The post İklim Popülizmi: Beş Başlıkta İklim Grevi’nin Değerlendirilmesi – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Dünya gündemini son yıllarda epey meşgul eden beş harfli bir sözcük var: İklim. Birleşmiş Milletler’in çeşitli raporlar yayınlayarak “farkındalık” yaratmaya çalıştığı, husumetlerini bir yana bırakan dünya liderlerinin “sorunun çözümü için” bir araya gelmesini sağlayan, dünya çapında çeşitli “aktivistlerle” hızlı bir şekilde örgütlenen iklim grevinin “Türkiye ayağını” örgütlemek için çeşitli çağrılar yapıldı, yapılıyor. En baştan söyleyelim, aslında yapılan çağrının nereye denk düştüğü ve iklim eylemlerinin yapısına ilişkin, benimsenen (ya da dayatılan) eylem biçimleri ve ideolojisi bağlamında dönüştürülebilecek bir karakteri olmadığı, uluslararası devlet/şirket siyasetinin bir parçası olduğu apaçık ortadaydı.
Uzun yıllardır kırdaki yerel direnişler ve kentlerdeki toplumsal etkisi yüksek eylem/etkinlik süreçleriyle dünyanın içinde bulunduğu krizleri durdurmaya çalışan ekoloji hareketi bir yanda dururken “iklim değişikliği siyasetine” adapte olanlar bilerek ya da bilmeyerek “projenin” bir parçası haline geliyor. Bu projenin temsilcilerinin kimler olduğuna gelmeden önce, iklim değişikliği hareketinin sözde mücadele yöntemlerinin neden ve nasıl ekoloji hareketine zarar verdiğine ilişkin birkaç söz söylememiz gerekmekte.
Bütün bu seferberlik ne için (ya da kimler için) yapılıyor?
İklim adaleti üzerine yapılan yorumlarda ortaya iki farklı bakış açısı çıktı şu zaman kadar. İklim değişikliğinin “yakıcılığına” dair felaket senaryoları çizenler yenilenebilir enerji kaynakları savunucuları ya da bu şirketlerde çalışmış insanlarken; iklim değişikliğini reddeden ve bunun gerçek bir dezenformasyondan kaynaklı bir yanıltma olduğunu söyleyen ABD, Brezilya gibi ülkeler bulunuyor.. Bu ikinci kısımda yer alanlar ise diğerleri gibi gerçekten inandıkları doğruları ifade etmek için değil, ilişkide oldukları fosil yakıt şirketleriyle işbirliklerinin bir sonucu olarak taraf seçiyor.
Böyle olması da doğal, zira yürütülen tartışmalarda bir yerde felakete sürüklenen dünyanın siyasi “temsilcileri” (Birleşmiş Milletler temsilcileri, devlet başkanları, şirket sahipleri vb.); diğer yanda çizilen olumsuz tablonun gerçek olması halinde bunun etkilerini doğrudan hissedecek olan sıradan insanlar yer alıyor. Dünyanın her geçen gün daha kötüye gitmesinin sorumluluğunu alacak olanın devletler ve şirketler değil de “sıradan” insanların olması gerektiği başka bir propaganda olarak alttan alta işleniyor.
İddiamız iklim meselesinde hiçbir sorun olmadığı, her şeyin yolunda gittiği değil elbette ancak yoğunluklu olarak STK’lar ya da “sivil girişimler” aracılığıyla yapılan bu tür hareketleri iklim meselesini umursamaktan ziyade belki de yeni bir piyasa olarak şekillendirdikleri (zaman zaman karşımıza karbon salınımı anlaşmalarıyla çıkan) iklim siyasetinin önemli bir parçası olarak gözlemleyebiliyoruz. İklim aktivizminin örgütleyici özneleri bağlamında STK’lar ve devlet/şirketler paralelinde işleyen bir mekanizma olduğu kolaylıkla farkedilebiliyor. Sözkonusu yapıların hiçbiri kapitalist şirketler ve devlet sorumluluğunda gerçekleşen ekolojik yıkımın nasıl başladığından bahsetmezken, aynı devletlerin yapacağı çeşitli düzenlemelerle yıkıma çare olunabileceği çok kolay dillendirebiliyor.
İklim Değişikliği aktivizmi, hangi sınıflar arasında yaygınlaşmayı hedefliyor?
İklim değişikliği eylemlerinin örgütlenmesini yapanlar, bulanıklaştırdıkları ekonomi-ekoloji, devletin yarattığı tahribatlar/katliamlar-yaşam savunucuları, merkeziyetçilik-ademi merkeziyetçilik gibi çelişkiler üzerinden ezen ezilen ilişkisinde tarafsız kalmayı tercih ediyor. Yoğunluklu olarak orta sınıfın siyaset yapma biçimi olarak aktivizmi kullanan bu yapılar, “zararsız protestolar”, “bilimsel doğruculuk” gibi silahlarıyla sistem içerisindeki pozisyonunu kaybetmek istemeyen ama “dünyanın geleceği için bir şeyler yapmak isteyen kararsızlar” için de iyi bir araç haline geliyor. Dünyanın pek çok yerinde geçmişteki örneklerde olduğu gibi, ezilenlerin yaşamlarındaki çelişkilere odaklanmayan ve gerçekçi çözümler üretmeyen iklim değişikliği aktivizmi, ekoloji hareketi ve sınıf mücadelesi gibi ortaklıkların sonucunda gerçekleşen devrimci alternatiflerin karşısında sistemin sürdürücüsü olmaktan başka bir işe yaramıyor.
“Aktivist”; devrimci, isyancı gibi kimlikleri örtmek için nasıl kullanılıyor?
En küçüğünden en büyüğüne, sarışından siyahına (hatta demokratından cumhuriyetçisine, solcu sendikasından sağcı sendikasına) neredeyse bütün iklim eylemcileri kendilerini “iklim aktivisti” olarak görüyor. Ancak iklim etkinliklerinin bulanıklaştırdığı “siyasi alan” gibi “aktivizm” kavramı da kurtuluşu, pek çok meseleyi örten ve mücadeleyi kısıtlayan bu kimlikte görüyor olabilir mi?
Yıllar önce gazetemizde yazdığımız aktivizm eleştirisinde şöyle bir tespitte bulunmuştuk: “Aktivist yapılanmaların ve kendine aktivist diyen kimselerin en belirgin özelliklerinden birisi konu odaklı çalışma yürütmesi” şeklindeydi. Bu durum ilk bakışta kulağa yanlış gelmese de, örgütlenen çalışmaların ideolojisinin “ideolojisizlik” olduğu düşünüldüğünde, ele aldığı herhangi bir konuyu apolitiklik maskesi altında sistemin sorumluluğundan çıkan bir alana taşımak istediği ortaya çıkıyor. Mücadelenin farklı meseleleriyle doğrudan bağlantılı olan iklim, insan/hayvan hakları, göçmen vb. konularda aktivizmin, başka bir ezen-ezilen ilişkisinin meşrulaştırılmasına kadar götürülebilecek bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan toplumsal muhalefetin mücadele belleğine kazınmış devrimci, isyancı gibi kavramları örtmek için de alternatif olarak aktivist kavramının seçildiğini ve yükseltildiğini görmekteyiz. Sistemin devrimle ya da isyanla değişmeyeceği ön kabulüne dayanan aktivist kimliğinin polis, patron, siyasetçi gibi sistem koruyucusu statülere sahip kişilerin de kolaylıkla sahiplenebileceği bir kimlik haline gelmesi, söz konusu ön kabulün doğal bir sonucu oluyor.
Hareketin sözcüleri nasıl bir zeminde hareket ediyor?
Dünya çapında sürdürülen bu hareketin sözcülüğünü İsveç’li “aktivist” Greta Thunberg yapıyor. Cuma günleri yaptığı “okul greviyle” gündem olmaya başlayan Greta, şimdiden pek çok popüler yayın ve medya organları tarafından geleceğin liderleri arasında gösterilmeye başlandı. Geçtiğimiz aylarda eski ABD Başkanı Obama’yla bir görüşme yapmak için buluştuklarında Obama, Thunberg’e, “Sen ve ben bir takımız” şeklinde konuşmuştu. Washington’da gerçekleşen görüşmenin ardından Obama görüşlerini anlatırken “Yalnızca 16 yaşında olan Greta Thunberg daha şimdiden gezegenimizin en büyük savunucularından biri. Kendi neslinin iklim krizinin yüküyle baş başa kalacağını bilerek korkmadan gerçek adımlar attı. Obama Foundation’daki vizyonumuzun vücut bulmuş halini gösteriyor.” dedi.
Greta, kariyer yoluna emin adımlarla ilerlemeye devam ederken, “Obama Foundation” özelinde, küresel enerji politikaları ve iklim hareketi arasındaki bağlantıyı da görmek açısından tekrar tekrar güçlü örnekler üretmeyi sürdürüyor.
“Küresel İklim Grevi’nin” yaşadığımız coğrafyadaki örgütleyicisi “Sıfır Gelecek Hareketi” nedir?
Eylül ayında gerçekleşen iklim grevi, yaşadığımız coğrafyada “Sıfır Gelecek Hareketi” adı verilen bir platform aracılığıyla örgütlendi. Sıfır Gelecek’in internet sitesine girdiğinizde yapılacak olan kısa bir inceleme, meseleye dair baştan beri eleştirdiğimiz bütün başlıklara dair prototip oluşturabilecek kalıpları tekrar ediyor.
Sitenin “talepler” kısmının ilk maddesi, yerel ya da ülke çapındaki iktidarlara sesleniyor: “Bağlı oldukları meclis ve konseylerde iklim krizini gerçekte olduğu gibi, yani bir varoluş acil durumu olarak ele almalı ve ‘iklim için acil durum’ ilan etmeli.” Birleşmiş Milletler ve bağlı bulunduğu alt kurumlar aracılığıyla sürdürülen çalışmaların hepsi bu duruma yoğunlaşıyor “iklim için acil durum”. Ancak bürokratik araçlarla halkı baskı altında tutmak için ortaya çıkmış “acil durum, olağanüstü hal vb.” gibi uygulamaların iklim değişikliğini durdurmak için nasıl bir argüman olarak kullanılacağı muallakta bırakılıyor.
“Yenilenebilir enerjinin gelişimi için tüm engelleri kaldırın ve herkesin temiz, yenilenebilir enerjiye erişebilmesi için finansman programları oluşturun.” Taleplere devam ediliyor, yoksulların hayatını çalan, yaşamlarını sürdürebilmek için sağlıklı alternatiflerin hepsinin önünü tıkayan “finansman programlarından”, “ekonomik planlamalardan” yenilenebilir enerji için kaynak ayrılması isteniyor…
Bu çağrılara neden destek vermemek gerekmektedir?
“Şayet bir işverensen, yanında çalışanların 20 Eylül’de gerçekleşecek eylemlere destek vermesinin yolunu açabilirsin.”
Net bir şekilde tekrar ifade etmek gerek: odağını devletlerin imzalaması gereken anlaşmalardan çekmeyen ve iklim adaletini sağlamak için atılması gereken “gerçek adımları”, yani topyekün sistemin değişikliğini öngörmeyen hiçbir hareketin iklim değişikliği meselesine bir çare olamayacağını düşünüyoruz. Dünyanın felakete sürüklenmesini önlemenin yolu, ne Cuma günleri dikkat çekmek için yapılan bir günlük bir “grevden” ne de fonlu yapılar aracılığıyla yürütülen kampanyalardan geçiyor. Ekolojik dengenin tekrar sağlanması için mücadele edeceksek, bu yıkımın sorumlularının değil de, sonuçlarında yaşanan felaketlerin gerçek muhatapları olan ezilenlerle beraber yeni bir toplum inşa etmekten geçtiğini anlamamız gerekiyor. Ekoloji mücadelesinde talanın, katliamın son bulması için mücadele eden herkesi, devlet/şirket/STK işbirliğinde gerçekleşen bu “truva atı” çağrılara, eylemlere itibar göstermemek noktasında dikkatli olmaya davet ediyoruz.
