Yaşam – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Wed, 20 Nov 2019 12:47:56 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Tarihin Derinliklerine Kara Bir El : Mano Negra – Furkan Çelik https://meydan1.org/2019/11/13/tarihin-derinliklerine-kara-bir-el-mano-negra-furkan-celik/ https://meydan1.org/2019/11/13/tarihin-derinliklerine-kara-bir-el-mano-negra-furkan-celik/#respond Wed, 13 Nov 2019 07:11:51 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/13/tarihin-derinliklerine-kara-bir-el-mano-negra-furkan-celik/ Dünyanın dört bir yanından gelen işçiler, Birinci Enternasyonel’de mücadele yöntemlerini, toplumsal devrimi ve devrime giden yolları tartışmak için bir araya gelmişlerdi. Bakunin, “Özgürlüğe giden yolda, özgürlükten vazgeçilemez.” dediğinde Enternasyonel içerisinde anti-otoriter bir kanat oluşmaya başlamıştı. Bakunin’in bu fikri kırılma yaratmış ve sonrasında 1872 Lahey kongresi ile birlikte anti-otoriter kanat Enternasyonel’den ayrılarak Anarşist Enternasyonel’i kurmuştu. Bu […]

The post Tarihin Derinliklerine Kara Bir El : Mano Negra – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Dünyanın dört bir yanından gelen işçiler, Birinci Enternasyonel’de mücadele yöntemlerini, toplumsal devrimi ve devrime giden yolları tartışmak için bir araya gelmişlerdi. Bakunin, “Özgürlüğe giden yolda, özgürlükten vazgeçilemez.” dediğinde Enternasyonel içerisinde anti-otoriter bir kanat oluşmaya başlamıştı. Bakunin’in bu fikri kırılma yaratmış ve sonrasında 1872 Lahey kongresi ile birlikte anti-otoriter kanat Enternasyonel’den ayrılarak Anarşist Enternasyonel’i kurmuştu. Bu yeni Anarşist Enternasyonel’in kurulmasıyla birlikte farklı coğrafyalarda anarşist hareketler belirginleşmeye başlayacak, temaslar ve etkileşimler hızla artacaktı.

Bakunin’in fikirlerini benimseyen işçiler kendi coğrafyalarına döndüğünde anarşist bir hareket filizlenmeye başlamıştı. 1881 yılında, İspanya Bölgesel İşçi Federasyonu (FTRE) anarşist kolektivizmi benimseyerek İspanya’da mücadeleyi büyütmeyi strateji olarak belirlemiş, kurulduktan bir sene sonra 60 bin üyeye ulaşarak toplumsallaşmıştı.

Eller Karaya Boyanıyor

FTRE ile işçi mücadelesinde anarşist hareket büyürken bir yandan da Endülüs bölgesindeki köylülerde daha radikal bir hareketlenme başlıyordu. Cadiz bölgesinde daha çok hissedilen bu radikalleşme, köylülerin kendilerini sömürenlere karşı koyuşlarından başka bir şey değildi. Kendilerine karşı şiddet uygulayan generallere, toprak ağalarına, patronlara karşı silahlı eylemler düzenliyorlar, zenginlerin mallarına el koyuyorlardı. Tüm bu eylemleri sahipleniş biçimleri de oldukça ilginçti. Ellerini kara boyaya bulayıp kapılara el izlerini bırakıyorlardı. Bu imza şeklinin Kara El (Mano Negra) adında bir örgüt yaratması kaçınılmazdı…

Açlık Çoğunluktadır

“Ve bilinmez sanılır geleceği

Bir demiryolu makasçısının

Oysa kesinlikle yazılmıştır

Her sevgi kitabında

Aslolan açlıktır…

Açlık çoğunluktadır.”

Turgut Uyar

Mano Negra (Kara El), İspanyalı köylülerin oluşturduğu bir örgütlenmeydi. Kurak geçen yazlar hiç mahsül alınmamasıyla sonuçlanıyor, bu da köylüler için açlık demek oluyordu. Halbuki topraklardan ticaret yapan zenginlerin, üretimi yapan köylüleri sömürenlerin ve burjuvaların ambarları hınca hınç doluydu.

