The post İklim Popülizmi: Beş Başlıkta İklim Grevi’nin Değerlendirilmesi – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Dünya gündemini son yıllarda epey meşgul eden beş harfli bir sözcük var: İklim. Birleşmiş Milletler’in çeşitli raporlar yayınlayarak “farkındalık” yaratmaya çalıştığı, husumetlerini bir yana bırakan dünya liderlerinin “sorunun çözümü için” bir araya gelmesini sağlayan, dünya çapında çeşitli “aktivistlerle” hızlı bir şekilde örgütlenen iklim grevinin “Türkiye ayağını” örgütlemek için çeşitli çağrılar yapıldı, yapılıyor. En baştan söyleyelim, aslında yapılan çağrının nereye denk düştüğü ve iklim eylemlerinin yapısına ilişkin, benimsenen (ya da dayatılan) eylem biçimleri ve ideolojisi bağlamında dönüştürülebilecek bir karakteri olmadığı, uluslararası devlet/şirket siyasetinin bir parçası olduğu apaçık ortadaydı.
Uzun yıllardır kırdaki yerel direnişler ve kentlerdeki toplumsal etkisi yüksek eylem/etkinlik süreçleriyle dünyanın içinde bulunduğu krizleri durdurmaya çalışan ekoloji hareketi bir yanda dururken “iklim değişikliği siyasetine” adapte olanlar bilerek ya da bilmeyerek “projenin” bir parçası haline geliyor. Bu projenin temsilcilerinin kimler olduğuna gelmeden önce, iklim değişikliği hareketinin sözde mücadele yöntemlerinin neden ve nasıl ekoloji hareketine zarar verdiğine ilişkin birkaç söz söylememiz gerekmekte.
Bütün bu seferberlik ne için (ya da kimler için) yapılıyor?
İklim adaleti üzerine yapılan yorumlarda ortaya iki farklı bakış açısı çıktı şu zaman kadar. İklim değişikliğinin “yakıcılığına” dair felaket senaryoları çizenler yenilenebilir enerji kaynakları savunucuları ya da bu şirketlerde çalışmış insanlarken; iklim değişikliğini reddeden ve bunun gerçek bir dezenformasyondan kaynaklı bir yanıltma olduğunu söyleyen ABD, Brezilya gibi ülkeler bulunuyor.. Bu ikinci kısımda yer alanlar ise diğerleri gibi gerçekten inandıkları doğruları ifade etmek için değil, ilişkide oldukları fosil yakıt şirketleriyle işbirliklerinin bir sonucu olarak taraf seçiyor.
Böyle olması da doğal, zira yürütülen tartışmalarda bir yerde felakete sürüklenen dünyanın siyasi “temsilcileri” (Birleşmiş Milletler temsilcileri, devlet başkanları, şirket sahipleri vb.); diğer yanda çizilen olumsuz tablonun gerçek olması halinde bunun etkilerini doğrudan hissedecek olan sıradan insanlar yer alıyor. Dünyanın her geçen gün daha kötüye gitmesinin sorumluluğunu alacak olanın devletler ve şirketler değil de “sıradan” insanların olması gerektiği başka bir propaganda olarak alttan alta işleniyor.
İddiamız iklim meselesinde hiçbir sorun olmadığı, her şeyin yolunda gittiği değil elbette ancak yoğunluklu olarak STK’lar ya da “sivil girişimler” aracılığıyla yapılan bu tür hareketleri iklim meselesini umursamaktan ziyade belki de yeni bir piyasa olarak şekillendirdikleri (zaman zaman karşımıza karbon salınımı anlaşmalarıyla çıkan) iklim siyasetinin önemli bir parçası olarak gözlemleyebiliyoruz. İklim aktivizminin örgütleyici özneleri bağlamında STK’lar ve devlet/şirketler paralelinde işleyen bir mekanizma olduğu kolaylıkla farkedilebiliyor. Sözkonusu yapıların hiçbiri kapitalist şirketler ve devlet sorumluluğunda gerçekleşen ekolojik yıkımın nasıl başladığından bahsetmezken, aynı devletlerin yapacağı çeşitli düzenlemelerle yıkıma çare olunabileceği çok kolay dillendirebiliyor.
İklim Değişikliği aktivizmi, hangi sınıflar arasında yaygınlaşmayı hedefliyor?
