The post Ne Kanun Ne Hapishane Faşizm Sokakta Yenilir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>18 Eylül 2013’te Altın Şafak milis çetesinin Atina’da gerçekleştirdiği saldırılar, anti faşist rapçi Pavlos Fyssas’ın faşist G. Roupakias tarafından kalbinden bıçaklanarak katledilmesi ile sonuçlandı. Bu saldırı Altın Şafak’ın anarşistlere, sola, sendikalistlere, göçmenlere, kolektif mekanlara ve işgal evlerine yaptığı sayısız saldırıdan biriydi. Devletin politikalarını, medyanın propagandasını harfiyen takip eden ve sermayenin çıkarlarını gözeten faşistler ezilenlere ve devletin özellikle hedef gösterdiği devrimci hareketlere açık bir şekilde saldırıyor.
Fyssas’ın katledilmesinden 7 yıl sonra Altın Şafak Davası ancak 7 Ekim’de sonuçlandı, suçlanan faşistlerin çoğu yıllardır ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıyor. Bu davanın ana konusu, toplumsal ve sınıfsal direnişi bastırmak için toplumda terör estiren, bu terörün baş planlayıcısı ve azmettiricisi olan faşist-paramiliter saldırılar gerçekleştiren nazi çetelerini ve devleti aklamaktır. Bu doğrultuda avukatın teklifi (A. Oikonomou) faşist saldırıları ayrı davalara çevirmeye yönelmek ve aynı zamanda bütün Altın Şafak organizasyonundan ayırmak. Doğruyu söylemek gerekirse avukat, kanlı eylemlere yol açan Altın Şafak’ın kriminal ve paramiliter doğasını anlamıyor ve Altın Şafak liderliğine hafif suçlamalarda bulunmaya hazırlanıyor.
7 yıl boyunca, devletin “demokratik normalin” tek garantörü olarak belirlediği ve nazi eylemlerini temizlemek için hem sokaktaki paramiliter neonazi eylemlerini hem de “kurumsal antifaşizmi” içeren iki radikal uç teorisini kurmaya çalışması; karşısında cesur, kararlı ve kalıcı anti faşist eylemleri buldu. Sayısız kitlesel anti faşist eylemlilik, faşistlerin yükselmesine, saldırılarına karşı gerçek bir bariyer oluşturdu ve kamusal alanda geri çekilmelerini sağladı. Bu eylemlilikler içerisinde şunları sayabiliriz: P. Fyssas ve S. Luqman’ın ölümünün ardından gerçekleşen anmalar ve anti faşist eylemler, Altın Şafak davası boyunca süren hareketli gösteriler, antifaşist eylemliliklerin çevresinde gerçekleşen günlük mücadeleler; milliyetçiliğe, tahammülsüzlüğe ve savaşa karşı enternasyonalist dayanışma barikatları…
Fyssas’ın ölümünden 7 yıl sonra, Covid-19 pandemisinin ortaya çıkışının yanında hala devletin ve sermayenin topluma karşı yoğunlaştırılmış saldırılarıyla yüzleşiyoruz. Toplumsal varlıkların yağmalanmasının bir sonraki adımları şunlardır: Emeğin değerinin düşmesi, toplumsal güvencenin ortadan kalkması, özelleştirmenin devamı, eğitim sisteminin yeniden yapılandırması ve sendikalist mücadelenin kriminalize edilmesi. Olağanüstü halin normalleştirilmesinden; toplumsal, sınıfsal hareketleri ve özellikle anarşist/anti otoriter, rejim karşıtlarının bastırılmasından; işgal evleri tahliyelerinden; alanların polisler tarafından işgal edilmesinden; mitinglerin yasaklanmasına ve mücadele eden insanlara karşı kullanılan toplumsal olaylara müdahale envanterinin geliştirilmesine varıncaya kadar türlü yöntemlerle gerçekleştirilmiştir. Göçmenlere karşı genişleyen savaştan, onların şeytanlaştırılmaya çalışılmasından ve kamusal alandan dışlanmalarından toplama kamplarına hapsedilmelerine; doğanın yağmalanmasına; dağların, nehirlerin, göllerin, denizlerin ve ormanların kâr adına talanına ve kapitalist makinelerin insan ve doğa üzerindeki tahakkümüne varıncaya kadar farklı yöntemlerle gerçekleştirildi.
Devletin baskısı onun bugünkü politikasının temel bileşenidir. Bu savaş ilanı, mücadele eden bütün insanlara karşıdır ve Yunanistan Devleti’nin on yıllardır devam eden teslimiyet dayatmasının, toplumsal ve sınıfsal direnişin zaptedilmesinin sistematik girişiminin bir parçasıdır. Ve bu girişim geçen yıllar boyunca kitlesel eylemlilikler, isyanlar, mücadeleler tarafından engellenmiştir.
Devlete ve kapitalist gaddarlığa, gücümüz olan dayanışmayla karşılık verelim. Toplumsal ve sınıfsal dayanışmayı yeniden canlandıralım. Devlet ve sermaye tarafından ortaya çıkarılan ve beslenilen savaşa, milliyetçiliğe ve faşizme karşı verilecek tek gerçek cevap toplumsal ve sınıfsal örgütlülüktür. Gelin, sistemin sömürüye ve baskıya karşı bir iyileştirme sunacağı hayaline kapılmayarak ve herhangi bir hükümetin faşizme karşı gerçek bir engel inşa edeceği fikrine inanmayarak enternasyonalizm ve dayanışmayla, ezilenlerle beraber mücadele edelim. Eşit, adaletli, dayanışma içinde olan bir toplum yaratmak için yerel güçler ve göçmenler, işçiler ve öğrenciler; gelin, beraber mücadele verelim.
Pavlos Fyssas’ın 18 Eylül 2013’te Atina Keratsini’deki katledilişini unutmuyoruz.
S. Luqman’ın Al Grigoropoulos’un, Zak Kostopoulos’un ve P. Zifle’nin katledildiğini unutmuyoruz.
Göçmenlere, işgal evcilere karşı, kolektif alanlara, anarşistlere ve anti faşistlere karşı yapılan sayısız kanlı saldırıları unutmuyoruz.
Anarşist Politik Örgütlenme/ Kolektifler Federasyonu
Çeviri: Rıdvan Gezegen
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.
The post Ne Kanun Ne Hapishane Faşizm Sokakta Yenilir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Çin’in “Göz”ü FAST Hazır! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Çin’de yapımı 2011’de başlayan 2016’da tamamlanan dünyanın en büyük teleskobu FAST’ın test aşaması tamamlandı. 30 futbol sahası büyüklüğündeki FAST’ın resmen faaliyetlere başladığı duyuruldu.
Çin’in Guizhou bölgesinde yer alan teleskop 180 milyon dolara mal olmuştu.
Saniyede 38 gigabyte veri toplayabilen FAST, uzay galaksilerde doğal hidrojen ve zayıf pulsar (anlık radyo dalgası yayan nötron yıldızları) sinyallerini algılayarak uzayda yaşam araştırmalarına yardım edecek.
The post Çin’in “Göz”ü FAST Hazır! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar (22) : Peru’da Anarşist Yayınlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşizmin, bir düşünce ve hareket olarak örgütlendiği dünyanın bütün topraklarındaki yayıncılık faaliyetlerini bölge bölge incelediğimiz yazı dizimizin 22. bölümündeyiz. Söz konusu topraklardaki mücadelenin tarihi paralelinde bir anarşist yayınlar belleği oluşturmaya çalıştığımız yazı dizimizin bu bölü-
münde Peru’yu ele alacağız. Güney Amerika’da anarşist yayınlar üzerine daha önce yayınladığımız Küba, Brezilya gibi örneklerde de görüldüğü üzere, coğrafyanın toplumsal mücadeleler tarihinde yerli halkın direnişiyle olan organik ilişkisinden dolayı anarşist ideoloji her zaman bir adım öne çıkıyor.
“Özgürlük, kan ve gözyaşı içinde doğmuştur. Haklar ve özgürlükler asla bahşedilmez, onların alınması gerekir.”
Manuel González Prada
Peru halklarının tarihi, devletlerin ve merkezi yapıların olmadığı yıllardan günümüze conquistadore’lere* karşı direnişin bir tarihi olageldi. Bağımsızlık ve özgürlük, yerli halkların efsanelerinde, modern devrimci figürlerin sözlerinde ve Peru tarihini oluşturan sözlü geleneği aşarak literatürde yaşamaya devam etti.
Peru’da anarşizm; özelde ise anarko-sendikalizm, tüm dünyada olduğu gibi 20. yüzyılın başlarında yaygınlaşmaya başladı. Özellikle Peru kıyılarında sanayileşmenin artışıyla beraber şehirlerdeki çeşitli zanaatkarlar, fabrika ve ulaştırma işçileri, iç kısımlarda ise kırsal üretim yapan köylüler arasında bir etki sağlamaya başladı. Peter Marshall’ın kitabında aktardığı gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde işçi sınıfının örgütlenmesi arttı, 1918’den itibaren anarşistlerce örgütlenen günde sekiz saat mücadelesiyle beraber grevler, direnişlerle kapitalistler için hızlıca bir tehdit haline geldi. Bu dönemde kurulan Bölgesel İşçi Federasyonu, “kapitalizmden kurtulmak ve onun yerine bir özgür üreticiler toplumu kurmak” için faaliyete geçti.
İşçi mücadelesinin ortaya çıktığı 1910-20’li yıllarda, Peru’nun Lima-Callao bölgesinde Proudhon, Bakunin, Kropotkin ve Malatesta’nın fikirlerinden derinden etkilenen işçiler, hareketi anarşist ilkelere ve mücadele deneyimine paralel bir şekilde örgütlediler. Peru anarşist tarihi, İspanyol anarşizminin tarihiyle önemli bağlara sahipti. Örneğin özgür öğrenim üzerine yazın ve pratik üretme noktasındaki ilk akla gelen isim olan Francesco Ferrer i Guàrdia’nın anarşist kimliği sebebiyle İspanya devleti tarafından idam edilmesine karşı ilk eylem Peru’da gerçekleşmişti.