Mano Negra, bir şey yapmalıydı çünkü açlık çoğunluktaydı. Önce birkaç kova siyah boya aldılar ve daldırdılar ellerinin tekini kovalara. Sonra dayandılar, ağzına kadar dolu ambarlara. İlk eylemleri buydu. Zenginlerin ambarlarını soydular ve kendilerinin ürettiklerini, kendilerine dağıttılar. Çünkü, 1880’li yıllarda Endülüslü bir köylünün fazla seçeneği yoktur. Açlık kapıya dayandığında burjuvaların kapısında köle olup yalvarırsın. Yalvarmazsan da açlıktan ölürsün. Ama durun, başka bir seçenek daha vardı. Mano Negra kapkara olmuş elleriyle geliyordu! Zenginlerden çalacaklardı…

Devlet Hep Zengini Korur

Mano Negra’nın ilk eyleminin üstünden yıllar geçti. Kendi adaletlerini sağlamaya devam ettiler. Eylemler arttıkça, kapılardaki kara el izleri de artıyordu. El izleri arttıkça kaçınılmaz olan, oldu. Devletin ordusu burjuvaları korumak için harekete geçti.

Takvim 1892’yi gösterdiğinde Cadiz Eyaleti’nin Jerez şehrinde büyük bir isyan patlak verdi. Yıllardır süre gelen ezilmişliğin, aşağılanmışlığın ve açlığın sonunda isyan kaçınılmazdı. İşçiler, köylüler… Herkes oradaydı. Şehirdeki devlet dairelerinin çoğu yıkılmış durumdaydı. Mano Negra, o gün kocaman bir kara eldi. Herkes Mano Negra’nın kapkara ve sıkılı tek bir yumruğu olmuştu…

General Martinez Campos komutasındaki ordu, Jerez’e gelerek isyanı bastırmak için saldırıya geçmişti. Oldukça kısa sürede, sayısı bilinmeyen bir çok insanı katletmiş, 3 bine yakın kişi tutuklanmıştı. Jerez İsyanı’nı, Mano Negra’nın daha önce yaptığı eylemleri organize ettiği iddiası ve Mano Negra üyesi olduğu gerekçesiyle 4 anarşist Jerez Meydanı’nda idam edilerek katledilmişti.

El İzleri Unutulmayanlar

Jerez İsyanı’nın üzerinden bir yıl geçtikten sonra, Barcelona’da askeri bir tören sırasında General Martinez Campos görünür. Anarşistlerden Paulino Pallás da törendedir. Bir yıl önce katledilen yoldaşları için oradadır Paulino. Katledilen yoldaşlarının el izleri hala bazı kapılarda duruyorken, unutmak Paulino için mümkün olmamıştır. Ve işte şimdi hesap sormak için generalin yanında, elinde bir bombayla durmaktadır. Eylemi gerçekleştirir Paulino fakat general yaralı olarak kurtulmayı başarır. Paulino Pallás ise yakalanır. Pallás yakalandığı sırada Jerez’de idam edilen anarşistleri unutmadığını anarşizm sloganlarıyla haykırır. 2 hafta sonra da Pallás yaptığı eylemden dolayı idam edilir. Fakat el izi hala birçok duvarda onu hatırlatır.

Başka Kara El’ler

Cadiz Bölgesi’nde ellerini kara boyayla boyayanlar farklı yıllarda, farklı coğrafyalara ulaşmıştır. Manu Chao, yıllar sonra bir müzik grubu kurmuş ve adını Mano Negra koymuştur. Cadiz’deki Mano Negra’dan bağımsız olarak Güney Amerika’da aynı isimle bir çok örgüt kurulmuştur.

Hatta Birinci Dünya Savaşı’nın çıkış bahanesi olarak gösterilen Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’ın Saraybosna’da uğradığı suikasti gerçekleştiren Gavrilo Princip’in de dahil olduğu örgütün adı Kara El’dir. Bu örgütün ideolojik olarak anarşizmle alakası olmasa da Princip, Kropotkin’in yazılarını okuduğundan bahseder, halk hareketinin önemli olduğunu vurgular. Dönem itibari ile bazı halk hareketleri anarşistlerin kral-imparator-generallere yaptıkları eylemlerden ilham alırlar. Kara El örneğinde olduğu gibi anarşistlerin toplumsal hareketlere etkisi sadece yöntemsel anlamda kullandığı tekniklerle değil iktidarlara karşı olan kararlı mücadeleleri ve büyüttükleri pratikler sebebiyle olmuştur.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

*Jerez hapishanesi’nde bulunan Mano Negra’lı tutsakları resmeden gravür.

