The post İktidarların Tribün Korkusu – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>On bin insan. Gözlerini dikmiş sahaya bakıyor, sahadakiler de birbirlerine. Koluna girdiğin kişinin adını bilmiyorsun. Yaşını belki tahmin edebilirsin ama nerede oturur, işi nedir, cebinde parası var mıdır? Aç mıdır, tok mudur? Annesinden azar yiyip mi gelmiştir buraya, arkadaşlarının yanından kaçıp mı? Bilemezsin. Gördüğün seninle aynı renk atkıyı boynuna doladığı. Hep bildiğin gol kaçınca bağrını sıktığı, gol atınca sımsıkı sarıldığı. Hele ki hakem hata mı yaptı? Başka hangi konuda böylesine hemfikir olabilirdiniz ki zaten?
90 dakika bitti mi, bazen inanılmaz mutlu bazen hayatın anlamını sorgularcasına çıkış kapısına yürürken 90 dakika boyunca sımsıkı sarıldığın bu insanı kaybedersin. Belki üzüntünün sebebi de budur…
Futbol çok keyifli bir oyundur. Ama oyun sadece sahada oynanmaz. Tribün de oyunun içinde bir parçadır. Futbol kulüpleri şirketleşmeye başladığından bu yana tribünün etkisiyle sahaya, sahanın etkisiyle tribüne müdahale başlamıştır. Yani oyun olan futbolun kalabalıklar tarafından izlenmesi, futbol kulüplerinin de bu kalabalığı kar elde edebilmek için kullanması, hem futbolu hem de tribünü bir endüstriye dönüştürmüştür. Artık futbol kulüplerinin tek amacı tribünlerin istedikleri “hiza”ya gelmesidir. Endüstriyel futbol var olduğundan beri bu böyle olmuştur…
Şimdilerde bir fabrika veya ağır sanayi işçisini futbolla çok bağdaştıramasak da bildiğimiz tanıdığımız birçok futbol takımı, işçilerin bu oyunu oynama “arzusuyla” kurulmuştur. Mesela Arjantin’de demiryolu işçilerinin kurduğu Boca Juniors, Türkiye’de 500 işçiden fazla işçi çalıştıranlara spor kulübü kurma zorunluluğu gelmesiyle kurulan demiryolu işçilerinin takımı Adana Demirspor… İngiltere’de West Ham-Millwall rekabetinin nedeni ne sanıyorsunuz? Green Street Hooligans filmindeki gibi bireysel bir kin değil. İki liman işçilerinin kurduğu takımın bir grev sürecinde anlaşamaması, futbol takımlarının birbirine “düşman” olmasına neden olmuştur. Almanya’da zengin Hamburg’un köşede kalmış mahallesinde kurulan St.Pauli de işçi takımı olmasa da duruşuyla zenginlik karşıtı bir tavırdadır. Liverpool, Arsenal, Livorno, Schalke, Karabükspor, Zonguldakspor… diye listeyi uzatabiliriz.
Bu saydığım işçi kulüpleri de dahil olmak üzere futbolun oyun olarak ilgi görmesiyle tüm kulüpler ticari hamleler yapmışlardır. Yoğun ilgi “para kaynağı” olarak görülmüş, eski yüzyıllardan kalan gladyatör arenaları yerini devasa stadyumlara bırakmaya başlamıştır. 40, 60, 80 hatta 100 bin kişilik stadyumlar kulüplere yüksek gelir sağlarken kapitalizmin tüketim çılgınlığından da nasibini almıştır.
Bu dönüşüm için pilot bölge olarak İngiltere Premier Ligi seçilmiş, tüm ülke liglerinde İngiltere ligi örnek gösterilerek olası dönüşümler meşrulaştırılmıştır. Türkiye’deki e-bilet uygulaması da yine Avrupa’da seneler önce kendisini “Endüstriyel Futbol”un beşiği haline getiren ligler örnek alınarak devreye konulmuştur. Tabi Türkiye’deki bu dönüşüm belki de 5-10 sene sonra olacakken, hızla devreye konulmasının belki de başlıca nedeni 2013 yılında Taksim’de başlayan Gezi İsyanı, sonraki süreçte bu isyanın tribünlerde yer bulmasıdır.
Hatırlarsanız 2013 Mayıs ayında başlayan Gezi İsyanı sonraki sene tribünlerde 34. dakikada “Her yer Taksim Her yer direniş” sloganıyla yer bulmuştu. Bu slogan takımın renklerinin ne olduğu fark etmeksizin her tribünde aynı coşkuyla söylenmişti. Gezi isyanını sokakta “kontrol altına” alan iktidar, tribünlerde alamayınca 2014 yılında Passolig uygulamasını devreye koyma kararı almış ve hızla bu sisteme geçmeyi zorunlu hale getirmişti. İktidar tribünlerin kontrolsüz bir yer olmasından o kadar rahatsızdı ki “Çarşı” grubunu darbe teşebbüsü ile yargılaması da bunun en açık göstergesiydi.
Passolig’in futboldaki şiddet olaylarını önleme bahanesi kısa bir zamanda çökmüş, şiddet ve holiganlık devam etmiş, tribünler muhalif ses olmayı sürdürünce de tüm taraftarlara “6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlemesine Dair Kanun uyarınca” passoligleri iptal edilerek, para cezaları verilmiştir. Passoligle tribünlerde geliştirilen gözetleme sistemleri iktidarın her koltuğa ulaşmasını sağlamış, böylelikle tribünün sesinin kesilmesi beklenmiştir.
Bazı durumlarda para cezası vermek ve passolig iptali de yeterli görülmemiştir. Gözdağı vermesi açısından “Nuriye Semih Yaşasın” pankartı açan Beşiktaşlılar tutuklanmış, hukuki bir karşılığı olmadığından itirazlar sonrası kısa sürede serbest bırakılmıştır.
Bu durum sadece Türkiye’de değil Türkiye futbol liginin örnek aldığı liglerde de görülmektedir. İskoçya ligindeki Celtic taraftarları İrlanda’nın bağımsızlığını savunan İRA (İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) yanlısı bayrak ve pankartlar açması nedeniyle tespit edilip defalarca kez tribünlerden uzaklaştırılmıştır. Bu gibi tepkisel pankartların Şampiyonlar Ligi gibi UEFA’yı ilgilendiren maçlarda açılması durumunda da UEFA kulübe baskı yapan bir kurum rolünü fazlasıyla yerine getirmiş ve kulübün bu “zararlı” taraftarları uzaklaştırması için her türlü yaptırımı uygulamıştır.
Geçtiğimiz senelerde Avrupa’daki anarşist hareketin, sokak eylemlerinin yükselmesiyle UEFA anarşizmin sembolüne benzerliğinden dolayı Şampiyonlar Ligi maçlarında Beşiktaş tribünlerinde “çarşı” yazılı veya “A” harfi yuvarlak içine alınmış pankartları maç öncesinde toplatmıştı. Bu da korkunun UEFA’yı paranoyaklaştırması gibi görülebilir.
Gelinen noktada tribünlerdeki birçok çatlak, futbol yöneticileri ve gözetleyicileri tarafından kapatılmıştır. Yeni çatlaklar patlak verse de, tribünlerden kısık da olsa muhalif sesler duysak da, futbol endüstrisinin daha da kötü bir noktaya gideceği ve tüm sesleri kısacağı aşikardır. Tribünlerin yaşanan bir haksızlığa, adaletsizliğe karşı kendi renkleriyle yorumlayıp ürettikleri sloganları, ıslıkları, pankartları, koreografileri yasaklayarak futbolu sadece izleyip tüketebileceğimiz, Umberto Eco’nun dediği gibi “Pazar günü maç varsa devrim yapamazsın” sözü gibi karalamak ve bir oyun olmaktan çıkarmak istiyorlar. Ancak gün gelir, sessizlik bozulur, herkesin alışık olduğu üçlünün ardından bir ıslık sesi duyulur; korkuyla kapatılmaya çalışılan çatlaklar derinleşir ve oyun yeniden kurulur.