The post İklim Popülizmi: Beş Başlıkta İklim Grevi’nin Değerlendirilmesi – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hayırseverliğin Sektör Hali: Üçüncü Sektör Vakfı – Selahattin Hantal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Filantropizm: Bir Kurtarıcı Olarak Hayırseverlik
İktidarların bozmaya çalıştıkları değerlerin başında “dayanışma” gelmektedir. İktidarların kendi yarattıkları sistemin sonuçları olan sefalet, açlık ve muhtaçlık problemlerinin çözümü için bugün en çok yükselttikleri yöntemlerden biri hayırseverlik/ iyilikseverlik/ yardımseverlik olgusundan beslenen ve literatürde filantropizm olarak tanımlanan “profesyonel bağışçılık”tır. Filantropi; bir kişinin zamanını, yeteneğini, uzmanlığını veya varlıklarını, toplumsal faydayı gözeterek gönüllü olarak sunması olarak tanımlanmaktadır. Filantropistler genel olarak bağışçılık faaliyetleriyle sistemin adaletsizlikler yarattığı alanlarda onarma faaliyetleri yürütürler. En temel çelişkileriyse adaletsizliği çözmek için adres gösterdiklerinin bu adaletsizliğin kaynağında yer almasıdır. “Değişim İçin Bağış” gibi sloganlar ile dünyanın değiştirilmesine herkes tarafından küçük bir katkı payı bırakılmasına yönelik duygusal köklerden beslenen reklam kampanyaları yürütürler. Fakat kampanyalarda adaletsizliğin en büyük mimarlarından olan ayrıcalıklı zengin azınlıkların servetlerinden “bağışladıkları” payların küçüklüğü konuşulmaz. Konuşulmaz çünkü, kampanyaların büyük bir kısmı zaten, bahsini ettiğimiz ayrıcalıklı kapitalistler tarafından doğrudan yahut vakıfları aracılığıyla dolaylı olarak desteklenmektedir.
Filantropi, toplumsal bir değerden ziyade “zorunluluk” haline gelen bir ilişkidir. Bu yardımlaşmada veren tarafın her daim üstün durumunu koruyor olmasına dikkat ettiği görülür. Kişi kendini sönümlendirmez. Hiyerarşi her daim korunur. Dolayısıyla günümüz hayırseverliği toptan bir kurtuluşun şifresi değil, güncel problemlere aktarılan yardım kırıntılarıdır. Keza hayırseverlik faaliyetlerinin büyük kampanyalarla sürdürülüyor olması esasında yardım kampanyası yapılan meselede sorumluluğu olan aktörlerin sorumluluklarını ve etkisini gizlemektedir. Böylece genel olarak sistemin kusurları örtülmektedir. Duygusal zeminden yükselen bir istismar ve Meydan Gazetesi’nin 4. sayısında yayınlanan “21. Yy’da Teslimiyet Teorileri Ve Pratikleri: Kapitalistlerin Hayırseverlik Kumpası”(1) yazısında da bahsedilen “hayırsever sömürüsü” söz konusudur.
Üçüncü Sektör: Kurumsallaşan Yardım
Sistemin yarattığı sorunların üzerini örtmek için yükselen “yardımlaşma” olgusu bugün birçok sivil toplum kuruluşu, dernek, vakıf vb. oluşumları yaratmıştır. Bunların arasında birbirinden farklı alanlarda faaliyet gösteren, birçok özel amaçlı oluşum vardır. Tüm bu oluşumlar esasında günümüzdeki ekonomik sistemin farklı bir alanını teşkil etmektedirler. Bu alan üçüncü sektördür. Üçüncü sektör özellikle kapitalizmin yeni bir biçimi olan neoliberal ekonomik sistemde sosyal refah devletine olan güvenin kaybedilmesiyle yükselişe geçen sivil toplumcu anlayışın bir sonucudur. Devlet ve özel sektörün dışında kalan sivil toplum kuruluşları, vakıflar, cemiyetler, platform vb. kuruluşların genel adıdır. Ayırt edici noktası sözde, insanların kâr amacı gütmeksizin bu kuruluşlara katılım sağlıyor olmalarıdır. Neoliberal ekonominin “sürdürülebilir” olacağını savunanların pek çoğu üçüncü sektörü -bölgesel ve küresel boyutlarda- ekonomilerin en önemli unsuru olarak görmektedir. Üçüncü sektörün, kar amacı gütmediği; her iki sektörün (kamu ile özel sektör) de hassasiyetlerini gözeterek aralarındaki dengeyi koruyacağı ve gerçek toplumsal çıkarları gerçekleştirebileceği iddiaları üzerinden yükseltilmesine rağmen faaliyetlerinin neoliberal iktisatçıların dilediği gibi kapitalist mantıkla sürdürüldüğü apaçık ortadadır. Üçüncü sektöre yönelik eleştirilerin en büyüğü de buradan kaynaklanmaktadır. Üçüncü sektör, özellikle özel sektörü (ve onun anlayışını) toplumsal alanda örgütlemektedir, meşrulaştırmaktadır. Günümüzde üçüncü sektöre dahil olan birçok kuruluş milyonlarca dolarlık fon alışverişi yapmaktadır, binlerce insan birçok kuruluşta maaşlı çalışandır ve hatta bu sektörde kariyer sahibi olmak gibi olgular söz konusudur. Bu alan bir istihdam sahasına dönüşmüştür. Dolayısıyla burada giderek istihdam sahası haline gelen sektör sınıfsız toplumlarda var olan denkler arasındaki dayanışma ilişkisine değil, sektörleşen yardımseverlik ilişkisine dayanmaktadır. Ve yardımseverlik ilişkisinde yine sistemin şartlarının yarattığı “duygusal” motivasyonların söz konusu olduğu görülmektedir. Üçüncü sektörün yardımı ile toplumsal sorunların çözüleceği illüzyonu büyütülmektedir.
TÜSEV: Bir Bağış İllüzyonu
Yaşadığımız coğrafyada üçüncü sektörün kapitalist sistem içerisindeki rolünü örnekleyecek pek çok kuruluş vardır. Fakat bu konuda kavramın kendisine getirilen eleştirilerle örtüştüğünü anlatabilmek için bağışçılığın profesyonelleşmesi amacıyla çalışmalar yürüten Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı’ndan özellikle söz etmek gerekir.
Vakıf 1993 yılında büyük kapitalist şirketlerle ilişkisi bilinen vakıf ve derneklerin bulunduğu 23 STK tarafından üçüncü sektörün yasal, mali ve işlevsel altyapısını geliştirmek amacıyla kurulmuştur.
Türkiye’nin en zengin ailelerinden ve en büyük holdinglerinin vakıflarından pek çok kişinin bu vakfın mütevelli heyetinde boy gösterdiğini göz önünde tutmak önemlidir. Epey iddialı sloganları dillendiren isimlerin kimler olduğuna da bakabiliriz. Vakıfta son olarak yönetim kurulu başkanı Deniz Ataç (TEMA Yönetim Kurulu Başkanı) seçilmiştir. Vakfın yönetim kurulu ise şu şekildedir: Alparslan Tansuğ (ENKA Spor Eğitim ve Sosyal Yardım Vakfı), Bahadır Kaleağası (Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği), Candan Fetvacı (Aydın Doğan Vakfı), Erdal Yıldırım (Vehbi Koç Vakfı), Gün Han Başik (Kadir Has Vakfı), Hasan Süel (Türkiye Vodafone Vakfı), Nevgül Bilsel Safkan (Sabancı Vakfı), Öner Günçavdı (Elginkan Vakfı), Selim Güven (Anadolu Eğitim ve Sosyal Yardım Vakfı).
“Küçük Kaynaklarla Büyük Değişimler Yaratmak” sloganı ile “yardım etmek” istedikleri kesime yönelik gerçekleştirdikleri büyük sömürü ve kazandıkları büyük servetin topluma doğru olan geri dönüşünün “küçük” olacağını itiraf etmişlerdir. Kendilerinin büyük zenginliklerine rağmen ve aslında onları hiç kullanmadan, başka büyük patronlar, orta sınıflar ya da alt orta sınıflardan yoksullar için “küçük” bağış dilenmeye çalışmaktadırlar.
Var olan yoksulluğun “bağışçılık kültürü” ile, bağışlarla değişebileceğine inanarak ve inandırarak kendilerinin yarattığı ya da sürdürücüsü olduğu sömürü ve adaletsizlikler sistemini görünmez kılmaya çalışan vakfın, “Değişim İçin Bağış” adlı projesiyle neyi ne kadar değiştirebileceği büyük bir muğlaklık taşımaktadır. Burada vakıf tam da ismiyle müsemma bir biçimde davranarak sosyal değişimi, refahı gerçekleştiremeyen devletin yerine özel sektörün kontrolüyle sistemin sürdürülebilirliği için çalışmaktadır.
Bu vakfın mütevelliler listesinde yerini alan Sabancı Vakfı’nın, Ford, Rockefeller Brothers ve Robert Bosh vakıflarının da yer aldığı uluslararası bir vakıflar birliği olan Avrupa Vakıflar Merkezi’nin de yönetim kuruluna girmiş olması ise yöntemin kaynağı konusunda bizlere adres göstermektedir.
Türkiye’nin en zengin ailelerine ve holdinglerine ait olan vakıfların yöneticilerinin toplandığı, adeta üçüncü sektörün TÜSİAD’ı niteliğine sahip olan vakıf filantropizminin esasında günümüzde nasıl bir illüzyonu ifade ettiğini bizlere açıkça göstermektedir.
Bazı Veriler
İçişleri Bakanlığı verilerine göre 2013 yılında 27.905 olan dernek sayısı 2019 yılında 114.294’e ulaşmıştır.(2) Bu derneklerin birçoğu tabela derneği statüsündedir. Fakat yine de sayının ne kadar fazla olduğunu görmek bizim için önemlidir. Yine aynı kaynaktan aldığımız bilgiye göre 2014 yılında derneklerin gelir toplamı 8 milyar 837 milyon iken 2019 yılında bu sayı 22 milyar TL olmuştur. Bu derneklerde sırasıyla sayı olarak en çok mesleki dayanışma dernekleri, spor ve sporla ilgili dernekler, dini hizmetlerin gerçekleştirilmesine yönelik faaliyet gösteren dernekler, eğitim araştırma dernekleri, kültür-sanat ve turizm dernekleri, insani yardım dernekleri gelmektedir. Bu sıralama bizlere, bahsedilen gelirlerin dayanışma ve yardımlaşmayla ilgili olan boyutuna dair bir fikir vermektedir. Elbette dernek halinde olan ve salt olarak dünyayı değiştirmeyi yahut kurtarmayı amaçlamaktan ziyade belli bir faaliyet alanını destekleyen kuruluşların varlığı mevcuttur. Dolayısıyla verilen sayılara bunların da dahil olduğunu ifade etmek gerekir. Bunların dışında “muhtaç” olanlara “yardım amaçlı” olarak kurulan derneklerin sayısının ve bu derneklerin gelirlerinin kısa bir süre içerisinde artmasının yanı sıra var olan toplumsal adaletsizliklerin de şiddetle devam ediyor oluşu, bize bu sektörün kime fayda getirdiğini sorgulatmaktadır.
