz Yerler ; appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İSTANBUL
-Kadıköy Mephisto : Muvakkithane Sok: No 15 KADIKÖY
-Beyoğlu Mephisto : İstiklal Cad. No 105 BEYOĞLU
-Beşiktaş Mephisto, ,
-İmge Kitabevi :Mühürdar Cad. No 80 KADIKÖY Tel: (216) 348 60 58
-Semerkand Kitabevi : Süslü Saksı Sok. No 5 BEYOĞLU
-Beyoğlu Medya Kitabevi,
-Beyoğlu Aram Kitabevi,
-Kadıköy Aram : Bahariye cad. Kafkas Pasajı no:33 Kadıköy
-Kadıköy 26A : Caferağa Mah. Sakız Sok No 3-1 KADIKÖY (Barış Manço Kültür Merkezi yanı)
-Taksim 26A : Katip Mustafa Çelebi Mah. Tel Sok. No 26/A / BEYOĞLU
–Dumlupınar Büfe : Caferağa Mah. Dumlupınar Sokak üzeri/ KADIKÖY
-İskele Büfe : İskele Meydanı Haldun Taner Tiyatrosu karşısı/ KADIKÖY
İZMİR
Yakın Kitabevi : Kıbrıs Şehitleri Caddesi No 104/A Alsancak / İZMİR
Telefon: (0232) 421 81 69
Parşömen Sahaf : 159 Sokak No:10 Daire:2 Bornova
BURSA
Oda Kitabevi : Kuruçeşme Mah. Sakarya Cad. No 87 ( Arapşükrü) BURSA Telefon: (0224) 223 8516
ANKARA
-Kızılay Turhan Kitabevi : Yüksel Cad. No: 8/32 066650 Kızılay/ANKARA
-İmge Kitabevi,
-Patika Kitap Kafe,
-İrene Kültür Evi
URFA
Hevsel Kitap Kafe : Mimar Sinan Mah. 119. Sokak, NO: 40/A
AMED
LİLAV KİTAPEVİ: Kooperatifler Mah, Akkoyunlu 4. Sk., 21100 (Pera Yemek Yanı) Yenişehir/Diyarbakır
The post Gazetemize Ulaşabileceğiniz Yerler ; appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: “SIĞINTILAR” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Sığıntılar tiyatro oyunu, günümüzden çok önce ve başka bir coğrafyada yazılmış olmasına rağmen, devletlerin göçmenler üzerinden pazarlıklar yaptığı, sınırlara yüksek duvarlar ördüğü şimdiden çok da uzakta durmuyor. Hele ki, oyunda aynı bodrum dairesini paylaşan, biri kendi doğduğu toprakları bırakıp başka bir ülkeye geçinmek için göç etmiş işçi ile düşünce suçlusu olarak kendi ülkesinden ayrılmak zorunda kalan yazar karakterleri, bize hiç mi hiç yabancı değil.
Biz de Meydan Gazetesi olarak bu oyunu Ezop Sahne’de izledik ve oyun bitiminde sıcağı sıcağına yönetmen Polat Niloğlu ve oyuncular Barış Ayas ve Mehmet Küçük ile sahne üzerinde bir söyleşi gerçekleştirdik.
Meydan Gazetesi: Merhaba, önce oyunun metni ile ilgili konuşalım istiyoruz. Sahneleme öncesinde bu metni nasıl ele aldınız ve günümüze nasıl uyarladınız?
Polat Niloğlu: Mrożek kendi çağında çok sert eleştiriler getirebilen bir entelektüel. Sığıntılar da hem izleyicinin çok sevdiği, hem de oyuncuların çok oynamak istediği bir oyun. Mrożek’in oyununun çok absürt bir tarafı vardır. Ama bir taraftan da çok gerçek şeyler ister sahnede; dekor, kostüm ve oyunculuk anlamında. Hem bu absürtlüğü hem de bu gerçekliği bir arada verebilmek adına metni biraz kısalttık.
Birbirine zıt gibi görünen ama belki de birbirini tamamlayan iki karakter var oyunda. Bu noktada birbirlerine de bağımlılar.