The post Tarihin Derinliklerine Kara Bir El : Mano Negra – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/13/tarihin-derinliklerine-kara-bir-el-mano-negra-furkan-celik/feed/ 0
Enternasyonal’in Son, Geleneğin İlk Mohikanları : Jura Federasyonu – İlyas Seyrek https://meydan1.org/2019/11/13/enternasyonalin-son-gelenegin-ilk-mohikanlari-jura-federasyonu-ilyas-seyrek/ https://meydan1.org/2019/11/13/enternasyonalin-son-gelenegin-ilk-mohikanlari-jura-federasyonu-ilyas-seyrek/#respond Wed, 13 Nov 2019 07:03:36 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/13/enternasyonalin-son-gelenegin-ilk-mohikanlari-jura-federasyonu-ilyas-seyrek/ Onlar Bakunin’in tabiriyle “Enternasyonal’in son mohikanları”ydı. 1872’de Enternasyonal(İşçilerin Uluslararası Birliği)’in Londra’daki Genel Kurulu’nun dediğim dedikçiliğine, otoritesine baş kaldırdılar. Onlar çoğunluğu saat imalatçısı olan, anarşizmi yaymayı ve işçilerin özörgütlülüğünü yükseltmeyi amaçlayan, anarşizmin teorisinin ve pratiğinin kolektif karakterini en somut şekilde temsil eden Jura dağlarındaki işçiler… Anarşist hareketin bir çok ismine ev sahipliği yapmış, onları etkilemiş, devrimci […]

The post Enternasyonal’in Son, Geleneğin İlk Mohikanları : Jura Federasyonu – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Onlar Bakunin’in tabiriyle “Enternasyonal’in son mohikanları”ydı. 1872’de Enternasyonal(İşçilerin Uluslararası Birliği)’in Londra’daki Genel Kurulu’nun dediğim dedikçiliğine, otoritesine baş kaldırdılar. Onlar çoğunluğu saat imalatçısı olan, anarşizmi yaymayı ve işçilerin özörgütlülüğünü yükseltmeyi amaçlayan, anarşizmin teorisinin ve pratiğinin kolektif karakterini en somut şekilde temsil eden Jura dağlarındaki işçiler…

Anarşist hareketin bir çok ismine ev sahipliği yapmış, onları etkilemiş, devrimci anarşizm içi tartışmaların geldiği son noktayı belirlemiş bir bölgenin adıdır Jura. Anarşizmin Avrupa’ya yayıldığı noktadır.

İsviçre’nin kuzeybatısında yer alan, özellikle 19. yüzyılda siyasi göçmenlerin uğrak noktası olan Jura bölgesi özellikle özgürlükçü sosyalistler ve anarşistler için en önemli buluşma noktası halini almıştır.

Jura dağlarını anılarında da sık sık anlatan Kropotkin “Jura’lı işçilerin -özellikle de orta yaş grubundakilerin- bir düşüncenin özünü hemen anlama ve en karmaşık sorunları çözümleme yetenekleri beni öylesine etkiledi ki, Jura Federasyonu sosyalizmin gelişmesinde önemli bir rolü olacaksa eğer, bunun, yalnızca onların devletsizlik düşüncesiyle federalist düşüncenin yayıcısı olmalarından dolayı değil, aynı zamanda sağduyularıyla bu düşünceleri alabildiğine açık, duru bir tanıma kavuşturmalarından dolayı olacağına bütün yüreğimle inandım. Onların katkıları olmasaydı, bu kavramlar daha uzunca bir süre salt soyut kavramlar olarak kalırdı. Jura’lı işçiler arasındaki (Federasyonun tüm üyeleri için geçerli) katıksız ve koşulsuz eşitlik bilinci, düşüncelerdeki bağımsızlık ve düşüncelerin dile getiriliş biçimi ve işçilerin kendilerini ortak davaya kişisel hiçbir şey beklemeden adamaları beni tam anlamıyla büyülemişti. Saatçiler arasında geçirdiğim bir haftadan sonra dağlardan indiğimde, sosyalizm konusundaki düşüncelerim yerli yerine oturmuştu. Artık anarşisttim.” sözleri ile köylü zanaatkarların anarşizm açısından önemini vurgulamaya çalışmıştır.