Sonuç
Günümüz kapitalist toplumunun çarpık yardımlaşma ağlarının bir tezahürü olarak yükselen hayırseverlik olgusu, yine kapitalistler tarafından bir kurtuluş yolu olarak gösterilmektedir. Öyledir ki kâr odaklı şirketleriyle toplumsal üretimi kontrol ve üretilenleri gasp etmeyi sürdüren bu kişiler kâr amacı gütmeksizin varlığını sürdürdüğünü iddia ettikleri yardım kuruluşlarını bir imaj paravanı olarak kullanmaktadırlar. Ayrıca bu kuruluşlar, kapitalistlerin sistemin içinde nasıl bir konumda olduklarına dair yükselecek olan mücadelenin önünü kapayarak apolitikliği öğütler konumdadırlar. Nihayetinde dünyayı kurtarması beklenen hayırseverlik, kısa vadede işe yarar kazanımlardan çok uzun vadede sistemin şu andaki durumunu sürdürmeye yaramaktadır. Velhasıl üçüncü sektörün kapsamakta olduğu dernekleşmeler ve hayırseverlik faaliyetleri yeni bir iş sahası olarak sistemin çarklarından bir diğeri haline gelmiştir. En büyük marifeti devlet, özel sektör ve kendinin dahil olduğu üçgenin bozulmadığı alana kadar yükselme çabasıdır.
Kaynak
1) https://meydan1.org/gundem/2012/10/21-yyda-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-kapitalistlerin-hayirseverlik-kumpasi/
2) https://www.siviltoplum.gov.tr/dernekler-bilgi-sistemi-derbis-kullanici-sayisi
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.
The post Hayırseverliğin Sektör Hali: Üçüncü Sektör Vakfı – Selahattin Hantal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: İzmir Aliağa Belediyesi İşçileri Direnişte appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>31 Mart yerel seçimlerini kazanan Aliağa Belediyesi’nin MHP’li Başkanı, geçen seçimde olduğu gibi bu seçimde de ilk iş olarak belediyede çalışan -çoğunluğu Kürt ve Alevi olan- toplamda 22 işçiyi tazminatsız olarak işten çıkardı. İşten çıkarılmalarına karşın 20 gündür Demokrasi Meydanı’nda direnişte olan işçilerden Ali Kemal Akdağ ile Meydan Gazetesi olarak bir röportaj gerçekleştirdik.
Merhaba, Aliağa Belediyesi işçisi olarak –tam da 31 Mart seçimlerinin hemen sonrasında- işten çıkartılan 22 işçi arasındasınız. Bu keyfi işten çıkarmalara karşı Demokrasi Meydanı’nda direnişe başladınız. Kendinizi de tanıtarak süreci bize anlatır mısın?
Ali Kemal Akdağ: Ben Ali Kemal Akdağ. 37 yaşındayım. 3 yıldan beri Aliağa Belediyesi’nde çalışıyorum. 10 gün önce muhasebeden bir telefon aldık, işimize son verildiğine dair. Bize şirketten çıkışlarınızı alabilirsiniz dediler. Onun dışında herhangi bir yetkili personel hiçbir şekilde bizimle iletişime geçmedi. Neden işten çıkarıldığımızı da bilmiyoruz. Bize verilen evrakta yazan sadece teknolojik gelişmelerden dolayı tasarrufa gidileceği yönünde. Biz herhangi bir teknolojik gelişme de göremedik. Çalışma şartlarını, koşulları biliyoruz. Teknolojik şartları da biliyoruz ama hiçbir şey göremedik. Aynı sistem devam ediyor.
Size göre işten çıkarmaların sebebi nedir?
Biz belediyeden bazı duyumlar alıyoruz, işten çıkarmaların sadece siyasi olduğuna ilişkin. Biz de öyle düşünüyoruz. Siyasi çıkarmalar bunlar. Bundan 5 yıl önceki süreçte de seçimden sonra aynı şeyler olmuştu. O zaman da 104 işçinin işine son verilmişti. Şu anda sayımız 22. Ama her gün yeni işten çıkarmaların olacağına dair yeni haberler geliyor.
Biz farklı birimlerde çalışan işçiler olarak çıkarıldık, ancak nedense aynı coğrafyanın insanları çıkarılıyor. Şu anda çıkan 22 kişinin ağırlığı bu şekilde. Gelen bilgiler de bu şekilde. Bundan önceki seçimde aynı şey olmuştu. Duyumlar alıyorduk seçimden önce. “Geldiğimizde hiç Erzurumlu bırakmayacağız.” gibisinden söylemlerle karşılaşıyorduk.
Bu süreçte size karşı Aliağa Belediyesi’nin herhangi bir baskısı oldu mu? Önceden arkadaşınız olan işçilerin tepkileri nasıldı?
Bize telefonlar geliyor şu anda çalışan arkadaşlardan. “Kusura bakmayın, baskılardan dolayı size gelemiyoruz, iletişime geçemiyoruz.” şeklinde. Yani içeride baskılar var, içerdeki arkadaşlar şu an daha zor durumdalar. Belediyeden doğru böyle bir baskı var.
Çevreden şu ana kadar olumsuz bir tepkiyle karşılaşmadık. İçerideki arkadaşlara bayağı baskı var, arkadaşlar buradan geçerken selam bile veremiyorlar. Dönüp bu tarafa bakamıyorlar bile. Mümkün olduğunca çevre yollardan dolanarak buradan geçiyorlar. Bunlar içerideki baskılardan kaynaklanıyor.
Şimdiye kadar Aliağa Belediyesi’nden veyahut belediyeye bağlı çalışan şirket yönetiminden herhangi bir geri dönüş oldu mu?
Hiçbir şekilde hiç kimseden bir ses çıkmadı. Şu ana kadar hiçbir iletişime geçilmedi bizimle. Bildiğim kadarıyla sendikanın randevu taleplerine de karşılık verilmiyor. DİSK Genel-İş’e bağlıyız. Oradan arkadaşlarımız bu durumla ilgileniyor.
Direnişi sürdüreceğinizi söylüyorsunuz. Bunu nasıl gerçekleştirmeyi düşünüyorsunuz, neler yapmayı planlıyorsunuz? Daha önce de kalabalık bir basın açıklaması gerçekleştirmiştiniz…
Direnişimiz devam edecek. Haklı taleplerimiz karşılanana kadar direnişimiz devam edecek. Sendikayla, sendikanın aldığı kararlarla birlikte biz de o yolda ilerliyoruz. Sendikamızın alacağı kararlara uyacağız, onlarla beraber devam edecek bu süreç.
Önceki basın açıklamamıza da katılım beklediğimiz gibi oldu. Ama Aliağa’dayız, Aliağa’da yaşıyoruz. Burası emeğin kenti. Burada birçok ilden, ilçeden bir sürü insan var. Hepsi emeğiyle yaşayan insanlar. Genel olarak direnişle dayanışmanın yeterli olmadığını düşünüyoruz, Aliağa için beklentimiz daha yüksek. Partiler desteğe geliyor, sendikalar desteğe geliyorlar. Umarım emeğe sahip çıkılır. Ramazan ayının etkisi olduğunu düşünüyoruz bu durumda. Bu haftadan sonra biraz da hareketleneceğini umuyoruz.
Peki işten çıkartılırken başta tazminatlar olmak üzere alacaklarınız ödendi mi?
Yasal haklarımızı kullandık. Şu anda iş avukatlarda, avukatlarımıza verdik. Avukatlar bu süreçle ilgilenip bizi bilgilendirecekler. Şu ana kadar herhangi bir ödeme yok. 5 yıl önce çıkarılan işçilerden dahi ödemesi yapılmayanlar varmış, öyle bilgiler var.
Direnişin boyunca seninle dayanışmaya gelenler oldu. Bu dayanışma sana ne hissettirdi?
Genelde iyi tepkiler alıyoruz. Ben yaklaşık 32 yıldır Aliağa’da yaşıyorum; burada aşağı yukarı herkes birbirini tanır, birbirini bilir. Biz burada emeğiyle yaşayan insanlarız, insanlar biliyorlar. Bize “Çalışmadı!” diyemezler. Biz çalışarak alın terimizle, emeğimizle işimizi yürüttük. Ama farklı sebepler farklı nedenler, işte dediğim gibi kendi kadrosunu oluşturmak gibi durumlar nedeniyle işten çıkarıldık.
Röportaj için teşekkür ederiz. Meydan Gazetesi olarak direnişinizi dayanışmayla selamlıyoruz.
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: İzmir Aliağa Belediyesi İşçileri Direnişte appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Flormar Değil Direniş Güzelleştirir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
8 Mart yaklaşırken direnişin en güzelini ziyaret ettik. Sendikalı oldukları için işten çıkarılan ve 283 gündür patrona karşı direnen Flormar işçisi kadınlarla bir araya geldik; işten çıkarılma ve direniş sürecini konuştuk. “Güle güle dostlar, yine bekleriz” sloganıyla uğurlandığımız direniş alanındaki bütün işçilerin mücadelesini bir kez daha selamlıyor ve Flormar’ın değil direnişin güzelleştirdiği kadınlarla konuştuklarımızı sizlerle paylaşıyoruz.
Meydan Gazetesi: İşten atılmalar nasıl başladı ve direniş süreci nasıl gelişti?
Hatice: İlk başta 12 arkadaşımızı sendikalı oldukları için işten çıkardılar, zannettiler ki onları işten çıkarınca hepimizin gözü korkar. Onların işten çıktığı hafta, onların işten çıkarılmasının da öfkesiyle, sendika üyesi olmayan arkadaşlarımıza hızlıca üyelik yaptık. O zaman daha bakanlıktan onay kağıdı gelmemişti, 1-2 gün içinde gelince hepimiz rahatladık. Sessiz geçen 2-3 haftanın ardından birkaç kişi daha işten çıkarıldık. Böyle olunca içerde kalanlar daha fazla soru sormaya başladı. Çünkü çıkarılanların işten çıkarıldığı yasa maddesi 25/2’ydi; örgüt propagandasından yüz kızartıcı suçlara kadar birçok şeyi kapsıyor bu madde.
Ayşe: Arkadaşların böyle bir maddeden dolayı işten çıkarılınca, hem şaşırıyor hem de rahatsız oluyorsun.Bu bizi kıran bir şey oldu. İçeride biz işten çıkarmalarının sebebini sürekli sorunca bu sefer toplu işten çıkarmalar başladı; 68 kişi tek seferde işten çıkarıldı. Zaten bir hafta geçmeden 132 kişi çıkarıldı.
Sizleri direnişe götüren koşullardan ve direniş sürecinden bahsettiniz. Elbette yaşanan pek çok sıkıntı tüm işçiler için ortak. Ancak işyerlerinde kadın işçiler erkeklerle kıyaslandığında farklı durumlara da maruz kalabiliyor. Flormar’da çalıştığınız süreç içerisinde bu farklılığı yaşadınız mı?
Ayşe: Tabi ki, zaten işe alınırken kadınlara evli/nişanlı mısın, evlenmeyi düşünüyor musun, hamile misin, çocuğun var mı gibi sorular soruyorlardı. Hamile kalmak iki yıl boyunca yasaktı. Sonradan öğrendik ki bu sorular erkek arkadaşlarımıza sorulmuyormuş. Ben 2007’de girdim işe, 2009’da ertesi gün hastaneye gitmek için şefimden izin alacaktım. Bana izin vermedi, sonra molaya çıktığımızda erkek arkadaşlarımızdan birisi elinde izin kağıdını sallaya sallaya geldi, ona üç gün kafa izni vermişler meğer.
Hatice: Özellikle molalarda çok sıkıntı yaşıyorduk. Biz kadınlar güdülen kısımdık. Bunu kendi ağızlarıyla söylediler. Amirlerimiz bize “Siz güdülmek istiyorsunuz” diyordu. Erkeklerin kapısı kilitlenmiyordu mesela, onlar zil çaldıktan beş dakika sonra çıkabiliyordu üretime. Ama biz daha zil çalar çalmaz gitmek zorundaydık. Bir zaman sonra molada telefonla konuşurken bile amir yanıma geldiğinde telefonu kapatma ihtiyacı hissediyordum. Biz güdülen kısımız yani, üretime götüreceksin, molaya çıkaracaksın… Erkeklere aynı muameleyi yapmıyorlar.
Ayşe: Şimdi dışarıda olduğumuzdan bunları rahatlıkla söyleyebiliyoruz ancak içerideyken böyle konuşmak imkansızdı. Ağzımızı açar açmaz “Benim sözümün üstüne söz söyleme!” denilerek kesiliyordu sözümüz. Erkek arkadaşlar telefonla arayıp işe gelmeyeceklerini söyleyebilirken biz izinlerimizi bile kullanamıyorduk.