İklim değişikliği eylemlerinin örgütlenmesini yapanlar, bulanıklaştırdıkları ekonomi-ekoloji, devletin yarattığı tahribatlar/katliamlar-yaşam savunucuları, merkeziyetçilik-ademi merkeziyetçilik gibi çelişkiler üzerinden ezen ezilen ilişkisinde tarafsız kalmayı tercih ediyor. Yoğunluklu olarak orta sınıfın siyaset yapma biçimi olarak aktivizmi kullanan bu yapılar, “zararsız protestolar”, “bilimsel doğruculuk” gibi silahlarıyla sistem içerisindeki pozisyonunu kaybetmek istemeyen ama “dünyanın geleceği için bir şeyler yapmak isteyen kararsızlar” için de iyi bir araç haline geliyor. Dünyanın pek çok yerinde geçmişteki örneklerde olduğu gibi, ezilenlerin yaşamlarındaki çelişkilere odaklanmayan ve gerçekçi çözümler üretmeyen iklim değişikliği aktivizmi, ekoloji hareketi ve sınıf mücadelesi gibi ortaklıkların sonucunda gerçekleşen devrimci alternatiflerin karşısında sistemin sürdürücüsü olmaktan başka bir işe yaramıyor.
“Aktivist”; devrimci, isyancı gibi kimlikleri örtmek için nasıl kullanılıyor?
En küçüğünden en büyüğüne, sarışından siyahına (hatta demokratından cumhuriyetçisine, solcu sendikasından sağcı sendikasına) neredeyse bütün iklim eylemcileri kendilerini “iklim aktivisti” olarak görüyor. Ancak iklim etkinliklerinin bulanıklaştırdığı “siyasi alan” gibi “aktivizm” kavramı da kurtuluşu, pek çok meseleyi örten ve mücadeleyi kısıtlayan bu kimlikte görüyor olabilir mi?
Yıllar önce gazetemizde yazdığımız aktivizm eleştirisinde şöyle bir tespitte bulunmuştuk: “Aktivist yapılanmaların ve kendine aktivist diyen kimselerin en belirgin özelliklerinden birisi konu odaklı çalışma yürütmesi” şeklindeydi. Bu durum ilk bakışta kulağa yanlış gelmese de, örgütlenen çalışmaların ideolojisinin “ideolojisizlik” olduğu düşünüldüğünde, ele aldığı herhangi bir konuyu apolitiklik maskesi altında sistemin sorumluluğundan çıkan bir alana taşımak istediği ortaya çıkıyor. Mücadelenin farklı meseleleriyle doğrudan bağlantılı olan iklim, insan/hayvan hakları, göçmen vb. konularda aktivizmin, başka bir ezen-ezilen ilişkisinin meşrulaştırılmasına kadar götürülebilecek bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan toplumsal muhalefetin mücadele belleğine kazınmış devrimci, isyancı gibi kavramları örtmek için de alternatif olarak aktivist kavramının seçildiğini ve yükseltildiğini görmekteyiz. Sistemin devrimle ya da isyanla değişmeyeceği ön kabulüne dayanan aktivist kimliğinin polis, patron, siyasetçi gibi sistem koruyucusu statülere sahip kişilerin de kolaylıkla sahiplenebileceği bir kimlik haline gelmesi, söz konusu ön kabulün doğal bir sonucu oluyor.
Hareketin sözcüleri nasıl bir zeminde hareket ediyor?
Dünya çapında sürdürülen bu hareketin sözcülüğünü İsveç’li “aktivist” Greta Thunberg yapıyor. Cuma günleri yaptığı “okul greviyle” gündem olmaya başlayan Greta, şimdiden pek çok popüler yayın ve medya organları tarafından geleceğin liderleri arasında gösterilmeye başlandı. Geçtiğimiz aylarda eski ABD Başkanı Obama’yla bir görüşme yapmak için buluştuklarında Obama, Thunberg’e, “Sen ve ben bir takımız” şeklinde konuşmuştu. Washington’da gerçekleşen görüşmenin ardından Obama görüşlerini anlatırken “Yalnızca 16 yaşında olan Greta Thunberg daha şimdiden gezegenimizin en büyük savunucularından biri. Kendi neslinin iklim krizinin yüküyle baş başa kalacağını bilerek korkmadan gerçek adımlar attı. Obama Foundation’daki vizyonumuzun vücut bulmuş halini gösteriyor.” dedi.