Peru’da Anarşist Yayıncılık
Peru’da anarşist yayınların tarihini anlatırken bir isim özellikle öne çıkmaktadır. Peru’lu edebiyat eleştirmeni, çevirmen, kütüphaneci ve anarşist Manuel González Prada, bölgedeki ilk anarşist gazete olan Los Parias’ın (Parya) yayıncısıydı. Valparaiso’da bir İngiliz okulunda eğitim gören Prada aslen, burjuva bir ailenin çocuğuydu. Tanıştığı Fransız ve İspanyol anarşistlerinin onun düşüncelerine etki etmesi sonucu sürgün yıllarında anarşist fikirleri benimsemişti. Yazar ünlü kitabı Free Pages’de (Özgür Sayfalar) dinin ve devletin toplum üzerindeki olumsuz etkilerini anlatıyordu. Yerel otoriteler tarafından tepkiyle karşılanan kitap Katolik Kilisesi’nin aforoz tehditlerine maruz kaldı. Peru’daki anarşist hareketin kolonyalizm karşıtı hareketle organik bağından bahsetmiştik Manuel González Prada aynı zamanda İspanyol işgaline karşı duran Ricardo Palma, Juana Manuela Gorriti, Clorinda Matto de Turner ve Mercedes Cabello de Carbonera’nın aralarında olduğu bir yazarlar grubunun parçasıydı.
Los Parias, 1904 yılında yayın hayatına başladı. Peru’nun kuzeyindeki Lima, Trujillo ve güneydeki Arequipa’da düzenli takipçileri vardı. Prada gazeteden işçi kardeşlerine şöyle sesleniyor ve grev çağrısı yapıyordu. “Grevler işçilerin zihnini uyandırır, bir insan olarak varoluşuna değer verir, bu absürd ve egoist toplumda bütün işçilerin kaderiyle bir bağ kuran en geniş ve güçlü sosyal unsur, üretimin bir faktörü olarak kendilerini eğitmelerini sağlar.”
Sonrasında sırasıyla 1905 ve 1907 yılları arasında yayınlanan La Simiente Roja (Kızıl Tohum), 1905/10 yıllarında El Hambriento (Açlık), 1906/07 Humanidad (İnsanlık), 1907/09 arasında El Oprimido (Ezilenler) gibi yayınlar Güney Amerika anarşist yayıncılık tarihine geçti. Gün geçtikçe örgütlenmelerini güçlendiren işçiler, Manuel González Prada’nın ölümüne kadarki süreçte her sektörde kendi anarşist yayınlarını çıkartacak kadar örgütlenmişti. Ayakkabı üreticilerinin yayını El Sindicalista (Sendikalist), tekstil işçileri federasyonunun yayını El Obrero Textil (Tekstil İşçisi), fırıncılar birliğinin yayını La voz del Panadero (Fırıncının Sesi) ve elektrik işçileri sendikasının yayını El Electricista (Elektrikçi) bu dönemde çıkan gazetelere örnekti. 1918-19 yıllarında iki yeni sendika da Peru’da anarşist hareketi büyütmek için örgütlenme çalışmalarına başlıyordu: Basın Yayın İşçileri Sendikası, Tekstil İşçileri Sendikası.
Büyüyen hareket eylemlilik süreçlerini de hızlandırdı. Dünyanın dört bir yanında alevlenen sekiz saatlik iş mücadelesinin etkisiyle, dönemin Peru devlet başkanı Pardo, kadınlar ve çocuklar için sekiz saatlik iş günü uygulamasını kabul etti. Devletin sekiz saati bütün işçiler için uygulamaya sokmasını talep eden işçiler, 1919’un Ocak ayında,
Lima’nın bütün sektörlerinden işçiler ve üniversitelerden öğrencilerle bir grev başlattılar. Anarşist grevcilerin tutuklanması ve işkence görmesi eylemleri bitirmeye yetmedi. Genel Grev üç gün süren sokak çatışmaları ve iş bırakma eylemleriyle sürdü. 15 Ocak günü, anarşist Delfín Lévano’nun işçiler için “vazgeçilmez” olarak tanımladığı sekiz saat iş günü, mücadelenin gücüyle kazanılmış oluyordu.
1920’lerin başında Peru’nun güney kesiminde de anarşist etkiler hızla genişliyordu. Peru’da yün ticaretinin gelişmesiyle birlikte bu alanda çalışan işçiler arasında da anarko sendikalist fikirler yaygınlaşmaya başladı. Lima’daki anarşist örgütlenmeler, göçmen işçilerin gelişi ve uluslararası anarşist hareketle olan ilişkiler bu bölgede anarşist örgütlenmelerin gelişimine katkıda bulundu. Mariano Lino Urieta, Manuel Mostajo, Modesto Malaga ve Armando Quiroz Perea gibi yazarların çıkarttığı yayınlar bu döneme damgasını vurdu. El Ariete (Koçbaşı), Bandera Roja (Kızıl Bayrak), El Volcán (Volkan), Defensa Obrera (İşçi Savunması), La Federación (Federasyon) bu dönemde Peru’nun güneyinde yayınlanan anarşist yayınlara birer örnek olarak verilebilir.
Yakın geçmişte ise öne çıkan bir anarşist yayın olarak anarşist dergi Qhispikay’den bahsedebiliriz. Lima-Peru’dan Grupo Qhispikay Llaqta’nın resmi dergisi olan Qhispikay yayın ve mücadele anlayışını “örgütlü ve devrimci anarşist hareket içerisindeki fikir ve eylem çizgilerini koruyarak, mevcut toplumsal ve politik bağlam içerisinde toplumsal mücadeleyi desteklemeye ve harekete geçirmeye çalışıyor.” şeklinde açıklıyor. Güney Amerika yerelinde mücadeleye ilişkin yorumlar, hapishanelerden haberler, anarşist bir gözle genel-yerel seçim analizleri, evsizlik vb. pek çok konuda yazıların yayınlandığı dergiye [email protected] mail adresinden ulaşmak mümkün. Aynı şekilde yayın hayatına devam eden USL’nin yayın organı (Özgürlükçü Sosyalist Sendika) Avancemos ve Lucha Libertaria gibi dergiler de güncel anarşist yayınlar olarak Peru’da anarşizm mücadelesini büyütmeye devam ediyor.
*İspanya İmparatorluğu ve Portekiz İmparatorluğu’nun askerlerine verilen bu isim Peru’yu işgal eden, sömürgeleştiren iktidarların yaptıklarıyla özdeşleşmişti.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar (22) : Peru’da Anarşist Yayınlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Lübnan’da Halk Düzenin Değişmesini İstiyor – Lea Khalil appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Lübnan’da yüz binlerce insanın rejimin yıkılması için çağrıda bulunduğu 17 Ekim’de başlayan eylemler devam ediyor.
LiHaqqi adlı siyasi oluşumun çağrısıyla sokağa çıkanlar, Bakanlar Kurulu tarafından yapılan Whatsapp vergileri dahil olmak üzere, benzin ve tütün fiyatlarına eklenen ve artan KDV gibi vergilere karşı sokak eylemleri yapmaya başladılar.
Hükümetin Whatsapp’a uyguladığı vergiyi geri çekmesine rağmen süren eylemler, yıllardır kronikleşen ekonomik krize karşı, daha iyi yaşam koşulları ve yolsuzlukların sona ermesi talebiyle her yere yayıldı.
Eylemlerde halen yakın coğrafyalar da dahil olmak üzere, dünyanın farklı bölgelerinde süren direnişlere dayanışma gösteren pankartlar da açıldı. Benzer şekilde, Suriye, Filistin ve Mısır’da da Lübnan’daki direnişçilere selam gönderen eylemler yapıldı.
Dört gün içinde direnişçilerin sayısı tüm Lübnan’da iki milyonu aştı. Böylesi büyük katılımlı bir eylem Lübnan’da ilk defa oluyordu. Cumhurbaşkanı, meclis başkanı, parlamento üyelikleri ve başbakanlık makamlarının, dini ve mezhepsel dengeler gözetilerek dağılımının yapıldığı Lübnan’da uzunca bir süre hükümet kurulamaması sonrası geçtiğimiz Şubat ayında iktidara gelen Saad Hariri’nin ulusal birlik hükümetine karşı en ciddi meydan okuma bu oldu.
Eylemlerde ana yolların çoğu yanan lastiklerle kapatıldı. 21 Ekim’de yapılan çağrıyla eylemlerin ve genel grevin sürdürülmesi kararı alındı. Genel grev çağrısı ise beklenenin aksine sendikalar tarafından değil, sokak eylemlerini yönlendiren direnişçilerce sosyal medya üzerinden yapıldı.
Geçtiğimiz birkaç yılda Lübnan’da halkın farklı kesimleri farklı bölgelerden alternatif medya kanalları yaratmaya çok fazla enerji harcadılar. Bu medya kanalları eylemlerin örgütlenmesinde önemli bir rol oynadı. Alternatif medya kanallarının kullanılması ana akım medya tarafından verilen haberlerin güvenirliliğinin sorgulanmasına ve bu haberlerin bazı partiler tarafından finanse edildiğinin anlaşılmasına ya da medyayı daha şeffaf olmaya zorluyor.
Üniversitelerde akademisyen ve öğrencilerden, greve katıldığı için tacize uğrayan ve işten atılan işçilerin savunmasını üstlenen avukatlara dek, eylemlere halkın desteği söz konusuydu. Bununla birlikte Hariri yanlılarının güçlü olduğu Sünni ve Hizbullah etkisindeki, Lübnan’ın güney bölgelerinde de eylemlere katılım dikkat çekiciydi.
Yanan lastikler nedeniyle kapatılan yollardan alternatif yollara geçemleri için insanlara ücretsiz motosiklet servisleri yapıldı, ana arterler kapalı olduğundan, direnişçiler havaalanından insanları motosikletleriyle aldılar. Tüm bunlar toplumda dayanışma duygusunun güçlenmesini sağladı.
Öte yandan Roumieh ve Zahle Hapishaneleri’nde sokak eylemlerini desteklemek için ayaklanmalar olduğu öğrenildi . Eylemlerin caydırıcı etkisiyle Başbakan Saad el Hariri kabinesine ekonomik krize çözüm bulmak için 72 saat verdiğini söyledi. 72 saat sonra yeni bir vergi içermeyen ve bakanların maaşının %50 oranında düşürüldüğünü, iletişim sektöründe 2020 yılında yeni bir zam içermeyen bir plan açıkladı.