Furkan Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post İktidarların Tribün Korkusu – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post BiZiM MARATONUMUZ – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Maraton, sporda uzun mesafeli, sert yollarda yapılan mukavemet koşusu olarak geçer. Diğer bir anlamı da dayanıklılık ve direnç gerektiren uzun süreli bir iştir. “Bizim” yaşamlarımız gibi…
Bir maraton koşusunun her yenisi düzenlendiğinde bir şeylerini değiştirirler. Yeri, zamanı, kazananı, kaybedeni ve kuralları değişebilir. Bir yıl asla değişemeyecek olan bir kural, bir bakmışız değişmiştir.
Sadece bir maraton var; bizim için de, onlar için de. Onlar maratonda her şeyi değiştirebilirler, bizim izlerimiz hariç.
Tarih 1967. Kadınların spor yapmalarının türlü sebeplerle, “kadına göre değil”, “rahmi düşer”, “erkeklerin işi” vs. denilerek yasaklandığı yıllar. Nisan ayının 19’u. Boston Maratonu az sonra gerçekleşecek. 261 numaralı koşucu maratonu koşmak için hazır. Koşu başlar. 3. km’ye gelindiğinde bir şeyler “ters” gidiyordur. 261 numaralı koşucu Kathrine adlı bir kadındır. İsmini gizleyerek K. V. Switzer adıyla maratona başvurmuştur ve kimse onun kadın olduğunu fark etmemiştir. 3. km’de kadın olduğu anlaşılan Kathrine’yi maraton görevlileri arkasından iterek, çekerek maratondan çıkarmaya çalışmış fakat Katherine hızla “koşmaya” devam ederek kendisini engellemeye çalışan erkeklerden kurtulmuştur.
Tarih 1992. 32 yıldır olimpiyatlara giremeyen Güney Afrikalılar var. Sebebi ne hızlı koşamamaları, ne de dallarında ödülleri olmayışları; sebebi ırkçılık. Elena ve Derartu maratonda. Temmuzun 25’i. Barselona Olimpiyatları birazdan başlayacak. Derartu birinci, Elena ikinci olacak. Ama Barselona Olimpiyatları’nda iz bıraktıkları şey bu olmayacak. Şeref turunu el ele koşacak, bitiş çizgisini el ele geçecekler. Irkçılığın karşısında kocaman iki kadının dayanışmacı ruhunu herkese gösterecekler.
Tarih 2014. İran’da 1979’dan beri kadınların, stadyumlarda erkeklerle maç izlemeleri yasak. 2014 yılının Haziran ayında takvimler ayın 20’sini gösterirken bir grup kadın, erkek voleybol maçını izlemek istediler ve tribüne girmeye çalıştılar. Kadınların hepsi gözaltına alındı ve rejime karşı propaganda suçuyla içlerinden birisi 1 yıl hapis cezası aldı. O da tribüne girmek isterken gösterdiği kararlılığını hapishanede 14 gün boyunca açlık grevi yaparak devam ettirdi ve 5. ayında serbest bırakıldı. En zorlu maratonlardan birini koştu Ghoncheh Gavami. Onu engellemeye çalışan “koca” bir devlet vardı. Ama bu maratonun kazananı devlet değil Ghoncheh’di.
Tarih 2015. Zaman geçmiş, kadınların maratonda koşmalarına “izin verilmiş”tir. Artık kimse koşan bir kadını durdurmaya çalışmıyor, kadınların üzerine koşup saldırmıyor. Böyle kurallar yok artık. Başka kurallar var, regl iken yapılacaklar gibi. Nisan ayının 26’sı. Londra Maratonu az sonra gerçekleşecek. Bir kadın maratonda. Biraz sonra regl kanaması başlayacak. “Regl olan kadın kirlidir”. Regl olan kadın ped ya da tampon kullanmalıdır. Ped ya da tampon kullanmaktan başka seçeneği mi var? Hayır, kapitalizm buna izin vermez. Kirli der, sağlıksız der, topluma uygun değil der. Kiran Gandhi o gün maratonda bacaklarının arasından kan akarak koştu. 42 kilometre 195 metrelik maratonu rahatsız koşmasına, hatta koşamamasına sebep olacak bir tamponla yarışa katılmadı. Kanamasını önemsemedi, çünkü her an her yerimiz kanayabilir. Bir kick boks müsabakasında, bir tırmanışta veya bir regl gününde. Her yerimiz kanayabilir. Kiran Gandhi maratona “bizden” bir iz bıraktı. Artık birinci olmasına pek de gerek yoktu.
Tarih 2016. Hep bir yarışta olmak zorunda bırakıldık, beşikten mezara kadar. Okula giderken sıra arkadaşımız, bazen kardeşlerimiz, bazen iş yerindeki arkadaşlarımız. Hepsi rakibimiz olarak tanıtıldı bize. Ve onları yenmek zorundaydık. Ne için? Daha çok kazanmak için, daha çok yükselmek için. Dayanışmaya, paylaşmaya yer vermez içinde yaşadığımız sistem. Çünkü bir yarışa ihtiyacı vardır. Yarışın kurallarını, kazananını, kaybedenini kendi belirler. Yarış adaletsizliklerle, haksızlıklarla doludur. Ama bunlar sistem için önemli değildir. Çünkü yarışta bir kazanan vardır, bir de kaybeden o kadar. Ağustos ayının 5’i. Birazdan Rio Olimpiyatları başlayacak. Yine bir maraton. Yine sert, uzun ve zorlu bir yol. Kadınlar yan yana dizildiler ve koşmaya başladılar. 5 bin metre yarı finalinde bir şey oldu. Nikki ve Abby birbirleriyle çarpıştı. Abby arkadan geliyordu ve Nikki’ye çarptı. Abby’nin önünde iki seçenek vardı. Düştüğü yerden kalkıp koşmaya devam etmek ya da çarptığı Nikki’yi yerden kaldırmak. Maratona devam edebilirdi. Zaten kurallar böyleydi. Onlar rakipti ve Abby’nin önünde kazanması gereken bir yarış vardı. Fakat Abby koşmadı. “Rakibi” Nikki’yi yerden kaldırdı. Birlikte düşmüşlerdi, birlikte kalktılar. Abby, kazada sağ bacağını incitmişti. Birkaç adım sonra sendeledi. Yere düştü. Nikki’nin önünde de aynı iki seçenek vardı. “Rakibi” yerde bırakıp koşmak ya da “hiç tanımadığı birini” yerden kaldırmak. Bu sefer de Nikki, Abby’yi bırakmadı. Sarıldılar. Maratonun bütün kurallarını yıktılar. Rekabeti silip yerine dayanışma yazdılar. Yarışı kaybetmişlerdi. Rio Olimpiyatları öyle söylüyor. Rio Olimpiyatlarını boşverin. Abby ve Nikki kendi maraton koşularını birlikte kazandılar.
Biz kadınların yaşamı, 42 kilometre 195 metrelik maratondan çok daha uzun. Tarih boyunca sırf kadın olduğumuz için önümüze konulan engelleri hep aştık. Her engelde daha güçlü olduk, her kilometrede daha hızlı koştuk. Günün birinde yürümek zor gelmesin diye, biz hep hızlı koştuk.
Gizem Şahin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.
The post BiZiM MARATONUMUZ – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bizi Böyle Bilmeyin – Pelin Derici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>2016 yılı başında medya ve reklamcılık uzmanları, kadınları hedefleyen medya ve reklam şirketlerine önerilerde bulunmuş; eski “kadın stereotiplerini” bir kenara bırakmalarını salık vermişti. Bahsi geçen sektörlerin şirketleri, her aklı başında kapitalistin yapacağı gibi, bu tavsiyelere uydu. Beyaz perdede, billboardlarda, televizyonlarda “güçlü kadın” imajı, şirketlerin kârıyla doğru orantılı olarak yükseldi. Bu reklamlardaki güçlü kadınlar genellikle hem ev hem de işyerindeki işleri halleden; “bağımsızlığını” ve kendine olan güvenini kullandığı ürüne borçlu olan sözde “özgür kadın” olarak sunuldu.
