Söyleşi – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sat, 04 Jan 2020 12:31:57 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Anarşist Bir Demiryolcunun Hikayesi : BİZİM ALİ https://meydan1.org/2019/11/12/anarsist-bir-demiryolcunun-hikayesi-bizim-ali/ https://meydan1.org/2019/11/12/anarsist-bir-demiryolcunun-hikayesi-bizim-ali/#respond Tue, 12 Nov 2019 06:52:31 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/12/anarsist-bir-demiryolcunun-hikayesi-bizim-ali/ 10 Ekim Ankara Katliamı’nda yaşamını yitiren yoldaşlarımızın, dostlarımızın anısını yaşatmak ve mücadelelerini anlatmak için verilen çabalardan biri olarak, katliamın 4. yıl dönümünde Bizim Ali kitabı yayınlandı. Ali Kitapçı’nın yaşamını ve mücadelesini anlatan Bizim Ali kitabının yazarı Cem Gök’le Meydan Gazetesi olarak anarşist bir sendikacının hikayesini, 10 Ekim’i ve sonrasını konuştuk. Önce kitabın oluşum sürecinden başlayalım […]

The post Anarşist Bir Demiryolcunun Hikayesi : BİZİM ALİ appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

10 Ekim Ankara Katliamı’nda yaşamını yitiren yoldaşlarımızın, dostlarımızın anısını yaşatmak ve mücadelelerini anlatmak için verilen çabalardan biri olarak, katliamın 4. yıl dönümünde Bizim Ali kitabı yayınlandı. Ali Kitapçı’nın yaşamını ve mücadelesini anlatan Bizim Ali kitabının yazarı Cem Gök’le Meydan Gazetesi olarak anarşist bir sendikacının hikayesini, 10 Ekim’i ve sonrasını konuştuk.

Önce kitabın oluşum sürecinden başlayalım istersen. Yazmaya nasıl karar verdin, nasıl bir süreç sonunda oluştu bu kitap? Ali’yle nasıl bir ilişkin vardı, bu ilişki kitaba nasıl yansıdı?

Ben İstanbul’daydım Ali Ankara’daydı, Ali ile farklı dönemlerde anarşizmle tanışmış insanlarız. Ali 80’lerin sonunda İngiltere’de anarşizmle tanışırken ben 2000’lerin başında üniversite ile birlikte anarşizmle tanıştım. Bir noktadan sonra benim politik düşüncelerimi şekillendiren şey sınıf mücadeleci anarşizm ve onun daha önemli olduğu vurgusuydu. İstanbul’da yaşayan bir arkadaş çevresi olarak “işçi sınıfı içerisinde nasıl mücadele ederiz, onlarla birlikte nasıl hareket edebiliriz’’in derdine düşmüştük. Biz üniversitede öğrenciyken Ankara’da Ali Kitapçı diye bir kişiyi duyuyorduk, gidip geldikçe onunla görüşmeye başladık. Çok sık olmasa da onunla sohbet ediyorduk. Anarko-sendikalist bir bakış açısıyla kendi sendikasında, kendi iş yerinde mücadele etmeye çalışan bir kişiydi. 90’lardan başlayarak katledildiği 2015 yılına kadar aynı çizgide kendi mücadelesini koruyan bir kişiydi. Katledilmesi benim ve birçok arkadaşımız için çok yıkıcı oldu. Ne yapılabilir Ali’nin anısı için diye düşündük. Çünkü Ali’nin anısı sadece bireysel bir anı değil, bir mücadele hattının simgesiydi. O mücadele hattının simgesini öne çıkarmak ve onun mücadelesini anlatmak ve yaşatmak için ne yapabiliriz diye bir süre düşündük. Bir dönem bir kütüphane kurulabilir mi diye bir fikir vardı fakat şekillenemedi. Sonrasında kitap fikri ortaya çıktı. Daha sonra bunu Ankara’daki arkadaşlara aktardım. Ankara’daki arkadaşlar da olumlu bakınca kitap çalışması başladı. Fikrin ortaya çıkışı ve şekillenişi böyleydi aslında.

Kitabın içeriğinden biraz bahseder misin? Ali’nin yaşamı, mücadelesi ve anarşist hareket arasındaki ilişki kitaba nasıl yansıdı?

1980’lerin öncesinde Ali mücadelenin içine giriyor, o zaman lise öğrencisi. O dönemden itibaren kendi bulunduğu dönemde ne zaman ne yapıyorsa onun etrafında şekillenen bir dönem anlatımı şeklinde kitabı kurguladım. Ali 80 öncesinde MLSPB içerisinde örgütlü, orada bir şeyler yapmaya çalışıyor. 80 sonrasında 12 Eylül’le birlikte o ilişkileri ortadan kalkıyor. Politik anlayışını değil belki ama, politika yapma tarzını belirleyen şeylerden biri lise döneminde kurduğu örgütsel ilişki. Kitapta da biraz anlatmaya çalıştığım şey, Ali’nin politik tutumlarını şekillendiren teoriden ziyade, pratik ve mücadele olduğuydu. Bu teoriyi önemsemediği ya da bilmediği anlamına da gelmiyor ama politik tutumunu belirleyen teoriden daha çok pratik mücadelenin kendisiydi.

80 sonrasında İngiltere’ye gidiyor ve anarşistlerle tanışıyor. Tabii o döneme dair birebir tanıklığa ulaşamadık ama o dönemde kendi anlattıkları üzerinden bunu çıkartıyoruz. Orada sosyalistlerle bir greve gidiyor, greve polis saldırınca sosyalistler kaçıyor, anarşistler mücadele eden işçilerin yanında duruyor. Bundan çok etkileniyor. Orada da anarşizmle kurduğu ilişki pratik mücadele üzerinden. Kitap okuyarak anarşizmle ilişki kurmuyor. Birincisi pratik, ikincisi de sınıf mücadelesi üzerinden ilişki kuruyor. Türkiye’ye geldiğinde de aslında bu anlayışla hareket etmeye çalışıyor. 90’lardan itibaren kamu emekçisi, BTS’nin öncülü olan dernek süreçlerinin ve DEM-SEN’in kurucu üyesi olarak süreçlerde aktif biçimde yer alıyor.

İşyerinde tanıştığı ve ilişkide bulunduğu insanları sürekli sınıf mücadelesine çekmeye çalışıyor. Gidelim mahallelerde, işyerlerinde örgütlenelim diyor. Bunu aslında son dönemine kadar yapıyor. Tanıştığı ve ilişki kurduğu bütün insanlara bunu söylüyor ama aynı zamanda şunu da yapıyor, sınıf mücadelesini de anarşizme çekmeye çalışıyor. Herkes Ali’yi anarşist kimliğiyle biliyor işyerinde, kimliğini saklamıyor. Anarşizmin Türkiye’de bilinmiyor olmasına rağmen insanlar, Ali’yi tanıyarak aslında anarşizmi doğru biçimiyle algılamaya başlıyor. Saygı uyandıran bir yanı da var; insanların anarşizmle olan mesafeleri de azalıyor ve Ali ile ilişkilenen kendine anarşist diyen demiryolu emekçileri de ortaya çıkıyor. Kitapta da Ali’yi anlatırken aslında Türkiye’deki anarşist hareketin de özet bir kısa bir tarihi anlatılıyor. Aynı zamanda kamu emekçilerinin de özet bir tarihi anlatılıyor. Aynı zamanda aslında farklı toplumsal dönemlerin içinde örneğin 2003’teki savaş karşıtı hareketin ya da Gezi sürecinin de içinde Ali var, bu süreçleri Ali ile deneyimlemiş ya da yanında bulunmuş insanlarla görüşmeler yaptık. 90’lardan başlayarak 2015’e kadar farklı dönemlerine şahitlik etmiş BTS’den, Tarım Orkam-Sen’den arkadaşlarla ve anarşist arkadaşlarla röportajlar yaptık.

Bu içeriği oluştururken ne gibi zorluklar yaşadın? Kitabın çetrefilli süreci ne oldu?

Yazmadığımız bir şey, görüşmediğimiz bir insan var mı; acaba eksik bir şey var mı hissi oluşuyor, en belirgini o. Çünkü görüşüyorsun, aslında şununla da görüşmek gerekir diye düşünüyorsun. Ya da görüşemeyebiliyorsun. Çünkü çok fazla insanla yan yana gelmiş bir kişiden bahsediyoruz. Aslında farklı yönleri ve ilişki biçimleri olan bir kişi. Dolayısıyla kitap yayınlandığı halde her an “acaba eksik bir şey var mı” diye düşünüyorum. Birileri çıkıp “ya şunu benle de konuşsaydın” der muhtemelen diye düşünüyorum. Benim kafamda en fazla dolanan ya da sorun olabileceğini düşündüğüm şey bu. Onun dışında röportaj süreçleri zorluydu. Görüşmek istediğimiz birçok arkadaş sağ olsunlar çok iyi yaklaştı. Çünkü Ali pek çok insan için çok saygı duyulan ve sevilen bir kişi. Dolayısıyla başta Emel ve Özlem olmak üzere herkes canla başla uğraştı bu meselede. Aslında onların kolaylaştırıcılığı olmasaydı zaten mümkün olmazdı. Sonrasında da Kaos yayınlarından Gazi ve Zelha’nın oldukça ciddi katkısı oldu. Kolektif bir biçimde yapıldığı için yaşayacağımız pek çok zorluğu beraber atlatmış olduk.

Ali Kitapcı, Tayfun Benol… Bunun gibi 10 Ekim’de yitirdiğimiz 100’ün üzerinde yoldaşımız, arkadaşımız, insanımız var. Buna benzer çalışmaların, bu topraklarda yaşanan buna benzer katliamların toplumsal hafızada yer alması ve unutulmaması için ne derecede önemli olduğunu düşünüyorsun? Buna benzer devlet katliamlarının yaşanmaması için ne yapılması gerekir?

Önce Amed sonrasında Suruç Katliamları ile başlayan azgın bir savaş süreci. Anarşistler olarak bizler böyle bir şeyi tahayyül dahi edemiyorduk. Suruç’ta genç arkadaşlarımız katledildi daha sonra 10 Ekim’i yaşadık. Böylesi bir katliamda aslında gerçekten mücadele ettiğimiz şeyin ne kadar vahşi ve gerçek bir şey olduğunu ve aynı zamanda sistemin bizi ne kadar tehdit olarak gördüğünü görmüş olduk. Çünkü bir savaş süreci başlatılıyordu ve bu savaş sürecine karşı aslında 10 Ekim büyük bir karşı çıkıştı. O karşı çıkış ancak bir katliamla engellenebildi. 10 Ekim yokmuş gibi mücadele etmeye devam edersek mücadeleyi tekrar yükseltmemiz bana çok mümkün görünmüyor. Ortak bir değerlendirme ve buna uygun ortak bir mücadele hattı oluşturmada eksikliğimiz var diye düşünüyorum. Türkiye tarihinin en büyük katliamlarından biri, toplumun birçok kesiminde neredeyse yok sayılıyor. 10 Ekim’i bütün bir toplum olarak unutmamak ve bu katliamda kaybedilenlerin sahiplenileceği bir hat yaratmak gerektiğini düşünüyorum.

Devletin bir unutturma politikası işliyor diyebilir miyiz?

Eskiden şöyle bir anlayış vardı, “mitingler yasal olunca güvenlidir”. Ama bunun da nasıl bir ilüzyon olduğu 10 Ekim’le birlikte görüldü. Devletin her zaman her yerde katliamlar yapabileceği ve yaptığı kanıtlandı. Biz de 10 Ekim’le ve Suruç’la birlikte bunu gördük. Bu yokmuş gibi varsaydığımız sürece bu şeyleri anlatmadığımız sürece bunları sürekli vurgulamadığımız sürece yine unutacağız. Hiçbir şey yokmuş gibi, böyle bir katliam yaşanmamış gibi hayatımıza devam edeceğiz. Bu tekrar benzer şeyler yaşamamızı kaçınılmaz kılıyor bana göre. Ya da en azından buna uygun bir hat oluşturmamızı mümkün kılmıyor.

Önümüzdeki zamanda hem Ali Kitapcı’yı hem de 10 Ekim Katliam’ını unutturmamak için başkaca çalışma planların var mıdır?

Şu anda buna dair kişisel bir planım yok ama bunu tartışmak, sürekli gündemde tutmak ve ne yapacağımıza dair tekrar tekrar konuşmak gerekiyor. Aslında bu bir ortak görev. Bu kitap da bana göre kolektif bir çalışmanın ürünü. Az önce konuştuklarımızı da kolektif bir çalışmayla yapmak gerekiyor. İki boyutu var aslında bu kitabın. İlki Ali’nin mücadelesinin kendisi, ikincisi ise Ali’nin her zaman karşısında olduğu o devletin katliamcı yüzünü hatırlamak. Bunu da ancak hep birlikte mücadele içerisinde ki sadece anarşistlerden de bahsetmiyorum, Ali’yi yoldaş olarak gören ve Ali ile omuz omuza mücadele etmiş ya da yan yana düşmese bile başka bir yerde Ali’nin mücadelesini önemseyerek onunla birlikte yoldaşlık ilişkisi kuran herkes için bir görev bu. Bunları anlatmak ve anlatmaya devam etmek, yapılacak şey bu bana göre.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşist Bir Demiryolcunun Hikayesi : BİZİM ALİ appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/12/anarsist-bir-demiryolcunun-hikayesi-bizim-ali/feed/ 0
Gençlik Anarşizmde Örgütleniyor https://meydan1.org/2019/11/11/genclik-anarsizmde-orgutleniyor/ https://meydan1.org/2019/11/11/genclik-anarsizmde-orgutleniyor/#respond Mon, 11 Nov 2019 07:07:14 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/11/genclik-anarsizmde-orgutleniyor/ Şimdi -Liselerde İsyan- Zamanı! Sohbetimize ilk olarak Lise Anarşist Faaliyet ile başladık. Hem gençlik mücadelesi içerisinde liselerde anarşizmi örgütlüyor olmaları hem de yaşadığımız topraklarda halen faaliyet yürüten en eski anarşist örgütlenme olmaları sebebiyle anlatacakları şeyler oldukça önemli. Onlara neden anarşist bir lise örgütlenmesine ihtiyaç duyduklarını, içinde yaşadığımız sistemi nasıl yorumladıklarını, faaliyetlerini ve daha birçok meseleyi […]

The post Gençlik Anarşizmde Örgütleniyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Şimdi -Liselerde İsyan- Zamanı!

Sohbetimize ilk olarak Lise Anarşist Faaliyet ile başladık. Hem gençlik mücadelesi içerisinde liselerde anarşizmi örgütlüyor olmaları hem de yaşadığımız topraklarda halen faaliyet yürüten en eski anarşist örgütlenme olmaları sebebiyle anlatacakları şeyler oldukça önemli. Onlara neden anarşist bir lise örgütlenmesine ihtiyaç duyduklarını, içinde yaşadığımız sistemi nasıl yorumladıklarını, faaliyetlerini ve daha birçok meseleyi sorduk.

İlk olarak neden liselilerin mücadele etmesi gerektiğini konuştuk. LAF’lı arkadaşlarımız “Aslında eğitimin çok küçük yaşlarda başladığından” bahsetti. “Eğitimin, devletin en küçük birimi olan ailede baskıyla belirginleştiğini” de ekledi. LAF’lılar istemediğimiz şeyleri bize öğretmeye çalışan ailemizin ve öğretmenlerimizin sistematik baskılarına karşı bütünlüklü bir şekilde mücadele etmek için liselerde anarşizm mücadelesi verdiklerini belirtti. Arkadaşlarımız iktidarların baskı araçlarıyla liselileri tektipleştirmeye çalışmasına karşı mücadele etmenin öneminden şöyle bahsediyor; “sevdiğimiz, sevmediğimiz, güzel dediğimiz, çirkin dediğimiz kısacası yaşamsal tüm gereksinimlerimiz ve eğilimlerimiz bu sistemin standartlarına göre, yani iktidarların çıkarları doğrultusunda iradelerimizin tamamen dışında belirlenir. Daha biz küçükken başlayan bu belirlenim sürecinin kendisi; toplumsal yaşamda süregelen olayları ve olguları sorgulamamızı engeller, gerçeklerden ise uzaklaşmamıza neden olur. Böylelikle yaşamımızın sonuna kadar bizim için belirlenmiş olanı yaşarız. Bu belirlenmiş olan kalıpları yaşamamak için örgütlenmeli ve mücadele etmeliyiz.’’

Herşeye Karşı Olanlar Değil Yüreklerinde Yeni Bir Dünyayı Taşıyanlar

Mücadelelerinin gereği olarak da LAF’ın ilkelerini şekillendirirken anarşist ideolojileri doğrultusunda “otoriteye, bencil ve rekabetçi ilişkilere, devlete, kapitalizme, militarizme, cinsiyetçiliğe, gerontokrasiye” karşı olduklarını anlattılar. İktidarların farklı görünümlerine karşıydılar. Onlar kendilerinin de dedikleri gibi: “Her şeye karşı olanlar değil, yüreklerinde yeni bir dünyayı taşıyanlar”. “Anarşistiz” başlıklı yazılarında belirttikleri gibi örgütlenmeyi amaçlayan, devrimci, anarşist bir mücadeleden yanalar.

Eğitilmek İstemiyorlar

Söyleşinin devamında kendilerini “eğitim karşıtı” olarak adlandırdıklarından bahsettiler. Biz de onlara dertlerini anlatırken nasıl tepkilerle karşılaştıklarını ve eğitim karşıtlığının ne demek olduğunu sorduk. Eğitim meselesine ilişkin düşüncelerini anlatırlarken en sık karşılaştıkları olumsuzluklardan birinin eğitim karşıtlığının bilgiye de karşı olmakla karıştırılması olduğundan bahsettiler. Yayınladıkları fanzin, dergi ve bildirilerde öncelikle eğitimi nasıl tanımladıklarından bahsediyorlar. “Eğitim, öğreten ve öğrenen ilişkisinde, öğretenin yani bilgiyi bilenin, öğrenen yani bilgiyi bilmeyen üzerinde kurduğu otoritedir. Öğretenin bilgiyi elinde bulundurmasıyla oluşan bu otoriter ilişki, yaşamın diğer alanlarında da öğretenin öğrenen üzerindeki otoritesini olağanlaştırır. Bunun sistematikleşmiş haline de eğitim sistemi denir.’’ İktidarların eğitim yoluyla kendi düzeninin devamlılığını sağlayacak itaatkar toplumlar yaratmak istediğini söylüyorlar. Bu yüzden kavgaları eğitimle ve eğitim kurumlarının hepsiyle.