Ancak eylemlerini sürdüren halk bu planı reddederek, sokakları terk etmeyeceğini duyurdu. Eylemcilere, devletin kolluk güçlerinin yan sıra Hizbullah milislerinin de saldırılarının olduğu biliniyor.
29 Ekim’de Hariri, halkın taleplerine cevap veremediği için istifa etti. Direnişçiler kutlamalar yaptı ama daha fazla taleple sokakta kalmaya devam ettiler. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah direnişçileri ülkeyi kaos ve ekonomik dengesizliğin eşiğine getirmekle suçladı. Hizbullah’la birlikte 8 Mart İttifakı’ndan olan Cumhurbaşkanı Michel Aun’un bu istifada karar verici olacağını söyleyen Nasrallah, eylemlerde sık sık atılan “Halk bu düzenin değişmesini istiyor” sloganına atıfta bulunarak bu düzenin sona ermeyeceğini söyledi ve ülkede 1975-1990 arası yaşanan savaşı işaret edip üstü kapalı bir tehdit konuşması yaptı.
18 Ekim gecesi ordu çevik kuvvet polisini eylemleri bastırmak için görevlendirip sahaya indirdi. Resmi rakamlara göre 70 kişi gözaltına alındı ama eylemciler bu rakamın 300 civarında olduğunu söylüyor. Bazı direnişçiler bir gece gözaltında tutulduktan sonra Beyrut’taki Helou Polis Karakolu’ndan serbest bırakıldı. Gözaltına alınanların darp edildiği görüldü.
Parlamento sözcüsü Nabih Berri’nin Şii AMAL ( Afwaj Al-Muqawama Al-Lubnaniyya-Lübnan Direniş Tugayı) Hareketi’ne bağlı milisler Sour ve Nabatiyeh’de insanlara bıçak ve demir joplar ve bazen gerçek mermilerle saldırdı. Beyrut’ta bir kişinin bu milislerin saldırısında kalbinden vurularak öldürüldüğü rapor edildi. AMAL ve Hizbullah bayraklarını taşıyan milis çetelerinin konvoyları Beyrut’ta halkı terörize etmeyi denedi ama başaramadı. Eylemcilerin çadırlarını yakıp yıkmaya kapatılan yolları açmaya çalıştılar ama güçlü bir direnişle karşılaştılar.
Lübnan’da mücadele hala devam ediyor ve güçleniyor. Bankaların karına uygulanan vergiler, doğrudan olmayan vergilerin ve artan vergilerin azaltılması, politikacıları ve bakanları son 30 yıl boyunca hesap verebilir kılmak için bağımsız bir hukuk sistemi, kamusal alanların özelleştirilmesi problemi, kamusal paranın çalınmasının ve yolsuzluğun önlenmesi halen acil talepler arasında.
Lea Khalil
Çeviri: Ahmet Soykarcı
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.
The post Lübnan’da Halk Düzenin Değişmesini İstiyor – Lea Khalil appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: Alexander Khost: “Eğitmeyen Okullarda Oyunla Öğrenmek” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Merhaba Alex, bazı okuyucularımızın bildiği gibi birkaç hafta önce bir sempozyum için Türkiye’deydin ve 26A Atölye’de öz yönelimli eğitim üzerine bir etkinlik gerçekleştirdin… Öncelikle çocuk hakları konusundaki perspektifini ve dünyanın birçok yerinde edindiğin deneyimleri öğrenmek bizim için çok ilham vericiydi. Buradaki deneyimin nasıldı ve Türkiye’deki durum hakkında izlenimlerin neler?
Her şeyden önce, Kolektif 26A’da tanıştığım harika insanlar beni o kadar nezaket ve içtenlikle karşıladı ki ne kadar teşekkür etsem azdır. Hepinize çok teşekkür ederim. Bana derinden ilham verdiniz. Alternatif Eğitim Sempozyumu da güzel bir buluşmaydı ama sempozyumun asıl ilgi alanı daha çok yukarıdan aşağı, yetişkin güdümlü eğitim modelleri gibi gözüküyordu ki bence bunlar hala çocuk haklarını ihlal ediyor.
Türkiye’de çocuk hakları mücadelesinin bir çok açıdan ABD’de olduğundan çok daha zorlu olduğunu görüyorum. ABD eğitim kanunları o kadar katı değil ve bu yüzden istersek Öz Yönelimli Eğitim yapıp “cezasız” kurtulabiliyoruz. Ancak baskıyla birlikte daha fazla tutku geliyor. Ve Türkiye’de çocuk haklarıyla ilgilenen insanların gerekli değişiklikleri yapmak için çok daha motive ve kararlı olduklarına şahit oldum. ABD, çoğu zaman topluma sahte “seçenek” sunarak, kapitalizmi gerçekten protesto etmemizin önünü tıkıyor.
Sonuçta çocuk haklarına inananlar her iki ülkede aynı mücadeleyi yürütüyor; çocuklar duygusal ve hatta bazen fiziksel şiddetle eziliyor. İnsanların büyük çoğunluğu bu durumun zalimliğini ve çocukluktaki ezilmenin topluma getirdiği korkunç etkileri anlamıyor gözüküyorlar.
Bir hayvan yaşamının erken döneminde travma yaşadığı zaman o hayvanın yetişkin olduğunda nasıl zorluklar çektiğini açıkça kabul ediyoruz. Fakat aynısının insanlar için geçerli olduğunu reddediyoruz. Devletin zorunlu müfredatını dayatmak travmadır, çocukları sıralara oturtup onlardan itaat istemek şiddettir. Bunu çocuklara yıllarca ve yıllarca ve yıllarca yapıyoruz ve onların kendi iyiliği için olduğunu söylüyoruz. Bu onların kendi iyiliği için değil, devletin çıkarı için. Bu durum en iyi ihtimalle şevki kırılmış yetişkinler yaratıyor, en kötüsü depresyon, endişe ve hatta intihar. Bu Türkiye’de, ABD’de ve dünyanın neredeyse her yerinde oluyor. Bunun durması gerek.
Kesinlikle. Sen kendini tanıtırken, genç hakları savunucusu olarak tanıtıyorsun. 26A’daki etkinliğe başlarken kurduğun bir cümle dikkatimi çekmişti: “Toplumun hiçbir kesimi, tarihin hiç bir döneminde çocuklardan daha çok ezilmiyor.” demiştin. Bu çok çarpıcı bir ifade. Bunu biraz açabilir misin – çocuk hakları konusunda ne sorunlar var?
İnsan haklarının tarihine bakarsak zulüm ve ayrımcılık, tarım ve zenginliğin bulunmasıyla başlıyor. Zamanın bu noktasında birçok insan grubu zenginlerin daha zengin olması için zorla idare ediliyordu. Bu sistem devam etti ve endüstri çağında genişledi ve tabii bugün halihazırda her yere yayılmış durumda. Açıkçası zulüm zulümdür; tahakkümün altında acı çeken her birey, bu işkenceci sistemin kurbanıdır ve bireylerin ya da grupların acılarını karşılaştırmaya gerek yok. Böyle demekle birlikte bu süreç boyunca çocuklar hemen her zaman haklarından mahrum bırakıldılar ve bu gün bile insandan aşağı görülüyorlar. Bana inanmıyorsanız herhangi bir kıtada herhangi bir çocuğun tuvalete gitmek için izin istemek zorunda olması, kendi varlıklarını biriktirmesine izin verilmemesi ya da onu etkileyen konularda karar verememesi gibi durumlara bakabilirsiniz. Ve tabii ki çocukluk herkesin yaşamının bir parçası olduğu için bugüne kadar sürmüş olan en kapsayıcı ve en uzun tahakküm biçimi.
Çocuklara ne yapacaklarını söylemeye başladığımızda onlara disiplini ve otoriteye itaat etmeyi öğrettiğimizi kabul etmeye başlamalıyız. Çocukların kendileri için önemli olan şeyler konusunda her gün kendi kararlarını verebilmeleri gerektiğini kabul etmeye başlamalıyız. Bunun anlamı ebeveynlerin, çocukların suda ve çamurda oynamak istediklerinde kirlenmelerine izin vermesidir. Bunun anlamı kendi yatma zamanlarını belirlemelerine izin vermek ve oyuncaklarını kimlerle paylaşmak istediklerini seçebilmeleri ya da mülkiyetlerini (mülkiyetimiz olacaksa tabi, ama bu başka bir gün yapılacak başka bir tartışma!). Bunun anlamı çocukların bir okul dersine gidip gitmemeyi seçmesine izin vermektir.
Aslında çocuk haklarının “eğitim”den çok daha fazlası olduğu açık. Çocukların katılımı sorunu hiç tartışılmıyor. Bu konuda ne yapabiliriz?
Eğitim çocukların yaşamının sadece bir parçası ve bu yüzden onların hak mücadelelerinin sadece bir parçası. Yaşamlarının büyük bir parçası oluyor çünkü toplum her gün çocukları okullara kapatıyor (“eğitiyor” yerine “okullara kapatıyor” demek istiyorum). Ve tabii çocukların özgürlüklerini kazanmalarına yardım etmenin önemli bir parçası. Ama başlayabileceğimiz tek yol bu değil. İlla eğitim reformuyla başlamak zorunda değiliz, ama bir noktada kesinlikle ele alınması gerekiyor.
Türkiye’deki eğitim kanunlarından anladığım kadarıyla buradan işe başlamak iyi bir seçim değil çünkü sistemi değiştirmek için gereken kavga şu an için çok büyük. Bunun yerine, çok daha az denetleme ve çok daha fazla etki alanı olan, çocukların okul dışı zamanlarıyla başlamayı öneriyorum. Kısaca açıklayayım:
Kendi çocuklarım tüm yaşamları boyunca Öz Yönelimli Eğitim ortamında bulundular. O zaman boyunca birçok insanın çocuklarıma ve bir ebeveyn olarak bana çok eleştirel baktıklarını gözlemledim. Sonra öz yönelimle aynı yöntemleri kullanan bir yaz kampı açtım ve aynı eleştirel ebeveynlerin çocuklarını benim programıma yazdırdığını görünce şaşırdım. Neden böyle olduğunu merak ettim ve hemen anladım ki ebeveynler (ve genel olarak toplum) öz yönelimli eğitimin çocuğun gelişimi için sağlıklı olduğunu ancak okul zamanı değil oyun zamanı olarak algıladığında kabul etmeye razı oluyor.