Örneklerde, kapitalizmin klişeleşen “metalaşmış kadın” tasvirini yerle bir ederek kadın tüketicileriyle “samimi” bir bağ kurmayı hedefleyen şirketlerin bu yeni stratejisi de, kapitalizmin hiç de masum olmadığını ve olamayacağını bir kez daha gözler önüne seriyor. Şirketler, kâr için bu kez alışılmadık bir yöntem deniyor.
H&M: “Kendin Ol”
Bu reklamda fazla kilolarına rağmen bedeniyle ve koltuk altı tüyleriyle barışık, saçlarını üç numara tıraş ettirmiş, vücut geliştirme egzersizleriyle pazılarını şişirmiş, yatakta yemek yemekten çekinmeyen, iş toplantılarında erkeklere kök söktüren, etrafındaki insanları umursamadan dans edip şarkı söyleyen ve davranışları yüzünden kimseye hesap vermeyen, etraftaki şaşkın bakışlara aldırış etmeyen kadınlar yer alıyor. H&M marka kıyafetler giymesek kendimiz olamayacak mıyız yani?
Puma: “Bu Sensin”
Puma, “Bu Sensin” sloganıyla tanıtılan kadın koleksiyonuyla dünyanın her yerindeki kadınlara “kendine güven ve güçlü dur” mesajı vermeyi amaçladığını belirtiyor. Puma giyen kadınların ne kadar “güçlü, özgüvenli, güzel” oldukları vurgulanıyor. Reklam, günlük giyim tarzından antrenman programına, hayatının tüm kontrolünü elinde tutan, hiçbir şeyden ödün vermeyen, kendine güvenen ve ne olursa olsun motivasyonunu düşürmeyen kadın modelleriyle; yaşadığımız koşullarda kendini gerçekleştirmesi oldukça zor olan kadınları Puma satın almaya ve “güçlü, özgüvenli, güzel” olmaya davet ediyor. “Kendin olmak için SEN ol. Bu Sensin.” diyor. Puma ayakkabılarımız olmadan koşuya çıkarsak biz, biz değil miyiz?
Protein World: “Yaz Vücudunuz Hazır mı?”
Billboardları dolduran bu reklamda, bikinili ve oldukça fit bir kadın soruyor: “Yaz vücudunuz hazır mı?” Kadınlara, Protein World’ün zayıflatan protein tozlarından 30 gün tüketildiğinde reklamdaki fit kadın gibi kendine güvenecekleri ve yaz vücuduna sahip olacakları vaat ediliyor. Düzenli olarak protein tozunu kullanmazsak yazın sokağa çıkmamalı mıyız acaba?
Nike: “Bizi Böyle Bilin!”
Nike’ın bu reklamı, kadınlara biçilmiş rolleri tersine çeviriyor. Mesela yoğurmakta olduğu hamuru bir anda bırakan ve ağırlık kaldırmaya başlayan bir kadın; mutlu aile fotoğrafı çekilecekken kalkıp kum torbasıyla antrenman yapmaya başlayan bir kadın; altın kolye takmak yerine altın madalya kazanan bir kadın; kitaplığını düzenlerken bir anda basketbol oynamaya başlayan bir kadın; sessizken bir anda bağırarak tenis oynamaya başlayan bir kadın… “Siz bizi bilirsiniz, değil mi?” sözleriyle sona eriyor. “Nike satın alan kadınlar, kalıpları yıkıyor; zincirlerinden kurtulabiliyor” mesajı veriliyor. Günde 15 saat hamur yoğuran kadının mı yoksa ağırlık kaldıran kadının mı daha güçlü olduğu, elbette sorgulanmıyor bile.
Siz Bizi Öyle Bilmeyin!
Kapitalizm için her şey meşrudur. Onun için en önemli şey ürünü pazarlamak, satmak ve tükettirmektir. Bir yıl “zayıf” kadını metalaştırır bir yıl “güçlü” kadını; bazen yaşlıyı bazen genci; kimi zaman femineni kimi zaman masküleni. Ama kadın her koşulda metadır kapitalizm için.
Gün geçtikçe artmakta olan kadına yönelik şiddetin üzerini örtme hamlesi bile olabilir kapitalizmin 2016’daki reklamcılık ve medya stratejisi, bu 2017’de de sürmektedir. Daha yüzlerce reklam, film, dizi ile örneklendirilebilecek olan bu yılki “güçlü kadın” imajının yaşamlarımıza yansıması elbette olmadı. Örneğin Manisa’da bir parkta spor yaparken bir erkeğin saldırısına uğrayan 4 aylık hamile kadın Ebru Tireli’yi Nike marka taytlar mı güçlendirecekti, yoksa Puma ayakkabılar mı kurtaracaktı ya da Protein World’un zayıflatan protein tozları mı? Bodyform marka ped kullansaydı ağzı burnu kan içinde kalmayacak mıydı? Elbette hayır! Gerçeklik, bu reklamlardaki değil; Ebru’nun “montumun her yeri kapalıydı” diyerek savunma yapmak zorunda kalmasıydı.
Kadınların ezilmişlik durumunun da etkisiyle ortaya çıkan “güçlü olmak, kendi ayakları üzerinde durmak, özgür olmak” gibi istekleriyle, hisleriyle oynayan reklamların veya genel olarak medyanın yine kapitalist çıkarların peşinde olduğu apaçık ortada. Bu ürünleri tüketince ya da televizyondaki kadınları taklit edince güçlü hale gelmeyeceğimiz de… Bizi öyle bilmeyin!
Güçlü değil miyiz yani gerçekte? Güçlüyüz aslında. Bir araya gelince oldukça güçlüyüz mesela. Bizi böyle bilin!
Bodyform: “Hiçbir Kan Bizi Durduramaz, Korkusuzca Yaşa!”
Bodyform pedlerini tanıtan reklam, sporcu kadınları merkezine alıyor. Koşucu kadın yere düşüyor, eli kanıyor. Boksör kadının burnu kırılıyor, yüzü kan içinde kalıyor. Balerin kadının sıkı çalışmaktan ayak parmakları yara oluyor, kanıyor. Dağcı kadının elleri yarılıyor, bisikletçinin bacağını dal sıyırıyor; hepsi kanıyor ve korkmadan yaptıkları işe devam ediyorlar. Bodyform marka ped kullanmazsak kandan utanmalı mıyız yani?
—
Elidor: “Hayat Senden Yana!”
Reklamda aynı kadın oyuncu, iki ayrı karakteri oynuyor. Biri Elidor marka şampuan kullanmayan; saçları yıpranmış; yaşamın her alanında başarısız olan kadın. Diğeri ise Elidor marka şampuan kullanan; saçları pırıl pırıl parlayan; elini attığı her meseleyi çözebilen; başarılı, özgüvenli kadın. İki kadının göründüğü sahneler arasında ise sahne Elidor kullanan kadının dünyayı tersine çevireceği metaforuyla tersine dönüyor. Reklam müziğinin sözleri ise şöyle: “Biraz cesaret yeter uçmaya. Değişir her şey, istersen bir anda… Hayat senden yana!” Dünyayı tersine çevirmek için Elidor kullanmak yeterli mi yani?
—
Pelin Derici
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.
The post Bizi Böyle Bilmeyin – Pelin Derici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Tepetaklak” – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hızla havadan gelen topu izlersin, yukarıya zıplayarak kendini bırakırsın, sırtın yere gelecek şekilde adeta yere paralelmişcesine uçarsın. Topa sağ ayağınla vuracak gibi yapıp aşağıdaki sol ayağını yaylayarak vurursun, Newton’un yer çekimini yasasına meydan okursun. Meydan okuman sırt üstü yere yapışmanla sonlanır. Anlatıldığında çok şov bir vuruş gibi anlaşılmıyorsa da, böyle bir golü izlediğinde heyecanlanırsın.
Bu en şov vuruştur; çünkü sokakta maç yapanlar bilir ki ayakla attığımız goller 1’lik, kafa ve vole vuruşu 3’lük iken, röveşata 5’lik bir goldür. Bazı mahallelerde 6’lık 8’lik sayıldığı bile görülmüştür. Korkuna rağmen cesaretini toplayarak, toprak ya da beton zemine yapışacağını bile bile bu en zor, zorun zoru vuruşu yaparsın ve adeta tepetaklak olursun. Eğer topa vurmuş ve golü atmışsan; karşı takımdakileri, kendi takım arkadaşlarını ve tüm izleyenleri tepetaklak etmişsindir. Topa vuramamışsan yani sıyırmışsan; sırtında yer, gözlerinde gökyüzü, kulağında kıs kıs gülmelerin sesleriyle tepetaklak olmuşsundur. İşte böyle bir vuruştur röveşata.