Polat Niloğlu: En entelektüel olanda da hiç okuma yazma bilmeyende de bir kölelik ruhu var. İster istemez bir bağımlılık ilişkisi gelişiyor. Bir kahvehanede oturan işçiler olalım, patronumuz yanımızda yokken hepimiz ağzımıza gelen her şeyi söyleriz. İktidara karşı yani işte. Ama iktidarla karşı karşıya geldiğimizde pek de öyle değilizdir. Barış’ın oynadığı XX karakteri, gerçekleri açıkça söylemiyor da, kimse yokken ya da kendiyle konuşurken, belki de köpeğiyle konuşmalarında söylüyor gerçeği.
Barış Ayas: Bu ikili karakter yapılanmasını da şöyle bir çerçeveden kurduk aslında: hayvan ve terbiyecisi. Entelektüel ve cahil diyeyim, aslında bir beynin iki yarısı gibi. Biri ruhu, hayvansal olarak köklerimizi temsil ediyor; diğeriyse bu bilinç dediğimiz şeyin oluşumundan sonra biriken pisliği temsil ediyor aslında.
Mehmet Küçük: Bence bu ikili arasında şu an günümüzde olduğu gibi bitmeyen bir çatışma ve savaş var. Sürekli karşımızdakini yenmeye çalışıyoruz. Bir rekabet var ancak, bu oyunun en güzel tarafı bir kazananın olmayacak olması. Benim de ideal insana varmam için çok yolum var, onun da. Benim entelektüeli oynuyor olmam, Hegel’i biliyor, daha süslü cümleler kuruyor olmam, beni ondan daha üstün yapmıyor. Ya da onun köpeği içine para saklaması ya da cebinden konserve çıkarıp benden gizli yemesi onu benden kötü biri yapmıyor.
Mrozek’in bu oyunla Alman işgalindeki Polonyalı entelektüellere bir eleştiri getirdiği çok açık olmasına rağmen karakterlere isim vermemesi, bu eleştiriyi günümüze de taşıyor diyebilir miyiz?
Polat Niloğlu: Söylediğinle yaptığın bir olmayınca o entelektüel çaba bir işe yaramıyor diyor Mrozek. Sen de yalnızca eleştirdiğinle kalıyorsun ve hatta biraz ona benziyorsun, eleştirdiğin taraftasın diyor. Sartre çıkar sokağa taş atar ama aynı zamanda gider sağda solda yazar ya, bu entelektüel tipini önemsiyor. Polonya’da özellikle Alman işgalinden sonraki dönemde entelektüellerin sorumluluk almaları gerekirken, hepsi bundan kaçıyor gidip başka yerlerde entelektüel çabalara giriyor ve kitap yazıyorlar sadece. Ama olan Polonyalılara oluyor. Türkiye’de de var bu, bunu biliyorsun.
Barış Ayas: Günümüz insanına biraz baktığınız zaman bu oyunda gördüğünüz her şeyi görüyorsunuz, bu sadece sıkıştırılmış konserve edilmiş bir süreç. Her şeyi tartışıyoruz bu oyunda, parayı, sanatı, insanlığı, açlığı, köleliği ve özgürlüğü tartışıyoruz.
Sığıntılar oyunu temelde sınırlar üzerinden şekilleniyor. Geçmişle günümüz arasında oldukça benzerlikler sunarak üstelik. Peki siz günümüze baktığınızda geleceğe dair neler söyleyebilirsiniz?
Polat Niloğlu: Eskiden, büyüyünce her şey daha güzel olacak diye düşünüyorduk. Küçük umutlar, küçük ütopyalarımız vardı. Şimdi kimsenin gidecek yeri dahi yok, ütopyaların hepsi kayboldu. Bu oyun en çok bunu söylüyor. Yani nereye gidersek gidelim, sınıflandırılmış, tanımlanmış, kimlik verilmiş ve sen busun denilmiş insanlarız. Ama biz öyle hissetmiyoruz. Bu sınırın içindeyken farklı bir ilişki biçimi geliştiriyorsun, yalan söylüyorsun, kandırıyorsun. Çünkü senin aslında olduğun yer burası değil. Biz böyle arada kalmışız, ne geriye ne ileriye gidebiliyoruz, ortada bir yerde havada uçuşan bir şeyleriz.