Bu yüzden yıllarca kendimi özgür oyun düşüncesi etrafında oluşan bir oyun alanı açmaya verdim. Bu oyun alanın adı “Bahçe” ve kurucu ortağı olduğum play:groundNYC (https://play-ground.nyc/) projesi tarafından işletiliyor. Geleneksel olarak okullanan binlerce çocuk her yıl bu oyun alanına akın ediyor ve daha önce fırsatını bulamadıkları öz yönelimi deneyimliyor.
Bu “hurda” ya da “macera” oyun alanlarının uzun bir geçmişi var (2. Dünya Savaşı sırasında başladılar) ve bazen “riskli oyun” denilen şeyin içinde çocuklara kendi kararlarını verebilecekleri zamanı ve mekanı sunuyor. Özetle bir araziyi çitliyorsunuz, her şeye karışan yetişkinleri uzak tutuyor ama çocukların haklarına saygı duyan “oyunişçileri”nden oluşan bir kadroyu hazır tutuyorsunuz, sonra da çocuklara oynayabilecekleri malzemeler veriyorsunuz. Hurda kullanılmasının nedeni, tanım gereği yetişkinler için hiçbir değerleri yok ve bu yüzden çocuklar hemen bu malzemeleri sahiplenebiliyor. Onlar kırabilir, yakabilir, boyayabilir, yağmurda 1 hafta bırakabilirler. Bunların hepsi bir yetişkinden izin isteme ihtiyacı duymadan yapılıyor.
Hurda oyun alanlarının arkasındaki ana kural (ve bütün ebeveynlere ve genç insanlarla çalışan yetişkinlere önerdiğim alıştırma) çocukların risk almalarını istiyoruz ve kazaları önlemek istiyoruz. İkisi de tehlikeli. Ama kazalar, çiviye basmak ya da sıcak sobaya dokunmak gibi çocuğun farkında olmadığı tehlikeler önlenmeli. Bir ağacın dalına tırmanmak ya da arkadaşıyla kılıç dövüşü yapmak gibi riskler kendi ilgilerini geliştirmek için bilinçli olarak aldıkları tehlikeler. Çocukların sağlıklı büyümesi için almak istedikleri bütün riskleri almalarına izin vermeliyiz.
Hurda oyun alanlarında çalıştıktan sonra farklı bir şeye geçtim, onlara Uçan Kadro diyorum. Temelde hurda oyun alanı ile aynı fikir ama bunda çitlenmiş bir arazi yok. Halk kütüphanesinde genç insanlarla buluşuyorum ve beraber nasıl zaman geçireceğimize karar veriyoruz. Tasarlanırken genç insanlara hiç önem verilmeyen ve dayatılan kanunlarında onları yok sayan bir şehirde kendimize bir mekan oluşturmaya çalışıyoruz. Ve her gün genelde “şaka” olarak tanımlanan şeyleri yaparak genç insanların sivil itaatsizliklerini çalışıyoruz.
İnanıyorum ki Türkiye’deki çocuk hakları hareketine yardım etmek istiyorsanız, başlamak için en iyi yer bu hurda oyun alanları ve benzeri kavramlar (basitçe çocuklarınızın evde özgürce oyun zamanı olmasına izin vermek dahil!). Ebeveynler, eğitimciler ve kanun yapıcılar böyle ortamların faydalarını görüp böyle bir atmosferde çocuklara güvenebileceklerini anladıkları zaman, yavaş yavaş bu kavramlar benimsenecek. O zaman bir güvenli ebeveynlik hareketi başlayabilir ve eğitim reformu kaçınılmaz olur. Bu yüzden hepinize İstanbul’da bir hurda oyun alanı açmak için uğraşmayı öneriyorum…
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: Alexander Khost: “Eğitmeyen Okullarda Oyunla Öğrenmek” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletlerin IŞİD Bakiyesi – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Irak ve Suriye’yi birbirinden ayıran sınır kapısını 2014 Haziranı’nda ele geçiren IŞİD, bu olaya ilişkin yayınladığı videoda dünyaya şöyle meydan okuyordu: “Sykes-Picot Antlaşması burada yırtılmıştır.” Yaklaşık 100 yıl önce devletlerin Ortadoğu’daki haritaları kendi iktisadi ve politik çıkarları çerçevesinde belirlediği Sykes-Picot’yu kendi yöntemleriyle hükümsüz kılan IŞİD, sonraki 4 yılı aşkın süreçte gerçekleştirdiği katliamlarla bu meydan okumaya paralel biçimde dünyaya korku salacaktı. Hilafet ilan ettiği Irak ve Suriye’de, Belçika büyüklüğünde bir toprak parçasına hükmeden, dahası bu bölgelerde, petrol gelirleri başta olmak üzere kendi ekonomisi, yargı sistemi, 8 milyonluk nüfusa ulaşan sosyal yapısı, hatta diplomasisi olan ve tüm bu özellikleri nedeniyle BM’de temsil edilmek dışında bir devlete dair tüm özelliklere sahip olan ve zamanla İslam Devleti (İD) olarak ismini değiştiren IŞİD, 2014 yılı ortalarından itibaren ABD’nin öncülüğündeki koalisyonun hedefindeydi.
Bugünlerde Suriye’nin küçük bir kasabası olan Bağuz’a sıkışan ve gelen bilgilere göre “son kalıntılarının” buradan da çıkarıldığı söylenen IŞİD’in gelecekteki askeri ve siyasi varlığına dair tartışmalar ve soru işaretleri ise geçerliliğini koruyor. Hilafet ilan ettiği topraklardaki hakimiyetinin sona ermesi nedeniyle “bitti” denilen IŞİD, Ortadoğu’da halen canlılığını koruyan mezhepsel kırmızı çizgiler nedeniyle -belki de farklı adlarla- geri dönebilir mi? Mensuplarının, “hilafetin” gücünün doruğunda olduğu dönemde sloganlaştırdıkları gibi “devlet” (İD) “baki” kalacak mı?
ABD’nin 2003’te Irak işgali sonrası bölgede harekete geçen mezhepçi fay hatlarının bir sonucu olarak ortaya çıkan cihatçı terör çetelerinden biri olan IŞİD’in kuruluşu 2004’te Irak el Kaidesi adını alan Tevhid ve Cihat Cemaati adlı örgüte dayanıyor. Bu örgütün kurucuları arasındaki Ürdünlü cihatçı Ebu Musab ez Zerkavi’nin önceki yıllarda Afganistan’daki SSCB işgaline karşı ABD destekli cihatçı çetelerin safında savaşması, IŞİD ve benzeri örgütlerin, devletlerin “birtakım” politikaları sonucu üretildiği gerçeğini gösteriyor. Bu bağlamda, bölgede cihatçı çetelerin “can suyu” bulmasında tarihsel olarak SSCB ve ABD’nin Afganistan ile Irak’ı işgallerinin belirleyici dönüm noktaları olduğunun altı çizilmeli. Aynı şekilde, selefi cihatçı çeteleri harekete geçiren bir başka dinamik ise Şiilik-Sünnilik ekseninde 600 yılı aşkındır devam eden iktidar çekişmesini daha üst boyuta taşıyan 1979’da İran’da Molla rejiminin iktidara gelmesiydi. Ortadoğu’da devletlerin dahil olduğu tüm bu denklemlerin, aradan geçen on yıllara rağmen üç aşağı beş yukarı güncelliğini koruduğunu belirtmek gerek.
Geldiğimiz noktada bir başka ve asıl büyük problem ise direndiği son bölge olan Bağuz’dan çıkarılan IŞİD’in bir dönem onbinlerle ifade edilen üyesinin, nereye gittiği ya da gideceğidir.
Küresel cihat ideolojisini benimsemiş bir örgütün varlığının sonlanmasına dair baştan beri yapılan alan hakimiyetinin bitirilmesi yaklaşımı, bu bağlamda IŞİD hakkındaki temel yanlışlardan birini oluşturuyor. Bu gerçeği görmek için IŞİD’in eski gücünden çok uzakta olduğu 2018’de tam 3670 saldırıyı üstlendiği verisi, açıklayıcı bir veridir. Bu saldırıların, IŞİD’in “küresel cihat” ideolojisini destekler nitelikte Irak ve Suriye dışında Mısır, Afganistan, Yemen, Filipinler gibi çok geniş bir coğrafyada gerçekleştiği belirtilmeli. 2018’deki bu rakamlarda yer alan Fransa, Belçika, Kanada ve Avustralya’daki “küçük çaplı” bıçaklı saldırılar, önceki yıllarda Manchester, Barcelona, Nice, Las Vegas gibi batı metropollerinde katliamlar gerçekleştiren IŞİD’in bu potansiyel ve motivasyonunun halen mevcut olduğunu gösteriyor.
11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırıları sonrası dönemin ABD Başkanı George W. Bush “teröre karşı küresel savaş” adlı doktrinini açıklamıştı. Bundan sonra Irak’ı işgal eden ABD’nin, Ortadoğu politikalarındaki “şahin” başkanı, işgal sonrası 1 Mayıs 2003’te ABD Donanması’na bağlı USS Abraham Lincoln uçak gemisinde, arkasında “görev tamamlandı” pankartı dururken bir “zafer konuşması” yapacaktı. Ancak Bush’un tabiriyle “tamamlanan” görevin ne olduğunu anlamak için dünya, IŞİD ve benzerleri gibi birçok cihatçı çete ile “tanışmak” ve bu tanışmanın bedellerini ödemek zorunda kaldı. Aynı şekilde bugünlerde, sığındığı son nokta olan Bağuz’da, ABD tarafından IŞİD’e karşı ilan edilen “zafer” 2003’ten bugüne yaşananlar göz önünde bulundurulduğunda devletlerin benzer politikaları paralelinde tarihin tekerrür etme olasılığını barındırıyor. Daha da ötesinde ise bir başka olasılığın, IŞİD ve benzeri gibi cihatçı çetelerin kullanışlılığını her zaman değerlendiren kimi bölgesel devletlerin, alan hakimiyeti ortadan kalkan IŞİD’in, küresel cihada hazırlanan bakiyesini Ortadoğu’da bir süre daha “misafir etmeye” istekli olabileceği unutulmamalı.