Chilena’dan Röveşataya
Tepetaklak olma anlamına gelen röveşatayı futbol müsabakalarında ilk vuran Şilili futbolcu Ramón Unzaga 1914 yılında atmıştır. Hatta bu yüzden Şili’de k 600 kg’lik bir heykeli dikilmiştir. Bu sebeple hareket senelerce Chilena diye anılmıştır. 1930′larda ise Brezilyalı Silva, 1960′larda da Pele “Chilena” vuruşunu bolca yaparak dünya futbol tarihine bu şov vuruşu katmışlardır.
Asla Pes Etme Röveşatası
Röveşata gollerini çok izleyemeyiz; çünkü sokaktan stadlara, oyundan kumara giden futbol içinde röveşatanın bizdeki korkusunda bir değişim olmuştur. Toprak ve beton zemin değişmiş, yer çim olmuştur, vuruş kolaylaşmış gibi gözükse de aslında zorlaşmıştır. Seni izleyen kulüp başkanından teknik direktörüne, mesai arkadaşın kaleciden stopere, tribünlerden ekranlardaki milyonlara rezil olmak vardır. Sol açığın biraz arkana yaptığı ortanın sorumluluğunu üstlenmeden geçiştirmek varken vurup vuramayacağını bilmediğin ama inandığın vuruşu seçmek zordur. Antrenmanlarda yüzlerce kez çalıştığın bu vuruşu maçta yapmak zordur. Pes etmeden sürdürülmesi gereken bir istek gerektirir. “Denedim olmadı”, “denedim ıskaladım”, “herkes güldü”, “rezil oldum!” demeden, “yaaa şu topa doğru düzgün vuramıyorsun, röveşata ile mi vuracaksın” azarlarına aldırmadan, asla pes etmeden bir daha ve bir daha vuracaksın.
Tepetaklak Röveşata
Sokak oyunlarında kafa ya da vole 3’lük, röveşata 5’lik sayılır diye az önce bahsetmiştim. Vurulamayan vuruş, atılamayan goldür diye puanı yüksektir röveşatının. Ayrıca karşı takımı madara etmenin de vuruşudur.
1989’da Galatasaray Fenerbahçe maçında Galatasaray 3-0 öndedir. Kazandıklarını düşünen Galatasaraylılar rahatlar, gevşer. Prekazi orta sahada röveşata ile güzel bir pas atar. Attığı pası Kovaçeviç yine bir röveşata ile paslar. Art arda yapılan bu röveşatalarla Galatasaray Fenerbahçe’yi sadece 3-0 yenmekle kalmaz; adeta madara etmiş olur. Ancak maçın sonuna gelindiğinde “tepetaklakla” eğlenen Galatasaray adeta vuruşu sıyırmış forvet gibi tepetaklak olur ve Fenerbahçe’ye 3-4 yenilir. İşte bundan dolayı zordur Röveşata. Vurursan havalara uçarsın, vuramazsan yerlerde sürünürsün.
Talihsiz Röveşata
Dünya futbol tarihinin talihsiz röveşatalarından biri de Beşiktaş’ın vazgeçilmez defanslarından Recep’in başına gelmiştir. Takoz Recep lakaplı Recep Beşiktaş’ın 1990’da Malmö ile yaptığı maçta, Malmö’nün atağında yapılan ortaya aşırı tepetaklak bir vuruş yaparak kendi kalesine röveşatayla gol atmıştır. Maç 2-2 iken 3-2 olmuş ve Beşiktaş yenilmiştir.
Kapitalist Röveşata
Bir de risklerine rağmen olur olmadık pozisyonlarda röveşata vuranlar vardır. Riski severler. Bir kere de olsa vuruşlarıyla gol atmışlardır, havada uçmanın keyfini almışlardır. O imkansız vuruşu yapmış, golü bulmuşlardır. Ama forvetlerden çok azı Fenerbahçeli Sow’un yaptığını yapmıştır. 2016’da yapılan Manchester maçının ilk dakikalarında röveşatayla gol atan Sow İngiltere basınının ilgisini yeterince çekememiştir. Ortalama bir röveşata övgüsüyle geçiştirilmişken bu maçtan tam 24 gün sonra bir röveşata haberiyle ilgi çekmeye başlamıştır. Sow röveşata vurmaktan vazgeçmemiş ve Feyenord maçında bir röveşata golü daha atmıştır. Fenerbahçe takımının şirketi Fenerium’un tasarımcıları da adeta röveşataya röveşata vurarak; Sow’un formasını tekrar tasarlayıp sırt yazılarını yer çekimine ters basarak satışa çıkarmışlardır. İngiltere spor gazetelerinin ilgisini de Sow’un röveşatası değil, bu formalar çekmiştir. Son transferinden bu yana Sow’un satılmış tüm formalarından kat be kat daha çok forma satılmasını sağlayan bu ters forma, her şeyi ranta çeviren kapitalizmin bir başka röveşatası olmuştur.
Röveşata fırsattır.
Sokağın oyunundan endüstrinin kumarına dönüşen futbolun en şov vuruşuyla gol atmak ne kadar keyifliyse; gol yemek de bir o kadar da üzücüdür. Oyunun kumara dönüştüğü futbolda eski stadlara kaçak sıvışmak bizim attığımız bir röveşata ise; yeni stadlara passoligle girme zorunluluğu bize atılan bir röveşatadır. Böyle sürerse daha çok röveşata vururlar ve bizi daha çok madara ederler. Kaleci berbat, defans hantal, orta saha oynamıyor, forvet koşmuyor, kimse inanmıyor mu?! Riskleri umursamadan, sol açığın biraz arkana yaptığı ortaya, yani arkanda kalan topa, inanırsan röveşata vurabilirsin. Röveşatan gol olursa her şey tepetaklak olur.
Didem Deniz Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Tepetaklak” – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Faşizme Gollerini Unutmayacağız Kaptan” – Deniz Benol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Gittiğimiz her yerde biz taşlanıyoruz, yine de biz kötü oluyoruz. Onlar Amed’e geldiğinde biz onları çiçeklerle karşılayacağız, ama yine biz kötü olacağız. Olsun…”
Bir takımın kaptanı olmak futbolcuya ağır sorumluluklar yükler; bir de bu takım Amedspor ise daha büyük
sorumlulukları vardır. Gittiğin deplasmanlarda taşlanman, alışman gereken bir durumdur mesela. Takımınının adının, logosunun Tv’ler de, skorbordlar da sansürlenmesi kesinlikle moralini bozmamalıdır. Kendi evinizde oynadığınız bir maçta bile, koridorda çevik kuvvet tarafından darp edilebilirsin, size her yer deplasmandır, alışmalısın. Tüm bunlara rağmen bir futbol takımından daha fazlasını da vermen gerekir; çünkü yanı başında çocuklar ölürken sen sadece futbol oynayamazsın. Bu yüzden “Çocuklar Ölmesin Maça da Gelsinler” pankartını cesaretle taşımalısındır. İşte böyle bir takımın kaptanıydı Şehmus Özer. Geçtiğimiz günlerde geçirdiği trafik kazası sonucu yaşamını yitirdi.
9 çocuklu bir ailenin 3 futbolcu çocuğundan biriydi Şehmus. Bir keresinde kardeşiyle yaşadığı hikayeyi röportajında
şöyle anlatmıştı;
“Biz şampiyonluk, Adanaspor ise ilk 6 için mücadele
ediyordu. Daha maçın başlarında kaleci Tolga’yı geçerken
düşürüldüm ve penaltı kazandık. Kaleci Tolga
kırmızı görünce, oyuna yedek kaleci olan kardeşim
Zülküf girdi. Takımın penaltıcısı benim. Normal
şartlarda benim kullanmam gerekiyordu. Birimiz
sevinecek, birimiz ise üzülecektik. Kardeşime gol
atarsam hocaları ve taraftarlar ’Bak, topa atlamadı,
ağabeyine bıraktı’ diyeceklerdi. Atamasam
bu kez ’Kardeşine gol atmadı’ diyeceklerdi.