 

Devletin Adaletsizliğine Karşı İsyan!

Aynı zamanda kendilerine ve yaşıtlarına uygulanan adaletsizliklere karşı harekete geçme konusunda çekinmiyorlar. Yaşadıkları topraklarda olsun olmasın tüm kardeşleri için eylemlikleriyle dikkat çekiyorlar. Bu sebeple 2008 yılında İstiklal Caddesi’ndeki Yunanistan konsolosluğu önünde, Yunanistan polisi tarafından katledilen anarşist Alexis Grigoropoulos için yaptıkları eylemle ses getirmeye başlıyorlar. Bu aynı zamanda Lise Anarşist Faaliyet imzasıyla yapılan ilk sokak eylemi olma özelliğini taşıyor. Yapılan eylemde yazdıkları pankartta “Biz de 16 Yaşındayız’’ diyorlar ve Alexis’in mücadelesini İstanbul sokaklarına yayıyorlar. Aynı dönemlerde Kadıköy’de mendil satarken zabıtaların kovalamaları sırasında yaşamını yitiren Bülent Çalıkıran’ı ve devlet şiddetiyle katledilen arkadaşlarının isimlerini sokaklara yazıyorlar. Coğrafyanın her yerinde gerçekleştiren katliamlara karşı mücadeleyi büyütme çağrısı yapıyorlar: “Devlet kardeşlerimizi katlediyor, biz ise unutmuyoruz ve affetmiyoruz. Otoriteye karşı öfkemiz daha da büyüyor, baskılara karşı biz olup örgütleniyoruz.’’

Okul Kilitleme Eylemleri, Sabotajlar

Liseli anarşistler okullardaki öğretmen, müdür baskısına karşı koymak için farklı, yaratıcı eylem biçimlerini kullanmasıyla biliniyor. Lise mücadelesine özgün bir direniş biçimi olarak çıkan okul kilitleme eylemleri bunların başında geliyor.

“İtaatkar bireyler elde etmek için çalıştıkları, özgürlüğümüze kilit vurdukları, eğitim yuvalarının kapılarına özgürlük kilitlerimizi vuruyoruz.” diyorlar ve şu zamana kadar 5 farklı ilde birçok okulun kapılarını kilitlediklerinden bahsediyorlar. Çünkü kilitler açılmayınca o gün sınavlar iptal oluyor okullar tatil oluyor. Bu tarz sabotaj eylemlerini genellikle 24 Kasım öğretmenler günü olarak bilinen günde yapıyorlar. Çünkü sloganları; “Armağınımız İsyanımızdır”. Kilitlenen her okulla beraber 24 Kasım öğretmenlere değil öğrencilere armağan oluyor.

Sabotaj eylemleri sadece okul kilitlemeleriyle sınırlı kalmıyor tabi ki. Birçok farklı yönteme sahip olduklarından bahsediyorlar. Bunlardan biri de tabela değiştirme eylemleri. İlk tabela değiştirme eylemini Kenan Evren Anadolu Lisesi’ne yapmışlar. “Biraz istek, biraz inanç, biraz da eylem gerekiyordu. Bir gece ansızın okula giderek “Kenan Evren Anadolu Lisesi” tabelasını indirip yerine “Erdal Eren Anadolu Lisesi” tabelası asmıştık. Erdal Eren 17 yaşında iken, yaşı büyütülerek Kenan Evren ve diğer darbecilerin idama yolladığı devrimci bir gençti; onun adını darbecilerin adının verildiği okula vermenin iyi olacağını düşünmüştük. Bir sene sonraysa rüzgar tersten esti darbecilerin isimleri okullardan kaldırılıyordu. Kenan Evren Anadolu Lisesi resmi olarak İstanbul Anadolu Lisesi olarak değiştirildi.” Bu değişiklikte eylemlerinin de biraz etkili olduğunu düşünüyorlar. Bir diğer çoklu tabela değiştirme eylemini ise Taksim Gezi Direnişi sırasında katledilen 6 direnişçi için 6 liseye aynı anda gerçekleştirmişler. Söyleşiye devam ederken bu tabela değiştirme eylemlerinin onlar için anlamı nedir diye soruyoruz. Yanıtları “Amacımız devletin tetikçilerinin isimlerini okullardan silmek özgürlük için mücadele ederken katledilen kardeşlerimizin isimlerini onların yerine yazmak ve unutturmamaktır.’’ oluyor. Bir diğer sabotaj eylemi ise tabela boyama. Birçok farklı liseye gidip tabelaların üzerine boya atarak bir süreliğine okulun tabelasız kalmasını sağlıyorlar. Farklı gündemleri oldukça eylemlerini çeşitlendirdiklerini bahsediyorlar. Bazen kuşlama yaparak, bazen okul kapılarına boya dökerek, bazen de yazılama yaparak sözlerini müdürlere, öğretmenlere, okul idarecilerine ve en çok o okullarda olan liselilere ulaştırmayı amaçlıyorlar.

Paylaşma masaları

Liseli anarşistlerin yaptıkları eylemler üzerine söyleşimiz devam ederken yaptıkları eylemlerin sadece okul dışında sınırlı kalmadığından okul içerisinde de faaliyet gösteriyorlar. Okullardaki sistemin bireylere dayattığı bencil ve rekabetçi ilişki biçimlerine karşı paylaşma ve dayanışmayı büyütüyoruz diyerek okullarda “paylaşma masaları’’ geleneğini başlattıklarını anlatıyorlar. Çünkü onlara göre okullarda bencillik kültürünü oluşturan yer kantinlerdir. Bu yüzden arkadaşlarını okullarındaki kantinleri boykot etmeye ve her birinin evlerinden getirdikleri yiyecekleri birleştiriyorlar. Paylaşma ve dayanışmayla dolu masalar sistemin kültürünü yok ediyor.

İnadına LAFanzin

Liseli anarşistler, “anarşizmi eşek üstünde köy köy gezerek anlatan yoldaşlarımızın inadıyla yıllardır okullardan sokaklara inatla taşıyoruz anarşizmi’’ diyorlar. Ancak mücadeleleri sadece sokakla sınırlı kalmıyor. Okullardaki otoriter yapıya ve sokaklardaki otoriter güçlere karşı her alanda mücadele ediyorlar. Arkadaşlarına, kardeşlerine ulaşmak için bir diğer yolları ise kağıtlara yazmak. İlk olarak LAFanzinlerle başlıyorlar sürece. Okullarda yaşanan adaletsizliklerden, eğitim karşıtlığından, yaptıkları eylemlerden ve örgütlü anarşizmden bahsediyorlar fanzinlerinin içerisindeki yazılarda. Gündemdeki olaylara sessiz kalmamak için hızlıca bildiri yazıp olabildiğince sokaklarda dağıtmaya çalıştıklarından bahsediyorlar. Zaman geçtikçe yazdıkları yazılar, söyledikleri sözler fanzinlere sığmamaya başlıyor ve İnadına dergisini çıkarmaya başlıyorlar. Derginin ismini neden “İnadına’’ seçtiklerini sorduğumuzda ise verdikleri cevap şöyle oluyor: “Bizler mücadele ettiğimiz her alanda; okulda öğretmenlerin, müdürlerin engellemeleriyle, sokaklarda devletin ve polislerin şiddetiyle ve türlü baskısıyla karşılaşıyoruz. Çünkü özgürlüğe düşmanlar. İsyanımızdan ve daha da büyüyüp örgütlenmemizden korkuyorlar, bu yüzden bizleri engellemeye çalışıyorlar. Onlar bizleri önlerinde eğmek istedikçe biz İNADINA özgürleşiyoruz. Otoritelere öfkemiz daha da büyüyor ve İNADINA mücadele ediyoruz”.

Özgürlük İçin Anarşist Gençlik!

Liselerde mücadele yürüten LAF’ın ardından üniversitelerde ve gençliğin mücadele ettiği her alanda faaliyet yürüten, anarşizmin sesini yükseltmek için çabalayan Anarşist Gençlik’le bir söyleşi gerçekleştirdik. Anarşist Gençlik üniversitelerde, sokaklarda yaratıcı eylemleriyle ve direngen tavrıyla adını duyurmuş bir örgütlenme. Anarşist Gençlikle de içinde bulunduğumuz sisteme karşı duruşlarını, gençlik mücadelesini, eylemliklerini konuştuk.

Pratiğin önemli olduğunun altını sıkça çizen arkadaşlarımızla ilk olarak bugüne kadar yapılan eylemlerden bazılarını konuştuk. Üniversite önünde “Üniversite Entegrasyondur” pankartıyla gerçekleştirdikleri eylemde, sistemin kalifiye beyaz yakalıları, müdürleri, patronları olmak için verilen diplomayı temsil eden devasa bir diploma maketini ateşe veren onlardı. Sonrasında “Em Roboski ji Bîr Nakın! Roboski Vicdanımızdır” sloganıyla kampüsleri devletin bombalarını simgeleyen maketlerle donatan, 15 Mayıs Vicdani Retçiler Günü’nde katliamı karşı vicdani retlerini açıklayan da.

Temeli 2013 Taksim Gezi İsyanı sürecinde atılan Anarşist Gençlik, sokak eylemlerindeki belirginleşmesinin ardından üniversite kampüslerinde, sokaklarda, gençliğin var olduğu mücadele alanlarında kara bayrakları ve pankartlarıyla sokaklarda oldu. Gezi eylemlerinde yaşamını yitirenlerin hesabının sorulduğu sokak eylemlerinden, adaletsizliğin açığa çıktığı mahkeme önlerine kadar direnişin savunulduğu neresi varsa orada oldular.

13 Mayıs 2014’te, coğrafyamızın gördüğü en büyük maden katliamı olan Soma Katlamı’nın ardından gerçekleşen sokak eylemlerindeydiler. Soma’nın İstanbul temsilciliğinin kapısı önünde “Soma’da Katil Kapitalizm” pankartıyla en ön saftalardı. İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü’nde bulunan havuzu kömürün karasına boyadılar. Astıkları “Unutulamaz Affedilemez” pankartıyla, fakülte içerisinde geniş bir etki uyandırdılar.

Anarşist Gençlik’ten arkadaşımız: “Aslında İstanbul Üniversitesi’nin anarşist bir geleneği olduğunu” söyledi. 6 Kasım 2006’da, sistemin bilgisiyle beyinleri yıkanarak zombileşen üniversiteli’ye ithafen zombi yürüyüşü yaparak Beyazıt Meydanı’na yürüyen anarşistler, ana kapının önünde üzerlerindeki önlükleri parçaladılar ve ateşe verdiler. Beyazıt Meydanı’nın da “Okuyalım, ama Sistemin Canına Okuyalım!” sloganını haykırdılar. 6 Kasım 2008’de 12 Eylül faşizminin ürünü olan YÖK’ün kuruluş yıl 31 dönümünde, Anarşistler, “Bu Kışlada Bir Tank Eksikti” diyerek, hazırladıkları gerçeğiyle aynı ölçülerdeki tank maketiyle Beyazıt Meydanı’nda bir eylem gerçekleştirdiler. Arkadaşlarımız Anarşist Gençlik’in, bu yaratıcı mücadele geleneğinin takipçisi olarak, son yıllarda gerçekleştirdiği farklı projelerle anarşizme dair sözünü söylemeye devam ediyor olduğunu vurguluyor.

“Gençliğin Sorunları için Anarşist Çözümler Geliştirmeye Çalışıyoruz”

Anarşist Gençlik, benimsediği anarşizm düşüncesine içkin bir şekilde yalnızca politik değil yaşamsal alanlara ilişkin de çözümler geliştirmeye çalışan bir örgütlenme: “Arkadaşlarımızla yaşamı paylaştığımız yurtlarda ve öğrenci evlerinde sistemin dayattığı yaşam tarzının dışında karşılıklı sorumluluk ilişkisiyle örülü, paylaşma ve dayanışmayı esas alan bir model nasıl örülebilir bunun yollarını aramaktayız.”

Anarşist Gençlik kapitalizme karşı bir barikat olarak gördükleri ikinci el değiş tokuşundan, ürünlerin karşılıksız bir şekilde paylaşıldığı çeşitli sosyal ağlara kadar farklı yollar geliştirmek için uğraşıyor. İhtiyaçların karşılanması noktasında yalnızca değişim değil, aslında bizden çalınanları geri almak olarak yorumladıları kamulaştırmayı teşvik etmek için de çalışmalarda bulunmakta.

Özgür Bir Dünyayı Yaratmak Bizim Elimizde

“Ne yalnızca öğrenci evleri, yurtlar ne de kampüsler, işyerleri; gençlik olarak bulunduğumuz her yerde Kolektif Özgür Yaşam (KÖY) alanlarını örgütlemeye çalışıyoruz.” diyen Anarşist Gençlik’ten arkadaşlarımıza daha önce yayınladığı bildiri ve kitapçıklarda sıklıkla kullandıkları bu kavramın ne anlama geldiğini sorduk.

Özellikle Gezi direnişiyle alevlenen kamusal alan-özel alan tartışmasına anarşist bir eleştiri olarak geliştirdikleri Kolektif Özgür Yaşam kavramı, kapitalizmden ve devletten özgürleştirilmiş bir mekan anlayışını tanımlıyor. KÖY’ün ortaya çıkış koşullarına ilişkin ise “Siyasal temsiliyet, toplumu oluşturan bireylerin siyasallıklarını artık karşılamadığından, kolektif özgür yaşamdan bahsedebiliriz.” diyorlar. Sosyalist birey ve toplulukların yoğunlukla tercih ettiği gibi, devleti ve bürokrasiyi de içeren “kamusal” kavramı yerine temsiliyete dayanmayan, bireylerin doğrudan siyasi iradelerini deneyimleyebildikleri bir biçim olarak doğrudan demokrasiden ve sadece yeni bir siyasal formdan değil, aynı zamanda bunun kurucusu olan “yeni siyasal özne”den bahsetmektedir. Anarşist Gençliğe göre KÖY, “kapitalizm ve devlet hegemonyasındaki alanların, küçük dönüşümlerle kazanımlara dönüşmesini önemsemez. Çünkü bu reformist kazanımlar, birer amaca dönüştüğü için mücadele adına geçici ve aldatıcıdır. KÖY, yine de geçici dönüşümün mücadeleye etkisini önemser. Yani, bu kazanımları birer amaç olarak görmez, devrim mücadelesinde bir araç olarak görür. KÖY, bütünlüklü bir devrimci dönüşümü savunur.”

Ayrıca Anarşist Gençlik için Özgürlük düşüncesi pek çok afiş ve sloganda görüldüğü gibi “düşlediğini eylemek” olarak tanımlanmaktadır. Önceklikle “gerontokrasinin” gençliğin kendini gerçekleştirme mücadelesinde karşısında durması gereken en önemli olgu olduğunu belirten arkadaşlarımız: “Gerontokrasiyle yani yaşça büyük olanın kendinden küçük olan üzerinde kurduğu iktidarlı ilişkiye karşı kendi karar alma ve kararlarımızı hayata geçirme ısrarımız bizim için yaşamsal bir ihtiyaç” şeklinde konuştular. “Ailede ebeveynler, okulda öğretmenler, sosyal hayatta abi/ablalar ya da bir alana ilişkin kendini otorite olarak gören, bu otoriteyi çevresindekilere dayatanlar aracılığıyla ortaya çıkan gerontokratik ilişki biçimleri genç olmanın enerjisini sistemin çıkarlarına ya da kendi kişisel çıkarlarına göre kullanmak isteyenlerin en büyük silahı.” diye ifade ediyor. Kökeni insanlığın en eski toplumsal yapılarına kadar giden gerontokrasinin bugün vücut bulmuş hali, anarşist bir gençlik örgütlenmesinin karşısındaki en güçlü düşmanlardan biri.

Anarşist Gençlik’ten arkadaşımız “bizi tutsaklaştırmaya çalışan bütün otoritelere karşı düşlediğimiz dünyayı eylemek, yani özgürleşmek ancak Kolektif Özgür Yaşam Alanları’nın örgütlenmesiyle mümkün olacak” diyorlar.

Eylemin Bereketiyle Kampüslerde, Sokaklarda, Meydanlardayız

OHAL gibi süreçlerde özellikle sokaktaki gençlik hareketine yönelik doğrudan saldırılar, katliamlar, üniversitelerde ise artan baskıyla beraber yasaklar, uzaklaştırmalar gibi durumlar söz konusuyken böylesi bir mücadeleyi örgütleyebilmenin zorlukları var. Suriye Savaşı’nın başından beri, ezilen halklarla birlikte dayanışmayı büyütmek ve bütün iktidarlara karşı direnişin sesini yükseltmek için sınır nöbetlerinden, dayanışma köprülerine pek çok süreç örgütlendi. Bu bağlamda 20 Temmuz 2015 tarihinde Suruç’un Amara Kültür Merkezi’nde bir araya gelen gençlik temsilcilerine yönelik, katil devlet ve IŞİD çeteleri işbirliğinde bombalı saldırı gerçekleşti. Yaşamını yitiren 33 anarşist ve sosyalist devrimcinin mücadelesi bölgedeki bütün uluslararası güçleri ve kapitalistleri korkutmaya yetmişti. Katliamın ardından katillerle işbirliği yapan kolluk kuvvetlerine karşı “Kavganız Kavgamız” pankartıyla gereken cevabı verenler arasında Anarşist Gençlik vardı. Sonrasında dayanışma için çeşitli kampanyaların örgütlenmesinde, anma eylemlerinin düzenlenmesinde de inisiyatif aldılar.

Bütün bu baskılar ve sıkıştırmalar her zaman gençliğin direnişiyle karşılandı. Üniversitelerdeki afiş, masa yasaklarına karşı yine anarşizmin yaratıcılığıyla harekete geçen arkadaşlarımız üzerinde yalnızca soru işareti olan bir afiş yüzünden bir haftada 4 kez nasıl gözaltına alındıklarını, yetmezmiş gibi uzaklaştırmalar aldıklarını anlattılar. “Kampüslerde, düşüncelerimizi yaymak için kullandığımız araçlar, polis şiddetiyle elimizden alınmaya çalışıldı”. Mesele öyle bir yere geldi ki bazen boş bir bildiri, hatta uçan balonlar bile gözaltına alınmak için yeterli bir bahane oldu.