Mehmet Küçük: Aslında şu; her halimizde sıkıştırılıyoruz! (Sehpada duran Meydan Gazetesi’nin 35. sayısının “Sıkıştırılıyoruz” başlıklı sayısını göstererek)
Polat Niloğlu: Meksika sınırında bir otoyol düşünelim, otoyolun bu tarafı bir kaçış imkanı sağlıyor. Yani öteki tarafa geçersen kaçabileceğin bir bölge var ama otoyoldan vızır vızır arabalar geçiyor ve vuruladabilirsin. Oradaki Meksika’lı köylü, işçi ya da evsiz barksız herhangi biri, para kazanmak, karnını doyurmak ya da iyi bir hayat yaşamak için sınırdan geçmeye çalışıyor. Tabelalar var yolda, kanguru çıkabilir, ayı çıkabilir vs. Bir tane daha tabela var sınırda: “insan çıkabilir” tabelası! Bilmem kaç km hızla gelirken karşına insan çıkabilir tabelasını görüyorsun ve durmuyorsun.
Bu şu demek, bizim hayatımız da hep böyle olacak. Kökten topyekun bir değiştirme gücümüz pratik bir sürece tabii olmazsa, biz bunu gerçekleştiremezsek, hayatımızda her zaman müphem olma, yurtsuz olma, belirsiz olma, yersiz olma durumumuz olacak. Sürekli bir yerden bir yere göç etmek durumunda kalacağız.
Bu güzel oyun ve sohbet için teşekkür ederiz.
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: “SIĞINTILAR” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Krizi Fırsata Dönüştürenlerin Hikayesi: “BİG SHORT” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Her şey şu tür reklamlarla başladı: “Size uygun bir konut kredisi mi arıyorsunuz? Mortgage uzmanı XYZ Bankası, ev sahibi olmak isteyen herkese uygun konut kredisi imkanı sağlıyor! “Bu fiyata kiraya çıkmak mı kendi evine taşınmak mı? XYZ Bankası’na gelin, ayda sadece %0,9’dan* başlayan faiz oranlarıyla kendi evinize geçin.” Ya da “Ev kredisi ile yüzbinlerce aile bugün kendi yuvasında! Siz de XYZ Bankası’nın kendinize uygun ev kredisi seçeneklerinden yararlanabilir, istediğiniz yuvaya esnek ödeme koşulları ile sahip olabilirsiniz.
“Özgürlükler Ülkesi” ABD’de yaşayan ama ev sahibi olamayan milyonlarca kişi, bu reklamları görür görmez ev sahibi olma hayalleriyle bankalara koştu. Bankalar ilk başka kredi faizlerinden dolayı bu işe heves ettilerse de, ev yapmak için bankaların cebinden para çıkmak zorunda olması ve bunun geri dönüşünün geç olması gibi nedenlerden dolayı, zamanla taşerona devretme yoluna gittiler. Böylece bankaların cebinden para çıkmıyordu, üstelik yaptıkları bu aracılıktan da para kazanıyorlardı, Ev sahibi olmak isteyenler de bu taşeronlara gidiyorlar, 30 yıla varan vadelerle borçlanıyorlardı.
Elbette her şey bu kadar “kusursuz” ilerlemedi.
Adam McKay’in Michael Lewis’in kitabından senaryolaştırarak filme aldığı Büyük Açık (Big Short) işte tam da bu noktadan anlatmaya başlıyor hikayesini. 2007-2010 yıllarında Mortgage Krizi diye adlandırılan olaylara dek ABD’deki finansal sistemin bir panoramasını sunuyor.
Kapitalizmin Merkezi
Kitabın yazarı Lewis’in finans piyasalarıyla ilgili daha önce yayınlanmış bir kitabı daha var. Bu kitabı için de “Yale gibi Harvard gibi parlak okullardan çıkan genç ve zeki gençlerin, bu kapitalizmin merkezi konumundaki kurumlarda nasıl da aptallaştırıldığını çözmeye çalıştım” diyor. “Sistemin ne kadar bozuk bir hale geldiğini gören ve bundan para kazanmaya çalışan insanlar. Big Short’un bir dergi makalesi değil de bir kitap olmasını sağlayan da bu.”
Kitabın ve filmin konusuna gelirsek; 2000’li yıllarda, ev almak için başvuranlardan oluşan ipotekli tahvillerde toplanmış binlerce bireysel kredi -ki bunlar bankalar tarafından yüksek dereceyle derelendirilmiş, yani güvenilir olarak tanımlanmıştı- aslında ödeme güçlüğü içindeydi. Ancak bu durum, dışarıya aksettirilmiyor, bu durumdan hiç haberi olamayan evsizler ev umuduyla gene bankalara yöneliyor, sistem kredi dağıtmaya öncekinden de fazla olarak devam ediyordu.