Federasyonun Kuruluşu ve I. Enternasyonal

James Guillame’nin Barış ve Özgürlük Ligi’ne katılıp Bakunin ile tanışmasından sonra, Guillame’nin etkisiyle düşüncelerini geliştiren Juralı işçiler örgütlendi ve kendilerini 1. Enternasyonel’de işçilerin kurtuluşları için, sınıfsız bir dünya için giriştikleri mücadelenin seyri hakkındaki en büyük tartışmanın içinde buldular. Bakunin’in kolektivist ve devlet karşıtı görüşleri ile Marx’ın devleti ve devletli siyasetin araçlarını savunan görüşlerinin tartışmasında özgürlükçü düşüncenin, Bakunin’in yanında olan Juralı işçiler, Marks’ın etkisinde olan Genel Kurul’un merkeziyetçi ve otoriter karakterine ilk başkaldıranlardı.

Jura Federasyonu’nun kuruluşu tam da böylesi bir ayrışmanın temelinde gerçekleşti. İsviçre’nin Fransızca konuşulan bölümünü Enternasyonalist etkinliğin en verimli bölgelerinden biri haline getiren otuz seksiyonluk grup olan Federation Romande içerisinde Marksistlerle yapılan tartışmaların ardından Juralılar 1869’da ayrılarak kendi federasyonlarını kurdular. Marksistlerin ve devletçi sosyalistlerin karşısında Jura Federasyonu delegeleri ve birkaç Cenevre göçmeni Kasım 1871’de, anarşist bir Enternasyonal oluşturma girişiminin de başladığını gösteren Sonvillier Konferansı düzenlediler. Bu konferansın sonucunda ise Enternasyonal içinde merkezileşmeye son verilmesini ve Enternasyonal’in “özgür grupların özgür bir federasyonu” olarak yeniden oluşturulmasını gerekli gören ünlü Sonvillier Bildirisi yayınlandı. Bu bildirinin karşısında da Enternasyonal içindeki merkezileşme had safhaya ulaştı ve Lahey Kongresi ile birlikte Bakunin, Guillame ve Jura Federasyonu’ndan pek çok anarşist işçi Enternasyonal’den (Uluslararası İşçi Birliği) ihraç edildi. Bu ihraç sonrasında ise Genel Kurul’un takındığı böylesi tavra karşı anarşistler ve genel kurul karşıtı sosyalistler Saint Imier’de yeni bir Enternasyonal’in kurulmasına yol açtılar. Jura Federasyonu bu yeni Eneternasyonal’in çağrısından örgütlenmesine en büyük katkıyı yapan seksiyondu. Saint Imier de sonrasında ilk kez 1881’de Londra’da toplanan Kara Enternasyonal’in oluşmasında önemli bir deneyimdi.

Enternasyonal’in, uluslarası işçi mücadelesinin karakterini belirlemede etkili olan Juralı anarşistler 1872’den itibaren de gerek federasyonun kurulma gerekçesini, gerek işçi mücadelesinin seyrini açıklamak üzere Bulletin de la Federation Jurassienne gazetesini çıkarmaya başladı. Mart 1878 yılına kadar sürekli çıkan gazete federasyonun güncel olaylara yönelik sözünü söylediği yaygın yayın organıydı. Guillame’nin büyük katkılarıyla çıkıp federasyonla birlikte kolektifleşen gazete Bakunin’i heyecanlandıran önemli faaliyetlerden biriydi. Adhémar Schwitzguébel, Severino Albarracín, Carlo Cafiero, Errico Malatesta ve Élisée Reclus gibi isimler de bu federasyonu ziyaret etti, bir dönem için dahil oldu.