Paralı-Parasız Eğitime Karşı Özgür Bilgi Paylaşımı

Gençliğin kapitalizme entegre edilmesi için en önemli araçlardan birisi de eğitim sistemi. Gençlik hareketi içerisinde bazıları parasız eğitim meselesine yoğunlaşırken, bir kısım örgütlenme de anadilde ya da laik eğitim gibi talepler çerçevesinde örgütleniyor. Anarşist Gençlik’ten arkadaşlarımıza eğitim hakkında ne düşündüklerini sorduğumuzda tıpkı LAF gibi “eğitime karşı” olduklarını söylediler.

Eğitim meselesi üzerine düşünürken, 1936 İberya Devrimi sürecinde yazdıklarını geniş bir bağlamda hayata geçirme fırsatı bulan anarşist pedagog Francisco Ferrer y Guardia’dan ilham aldıklarını belirttiler. Godwin, Kropotkin ve Bakunin başta olmak üzere eğitime ilişkin anarşist literatürde söz üretmiş yazarlardan etkilenerek “özgür okullar” teorisi geliştiren Ferrer’in düşünceleri, aradan geçen onlarca yılın ardından çeşitli deneyimlerle bugün farklı tartışmalar, bu bağlamda geliştirilen farklı modellerle uygulanmaya devam ediyor.

Daha öncesinde 26A Atölye’de yaptıkları etkinliklerde yürütülen tartışmalar, gazetemiz sayfalarında yayınlanan yazılarından hareketle, Anarşist Gençlik’in eğitim üzerine nasıl bir çizgide tartışmalar yürüttüğünü gözlemlemek mümkün.

Meydan Gazetesi olarak bizler de otoritenin her türlüsüyle mücadele eden, özgür bir dünyayı şimdi şu anda kurmayı hedefleyen, anarşizmi örgütleyen Lise Anarşist Faaliyet ve Anarşist Gençlik’e mücadelelerinde başarılar diliyoruz.

Otoritelerin yaşamlarımızın her alanına sızmaya, iradelerimizi tutsaklaştırmaya, baskının her türlüsünü uygulamaya çalıştığı bugünlerde gençliğin yaratıcı ve enerjik karakteri özgürlük mücadelelerinin en çok ihtiyaç duyduğu niteliklerden biri. İçerisinde bulunduğumuz dönemde dünyanın pek çok coğrafyasında artan toplumsal hareketlerdeki gençliğin rolü de adeta bunun bir göstergesi. Halkların sömürüye, baskıya, katliamlara ve her türlü saldırılara karşı örgütlü tutumu da bu toplumsal hareketlerin başlıca gücü. Farklı otoriter mekanizmalar tarafından ezilen halkların kurtuluşunun devrimci anarşist perspektif ve eylemlerle geleceğine inanan bir gazete olarak ve örgütlü gençlik mücadelesinin önemli olduğunun altını çizerek, yaşadığımız topraklarda gençliğin yaşadığı sorunlarla ilgili olarak mücadele eden ve anarşizmi toplumsallaştırmaya çalışan Lise Anarşist Faaliyet (LAF) ve Anarşist Gençlik (AG) ile mücadeleleri üzerine sohbet ettik.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Gençlik Anarşizmde Örgütleniyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/11/genclik-anarsizmde-orgutleniyor/feed/ 0
1984’ten Bugüne Örgütlenerek: De Grote Broek https://meydan1.org/2019/06/24/1984ten-bugune-orgutlenerek-de-grote-broek/ https://meydan1.org/2019/06/24/1984ten-bugune-orgutlenerek-de-grote-broek/#respond Mon, 24 Jun 2019 13:35:59 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/24/1984ten-bugune-orgutlenerek-de-grote-broek/ Paylaşmanın ve dayanışmanın mekanlarına yer verdiğimiz arka sayfalarımızda, bu sayımızda Hollanda-Nijmegen’den Grote Broek kolektifinin deneyimlerine yer veriyoruz. 35 yıllık bir işgal evi deneyimi ve politik bir mekan olan Grote Broek’ten Peter M. ile bu 35 yıllık deneyimi konu edindiğimiz bir röportaj gerçekleştirdik. Öncelikle kuruluş sürecinden biraz konuşalım istiyoruz. Grote Broek nasıl kuruldu? Grote Broek, Hollanda’nın […]

The post 1984’ten Bugüne Örgütlenerek: De Grote Broek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Paylaşmanın ve dayanışmanın mekanlarına yer verdiğimiz arka sayfalarımızda, bu sayımızda Hollanda-Nijmegen’den Grote Broek kolektifinin deneyimlerine yer veriyoruz. 35 yıllık bir işgal evi deneyimi ve politik bir mekan olan Grote Broek’ten Peter M. ile bu 35 yıllık deneyimi konu edindiğimiz bir röportaj gerçekleştirdik.

Öncelikle kuruluş sürecinden biraz konuşalım istiyoruz. Grote Broek nasıl kuruldu?

Grote Broek, Hollanda’nın Nijmegen şehrinde işlerliği olan politik ve sosyal bir alandır. Kolektif, bünyesinde birlikte yaşayan iki komün, bir vegan-organik restoran, politik bir kafe, konser alanı ve 16 örgütün karar alma süreçlerini işlettikleri mekanı barındırır. Aslında sadece 150 bin nüfuslu Nijmegen’de değil, aynı zamanda Hollanda’da da önemli siyasi bir alan konumundadır. 1984’te işgal edilen bina, birçok zorla boşaltma girişimine karşın 2002’de legal bir biçim kazanmıştır. Hollanda’da buna benzer süreçler, bina sahibi ya da konut destek birimiyle yapılan anlaşmalarla sağlanıyor. 2009’da on yıllık bir kira kontratı imzaladık. 2018’de sınırsız bir süreye kadar uzattık. Bu iş biraz teknik ve hukuki işlemleri içinde barındırıyor. Ancak Hollanda’da ve içinde bulunduğumuz süreçte, sınırsız anlaşmalar genelde “işgal evleri”nin lehine bir durum.

Kuruluş sürecindeki temel dinamikleri ve nedenleri tek tek sayabilmek zor. Ancak işgal hareketi ve devrimci siyaseti önemseyen kolektif ya da grupların buna benzer alanlar açmaları çok önemli. 13 yıllık bireysel deneyimim de bunun böyle olduğunu söylüyor. İnsanların bir araya gelecek mekanlar bulabilmeleri buna benzer alanlar, birliktelikler geliştirebilmenin iyi bir yolu. Siyaset konuşabilmenin ve tartışabilmenin, bu tartışmaları ve düşünceleri pratikleyebilmenin bir aracı Grote Broek. Kapitalizmin yok saydığı değerlerin somutlanabileceği bir alan. Aslında birçok yönden İstanbul’daki Kolektif 26A deneyimine benziyor, anarşist düşünceleri ve siyaseti pratikleme çabası…


Grote Broek’teki işleyişten bahseder misin? Kararların alınması, inisiyatifler…

Aslında Grote Broek tek bir ideolojik yapı üstüne kurulu bir yapı değil, özgürlükçü soldan anarşizme farklı bakış açılarına sahip örgütlenmelere ev sahipliği yapıyor. Özellikle Nijmegen gibi bir şehirde, muhalefetin sınırlı olduğu bir bölgede, buna benzer bir dayanışma her şeyden önce bir ihtiyaç. Bunun bir ihtiyaç olduğunu bir anarşist olarak söylüyorum. Ancak şunu eklemeliyim, bu dayanışma tabana dayalı karar alma süreçlerine dayanıyor. Hiçbir politik parti, Grote Broek’te yer almıyor.

Grote Broek’te aktif 16 örgüt var. Bu aktif kullanımın dışında, birçok kolektif ya da grup mekanı kendi etkinlikleri için kullanabiliyor. Film gösterimleri, dışa açık tartışmalar, iç toplantılar… Grote Broek’in binasında 16 insan yaşıyor. Hepsi de bir kolektifte çalışmalar yürütüyor.

Aslında Grote Broek’te çalışma yürüten iki kolektiften özellikle bahsetmek istiyorum. Klinker ve Onderbroek… İki kolektifin de binada alanı mevcut ve Grote Broek’in politik altyapısı için bu iki alan oldukça önemli. Onderbroek bir konser alanı. Burada konser etkinlikleri düzenliyoruz. Punk’tan Jazz’a oldukça geniş bir yelpazemiz var. Onderbroek bir araya gelmemize ve hem kendi hem de başka kolektifler için ekonomik dayanışma etkinlikleri yapmamıza olanak veriyor. Her şeyden önemlisi gönüllülüğe dayanıyor.

İkinci kolektif Klinker, vegan-organik bir restoran. Bu mekanda politik etkinlikler, tartışmalar, film gösterimleri ve atölyeler düzenleniyor. Haftanın dört günü restoran açık oluyor, oldukça yerel ve organik gıdalar kullanılmaya çalışılıyor. Sebze-meyveyi yerel üreticiden temin etmeye çalışıyoruz. Zapatista Kahve Ağı gibi ağlardan edindiğimiz başka gıdalar mevcut. Klinker aynı zamanda göçmenler için de bir buluşma yeri. Yasal evrakları olmayanlar, buluşma mekanı olarak Klinker’i kullanıyor. Fotoshop atölyeleri, Linux ve siber-güvenlik atölyeleri gibi benzer atölyeler için mekan kullanılabiliyor. Klinker’de De Zwarte Uil (Kara Baykuş) isimli anarşist bir kütüphane de mevcut. İnsanlar kütüphaneden kitap ödünç alabiliyor. Klinker’de de insanlar gönüllü olarak çalışıyor, buradan elde edilen gelirle örgütler ya da eylemlere ekonomik dayanışma sağlanıyor.

Yani Grote Broek bu kolektif ve bireylerden oluşan başka bir kolektif. Aylık karar alma süreçlerinde farklı meseleler konuşulup planlanıyor. Ekonomi, mekanın bakımı, ekonomik dayanışma gösterilecek kolektifler bu karar alma süreçlerinin çerçevesini oluşturuyor. Bu aylık toplantılara, mekanı kullanan kolektiflerdeki bireylerin hepsinin katılması beklenir. Amaçlanan şey ortaklaşmaktır. Bazen burada konuşulan konuların, kolektiflerin kendi iç toplantılarında da konuşulması gerekebilir. Bir sonraki buluşmaya kadar iç tartışmalar sürer. Bu aylık toplantıların yanında daha büyük toplantılar da organize edilir. Bir sonraki yılın ekonomi planı gündem olabileceği gibi, mekana yönelik bir faşist saldırı da gündem olabilir. Tüm toplantılarda konsensusa dayalı bir karar alma süreci işletilir. Eğer mesele çözülmezse oylamaya gidilir. Grote Broek’teki tüm örgüt ve kolektiflerin bir oyu ve binada yaşayanların bir oyu vardır. Yani hem orada yaşayıp hem de kolektifte olanlar iki ayrı oy kullanamaz. 6 yıllık deneyimim boyunca, tartışmalı karar alma süreçleri yaşasak da çoğunluğun kararı belirlediği bir oylama sürecine girmedik.

Her ay konut destek birimine ödediğimiz sabit bir miktar var. Bu paranın %60’ı orada yaşayanlar, %40’ı Grote Broek bünyesindeki örgüt ya da kolektifler tarafından karşılanıyor. Orada yaşayanlar için bir kira uygulaması yapılıyor. Ancak ödenecek kira bireylerin kazancına göre belirleniyor. Bu uygulama her ay orada yaşayanların kazançları hesaplanarak yapılıyor. Dolayısıyla, binada yaşayan bireylerden biri, bir ay daha fazla öderken bir sonraki ay daha az ödeyebilir. Bu onların kazandıklarıyla ilişkili. Ekonomik sorunlar her zaman karşılaşılabilir sorunlardır. Önemli olan onları kolektif bir şekilde çözebilmektir.

Kolektifin bulunduğu yerdeki politik atmosferden biraz bahsedebilir misin? Grote Broek bu atmosferi nasıl etkiliyor?

Daha önce belirttiğim gibi Grote Broek ekonomik olarak şehirdeki eylemlerle ekonomik dayanışma gösteriyor. Politik etkileşim için iyi bir mekan sağlıyor, ki buralarda toplantı ya da paneller düzenlenebiliyor. Nijmegen’deki tüm eylemler ya Grote Broek’te başlar ya da burada biter. Grote Broek imzasıyla eylem yapmıyoruz, genelde Grote Broek içindeki örgütlerin isimlerini kullanıyoruz. Örneğin, Suriye’deki savaş nedeniyle Nijmegen’e gelmiş göçmenlerden oluşan ırkçılık karşıtı bir platformu anarşistler olarak örgütlediler ve beraberce 1 Mayıs’a katıldık. Antifaşist eylemleri, göçmenlerle dayanışma eylemleri, hayvan hakları eylemleri, ekoloji eylemleri, LGBTİQ+ eylemleri örgütledik.

Karşılaştığınız sıkıntılar ve siyasi baskılardan söz eder misiniz?

Geçtiğimiz senelerde, politik hareketliliğimizden dolayı aşırı sağ grupların hedefindeydik. 2018 Kasım’ında aşırı sağcı “Kan ve Gurur” isiml bir yapıyla neo-nazi grubu “Irkçı Kuvvet” Grote Broek’e karşı bir eylem çağrısı yaptı. 50 ırkçı holigan Klinker’e girip insanlara saldırmaya çalıştı. Sadece bu ırkçı gruplar değil medya tarafından da hedef olarak gösteriliyoruz. Bize şiddet yanlısı solcular diyorlar. Özellikle Almanya’daki G20 eylemleri sonrası yoldaşlarımız Nijmegen’de tutuklandı. 2019 Martı’nda Amsterdam’daki başka bir eylem neden gösterilerek bir kişi Grote Broek’ten alınarak tutuklandı. Bu tutuklamalar, medyanın Grote Broek’i hedef göstermesinde etken oldu. Tabi ki eylemi, mücadeleyi savunan insanların mekanıdır Grote Broek. Ancak medyanın provokatif dili, bize yönelik herhangi bir saldırıyı haklılaştırma amacı taşıyor.

Tüm bu polis, faşist ve medya saldırısına rağmen kolektifin karşılaştığı en büyük sorun bu değil. Grote Broek 35 yıllık bir kolektif. Bu deneyimin unutulma sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu hissediyoruz bazen. Kendi yeri için mücadele eden insanların çabasıyla kurulan bu mücadele -ki bu insanların buraya katılmasının en büyük motivasyonlarından birisi- ve deneyimler unutulabiliyor. Özellikle yeni katılan insanlara bu deneyimlerin nasıl anlatılacağı ve bunun üzerinden işleyişin devamlılığı için neler yapılabileceğini sıklıkla konuşuyoruz. Bizce asıl karşısında mücadele edilmesi gereken şey bu.


Grote Broek’un benzer kolektiflerle ilişkileri nasıl?

Hollanda’da Grote Broek benzeri birçok mekan var. İşgal hareketinin uzun bir deneyimi var. Ve eski işgal evlerinden bazıları hala kendilerini sürdürüyor. Utrecht’te ACU, Emmen’de Huize Spoorloos, Amsterdam’da De Vrankrijk en de Binnenpret, Rotterdam’da Poortgebouw akla ilk gelenler. Bunların dışında Hague’da Autonoom Centrum, Amsterdam’da Nieuwland, Leiden’de Vrijplaats gibi projeler de bulunuyor. Bu kolektiflerdeki bireyler arasında bir bağ var ama kolektifler arası bir bağdan söz etmek mümkün değil. Ama özel durumlarda bir araya gelişler, dayanışmalar oluyor. Kasım 2018’deki faşist saldırı sonrasında, farklı şehirden birçok antifaşist Grote Broek’e gelerek dayanışma göstermişti.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Mücadeleler sonucu elde ettiğimiz beraberliklerimizi, bu beraberliklerle oluşuturulmuş mekanlarımızı unutmamak önemli. Onları devam ettirebilmek adına önemli. Mücadelenin meşruluğunu sağlayan şey tam da bu işte. Farklı coğrafyalardan deneyimleri paylaşmaya ihtiyacımız var. Toplumsal bir hareket yaratabilmek adına buna ihtiyacımız var. Sınır tanımayan dayanışma ilişkileri geliştirebilmek adına buna ihtiyacımız var. Tutsak olanlar; devletlere direnenler; kapitalizmle, ırkçılıkla, ataerkiyle, faşizmle mücadele edenlerin deneyimlerini paylaşmaya ve birbirinden haberdar olmaya her zamankinden çok ihtiyacı var.

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır. 

The post 1984’ten Bugüne Örgütlenerek: De Grote Broek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/24/1984ten-bugune-orgutlenerek-de-grote-broek/feed/ 0
Röportaj: Filmin Adı Ne Olsun? https://meydan1.org/2019/06/24/roportaj-filmin-adi-ne-olsun/ https://meydan1.org/2019/06/24/roportaj-filmin-adi-ne-olsun/#respond Mon, 24 Jun 2019 13:23:03 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/24/roportaj-filmin-adi-ne-olsun/ Meydan Gazetesi: Ali Bozan kimdir? Bize biraz kendinden söz eder misin? Ali Bozan: Antakya Mustafa Kemal Üniversitesi Heykel Bölümü’nde okurken sinemayla ilgilenmeye başladım. Heykel kendimi ifade etmem için yetersiz kaldı. Küçük küçük videolar çekmeye, bir şeyleri montajlamaya başladım. Sonra bir kısa film çektik. Yaratma sürecinin kendisini sevdim. Böyle kendiliğinden başlayan bir süreç oldu.. Üniversite yıllarından sonra […]

The post Röportaj: Filmin Adı Ne Olsun? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Bu topraklarda her objeyle, her nesneyle ilgili bir dramımız var; ayakkabı deyince Hrant Dink geliyor, ekmek deyince Berkin, buzdolabı deyince de Cemile… Önceki filminde, sokak ortasında katledilen ama sokağa çıkma yasağı nedeniyle cenazesinin alınmasına 7 gün boyunca izin verilmeyen Taybet İnan’ı anlatmıştı Ali Bozan. Şimdi ise, yine devlet tarafından katledilen 10 yaşında bir kız çocuğunun, Cemile Çağırga’nın günlerce buzdolabında bekletilmesini anlatıyor “Filmin Adı Ne Olsun?” filminde. Yönetmen Ali Bozan ile filmleri üzerine gerçekleştirdiğimiz röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

Meydan Gazetesi: Ali Bozan kimdir? Bize biraz kendinden söz eder misin?

Ali Bozan: Antakya Mustafa Kemal Üniversitesi Heykel Bölümü’nde okurken sinemayla ilgilenmeye başladım. Heykel kendimi ifade etmem için yetersiz kaldı. Küçük küçük videolar çekmeye, bir şeyleri montajlamaya başladım. Sonra bir kısa film çektik. Yaratma sürecinin kendisini sevdim. Böyle kendiliğinden başlayan bir süreç oldu..