Hatice: Evet, benim mesela hastane radevum vardı, bir hafta önceden karnım ağrımaya başladı, nasıl izin alacağımı düşünüyordum. Oysa gelmediğimiz gün zaten maaşımızdan kesiliyordu. Onlardan bir iyilik istemiyorduk, ama önce azarlanıyorduk, sonra izin veriyorlardı.
Peki hala içeride çalışan sendikalı arkadaşlarınız var mı? Onlarla bu süreçte iletişiminiz nasıl, sizi destekliyorlar mı?
Ayşe: 100 kişi var şu anda içeride. Ancak onlar sessiz bir şekilde bekliyorlar. Biz direnişe başladığımızdan beri maaşlarında, primlerinde yükselme oldu. Normalde bayramda almaları gereken parayı, şu anda patrona bağlılık payı adıyla veriyorlar işçilere. Direnişi kırmak, içeride kalan arkadaşlarımızla aramızı bozmak istiyorlar. Sürekli toplantılar alıp bizim hakkımızda sorular soruyor, bizi kötülüyorlarmış. Bunları duyuyor, öğreniyoruz. Ancak arkadaşlarımızı ses çıkarmaya ikna etmemiz çok zor. Flormar işçileri memnun ediyor ki direnişe katılmasınlar. İşçiler de memnun, çünkü şimdiye kadar yaşadıkları sıkıntıların çoğunu bu süreçte yaşamıyorlar. Onların düşüncesine göre sendika fabrikaya girerse hepimiz hakkımızı almış olacağız, tabi onlar da… Ama işe geri alınmazsak da mevcut işlerini korumak istiyorlar.
Biz de onlardan bu süreçte çok bir şey beklemiyoruz aslında. Sendikalı olduklarını belli etmesinler, bizi savunmasınlar gerekirse. Bizim için önemli olan sendika üyeliklerini çekmesinler. Üyeliğini çekmeye başlayanlar oldu.
Bu alanda nasıl zorluklar yaşıyorsunuz? Polisler ya da patron nasıl bir tutum içinde?
Hatice: Bu alan öncesinde bu şekilde değildi. Yeşil çitler yoktu, tel örgüler yoktu, patronları sigaraya çıktıklarında görebiliyorduk. Ana kapıyı da sonradan siyah paravanla kapadılar, aynı şekilde güvenlik kulübesini de. İçeriyle bağlantımızı tamamen kestiler. Direnişin soğuk günlerinde ısınmak için çadır kurmuş ve ateş yakmıştık. Polisler önce çadır kurmamızı yasakladı; sobamızı, ateşimizi söndürmek istediler. Kaymakamlık ve valilik kağıt göndermiş yasak diye. Aynı zamanda “Kaldırım patronundur” denildi, kaldırımda beklememiz de yasaklandı. Polisler her gün bizimle buraya geliyor ve biz ayrılıncaya kadar bekliyorlar.
Peki direnişinize gösterilen dayanışma ne boyutta? Burada bir gününüz nasıl geçiyor?
Hatice: Asla yalnız değiliz, hep misafirlerimiz var. Gün içinde mutlaka gelen oluyor; beraber halay çekiyor, sohbet ediyoruz. Gelenler genelde alanda böylesi bir neşeyle karşılaştıklarından hem şaşırıyor hem mutlu oluyor. 8 Mart’ta da bizleri yalnız bırakmayacağını söyleyen bir sürü kadınla şimdiden iletişim halindeyiz.
Önümüzdeki süreçte planladığınız ve yapmayı istediğiniz bir eylem var mı?
Hatice: Aslında biz en başından beri direnişimiz yalnızca fabrika önünde kalmasın istedik. Flormar mağazalarının önüne gitmek, müşterileri boykota çağırmak iyi olur diye düşünüyoruz. Ancak bir yandan da her birimizin davası sürdüğü için bu eylemler dava sürecini olumsuz etkileyebilir mi diye soru işaretleri var. Daha önce bu şekilde katıldığımız eylemler de oldu. Onun dışında röportaj yapmak için, etkinliklerde direnişi anlatmak için aramızdan farklı yerlere giden arkadaşlar oluyor. Hepsini önemsiyoruz ancak burayı da boş bırakmamak gerekiyor. O yüzden etkinliklere topluca katılmıyoruz. Burada her zaman bekleyen birileri oluyor.
8 Mart’a dair kadınlara iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Biz 283 gündür direnen emekçi kadınlar olarak, emeğe ve direnişe saygı duyan bütün kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutluyoruz.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. sayısında yayınlanmıştır.
The post Flormar Değil Direniş Güzelleştirir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post GİDER’den Öğrenci İşçi Anketi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Genç İşçi Derneği (GİDER), geçtiğimiz yıl AVM’lerde çalışan genç işçilere yönelik bir anket çalışması yapmıştı. Yapılan anket çalışmasının sonuçları muhalif basın da olduğu kadar ana akım basında da gündem edilmişti. Genç İşçi Derneği (GİDER), bu yıl yeni bir anket çalışması daha yapıyor; bu kez üniversiteli genç işçilere yönelik. Bizler de Meydan Gazetesi olarak yapılan anket çalışmaları hakkında GİDER ile sohbet ettik.
Meydan Gazetesi: Anket çalışmanız için neden bu kez üniversiteleri seçtiniz, neyi amaçladınız?
GİDER: Üniversitede okuyan, bir işte çalışan ya da çalışmayan -nüfusun %16,3‘ünü oluşturan- gençler; patronların ucuz iş gücü, geçici işçi, vasıfsız eleman olarak gördüğü, genç oldukları için en ağır işleri yükledikleri, hatta “ayak işlerini” yaptırdıkları kesimdir. Bir saatte yapılan bir işi yarım saatte bitirebilecek dinamiklikte oldukları için hep daha fazlası istenir genç işçilerden. Ne yapsa, ne kadar çalışsa da patronlar beğenmez işini. Çünkü senin gibi işçi olmak (iş bulmak) isteyen, “sırada bekleyen çok”. Bu yüzden hep en iyisini yapmak “zorundasın”. Sıkıntın sadece bu da değil. Hem okula gidiyorsun, hem harçlığını çıkarmaya çalışıyorsun; bunu elbette kimse gözetmiyor. İşe birazcık geç kalsan kesiyorlar yevmiyenden. Bunu yaparken de kovulmadığın için minnet etmeni bekliyorlar.
Anket çalışmamız sürüyor ama şimdiden çok fazla veri elde ettik. Topladığımız veriler bizi çok şaşırtmadı, aynı şeyleri yaşadığımız için anketi cevaplayan arkadaşların çoğu bizim düşüncelerimizi yansıtıyor: “Kendimize vakit ayıramıyoruz ve çok yoğun çalıştırılıyoruz.” Bunlar en büyük sorunlarımız. Zamanımızı sattığımız patronlar, şefler bizleri “daha verimli” kullanabilmek için vardiyaları en yoğun saatlere programlıyorlar. Aslında herkes bunun farkında. Bu yapılan o kadar meşru görülüyor ki; kimse ses çıkaramıyor, çözüm üretemiyor.
Biz de bu anket ile önce bir durum tespiti yapmak istedik. Neden üniversite? Kendimizden yola çıkarak bu anketi yapmaya karar verdik. Aynı sorunları yaşadığımız ve aşmaya çalıştığımız için, çözümleri de birlikte yaratmayı amaçladık.
Daha önceki anket çalışmanızı AVM’lerde gerçekleştirmiştiniz. Bu tercihinizin sebebi neydi peki?
AVM’leri seçmek çok zor olmadı aslında, zaten hepimizin aklında varmış; kolektif şekilde alınan bir karardı. Tüketim çılgınlığıyla kendini kaybetmiş tüketicileri ve çalışmaktan kendini kaybetmiş işçileri varken, en uygun yerlerden biriydi AVM’ler.
AVM’de mağazası olan her şirket, kurumsal kimliğiyle hareket ediyor. Ve kendi ürettikleri sistemde yollarını buluyor, işçiyi nereden nasıl sömüreceklerini profesyonelce biliyorlar. Her şey prosedürüne uygun işliyor yani.
AVM’lerde çalışan biz genç işçiler de “maaşım günü gününe yatıyor, sigortam kesintisiz ödeniyor, vardiyalarımı ayarlayabiliyorum” diyerek yapılan adaletsizlikleri görmezden gelebiliyoruz. İşe başlarken iş tanımında olmayan işler bize yaptırılmaya çalışılıyor ve bu durum olağanmış gibi gösteriliyor ama değil.
İşçi sayısının fazla olması da AVM’leri seçmemizin sebeplerinden biriydi. Bir anda birçok kişinin sorununu dinleyip dertlerinin ortağı olmak ve çözüm arayışına girmek nihai amacımızdı.
Anket sonuçlarınız ana akım ve muhalif medyada oldukça fazla ilgi gördü. Sanki böyle bir şeye ihtiyaç varmış. Siz de böyle düşünüyor musunuz?
Evet, böyle bir ankete ihtiyaç vardı. Yeni anketimize de aynı şekilde ihtiyaç var. Her yıl genç nüfusun yükselmesi için hamleler yapılıyor, daha fazla ucuz iş gücü ve sömürü istiyorlar. Yeni iş alanları açıldığı söyleniyor, TÜİK’in açıklamalarında istihdamın %44 arttırıldığı açıklanıyor, ama genç nüfusta (15-24 yaş) işsizlik oranı %20’ye yükseliyor ve her geçen gün yükselmeye devam ediyor. istihdam, iş gücü, işsizlik gibi bilgilere ulaşabileceğimiz neredeyse tek adres TÜİK, medya da TÜİK’in bilgilerini kullanıyor. Neden TÜİK’in tutarsız bilgilerine mahkum kalalım, doğru bilgiye ulaşmayalım, bu bilgileri yaymalım ki? İşte böyle başladık anket çalışmalarına.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bütün arkadaşlarımızı adaletsizliklere karşı birlikte hareket etmeye çağırıyoruz. Hepimiz mobbinge, düşük ücrete, yoğun işe maruz bırakılıyoruz. Derdimiz ekmeğimizi kazanırken adaleti bir kenara koyanlara karşı adaleti savunmak, birlikte mücadele etmek ve yaşadığımız bütün sıkıntılarımıza birlikte çözümler yaratmak.
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post GİDER’den Öğrenci İşçi Anketi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: KOD-A İşçileri Direniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan: Direnişiniz nasıl başladı, süreci anlatabilir misin?
Nurten Varlık: Yaklaşık 3 senedir bu şirkette çalışıyorum. Zaten sürekli olarak işçilere uygulanan baskılar vardı. Bunlardan bazıları fazla çalışma saatleri, 10 dakikaya kadar düşürülen çok kısıtlı molalar. İşçilerin sendikalaşma süreci yaklaşık 3-4 aydır olsa da aslında süreç 2016’ya dayanıyor.
Güven Saltun: Sendikamız yeterlilik sayısına ulaştıktan sonra şirkete yazılı kağıt gönderdi. Daha sonra şirket yetkilileri sendikayla ilişkili olduğunu bildikleri çalışanları çeşitli işlerle yıldırmaya çalıştı. Önce 3 kişiyi sonra 9 kişiyi sürgün denilebilecek yerlere, Arnavutköy’de oturan arkadaşımızı Avcılar’a, Başakşehir’de oturan arkadaşımızı Üsküdar’a, diğer arkadaşları çeşitli yerlere sürdü ve işten çıkarmaya çalıştı.
Yusuf Saltan: Şirket şartları çok zordu. İşçilere o kadar kötü davranıyorlardı ki suyumuzu sebilden içerken bile durarak değil gidip gelme yolunda içmemiz gerektiğini söylüyorlardı. Verdikleri akbilde çok az para vardı, bizleri başka yerlere sürdüklerinde 107 Lira olan akbilimizin yetmediğini söylesek de “bize daha iyi önerilerle gelin” şeklinde dalga geçen kelimeler kullanıyorlardı.