Greta, kariyer yoluna emin adımlarla ilerlemeye devam ederken, “Obama Foundation” özelinde, küresel enerji politikaları ve iklim hareketi arasındaki bağlantıyı da görmek açısından tekrar tekrar güçlü örnekler üretmeyi sürdürüyor.
“Küresel İklim Grevi’nin” yaşadığımız coğrafyadaki örgütleyicisi “Sıfır Gelecek Hareketi” nedir?
Eylül ayında gerçekleşen iklim grevi, yaşadığımız coğrafyada “Sıfır Gelecek Hareketi” adı verilen bir platform aracılığıyla örgütlendi. Sıfır Gelecek’in internet sitesine girdiğinizde yapılacak olan kısa bir inceleme, meseleye dair baştan beri eleştirdiğimiz bütün başlıklara dair prototip oluşturabilecek kalıpları tekrar ediyor.
Sitenin “talepler” kısmının ilk maddesi, yerel ya da ülke çapındaki iktidarlara sesleniyor: “Bağlı oldukları meclis ve konseylerde iklim krizini gerçekte olduğu gibi, yani bir varoluş acil durumu olarak ele almalı ve ‘iklim için acil durum’ ilan etmeli.” Birleşmiş Milletler ve bağlı bulunduğu alt kurumlar aracılığıyla sürdürülen çalışmaların hepsi bu duruma yoğunlaşıyor “iklim için acil durum”. Ancak bürokratik araçlarla halkı baskı altında tutmak için ortaya çıkmış “acil durum, olağanüstü hal vb.” gibi uygulamaların iklim değişikliğini durdurmak için nasıl bir argüman olarak kullanılacağı muallakta bırakılıyor.
“Yenilenebilir enerjinin gelişimi için tüm engelleri kaldırın ve herkesin temiz, yenilenebilir enerjiye erişebilmesi için finansman programları oluşturun.” Taleplere devam ediliyor, yoksulların hayatını çalan, yaşamlarını sürdürebilmek için sağlıklı alternatiflerin hepsinin önünü tıkayan “finansman programlarından”, “ekonomik planlamalardan” yenilenebilir enerji için kaynak ayrılması isteniyor…
Bu çağrılara neden destek vermemek gerekmektedir?
“Şayet bir işverensen, yanında çalışanların 20 Eylül’de gerçekleşecek eylemlere destek vermesinin yolunu açabilirsin.”
Net bir şekilde tekrar ifade etmek gerek: odağını devletlerin imzalaması gereken anlaşmalardan çekmeyen ve iklim adaletini sağlamak için atılması gereken “gerçek adımları”, yani topyekün sistemin değişikliğini öngörmeyen hiçbir hareketin iklim değişikliği meselesine bir çare olamayacağını düşünüyoruz. Dünyanın felakete sürüklenmesini önlemenin yolu, ne Cuma günleri dikkat çekmek için yapılan bir günlük bir “grevden” ne de fonlu yapılar aracılığıyla yürütülen kampanyalardan geçiyor. Ekolojik dengenin tekrar sağlanması için mücadele edeceksek, bu yıkımın sorumlularının değil de, sonuçlarında yaşanan felaketlerin gerçek muhatapları olan ezilenlerle beraber yeni bir toplum inşa etmekten geçtiğini anlamamız gerekiyor. Ekoloji mücadelesinde talanın, katliamın son bulması için mücadele eden herkesi, devlet/şirket/STK işbirliğinde gerçekleşen bu “truva atı” çağrılara, eylemlere itibar göstermemek noktasında dikkatli olmaya davet ediyoruz.