Çok zor bir duyguydu. Ben de penaltı
atmaktan vazgeçtim. Başka bir arkadaşım
atınca öne geçtik.”
Hakkında çıkacak söylentileri bile önemseyerek hareket etmesi, gittiği her takımda mücadeleci oyun anlayışı ve
karakteriyle izler bırakmıştı. Öyle ki bir Karşıyakalı taraftar sosyal medya hesabından Şehmus için şöyle yazmıştı:
“Sene 2007. Karşıyaka forması giyerken Altay’a transfer oldun bir sene sonra… Böylesi bir transfer sonrası küfürle
anılan o kadar çok futbolcu var ki; sen nasıl başardın bunu Kaptan? Bu yetmezmiş gibi, 2013 yılında tekrar döndün Karşıyaka’ya, bu da yetmezmiş gibi bir sene sonra yine Altay formasını giydin. Söylesene Kaptan bunu nasıl başardın? İki ezeli rakip arasında iki kez transfer yapmayı nasıl başardın? Hadi yönetimler değişir de, taraftarlarda
da bu saygıyı, bu sevgiyi, bu minneti yaratmayı nasıl başardın? “
18 senelik futbolcu, yaşamı boyunca birçok Anadolu kulübünde oynamış; 478 maça çıkıp 149 gole imza atmıştı.
Anadolu takımlarının Süper Lig’e çıkmak için kullandığı bir silah olmuştu adeta.
Çıktığı son maçta ise Amedspor, Fenerbahçe ile 1-1 berabere kalmış; Amedspor’un tek golünü de Şehmus atmıştı. İstemeden, bilmeden de olsa jübilesini golle yapmıştı.
Ölümünden sonra sosyal medya faşizmi insanlığa yakışmayacak şekilde kendini göstermiş; Şehmus’un ardından küfürlü, ırkçı sözler içeren yüzlerce tweet atılmıştı. Amedspor’u taşlayıp, sansürleyip, yok sayanlar bu sefer sosyal medyadan çirkin yüzlerini göstermişti.
Ama Şehmus’un ölümü bile faşizme karşı bir duruştu sanki, Aydınspor – Bursaspor karşılaşmasında gölü atan Reşo Akın formasının altından Şehmus Özer yazılı tişörtü çıkartmıştı. Takım arkadaşları da kameralara koşarak Şehmus
Özer ismini gösterdiler. Sanki birilerine bir şey mi anlatıyorlardı?
İkinci gol ise futbol kulüplerinden geldi. İlk önce; forma giydiği Altay, Karşıyaka takımları, sonrasında da birçok kulüp taziye mesajı yayımladı. Trabzonspor’un taziye mesajı ise faşizme bir yumruk muydu
sanki?
Şimdi Şehmus kaptanlık pazubandını çıkardı, taşıdığı pankartı arkadaşlarına devretti, tribünlerden gelen alkışları selamlayarak maça gelemeyen çocukların yanına doğru yürüdü.
Deniz Benol
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Faşizme Gollerini Unutmayacağız Kaptan” – Deniz Benol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ”Kazananı da Kaybedeni de Olmayan Bir Turnuva Anti-Faşist Dövüş Turnuvası”– Röportaj: Zeynep Coşkunkan – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yunanistan’daki Anti-Faşist Dövüş Turnuvası, 17-18-19 Haziran tarihlerinde, Selanik’te bulunan Katsaneio Salonu’nda düzenlendi. Bu yıl üçüncüsü düzenlenen turnuva hakkında, Anti-Faşist Dövüş Turnuvası organizasyonunda yer alan Malamas Sotiriou ve Anna Kavoura’ya gerçekleştirmiş olduğumuz röportajı siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.
Meydan Gazetesi: Anti-Faşist Dövüş Turnuvası ne zamandan bu yana gerçekleştiriliyor? Böylesi bir organizasyon fikri nasıl ortaya çıktı?
Malamas: Bu yıl Anti-Faşist Dövüş Turnuvası’nın üçüncüsünü düzenliyoruz. Daha önceden de düzenlenen turnuvaların deneyimiyle, bizler de, anti-otoriterler ve anarşistler olarak böyle bir turnuva düzenleyebileceğimizi düşündük. Böylece oturup tartışmaya, toplantılar almaya başladık. Toplantıların ardından Anti-Faşist Dövüş Turnuvası’nı düzenleme kararı aldık.
Maçlar hangi dövüş sanatlarıyla yapılıyor?
Malamas: Turnuva dahilindeki maçlar; boks, kick boks, jiu jitsu, muay thai, MMA (Karma Dövüş Sanatı) ve güreş alanlarında yapılıyor.
Turnuvaya bireysel olarak katılabilmek mümkün mü? Katılan kolektifler, işgal evleri, takımlar var mı ve varsa kimler?
Malamas: Evet, turnuvaya bireysel olarak katılmak da mümkün; genelde katılımcıların birçoğu da bireysel katılım gösteriyor. Bunun dışında, turnuvaya katılan birçok sosyal merkez ve işgal evi de var; bu katılımcılar, aynı zamanda turnuvanın organizasyonunda da bizimle dayanışma gösteriyor. Bunlardan bazıları; Selanik’te bulunan Micropolis ve Sholeio sosyal merkezleri, yine Selanik’te bulunan işgal evi Terra Incognita, Kavala’dan başkaca işgal evleri…
Turnuvaya kadınlar katılıyor mu?
Malamas: Kadın dövüşçülerin turnuvaya katılmasına tabi ki mümkün. Geçen senelerde de kadınlarla erkeklerin dövüştüğü oldu. Böyle bir kısıtlama yok; ancak bazen bir kadın dövüşçüyle bir erkek dövüşçünün hem uğraştıkları spor dalı açısından hem de ağırlıkları itibariyle eşleştirilmeleri zor olabiliyor. Her iki taraf da kendisine yapılan eşleşmeyi uygun bulduğu ve kadın-erkek dövüşünü talep ettiği sürece, turnuva dahilinde bir kadın ve bir erkek de dövüşebiliyor.
Turnuva dahilinde çekilen bazı fotoğraflarda, dövüşen iki kişinin elinin de, sanki her ikisi de maçı kazananmış gibi, hakem tarafından havaya kaldırıldığını görüyoruz.
Malamas: Anti-Faşist Dövüş Turnuvası’nın kazananı ya da kaybedeni söz konusu değil. Bu yüzden gördüğünüz o fotoğraflarda, her iki dövüşçünün de eli havaya kaldırılıyor.
Daha önce, turnuva dahilindeki maçlarda dövüşçüleri kazanan ya da kaybeden olarak belirlemenin iyi mi yoksa kötü mü olacağını aramızda tartıştık. Ancak biz, bildiğimiz diğer turnuvalarda da gördüğümüz rekabet duygusuna ya da karşı sporcuyu alt etme çabasına, döverek alaşağı etmeye karşıyız. Rekabet duygusunun turnuvada yer almasını ve bunun örgütlemek istediğimiz dayanışmayı engellemesini istemiyoruz. Bu turnuvayı dayanışma amaçlı, faşizme karşı bir arada olmak için düzenliyoruz. Yukarıda bahsettiğim gibi durumların yaşanmaması için, eşleştirmeleri yaparken dövüşçülerin bireysel özelliklerini ve yeteneklerini de göz önünde bulunduruyoruz. Böylece yapılan müsabakalarda, her iki tarafın da yaptıkları spordan keyif almasını, karşısındaki dövüşçüyü yenmek yerine onunla eğlenerek bedensel bir aktivite içine girmesini sağlamış oluyoruz.
Madem öyle, düzenlediğiniz bu etkinliğin ismi niye turnuva olarak geçiyor?
Malamas: Bir turnuvanın amacının, kazanan ya da kaybeden belirlemek olduğuna inanmıyoruz. Bizim için turnuva, beraberce yapılan bir şeyin parçası olmak.