Bizi sendikalı olduğumuz için işten çıkardıklarına dair bir kanıtımız yok. Çünkü akbil paramız ve yemek paramız yetmediği için bizleri sürgün ettikleri projelerde akbili ve yemeği kendi cebimizden harcamak zorunda kalıyorduk, biz de karar alıp projelere gitmedik. Onlar da bunu bahane göstererek verdiğimiz projeyi yapmadığınız için sizi işten çıkartıyoruz dediler. Tazminat davası açtık. İşe iade davası şu an 8 kişi için açıldı.
Direniş kararını ne zaman aldınız?
N.V: Şirketteki sorunları zaten biliyorduk. Bunların propagandasını defalarca yaptık. Sendikanın yazdığı kağıdı aldıktan sonra sendikalı olduklarını bildikleri işçilere daha fazla baskı uyguladılar, biz de bu durumda zaten bir direnişin olması gerektiği düşünüyorduk ve 3 Ekim’de şirketin önünde oturma eylemliklerimize başladık.
İçeride çalışan kaç sendikalı işçi var?
Y.S: Yüzde yetmişlik bir çoğunluğumuz içeride çalışıyor.
Sendikalı olmayan Kod-A işçileri direnişi nasıl karşılıyor?
G.S: Arkadaşlarımızın aktardığına göre yetkililer “onların yanına gitmeyeceksiniz, giderseniz size dava açarım, yaptıkları hukuksuz, iş verdim yapmadılar, onların yanına gidip onların sosyal medyadan paylaştığı herhangi bir şeyi beğenirseniz sizi işten çıkartırım” gibi tehditlerde bulunsalar da şirkete rağmen bize dayanışmaya gelen arkadaşlarımız var. Arkadaşlarımıza cesaret verdiğimizi düşünüyoruz her molada neredeyse 40-50 kişi geliyor.
İşçi direnişlerinde her zaman karşılaşırız polis taciziyle. Siz böyle bir durum yaşadınız mı?
G.S: Burada çok fazla karşılaşmadık İzmir’deki arkadaşlarımızın yaşadığını biliyoruz.
Şirket ile tekrardan bir görüşme sağlanacak mı?
N.V: Şimdilik mahkemeyi bekliyoruz, sendika yeterlilik sayısı kanıtlanınca sendikamızla şirket arasında bir görüşme sağlanacak.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Y.S: Direnişimiz sürecek, herkesten de dayanışma göstermesini istiyoruz.
Röportaj için teşekkür ediyoruz. Bu haklı mücadelenizde bizler de Meydan Gazetesi olarak yanınızdayız.
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 41. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: KOD-A İşçileri Direniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Olağanüstü Sömürü Olağanüstü Kar – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Kredi Derecelendirme Şirketleri Objektif Değil Bunlar Faiz Lobisi
15 Temmuz’da yaşanan darbe ve ardından 20 Temmuz’da ilan edilen OHAL sonrasında gelişen süreçte, TL’nin dolar karşısında sürekli değer kaybetmesi, “ekonomik kriz” söylemlerini de beraberinde getirdi.
Moody’s, Fitch, S&P gibi uluslararası kredi derecelendirme şirketleri, 2016 yılının son çeyreğinde TC’nin kredi notunu negatife çekti. Yatırım yapılabilir seviyesi negatife düşen TC’ye yabancı yatırım gerçekleşmemesi sonucu büyük oranda bir döviz çıkışı gerçekleşti. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere AKP iktidarı bu kredi derecelendirme şirketlerini objektif olmamakla suçladı, bu tutumun yükselen yeni Türkiye’nin önünü kesme çabaları olduğunu, bunların “faiz lobisinin” oyunu söyledi. Dolar karşısında TL’nin değer kaybının önüne geçebilmek için “Dolarınızı altına çevirin” çağrısı bile yaptı.
Ekonomik kriz söylemlerinin artmasının en büyük etkenlerinden biri FED (Amerikan Merkez Bankası)’in faiz artışı yapmasıydı. FED’in faiz artırımına karşılık TCMB faiz artırımı şart olmasına karşılık bu artışı yapmadı, böylelikle doların sürekli yükselişi biraz yavaşlamış oldu.
2008’den Sonra İlk Ekonomik Daralma
2016’nın üçüncü çeyreğinde açıklanan ekonomik büyüme verilerine göre, TC 2008’den beri ilk kez ekonomik daralma yaşadı. Devletin nihai tüketim harcamalarının %23.8 artmasına rağmen gerçekleşen %1.8’lik daralma, oldukça yüksek bir orandı. AKP iktidarında 2008’den beri ilk kez yaşanan bu ekonomik daralma, her ne kadar hissettirmemeye çalışsalar da motivasyon düşüklüğüne neden oldu. Bu motivasyon düşüklüğünü toparlamak uzun sürmedi, TÜİK hesaplamalarda değişiklik yaptı.
Motivasyon Düşüklüğünü Toparlama Çabası: TÜİK Revizyonu
2016 yılının ekonomik olarak en önemli gelişmelerinden biri de TÜİK’in yaptığı hesaplama değişikliği oldu. TÜİK hesaplama değişikliğinden sonra yaptığı açıklamada, milli gelirin şimdiye dek %20 eksik hesaplandığını iddia etti. Yeni hesaplamalara göre TC ekonomisi %5.3 büyüdü. Üstelik tasarruf milli gelire oranla %10 oranında artış gösterdi. Bu sonuçlar, TC’nin Avrupa devletleri kadar tasarruf ettiğini gösterir. Bireysel Emeklilik Sistemi (BES)’in zorunlu kılınması, tasarruf eksikliğinden kaynaklanıyordu. Bu kadar tasarruf edildiği hale BES zorunluluğunun olması hayli ironik. Yapılan bu hesaplama değişikliğiyle yaratılan “suni büyüme”nin amacı, kredi derecelendirme şirketlerinin TC lehine not artırımı yapmalarıydı, ancak bu sonuçsuz kaldı.
Referandumun Ardından: Siz Kredi Verin, Kefil Benim
16 Nisan’da yapılan referandumun ardından, 2016’nın son çeyreğinden itibaren ekonomide krize doğru uzanan gidişat, beklendiği üzere, durağan pozisyona geçti. Aslında, 6 aylık bir süre zarfında yaşanan kriz; devletin müdahaleleriyle ertelenmiş oldu. Ocak ayında doların TL karşılığındaki rekor değeri 3.94 iken, temmuz ayının ilk haftası itibariyle 3.50-3.60 arasında seyrediyor.
Son süreçte, ekonomik krize dair konuşmalar azalmış olsa da, TC ekonomisinin bir çıkmazda olduğu ortada. Özellikle referanduma hazırlık sürecinde hükümetin kendini teminat göstererek dağıttığı krediler, bankalarda telaş uyandırmakta. Bir oy stratejisi olarak başta devlet bankaları olmak üzere pek çok bankanın bol keseden dağıttığı krediler, şu an başlarına bela olmuş durumda.
Kredi Garanti Fonu: Devlet tarafından kurulan Kredi Garanti Fonu, krizden sıyrılmak için geliştirilen bir diğer model. Küçük ve orta ölçekli işletmelere kefalet sağlayarak banka kredisi kullanmalarını sağlamaktadır.
Küçük ve orta işletmeye verilen krediler bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından teminatlandırılmıştı ve bankalara “Verebildiğiniz kadar kredi verin, kefil benim.” çağrısı yapmıştı. Ancak 2017 yılının haziran ayında gelinen nokta faizin %15 civarında olması. Hükümet ve bankalar arasındaki gerginlik ise devam ediyor. Daha önce “Faiz indirimi yapın” çağrısı yapan Başbakan, geçtiğimiz günlerde ise “Tren kalkıyor. Hareketten önce son çağrıyı yapıyorum. Ya adam gibi bir faiz oranını benimsersiniz, ya da biz bunun da tedbirini alırız. Bunu bankacılarımız tehdit olarak algılamasın. Ellerinden paralarını alacak değiliz. Elimizde araçlarımız var. Nasıl ki tedbirlerimizle sanayicilerimizi rahatlattıysak, bankacılar için de gerekeni yaparız.” diyerek gözdağı vermekten de geri durmadı. Bankaların bu denli yüksek faiz oranları vermesinin nedeni, devlet hazinesinin iç ve dış borcunun çok fazla olması. Hazine piyasaya borçlanmış bir şekilde girince, banka faizleri de iyice arttı. Hükümet ve bankalar arasındaki bu gerginlik, bir süre daha devam edecek gibi görünüyor, ancak hükümet bir atak yapıp verdiği gözdağını hayata geçirebilir.
TÜİK’in Gayri Safi Milli Hasıla hesaplamalarında yaptığı değişiklikle, büyümede gösterilen TC ekonomisinin aslında ne durumda olduğu iktidarın bankalarla süren gerginliğinden belli. Hesaplama değişikliğiyle -ne kadar gerçek olduğu tartışılır olan- veriler manipüle edildi, suni bir ekonomik büyüme yaratıldı. Hiç istihdam artışı olmadan gerçekleşmiş olan bir büyümenin ne denli “gerçek” olduğu ortada. Varlık Fonu ve Kredi Garanti Fonu gibi devlet müdahaleleri, krizin istatistiksel olarak etkilerini azaltmış olsa da, gündelik yaşama yansımaları hala sürüyor.
Varlık Fonu: Başbakanlığa bağlı, ana faaliyet konusu fonların kurulması ve yönetimi olan, sermaye piyasalarında araç çeşitliliği ve derinliğine katkı sağlamak, yurt içinde kamuya ait varlıkları ekonomiye kazandırmak, dış kaynak temin etmek, stratejik, büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmek için kurulduğu söylenen Varlık Fonu, kriz çıkmazında olan TC’nin ilan ettiği büyük altyapı projelerine finansman sağlamak amacıyla kurulmuştur. Ziraat Bankası, PTT, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklıkları ve Türk Hava Yolları gibi kuruluşlar Varlık Fonu’na devredilmiş, böylelikle Kanal İstanbul, İstanbul’a 3. Havalimanı gibi projelere kaynak sağlanmış oldu. Son günlerde ise Varlık Fonu’na devredilen PTT’nin satılacağı konuşuluyor.
Patronlar Korunuyor, Halk Sömürülüyor
Yaşanan bir yıllık süreçte ekonomik kriz ister “teğet geçmiş” olsun, ister sürüyor olsun; krizin faturasının kimden çıktığı belli. Devlet Varlık Fonu ve Kredi Garanti Fonuyla sanayi, inşaat ve enerji sektörlerinde yaşadığı büyük kayıpları ve borçlanmaları aşmakla meşgul. Patronlara verdiği sözler nedeniyle de her tür yatırım maliyetini hazineden karşılıyor. Halktan alınan vergilerle, el konulan arazilerle hazineye “teminat” sağlayan Varlık Fonu, geleceğe teminat sağladığı yalanıyla işçilerin maaşından kesilen BES payıyla kazancına kazanç katıyor. Varlık Fonu’nu, BES’i yürürlüğe sokan KHK’lar patronları korumaya, halkı sömürmeye devam ediyor.
Geçirdiğimiz bir yıla göz gezdirecek olursak; yüksek enflasyon oranları en çok çarşı pazarı etkiledi. 2016’nın aralık ayında 1 adet yumurtanın fiyatı neredeyse 1 liraydı. Patlıcandan domatese, nohuttan pirince kadar pek çok gıda ürününde rekor zamlara ulaşıldı. 3 yıldan sonra benzin fiyatları ilk kez 5 tl’yi aştı.