The post İklim Popülizmi: Beş Başlıkta İklim Grevi’nin Değerlendirilmesi – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post HES’ler Karacaları Katlediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yıllardır HES’lerin doğaya, yaşama verdiği zararlar hep görmezden gelinmeye çalışılmıştır. Hatta ki “temiz enerji” olduğunu söyleyen “çevreciler” bile türemiştir bir dönem! Geçtiğimiz günlerde, Kastamonu’da yapılan HES’ten internete “düşen” resimlerde, HES’in milyonlarca yıldır aynı güzergahı, suyu, yolu, havayı ve toprağı kullanan canlıların canına kastettiğinin görüntüsü “düştü” aslında. Karacalar şirkete karşı bir isyanla beraber mi atladılar, kayıp mı düştüler bilinmez lakin HES var olmaya devam ettiği sürece, yeni Karacaları da bu hapsinin bir parçası yapacaktır.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post HES’ler Karacaları Katlediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Devletin Hayvan Katliamları” – Günce Akpınar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tıpkı insanlara karşı olduğu gibi; insan dışı varlıklara yönelik saldırıların da bir hayli arttığı bir dönemden geçiyoruz. Bu saldırı öylesine bir saldırı ki, ağacından kent hayvanlarına, yaban hayvanlardan cansız varlıklara kadar her şeyi hedef alabiliyor. Fakat açığa çıkan bu “şiddet” öylesine uygulanan kör bir şiddet olmanın ötesinde, son derece planlı ve sistematik saldırıların bir parçası olarak hayata geçiriliyor.
Toplama Kampları
Son dönemlerde sokak hayvanlarına yönelik saldırıların bilançosuna bakarsak eğer, tüm bu saldırıların ortak bir algıdan beslendiğini görürüz. Bu algı kendisi dışında hiçbir canlının “biricik” olarak varlığını sürdürmesine tahammül edemeyen “devlet ve kapitalizmin” algısıdır. Bugün kent hayvanlarına Kısırkaya Toplama Kampı ile yapılmak istenen şey, bu algının ürünüdür. Kentler, zenginlerin, elitlerin soylulaştırılmış mekanları olmalıdır, bu yüzden “sokak hayvanlarının, seks işçilerinin, eşcinsellerin, yoksul insanların kent merkezinde işi yoktur; “ötekiler” efendilerin nezdinde gönülden ıraktır, gözden de ırak olmalıdırlar!” Efendiler bu kıyıcı algının en önemli aracına kısaca Kentsel Dönüşüm derler, biz ezilenler ise “soykırım” ya da en iyi ihtimalle “sürgün” deriz!
Gösterişli Spor Organizasyonlarının, Gizleyemediği Gerçekler
Bu “soykırım” ya da sürgün politikasını hayata geçirmenin en elverişli koşulları ise, büyük spor organizasyonlarının arifesinde oluşuyor. Çünkü böylesi dönemlerde her şeyi yapmak mübah oluyor. Mahallenizin ortasına kocaman bir stadyum kurulabilir, eviniz yıkılıp yerine bir AVM ya da otel yapılabilir ya da geçtiğimiz günlerde Bakü’de olduğu gibi “2015 Avrupa Olimpiyatları” bahane edilerek, şehirdeki tüm sokak hayvanları toplanıp yakılarak katledilebilir!
Hem Kürt, Hem Kaçakçı, Üstüne Üstlük Hayvan
Bu katliamlar sadece rant projeleri ile değil, devletin siyasi ve militarist hamleleriyle de kesişebiliyor. Geçtiğimiz yıllarda Roboski’de “kaçakçılık” yaptıkları bahanesiyle 34 insan ve 50 katır katledilmişti. Bu katliam, devletin Kürdistan coğrafyasında uyguladığı sistematik şiddetin bir parçasıydı. Fakat anlaşılan devlet hızını alamamış olacak ki, yakın zamanda, bu köydeki diğer katırları da katletmeye başladı. Devletin Kürtler üzerinde yoğunlaşan ezilenden nefret etme geleneğinden, doğası gereği Kürt ya da Türk olmayan katırlar da nasipleniyordu. Fakat bu hayvanların katledilmesi sadece Kürdistan coğrafyasında yaşamaları ile açıklanamaz. Bu katliam biraz da devletin lügati ile alakalıdır. Çünkü bu lügatte, “yaşam” ya da “yaşayan” yoktur. Bu lügatte “araçlar” vardır. Şöyle ki, eğer borcunuzdan dolayı, evinize icra gelirse, sizinle beraber yaşayan bir hayvan borcunuza karşılık tıpkı bir buzdolabı ya da çamaşır makinesi gibi alınıp “yeni sahibi” gelip kendisini ucuza kapatana dek, yediemine kaldırılabiliyor! Devlet Roboski’de de benzer bir refleks gösteriyor. Devletin kast ettiği kaçakçılık eylemi sırasında eşyaları taşıyan katır son derece soğukkanlı bir şekilde “itlaf” ediliyor. Eğer burada katırların yerinde, araba ya da motosiklet olsaydı, emin olun ya el konulacak ya da “imha” edilecekti. Biz buna katliam ya da en iyi ihtimalle özünden kopartıp araçsallaştırma diyoruz, devlet ise “itlaf” ya da “el koyma”!