Örneğin hırs ya da cinsiyetçi küfür gibi, turnuvanın ilkelerine aykırı durumlar söz konusu olduğunda ne yapıyorsunuz?
Malamas: Şu ana kadar, turnuvada cinsiyetçi küfürlerle hiç karşılaşmadık.
Anna: Ben bu turnuvaya 2 yıldır katılıyorum ve ilk katılmaya başladığımda, ben de durumu biraz garipsemiştim. Kazanan ya da kaybeden yoktu ve bu yüzden bu turnuvanın ne kadar başarılı olacağına dair bazı önyargılarım vardı. Ancak bu süre içinde fark ettiğim şu oldu; burada gerçekten çok güzel bir atmosfer var. Turnuva dahilinde oldukça iyi müsabakalar olduğunu gördüm; kendisini iyi yetiştirmiş sporcuların dahil olduğunu gördüm. Ve tabi ki bu sporcuların iyi dövüşmek, iyi bir müsabaka ortaya çıkarmak için bir çabaları oluyor.
Bir keresinde çok yetenekli bir kadın sporcuyla bir erkek sporcunun birbirleriyle dövüştüğünü gördüm; erkek olan dövüşçünün karşısındaki kadına hırsla ve alt etme dürtüsüyle saldırdığını, seyircilerinse bu duruma çok büyük tepki gösterdiğini gördüm. Seyirciler bağırarak ve olumsuz tezahürat yaparak gördükleri şeyi, erkek sporcunun yaptığını, onaylamadıklarını gösterdiler.
Burada seyirciler, rekabetsiz bir şekilde çıkarılan iyi dövüşleri alkışlıyorlar; çabanın ve çalışmanın getirdiği iktidarsız bedensel yeteneği destekliyorlar. Turnuvada insanların görmek istedikleri şey, birilerinin alt edilmesi değil; dövüş sanatlarıyla uğraşan insanların dayanışmayla beraber bir şeyler ortaya koyması, birbirlerine saygı göstermesi ve iyi vakit geçirebilmeleri.
Turnuva boyunca maçlar dışında etkinlikler yapılıyor mu, yapılıyorsa neler?
Malamas: Turnuva üç gün sürüyor. İlk gün tartışmalar, paneller, forumlar oluyor. Son iki gün ise dövüşler yapılıyor. Mesela geçen sene turnuvanın ilk gününde yapılan konuşmaların konusu, büyük şehirlerde yürütülen anti-faşist mücadeleydi. İtalya’dan, İsveç’ten, Atina’dan ve pek çok farklı yerden katılan insanlar oldu. Örneğin bir konuşmacı, futbol endüstrisinde yer bulan faşizmden, holiganların ne kadar faşist olabileceğinden ve bunun nedenlerinden bahseden bir konuşma yaptı. Başka bir konuşmacı, Almanya’daki faşizm üzerine konuştu. İtalya’dan gelen ve aynı zamanda İtalya boks şampiyonu olan bir konuşmacı ise İtalya’da bulunan, özörgütlülük ilkesiyle işletilen bir spor salonundan ve bu şekilde işletilen spor salonlarının dayanışma ağından bahsetti. Bu ve bunun benzeri, turnuvanın ilk gününde üzerinde durduğumuz, bilgi paylaşımı yaptığımız alanlar oluyor.
Dövüş sanatları öğrenmenin, sokakta bir faydasını görüyor musunuz?
Malamas: (Gülüyor) Evet, muhtemelen. Yani evet, avantajını görüyoruz, kesinlikle.
Bugüne dek turnuva dahilinde polis baskısı ya da faşist saldırı gibi olumsuz durumlarla karşı karşıya kaldığınız oldu mu?
Malamas: Hayır. Olumsuz bir tepkiyle karşılaşmadık, yani en azından bir saldırıyla karşılaşmadık. Ancak bir keresinde neo-nazi partisinin dağıttığı bir bildiri ile karşılaşmıştık. Bildiride, böyle bir turnuvanın düzenleniyor olmasından ne kadar rahatsız olduklarına dair bir şeyler yazıyordu. Elbette ki Anti-Faşist Dövüş Turnuvası’ndan rahatsız olacaklardı; çünkü faşistler, dövüş sanatları alanında kendilerine “asker” (kendi aralarına katılacak insanlar, bildiğimiz anlamda asker değil) bulabiliyorlar ve böylesi bir turnuva onların çalışmaları için de bir “tehdit”.
Röportaj için teşekkür ederiz. Dayanışmayla…
Röportaj: Zeynep Coşkunkan – Furkan Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayınlanmıştır.
The post ”Kazananı da Kaybedeni de Olmayan Bir Turnuva Anti-Faşist Dövüş Turnuvası”– Röportaj: Zeynep Coşkunkan – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kung Fu’da Gözlem ve Empati Hayvanı Tekrarlamak (2) – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz sayıda 2008 yılında bir animasyon filmi olarak yayınlanan Kung Fu Panda filminde yer alan “korkusuz beşli” olarak isimlendirilen hayvanlardan hareketle, hayvanların gerçekten birer Kung Fu ustası olduklarından ve günümüze kadar yapılmaya devam edilen Kung Fu’daki hayvan tekniklerini oluşturduklarından bahsetmiştik. Kung Fu’da gözlem ve empati insanların hayvan tekniklerini oluşturmasını sağlamıştır. Yazının ilk bölümünde hayvan tekniklerinden Kaplan ve Turna Kuşu tekniğini paylaşmıştık. Bu bölümde ise Yılan, Maymun ve Peygamber Devesi tekniklerini paylaşıyoruz.
Yılan
Song Hanedanlığında, Emei Dağlarında büyülü yeşil bir yılanla beraber beyaz bir yılanın yaşadığına inanılır.
Beyaz yılan bir gün Xo Xian’ya aşık olur. Güzel bir kadın kılığına giren beyaz yılanla Xo Xian evlenir. Çocukları olur. Bir gün Fa Hoi adında bir rahiple tanışırlar. Rahip kadının beyaz yılan olduğunu fark eder. Xu Xian’a anlatır. Xu Xian rahibin söylediklerini önemsemez. Rahip Fa Hai ruhların ölümlülerin dünyasından gitmesini savunur ve beyaz yılana Leifng Pagoda’ya kadar yılanı esir tutacak büyülü bir şapka verir. Böylece beyaz yılan tutsak edilir. Çocuğunu ise rahipler alır.
Olanları öğrenen yeşil yılan beyaz yılana yardıma gitmeye karar verir. Bu arada beyaz yılanın oğlu büyümüş ve tapınak rahipleri tarafından yetiştirilmiştir. Fakat beyaz yılanın oğlu, tapınağı terk edip yeşil yılanı bulur. Yeşil yılanın öğrettikleriyle ve tapınakta öğrendikleriyle yeni bir teknik geliştirir. Yeşil yılan ve beyaz yılanın oğlu bu yeni tekniklerle beyaz yılanı esirliklen kurtarır. Böylece Kung Fu’da yeni bir teknik doğmuş olur.
Yılanlar elsiz ve ayaksızlardır. Vücutları yalnız kafa ve gövdeden oluşur. Hayatta kalmak için karşısınakini ya dişleriyle ısırırlar ya da bedenleriyle sıkarlar. Yılan stili, bu iki özellik üzerine yoğunlaşır; ani saldırılar ve kilitlemeler.
Yılan stilinin saldırdığı noktalar; gözler, boğaz, kasık ve eklem yerleridir. Ve 5 temel ilkesi vardır:
Orada Olmama: Herhangi bir kavga öncesinde kazanmayı veya kaybetmeyi seçmez (hem fiziksel hemde ruhsal). Kendini savunma temel ilkesidir. Orada olmamaya çalışır.
Mutlakiyet: Orada olmama durumu gerçekleştirilemediğinde (yani saldırı anındayken) karşı taraftakini etkisiz kılmak için ne gerekirse yapılmasıdır.
Üstün Bilgi: Neyin yapılabilir neyin yapılamayabilir olduğunu anlamak. En doğru zamanda saldırmak. Bunları yaparken de kendi yeteneklerini düşünmektir.