Üniversite yıllarından sonra kendimi, bir şey çekmeden, İstanbul’da sinema sektörünün içinde buldum; ana akım işlerde çalışmaya başladım. Oranın bana bir şey katmadığını söylersem yalan olur, oradaki yapımların insanlar ve toplumlar üzerindeki etkilerini görmeye başladım. Sonra, “Anlatacak bir hikayem var mı?” diye düşündüm. Ülkenin siyasi durumunu biliyorsunuz; alternatif düşünen, işini iyi yapan, geçmişten beri profesyonelleşmiş insanların yokluğundan kaynaklı da yaptığım işler biraz daha fazla değer görmeye başladı. Yakın dönemdeki, özellikle son üç beş sene içerisindeki ülke gündemini, insanları, toplumu, bölgeyi ilgilendiren; kendime ve insanlara dert olduğunu düşündüğüm konuları seçmeye çalıştım.

“7 Gün 7 Gece” filmi ile tanındın. Seni bu filmi çekmeye iten neydi, film çekimi sırasında ve sonrasında neler yaşadın?

“Özyönetim” sürecinde şehirler ablukaya alınmış ve birçok trajik olay gerçekleşmişti. Çoğunu herkes gibi sosyal medyadan duyduk. Ne yapılabilirdi? Bir kadının cenazesi yedi gün boyunca sokakta kaldı, cenazesi alınamadı. Annenin cenazesini izlemek zorunda kalmak ne demek? Anlatılması çok zor bir şey. Bir senariste böyle bir şey yaz desen ve sana getirse “Ya çok abartmışsın” dersin, “Bu olabilir mi?” dersin. Ama oldu.

Benim o süreçte hissettiğim duygular öfke ve çaresizlikti. Böyle şeyler oluyor ve sen hiçbir şey yapamıyorsun. Motivasyonumun çıkış kaynağı buydu. Korkunç çaresizlik.

Mekan arayışı biraz problem oldu. Bölgeye gidip filmi yapamazdım, çünkü yasaktı. Fakat tabii devletin görevlileri oraya gidip klip bile çekti. Böyle olunca filmi kentsel dönüşümün sürdüğü bir mahalle olan Fikirtepe’de çekmeye karar verdim. Kentsel dönüşüm alanlarının Sur, Cizre ve Nusaybin’den farklı olmadığını görünce küçük bir sanatsal dokunuşla mekanı oluşturabildik.

Yeni filmin “Filmin Adı Ne Olsun?”un sürecinden konuşalım biraz. Yine sert bir konuyu ele aldığın bu filmin çekim sürecinde ne tür zorluklarla karşılaştın? Diğer filmle benzeşen ya da farklılaşan yanları neler oldu?

Yine bölgedeki benzer bir acıyı anlatan bir film. Cemile Çağırga’nın, 10 yaşında bir kız çocuğunun günlerce buzdolabında bekletilmesinin hikayesi. Bir buzdolabı, bir kız çocuğu ve bir adam etrafında dönen bir hikaye. Trajediler sanat dilinin sınırlarının çok üstünde, özellikle de Kürtlerin trajedileri. Daha iyi bir anlatımı aramaya, bulmaya yönelten işler daha çok ilgimi çekiyor; o nedenle böyle bir anlatıma gittik. Bunu anlatırken performans sanatına yakın bir tarza dönüştü.

Filmin adı aslında seyirciye sorulmuş bir soru. Geçmişi, çözüm sürecini hatırlatan bir soru. Kurmaca bir film. Ama gerçek bir hikayeden yola çıkan bir film. Öncekine göre daha zor oldu çünkü artık siyasi atmosfer de sertleşmişti. Filmin başka bir dili ortaya çıktı.

Mekan bulmada sorun yaşamadım ama oyuncu seçmeleri yorucuydu. Kız çocuğunu oynayacak çocuğu bulmak biraz sorun oldu. Gerçekten Cemile’nin yaşlarında ve onu yansıtan görünümde birini oynatmak tehlikeli de olabilirdi. İki oyuncu ve yönetmenin yoğun olarak çalıştığı bir süreç oldu. Tabii bir çok insan içinde yer almak istedi, dayanışma gösterdiler.

Her iki filmin de çekim süreçlerinde ailelerle bir irtibatın oldu mu?

Filmi çekerken Taybet Ana’nın da, Cemile’nin de ailesi ile doğrudan iletişime geçmedim ama benim bu filmleri yaptığımdan haberdarlardı. Amacım acıları tazelemek değil bir değer yaratmaktı. Muhtemelen o buzdolabı saklanıyordur. Orasının bir utanç müzesine de dönmesi gerekir. Bir kız çocuğunun buzdolabında olmasının hiçbir mantıklı açıklaması yok gerçekten. Bu topraklarda her objeyle, her nesneyle ilgili bir dramımız var, ayakkabı deyince Hrant Dink geliyor, ekmek deyince Berkin, buzdolabı deyince de Cemile.

Çekimi önceki filmdeki gibi tek plan yapmadım. Burada metaforik anlatımı seçtiğim için zorlayıcı planlardan ve tekniklerden uzaklaştım. Filmin bütçesini tamamen kendi imkanlarımla karşıladım.

Günümüzde çocuklar çalışmak zorunda bırakılıyor, cinsel şiddete maruz kalıyor, hapishanelerde tutsak ediliyorlar. Bunları da düşündüğümüzde kendini ve sinemanı nasıl bir yerde konumlandırıyorsun?

Tüm arşivine el konan Oktay İnce kendisini Sinema Genel Müdürlüğü önüne zincirledi, Bakur’un yönetmenleri yargılanıyor, neye varacak bilinmiyor. Yani sadece çocuk sorunu yok. Hangi kesimden olursak olalım, çocuk hassas olduğumuz bir konu. Eskiden çocukla ilgili meseleye ortak tavır geliştirirdik! Artık bu ortaklaşma da ortadan kalktı. Ben isterdim ki 45 erkek çocuğuna tecavüzün çekilmiş bir filmi olsun. Ne var ki bu başlı başına cesaret gerektiriyor. Ama yapılması gerekiyor, Ceylan Önkol’un anlatılması gerekiyor. Bütün bunlardan bahsetmeyeceğiz de neyden bahsedeceğiz?

Korkunç bir korku duvarı var. Gerçekten başardılar. Çünkü insanlar kendiliğinden “Ya başıma bir şey gelirse?” demeye başladılar.

Sinema öncelikle hafızadır. Biz balık hafızalıyız. Bırakın 10 yılı, 5 yılı, bir hafta öncesinde yaşananları hemen silebiliyoruz belleklerimizden. Sanki hiç olmamış gibi davranabiliyoruz. Diri tutmak adına etkilidir sinema.

Son olarak neler eklemek istersin?

Filmin kurgusu bitmek üzere. Filmi yurtdışı izleyicisindense öncelikle bölge insanına ulaştırmayı önemsiyorum. Buna en çok o insanların ihtiyacı var.

Röportaj: Doğaç İlbay

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Röportaj: Filmin Adı Ne Olsun? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/24/roportaj-filmin-adi-ne-olsun/feed/ 0
Röportaj: Alexander Khost: “Eğitmeyen Okullarda Oyunla Öğrenmek” https://meydan1.org/2019/06/14/roportaj-alexander-khost-egitmeyen-okullarda-oyunla-ogrenmek/ https://meydan1.org/2019/06/14/roportaj-alexander-khost-egitmeyen-okullarda-oyunla-ogrenmek/#respond Fri, 14 Jun 2019 12:12:51 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/14/roportaj-alexander-khost-egitmeyen-okullarda-oyunla-ogrenmek/ Alternatif eğitim modelleri hakkında gerçekleştirdiğimiz araştırmalar, tartışmalar, yazılar ve röportajlara devam ediyoruz. Gazetemizin 47. sayısında öz yönelimli öğrenme hakkında röportaj yaptığımız Alexander Khost ile bu kez, Kadıköy’de gerçekleştirilen, alternatif eğitim üzerine farklı yaklaşımlardan pratiklerin aktarıldığı ve kendisinin de katıldığı sempozyum ve 26A Atölye’de yaptığı etkinlik üzerinden bir sohbet gerçekleştirdik. Merhaba Alex, bazı okuyucularımızın bildiği gibi […]

The post Röportaj: Alexander Khost: “Eğitmeyen Okullarda Oyunla Öğrenmek” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Alternatif eğitim modelleri hakkında gerçekleştirdiğimiz araştırmalar, tartışmalar, yazılar ve röportajlara devam ediyoruz. Gazetemizin 47. sayısında öz yönelimli öğrenme hakkında röportaj yaptığımız Alexander Khost ile bu kez, Kadıköy’de gerçekleştirilen, alternatif eğitim üzerine farklı yaklaşımlardan pratiklerin aktarıldığı ve kendisinin de katıldığı sempozyum ve 26A Atölye’de yaptığı etkinlik üzerinden bir sohbet gerçekleştirdik.

Merhaba Alex, bazı okuyucularımızın bildiği gibi birkaç hafta önce bir sempozyum için Türkiye’deydin ve 26A Atölye’de öz yönelimli eğitim üzerine bir etkinlik gerçekleştirdin… Öncelikle çocuk hakları konusundaki perspektifini ve dünyanın birçok yerinde edindiğin deneyimleri öğrenmek bizim için çok ilham vericiydi. Buradaki deneyimin nasıldı ve Türkiye’deki durum hakkında izlenimlerin neler?

Her şeyden önce, Kolektif 26A’da tanıştığım harika insanlar beni o kadar nezaket ve içtenlikle karşıladı ki ne kadar teşekkür etsem azdır. Hepinize çok teşekkür ederim. Bana derinden ilham verdiniz. Alternatif Eğitim Sempozyumu da güzel bir buluşmaydı ama sempozyumun asıl ilgi alanı daha çok yukarıdan aşağı, yetişkin güdümlü eğitim modelleri gibi gözüküyordu ki bence bunlar hala çocuk haklarını ihlal ediyor.

Türkiye’de çocuk hakları mücadelesinin bir çok açıdan ABD’de olduğundan çok daha zorlu olduğunu görüyorum. ABD eğitim kanunları o kadar katı değil ve bu yüzden istersek Öz Yönelimli Eğitim yapıp “cezasız” kurtulabiliyoruz. Ancak baskıyla birlikte daha fazla tutku geliyor. Ve Türkiye’de çocuk haklarıyla ilgilenen insanların gerekli değişiklikleri yapmak için çok daha motive ve kararlı olduklarına şahit oldum. ABD, çoğu zaman topluma sahte “seçenek” sunarak, kapitalizmi gerçekten protesto etmemizin önünü tıkıyor.

Sonuçta çocuk haklarına inananlar her iki ülkede aynı mücadeleyi yürütüyor; çocuklar duygusal ve hatta bazen fiziksel şiddetle eziliyor. İnsanların büyük çoğunluğu bu durumun zalimliğini ve çocukluktaki ezilmenin topluma getirdiği korkunç etkileri anlamıyor gözüküyorlar.

Bir hayvan yaşamının erken döneminde travma yaşadığı zaman o hayvanın yetişkin olduğunda nasıl zorluklar çektiğini açıkça kabul ediyoruz. Fakat aynısının insanlar için geçerli olduğunu reddediyoruz. Devletin zorunlu müfredatını dayatmak travmadır, çocukları sıralara oturtup onlardan itaat istemek şiddettir. Bunu çocuklara yıllarca ve yıllarca ve yıllarca yapıyoruz ve onların kendi iyiliği için olduğunu söylüyoruz. Bu onların kendi iyiliği için değil, devletin çıkarı için. Bu durum en iyi ihtimalle şevki kırılmış yetişkinler yaratıyor, en kötüsü depresyon, endişe ve hatta intihar. Bu Türkiye’de, ABD’de ve dünyanın neredeyse her yerinde oluyor. Bunun durması gerek.

Kesinlikle. Sen kendini tanıtırken, genç hakları savunucusu olarak tanıtıyorsun. 26A’daki etkinliğe başlarken kurduğun bir cümle dikkatimi çekmişti: “Toplumun hiçbir kesimi, tarihin hiç bir döneminde çocuklardan daha çok ezilmiyor.” demiştin. Bu çok çarpıcı bir ifade. Bunu biraz açabilir misin – çocuk hakları konusunda ne sorunlar var?

İnsan haklarının tarihine bakarsak zulüm ve ayrımcılık, tarım ve zenginliğin bulunmasıyla başlıyor. Zamanın bu noktasında birçok insan grubu zenginlerin daha zengin olması için zorla idare ediliyordu. Bu sistem devam etti ve endüstri çağında genişledi ve tabii bugün halihazırda her yere yayılmış durumda. Açıkçası zulüm zulümdür; tahakkümün altında acı çeken her birey, bu işkenceci sistemin kurbanıdır ve bireylerin ya da grupların acılarını karşılaştırmaya gerek yok. Böyle demekle birlikte bu süreç boyunca çocuklar hemen her zaman haklarından mahrum bırakıldılar ve bu gün bile insandan aşağı görülüyorlar. Bana inanmıyorsanız herhangi bir kıtada herhangi bir çocuğun tuvalete gitmek için izin istemek zorunda olması, kendi varlıklarını biriktirmesine izin verilmemesi ya da onu etkileyen konularda karar verememesi gibi durumlara bakabilirsiniz. Ve tabii ki çocukluk herkesin yaşamının bir parçası olduğu için bugüne kadar sürmüş olan en kapsayıcı ve en uzun tahakküm biçimi.

Çocuklara ne yapacaklarını söylemeye başladığımızda onlara disiplini ve otoriteye itaat etmeyi öğrettiğimizi kabul etmeye başlamalıyız. Çocukların kendileri için önemli olan şeyler konusunda her gün kendi kararlarını verebilmeleri gerektiğini kabul etmeye başlamalıyız. Bunun anlamı ebeveynlerin, çocukların suda ve çamurda oynamak istediklerinde kirlenmelerine izin vermesidir. Bunun anlamı kendi yatma zamanlarını belirlemelerine izin vermek ve oyuncaklarını kimlerle paylaşmak istediklerini seçebilmeleri ya da mülkiyetlerini (mülkiyetimiz olacaksa tabi, ama bu başka bir gün yapılacak başka bir tartışma!). Bunun anlamı çocukların bir okul dersine gidip gitmemeyi seçmesine izin vermektir.

Aslında çocuk haklarının “eğitim”den çok daha fazlası olduğu açık. Çocukların katılımı sorunu hiç tartışılmıyor. Bu konuda ne yapabiliriz?

Eğitim çocukların yaşamının sadece bir parçası ve bu yüzden onların hak mücadelelerinin sadece bir parçası. Yaşamlarının büyük bir parçası oluyor çünkü toplum her gün çocukları okullara kapatıyor (“eğitiyor” yerine “okullara kapatıyor” demek istiyorum). Ve tabii çocukların özgürlüklerini kazanmalarına yardım etmenin önemli bir parçası. Ama başlayabileceğimiz tek yol bu değil. İlla eğitim reformuyla başlamak zorunda değiliz, ama bir noktada kesinlikle ele alınması gerekiyor.

Türkiye’deki eğitim kanunlarından anladığım kadarıyla buradan işe başlamak iyi bir seçim değil çünkü sistemi değiştirmek için gereken kavga şu an için çok büyük. Bunun yerine, çok daha az denetleme ve çok daha fazla etki alanı olan, çocukların okul dışı zamanlarıyla başlamayı öneriyorum. Kısaca açıklayayım:

Kendi çocuklarım tüm yaşamları boyunca Öz Yönelimli Eğitim ortamında bulundular. O zaman boyunca birçok insanın çocuklarıma ve bir ebeveyn olarak bana çok eleştirel baktıklarını gözlemledim. Sonra öz yönelimle aynı yöntemleri kullanan bir yaz kampı açtım ve aynı eleştirel ebeveynlerin çocuklarını benim programıma yazdırdığını görünce şaşırdım. Neden böyle olduğunu merak ettim ve hemen anladım ki ebeveynler (ve genel olarak toplum) öz yönelimli eğitimin çocuğun gelişimi için sağlıklı olduğunu ancak okul zamanı değil oyun zamanı olarak algıladığında kabul etmeye razı oluyor.

Bu yüzden yıllarca kendimi özgür oyun düşüncesi etrafında oluşan bir oyun alanı açmaya verdim. Bu oyun alanın adı “Bahçe” ve kurucu ortağı olduğum play:groundNYC (https://play-ground.nyc/) projesi tarafından işletiliyor. Geleneksel olarak okullanan binlerce çocuk her yıl bu oyun alanına akın ediyor ve daha önce fırsatını bulamadıkları öz yönelimi deneyimliyor.

Bu “hurda” ya da “macera” oyun alanlarının uzun bir geçmişi var (2. Dünya Savaşı sırasında başladılar) ve bazen “riskli oyun” denilen şeyin içinde çocuklara kendi kararlarını verebilecekleri zamanı ve mekanı sunuyor. Özetle bir araziyi çitliyorsunuz, her şeye karışan yetişkinleri uzak tutuyor ama çocukların haklarına saygı duyan “oyunişçileri”nden oluşan bir kadroyu hazır tutuyorsunuz, sonra da çocuklara oynayabilecekleri malzemeler veriyorsunuz. Hurda kullanılmasının nedeni, tanım gereği yetişkinler için hiçbir değerleri yok ve bu yüzden çocuklar hemen bu malzemeleri sahiplenebiliyor. Onlar kırabilir, yakabilir, boyayabilir, yağmurda 1 hafta bırakabilirler. Bunların hepsi bir yetişkinden izin isteme ihtiyacı duymadan yapılıyor.

Hurda oyun alanlarının arkasındaki ana kural (ve bütün ebeveynlere ve genç insanlarla çalışan yetişkinlere önerdiğim alıştırma) çocukların risk almalarını istiyoruz ve kazaları önlemek istiyoruz. İkisi de tehlikeli. Ama kazalar, çiviye basmak ya da sıcak sobaya dokunmak gibi çocuğun farkında olmadığı tehlikeler önlenmeli. Bir ağacın dalına tırmanmak ya da arkadaşıyla kılıç dövüşü yapmak gibi riskler kendi ilgilerini geliştirmek için bilinçli olarak aldıkları tehlikeler. Çocukların sağlıklı büyümesi için almak istedikleri bütün riskleri almalarına izin vermeliyiz.