Bütün bunlar göz önüne alındığında, artık katlanılmaz boyuta gelen bu saldırıların, insanın diğer türlere uyguladığı alelade bir şiddet olmanın ötesinde, devletin ve kapitalizmin doğasındaki kıyıcılıktan ve “ötekine” olan tahammülsüzlüğünden kaynaklanan bir şiddet olduğunu söyleyebiliriz. Buradan bize kalan şey ise, bu kurumların bütünlüklü saldırılarına karşı bütünlüklü bir mücadele vermek olmalıdır. Yaşam insanıyla hayvanıyla ağacıyla bu kıyıcılığa karşı koymalı, eğer özgürlük isteniyorsa, bu özgürlük yaşamın içindeki canlı-cansız her “şey” için istenmelidir!
The post “Devletin Hayvan Katliamları” – Günce Akpınar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “İneklere GDO Deliği”- Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Aşağıdaki fotoğrafa baktığımızda, eğer bir ineğin midesinin üzerine açılmış bir delik görüyorsak, o delik bir ineğin midesinin üzerinde değil, kapitalizmin her darbesinde biraz daha genişleyen vicdanımızın üzerinde açılmış bir deliktir!”
Hayatın içindeki ayrı ayrı tüm yaşamları kendini besleyen “robotçuk”lar olarak gören kapitalistler, kapitalizm denen devasa makineyi üstümüze üstümüze sürüyorlar. İster fabrikada bir işçi, ister tarlada bir köylü, istersen Amerika’da küresel bir et şirketinin çiftliklerine esir düşmüş bir inek ol; kapitalizm, ya seni kendisini besleyen çarklarından biri haline getirecek ya da yok edecek. Hani taşını sıksa suyunu çıkartır derler ya, aynen öyle (Bkz HES’ler) hatta havasını bile bırakmıyor (Bkz Shell kaya gazı).
Bu makinenin dokunduğu her yerde yaşam çürüyor kendi özünden kopup, ona dönüşüyor. Mesela inekler: Ot yiyen ve çayırlarda dolaşan halleriyle yeterince kar getirmeyen ve bakımı masraflı olan inekler, genetiğiyle oynanarak artık gıdadan, enerjiye kadar birçok alanda “hammadde” olarak kullanılan ve bu özellikleri nedeniyle dünyada neredeyse en çok yetiştirilen bitki haline gelen mısır ile (belki de Godzilla demeliyiz) besleniyor. Fakat şöyle bir gerçek var, bir inek nihayetinde en fazla bir inektir ve siz otla beslenen bu hayvanı ne idüğü belirsiz bir şeyle beslerseniz, onu hasta edersiniz.
Tıpkı burada olduğu gibi.
Yukarıdaki fotoğrafta, kendi yaşamlarından kopartılıp, güneş görmeyen karanlık hücrelere tıkılarak, kapitalizm tarafından “et ve süt makinesi” haline getirilmiş bu hayvanların hikayesi anlatılıyor aslında. GDO’lu mısırla; hatta bazen, akrabalarının kanı ve eti ile beslenen bu hayvanlar hastalanıyor ve makinenin işleyişini sekteye uğratıyorlar. Ama dedik ya, makine durmuyor ve kapitalistler onu tüm canlı yaşamının üzerine sürmeye devam ediyor, hemen bu ineklerin midesinin üzerine bir delik açıp, hazmedemediği şeyleri geri çıkarıyor, sonra bu deliğin tıkacını kapatarak, bir arızanın daha üstesinden gelmenin kıvancıyla homurdanarak çalışmaya devam ediyor.