Emrah Tekin
The post Devletlerin IŞİD Bakiyesi – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Sosyal Devlet”in Çöküşü: Adaletin ve Özgürlüğün Karşısında Macron – Romain Dubier appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>2006’dan beri Fransa’nın deneyimlediği en büyük toplumsal hareketle karşı karşıya kalan Macron Paris’teki birçok kamu binasını koruması için orduyu gönderdi. Böylece altı aydır her hafta Sarı Yelekliler ve Kara Blok’la girdiği çatışmalarda “yıpranan” polisi ve jandarmayı rahatlatmayı amaçlıyor. Kolluk kuvvetleri, politikacılar ve köşe yazarları televizyon ve radyoda günlerdir askeri bir dilden konuşuyorlar. “Askerlere vur izni verilecek” dedi birisi, “insanlar ölebilir” diye ekledi bir başkası. Ezen sınıfların temsilcileri savaşın retoriğini yaymaya başladı.
Devlet ağzıyla konuşacaksak “yabancı” bir orduya ya da “terörist” bir örgüte karşı verilen bir savaş değil bu iktidarın ezilenlere karşı, sözde kendi insanlarına karşı savaşı. Sürecin başından beri çeşitli imalı sözlerle Sarı Yelekliler’i ve burjuva dükkanlarını, restoranlarını yakmaya cesaret edenleri “iç düşman” olarak adlandırdılar.
Fransa devletinin kendi düzenini sağlamak için orduyu çağırması en son 1948’de yaşanmıştı. O yıl yükselen işçi hareketiyle toplumsallaşan grevler Fransa’yı sarsmıştı. Dönemin sosyalist içişleri bakanı, madencileri işlerinin başına dönmeye zorlamak için askerleri yollamıştı. O zamandan beri, kolonyal savaşlar dönemi hariç, ordu hiçbir zaman polis operasyonu yürütmemişti.
Sınıf Mücadelesini Sözde Refah Devletiyle Yatıştırmak
2. Dünya Savaşı’nın ardından Paris, işçi ve patron temsilcilerinin katıldığı birleşme görüşmeleri etrafında örgütlenen güçlü bir refah devleti inşasını başlatarak varlığını sürdüren ekonomik adaletsizliklere karşı sınıf mücadelesini yatıştırmaya çalıştı. Patron ve işçi ilişkileri, her iki tarafın katkıda bulunduğu bu “toplumsal güvenliği” tartışmak ve yönetmekle sınırlandırıldı. Sınıf mücadelesi tamamen ortadan kaybolmadıysa da yeni doğan “Sosyal Devlet” geniş ölçüde kabul gördü.
Bunun sonucu olarak korunması gereken düzen, sadece tek bir sınıfın düzeni olmaktan çıktı. “İç düşman” ortadan kayboldu. Fransız Çevik Polisi CRS, 1944’te askerlerin yerine kullanılmak için oluşturuldu. O zamandan beri düzeni sağlamak için ordu hiç çağrılmamıştı. Polis, askeri teçhizatla donatılmıştı ve yüksek oranda şiddet kullanarak baskıyı artırıyordu ama askerler kışlalarından hiç çıkmadı. Değişen hükümetler, uyuşmazlıkları sandıkta ve toplumsal müzakerelerle çözmeye devam etti.
İşler her zaman böyle “yolunda” gitmiyordu tabii. 1795’te Robespierre’in düşüşünden beri, öyle ya da böyle burjuvazinin yönetimdeydi ve zaman zaman çıkan ayaklanmaları ezmesi için orduya güveniyordu. 1871’de muhafazakar iktidarlar orduyu Paris Komünü’nün bastırılması için kullandı, binlerce komünar katledildi. Söylentilere göre katliamın sona ermesinin nedeni kanalizasyonun daha fazla insanın kanını kaldıramaması olmuştu.
1870’lerde Cumhuriyet bunun son olduğu ilan etse de, devlet birçok kez grevleri ve toplumsal hareketleri bastırmak için askerleri harekete geçirdi. 1906’da merkeziyetçi bir burjuva olan İçişleri Bakanı George Clemenceau, 1099 işçiyi katleden Avrupa’da meydana gelmiş en büyük maden katliamını yönetti. Courrière madencilerini işbaşı yapmaya zorlamak için 20.000 asker gönderdi. Bu kuralın bir istisnası 1907’de gerçekleşti. 17E hattındaki askerlerin Fransa’nın güneybatısında köylülere ateş etmeyi reddetmesi ve köylülere katılması özgürlük mücadelesinin bir sembolü haline gelmiştir.
Ne zaman ki askerler, işçiler ve köylüler I. Dünya Savaşı’nda aynı siperlerde beraber savaştılar, bu yan yana gelişin yarattığı risk nedeniyle düzeni sağlaması için orduya başvurmak zorlaşmaya başladı. 1936 Devrimi ve toplumsallaşmış genel grevin ardından alınan çeşitli kazanımlara rağmen 1944’e gelindiğinde Fransa hala pek çok yönden “geri kalmış” bir ülkeydi.
1940’larda “Sosyal Devlet”in inşası, toplumsal şiddetin ve polis baskısının bittiği anlamına gelmiyordu tabii ki. Fakat bütün sınıflara ait bir devlet kavramı iç düşman kavramını etkisiz hale getirdi. Ordu, toplumsal mücadelelerde hakem olamazdı çünkü bu durum varlığını borçlu olduğu devletin yok olması riskini taşıyordu. Bu yüzden düzeni koruma işi 60 yıldır “askersizleştirilmişti”.
İsyan Eden “Halk” mı Yoksa “Vahşi Kitleler” miyiz?
1871’de Komün’ün bastırılmasını planlayan Adolphe Thiers, 1850’lerde devleti destekleyen iyi “halk” ve “sarayları ve heykelleri yakan, Paris’e saldırıp kan dökenler” ayrımını yapıyordu. Bir yanda devlete teslim edilmiş bir “halk”, diğer yanda etkisiz hale getirilmesi gereken “vahşi bir kitle”. Yabancı bir istilacı gibi zaptedilmesi gereken bir düşman, barbar. Onu kontrol etmek ordunun işiydi.
Polis eylemcilerle çatışırken Macron’un bazı kamu binalarını koruması için orduyu göndermesi, bu mantalitenin geri döndüğünü ve “Sosyal Devlet”in başarısızlığını gösteriyor.
Macron seçildiğinden beri özelleştirmeyle, toplumsal yaşamı zayıflatmakla, emekli maaşlarını azaltmakla, tren hatlarını kapatmakla, kamu harcamalarını kısmakla ve kamu hizmetlerini azaltmakla meşgul. Kuşkusuz bunları başlatan Macron değildi. Ondan önceki Nicolas Sarkozy ve François Hollande’ın ikisi de canavarın derisini yüzmeye başlamıştı zaten. Fakat “Sosyal Devlet”in mezarını kazan Macron oldu.
Devlet ezelden beridir sadece tek bir sınıfa hizmet ediyor. Macron’un neo-liberal politikaları, sınıf mücadelesinin yeniden güçlenmesini sağladı. Yeni ezenler; onların “halkına” karşı “düşmanlar” olarak karakterize edilen muhalefet arasındaki, yeni toplumsal mücadelelerin yolunu açtı.
Eğer Sarı Yelekliler hareketinden öğrenilecek bir şey varsa o da toplumun kendini örgütlemesi için hiçbir parti ya da iktidarlı yapıya ihtiyacı olmadığıdır. Bu ayaklanma, halkın yönetim sürecine katılma isteğini göstermesiyle, temsiliyet konusunda devletin sorunlar yaşamasına yol açtı. Sokağa çıkanların iş yerlerindeki sömürüye ve iktidarların devletin olabileceğini düşündükleri şekliyle yok olmasına ilişkin talepleri vardı.
Hükümetin bu taleplerin hiçbirine hiçbir cevap vermemesi, ideolojisinin çöktüğü gerçeğini gösteriyor. Devlet iktidarlara aittir, onlara hizmet eder ve sistemlerini sürdürmek için ezilen sınıfların örgütlenmesini engellemeye çalışır.
Devletin sınıfların işbirliği ile örgütlenip herkese hizmet edebileceğine inanmak bir illüzyondan ibarettir. İktidarlar yeterince güçlendikleri anda ya da muhalefet yeterince zayıfladığı anda kendi gücünü yeniden geri alır. Kolluk kuvvetlerinin yani ordunun ve polisin şiddetiyle karşılaştığımızda, Elysée Reclus’nün 1905’te yazdığı gibi; “taviz vermeyeceğiz”.
“Ya adalet insanlığın idealidir ve bu durumda onu herkes için isteriz ya da sadece iktidar toplumları yönetir, o zaman düşmanlarımıza karşı güç kullanırız. Ya eşitlerin özgürlüğü ya da kısasa kısas.”
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
Çeviri: Özgür Oktay
The post “Sosyal Devlet”in Çöküşü: Adaletin ve Özgürlüğün Karşısında Macron – Romain Dubier appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ōtautahi/Christchurch Trajedisinden Yansıyanlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yeni Zelanda’daki iki cami, dört adet ateşli silah taşıyan bir “beyaz üstünlükçü” tarafından saldırıya uğrayalı bir haftayı biraz geçti. 50 kişi öldü, 50 kişi de yaralandı. Saldırgan internette canlı yayın yaptı ve bu video hızla paylaşıldı. Ayrıca kendi düşünce yapısı ve yaptıklarını neden yaptığı konusunda ipuçları veren 78 sayfalık bir bildiri yayınladı.
O zamandan beri Yeni Zelanda’nın sömürgeci geçmişi, Yeni Zelanda toplumundaki aşırı sağ gruplar ve ırkçılığın varlığı hakkında pek çok tartışma yapıldı ama bu olayın ne olduğunu ve nedenini gerçekten açıklayamıyor.