Gerçekten de bu tarihler, geçtiğimiz yüzyılın en karanlık dönemlerinden biri. Bu filmde anlatılmaya çalışılan batış aslında hiç de küçük bir batış değil, zincirleme etkileri nedeniyle bütün bir Wall Street piyasasını ve aslında bütünüyle Amerikanın ekonomisini, kapitalist ekonomiyi çökertecek bir saatli bombaydı. Film, bu bombanın fitilini görerek, yine sistem içinde değişik yatırımlar yaparak para kazanma yollarını deneyen bir kaç kişinin hikayesi üzerinden, bu devasa sistemin nasıl işlediğini, ya da aslında işlemediğini gösteriyor.
Ekonomi Tıkırında!
Konu ekonomi olunca bir sürü terim de işin içine giriyor. Christian Bale, Ryan Gosling, Steve Carell, Melissa Leo ve Brad Pitt’in rol aldığı filmde, herkes tarafından bilinmeyen bu finansal terimleri açıklamak için yan hikâyelere de başvurulmuş.
Örneğin Selena Gomez, bir kumarhanede 21 oynarken görüntüleniyor. Ekonomist Richard Thaler ile birlikte “Dış Değer Biçim Eğilimi” yani şu anda olan bir şeyin olmaya devam edeceğini varsayma eğilimini açıklıyor.
Şu anda olan bir şeyin olmaya devam edeceği! Yani Mortgage Sistemi iyi işlemektedir ve bu hep böyle devam edecektir! Ancak, dıştan görünmese de, kendisi de bir para uzmanı olan Michael Burry (Christian Bale), kredilerdeki bu açığı ta 2005’te görür ve “kredi temerrüt takası” adında finansal bir araç icat ederek bu durumdan gelir elde etmeyi planlar. Bu durum başka kurnaz bankacılarca fark edilir ve bir ekip oluşturarak (Ryan Gosling, Steve Carell) Wall Street’e karşı bir bahis oynamak üzere hazırlıklarına başlarlar, yani bütün bir finans sistemine karşı.
Bu tarz bir bahis oynayabilmek için belirli koşulları yerine getirmeleri gerekmektedir. Bu konuda da eski bir bankacı olan Ben Rickett (Bradd Pitt) devreye girer. Film bu çabaları ve borsanın verdiği yanıtları, yarı belgesel tarzda anlatımını sürdürerek, o dönemdeki olayların arka planını anlatmayı sürdürüyor.
Borsa, sistemin batmazlığına güvendiğinden, bu bahsi çok da ciddiye almaz, bundan ötürü bu bahis işlemi için her yıl ödenmesi gereken prim miktarlarını düşük bile tutar. Ama birkaç sene sonra, 2008 yılında borsa tamamen çöker. Mortgage’a karşı oynayan yatırımcılar tam da düşündükleri gibi “kazanırlar”. Elbette kazandıkları parayı kendilerine ödeyebilecek bir borsa kaldıysa!
Film Biter, Kriz Bitmez
Film burada bitiyor ama “kriz” burada bitmiyor. Yalanlarıyla halkı kandırıp ev sahibi olma vaadinde bulunan tüm kurumlar, bankalar, finans çevreleri ve borsa, devlet eliyle kurtarılıyor. Üstelik asıl mağdur olan ve ev hayaliyle elindeki varını yoğunu bankalara kaptıranlardan toplanan vergilerle. Bu size de tanıdık geldi, değil mi?
Yönetmen McKay de filmle ilgili “aslında benim hayalim, insanların bu filmi izledikten sonra gidip kongre üyelerinin yakasına yapışıp, bu bankacılık reformuna nasıl oy verdiklerini sormaları” derken, bankalardan ve şirketlerden bıkmış izleyiciyi doğrudan bir eyleme çağırıyor.
Finans şirketleri günümüzde de benzer biçimde kredi vermeyi, insanların gereksinimleri üzerinden avlanmayı sürdürüyor. Üstelik artık yalnızca ABD’de de değil, dünyanın pek çok ülkesinde Mortgage tarzı oluşumlar yaygınlaşmış durumda. Zaten yazının ilk başında yer verdiğim reklamlar da günümüzden ve sırasıyla Garanti, Akbank ve İş Bankası’na ait.
Ne dersiniz, “Big Short” teğet mi geçiyor?
The post Krizi Fırsata Dönüştürenlerin Hikayesi: “BİG SHORT” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>