Mükemmel Yetenek: Yılanın çok fazla fiziksel yeteneği yoktur. Bundan dolayı var olan yeteneklerini mükemmelleştirmesi gerekir.
Düzen Yaratmak: Yılan tekniğinin başarısı düzen ve özkontrolden gelir.
Maymun
Maymun stili, Büyük Dünyan tekniği sanatının ustalarından Kou Sze tarafından oluşturulmuştur. 1900’lerde hapse giren Kou Sze, hücresinde Kung Fu antrenmanlarına devam eder. Hücre penceresi maymunlarla dolu bir ormana bakan Kou Sze, maymunların ağaçlarla kurdukları bağlarla; yaşamları tehlike altında olduğunda verdikleri tepkiye varıncaya kadar maymunları izleme fırsatı bulur.
Kou Sze, bildiği Kung Fu teknikleriyle maymun hareketlerini harmanlayarak yeni bir Kung Fu tekniği oluşturur. Kou Sze oluşturduğu bu yeni tekniğin adına “Tai Shing Maymun Tekniği” adını verir.
Üç çeşit maymun tekniği vardır. Shaolin maymun tekniği, Wo Sou maymun tekniği ve Tai Shing maymun tekniği. Shaolin maymun tekniği aralarında en eski olanıdır.
Tai Shing maymun tekniği karşı tarafa saldırmayı ve hızlıca geri kaçmayı hedefler. Burada hedeflenen tam bir zafer değil, karşı taraftakini şaşırtarak alt etmektir.Farklı açılardan yapılan saldırı ile karşı tarafın saldırısı etkisiz hale getirilir. Tai Shing maymun tekniğinde diz ve dirsek kullanılır. Sıklıkla kullanılan bir başka teknik ise, karşı tarafa yönelik hızlı el ya da ayak hamleleriyle karşı taraftakini sürekli olarak yere düşürmektir. Tai Shing maymun tekniğini diğer tekniklerden daha güçlü kılan diğer özellik tekme formlarıyla ilgilidir. Birçok teknik farklı şekillerde tekme atmaya yoğunlaşırken Tai Shing tekniği zeminin bir karış üstünden bile tekme atıabilmeye yoğunlaşır.
Shaolin maymun tekniğinde duruş yere yakın değildir ve hareketler bir insanın maymunu taklit etmesini andırır. Shaolin maymun tekniğinin bilinen tek biçimi vardır. Son usta Matsuda, Ark Wonk’un tekniğini de görmüştür.
Wou Sou maymun tekniği ise Çin operası ya da Wou Sou Kung Fu’su için geliştirilmiştir. Çarpıcı ve zarif bir tekniktir. Hareketlerin yere yakın duruşları barındıran bölümleri vardır ama gösteri amaçlı sergilenir.
Peygamber Devesi
Bir Sholin rahibi olan Wang Long, tapınaklar arası düzenlenen bir savaş sanatları turnuvasına katılır. Kung Fu tekniği mükemmel olmasına rağmen turnuvada kaybeden Wang tekniğini nasıl daha iyi geliştireceğine dair kafa yormaya başlar. Bu sırada hayalinde turnuva alanında gördüğü bir peygamber devesiyle ağustos böceğinin kavgası belirir. Peygamber böceğinin kavga tarzına çalışan Wang buradan hareketle peygamber devesi stilini yaratır.
Peygamber devesi stili zamanla ikiye ayrılır. Bunlar; Shanxi Praying Martis ve Shandong Praying Martistir.
Peygamber devesinin temel hareketlerinden biri “chanwan”dır. Bu hareket sırasıyla parmaklar ve ellerin sürekli birbiri etrafında dönmesiyle başlar. Chanwanın pratiği küçük daireler çizerek başlar (daireleri içeri yada dışarı çevirebilirsiniz). Bu çizilen küçük daireler genişleyerek Goushau ve Huashau’ya evrilir. Bu hareketlerle hem üstünüze gelen vuruşları savurabilir hem de karşı atak geliştirebilirsiniz.
Didem Deniz Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kung Fu’da Gözlem ve Empati Hayvanı Tekrarlamak (2) – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Rekabetin Reçetesi Hamilelik Dopingi – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tarlalarda, ırgatlık yapan hamile kadınlar, herkesin gıpta ile baktığı bir azimle çalışırlar. Sıradan bir insana göre daha fazla efor harcarlar. Peki, kadınların herhangi bir enerji verici madde kullanmadan sahip oldukları bu enerji nereden gelir? Hamile kadınların, günde 12-16 saat çalışmasını sağlayan gücün kaynağı nedir?
Büyük şirket sahipleri, daha fazla kazanmak için daha fazla mesaiye ihtiyaç duyarlar. Mesai saatinin uzaması ise daha fazla enerji demektir. Bu enerjiyi dopinglerden alan şirket sahiplerinin karşısında, tarlalarda çalışan hamile kadınların söz konusu enerjiyi yüksek fiyatlara satılan dopinglerden karşılamadıklarını anlamak oldukça kolaydır. Peki ya hamile kadınların vücudu, kendi dopingini üretiyorsa?
Doping Nedir?
Afrika’daki Zulu kabilesinin üyeleri, savaşlarda cesaretleri artsın diye üzüm posasından yaptıkları “dop” adında bir içecek içiyorlardı. Bu içecek aynı zamanda üzümün içerisindeki şekerden kaynaklı olarak enerji de veriyordu.
Kabilenin hangi üyesi bilebilirdi ki, yüzyıllar sonra rekabetle gelecek bir başarıya ulaşabilmek için kullanılan her “enerji verici” maddenin adına doping deneceğini.
Günümüzde; başarılı olmak için daha fazla ders çalışması gereken öğrencilerin ya da iyi bir kariyere sahip olabilmek için daha yoğun çalışması gereken beyaz yakalıların sıkça kullandığı doping ilaçları, vücuda üstün hareket ve enerji sağladığı için, sporcular tarafından da uzunca bir zamandır tercih ediliyor.
Dopingin Yasaklanması
Üst üste kazanılan şampiyonluklar, sporcuların spor esnasındaki ölümleri ya da ölümlerinden sonra yapılan otopsilerin raporları, korkunç bir gerçeği ortaya çıkardı. Sporcular başarısızlıklarını birer başarıya dönüştürebilmek, kariyer yapabilmek ve daha fazla para kazanma hırsları nedeniyle doping kullanıyorlardı. Bunun üzerine, müsabaka kurallarına aykırı bir davranış olan doping kullanımı, spor federasyonları tarafından “kesinlikle” yasaklandı.
Yasaklamalara rağmen, yine de kimi zaman söz konusu olan doping kullanımını engellemek ve denetlemek için yapılan doping testi sonucunda kanında doping bulunan sporcular, müsabakalardan çıkartılır. Müsabaka sonrası yapılan testle ise kanda çıkacak doping sonucu sporcu uzaklaştırma alabilir, men edilebilir, hatta şampiyon olduysa, şampiyonluğu da elinden alınır.
Kazanmak, birinci gelmek, şampiyon olmak uğruna, yaptıkları dopingin ortaya çıkmayacağı yöntemler arayan sporcular, bugüne değin birçok farklı yöntem denedi. Alınan doping sonrası kanın alınıp, temizlenip, dolaşım sistemine geri verilmesinden; oksijen transferine kadar birçok yöntem… Bu yöntemlerden en akıl almaz olanı ise 1960-70’li yıllarda, Balkan coğrafyası jimnastikçileri tarafından kullanılmaya başlandı: Hamilelik dopingi.
Hamilelik Dopingi
Hamilelik sürecinde vücut, normalden fazla olarak testosteron hormonu üretir. Bu da kas yapımını arttırıcı olduğundan, kalça, bacak gibi bölgelerde kas oluşum hızı artar ve bu bölgelerdeki eklemler esneklik kazanır. İşte bu değişimleri, hamile bir atletin kendi bedeninde fark etmesi ile hamilelik de bir doping yöntemi olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Bu yöntemi kullanan sporcuların yoğun antrenman programlarıyla süzülen kanlarındaki kırmızı hücreler, yani alyuvarlar, hamilelikle birlikte çoğalıp, zenginleşir ve yenilenir. Bu durumun kendisi de doğal bir doping etkisi yaratır. Kandaki bu yenilenme, sporcuya enerji vererek, onun performansını arttırır. Hamileliğin getirdiği tüm bu değişim, hamile bir kadın için oldukça olumlu bir durumken; sporcuların bunu bir doping olarak kullanması, hırsın ve kazanma isteğinin insana neler yaptırabileceğini açıklar nitelikte.