Anarşist Mücadelede Federasyonun Yeri

Kararlı ve örgütlü bir şekilde işçi sınıfı mücadelesini örgütleyen federasyon 1880’deki kongrede devrimci anarşizmin yöntemlerinin tartışıldığı ve anarşist komünizmin bakış açısı ve yöntemlerinin ağırlıklı olarak kabul edildiği bir federasyon haline geldi. Kropotkin’in Jura’ya gelişi de bu kararın ortaya çıkmasında etkili oldu.

İsviçre’de işçi sınıfının eylemlerinin ve devrimci bayrakların yasaklı olduğu dönemlerde Kropotkin ve Guillame dahil Jura’lılar sözleri ve bayraklarını meydanlara taşıyarak polisle çatıştılar. Federasyon o bölgede işçilerin örgütlenmesini sağladığı ve Enternasyonal içi tartışmalara katıldığı gibi sokaktaki eylemlerden de geri durmadı.

1880’li yıllara yaklaşıldığında saat sektöründe kriz yaşanması nedeniyle federasyonun çalışmaları önemli ölçüde sekteye uğradı, Chaux-de-Fonds’da anarşistlerin kurduğu, herkesin eşit ücret aldığı kooperatif işlikler, kazandığı haklı üne karşın sipariş almakta büyük zorluk çekti. Usta saatçi ve devrimciler başka başka işlerde de çalışmak zorunda kaldı. Federasyon ekonomik sebepler ve politik baskılar sonucunda anarşizmin pratik ve söylemsel merkezi olma özelliğini yavaş yavaş kaybetse de anarşizmin başka başka coğrafyalarda yaygınlaşmasında önemli deneyimler biriktirdi.

Jura Federasyonu, Bakunin’in de dediği gibi özgürlüğü ve enternasyonal örgütlenmeyi ilke edindiği için dünya anarşizmine pratiğini ve söylem hazinesini ödünç bıraktı. İsyanın bayrağını ve mücadeleyi ödünç alanlar hala dünyanın farklı coğrafyalarında anarşizmi ilmek ilmek örmeye devam ediyor.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Enternasyonal’in Son, Geleneğin İlk Mohikanları : Jura Federasyonu – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/13/enternasyonalin-son-gelenegin-ilk-mohikanlari-jura-federasyonu-ilyas-seyrek/feed/ 0
Kılavuz Kavramlar (1) : OTORİTE https://meydan1.org/2019/11/13/kilavuz-kavramlar-1-otorite/ https://meydan1.org/2019/11/13/kilavuz-kavramlar-1-otorite/#respond Wed, 13 Nov 2019 06:55:01 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/13/kilavuz-kavramlar-1-otorite/ İçerisinde yaşadığımız devletli ve kapitalist sistemin analizini yapmak, düşlediğimiz adil ve özgür dünyayı ve bu özgür dünyanın değerlerini sade bir dille anlatabilmek için gazetemizin bu sayısından itibaren anarşist düşüncenin dikkat çektiği belirli kavramları sizlerle paylaşacağız. Meydan Gazetesi olarak devrimci anarşist perspektif ve eylemlerimiz sonucunda biriktirdiğimiz yazınsal ve eylemsel deneyimlerimizden hareketle yorumladığımız kılavuz kavramlardan ilkini, otorite […]

The post Kılavuz Kavramlar (1) : OTORİTE appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

İçerisinde yaşadığımız devletli ve kapitalist sistemin analizini yapmak, düşlediğimiz adil ve özgür dünyayı ve bu özgür dünyanın değerlerini sade bir dille anlatabilmek için gazetemizin bu sayısından itibaren anarşist düşüncenin dikkat çektiği belirli kavramları sizlerle paylaşacağız. Meydan Gazetesi olarak devrimci anarşist perspektif ve eylemlerimiz sonucunda biriktirdiğimiz yazınsal ve eylemsel deneyimlerimizden hareketle yorumladığımız kılavuz kavramlardan ilkini, otorite kavramını sizlerle paylaşıyoruz.

“Otoritenin olduğu yerde özgürlük yoktur.”