BES (Bireysel Emeklilik Sistemi): 1 Ocak 2017’den itibaren zorunlu hale getirilen BES, aktif çalışanların, çalışma hayatları süresince kazançlarının bir kısmını biriktirerek emekli olmalarının ardından mevcut refah seviyesinin korunmasının amaçlandığı bir sistem olarak sunulmaktadır.
İşsizlik rekor seviyelere ulaştı. Resmi işsizlik oranı % 11.8 olarak açıklanırken, DİSK’in verdiği gerçek oran %18.9. İŞKUR’un önündeki kuyruklar her geçen gün büyüyor.
OHAL’de ekonominin gidişatı bu şekilde seyrediyor. Her geçen gün olabilecek yeni zamlar, yeni bir KHK ile kurulabilecek olan fonlar, satılabilecek şirketler, toplu işten çıkarılmalar, haftalık iznin kaldırılması… OHAL’de devletin ekonomik stratejisi hep bildiğimiz gibi: Patronları koruyacak yeni yöntemler geliştirmek, patronların kazancını da halktan çıkarmak!
Yüksek enflasyon oranları, ürünlere gelen zamlar, işsizlikte rekor oranlar, vergi indirimleri, devlet teminatlı krediler… OHAL ilan edildiğinden bugüne her alanda yaşanan “değişiklikler” ekonomiyi de kapsadı. OHAL’in birinci yılını doldurmak üzere olduğu şu günlerde, ekonominin de hali kriz oldu.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Olağanüstü Sömürü Olağanüstü Kar – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (26): Sermaye, Teknoloji ve Proletarya – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşist Ekonomi Tartışmaları başlıklı yazı dizimizin bu bölümünde, önceki sayıda ilk bölümünü yayımladığımız, anarşist militan, tarihçi ve teorisyen Miguel Amorós’un, kapitalizm-teknoloji-ilerleme ilişkisini incelediği konuşmasına devam ediyoruz. Amorós bu bölümde, geçen yüzyılda muhalif kesimler arasında yaygın olan işçici ideolojiyi eleştirirken, ilerleme karşıtı teorisinin perspektifinden özgürlük mücadelesini anlatıyor.
Altmış ve yetmişli yılların isyanları, eski işçi hareketinin kısıtlarına işaret ederek, devrimi, yaşamın bütünsel ve yıkıcı bir dönüşümü olarak tanımladı. Sitüasyonistlerin “Proleter, hayatı üzerinde hiçbir gücü olmayan ve bunu bilen kişidir” tanımı, sınıf mücadelesini günlük hayatın zeminine taşısa da, Amerikalı radikallerinin daha uyumlu olan mücadeleci toplumları ya da kardeşlikleri ile karşılaştırıldığında, Situasyonist Enternasyonal’in konseyci işçiciliği ile bir ölçüde çatışıyordu. Avrupa’da, endüstriyel proletarya hala üretimin merkezindeydi ve yeni sınıf bilinci eskisi ile anlaşmazlığa girdi. Genç radikaller, kendilerini sıklıkla fabrikalardaki eski militanlarla çatışma içinde buluyorlardı. İşçici ideal, her türlü özgürlüğü, deneyim serbestliğini ve tüm toplumsal ön yargı ve sözleşmelerin kaldırılmasını talep eden yaşam biçimlerinin yaygın şekilde ortaya çıkmasıyla tamamen geçersiz hale geldi. İşçi hareketinin son dalgaları, modernleşme sürecinin krizine tepki olarak, bir tür “işçi özerkliğinin” yenilenme ya da ikinci bir hareketlenme yanılsaması yaratabiliyordu. Ancak bunlar, bir bütün olarak çok daha ileri gitme potansiyeline sahip olan hareketin, en kati yenilgiye uğrayan kesimlerinden geliyordu. Fabrikalardaki isyan, gündelik hayatın isyanıyla el ele gittiği sürece, bir ölçüde yeniden keşif ve otonomi imkanı vardı, ama bu birliktelik kısa sürüyordu. Sonraki yıllarda, yenilginin acı tadı, önceki yılların gerçekçi olmayan iyimserliğini bastırdı. Kurumsallaşma, devlet yardımları ve seçim mekanizmaları ile birlikte işçi bürokrasi, radikal işçilerin giriştikleri küçük çaplı çatışmalarla önleyemeyen, son derece gerici bir unsura dönüştü. Nadir istisnalar dışında, bu hareket aynı arazide kaldı; ücretler, mesai saatleri ya da iş güvenliği konusundaki mücadeleler, ne kadar meşru ya da ne kadar şiddetli olursa olsunlar ve mücadelelerinden ne kadar çok sayıda meclis oluşursa oluşsun; sermayenin sınırlarını aşmadılar ve bu nedenle, ne siyasal-sendikal kayırmacılığı yıkabildiler, ne de günlük yaşamın sömürgelikten kurtulmasına katkıda bulundular. Kapitalizme karşı değil, kapitalizmin kendi kendini tasfiye sürecine giren belirli bir biçimine karşı savaştılar. Dahası, sermayenin seksenlerdeki saldırısı, gümrükleri açtı, tüketimini genelleştirdi ve fabrikalardaki radikal isyanlara son verdi. Otomasyon, ücretli emekçi kitlelerini inşaat, dağıtım ve turizme yöneltti. Sendika sözleşmeleri ise, eski, dikey müzakere modelini geri getirdi ve isyanlarda sınıf bilincinin üzerini örttü. Geri kalanı da baskı halletti. İş yerindeki mücadele, kapitalist felaketlerin olmadığı, kısıtlanmayan bir yaşam için olan mücadeleden kesin olarak ayrıldı. Devrim fikri tümüyle itibarsızlaştırıldı ve ütopyalar müzesine gönderildi. İşçiciliği savunanlardan arta kalanlar, tüketici, uysal ve yönlendirilebilen bir ücretli emekçi kitlesinin gözetimi ve evrensel kurtuluş ideallerinin taşıyıcısı olan soyut bir işçi sınıfının hayali arasında gittikçe daha fazla sıkıştı. Bu kesim, bu noktadan sonra kendini gettosuna kapattı; dogmaları, simgeleri ve ritüelleri ile birlikte fraksiyonlar biçiminde hayatta kaldı; yetersiz bir toplumsal analiz ve pratikten doğan basit bir ideoloji olmaktan vazgeçti ve teknolojik çağda ona ayrılan yere yerleşti.
İşçicilik (Uvriyerizm):
Ücretli emeği ve onun yol açtığı sömürü ve yabancılaşmayı fark etmiş olan bireylere propagandasını yapmayı savunan ideoloji. Stalinizm ve Nazizm gibi birçok devlet ideolojisinde bu tür bir işçi hayranlığı vardır. İşçiler, ulusun, ekonominin ve kapitalin inşasındaki rolleri nedeniyle onurlandırılırlar. İşçicilik sadece “üretken” emeği destekler.
Proletarya devrimini savunanlar gibi, emeği, toplumun tamamının ortak, örgütleyici ilkesi olarak düşünenler, sosyalizmi, sermayeden kurtarılmış evrimsel süreçler yoluyla toplumsal reform arayışında olan bir işçi rejimi olarak sunarlar. Bu perspektifle bakıldığında -ilerlemenin ya da burjuvazinin perspektifiyle- sosyalizm, kapitalizmin düzeltilmiş bir halinden başka bir şey değildir ve işçi hareketi modernleşmenin bir aracıdır. Bu yolculuk çok fazla toparlanma gerektirmiyordu ve işçici bürokratlar tüm sonuçlarını bilerek bunu seçtiler: adına ister “refah devleti” densin, ister “üst düzeyde gelişmiş toplum”, gerçek kapitalizm gerçekte mümkün olan tek sosyalizmdi. Bu görüşe göre, asıl tehlike, entegrasyon değil, dışlanmadır; yani çok fazla kapitalizm değil, çok az kapitalizmdir. Geçmişte, sosyalizm sıklıkla, kapitalizmin tutarlı biçimi olarak ortaya atılıyordu; artık daha “insan” (ve daha Keynesçi) uyarlamasının mümkün olduğu düşünüldüğüne göre, kapitalizm, sosyalizmin tutarlı biçimi olduğunu kanıtladı. Anti-kapitalizm, eğer bir çelişkide sıkışıp kalmak istemiyorsa, üretim güçlerine ve piyasanın yasalarına temelden bir tepki vermelidir. Malların üretimi ve dağıtımı, sırf üretim ve dağıtım işçilerin eline geçti diye, malların üretimi ve dağıtımı olmaktan çıkmayacaktır; ve eğer bu gerçekleşirse, tam olarak yok etmek istediği şeyleri, şu ya da bu biçimde yeniden üretecektir: patronlar, özel mülkiyet, sanayi, pazar ve devlet. Emek, tamamen gelişmiş bir tüketim toplumunun içine yerleştirildiğinde, artık özgür toplumun temellerini oluşturmak bir yana, bir ezilenler toplumu bile oluşturamaz. Özgür toplumun temeli, ancak yaşam olabilir.
Proletaryayı kaldırmadan kapitalizmi ortadan kaldırmak, kapitalizmin başka bir biçimini ve sonuç olarak başka bir egemen sınıfı ve bir başka devleti yeniden üretmeye eş değer olurdu. İlerleme ideolojisini reddetmeden proletaryayı ortadan kaldırmak da aynı sonuçlara götürür. Emtianın saltanatını sona erdirmek istiyorsan, emeği de, onun varlığını sağlayan teknolojiyi de ortadan kaldırmalısın; kısacası, bireyleri işçi olma durumundan özgürleştirmelisin, onları ücretli emekçilere, makinenin aksesuarlarına ve tüketimin kölelerine dönüştüren nesnelleştirilmiş toplumsal ilişkilerden özgürleştirmelisin. Emeğin nesnelleştirilmesi öncelikle üretim araçlarında engellenmelidir, ama bu, üretim araçlarının kolektif olarak ele geçirilmesi ya da otomasyon yoluyla değil, kent-fabrika sisteminin sökülmesi ve merkezileştiren makinelerinin terk edilmesiyle gerçekleştirilmelidir. Bu süreç aynı zamanda dolaşımda da gerçekleştirilmelidir, ama sadece paranın ve pazarın değil, yeni emek biçimi olan teknolojik boş zaman eğlencelerinin de kaldırılmasıyla. Emekten kurtarılan bir yaşam, boş zaman değildir; diğer şeylerin yanında, üretken faaliyetlerin, “doğayla metabolizmanın”, ihtiyaçları karşıladığı ama sosyal işlevselliği belirlemediği, “evrensel kardeşliği” hiçbir şekilde değiştirmediği (diğer bir deyişle, özgür toplumsal ilişkilerin yeniden üretilmesini engellemediği) bir yaşamdır. Devrimin peşinde olduğu şey, bireylerin yaşamı geri almak için, yaşamın bütün anlarını özgürce inşa ederek, emek zincirlerini —özellikle de teknolojik olanları— kırmasıdır. Yapaylaştırmaya son verdiğinde, ihtiyaçların, erotizmin, arzuların ve hayallerin manipülasyonuna son verdiğinde, gücün ve teknolojinin özerkliğinin getirdiği kısıtlamalarına son verdiğinde, yaşam engellerden ve dayatmalardan kurtulacak ve kendi hizmetinde olacaktır: emek ve tüketim alanından, yani zararlı olgulardan ve teslimiyetten kaçacaktır. İnsan ile makine arasındaki, insanlık ile doğa arasındaki veya daha doğrusu bireyler ve şeyler arasındaki ilişkilerin yeniden keşfedilmesi gerekecek ve toplumun ahlaki olarak ve hiyerarşiler olmaksızın, tarımı, sanatı ve gerçek ihtiyaçların ve arzuların karşılanmasını esas alan çok yönlü bir teknolojinin yardımıyla, karşılıklı birlikte yaşamanın gereklerine göre yeniden yapılanması gerekecek. Toprağın dengesini geri getirmek, şehirlerin büyüklüğünü azaltmak ve çevreyle, tahakküme dayalı olmayan, yeni ilişkiler kurmak. Özgür toplumlar oluşturmak. Geçmişte ve bugün toplumsal gelenekler, sosyal yaşamın ritmini düzenlese de; bu paradoksal olarak, geçmişin o ya da bu anına geri dönüleceği anlamına gelmez. Bilakis, bugün temiz bir sayfa açmak gerekir.