Başarı, Başarı ve Daha Çok Başarı
Madalyanın başka bir sporcunun evindeki vitrine girmesine göz yummak istemeyen rekabet duygusu, daha 13-14 yaşındaki sporcuları, antrenörlerinin yarattığı hırs duygusunun bir parçası olmaya zorluyor. Ve çoğu zaman gönüllü dahi olmadan antrenörleriyle birliktelik yaşamak da dahil, şampiyonluk yolunda yapılan her şeyin mübah olduğu meşruluğu yaratılıyor.
İlk kullanımlarda, enerjinin yanı sıra kişiye neşe, güven duygusu veren doping ilaçları, uzun süreli kullanımlarda ise bağımlılığa yol açarken; kişinin hırçınlaşmasına, isteksizliğine ve ilaçları kullanmadığı zamanlardaysa aşırı yorgunluk hissine neden oluyor. Hamile dopingi yapan sporcular içinse, hamileliğin yarattığı duygusal etkinin dışında, müsabakalar bittiğinde kürtaj yapılarak hamileliğe son verildiği için hem hamilelik hem de kürtaj olma bir rutine dönüşüyor. Bu da kadının fiziksel olarak da tahribata uğramasına neden oluyor.
Rekabet Et – Hep Kaybet
Düzenli olarak spor yapan insanların vücutlarında salgılanan dopamin, kişilerin kendilerini daha iyi hissetmelerini ve daha enerjik olmalarını sağlıyor. Bu nedenle, sporun iradeyi, zihni güçlendirme etkisi bazı uzmanlar tarafından depresyon tedavisinde bile kullanılıyor. Bununla birlikte kişinin düzenli egzersiz sonucunda fiziksel olarak güçlenerek kondisyonunu artırması, kişinin psikolojik olarak da karşılaştığı sorunlarla başa çıkabilme becerisini geliştiriyor. Hal böyleyken aslında spor yapmanın kendisi, kişide dopinge gerek olmadan, olumlu bir etki yapıyor.
Oysa günümüzde sadece rekabete ve kazanmaya odaklı yapılan etkinlikler, müsabakalar ve turnuvalar, kişilerin sporun güçlendirici ve sağaltıcı etkisine izin vermiyor, üstüne üstlük en iyisi olmak uğruna, yapılan her şeyi meşrulaştırıyor ve kimi zaman antrenörlerin atletler üzerinde psikolojik ve cinsel bir baskı kurmalarına, kimi zamansa kadın atletlerin kendi bedenlerine yabancılaşarak, fiziksel olarak potansiyellerini, bir doping ilacı gibi kullanmalarına neden oluyor.
Kazanmak uğruna, döllenen bir yumurtaya, vücudun dönüşüm geçirdiği bu döneme; topyekün bir doping ilacı gözüyle bakmak, kişinin kendi bedenine uyguladığı bir tahakkümdür ve aslında bu “kazanım”, rekabetin bir eseri olduğundan, sonsuz bir kaybediştir.
The post Rekabetin Reçetesi Hamilelik Dopingi – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Onlar” Şampiyon appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor, deplasmana gittiği her yerde “bir Kürdistan takımı olması” nedeniyle ırkçı-faşist saldırılara uğruyordu. Bunca baskıya rağmen, geçtiğimiz sene gerçekleştirdiği kongrede adını “Amed Sportif Faaliyetler” olarak değiştirme kararı aldı.
Bursaspor’a 167.909.000 liraya mal olan 45 bin kişilik Timsah Arena Stadı’nda gerçekleşecek Bursaspor deplasmanında, İl Spor Güvenlik Kurulu’nun kararı ile, zorunlu olan %5’lik deplasman kontenjanı verilmedi Amedspor’a.
Amed’deki 1540 kişilik Şilbe Stadı’ndan bahsi geçen karar yüzünden taraftarsız gelen Amedspor, Bursaspor taraftarının yoğun küfür ve tekbir sesleri arasında çıktı sahaya.
Timsah Arena Stadyumu’nun dört bir yanında Türk bayrakları ve 3 hilalli yeşil bayraklar asılıydı, ancak Bursaspor’un ilk 11’inde Türkiye’den sadece 3 futbolcu vardı; diğerlerinin hiçbiri Türkçe bilmiyordu, Türk değildi. Başka toprakların insanlarıydı…
Amedspor ise, düşük bütçeli transferleriyle oluşturduğu kadrosuyla sahaya çıkmıştı. Dersimli ve Alevi olduğu için Gençlerbirliği’nde oynarken kendi takımının taraftarının saldırısına uğrayan Deniz Naki, İspanya’da faşizme karşı savaşan enternasyonalist tugaylardan bir Alman gibi Bursaspor kalesini zorluyor, tehlike arz ediyordu.
Onuncu dakikada spiker: “Onlar topu kaptırdı, Bursa atağa çıkıyor!”
Yirminci dakika Ercan Çapar tam köşeye attı, Amedspor 1-0 öne geçti. Spiker; “Ercan topu filelere gönderdi. Büyük sevinç var…” diyor. Nerede sevinç var, kim seviniyor? Spiker öznesiz cümle kuruyor, sanıyoruz ki bir şeyden çekiniyor. Amedspor sağdan, soldan Bursa kalesine ataklar yapıyor, spiker “bu kez de onlar savunmasını orta çizgiye kadar getirdiler, tüm hatlarıyla Bursaspor yarı alanındalar.” diyor.
Altmış beşinci dakikada, “onlar” soldan ceza sahasına giriyorlar. Ceza sahasının gerisinde topu köşeye yollayan Deniz Naki, “onların” ikinci golünü atıyor.
Dakika yetmiş beş, spiker “Bursa geri düştüğü maçlarda hep çevirdi” diyor. Türkiye milli maçını sunan bir spiker edasıyla, Bursa’nın yenilmesinin büyük üzüntüsünü seyirciye yansıtarak devam ediyor maçı sunmaya.
Uzatmalarda, doksan beşinci dakikada, Bursaspor tek gölünü atıyor. Spiker ses tonu yine hüzünlü; “Bursaspor, aradığı golü çok geç buldu.”
Amedspor bu kadar baskıya rağmen güçlü bir rakibe karşı iyi oynadı; çeyrek finale çıktı. 2. Lig Kırmızı Grup’ta mücadele eden Amedspor’un kupada bu kadar yükselmesi; şüphesiz ki birilerini, bazı zihniyetleri fazlasıyla rahatsız etmişti ki Amed’de galibiyeti kutlayan Amedspor taraftarına bile polis gaz ve TOMA’yla saldırdı.
Ve Amedspor galibiyetini Sur’da, Cizre’de, Silopi’de direnen halklara armağan etti. Çeyrek finale yükselip kurada Fenerbahçe ile eşleşen Amedspor’a, kuradan 2 saat sonra PFDK kararı ile 1 maç seyircisiz oynama cezası verildi. Seyircisiz oynanacak Fenerbahçe maçı da “güvenlik sebebiyle” Siirt’e alındı.
Bir futbol takımı üzerinde bu kadar baskının, ayrımcılığın, lobi faaliyetlerinin yapılmasının nedeni; o takımın Sur’un, Cizre’nin, Silvan’ın sesi olmasından korkulmasındandır. Maçta Amedspor’un attığı bir gol sonrası, futbolcunun formasının altında “Çocuklar Ölmesin Maça da Gelebilsin” yazması, bu bile onları tir tir titretmektedir. Çeyrek final maçında atılacak gollerde tribünlerdeki haykırışlar da, gol sevinci için değil; sokağa çıkma yasağı altında direnen halklar için olacaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 31. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Onlar” Şampiyon appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>