Hurda oyun alanlarında çalıştıktan sonra farklı bir şeye geçtim, onlara Uçan Kadro diyorum. Temelde hurda oyun alanı ile aynı fikir ama bunda çitlenmiş bir arazi yok. Halk kütüphanesinde genç insanlarla buluşuyorum ve beraber nasıl zaman geçireceğimize karar veriyoruz. Tasarlanırken genç insanlara hiç önem verilmeyen ve dayatılan kanunlarında onları yok sayan bir şehirde kendimize bir mekan oluşturmaya çalışıyoruz. Ve her gün genelde “şaka” olarak tanımlanan şeyleri yaparak genç insanların sivil itaatsizliklerini çalışıyoruz.

İnanıyorum ki Türkiye’deki çocuk hakları hareketine yardım etmek istiyorsanız, başlamak için en iyi yer bu hurda oyun alanları ve benzeri kavramlar (basitçe çocuklarınızın evde özgürce oyun zamanı olmasına izin vermek dahil!). Ebeveynler, eğitimciler ve kanun yapıcılar böyle ortamların faydalarını görüp böyle bir atmosferde çocuklara güvenebileceklerini anladıkları zaman, yavaş yavaş bu kavramlar benimsenecek. O zaman bir güvenli ebeveynlik hareketi başlayabilir ve eğitim reformu kaçınılmaz olur. Bu yüzden hepinize İstanbul’da bir hurda oyun alanı açmak için uğraşmayı öneriyorum…

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.

The post Röportaj: Alexander Khost: “Eğitmeyen Okullarda Oyunla Öğrenmek” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/14/roportaj-alexander-khost-egitmeyen-okullarda-oyunla-ogrenmek/feed/ 0
Röportaj: İzmir Aliağa Belediyesi İşçileri Direnişte https://meydan1.org/2019/06/14/roportaj-izmir-aliaga-belediyesi-iscileri-direniste/ https://meydan1.org/2019/06/14/roportaj-izmir-aliaga-belediyesi-iscileri-direniste/#respond Fri, 14 Jun 2019 09:22:38 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/14/roportaj-izmir-aliaga-belediyesi-iscileri-direniste/ 31 Mart yerel seçimlerini kazanan Aliağa Belediyesi’nin MHP’li Başkanı, geçen seçimde olduğu gibi bu seçimde de ilk iş olarak belediyede çalışan -çoğunluğu Kürt ve Alevi olan- toplamda 22 işçiyi tazminatsız olarak işten çıkardı. İşten çıkarılmalarına karşın 20 gündür Demokrasi Meydanı’nda direnişte olan işçilerden Ali Kemal Akdağ ile Meydan Gazetesi olarak bir röportaj gerçekleştirdik. Merhaba, Aliağa […]

The post Röportaj: İzmir Aliağa Belediyesi İşçileri Direnişte appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

31 Mart yerel seçimlerini kazanan Aliağa Belediyesi’nin MHP’li Başkanı, geçen seçimde olduğu gibi bu seçimde de ilk iş olarak belediyede çalışan -çoğunluğu Kürt ve Alevi olan- toplamda 22 işçiyi tazminatsız olarak işten çıkardı. İşten çıkarılmalarına karşın 20 gündür Demokrasi Meydanı’nda direnişte olan işçilerden Ali Kemal Akdağ ile Meydan Gazetesi olarak bir röportaj gerçekleştirdik.

Merhaba, Aliağa Belediyesi işçisi olarak –tam da 31 Mart seçimlerinin hemen sonrasında- işten çıkartılan 22 işçi arasındasınız. Bu keyfi işten çıkarmalara karşı Demokrasi Meydanı’nda direnişe başladınız. Kendinizi de tanıtarak süreci bize anlatır mısın?

Ali Kemal Akdağ: Ben Ali Kemal Akdağ. 37 yaşındayım. 3 yıldan beri Aliağa Belediyesi’nde çalışıyorum. 10 gün önce muhasebeden bir telefon aldık, işimize son verildiğine dair. Bize şirketten çıkışlarınızı alabilirsiniz dediler. Onun dışında herhangi bir yetkili personel hiçbir şekilde bizimle iletişime geçmedi. Neden işten çıkarıldığımızı da bilmiyoruz. Bize verilen evrakta yazan sadece teknolojik gelişmelerden dolayı tasarrufa gidileceği yönünde. Biz herhangi bir teknolojik gelişme de göremedik. Çalışma şartlarını, koşulları biliyoruz. Teknolojik şartları da biliyoruz ama hiçbir şey göremedik. Aynı sistem devam ediyor.

Size göre işten çıkarmaların sebebi nedir?

Biz belediyeden bazı duyumlar alıyoruz, işten çıkarmaların sadece siyasi olduğuna ilişkin. Biz de öyle düşünüyoruz. Siyasi çıkarmalar bunlar. Bundan 5 yıl önceki süreçte de seçimden sonra aynı şeyler olmuştu. O zaman da 104 işçinin işine son verilmişti. Şu anda sayımız 22. Ama her gün yeni işten çıkarmaların olacağına dair yeni haberler geliyor.

Biz farklı birimlerde çalışan işçiler olarak çıkarıldık, ancak nedense aynı coğrafyanın insanları çıkarılıyor. Şu anda çıkan 22 kişinin ağırlığı bu şekilde. Gelen bilgiler de bu şekilde. Bundan önceki seçimde aynı şey olmuştu. Duyumlar alıyorduk seçimden önce. “Geldiğimizde hiç Erzurumlu bırakmayacağız.” gibisinden söylemlerle karşılaşıyorduk.

Bu süreçte size karşı Aliağa Belediyesi’nin herhangi bir baskısı oldu mu? Önceden arkadaşınız olan işçilerin tepkileri nasıldı?

Bize telefonlar geliyor şu anda çalışan arkadaşlardan. “Kusura bakmayın, baskılardan dolayı size gelemiyoruz, iletişime geçemiyoruz.” şeklinde. Yani içeride baskılar var, içerdeki arkadaşlar şu an daha zor durumdalar. Belediyeden doğru böyle bir baskı var.

Çevreden şu ana kadar olumsuz bir tepkiyle karşılaşmadık. İçerideki arkadaşlara bayağı baskı var, arkadaşlar buradan geçerken selam bile veremiyorlar. Dönüp bu tarafa bakamıyorlar bile. Mümkün olduğunca çevre yollardan dolanarak buradan geçiyorlar. Bunlar içerideki baskılardan kaynaklanıyor.

Şimdiye kadar Aliağa Belediyesi’nden veyahut belediyeye bağlı çalışan şirket yönetiminden herhangi bir geri dönüş oldu mu?

Hiçbir şekilde hiç kimseden bir ses çıkmadı. Şu ana kadar hiçbir iletişime geçilmedi bizimle. Bildiğim kadarıyla sendikanın randevu taleplerine de karşılık verilmiyor. DİSK Genel-İş’e bağlıyız. Oradan arkadaşlarımız bu durumla ilgileniyor.

Direnişi sürdüreceğinizi söylüyorsunuz. Bunu nasıl gerçekleştirmeyi düşünüyorsunuz, neler yapmayı planlıyorsunuz? Daha önce de kalabalık bir basın açıklaması gerçekleştirmiştiniz…

Direnişimiz devam edecek. Haklı taleplerimiz karşılanana kadar direnişimiz devam edecek. Sendikayla, sendikanın aldığı kararlarla birlikte biz de o yolda ilerliyoruz. Sendikamızın alacağı kararlara uyacağız, onlarla beraber devam edecek bu süreç.

Önceki basın açıklamamıza da katılım beklediğimiz gibi oldu. Ama Aliağa’dayız, Aliağa’da yaşıyoruz. Burası emeğin kenti. Burada birçok ilden, ilçeden bir sürü insan var. Hepsi emeğiyle yaşayan insanlar. Genel olarak direnişle dayanışmanın yeterli olmadığını düşünüyoruz, Aliağa için beklentimiz daha yüksek. Partiler desteğe geliyor, sendikalar desteğe geliyorlar. Umarım emeğe sahip çıkılır. Ramazan ayının etkisi olduğunu düşünüyoruz bu durumda. Bu haftadan sonra biraz da hareketleneceğini umuyoruz.

Peki işten çıkartılırken başta tazminatlar olmak üzere alacaklarınız ödendi mi?

Yasal haklarımızı kullandık. Şu anda iş avukatlarda, avukatlarımıza verdik. Avukatlar bu süreçle ilgilenip bizi bilgilendirecekler. Şu ana kadar herhangi bir ödeme yok. 5 yıl önce çıkarılan işçilerden dahi ödemesi yapılmayanlar varmış, öyle bilgiler var.

Direnişin boyunca seninle dayanışmaya gelenler oldu. Bu dayanışma sana ne hissettirdi?

Genelde iyi tepkiler alıyoruz. Ben yaklaşık 32 yıldır Aliağa’da yaşıyorum; burada aşağı yukarı herkes birbirini tanır, birbirini bilir. Biz burada emeğiyle yaşayan insanlarız, insanlar biliyorlar. Bize “Çalışmadı!” diyemezler. Biz çalışarak alın terimizle, emeğimizle işimizi yürüttük. Ama farklı sebepler farklı nedenler, işte dediğim gibi kendi kadrosunu oluşturmak gibi durumlar nedeniyle işten çıkarıldık.

Röportaj için teşekkür ederiz. Meydan Gazetesi olarak direnişinizi dayanışmayla selamlıyoruz.

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.

The post Röportaj: İzmir Aliağa Belediyesi İşçileri Direnişte appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/14/roportaj-izmir-aliaga-belediyesi-iscileri-direniste/feed/ 0
Röportaj: Kapitalizmin Krizine, Ataerkinin Şiddetine, Dinin Otoritesine Karşı Dammeh Kooperatifi https://meydan1.org/2019/04/17/roportaj-kapitalizmin-krizine-ataerkinin-siddetine-dinin-otoritesine-karsi-dammeh-kooperatifi/ https://meydan1.org/2019/04/17/roportaj-kapitalizmin-krizine-ataerkinin-siddetine-dinin-otoritesine-karsi-dammeh-kooperatifi/#respond Wed, 17 Apr 2019 19:35:59 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/17/roportaj-kapitalizmin-krizine-ataerkinin-siddetine-dinin-otoritesine-karsi-dammeh-kooperatifi/ Meydan Gazetesi: Dammeh’in kuruluş sürecinden biraz bahseder misiniz? Sizi Dammeh’i kurmaya iten zorunluluklar nelerdi, hangi amaçlarla çalışmalara başladınız? Dammeh Kooperatifi: Dammeh 2015’te 12 kişiyle çalışmalarına başladı ve şu anda 50’nin üzerinde inisiyatifiyle yoluna devam etmekte. Dammeh’in ilk yıllarında Beyrut’taki muhalif hareketler örgütlenmek için kendilerine ait bir alandan yoksundular, faaliyetlerimizi yürütmek buna bağlıydı bu eksiklik mücadelemizi […]

The post Röportaj: Kapitalizmin Krizine, Ataerkinin Şiddetine, Dinin Otoritesine Karşı Dammeh Kooperatifi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kapitalist, cinsiyetçi, otoriteye dayalı yaşadığımız dünyada var olan üretim-tüketim ilişkilerine alternatifler arayan kolektifler ve kooperatiflere her sayımızın arka sayfalarında yer veriyoruz. Dört yıldan beri Beyrut’ta yeni alternatif ekonomiler yaratılması için deneyim biriktirmeye ve bu ekonomiyi güçlendirmeye karar vermiş Dammeh Kooperatifi’yle bir röportaj gerçekleştirdik.

Meydan Gazetesi: Dammeh’in kuruluş sürecinden biraz bahseder misiniz? Sizi Dammeh’i kurmaya iten zorunluluklar nelerdi, hangi amaçlarla çalışmalara başladınız?

Dammeh Kooperatifi: Dammeh 2015’te 12 kişiyle çalışmalarına başladı ve şu anda 50’nin üzerinde inisiyatifiyle yoluna devam etmekte.

Dammeh’in ilk yıllarında Beyrut’taki muhalif hareketler örgütlenmek için kendilerine ait bir alandan yoksundular, faaliyetlerimizi yürütmek buna bağlıydı bu eksiklik mücadelemizi hatta politik konumumuzu belirliyordu.

Başlangıçta bizim için net olan temel konulardan ilki ekonomik olarak bağımsız olmak ve bunu sürdürebilmekti. Faaliyetlerimizi yürütebileceğimiz fiziksel bir alan ihtiyacını giderebilmek ve bu alanın net politik değerlerinin olması da Lübnan’daki hareketlerin yıllar boyunca biriktirdiği deneyimi korumasını sağlayacaktı. İlk bir yılımız Dammeh’in politikasını anlatan el kitabını oluşturmakla geçti. Bu kitapçığı sürekli gözden geçirip güncelliyoruz.

Dammeh üyelerinin, politik düşünceleri ve kooperatifin hedefleri etrafında birleştiği belli başlı ilkeler bulunuyor. Bu ilkeler dayanışma, eşitlik, saygı, özen, kolektif yaşam, şeffaflık ve sorumluluk.

Bu değerler pratiğimizde, yaşam alanımızı, mücadelemizi ve projelerimizi toplumsal, ekonomik ve yaratıcı anlamda kolektif olarak sürdürmek, eşyalarımızı, kaynaklarımızı, becerilerimizi, bilgimizi ve fırsatlarımızı eşit olarak paylaşmak, iletişimimizde ve yaptığımız işte açık ve şeffaf olmak gibi daha ayrıntılı değerlere evriliyor.

Cinsiyete dayalı adaletsizliklere karşı, kadın ve trans bireylerin bedensel ve politik özgürlük mücadelesini temel mücadele alanlarından biri olarak görüyoruz. Cinsellik ve toplumsal normlara uymayan cinsiyetler konusunda çalışmalarımızda cinselliği olumlayan trans-kapsayıcı bir queer politika ve eleştirel feminist çerçeveyi benimsiyoruz. Bize göre kapitalizm ve ataerki, kadınları ve trans bireyleri ezen iç içe geçmiş sistemlerdir.

Devletin ve dinin baskılarına karşı mücadelemizde, sadece tutucu rejimin dış görüntüsünü değiştiren bir makyaj olarak değil, tüm karar alma süreçlerinde sosyal ve ekonomik olarak adalete dayanan bir sekülerliği amaçlıyoruz. Irkçılık karşıtı mücadelenin, sınıf mücadelesi ve cinsiyete dayalı adaletsizliklere karşı mücadeleyle yakından ilişkili olduğunu görüyoruz. Mülteciler ve göçmen işçilerle birlikte, baskıcı uygulamalara, politikalara ve normlara karşı örgütlü mücadeleyle ve sendikal faaliyetlerle dayanışma içerisindeyiz.

Ekonomik olarak ise komünist bir çerçeveyi benimsiyoruz ve kendi kendine yeten kooperatiflerde, girişimlerde olduğu gibi kaynakların ve üretim araçlarının doğrudan demokrasiyle işlediği, kararların ve inisiyatiflerin yerel olarak belirlendiği alternatif ve katılımcı modelleri destekliyoruz.

Küresel kapitalizmin dinamiklerini yeniden üreten uluslararası örgütlere, bağışçılara ve ağlara karşı direniyoruz. Irkçı İsrail devletine karşı boykotu, ambargoyu ve çeşitli yaptırımları destekliyoruz. Demokrasi ve insan hakları adı altında katliamların ve vahşetin beyaza ya da pembeye boyanmasına karşı direnişteyiz.

Biraz da günlük işleyişe dair konuşalım. Dammeh’in ekonomisi, yürüttüğü faaliyetler ve karar alma süreçlerine dair biraz bilgi verebilir misin?

Dammeh Kooperatifi’nin işleyişi kendi üyeleri tarafından finanse edilir ve özerktir. Bu işleyişi inisiyatiflerin dayanışması, bağışlar, çeşitli ürünlerin satışı ve etkinliklerden elde ettiğimiz gelirler ile sürdürüyoruz. Üyelerimiz, her ay maaşlarının %1 ile -%10 arasında bir miktarını üyelik aidatı olarak ödüyor, yalnız belirtmekte fayda var ki üyelerimizin değeri ödedikleri üyelik aidatıyla ilişkili değil.

Dammeh her şeyiyle onu oluşturan, sorumluluğunu alan, işlemesini sağlayan herkesindir. Harcama, satın alma ve gelirin dağıtılması gibi ekonomik kararlar dahil her kararda üyelerin eşit söz hakkı vardır. Dammeh kooperatifi, üyelerine her tür kişisel ve politik faaliyetlerinde bilgi ve beceri paylaşımı, ağlara erişim, ortak kaynakları ve araçları ya da bütün olarak ortak evi kullanma imkanı sağlar. Kooperatif işlerinin örgütlenmesi yine üyeler tarafından sağlanır.

Dammeh üyeliği, sadece katılma talebini dile getiren yerel ya da mülteci kadın ya da trans bireylere açıktır. Üyelerin Dammeh değerlerine ve el kitabına bağlı kalmayı, Dammeh’in sürdürülmesine ve karar alma süreçlerine zamanını, enerjisini ve yeteneklerini sunmayı kabul etmesi gerekir. Dammeh’in değerlerinin ya da el kitabındaki ilkelerin ihlal edildiği ya da sorgulandığı durumlarda hazır olmak adına şeffaflık ve sorumluluk ilkelerine bağlı olarak işleyen iç süreçlerimiz var. Örneğin Dammeh toplantılarının tutanakları her zaman bütün üyelerin ulaşabileceği şekilde hazır bulundurulur. Tüm ekonomik işleyişin detaylı bir muhasebesi yine tüm üyelerin ulaşabileceği şekilde hazır olmalıdır.

Küçük şeyleri tartışmak veya karar vermek için haftalık toplantılar yapılır, bu toplantıların tutanakları kaydedilmeli ve tüm üyelerin okuyabileceği şekilde erişilebilir olmalıdır. Politika el kitabıyla ilgili herhangi bir maddeyi güncellemek ya da önemli bir konuyu tartışmak ve karar vermek için ise üyelerin mutlak katılımıyla her üç ayda bir olağan “Dammeh Genel Meclisi” toplanır. Üyeler bu süreyi beklemeden bir “Acil Genel Meclis” çağrısı yapabilirler. Günlük kararları ve kişisel inisiyatifleri almak için bütün üyelerin katılımı aranmaz. Genel meclise ise yurtdışında olmayan üyelerin üçte birinin katılması gerekir.