Çeviri: Özgür Oktay
Miguel Amorós
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (26): Sermaye, Teknoloji ve Proletarya – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: “Tehlikeli” İşçiyi İşten Attılar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi: Merhaba. Petkim’de işten çıkarıldınız. Bize çalışma koşullarından ve süreçten bahseder misiniz?
Onur Ulu: Petkim 2008’de özelleştirildi. Bu özelleşmenin ardından kadrolu çalışan sayısı azaldı, taşeron sayısı arttı. Böyle olunca çalışma koşulları ve iş yükü de ağırlaştı.
Benim işten çıkarılmam ise valilikten gelen bir yazıyla gerçekleşti. İzmir Valiliği 24 kişiden oluşan bir liste gönderdi “Listede yer alan isimlerin bu iş yerinde çalışması tehlikelidir.” denildi. Valilik, bizim örgütlü olduğumuz Petrol-İş Sendikası’na da haber verdi. Sendika işten çıkarılma nedenimizi öğrenmek istedi. Neden olarak çeşitli örgütlerle ilişkili olduğumuzu söylemişler. Ancak bu duruma dair herhangi bir belgeleme yok, sadece söylemde kalan bir şey. Sonuç olarak işveren bizim çıkışımızı verdi. Bu hukuksuz işten çıkarılmanın ardından ben de direniş başlattım. Sendikamız bir basın açıklaması gerçekleştirdi, basın açıklamasına pek çok sendika ve örgüt dayanışma gösterdi.
Valilikten böyle bir yazı geldiğini işveren mi söyledi?
Evet. İşveren söyledikten sonra sendika teyit etmek için önce valilikle, ardından Emniyet Müdürlüğü’yle görüştü. Onlar da onayladı. İşten çıkarılan 24 işçiden 22’si sendikalı. Çeşitli örgütlerle ilişkili olduğumuzu söylüyorlar. Ancak listede geçen isimlere yönelik herhangi bir operasyon, gözaltı, tutuklama yok.
Daha önce de 80 işçi çıkarılmış.
Evet, OHAL ilan edildiğinde onlar da tamamen hukuksuz bir biçimde işten çıkarıldılar. Sendika bir şey yapmayınca, sendikada aktif olan işçileri işten çıkardılar. Şu an fabrikada büyük bir güvensizlik ortamı var.
Aynı iş yerinde çalışmaya devam eden arkadaşlarınız var mı? İşçiler direnişinizi nasıl değerlendiriyor?
İşçilerin büyük bir kısmı bu haksız işten çıkarılmanın farkında. Ancak onlar da “İşimden olurum” korkusuyla biraz geride duruyorlar. Sendika basın açıklamasından öte bir şey yapamadı. Daha önce, toplu sözleşmeye giderken işten çıkarılmalarla ilgili bir şey görüşmedik. Sadece ücret zammı ve iyileştirmelerle ilgili konuştuk. Sözleşme dönemi çok sert geçti, eylemler yaptık. Eylemler 3-4 gün sürdü. Sonrasında eylemlere polis saldırısı oldu; sendika temsilcisi, sendika yöneticisi ve başkanı dahi gözaltına alındı. Diğer sendikalardan ve örgütlerden büyük bir dayanışma oldu, o akşam serbest bırakıldılar. İşveren Yüksek Hakem Kurulu’na gitti. Yüksek Hakem Kurulu işverenle sendika arasında arabuluculuk yaptı. Sendika da bu dayatmaya karşılık sözleşmeyi imzalamak zorunda kaldı. Biz eyleme devam ederken sendikanın sözleşme imzalamasını onaylamadık. Ve imzalanan sözleşme 3 yıllık. Maalesef 3 yıl boyunca işten çıkarılanlarla ilgili mücadele zemini ortadan kalkmış oldu.
İşten çıkarılan 24 işçi vardı. Onlarla iletişiminiz var mı?
Biz valilik isteğiyle işten çıkarıldığımız için işsizlik maaşı bile alamıyoruz. O yüzden durumları biraz kötü. Kendi imkanlarıyla geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar. Diğer işçilerle iletişim kurdum, onlara da direnmeleri için çağrıda bulundum. Ama başka öncelikleri olduğundan katılamayacaklarını söylediler.
35 gündür eylemdesin. Ne yapmayı düşünüyorsun?
Kamuoyu yaratmaya, işçilere ulaşmaya çalışıyorum. İşten çıkarmalara sessiz kalmayalım, başka işçiler de aynı sıkıntıları yaşamasın diye direniyorum. Aliağa’daki tüm işçilerin eylemi sahiplenmesini bekliyorum. Daha fazla işçiye ulaşabilmek için mücadelem sürecek. Bu şekilde geri adım attıracağımı düşünüyorum.
Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?
İşçi sınıfına yönelik çok büyük saldırılar söz konusu. Grev yasakları, toplu sözleşmelere müdahale, işten atılmalar, takvim değiştirmeler… Kıdem tazminatı hala gündemde. Hükümet hep patronun yanında. Her gün 5 işçinin öldüğü bir ülkede yaşıyoruz. İşçilerin çok fazla sıkıntısı var. Bu yüzden işçilerin bir araya gelmesi gerekiyor. İşçiler birlik olursa tüm sıkıntıların üstesinden gelebilir. İşçilerin yanında olduğunuz için, direnişimi duyurmaya destek olduğunuz için size de çok teşekkür ediyorum.
Bizler de Meydan Gazetesi olarak röportaj için teşekkür ediyor ve işçi sömürüsüne, kıyımına, katliamına karşı direnişini selamlıyoruz.
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: “Tehlikeli” İşçiyi İşten Attılar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Müjde Kimin İçin? – Rifat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin ezilenlere yeni bir ‘müjde’si var: Arabuluculuk.
Hükümet referandum sonrasına yeni bir yasa tasarısı sunmaya hazırlanıyor. 2014 yılından beri yürürlükte olan, fakat zorunlu olmayan arabuluculuğa başvurma şartı, artık zorunlu hale getiriliyor. Yani daha önce işçi-patron davalarında, sömürülen işçiler doğrudan iş mahkemelerine dava açabiliyorken artık öncelikle arabulucuya başvurmaları gerekiyor. Arabulucuya gidilmeden başvurulan iş mahkemeleri davaları usulen doğrudan reddediliyor.
Peki nedir bu arabuluculuk? Devletin kendi sitesinde, yani Adalet Bakanlığı’na bağlı Arabuluculuk Daire Başkanlığı’nın sitesinde tanımı şöyle yapılıyor; “Arabuluculuk, günümüzde dostane yollarla uyuşmazlık çözüm yöntemleri içinde en yaygın olarak bilinen ve uygulanan uyuşmazlık çözüm yöntemidir.”
Adı üstünde, arabuluculuk. Ama kimlerin arasını nasıl bulacak, adaleti nereden koyacak? Bunlar muğlak!
Aslında pek muğlak da sayılmaz. Zaten fabrikalarda, şantiyelerde, mağazalarda, yıllardır köle gibi çalıştırılan, iş alanlarında sakat bırakılan, iş cinayetlerinde katledilen işçiler; haklarını, onlara dayatılan tek alan olan mahkemelerde aramaya çalışırken bir de şimdi bu çıktı başlarına. Dava dosyaları yıllarca bekletilen, tazminatları yıllarca devlet ve patronlar tarafından gasp edilen işçiler, bu sefer de arabulucu denen komisyoncular tarafından sömürülecek. Komisyoncular, hani bir şey alıp satarken arabuluculuk sıfatı ile para kazananlar. Tabi ki devletin arabulucusu ticaretteki komisyoncu ile tamamen aynı değil. Arabulucu ezilenle ezeni aynı pozisyonda değerlendirmekle kalmayacak, ayrıca adaletini güçlü olandan yana kullanabilecek. Neden mi?
Mahkemeye başvurulmadan önce gidilen arabulucunun masraflarını iki taraf eşit şekilde ödeyecek, asla eşit olamayan iki taraf. Cebinde minibüs parası bile olmayan tarafla, minibüsü satın alacak kadar parası olan taraf eşit şekilde ödeyecek! Yalnızca bununla sınırlı da değil, bir de işin rant ve rüşvet kısımları var. Bu anlaşmazlıklarda taraflardan ekonomik olarak güçsüz olanın yani işçinin rüşvet gibi bir yöntemle kararı etkilemesi zor görünürken patronların bu yöntemden yararlanma ihtimalleri çok yüksek. Ayrıca bu uygulamadan ekonomik bir fayda sağlayan arabuluculuğun kendisinin bir rant ve sektör kapısı olması ayrıntılarına girmiyorum bile.
Adaleti baştan sakat olan bu anlayış, ezilenlere bu uygulamayı işleri hızlandıracağı, anlaşmazlıkları mahkemeye gitmeden çözebileceği iddiasıyla bir müjde olarak sunuyor.
Hız kimin için avantajlı peki? Yıllarca iliklerine kadar sömürülen, aşağılanan, hakları yok sayılan işçiler için mi; yoksa acımasız bir rekabet peşinde koşan patronlar için mi?
Arabuluculuk kimin için müjde peki? İş mahkemelerinde adalet adına süründürülen, bir de bu uygulamayla daha da fazla ekonomik ve sosyal hak kaybına uğrayacak olan işçiler için mi, yoksa bu uygulamayla adaleti bir kez daha ekonomik ve sınıfsal gücüyle kazanacak olan patronlar için mi?
Müjde kimin için?
The post Müjde Kimin İçin? – Rifat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Trump Hakkında Ne Yapmalı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kim kazanırsa kazansın, biz ABD işçi sınıfı, her iki adayın temsil ettiği neoliberalizm, emperyalizm ve beyaz üstünlüğünün günlük zorluklarıyla uğraşmak zorundayız. Buna karşı koymak için, falanca adaya karşı çıkmanın ya da filanca adayı desteklemenin ötesine geçmeliyiz ve öncelikle bu adayları yaratan ve şimdi bir şey yapmazsak gelecekte daha birçok Trumplar ve Clintonlar üretecek olan toplumsal düzene karşı koymak ve onun temellerini sarsabilecek, ırkçılık karşıtı, militan toplumsal hareketleri geliştirmeliyiz.
Clinton’un siyasi sicili, Bill Clinton’la birlikte Arkansas Vali Konağı ve Beyaz Saray’daki zamanlarından New York Senatörlüğü ve sonrasında Obama’nın Dışişleri Bakanlığı’ndaki kariyerine kadar, “neoliberal aday özgeçmiş örneği” olarak ders kitaplarına alınacak
derecede dolu. 80’lerde tutsak siyahları Arkansas Vali Konağı’nda köle iş gücü olarak kullanması; 90’larda sosyal yardımları kaldırması; 2000’lerde Wall Street bankalarından milyonlarca doları alıp, Haiti’de asgari ücretin saatte 24 sentten 61’e yükseltilmesini engellemesi; 2010’larda Libya ve diğer yerlerde emperyalist askeri müdahaleleri yönetmesi…
Bunlar, Clinton’un sınıfımızın zararına, pazarın çıkarına hizmet eden bir kariyeri nasıl yaptığının sadece birkaç örneği. Donald Trump, pazara hizmet eden aynı temel politikalar üzerine farklı bir perspektifi temsil ediyor. Zenginlere uygulanan vergileri azaltmak; ticaret anlaşmalarında tekrar pazarlık yaparak ABD şirketlerinin lehine koşullar elde etmek; göçmen işçileri – özellikle Müslüman ve Meksikalı olanları – ABD’den uzak tutmak; sosyal yardımları, eğer geriye kalan olduysa,kesmek ve ABD’nin emirlerine uymayan yabancı ülkeleri bombalamak istiyor. Trump’ı destekleyen ve giderek büyüyen bir hareketinse, ırkçı şiddetin patlamasına yol açma tehlikesi var.