Bu zulüm makinesi işliyor ve işlemeye devam ettikçe tüm canlı hayatını da kendisine kul köle ediyor. Bizleri kendi acılarımıza, kendi özümüze, ötekinin varlığına yabancılaştırıp, bizlerin vicdanlarının üzerine de koca bir delik açıyor ve olur da bizler de bu zulüm karşısında hastalanır ve iş göremez hale gelirsek diye, hazmedemediklerimizi, o delikten dışarıya çıkartıyorlar. Fakat şunu unutmamak gerekiyor, her ne kadar bizler doğadaki diğer canlılarla aynı kaderi paylaşsak da, bu zulüm karşısında geviş getirmekten ve hastalanmaktan başka yapabileceğimiz bir şey daha var; o da kavga etmek, yani bu zulüm makinesine karşı her yerde yaşamı savunmak.
The post “İneklere GDO Deliği”- Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İNSAN, HAYVAN, ŞEHİR… – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Moskova’da sokak köpekleri, kendileri gibi şehir dışına itilmiş, banliyölerde yaşamaya mahkum edilmiş “kader ortakları” insanlar gibi, her sabah yiyecek bulmak için banliyö trenleri ile şehre iniyor, daha sonra kent merkezinde barınacak yerleri olmadığı için yine aynı trenlerle geri dönüyorlar.
Türcülük, tıpkı faşizm ve ataerkillik gibi esası kendini otorite addedenin, kendisinden güçsüz olduğuna inandığı “öteki”ni aşağılama yok etme ya da en iyi ihtimalle umursamama ve yok sayma şeklinde kendini gösteren bir olgu. İnsan türüyle “ötekiler”in arasında dostluktan gerginliğe evrilen süreçte, gerginliğin en üst seviyeye çıktığı dönem ise şüphesiz ki bu ilişkiye kapitalizmin aracılık ettiği dönemdir.
Aslına bakılırsa, kapitalizmin yarattığı yaşam biçimi; insan-insan, insan-doğa ya da insan-hayvan ilişkilerinde hemen hemen aynı şekilde kendini var ediyor. Ömrü boyunca küçük bir ofiste bilgisayar karşısında yaşamaya, “efendileri”ne para kazandırmaya mahkum edilmiş bir insan köle haline gelirken, küçücük kafeslerde hareket dahi edemeden, bir sürü hormonla şişirilerek yine efendilerine para kazandırmaya mahkum edilen bir tavuk kapitalizm için sadece bir üründür. Neticede kölelik koşulları farklılaşsa da iki durum arasındaki en belirgin ortaklık her ikisinin de “köle” olmasıdır.
* * *
Bu benzerlik, son zamanlarda hayvan hakları kanununda yapılması planlanan ve kamuoyunda ciddi bir tepki ile karşılanıp rölantiye alınan değişiklik ile yine kendisini gösteriyor.
Şehirleri hayvanlardan temizlemek için halihazırda olan bu yasayla beraber daha da artacak olan hayvan katliamlarını görünür olmayan alanlara çekmek gibi kaygılar içeriyor.
İşte bahsettiğimiz benzerlik tam burada ortaya çıkıyor. Bu yasanın çıkışının, tam da kentsel dönüşümün aktif hale geldiği zamana denk düşmesi tesadüf mü bilinmez ama her iki türe de yapılmak istenen şey aynı: Kapitalizm, kentsel dönüşümle, yoksulları şehir dışına itip, banliyöler oluşturarak “yoksulluğu” görünmez kılmayı amaçlarken, sokak hayvanlarını da şehir dışındaki barınaklara tıkarak, yok saymaya bu sefer de “öteki yaşamları” görünmez kılmaya çalışıyor.
Devletin bu hamlesi karşısında, dört bir yanda kitlesel eylemler gerçekleştirilince tasarı olarak sunulan iki yasadan biri geri çekilirken, diğeri şubat ayını bekliyor. Tabi ki bundan sonra yapılacak hiç bir değişiklik ya da yeni yasa tasarısı bu soruna çözüm olamayacak.
Çünkü sorun, kimilerinin sokak hayvanlarını sevip sevmemesi değil, sorun kapitalizmin istediği “steril” kent yaşamını yaratmak adına ötekileştirdiklerini daha da ötekileştirmek. Dolayısıyla devlet, planlarına engel olabilecek her şeyi yok etmeye ya da görünmez kılmaya çalışıyor. Bu yüzden bu mesele hayvanseverlik penceresinden değil, ancak sorunu bütünlüklü gören bir bakış açısıyla yaklaşıldığında çözülebilir.
The post İNSAN, HAYVAN, ŞEHİR… – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>