Dammeh’in toplantılarında kararlar öncelikle konsensus ile alınır. Eğer tartışma için belirlenen sürede konsensus sağlanamazsa meclis ilerlemek için çoğunluk oyuna yönelebilir. Genelde çoğunluk oyu, katılımcıların yarısından bir fazlası ile kazanılır. En az iki üyenin kapalı oylama talep etmediği hallerde el oylaması kullanılır. Üyeler, bir kararın oylamaya gitmemesi ve daha fazla tartışma gerektirdiğini düşünüyorsa, karara şerh koyup oy birliğinin sağlanmasını isteyebilir.

Genel kurulda aynı zamanda üç ay boyunca çalışacak olan üç ayrı çalışma grubu için oylama yapıyoruz. Ev komitesi yaşam alanlarının temizliği ve mutfak ihtiyaçlarının temini gibi konularda ev ile ilgili her şeyin koordinasyonunu sağlıyor. Üyelik komitesi üyeler arasında ki iletişim, bir araya gelme ve oryantasyon etkinlikleri gibi üyelikle ilgili her şeyi örgütlüyor. Ekonomik komite ise üyelik aidatları, kira, elektrik faturaları gibi Dammeh ekonomisi ile alakalı her şeyi örgütlüyor.

Dammeh’in bir kooperatif olduğunu biliyoruz ve alternatif bir ekonomik işleyişi kurmaya yönelik çalışmalarını takip ediyoruz. Peki ya Dammeh’in bölgedeki politik hareketlerle olan ilişkisi nasıl?

Çalışmalarımızı henüz herkese açık bir şekilde duyurmuyoruz. Ekonomik olarak kendine yeterliğimizi ve politik olarak örgütlülüğümüzü tamamlayana kadar beklemeye karar verdik. 2015-2016 #YouStink sürecinde ilk “Feminist Blok” eylemlerinin parçasıydık. Göçmen işçilerin yürüyüşlerinde yer aldık. Halka açık sahillerin ve diğer kamusal alanların özelleştirmesine karşı hareketin bir parçasıyız. Kadın yürüyüşleri ve kadın mücadelesi ile ilgili çalışmalar yürüten feminist ağının bir parçasıyız. Suriyeli ve Filistinli göçmen işçilerle ilgili, ırkçılık karşıtı hareketin içinde de aktif bir şekilde yer alıyoruz.

Dünyanın farklı yerlerindeki benzeri kolektif, kooperatif deneyimlerden bildiğimiz gibi bu tarz faaliyetler yürüten yapılar polis baskısına ve faşist saldırılara maruz kalabiliyor. Daha önce buna benzer durumlarla karşı karşıya geldiniz mi?

Şansımıza Dammeh çok fazla tehdide maruz kalmıyor çünkü devlet ve öteki gruplar henüz varlığımızın farkına varmadı. Sürekli olarak diğer baskı altındaki gruplara mekanı açıyoruz. Örneğin dinci gruplar bir queer çalışmasını durdurması için hükümete çağrı yaptığında, Dammeh olarak çalışmalar için yer ve kaynak sağlamayı başardık. Ayrıca göçmen işçilerin özgürce örgütlenebilecekleri ve Lübnan kolluk kuvvetlerinin tehdit ve saldırılarına karşı güvenli bir alan sağlıyoruz.

Özellikle içerisinde bulunduğumuz süreçte dayanşma ilişkisi hepimiz için çok önemli. Sizin coğrafyanızda çalışmaları olan ve dayanışma içinde olduğunuz benzer deneyimler var mı?

Dammeh, kooperatif modelini inşa ederken, birlikler, hareketler ve kolektif bir güç oluşturmak için rejim tarafından yaşam alanları en çok daraltılan toplulukları bir araya getiren alternatif mekanları sürdürmeyi amaçlıyor. Ancak Lübnan’da bizim gibi fazla kooperatif yok. Göçmen toplulukları, bağımsız seküler öğrenci kulüpleri ya da feminist ağlar gibi birçok örgütü biz de destekliyoruz.

Son olarak gazetemizin okuyucularına neler söylemek istersiniz?

Zihinsel, duygusal ve fiziksel olarak birbirinize göz kulak olmalısınız. Yaşam alanlarınızın ve yoldaşlarınızın sorumluluğunu almak mücadeleyi güçlendirecek. Sadece sözlü olarak değil ekonomik olarak; bilgiyi, yeteneklerinizi ve ekonominizi paylaşarak birbirinizle dayanışma içinde olmalısınız. Sevgi, umut ve öfke ile örgütlenmeye!

Röp. Çeviri: Ahmet Soykarcı

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Röportaj: Kapitalizmin Krizine, Ataerkinin Şiddetine, Dinin Otoritesine Karşı Dammeh Kooperatifi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/17/roportaj-kapitalizmin-krizine-ataerkinin-siddetine-dinin-otoritesine-karsi-dammeh-kooperatifi/feed/ 0
Filmlerimi, Yazılarımı ve Arşivimi Geri Almak İçin Eylemdeyim https://meydan1.org/2019/04/16/filmlerimi-yazilarimi-ve-arsivimi-geri-almak-icin-eylemdeyim/ https://meydan1.org/2019/04/16/filmlerimi-yazilarimi-ve-arsivimi-geri-almak-icin-eylemdeyim/#respond Tue, 16 Apr 2019 09:47:44 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/16/filmlerimi-yazilarimi-ve-arsivimi-geri-almak-icin-eylemdeyim/ 6 ay önce polisin “sosyal medya paylaşımları ile terörü ve terör örgütünü övmek” suçlamasıyla evini basarak 20 yıllık arşivine el koyması ve o tarihten bu yana geri vermemesi üzerine İzmir Bayraklı Adliyesi önünde eylem yapan ve arşivini geri alıncaya kadar eylemini her salı sürdüreceğini açıklayan Seyri Sokak Video ve Belgesel Kolektifi‘nden Oktay İnce ile bir […]

The post Filmlerimi, Yazılarımı ve Arşivimi Geri Almak İçin Eylemdeyim appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

6 ay önce polisin “sosyal medya paylaşımları ile terörü ve terör örgütünü övmek” suçlamasıyla evini basarak 20 yıllık arşivine el koyması ve o tarihten bu yana geri vermemesi üzerine İzmir Bayraklı Adliyesi önünde eylem yapan ve arşivini geri alıncaya kadar eylemini her salı sürdüreceğini açıklayan Seyri Sokak Video ve Belgesel Kolektifi‘nden Oktay İnce ile bir röportaj gerçekleştirdik.

Meydan Gazetesi: Merhaba, 16 Ekim 2018 tarihinde evinin basılmasıyla başlayan süreci kısaca özetler misin?

Oktay İnce: Kapıyı çaldılar, sabah 10 gibiydi. Ankara’da ya da İstanbul’da olsaydı bu gözaltılarla insanlara korku verilmek istendiği için gece yarısı 04:00’te gelirlerdi. Ama burası Kemalpaşa. Biri kadın 4 polis “elimizde mahkeme kararı var, arama yapmak için geldik” dediler. Kararı görmek istedim. Marmaris Sulh Hakimliği’nden çıkarılmış olan kararda “evdeki her türlü dijital malzemenin alınması” yazıyordu. Arama yaptılar, tutanak tutup malzemelere el koydular. Gözaltı işlemi yapılmadı.

Polis görsel arşivini geri vermeme nedenini nasıl açıkladı?

Yasal olarak kopyasını alıp aslını bırakmak zorundasınız dediysem de sanırım bu darbecilerle ilgili olarak getirilen bir düzenlemeyle tüm dijital malzemenin asıllarının alındığını söylediler. Kopyalama, il merkezinde yapılacakmış. Kopyalayacağız ve vereceğiz diyorlar ama kopyalamanın süresi belirsiz.

Görüntülerini geri almak için nasıl bir süreç işlettin?

Arama sırasında aslında kavga çıkarmak gerekiyor. Yani vermemek için direnmek gerekiyor. Avukatları çağırmak gerekiyor. Ne kadarını ellerinden alabilirsek, kurtarabilirsek o kadar iyi. Öncesinde saklamadıysan arama sürecinde tantana çıkarman gerekiyor. Bunu alamazsınız diyerek. Ama beni aradıklarında çocukla yalnız olduğum için böyle davranma şansım olmadı.

Sonrasında bu arama kararını çıkaran savcıya gittim. Belgeselci olduğumu söyledim. 20 yıldır çektiğim görüntüler, yaptığım filmler ve yazdığım yazılar bunun içinde dedim. Savcı da İzmir Siber Suçlar Dairesi’ne kopyalamanın bir an önce yapılarak orjinallerin geri iade edilmesini içeren bir yazı yazdı. Daha sonra ise bu “suç”un internet üzerinden işlenmesini ve belli bir adresinin olmamasını gerekçe göstererek yetkisizlik kararı verdi. Dosya bu kez de Ankara’ya gitti.

İzmir Siber Suçlar’a gidip harddiskleri kopyalayıp geri vermelerini istedim ama onlar da darbecilerle uğraştıklarını söyleyip işlerinin yoğunluğunu gerekçe gösterdiler. Böylece hukuki süreç bitmiş oldu benim için. Süreç tüketilince ben de sokakta açıklama yapmaya karar verdim. Kamusal bir baskıyla bu işin çabuklaştırılarak yapılmasını sağlamak için.

Aradan aylar geçip arşivin sana teslim edilmeyince adliye önünde eylem yaptın. Bu eyleme nasıl karar verdin?

Ben hukuki sürecin tükenmesini bekledim. Araya seçim girdi, seçim sürecinin bitmesinin ardından ilk eylemi İzmir Adliyesi önünde yaptım. Sonrakilerde yeri değişebilir. Eylem yeri olarak konu ile ilgili temsili binalar, onların adalet dağıttıklarını iddia ettikleri saraylar olabilir. Bu adaletsizliğin, bu el koymanın teşhirine yönelik, onun görünürlüğünü sağlamak için eylemin biçimleri de değişebilir.

Sokakta yapacağım eylemleri polis kameraları da kaydettiği için aslında onlara doğrudan bir mesaj da vermiş olacağım. Ayrıca basında da yer bulabilirse oluşacak kamusal baskının sonucunda görüntülerimi geri alabileceğimi düşündüğümden bu eylem sürecine başladım.

İlk eyleminde ne tür tepkiler aldın, polislerden herhangi bir açıklama ya da engelleme geldi mi?

Eylem yerine geldiğimde siviller oradaydı, foto-film merkezi oradaydı. “Nerede olacak, nasıl olacak?”gibi sorular sordular ve eğer oturma eylemi yaparsam bunun 2911’e aykırı bir “suç” olduğu uyarısında bulundular. Ben bu konuda hukukçuların görüşüne itibar ederim dedim ve adliye binasının ve tabelasının görünebileceği bir noktada ısrarcı oldum, eylemime başladım.

Genel olarak seyrettiler, görüntü aldılar, açıklamamı yaptım ve açtığım pankartı 1 saat boyunca tuttum. Birinci raund bu şekilde tamamlandı.

Sana yöneltilen suçlama ile alınan görüntülerin arasında ne gibi bir ilgi kurulmuş?

Seyri Sokak hesabından, Dersim’de vurulan 2 TİKKO militanı hakkında birisi retweet, birisi tweet 2 paylaşım yapılmış. Bu insanlar halk savaşçısı olarak nitelenmiş, terörist denmediği için terör propagandası sayıyorlar bu tweetleri.

Bu tweetlerin kim tarafından atıldığını bulmak için mobil telefonumu ya da IP adresimi araştırabilirler. Ama harddisklerden ya da görüntülerin içerisinden buna ilişkin bir şey çıkarmaları mümkün değil. Ama yapmak istedikleri Seyri Sokak’ı bir tür illegal yapıymış gibi göstermek.

Bunun dışında da arşivimdeki birçok eylem ve direniş görüntülerinden, o eylemlere katılanlara yönelik suçlama getirebilirler. Ama bundan daha çoğu polisin kendi arşivinde zaten var.

Özgür haber alma hakkının engellenmesi bağlamında değerlendirdiğinde polisin tutumunu hakkında ne düşünüyorsun?

Basın kartın yoksa burada niye görüntü çekiyorsun diye zorluyorlar. Herkesin haber yapmasını ya da hukuki kanıt oluşturmasını bu şekilde engelliyorlar. Zaten son çıkan düzenlemeyle bu kart Cumhurbaşkanlığı onayına girmiş durumda. Yani bu, Saray’ı eleştirenlerin basın kartını onaylamamak anlamına geliyor.

Sen sarı kart taşısan da görüntü kaydetmeni fiili olarak engelliyorlar. Kimisinin çektiği görüntülerini sildiriyorlar, kimisini 1 saat gözaltında tutup bırakıyorlar. Zaten bu bir saatlik sürede eylem bitmiş oluyor.

Görüntü kaydeden diğer bağımsız videocuların benzer bir tehditle karşılaşmaması için neler yapılmalı?

Polisler arşivimi aldıktan sonra bazı arkadaşlarımdan “Niye iyi saklamadın, niye kopyalamadın?” diyenler oldu. Belgeselciler arşivlerini farklı evlerde saklayabilirler, internet ortamında da saklayabilirler ama ben bunların açıktan savunulması gerektiğini düşünüyorum. Ben nerede, nasıl saklayacağım kaygısına düşmeden filmlerimi üretmek istiyorum.

Basit nedenlerle el koyamazsınız, depolarınıza atamazsınız, yıllarca oralarda tutup çürütemezsiniz! Ben bunu açıktan savunmak gerektiğini, bunun bir hak olduğunu düşünüyorum. Bunu anlatalım ki görüntülerimizi hem çekerken hem film hazırlarken hem de gösterirken içimiz rahat olsun. Bunu oluşturacağımız kamuoyuyla anlatalım ki bu mücadele devlete pahalıya mal olsun.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

The post Filmlerimi, Yazılarımı ve Arşivimi Geri Almak İçin Eylemdeyim appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/16/filmlerimi-yazilarimi-ve-arsivimi-geri-almak-icin-eylemdeyim/feed/ 0
ADALET iÇiN Cumartesi Anneleri’nin Mücadelesi https://meydan1.org/2018/10/14/adalet-icin-cumartesi-annelerinin-mucadelesi/ https://meydan1.org/2018/10/14/adalet-icin-cumartesi-annelerinin-mucadelesi/#respond Sun, 14 Oct 2018 13:25:51 +0000 https://test.meydan.org/2018/10/14/adalet-icin-cumartesi-annelerinin-mucadelesi/ Meydan Gazetesi: 12 Eylül sonrası gözaltına alınan ve kaybedilen Cemil Kırbayır’ın kardeşisiniz. Cumartesi Anneleri olarak kayıpların bulunması için yaz demeden kış demeden yürüttüğünüz mücadele, devletin, ağabeyinizin gözaltında öldürüldüğünü resmen kabullenmesini sağladı. Bize bu süreci özetler misiniz? Fatma Gülmez: O dönemde, 1980’de, ağabeyim Cemil Kırbayır’ı yanımda gözaltına aldılar. Götürürlerken bana döndü, “üç beş güne kalmaz dönerim.” […]

The post ADALET iÇiN Cumartesi Anneleri’nin Mücadelesi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

1995 yılından beri, gözaltında kaybedilen yakınlarının akıbetlerini öğrenmek ve faillerden hesap sormak için her cumartesi günü Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemi düzenleyen Cumartesi Anneleri’nin 700. haftada yapmak istediği buluşma, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından engellenmek istenmişti.

1980 darbesinin ilk gözaltında kaybedileni olan Cemil Kırbayır’ın kız kardeşi Fatma Gülmez ile hem bu yasaklama kararı hem de gözaltında kaybedilenler üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.

Meydan Gazetesi: 12 Eylül sonrası gözaltına alınan ve kaybedilen Cemil Kırbayır’ın kardeşisiniz. Cumartesi Anneleri olarak kayıpların bulunması için yaz demeden kış demeden yürüttüğünüz mücadele, devletin, ağabeyinizin gözaltında öldürüldüğünü resmen kabullenmesini sağladı. Bize bu süreci özetler misiniz?

Fatma Gülmez: O dönemde, 1980’de, ağabeyim Cemil Kırbayır’ı yanımda gözaltına aldılar. Götürürlerken bana döndü, “üç beş güne kalmaz dönerim.” diye moral verdi. “Adalet yerini bulacak. Biz devrimciyiz, devrimciler ölmez, öldürülmez”. Bilemedik böyle olacağını. “Adalet yerini bulacak” Ben bu adaleti 30 yıldan fazladır bekliyorum. Adalet gelecek!

Cemil Kırbayır’ı aramaya başladık. O zaman Kenan Evren demişti ki “Oğlunuz kaçtı, firar”. Biz inanmadık tabii, yalan söylüyordu.

Sonradan, dönemin başbakanı, şimdiki Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüştük. Annemle beraber görüştüm. Erdoğan bize söz verdi. Annem Berfo Kırbayır’a söz verdi. “Tamam” dedi, “sonuçlandıracağım bunu”. Sonuçlanması için devlet arşivlerine girmesi konusunda Zafer Üskül’e (dönemin TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı) emir vermişti. Zafer Üskül dosyaları buldu, inceledi ve ortaya çıkardı ki, “Evet, Cemil Kırbayır gözaltındayken öldürüldü”. Cemil Kırbayır’ın devletçe öldürüldüğü kanıtlandı.

Devletin Cemil Kırbayır’ı öldürdüğü kanıtlandı ama Berfo Ana’ya verilen sözler tutuldu mu?

Meclisin raporu ile de tespit edilen işkencenin yapıldığı Kars Dede Korkut Eğitim ve Araştırma Enstitüsü’ne kadar gittik. Her yere baktık. O gün bu gündür Cemil’imiz nerededir, kemikleri nerededir, bulamadık. Dosyasında yazılı olduğu halde katiller yakalanmadı halen daha. Katiller yakalansın diye Galatasaray Meydanı’ndaki betonlarda oturma eylemimizi sürdürdük şimdiye kadar.

Ben Cemil’in kız kardeşi olarak çocuklarımı evde bıraktım, benim de sağlık sorunlarım vardır ama bir kemiğin peşine düşmüşüm, Cemil Kırbayır’ın kemiklerinin.

Anam ölmeden önce dedi ki, “Kızım beni gömmeyin. Yavrum olmadan, Cemil olmadan beni mezara koymayın”. Ama nasıl koymayacaksın! Bak, 7 yıl geçti hala anama verdiği sözler yerine gelmedi. Şimdi de Cumhurbaşkanı olmuş. Ben burdan sesleniyorum: Ne olur, evladın var! Bir darbe gördük, 80 darbesini de gördük. O darbeleri sen de yaşadın, bunu bize çok görme!