Irkçılık ve beyaz üstünlüğü oluşumunu gerçekten anlamak için, içinde yaşadığımız sistemin, kapitalizmin kendi çıkarları doğrultusunda işçileri kontrol etmek ve bölmek için ırkçılığı nasıl kullandığının anlaşılması gerekir. Irkçı baskıdan kimin yararlandığına dair de dikkatli bir analiz gerekir. Son faşist saldırıları kolayca “olağandışı bir şey” olarak veya ‘şeytani’ bir bireyin eylemi olarak etiketlemek yeterli değildir.
Kapitalizm ırkçılıkla iç içedir. Irkçılık fikir olarak, sömürgeciliği ve köleliği meşrulaştırmak için geliştirildi ve kullanıldı. Bir ayrımcılık ve baskı biçimi olarak yüksek düzeyde sömürü yaratmak ve bunu meşrulaştırmak için kullanıldı ve kapitalizmin gelişiminde önemli bir faktör oldu. İmparatorlukların ve köleliğin, ırkçı yapılarının bitmesi ırkçılığı tarihe gömmedi.
Irkçılık hem fikir olarak hem de uygulamada sürerken iki önemli işleviyle kapitalizme hizmet ediyor. Birincisi, kapitalistlerin göçmenler ve azınlıklar gibi ucuz, örgütsüz ve son derece sömürülebilir emek kaynaklarını kullanmasına olanak veriyor. İkincisi, ırkçılık işçi sınıfının ülke bağlamında genellikle göçmenleri ve mültecileri “iş ve konutları alan” günah keçisi olarak göstererek, uluslararası bağlamda ulus-devlet imajını yüceltip diğer ulusların işçilerine göre bir üstünlük duygusu yaratarak bölünmesine; aynı ırkın ya da ulusun işçi ve kapitalistleri arasında -gerçekte hiçbir ortak yanları olmasa da- ortak çıkar görüntüsü yaratarak kapitalist egemen sınıfın işçi sınıfını bölmesine ve yönetmesine olanak sağlar.
Bu fikirlere karşı mücadele etmemiz gerektiğini söylemeye gerek yok. Irkçılık hiç bir işçiye fayda sağlamaz. Doğrudan ırkçılıkla ezilmeyen işçiler bile işçi sınıfı bölündüğü için ırkçılık yüzünden kaybediyorlar.
Buna rağmen işçi sınıfının çoğu fikirler üzerindeki kapitalist kontrol nedeniyle ırkçılığı sıklıkla destekler. Kapitalistler sadece güç aracılığıyla değil, aynı zamanda kapitalist bir dünya görüşünü teşvik ederek yönetirler. İşçi sınıfını eğitim sistemi, medya ve edebiyat aracılığıyla ulusal ve ırksal üstünlük fikirleriyle ve gururuyla beslerler. Bu propagandanın yaşam boyunca damla damla verilmesinin etkisi azımsanamaz.
Bir diğer etmen de işçi sınıfının maddi koşullarıdır. Yoksulluk insanları bir başkasından üstün olmaktan gurur duyma fikirlerine açık bırakır. İşçi sınıfı sınırlı olan iş, ev ve diğer ihtiyaçlar için rekabetin içinde sıkışmış durumda ve herhangi bir ayrıcalıktan faydalanma olanağını gördüğün anda ondan faydalanırsın.
Beyaz işçi sınıfının çoğu üyesi, teknolojiyle yok olan işler, işlerin süreksiz hale gelmesi, ücretlerin azalması nedeniyle bir zamanlar doğal karşıladıkları güvenceleri kaybettiler. Beyaz üstünlüğünün hortlaması, beyazların daha önce kapitalizmin ve ırkçılığın onları muaf tuttuğu şartlara düşme endişesini temsil ediyor.
Eğer iddia ettiğimiz gibi ırkçı baskı ve ideoloji koşullarını sürekli olarak üreten kapitalizm ise, ırkçılığa karşı mücadele ancak kapitalist sistemi devirerek tutarlı bir şekilde gerçekleştirilebilir. Bu, ırkçılığa karşı mücadelenin devrim sonrasına kadar ertelenmesini savunmak değildir. Sadece birleşik bir işçi sınıfının ırkçılığı ve kapitalizmi yenebileceğini, bunun da sadece her türlü baskı ve önyargıya karşı çıkarak, işçi sınıfının tüm üyelerinin desteğini kazanmak temelinde inşa edilebileceğini savunuyoruz.
Saldırı silahlarını yasaklamak, internet sağlayıcılardan belirli sitelere erişimi engellemesini istemek, casuslardan sağda casusluk talep etmek ırkçılığa son vermeyecek. Çözüm için, sıklıkla saldırının temellerinin atılmasına yardımcı olan siyasetçilere yönelmek de. Bu, Yeni Zelanda halklarının işi olmalıdır.
Irkçılık karşıtlığı, tüm anarşistlerin faaliyetlerinde ön planda tutulmalıdır. Bu, yalnızca her zaman her baskıya karşı çıktığımız için değil, aynı zamanda ne ırkçılığı ne de kapitalizmi işçi sınıfını birleştirmeksizin yok edemeyeceğimiz için önemlidir. Yaratmamız gereken dünya, sınıflandırma olmayan, “beyazlığın” ve kapitalizmin olmadığı bir dünya.
Beyaz üyelere kendi topluluklarında ve işyerlerinde beyaz kimlik siyasetinin tehlikeleri açıklanmalıdır. “Belki de çok fazla göç var” ya da “müslümanlar farklı” diyenlere meydan okumalıyız. Politikacıların ve medya yorumcularının politik puan kazanmak için, platformlarını kullanarak müslümanları ve göçmenleri istismar etmelerini durdurmamız gerekiyor. Aşırı sağ, bu tür eylemler olmadığı sürece, kendilerini insanların aradığı alternatif ve çevrelerindeki değişen dünyaya verilen cevap gibi sundukları için, beyaz işçi sınıfı arasında zemin bulmaya devam edecektir.
Herhangi bir istisna olmaksızın, toplumda her türlü faşist örgütlenmeyle mücadele etmek durumundayız. Faşistler örgütlenmekte özgür hissettiklerinde söylemleri normalleşir ve taraftarlar bundan güç ve güven kazanabilirler. Dahası, faşist örgütleme, günah keçisi yaptıkları insanların yaşamları için bir tehdittir. Konuşma özgürlüğü argümanlarından etkilenmeyin, bu insanlar tartışmakla ilgilenmiyor, fikirlerinin doğruluğuna zaten ikna olmuşlar ve sadece güç istiyorlar.
Bununla birlikte, ırkçılık karşıtlığının ırkçılıkla tek başına mücadele edemeyeceği her zaman hatırlanmalıdır. Kapitalizmle mücadele ile ırkçılıkla mücadele aynı madalyonun iki tarafıdır. Hiçbiri diğeri olmadan başarılı olamaz. Sağ, hoşnutsuzluğa alternatif bir vizyon sunmada başarılı oldu, biz de aynı şeyi yapmalıyız ve daha iyi yapmamız gerekiyor, çünkü ne de olsa, her şey dâhil eşitlikçi bir gelecek vizyonumuz daha çok ümit veriyor.
Üzerinde düşünülmesi gereken bir şey daha silahlı saldırıdan beri “bu biz değiliz” ağlaşması, ancak bu bizin Yeni Zelanda’nın tüm insanlarını kapsayan bir “biz” olmadığını hatırlamak zorundayız. Bu ülke, dünyadaki her ülke gibi, çatışan sınıf çıkarları ile karşıt sınıflardan oluşan, sınıflara bölünmüş bir toplumdur ve bu sınıflardan sadece biri yönetiyor, o da kapitalist sınıf. Jacinda Ardern’in temsil ettiği sınıf da budur ve başbakana yapılan tüm övgüler içinde bunun hatırlanması gerekir. Sömürülen işçiler olarak bizi temsil eden ortak değerleri arayabilirken, tepki olarak Yeni Zelanda halkının bir araya gelmiş olması iç açıcı olmuşsa da, yönetici sınıf ile bizim aramızda hiçbir ortak değer yoktur. Trajediyi ele alma biçimine rağmen Jacinda Ardern, yönetici sınıfın ve bu saldırıyı gerçekleştiren beyaz üstünlükçüye önderlik eden kurumların bir temsilcisi olarak çözüm değil, sorunun bir parçasıdır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
Çeviri: Betül Taylan
The post Ōtautahi/Christchurch Trajedisinden Yansıyanlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Fırat’ın Doğusu’nda Hesap Şaştı, Batısında Deniz Bitti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ortadoğu üzerine yazılan yazılar ya da yapılan analizler söz konusu olduğunda en sık tekrar edilen cümlelerin başında gelen “Ortadoğu’da Kartlar Yeniden Dağıtılıyor” sözü, geçtiğimiz aralık ayında Donald Trump’ın açıklaması sonrası bir klişe olmaktan gerçeğe evrilmeye hiç bu kadar yakın olmamıştı. ABD Başkanı’nın yaptığı “Suriye’den askerlerimizi çekiyoruz” açıklamasıyla, Suriye’ye dair o güne dek yapılan tüm analizler, sahada var olan güçlerin kurduğu dengeler ve devletlerin bölgeye dair tasarrufları, ya “çöpe gitti” ya da güncellenmeyi zorunlu hale getirdi. Nitekim Trump’ın, -ABD’deki bazı güç merkezlerini de rahatsız eden ve onlara rağmen alındığı anlaşılan- bu kararı akabinde Kürtler başta olmak üzere sahadaki öznelerin alternatif dengeler üzerine eğilim gösterdikleri görüldü.