Pyotr Kropotkin

Özgürlüğün olduğu yerde ise bütün otoriteler yıkılacaktır. Otorite, bir bireyin ya da topluluğun başka bireyler ya da topluluklar üzerinde onların iradesini şekillendirmek ve ortadan kaldırmak için bir yetkiye sahip olması olarak tanımlanabilir. Temelde otorite zora dayalı, emir alma-emir verme ve yönetme-yönetilme ilişkisinin belirleyiciliğinde şekillenir. Bu ilişki biçimi, yaşamlarımızı çalan bütün kurumlar ve kişilerde somutlanmıştır. Otorite olgusu, anarşist literatürde, özellikle Bakunin ve Kropotkin’in çalışmalarında incelenmiştir. Otoritenin toplumsal örgütlenmedeki gereksizlikleri bir yana, toplumun yapısını bozmasıyla da tarih boyunca anarşistler tarafından eleştirilmiştir.

Yasalar, Ezenlerin Sömürü Aracıdır

“Yasa, aylak zenginlerin emekçi kalabalıklar üzerindeki sömürülerinin ve egemenliklerinin amacından başka bir şey değildir.”

Pyotr Kropotkin

İnsanlığın, otoriter mekanizmaların baskısı altına alınmadan önceki yaşantısında yüzyıllar boyunca özgürce yaşadığını bilmekteyiz. Kropotkin’in de 1886 yılında kaleme aldığı “Yasa ve Otorite”de başarılı bir şekilde altını çizdiği gibi bugün dahi “insanlığın büyük bir bölümünün yazılı yasası yok”. “Balta girmemiş ormanlarda”, modern dünyanın vahşetiyle karşılaşmamış kabileler, gelenekleri ve ihtiyaçları ölçeğinde kararlaştığı ilkeleriyle, otoriter olmayan bir yaşam biçimini sürdürmeye devam etmektedir.

Diğer yandan iktidarlı ilişkiler herhangi bir kurumsallaşmış ve tanımlanmış mekanizma olmadan da ortaya çıkabilir. Tam olarak tarihlendiremesek de bitkilerin ve hayvanlarn evcilleştirildiği, yerleşik yaşamın ortaya çıkmaya başladığı çağlarda insanlar arasındaki iktidarlı ilişkiler kurumsallaşmaya başlamıştı. İktidarlı ilişkilerin kurumsallaşmasını ve iktidar olabilme yetkisini tanımlayan otorite olgusunun izleri, o yıllara dek sürülebilir.

Yaşamlarımızı Çalan Otorite, Özgürlüğün Yadsınmasıdır

“Otorite, özgürlüğün yadsınmasıdır.”

Mihail Bakunin

Otorite olma her zaman meşrulaştırılmaya çalışılır. Bu, bazen içinde bulunulan topluluğun inancına bazen otoriteyi elinde bulunduranın kişiliğine bazen de hukuka dayandırılarak yapılmaya çalışılır. Otoritenin en önemli özelliklerinden birisi mutlak olmasıdır. Otoriteler tüm uygulamalarını bireylere bilgi, inanç ya da yasalar aracılığıyla değiştirilemez ve sorgulanamaz olarak dayatır.

Otorite, zaman içerisinde itaat kültürünün içselleştirilmesiyle değiştirilemez, yokluğu tahayyül edilemez bir gerçeklik olarak dayatılmıştır. Otorite, onu tanıyıp kabul edecek bireyler ya da topluluklar var olduğu sürece vardır. Yani otorite sadece zor uygulamakla değil aynı zamanda itaatin kabulüyle de ilişkilidir. Otoritelerin varoluşunu garanti altına alan, itaatin sürekliliğidir. Çünkü iktidarlı ilişkilerin birer iktidar mekanizmasına dönüşümü otorite ile gerçekleşir ve kalıcı hale gelir.

Aileden okula, işyerinden kışlaya, ibadethanelerden sokağa kadar otorite, nerede ve nasıl yaşayacağımızdan nasıl düşüneceğimize kadar tüm irademizi yok sayar. Otoriteler, istek ve çıkarları doğrultusunda bizim adımıza kararlar almayı amaçlar. Yaşamlarımızı belirleyen bu kararlar; ebeveynler, öğretmenler, patronlar, komutanlar, din adamları yani otoriterler tarafından toplumun her alanında kendini gösterir.