O zaman ağabeyimi askerler götürdü. O askerlerin de anaları vardı. O zaman devleti yönetenler bizi bize kırdırmak istiyorlardı. Cumhurbaşkanı’na sesleniyorum. Verdiği sözleri yerine getirsin, Cemil Kırbayır’ı bulsun, kemiklerini bulsun. Bu anaların elleriyle teslim ettikleri yavrularını bulsun. Bizim yaptığımız kötü bir şey değil.

1995’ten beri sürdürdüğünüz eylem 700. haftadan itibaren İçişleri Bakanlığı’nca yasaklandı. Şimdi yalnızca Galatasaray Meydanı’nda değil, İnsan Hakları Derneği’nin önünde bile açıklama yapmanızı engellemek istiyorlar. Uygulanmak istenen yasaklama kararını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu anaların çektiği çileler nedir? Ben bu betonlara çok mu razıydım? Hastaydım hiç halim yoktu gelmeye ama bir ümit diyerek gelmişken, şu İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun yaptığı işe bak! Polisle bizi karşı karşıya getirdi ve yaşlı analarımızı gözümüzün önünde sürükledi. Bize söyledikleri sözler nedir, ölseydim de bugünleri görmeseydim!

“Yapmayın, etmeyin! Analara dokunmayın! Kardeşlerimizi, evlatlarımızı arıyoruz!” dedim. Oradan bir polis amiri “Ölmek mi istiyorsun? Alın içeri bunu!” dedi. Bir kez daha yıkıldım… Bizi engelleyen polislere emri Soylu vermiştir diye onlara bir şey demedim ama bana “ölmek mi istiyorsun, içeri alın” sözüne yıkıldım. Ağabeyimi de devletin bu şekilde öldürdüğü gerçeği ile bir kez daha karşılaşmış oldum.

Polisin baskısına, sokakları kafes gibi kuşatmasına rağmen başta siz, kaybedilenlerin yakınları olmak üzere Cumartesi İnsanları, cumartesi günleri bir araya gelerek bu yasağı işlemez hale getiriyor. Bu konuda sizin düşünceniz nedir?

Çocuklarını arayan anaları ve bütün cumartesi insanlarını gözaltına alarak işkence ettiler. Bu insanlar diyorlar ki “kayıp yakınlarıyız”. Bize söylenen şey “sesinizi yükseltmeyin”. Bize işkence ettiler.

Bütün polisler duysun, burada durmak suçsa ben bu suçu işliyorum, işlemeye de devam edeceğim.

Eylem yapmamızı istemiyorlarsa kayıplarımızı versinler bize. Benim bütün vücudum sızlıyor. Gelsinler ağabeyimi versinler, yoksa benim ne işim var orada. Ben ne diyeyim Soylu’ya. Ben ağabeyimi yitirdim, ben Cemil Kırbayır’ı yitirdim, devrimci birini yitirdim. Ama vicdanımı, dürüstlüğümü hiç mi hiç yitirmedim.

Yeter, sabrımız da bir yere kadar. Bizim burada bulunma amacımız çocuklarımız, kayıplarımız. Yanlış iş yapıyorsunuz. Ateş düştüğü yeri yakar, be bakan. Sen benim acımı ne anlarsın! Cumhurbaşkanı, senin malın mülkün senin olsun, bana kardeşimi ver! Sevdiklerimizi verin bize!

Son olarak, eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Kanımızın son damlasına kadar, gücümüz yetene kadar bu alanlardayız. Verdikleri sözleri yerine getirecekler! Cemil Kırbayır “adalet” demişti. Adalet yerine gelene kadar, ne zamana kadar sürerse sürsün, ben buradayım, bu alanlardayım.

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.

 

 

 

The post ADALET iÇiN Cumartesi Anneleri’nin Mücadelesi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/10/14/adalet-icin-cumartesi-annelerinin-mucadelesi/feed/ 0
Anarşizm, Coğrafya ve Toplumsal Mücadele https://meydan1.org/2018/10/14/anarsizm-cografya-ve-toplumsal-mucadele/ https://meydan1.org/2018/10/14/anarsizm-cografya-ve-toplumsal-mucadele/#respond Sun, 14 Oct 2018 12:14:00 +0000 https://test.meydan.org/2018/10/14/anarsizm-cografya-ve-toplumsal-mucadele/ Meydan Gazetesi: Radikal coğrafya neden anarşist olmalı? Anarşizm ve coğrafya arasında ilişki kurmak neden önemli? Simon Springer: Makalem, Steem Fook’un 1972 tarihli “Radikal bir coğrafyanın neden Marksist olması gerekir?” makalesine bir cevaptı. Dedim ki marksist olmam gerekmiyor. Radikal coğrafya marksizmin egemen olduğu bir çalışma alanı durumuna gelmiş ve Harvey, radikal coğrafyanın seyri üzerinde derin bir […]

The post Anarşizm, Coğrafya ve Toplumsal Mücadele appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Anarşizmin sadece bir düşünce ve eylem olmasının dışında bilgiye ulaşmakta bir araç olarak da anlamlandırıldığı farklı disiplinlerde, son yıllarda anarşizmin önemini açıklamaya çalışan pek çok çalışma yapıldı. Coğrafya alanında bu tür çalışmalar yapan Simon Springer’ın marksist coğrafyacı David Harvey’le yaptığı tartışmaya daha önce gazetemizde yer vermiştik. Geçtiğimiz aylarda 26A Atölye’nin davetlisi olarak İstanbul’da bir konuşma gerçekleştiren Simon Springer’la anarşizm, coğrafya, toplumsal mücadeleler vb. birçok konu hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.

Meydan Gazetesi: Radikal coğrafya neden anarşist olmalı? Anarşizm ve coğrafya arasında ilişki kurmak neden önemli?

Simon Springer: Makalem, Steem Fook’un 1972 tarihli “Radikal bir coğrafyanın neden Marksist olması gerekir?” makalesine bir cevaptı. Dedim ki marksist olmam gerekmiyor. Radikal coğrafya marksizmin egemen olduğu bir çalışma alanı durumuna gelmiş ve Harvey, radikal coğrafyanın seyri üzerinde derin bir etkiye sahip olmuştu. Bütün bir alanda tek bir perspektifin baskın olduğu zamanlarda ortaya çıkan durgunluktan kaygılanıyordum. 1960’ların sonlarından itibaren Marksizm, özellikle Anglo-Amerikan coğrafyada beyaz erkeklerin egemenliğindeydi ve feministler görmezden geliniyordu. Feminist ve anarşist eleştirileri dikkate almaksızın yalnızca bu Marksist mesajda ısrar eden sadece Harvey değil; diğer coğrafyacılar ve diğer Marksistler için de yapılabilecek çok fazla eleştiri var.

Radikal coğrafya diye adlandırdığımız bir şey varsa, Kropotkin ve Reclus’nün coğrafi bir perspektiften anarşizm hakkında yazıyor olması sayesindedir. Yüzyıl önce var olan bu anarşizm geleneği nasıl olur da belirgin bir şekilde yok sayılır?

Coğrafyada marksist hegemonyayı kırmak için sence ne yapılmalı?

Sanırım coğrafyada marksizm hegemonyası kırılıyor zaten. Genç akademisyenler artık 10 yıl önce olduğu kadar bile marksizmden ilham almıyorlar. Marksizmin ifade ettiği mekânsal siyasetin sokakta, mahallede ve bütün dünyada olup bitenlerle anarşist mekansal siyaset kadar yakın ilişki içinde olmadığının farkındalar.

Anarşizm, kendi toplumlarımızda olup bitenlerin nabzını tutuyor, çünkü anarşizm pratiğinin kaynağı bu topluluklardır. Öte yandan Marksizm, en başından beri, anarşist bir siyasetin sahip olduğu türden bir gerçekliğe sahip olmadan, teori alanı içinde yer alan bir şeydir.

Akademide kendi bilgi imparatorluklarını yaratan akademisyenler var ve insanları marksist bir yörüngeye itmeye çalışıyorlar. Örneğin doktora tezimin başlığı konusunda komite ile uzlaşabilmek için anarşizm yerine post marksizm koymak zorunda kaldım, çünkü bir doktora tezinin başlığında “anarşizm” olmasını istemiyorlardı.

Son birkaç yıl içinde, marksizmin bu tür baskılarını teşhir ettik. Geçen sene başlayan ve her sene yapılacak olan Anarşist Coğrafyacılar Konferansı’nın ilkini İtalya’da organize ettik ve yoğun bir katılım oldu. Bu ilgiyi, egemen marksist politikanın söylenmemiş çok şey bırakmış olmasına ve marksizmin, özellikle David Harvey’nin mekanı, devlet yanlısı bir politikanın getirdiği ilişki biçimleriyle kavramsallaştırmaya çalışmasına bağlıyorum.

Devlet her zaman en önde ve merkezdedir. Devlet kapitalizme olanak sağlar. Devlet olmadan kapitalizm, kapitalizm olmadan da devlet var olamaz. Tarih bunu kanıtlıyor, ne zaman birileri devleti ele geçirip kapitalizmden uzaklaştırmak istese, kapitalizm devletli sürecin içinde kendine bir yer buluyor. Hiyerarşik ilişkilerin temeli budur. Her yönüyle sömürücüdür ve kapitalizmden daha iyi bir sömürü aracı yoktur. Günümüzde marksistlerin bunun üstesinden geldiğini ya da gelebileceğini düşünmüyorum; bunun için bir açıklamaları yok.

Asi Şehirler kitabı çıktığında okudum. Öne sürdüğü mekan politikasına gömülü olarak anarşizme yönelik o kadar fazla çarpıtma vardı ki tepem attı. Bir de tabii ölçek meselesi var. Harvey, bir anarşist projenin imkansız olduğunu ve işe yaramaz bir yerel düşünce olduğunu söylemek için konuyu tekrar tekrar ölçek meselesine getiriyor. Anarşistler Bookchin’in özgür belediyeciliği ya da Kropotkin’in federalist düşüncelerine işaret ettiğinde ise bu yapıların devlet gibi göründüğünü ve devlet gibi işlediğini söylüyor. Harvey, anarşistlerin bahsettiği yatay örgütlenme biçimlerini, politik coğrafyalarımızdaki hiyerarşilerinin yıkılıp yatay olarak yeniden düzenlenmesi düşüncesini anlamamazlıktan geliyor.

Harvey kendini hep anarşistlerin dostu gibi göstermeye çalışıyor. Ama dikkatli okuyunca, anarşistlere ve genelde anarşizme, anarşist düşünceye karşı derin bir düşmanlığı var. “Devlet nedir?”, durup bir düşünelim. Devlet demek polis kuvvetleri demek, kanunlar demek, ordu demek. Kropotkin’in bahsettiği anarşist bir federasyon düşüncesinde bu unsurların hangisi var? Yoklar, yani Harvey bilerek bu çarpıtmaları yapıyor. Ben sadece Harvey’i suçlamıyorum. Bu algı, egosu geniş akademik çevre tarafından sürekli besleniyor.

Neden David Harvey’e karşı çıkılamıyor? Marksistler kişilik kültüne öylesine inanıyorlar ki… Bunu bizzat Marx’ın kişiliğinde görüyoruz, sanki döneminde bu konularda düşünen ve yazan tek kişi oymuş gibi. “Author” (yazar) ve “Authority” (otorite) kelimelerinin kökleri ortaktır bildiğiniz gibi, o zaman yazar nedir? Adım kitapların üstünde yazıyor, bilgiyi toparlayan benim ama düşüncelerimin hepsini sohbetlerden ve ilişkide olduğum topluluklardan edindim. Harvey için de böyle, Marx için de.

Mekan pratiğimizi ve amaçladığımız politikayı düşünürken bu gerçeği hatırlamak, örgütlenme biçimimizi de değiştirecektir. Mesele David Harvey’nin, başka bir akademisyenin ya da politikacının bize ne yapacağımızı söylemesi değil, bizim beraberce bu fikirleri düşünüp değerlendirmemizdir. Bu, marksistlerin öne sürdüğünden tümüyle farklı bir coğrafi tasavvuru ortaya çıkarıyor.

Kitapta commons kavramını kullanıyorsun ama dilimizde bu kavrama ilişkin bir karışıklık var. Farklı siyasi görüşler commons’ı farklı şekilde çevirdiler. Kelimenin gerçek anlamına bakmaya çalıştığımızda komünal ilişki biçimlerine olan yakınlığını görebiliyoruz fakat nedir tam olarak commons?

Bazı açılardan çok açık ve basit bir fikir ama içinde bulunduğumuz kapitalist dünya bu fikri tamamen unutturduğu için karmaşık hale geldi. Temelde commons, Kropotkin’in karşılıklı yardımlaşma ilkesinin coğrafi ifadesi olarak anlaşılabilir.

Literatürün bir kısmında ise dar bir politik tasavvura, yani Henri Lefebvre ve Habermas’ta olduğu gibi özel alan ve kamusal alan kavramlarının içine sıkıştırılmıştır. Özel alan açıkça sermayenin hak iddia ettiği mekanlara işaret ederken kamusal alan halk için, halk tarafından, halkın olan ideal biçimiyle karşımıza çıkıyor ve bu mekana bir müdahale ya da onu sınırlayan bir otorite yok. Gerçekte ise bu mekanlar çoğu zaman devletin kontrolünde. Kamusal alanda sadece devletin etkin olmasını öngören bir politik tasavvurda mekan ile ilgili yapabileceklerimiz sınırlıdır. Ya da düşüncemizi genişletir ve kamusal alanı, komünal mekana dönüştürmek üzere geri almayı tasavvur ederiz ve görmek istediğimiz commons vizyonuna yaklaşabiliriz.

Commons konusundaki karışıklığın bir diğer boyutu ise mülkiyet kavramı. Bu mesele, Kamboçya’daki çalışmamda özellikle kavgasını verdiğim bir mesele. Bu kavga, çok farklı bir coğrafi sahiplik anlayışına sahip olan Kamboçyalı köylülerin her gün yaşadığı deneyimleri yansıtıyor. Bu anlayış tapu gibi bir belgeye değil, fiili kullanım esasına dayanıyor. Proudhon’un mülkiyet ve zilyet arasında gösterdiği ayrımdaki gibi. Sıradan Kamboçyalı, toprak sahipliğini zilyet olarak algılar; toprağı kim ekiyorsa toprak onundur.

Buna karşılık mülkiyet nedir? Mülkiyet hırsızlıktır, mülkiyetin temelinde egemenlik hakkı düşüncesinin olduğunu söyleyen Proudhon, mülkiyet sahibine tanınan bu hakkın, onun mülkü istediği gibi kullanma ve suistimal etme hakkı olduğunu gösterir. Zilyetin tersine mülkiyet, temelde bir sömürü aracı haline gelir. Mülkiyet, geçmişte kralların kutsallığına dayanırken günümüzde devlete ve onun yasal otoritesine dayanır. Dünyanın genelinde mekan politikası gittikçe daha fazla mülkiyet ilişkilerine sıkıştırılıyor. Bunun arkasında devasa kurumlar var. IMF ve Dünya Bankası kanca attıkları her ülkede kadastro rejimi kanunlarını dayatıyor çünkü bu alan her zaman kapitalizmin beşiği olmuştur.

Commons düşüncesi Kamboçya köylülerinin anlayışına benzer, fakat zilyetlik bireysel değil komünaldir. Toplumun fiili kullanımına dayanır. Kamusal alanı commons olarak düşündüğümüzde mülkiyet düşüncesini sürdüren kuvvetlerin ciddi saldırılarına uğrarız, yani devletin saldırısına. İşte yine devlet ve kapitalizmin nasıl birlikte hareket ettiğini görüyoruz. Devlet enine boyuna kapitalizmin içine örülmüştür, bu örgüyü çözmek imkansızdır.

Mahalle düzeyinde commons yaratmak için çabalar görüyoruz. Devletin ve kapitalizmin bizi nasıl koşullandırdığı hakkında büyük bir söylem var. Koşullandırıyor ama bizim hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir etkinliğimiz de var. Bir grup anne-babanın çocuklarına tek başına bakmaya çalışmak ve ücretli kreşlere vermek yerine çocuk bakım kooperatifi örgütlemesi gibi basit bir şey de olabilir bu. Bunun işlemesi için nasıl bir mekan gerekir? Ancak daha yakın ve daha kolektif yaşamaya başladığımızda bu mekanlar mümkün olabilir. Bu şekilde commons düşüncesini yeniden ele alırsak, belirgin bir mekan politikasını görürüz. Zorluk burada başlıyor çünkü dünyamız mülkiyet ilişkileri ile sarılı ve çoğumuz kendimizi dünyaya karşı yalnız bireyler olarak görüyoruz. Yaşamı güzel kılan ise birbirimizle kurduğumuz kalıcı ve güçlü bağlardır. Farklı şekillerde bir araya gelerek mekanlarımızı commons düşüncesini içeren bir anlayışla yeniden düzenlemek, bu bağları kurmakla mümkün olacaktır.

Radikal coğrafyayı başlatan çalışmalarıyla Reclus ve Kropotkin’den bahsettin. Peki ya güncel anarşist coğrafyayı araştırabileceğimiz kaynaklar neler?

Coğrafya konusunda dünyadaki en büyük organizasyon olan AAG’nin 10.000 kişinin katıldığı yıllık konferansında mutlaka birkaç tane anarşist coğrafya oturumu yapıyoruz. Geçen yıl Uluslararası Coğrafyacılar Birliği’nin Moskova ve Bolivya toplantılarında Kropotkin oturumları yaptık. 2016’da Anarşist Coğrafyalar üzerine pedagoji, teori ve direniş üzerine bir üçleme yayınladık, siz de Meydan gazetesinde duyurdunuz.

Şu anda Anarşist Politik Ekoloji üzerine 4 ciltlik kolektif bir çalışmanın içerisindeyim. Ayrıca Anarşist Çalışmalar Ağı’yla ilişkileniyoruz ve onların konferanslarına da katılım yüksek. Artık tabu olmayan anarşizmin temellerini inşa etmeye çalışıyoruz ve bu farkındalığı arttırıyor. Bunu kendi uzmanlık alanımız haline getirmeye çalışmak yerine daha fazla insanı dahil etmeye çalışıyoruz.