Suriye’deki ABD Varlığının Dünü Bugünü
IŞİD’in, 2014’te Irak’ta Musul ve Suriye’de Rakka gibi kentleri ele geçirmesi sonrası yükselen tehdidi, aynı yılın yaz aylarında ABD’li gazetecilerin infaz videolarının internete düşmesiyle, ABD tarafından daha hissedilir hale gelmişti. ABD’nin aynı süreçte kurduğu IŞİD karşıtı koalisyonun sahadaki varlığı, yıllardır İran’ın da dahil edildiği “şer ekseni” devletlerinden biri olarak tanımlanan Suriye’de askeri varlık bulundurma konusunda fırsat sunmuştu. İlerleyen süreçte IŞİD tehdidinin artmasına paralel olarak ABD öncülüğündeki koalisyonun -özellikle Fırat’ın doğusundan Irak sınırına kadar olan bölgedeki- yerel müttefikleri, Kürt öz savunma güçleri, Arap, Süryani askeri birimlerinden bir araya getirilen Suriye Demokratik Güçleri (SDG) olarak belirginleşti.
Dönemsel olduğu ve er geç sona ereceği aşikar olan bu bölgesel müttefiklik ilişkisi, ilerleyen süreçte, küresel bazda, NATO ittifakı içindeki ABD ile TC arasında gerilim başlıklarının üst sırasında yerini alacaktı. TC tarafından bu ilişkiye dair defalarca yapılan sitemkar tondaki ve iki devletin NATO müttefiki olduğunun hatırlatıldığı çıkışlar zamanla sertleşti. Bir yandan SDG’ye yapılan askeri yardımların TIR sayıları üzerinden “binli rakamlarla” envanteri tutulurken diğer yandan da Rusya’ya yakınlaşma stratejisi izlenerek ABD’ye “alternatifsiz olunmadığı” mesajı verilmeye çalışıldı. ABD cephesinde ise bu mesajlar genellikle soğukkanlı bir biçimde karşılandı, SDG bileşeni YPG/YPJ’nin terörist olarak görülmediğinin altı her defasında çizildi.
ABD’nin Suriye Politikasında Değişen Ne?
Suriye’deki askeri varlığını IŞİD tehdidi ile gerekçelendiren ABD açısından, Trump’ın asker çekme nedeni olarak belirttiği “IŞİD yenildi” açıklaması, aslında ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik stratejik öncelikleri bakımından bölgedeki askeri varlığın ve siyasi tasarrufların, farklı gerekçelerle güncelleneceği anlamına geldi. Bu öncelikler hiyerarşisinde her zaman en üstte yer alan İsrail’in güvenliği ve bu paralelde İran nüfuzunun geriletilmesi politikası Trump yönetiminin Ortadoğu’ya dair en belirgin siyasetini oluşturdu. Bu gerçekler ışığında “ABD bölgeden tamamen çekiliyor” yanılsamasından çok, söz konusu askeri gücün çekilme alanlarına bakılmalı.
Bu alanlardan biri Irak, Ürdün, Suriye sınır üçgeninde bir bölge olan Tenef’teki üs, muhtemelen ABD’nin bölgedeki operasyonlarını yöneteceği ve İran’a yönelik olası askeri hamlelerinin merkezi olacaktır. Diğer taraftan Şam-Bağdat-Tahran yolunu birbirine bağlayan güzergahta bulunan üssün yakınlarında mevzilenen Rus, Suriye güçleri ve Şii milislerin varlığı da -şu sıralar masa başında diplomasi hamlelerine ağırlık verilen ve TC dışında kimsenin savaş tamtamları çalmadığı- Suriye Savaşı’nda ileriki süreçte Tenef’te de suların ısınacağını gösteriyor.
Tampon Yazılır İşgal Okunur
Trump’ın açıklaması sonrası, Afrin ve Fırat Kalkanı bölgelerinde sürdürdüğü işgalini Fırat’ın doğusuna da genişletme arzusunu her fırsatta dile getiren TC, bir taraftan da bu beklenmedik karar sonrası, gözle görülür bir çekimserlik içinde kaldı. Öteden beri dillendirilen Fırat’ın Doğusu ve Menbiç operasyonları için Ankara-Moskova-Washington hattında yapılan diplomasi hamleleri, TC açısından bu işgal operasyonunun yakın ya da uzak vadede hayata geçemeyeceğini işaret eden karşılıklar buldu. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun İzlanda TV’sine yaptığı -SDG bileşenlerini kast ederek- “yerel güçlerle işbirliğimiz sürecek” açıklaması, Pentagon’un, tasavvur edilen güvenli bölgede TC’nin olmayacağının altını çizmesi, söz konusu işgal hamlesine Washington’dan verilen açık ya da örtük red yanıtları oldu.
Moskova hattında ise Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un yaptığı “Kürtler konusunda Ankara ile farklı düşünüyoruz. TSK ile ortak operasyon yok” açıklaması, benzer bir şekilde hayır cevabı olarak not edilmeli. Lavrov’un aynı açıklamasının devamında -Suriye’deki ABD ve TC askeri varlığına atıfla- Rusya ve İran’ın, Şam’ın daveti üzerine bölgede bulunduğunu, yine Şam yönetiminin TC askeri varlığını istemediğini belirtmesi; Afrin, Fırat Kalkanı gibi bölgelerde sürdürülen işgalin er ya da geç bir sonunun olduğunun Ankara’ya hatırlatılması olarak değerlendirilmeli. Her iki mesaj da, TC’nin Fırat’ın Doğusu’ndaki hesaplarının tutmadığının, batısında ise makasın giderek daraldığının açık birer göstergesi.
Kaldı ki Soçi zirvesi sonrası İran ve Rusya’dan tampon bölge konusunda istediği yanıtları alamayan TC, Soçi’de “terörle mücadele adına da olsa” Suriye’nin toprak bütünlüğüne zarar verecek adımlardan kaçınılması içeriğindeki mesajlara isteksiz bir biçimde onay vermek zorunda kaldı. Ayrıca İran lideri Ruhani’nin Suriye’nin geleceğinde Kürtlerin söz hakkına vurgu yapan ifadelerinin gittiği adres ise Ankara’dan başkası değildi. Ayrıca İdlip konusunda aralık sonuna dek Soçi’deki ortaklarından mühlet alan TC’nin, Fırat’ın Doğusu bir yana, en batıdaki İdlip’te, geliştirebilecek fazla bir hamlesinin kalmadığı aşikar. Nitekim İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, İdlip’e yönelik askeri seçeneğin masada olduğunu vurgulaması Fırat’ın batısında da TC için denizin bittiğinin işaretleri. Ancak Suriye Savaşı’nı sürekli bir iç siyaset malzemesi olarak kullanan TC’nin Astana ortaklarının olası bir İdlip operasyonuyla 31 Mart seçimleri öncesi AKP’yi istikrarsızlaştırmak istememeleri de devletler arasında gerçekleşen pragmatik politikalar çerçevesinde ihtimal dahilinde bulundurulmalı.
Emine Sakin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. sayısında yayınlanmıştır.
The post Fırat’ın Doğusu’nda Hesap Şaştı, Batısında Deniz Bitti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kadınların Özgürleştiği Yeni Bir Dünya Kuracağız appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>*Ataerki Karşıtı Grup’tan Kadınlarla Kadıköy 26A Atölye’de Yapılan Mor Atölye, 26 Ocak 2019
Ataerki Karşıtı Grup’un nasıl kurulduğundan biraz bahseder misiniz, özörgütlü bir anarşist kadın mücadelesine neden ihtiyaç var?
Ataerki Karşıtı Grup’u APO’nun içinde kurduk çünkü sömürülen ve baskı altında tutulan bütün ezilenlerin yanında, kadınlar olarak cinsiyet alanındaki baskıyı deneyimlemiştik.
Anarşistler olarak, baskılanmış yaşamların özgürlüğünün “aydınlanmış öncülerin” ellerinde değil ancak kendileri için eyleyecek olan ezilenlerin ellerinde olduğu fikrini savunduk. Biliyoruz ki özgürlük ne bahşedilebilir ne de hediye edilebilir ancak mücadeleyle kazanılabilir. Bu bakış açısıyla, kadınların kendilerini ataerkinin zincirlerinden özgürleştirmek için verdikleri mücadele, devlete ve kapitalist sisteme karşı toplumsal özgürlük için verilen mücadelenin bütünsel bir parçasıdır.
İki yıl önce, başlangıçtan beri öncelikli olarak dikkatli bir şekilde, küçük ama kararlı adımlarla ilerledik. Bu dönemde, Anarşist Kadınlar’la politik bağlar kurduk. Geçtiğimiz yıl İngiltere, Kolombiya, Slovenya, Şili ve New York’un aralarında bulunduğu, dünyanın farklı yerlerinden yoldaşların mesajlarıyla birlikte 8 Mart için özel olarak hazırlanan Meydan’ın kadın dayanışması için mesaj çağrısına cevap verdik. APO’nun yayınladığı “Toprak ve Özgürlük” gazetesinde de onların dayanışma mesajlarını yayınladık.
Bu süreçte karşılaştığınız zorluklar neler oldu? Anarşist mücadele içerisinden eleştirel düşüncelerle karşılaştınız mı?
Ataerki, kapitalist sistemden önce de vardı ve onun kurumsallaşması için kullanıldı. İç içe geçmiş sayısız farklı görünümünü barındırıyordu, tarihsel boyutuyla devlet ve kapitalizmin otoritesiyle olan bağından, modern versiyonu olan “ana akım feminizme” (kadınların taleplerinin otoriter sisteme katılımla denkleştirilerek kadın mücadelesinin deforme edilmesi), bu konunun kısmen ya da hatta tamamen akademik bir alana (ayrıcalıklara sınırlandırılmış bir erişimle) sıkıştırılmasıyla ezilenlerin mücadelesine karşı bir konuma geçti.
Biz anarşistlere göre, ataerki tek boyutlu değildir. Sınıfsal bir boyutu vardır; ırkçılıkla, dünyadaki kuzey-güney ayrımıyla, göç ve göçmenler meselesiyle, cinsellikle, şiddetle, kurumsal ve sosyal adaletsizliklerle vb. farklı görünüşleri vardır.
Amacımız, baskılanan ve sömürülenler için tek gerçekçi çözüm olarak ezilenlerin bu mücadele alanlarını yeniden domine etmesini sağlamak ve direnişi daha geniş bir bakış açısıyla toplumsal devrime kanalize etmek.
Batılı toplumlar kadınlar için daha liberal ya da “özgür” görünüyor olsa da biliyoruz ki kadınlar hala batı “demokrasilerinde” hiyerarşiyle, baskı ve şiddetle karşı karşıya kalıyor. Yunanistan’da kadınların ne gibi sorunlarla karşı karşıya olduğundan bahsedebilir misiniz?