Trump kampanyası, beyaz kimliği ile ilgili. Bu, ABD siyaseti için olağan dışı değil. Bill Clinton’ın başkanlık kampanyaları, beyazların tarafında olduğunu göstermek için, siyahkarşıtı sosyal yardım reformları ve “suça müsamaha göstermeyen” politikalar üzerinde kuruluydu. Ancak Trump, beyazlık söylemini, George Wallace ve Pat Buchanan kampanyalarından beri görülmemiş düzeyde açıkça ve küstahça dillendiriyor. Bu yüzden Trump destekçilerinin %90’ı beyaz. Trump’ın beyaz gücünü geri getirme vaatleri, bütün sorunlar için yoksulları ve azınlıkları suçlaması ve bunları açıkça yapması, şimdi “Alternatif-Sağ” ya da “Alt-Sağ” olarak imaj değiştiren neo-faşist hareketin büyümesine yolaçtı. Alt-Sağ ideolojik kökenini, Avrupa Yeni Sağı, ilkel muhafazakarlık ve “bilimsel” ırkçılığın ve antisemitik komplo teorilerinin değişik biçimlerinden alıyor. Trump kampanyası, o olmasainternetin uzak köşelerinde sürgün olacak bu hareketlerin birleşme noktası oldu. BeyazAmerika’nın yüzeyinin hemen altındaki ırkçı ve heteroseksist nefreti açıkça dillendiren Trump, Alt-Sağ’ın ana siyasi ve toplumsal görüşlerini ana akıma taşınmasını temsil ediyor.
Trump ve Alt-Sağ programının başarısı, onlarca yıldır süren iş güvencesizliği, sendikal gücün yokluğu, serbest ticaret nedeniyle işini kaybetmeler, sosyal yardımların erimesi, artan ekonomik eşitsizlik ve genel güçsüzlüğün ardından beyaz işçi sınıfı tarafından hissedilen öfkeyi teşhis etmesinden geliyor. Onlarca yıl neo-liberalizmden sonra ümitsizliğe kapılan ortayaşlı-beyaz işçi sınıfı erkekleri, uyuşturucuya, alkole ve intihara yöneldikçe ortalama yaşam süreleri düştü. Trump’ın buna gerçek bir çözümü yok, çünkü zaten bu sorunların gerçek nedeni, benimsediği kapitalist politikalar. Ama beyazlık söylemi öfkeli beyaz işçi sınıfına kolay bir cevap sunuyor:”Sorunlarınızın nedeni siyahlar ve esmer göçerler; onlara karşı benim gibi zengin beyazlarla birleşirseniz, doğal olarak bütün beyazlara ait olan yüceliği gerialabilirsiniz.” Beyazlık, Trump gibi zenginlerin, işçi sınıfının bir kesiminin desteğini satın alarak onları daha fazla ezilen işçi sınıfı kesimlerine karşı yöneltmesine yarayan, sınıflar arası birlik görevi gören tarihi bir keşiftir. Bu ümitsizlik çağında, beyazlıkla gelen ayrıcalık ve üstünlük algısı, bir çoğuna çekici bir alternatif gibi görünür. Trump’a karşı koymak için, kampanyasının dayandığı beyazlık temelini sarsmak gerekir. Yıkıcı beyaz kimliğine yapabileceğimiz en büyük karşı koyuş, ırklar arası, cinsler arası, cinsiyetler arası sınıf farkındalığıdır.
Bu, beyaz işçileri, başkalarını ezenlere katılarak ayrıcalık kırıntısı elde etmeye çalışmaktansa; siyahların ve diğer ezilenlerin mücadelelerini destekleyip, kapitalizmi ve devleti yıkmanın kendi çıkarlarına olduğuna ikna etmek demektir. Beyazlık yalanının kendisini tersine çevirmektir. Beyaz komşularımıza ve beyaz iş arkadaşlarımıza, ezilen halklarla birlikte katılacakları özgürlük mücadelelerinde kazanacaklarının, beyazlığa tutunarak kazanacaklarından daha fazla olduğunu göstermek için, daha güçlü toplumsal hareketlere ve militan demokratik sendikalara, çeşitliği fazla ve bağları güçlü toplumlara, akıl dışı nefret ve milliyetçilik yerine toplumsal bağlarla dolu yaşamlara ihtiyacımız var.Trump’a ve onu yaratan koşullara karşı uzun vadeli bir strateji olarak ihtiyacımız olan budur.
Ama daha acil olarak, Trump kampanyasının etkisiyle sokağa inmekte olan Alt-Sağ beyaz milliyetçi mobilizasyonu durdurabilecek bir militan faşizm karşıtlığına ihtiyacımız var.
Bunun anlamı, onlarca yıl kaldırımın üstünde savaşılan faşizmle doğrudan mücadelenin genişletilmesi ve ABD şehirlerinde bir hareket haline gelen ırkçılık karşıtlığının güzelim ateşiyle entegre olmasıdır. Black Lives Matter (Siyahların Yaşamları Değerlidir), polisin
varlığının özünde olan beyaz üstünlüğüne karşı koymak için patladı ve bu ırkçılık karşıtı hareketle birlikte, sayıca ve arkasındaki seslerin çeşitliliğiyle güçlü bir faşizm karşıtı hareket yaratabiliriz. Bunun anlamı, bütün ırkçılık olaylarına karşı mücadeleye devam etmek ve faşistler Trump kampanyasından destek ve görünürlük elde etmeye çalışırken, beyaz milliyetçiliğe militan bir cephe yaratmak demektir. Tüm alanlarda faşist örgütlenmeleri engellemeli, aynı zamanda devrimci bir alternatif vizyonu sunmalı ve hareketimizin özgürlükçü bir geleceğe doğru kazandıklarını göstermeliyiz.
Trump’ı ve onun temsil ettiklerini yenilgiye uğratmanın en somut yolu, birden çok cephesi olan, devrimci, ırkçılık karşıtı bir toplumsal hareketi geliştirmektir. Black Rose’daki yoldaşların, Black Lives Matter eylemcilerinin ve diğer birçoklarının, bu yıl Chicago’da
engelledikleri Trump mitingleri gibi, Alt-Sağın her tür örgütlenme çabasını engellemeliyiz. Irkçı polis şiddetine karşı öfkeyle sokaklarda sel olmalıyız ve hareketi, sistemin ırkçılığına karşı inşa etmeliyiz. Trump’ın işçi sınıfından destekçilerine alternatif sunan ve onlara işçi
sınıfının renkli insanlarının verdiği mücadeleleri desteklemek için bir sebep veren hareketler örgütlemeliyiz. Bu da, yüreklerde ve sokaklarda olacak bir mücadele, sandıkta değil.
Black Rose Anarşist Federasyonu Üyeleri
The post “Trump Hakkında Ne Yapmalı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Korkun Patronlar Genç İşçiler Örgütleniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hizmet Sektörü Nedir?
Işıl ışıl aydınlatması, ihtişamlı görüntüsü ve yüksek tavanlarıyla müşterisini kendine çeken AVM’ler. Onların içerisinde farklı tasarımlarda, farklı müşteri potansiyeline uygun kafeler, restoranlar, mağazalar… Sadece AVM’lerde değil; bazen büyük bir cadde üstünde, bazense tenha bir sokaktadır alışveriş yapılacak, oturup sohbet edilecek dükkanlar. Dükkanların içerisinde de oradan oraya koşturan işçiler.
Fabrikada, atölyede, toprakta çalışan üretim sektörü işçisine karşılık; hizmet sektöründe elle tutulur bir üretim yapmaksızın, başka bir bireye hizmet verilir. Bu hizmeti veren işçinin pozisyonu; servis elemanı, kurye, tezgahtar, temizlikçi hatta anketör olarak değişse bile, aslında hepsi hizmet sektörü işçileridir.
Hizmet Sektöründe Kimler Çalışıyor?
“Genç, dinamik, prezantable ekip arkadaşları arıyoruz.” Bu cümleyi duymayanımız ya da çeşitli eleman sayfalarındaki “vasıfsız eleman” köşelerinde görmeyenimiz yoktur. Çünkü genç, dinamik ve prezantable olmak için tahsil görmüş ve bir işte uzmanlaşmış olmaya gerek yoktur. Müşteriye daha iyi hizmet verebilmek için tercih edilen genç işçiler ise en kolay girebilecekleri sektör olduğundan, hizmet sektöründe çalışırlar.
Çoğunluğu genç olduğundan, işçi sirkülasyonu oldukça fazladır. Bunun nedeni, hizmet sektörü işçisi gençlerin, genellikle yaz tatillerini değerlendirmek ya da okul ile birlikte yarı zamanlı çalışıp harçlıklarını çıkartmak için çalışmasıdır. Böylelikle çalışmakta olan genç işçi -sınav döneminin yaklaşması gibi- kendisiyle ilgili bir durumda ya da işyerinde yaşadığı herhangi bir sıkıntı karşısında kolayca işten çıkabilir ve kısa süre sonra başka bir işe girebilir. Bu durum da hizmet sektörünü “geçici” bir sektör olarak tanımlar.
Sömürü Düzeni
Geçici olarak görülen bir sektör, yani işçilerinin sürekli değiştiği bir sektör de tabi ki patron tarafından olumsuz olarak görülmüyor. İşçilerin sürekli değişmesi demek; kıdemsizlik demek, sendikasızlık demek, hatta işçi tarafından işyerindeki sorunların önemsenmemesi demektir.
Sektör geçici olsa da, sömürü kalıcı olmaya devam etmektedir. AVM’ler gibi sömürünün kalıcı olarak var olduğu alanlar ise dışardan bakıldığında “kusursuz” düzenlenmiştir. Her şey rahatça alışveriş yapabilmek için tasarlanmıştır; bu tasarım, hızlı ve sorunsuz bir şekilde işlemektedir. Oysa ışıltılı bir AVM, orada çalışan bir hizmet sektörü işçisi için bir çirkinlik abidesidir, çünkü o ihtişamlı görüntü bir AVM’nin bacasız bir fabrika olduğu gerçeğini asla örtemez. Bir fabrika işçisi kadar sömürülen hizmet sektörü işçileri, esnek çalışma saatleri ile yoğun bir tempoda çalıştırılır. Ekipler halinde çalışılan bu sektörde, taciz ve mobbing kimi zaman hat safhaya ulaşır ve işçilerin çalışma şartları zorlaşır. Maaşların geç ödenmesi, mesai ücretlerinin yatırılmaması gibi problemler olağanlaşmış, sektörün olmazsa olmaz sıkıntısı haline gelmiştir.
GİDER’de Örgütlen!
Biz genç işçiler, her gün bu sıkıntılara maruz kalıyoruz ve bu sıkıntıları kendi aramızda kulaktan kulağa konuşarak sineye çekiyoruz. Artık vakit, yaşadığımız bu adaletsizlikleri kulaktan kulağa değil; öfkeyle haykırmanın vaktidir. Tıpkı bundan birkaç yıl önce Kafe Kafka İşçileri’nin esnek çalışma saatlerine ve kötü çalıştırılma koşullarına karşı verdiği mücadelede olduğu gibi. O gün, Kafe Kafka işçilerinin, genç işçiler olarak verdiği örgütlü mücadele nasıl ki patronlara geri adım attırdıysa, bugün de her genç işçi örgütlenerek duracak adaletsizliklerin karşısında. Patronlar, müdürler, şefler ya da bir statü üstte olan herkes korksun artık genç işçilerden. Çünkü artık genç işçiler tek başlarına değiller. Genç İşçiler Derneklerini Kuruyor, Genç İşçi Derneği (GİDER) Örgütlenmeye Çağırıyor!
– Genç İşçi Derneği –
Bu yaz Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.
The post Korkun Patronlar Genç İşçiler Örgütleniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>