Bir çok insanın çalışmalarını anarşizm başlığında değerlendirebilirim ama hepsi kendilerine anarşist demiyorlar. Örneğin Doreen Massey’nin kitabı “Mekan’a Dair” coğrafyanın sürekli evrilen bir süreç olduğunu ve bizim onu sürekli yeniden şekillendirdiğimizi gösteriyor. Mekanı yeniden şekillendirenin sadece devlet ya da kapitalizm değil, kendimiz olduğunu ve mekandaki evrimin bizi önceden belirlenmiş bir yere götürmediğini gösteriyor.

Audrey Kobayashi ırk politikaları; Rhys Jones sınırlar, Federico Ferreri ise Kropotkin ve Reclus’nün arşivleri üzerine çalışıyorlar. Anthony Ince, Gerónimo Barrera gibi başka anarşist coğrafyacılar devlet karşıtı coğrafyaları; Richard J. White gündelik hayattaki karşılıklı yardımlaşma ilişkilerini; Ophélie Veron, anarşist feminizmi araştırıyor.

Rojava ve Chiapas gibi coğrafyalar ve buradaki süreçler bizim için önemli. Bu deneyimler hakkında ne düşünüyorsun?

Her iki toplumla da bir bağlantım olmadığı için bir şey söylemem zor. Kamboçya’da yaptığım çalışmada bile politik olarak kendimi dışarıdan biri olarak görüyorum. Ben Kamboçyalı değilim ve onlar adına, onların politik vizyonlarını konuşamam. Toplumlarla kurduğum politik ilişkide kendi görüşlerimi dayatmak yerine onlarla birlikte çalışmayı ve birlikte çalıştığım insanların dünyaya iletmek istediği mesajları dillendirmeyi tercih ediyorum. Aynı zamanda bu hareketler bana ilham veriyor. Bunlar sadece teori değil, çeşitli biçimlerde görünür hale gelen fikirler. Bookchin’in düşüncesinin nasıl benimsendiğine bakın. Bu düşüncelerin belirli bir anlayış içerisinde uygulanıyor olması ne kadar ilham verici.

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşizm, Coğrafya ve Toplumsal Mücadele appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/10/14/anarsizm-cografya-ve-toplumsal-mucadele/feed/ 0
Patika Ekoloji Kolektifi Ekolojik Yıkımların Karşısında https://meydan1.org/2018/10/14/patika-ekoloji-kolektifi-ekolojik-yikimlarin-karsisinda/ https://meydan1.org/2018/10/14/patika-ekoloji-kolektifi-ekolojik-yikimlarin-karsisinda/#respond Sun, 14 Oct 2018 11:50:42 +0000 https://test.meydan.org/2018/10/14/patika-ekoloji-kolektifi-ekolojik-yikimlarin-karsisinda/ Meydan Gazetesi: İsim, büyük ölçüde içerik hakkında bilgiler verir. Bu sebeple “Neden Patika?” sorusuyla başlayalım.. Patika Ekoloji Kolektifi: Ekoloji mücadelesi bizim için, yaşamı savunurken ve yeni bir yaşamı yaratırken izlediğimiz bir yol ve bu yol bir patika aslında. Çünkü patikalar tüm canlılar içindir, patikalarda ayrık otlarına da rastlarsınız böceklere de… Keçilerin de ayak izleri vardır […]

The post Patika Ekoloji Kolektifi Ekolojik Yıkımların Karşısında appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kapitalizmin ve devletlerin siyasi ve ekonomik çıkarlar uğruna yaşama yönelik durmak bilmez saldırılarıyla ortaya çıkan küresel iklim değişiklikleri; yaşadığımız coğrafyadaki iktidarın ekolojik yıkım pahasına arzuladığı nükleer santraller ve çılgın projeler… Böylesi bir süreçte, yaşamı savunan bir gazete olarak biz de ekoloji mücadelesinde yaratıcı ve etkili eylemlerde bulunan Patika Ekoloji Kolektifi ile gerçekleştirdiğimiz röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

Meydan Gazetesi: İsim, büyük ölçüde içerik hakkında bilgiler verir. Bu sebeple “Neden Patika?” sorusuyla başlayalım..

Patika Ekoloji Kolektifi: Ekoloji mücadelesi bizim için, yaşamı savunurken ve yeni bir yaşamı yaratırken izlediğimiz bir yol ve bu yol bir patika aslında. Çünkü patikalar tüm canlılar içindir, patikalarda ayrık otlarına da rastlarsınız böceklere de… Keçilerin de ayak izleri vardır patikalarda, kaplumbağaların da… Patikaların kenarlarında ezilerek katledilen hayvanlarla karşılaşmazsınız örneğin. Her birimizin ayak izi art arda gelir. Patikalar yürümekten vazgeçmeyenler oldukça şekillenir ve var olur.

Bize göre yol iki nokta arasında bir çizgi değildir. Bu yolda yürürken hepimizin kafasında, başladığımız noktadan daha özgür daha adaletli bir yere varmak olsa da yol bir gitme biçimidir aynı zamanda. Biz ekoloji mücadelesinde araç ve amaçların paralel olması gerektiğine inanıyoruz, böylece mücadele pratiğimizle varacağımız noktayı yaratacağımızı düşünüyoruz. Bu yüzden bu yola “patika” dedik.

Patika Ekoloji Kolektifi nasıl bir örgütlenmedir? Örgütlenme biçimi hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Patika Ekoloji Kolektifi yatay bir örgütlenmedir. Kolektifin işleyişinde alınan kararlar, herkesin katılımıyla gerçekleşir. Karara katılan her bir birey sonsuz söz hakkı ile işleyişte yer alır. Bireyler arasında herhangi bir hiyerarşi yoktur. Patikada herkes elini taşın altına sokması gerektiğini hisseder. Bunu da keyifle ve özenle yaparız.

Bununla birlikte kolektif içerisindeki her birey aslında farklı mücadele alanlarında deneyimleri olan yaşamlarını savunma ve dönüştürme çabasında olan bireyler. Bugün ekolojik yıkımların da faili olan devletlerin ve kapitalizmin her alanda gerçekleştirdiği saldırıların karşısında Patika, bütünlüklü bir mücadele hattını savunur. Yani Patika, bir HES şantiyesinin doğaya, doğadaki canlı-cansız varlıklara olan tahribatı dışında, o şantiyede çalışan ve patronu tarafından sömürülen işçiler içinde mücadele eder. Yaşamın dönüşümü derken çok fazla tüketmeyi değil evlerimizde konserve yapmayı, turşu kurmayı, üretici dayanışma ağları ile yemeyi-içmeyi, ikinci elcilerden giyinmeyi tercih ederiz. Her tercihimiz bu dönüşümün birer propagandasıdır. Kola içmeyiz ya da taşlanmış kot giymeyiz mesela. Çünkü biri içme suyumuzun biri hayatlarımızın sonunu hazırlıyor, biliyoruz. Kapitalist bir yaşamın çatlaklarından filizlenen bir betondelendir Patika. Bu yüzden her yerden hep çoğalacağız, hiç bitmeyeceğiz.

Patika kendisine bir ekoloji örgütü diyor ve bildiğimiz kadarıyla çevreciliğe karşı…

Çevrecilik insan merkezli bir düşüncedir, yani kastedilen; insan ve çevresidir. Ağaçların kesilmesini, hayvanlarının soyunun tükenmesini “önemser” çünkü insanların “konfor alanlarının” sürdürülmesini hedefler. “Sürdürülebilir” enerji kaynaklarını savunur, üretilen enerjinin insanların değil, endüstrinin ihtiyacı olduğunu görmezden gelir. Yine çevrecilik “geri dönüşümü” bir çözüm olarak gösterir, geri dönüşümün aslında bir manipülasyon olduğundan hiç bahsetmez, tüketim kültürünü sorgula(t)maz. Gündelik alışkanlıklarımızı değiştirmeden, sistemi sorgulamadan, “suya sabuna dokunmadan” “doğa dostu” imajını pekiştirmenin yollarını arar. Bu anlayış elbette kapitalizmin de zararsız gördüğü ve desteklediği bir anlayıştır. Biz bu bakış açısını çok sıkıntılı görüyoruz, kesinlikle çevreci değiliz.

Patika yaşam savunuculuğu yapan bir ekoloji örgütü. Hayvanın özgürlüğünden suyun, toprağın, havanın özgürlüğüne, tüketim mabetlerine yetmeyecek enerji üretim santrallerinin talanından kentsel dönüşümün rant talanına, bu sömürü sisteminin iktidar merkezli anlayışından mülkiyetçi anlayışına, yani kapitalizme karşı topyekûn oluşturulacak bütünlüklü mücadele ile yaşamı bugünden yaratma çabasıyla düşlüyor ve eyliyoruz. Çevrecilerse sadece birer truva atı.

Patika ne türlü mücadeleler verdi bu zamana kadar?

Yerel halkla birlikte bugüne dek başta Karadeniz olmak üzere coğrafyamızda yapılmak istenen hidroelektrik santrallerinden(HES) nükleer santrallere, termik santrallerden taş ocaklarına kadar yaşamı yok eden enerji şirketlerine karşı mücadeleler verdik. Suyun ticarileştirilmesine karşı çeşitli eylemler ve kampanyalar örgütledik. Yine Patika ismini taşıyan dergimizle rüzgar, jeotermal ya da güneş gibi enerji santrallerinin doğamız için yaratacağı yıkımları ele alan yazılar yayınladık, yeni çıkarılması düşünülen kaya gazını gündemimize alarak bu coğrafyada ilk kez tartışılmasını sağladık, sürdürülebilir enerji ya da geri dönüşüm gibi kavramların asıl yüzlerini teşhir eden incelemelere sayfalarımızda genişçe yer verdik.

Ekoloji alanındaki düşüncelerimizi yaygınlaştırabilmek için çeşitli platformlarda, oluşumlarda, etkinlik ve festivallerde yer aldık. Ayrıca çeşitli üniversitelerde gerçekleşen panellere katılarak ekoloji başlıklı aktarımlar gerçekleştirdik.

Son dönemde ise ekoloji mücadelesi veren farklı örgütlerin, ekolojik üretim yapan komün ve kolektiflerin de katılımıyla oluşturulan Kır-Kent Ağı buluşmalarına katıldık ve kır-kent ağının kurulmasında yer aldık.

Kır-Kent Ağı buluşmalarından biraz daha bahseder misin? Kır-Kent Ağı ile ne hedefleniyor?

Kır-kent buluşmalarının ilki Temmuz ayında Bergama’da gerçekleşti. Bu buluşmaya ekoloji mücadelesi veren örgüt ve topluluklardan, kolektif bir şekilde ekolojik ilkelerle kendi üretimlerini yapan komün ve topluluklara, şehirlerde tüketim ağları kuran gıda toplulukları ve derneklere kadar birçok farklı bileşen katıldı. Bir tanışma ve tartışma toplantısı olarak gerçekleşen ilk buluşmanın ardından ikinci buluşmamızı Eylül ayında İstanbul’da gerçekleştirdik. Bu buluşmada, yaşamlarımızın ortaklaştırılması, dayanışma ağlarının genişletilmesi ve güçlendirilmesi gibi başlıklara yoğunlaştık. İlk buluşmaya da katılım gösteren Fethiye’den Refikler Komünü ve Bayramiç’ten Zeytinli Ekolojik Yaşam Topluluğu’nun ortak deneyimleri bu dayanışma ağının nasıl geliştirilebileceğine dair pratik bir örnek olarak tartışıldı. Kır-kent ağının ne hedeflediği ve nasıl işleyeceğine dair yürütülen tartışmalarda üretim süreçlerini, tüketim ağlarını ve bütçelerini ortaklaştırmak, yerellerde dayanışma ilişkileri geliştirmek, bütünlüklü bir mücadele hattı kurmak ve yaşamlarımızı dönüştürmek tartışmaların ana hattını oluşturdu. Aslında hedeflenen alternatif üretim-tüketim ilişkilerinin oluşturulması, yaşamla iç içe oluşturulacak yaşamsal bir kültür aracılığıyla kapitalist ve devletli ilişkilerin yıkıcılığından kurtulmak.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Ekolojik uyumla yeni bir yaşamı oluşturmaya bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Bunun için paylaşma ve dayanışma ilişkilerimizi çoğaltmalı ve örgütlenmeliyiz.

Röportaj için teşekkür ederiz. Meydan Gazetesi olarak mücadelenizi selamlıyoruz.

 

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.

 

 

 

The post Patika Ekoloji Kolektifi Ekolojik Yıkımların Karşısında appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/10/14/patika-ekoloji-kolektifi-ekolojik-yikimlarin-karsisinda/feed/ 0
Röportaj: “KESK’li Kadınların Direnişi Sürüyor” https://meydan1.org/2018/03/01/roportaj-keskli-kadinlarin-direnisi-suruyor/ https://meydan1.org/2018/03/01/roportaj-keskli-kadinlarin-direnisi-suruyor/#respond Thu, 01 Mar 2018 12:15:15 +0000 https://test.meydan.org/2018/03/01/roportaj-keskli-kadinlarin-direnisi-suruyor/ OHAL ile artan baskıyı kadın kimliğimizle daha fazla hissediyoruz. Sizler de bu süreçte kadın olduğunuz için daha fazla baskıya maruz kaldınız mı? Fatoş: İhraç edildikten 3 hafta sonra, telefonuma bilmediğim bir numaradan mesajlar gelmeye başladı. Tacizcinin çalıştığım sağlık merkezinin bir üst kurumu olan Halk Sağlığı Müdürlüğü’nde çalışan bir memur olduğunu öğrendik. Hiç yüzünü görmediğim biriydi. […]

The post Röportaj: “KESK’li Kadınların Direnişi Sürüyor” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

KHK’larla ihraç edildikleri 2017’nin Ocak ayından beri Pazartesi, Çarşamba ve Cuma günleri Kadıköy ve Bakırköy’de direnişi sürdüren KESK’li kadınları direniş alanında ziyaret ettik. İhraç edilen kadınlardan Sema Uçar, Fatoş Çekmen ve Naciye Ertaş ile yaşadıklarını konuştuk.

OHAL ile artan baskıyı kadın kimliğimizle daha fazla hissediyoruz. Sizler de bu süreçte kadın olduğunuz için daha fazla baskıya maruz kaldınız mı?

Fatoş: İhraç edildikten 3 hafta sonra, telefonuma bilmediğim bir numaradan mesajlar gelmeye başladı. Tacizcinin çalıştığım sağlık merkezinin bir üst kurumu olan Halk Sağlığı Müdürlüğü’nde çalışan bir memur olduğunu öğrendik. Hiç yüzünü görmediğim biriydi. Bunu kadın olduğum için yaşadım. Hiçbir erkek ihraç edildikten 3 hafta sonra cinsel içerikli mesajlar almamıştır. Çok öfkeliydim, zaten yazdığım dilekçede “İhraç olan kadınların telefonları kurum içinde dağıtılıyor mu? Ne amaçla dağıtılıyor?” sorusunu sordum. Bu direk kadın kimliğine olan bir saldırıdır. Ataerkil sistemin saldırılarından sadece biriydi bu örnek.

İşlerinizden atıldınız ve burada direniştesiniz. Aileniz, varsa çocuklarınız nasıl etkilendi? Siz geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?

Naciye: Eşim dışında ailem bana çok destek oldu. Kesinlikle direnişlere gitmem gerektiğini, oradan ayrılmamam gerektiğini söylediler. Elimden geldiği kadarıyla direniş alanlarından ayrılmıyorum. Yaşadığım en büyük sorun, eşimin bana “Artık otur evde çocuğuna bak” demesiydi. Evde oturmadım, çocuğuma da bakmıyorum. Bir bakıcı var, onun ücretini ödüyor; ödemek zorunda. Ben her cumartesi, diğer günler de fırsat buldukça direnişlere katılıyorum.

2 kızım var, onlar çok etkilendi bundan. Büyük travma yaşadılar. Belli başlı ihtiyaçlarını karşılayamıyoruz. Küçük kızım 4,5 yaşında, ihraç edildiğimde oyuncağıyla şöyle bir konuşma yapıyordu: “Anne kuşlar ve baba kuşlar işten atılmamalı, bazı kötü kuşlar işten atabilirler, o yüzden yavru kuşlara çikolata getiremezler.” Bu beni çok sarstı. Anlatırken bile kötü oluyorum. Ama atlattık, 3 kız birlikte atlattık, iki kızım ve ben birbirimizi iyileştirdik. Eşimi de göndereceğiz, daha iyi olacak her şey.

Erkeksiz bir dünya diliyorum. Kastettiğim, erkek yoldaşlarımızı öteleme, yok sayma falan değil. Bahsettiğim erkeklik başka bir şey. Üzerimizde güç kullanarak baskı oluşturmaya çalışan bir erkekten bahsediyorum. Buna boyun eğmedim, eğmeyeceğim. Evimde de oturmuyorum. Sürekli de dışarıdayım. Bir dershaneye gidiyorum aynı zamanda, Hukuk Fakültesi’ne hazırlanıyorum, kazanacağım. Girer girmez ilk işim de boşanmak olacak, bu kadar net.

OHAL’in ilan edilmesinin ardından 8 Mart’ı 2. kez daha da artan bir baskıyla karşılıyoruz. Bu baskı ve yasak günlerinde direnen kadınlar olarak kadınlara bir mesajınız var mı?

Fatoş: “Geceleri de, sokakları da, meydanları da terk etmiyoruz”. 7-8 yıl önce bir arkadaşımın evine gitmiştim. Gece saat 1 falandı, arkadaşım demişti ki: “Kadıköy sokaklarında çıkıp dolaşalım, eğer sokakta yalnız yürüyen bir kadın varsa bizi gördüğünde iyi gelecektir. Evine daha güvenle gidecektir.” Sadece bunun için bile sokakta olmanın anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Bu sistemde evlenmemiş olmayı çok önemsiyorum. Böyle bir sistemde evlilik ilişkisine girmemiş olmak, çocuk yapmamış olmak kadınlar için gerçekten çok kıymetli. Evlilik ehlileştirilmenin de bir yolu. Mümkünse bekâr kalalım ve bu ataerkil sisteme hizmet etmeyelim.

Sema: Biz kadınlar işte, evde, okulda, sokakta, direniş alanlarında, mücadelede vardık, varız ve var olmayı sürdüreceğiz. “Yaşasın kadın dayanışması!” diyorum. Ezen ve ezilen çelişkisinin olduğu her yerde kadın mücadelesinin de vücut bulacağına ve büyüyerek süreceğine inanıyorum.

 

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.

 

 

 

The post Röportaj: “KESK’li Kadınların Direnişi Sürüyor” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/03/01/roportaj-keskli-kadinlarin-direnisi-suruyor/feed/ 0