Özellikle şu sıralar devlet ve kapitalizmin saldırısı Yunanistan’da devasa bir baskı ve sömürüyle devam ediyor. Şu anki durum toplumsal ve sınıfsal direnişlerle aynı zamanda süren iflas sisteminin yozlaşması ve uzun zamandır sınıfsal işbirliğini geçerek ulusal işbirliğine dönüşümü olarak özetlenebilir.
Sosyal yamyamlık iktidarlar için arzulanan bir durum. Çünkü toplumun öfkesini manipüle ediyor ve sınıf mücadelesini, dünyanın sefaletinin ve ezilenlerin süregiden yoksulluğunun gerçek sorumlularından uzakta bir yere naklediyor. Bu gerçekliğin içinde ataerki, otoriter dünyanın temel bir parçası olarak toplumu birbirine yabancılaştırıyor ve zayıflatıyor.
Bununla paralel olarak tecavüzcülerin aklanması, tecavüze karşı direnen kadınların tutsak edilmesi, HIV pozitif kadınların aşağılanması ve kapatılması, hamile kadınların işten kovulması, işyerlerinde kadınlara yönelik sömürünün artması, adaletsizliğin ve sömürünün karşısında duran kadın mücadelesine yönelen baskı ve saldırılar, binlerce göçmen kadının konsantrasyon kamplarına -korkunç koşullarda- kapatılması, kadın ve çocukların satıldığı uluslararası köle ticareti vb. sürüyor. Köle ticaretini sürdüren ve aklayanların, LGBTQI+ örgütlenmesinin eylemcisi Zak Kostopoulos/Zackie Oh’yu katledenlerin, güçlünün zayıfa karşı şiddetini yükseltenlerin, toplumsal ve sınıfsal piramitte yukarıda olanların şiddetinin cinsiyete dayalı ötekileştirme ve tacizle devam ettiğini görüyoruz.
Sonuç olarak her güne yayılan bir devrim idealiyle anarşizmi düşünüp kendimizi ve yaşamlarımızı özgürleştirmenin nasıl gerçekleşebileceği hakkındaki düşünceleriniz neler? Okurlarımıza ne söylemek istersiniz?
Mücadele edenler olarak -hem anarşist hem de kadın olarak- yapmamız gereken tek şey birbirimizle dayanışma içerisinde olmaktır; dünyanın her bir köşesinde, bütün ezilenlerle birlikte, ortak düşmanlarımıza karşı örgütlenmektir. 19. yüzyılda Amerika’daki göçmen kadınların kanlı grevlerinden İberya Devrimi’nde Mujeres Libres’li kadınlara, Chipas’taki Zapatist kadınlardan Rojava’nın ve Türkiye’nin militan kadınlarına, Arjantin’in ve Şili’nin Mapuche yerlilerinin topraklarını gasp edip yağmalayanlara karşı mücadele eden kadınlardan Standing Rock ve Black Lives Matter direnişçilerine; mücadele eden kadınlardan aldığımız ilhamla ataerki, devlet ve kapitalizmle kavga ediyoruz. Toplumsal eşitlikle; saygınlık, adalet ve özgürlükle dolu; kadınların özgürleştiği yeni bir dünya kuracağız yani toplumsal özyönetim, anarşizm ve özgürlükçü komünizmi.
Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Dünyanın her yerinde mücadele eden bütün kadınlarla, dayanışmayla!
The post Kadınların Özgürleştiği Yeni Bir Dünya Kuracağız appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post G20’de Hamburg OHAL’i appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Dünya ekonomisini şekillendiren 19 ülke ve Avrupa Birliği Komisyonu’nu tarif etmek için kullanılan Group of 20 (20 grubu)’nun kısaltması olan G20 zirvelerinin bu yıl 12. toplantısı Almanya’nın Hamburg kentinde düzenleniyor. Bu yıl yapılan buluşmada uluslararası ticaret, ekonomik büyüme, terörizm ve Paris İklim Değişikliği Anlaşması başlıklarını konuşmak için bir araya gelen devletler, toplantının ardından bir sonuç bildirgesi yayınladı.
Küresel kapitalist şirket ve devlet yöneticilerini bir araya
getiren G20 zirveleri, ilk kez düzenlenmeye başlandığı yıldan beri kapitalizme ve devletlere karşı mücadele eden örgütlenmeler tarafından geniş katılımlı eylemliliklerle protesto ediliyor.
Hamburg’da düzenlenen toplantılara karşı eylemler 4 Temmuz gecesinde başladı. “G-20’ye Karşı Sınırsız Dayanışma” sloganıyla örülen kampanya sonucunda binlerce insan St.Pauli Meydanı’nda toplandı, pek çok park işgal edildi. Yapılan konuşmaların ardından eylemciler polisle çatıştı. Polis saldırısına karşı St. Pauli Futbol Kulübü, stadyumunu eylemcilere açtı. Akşam saatlerinde Schanzenviertel bölgesinde çatışmalar devam etti. İkinci gün katılımcı ülke temsilcilerinin kaldığı otellerin önüne gelen eylemciler burada uzun bir süre kalarak görüşmelerin planlanan saatinde yapılmasını engelledi. Holstenstrasse bölgesinde çatışmalar gece boyunca devam etti. Pek çok yaratıcı gösteri de eylemler sırasında sokaklarda sergilendi. 6 Temmuz günü, 1000 GESTALTEN Kolektifi “Zombi İstilası” temalı bir gösteri sergiledi. Eylemler sonucunda iki yüzden fazla eylemci gözaltına alındı.
The post G20’de Hamburg OHAL’i appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sınırlı Saldırı Sınırsız Savaş – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Suriye’nin İdlib saldırısından görüntüler, ABD’nin “kırmızı çizgim” dediği kimyasal silah kullanımına işaretti. Can çekişen ve cansız bedenler, korunmasız kıyafetlerle yardım etmeye çalışan “yardım gönüllüleri”, saldırının dehşetinin yanında başka sorular getirdi akıllara.
İdlib’deki sorular, bazı El-Kaide liderlerinin “Beyaz Mücahitler” dediği ve batılı devletlerce fonlanan Beyaz Miğferler’in görüntüleriyle bitmiyordu. Halep’in cihatçılardan alınmasıyla Hama, Humus, Şam hattında güçlenen, yönünü İdlib’e çevirmesi beklenen Rejim’in kimyasal saldırısı mantık sınırlarını zorluyor. Saldırıdan hemen önce ABD’nin, “Suriye’nin geleceğine Suriyeliler karar verir” açıklaması, İdlib sonrası Trump’ın “Görüntüleri görünce fikrimi değiştirdim” sözlerine evrildi; Rejim’in “meşruiyetini” tekrar sorgulanır hale getirdi. Astana’yla Suriye’de “barışın ve ateşkesin garantörü” izlenimi veren Rusya açısından da bu saldırının izahı zor.
Saldırısı sonrası Rejim’e yönelik itidalli söylemini bırakan ABD, “müdahale seçeneği masada” açıklamasının akabinde, Şayrat Üssü’ne saldırdı.
Savaşın dengelerini değiştirme potansiyelindeki saldırı, Trump’ın Çin Devlet Başkanı Xi’yle görüşmesine denk getirilmesinin yanında, iç politika için de mesajlar barındırıyordu. Dış politika vaatleri arasında “müdahalecilikten kaçınma” olan Trump, müdahalecilik yanlısı “kurucu düzen” unsurlarınca eleştiriliyordu. Saldırı yine seçimler öncesi dilendirilen Rusya ile iş birliği iddialarına da yanıt niteliğindeydi. Ancak bu güç gösterisi, ABD’de “Ortadoğu macerası” yerine Çin ile ticaret savaşı beklentisindeki farklı sermaye çevrelerince hoş karşılanmayacaktır.
Şayrat saldırısı, ABD’nin canlandırmaya çabaladığı Sünni İttifak üzerinden, İran’ın gücünü sınırlandırma amacı da taşıyor. 23 Mart’ta IŞİD Karşıtı Koalisyon toplantısı olarak duyurulan buluşma, İran’a karşı Sünni İttifakı toparlama hedefindeydi. Bu süreçte Suudi Arabistan’la yapılan görüşmeler sonrasında Ürdün’deki Arap Birliği toplantısında yapılan “İran’ın bölgede gelişen nüfuzuna karşı şiddetle karşı koyma” açıklamaları, bu amaç için somut adımlardı. ABD’nin, İsrail’in müttefiki olan Sünni devletlerle bölgede kurmak istediği İran karşıtı denklemi, “İsrail dengesini” gözeterek kurduğu açık.
Saldırıya ilk tepkiyi, Suudi Arabistan ve İsrail’le birlikte TC verdi. Astana’da Rusya ve İran ile birlikte Suriye’nin toprak bütünlüğüne garantör olan TC, Şayrat sonrası “fabrika ayarları”na döndü. “Esad gitmeli, saldırılar sürmeli” açıklamasıyla, İran üzerinden Trump’la yakınlaşma pahasına, Rusya ile pamuk ipliğine bağlı ilişkilerini tehlikeye attı.
İran’ı sınırlandırmaya dönük güç gösterisi olan Şayrat saldırısı, ABD’nin belirlediği sınırı aştığında, Rusya ile Kırım, Ukrayna gibi çatışma alanlarına sıçrama potansiyeli taşıyor; ancak bu ve benzeri saldırıların süreklileşmesi beklenmiyor.
Şayrat sonrası Trump, iç politikasında geçici de olsa rahatlayacaktır. Benzer durumda, İran’ın sınırlandırılmasıyla İsrail ve Sünni İttifak güçlenecektir..
Kağıt üzerinde de olsa önceliği “cihatçı terörizmle mücadele” olan devletler, benzeri saldırılarını sürdürürse, “önceliklerini” Şayrat gibi güç gösterilerine değişebilir. Bu da, devletlerin politikalarıyla varlık bulan cihatçı terörizmin, Suriye Savaşı’nda varlığını sürdürmesine sebep olur.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 38. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sınırlı Saldırı Sınırsız Savaş – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>