Otorite Devletin Ahlakıdır, Yani Ahlaksızlıktır

“Otoriterler hepimizin temelde kötü olduğumuzu ve eğitimin, gözetimin zorunlu olduğunu düşünür ve de en çok ele geçirmek istedikleri şey olan ‘kontrol’ün kaçınılmazlığını savunurlar.”

Dave Neal

Otorite olgusu insanın özü itibariyle kötü olduğu inancına dayalıdır. Varoluşunu gerçekleştirirken şiddet, baskı, işkence, katliam gibi yolları kullanan otoriteler meşru olmadıklarından soyut varsayımlara, yalanlara başvurmaktadır.

İnsanların otorite olmadan birbirlerine saldıracakları, şiddetin artacağı ancak bir yalandan ibarettir. Zira insanlık tarihi bize her zaman tiranların, zorbaların ortadan kalktığı zamanlarda paylaşma ve dayanışmanın yükseldiğini göstermiştir. Otoritenin savunucuları, her zaman otoriteyi insanlığın ahlakı, etiği olarak kavratmaya çalışmıştır. Ancak otorite; sosyalistinden liberaline, demokratından faşistine bütün iktidarların mutlaklaşmasından başka bir işe yaramamıştır.

Bütün Otoritelere Karşı Özgürlük için Anarşizm

“Giyotin sehpalarını yakalım, hapishaneleri yıkalım, yargıçları, polisleri ve muhbirleri kovalım, öfkeyle hemcinsine kötülük yapmaya itilmiş olanlara kardeşçe davranalım… Toplumumuzda bundan böyle lafı edilebilecek çok az suç söreceğimizden emin olabiliriz. Suçu ayakta tutan yasa ve otoritedir.”

Pyotr Kropotkin

Tarih boyunca bütün otoriteler, bireylerin kendini gerçekleştirmesinin, özgürlüğünün tam karşısında olmuştur. Bizler biliyoruz ki özgürlük ancak otoritenin yıkılmasıyla gerçekleşebilir. Biz anarşistler, devrimi ertelemeden, şimdi şu anda otoriter tüm mekanizmalara karşı anti-otoriter örgütlenmeler yaratarak özgürleşiyoruz.

Yaşadığımız topraklarda otorite, bir konu üzerinde tartışarak ortak bir karara varamayacağımızı bize dikte etmeye çalışmaktadır. Biz, ancak kararlaşma süreçlerini işlettikçe kendimizi gerçekleştirebiliriz. Anarşist ilişki biçimleriyle örgütlendiği sürece toplumda adaletsizliği ve itaati kurumsallaştırabilecek herhangi bir zemin oluşamaz. Çünkü, otorite ve otoriter mekanizmaların kendini meşrulaştırabileceği araçlar yok edilmiştir.

Özgürlük İçin Anarşizmde Örgütlenmeye!

Anarşizm düşüncesi, toplum baskısıyla bireyin iradesini ezmez aksine özgürlük anlayışını birey ve toplum olarak birlikte ele alır. Peki böylesi bir toplumda hangi ilkeler toplumsal yaşama sirayet edecektir? Toplum İtaat yerine, karşılıklı uyum ve kararlaşmayla örgütlenir. Bu toplumda kimsenin kimseyi baskı altında tutmadığı, otoritenin olmadığı özgür bir ilişki biçimi oluşmaktadır. Sonuç olarak bu toplumda bireyin iradesinin iktidarlar tarafından şekillendirdiği bir ilişki biçimi olmayacaktır. Anarşist bir toplumda iradelerini özgürce gerçekleştirebilecek bireyler vardır.

Başkaları üzerinde hak iddia edenler, kazançlarını her zaman onların itaati üzerinden şekillendirdiler ve şekillendirmeye devam etmek istiyorlar. Özgürlük için bütün otoriteleri yıkmaya, anarşizmde örgütlenmeye!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Kılavuz Kavramlar (1) : OTORİTE appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/13/kilavuz-kavramlar-1-otorite/feed/ 0
Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (4) : Evrimci Anarşizm ve Devrimci Anarşizm https://meydan1.org/2019/11/12/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-4-evrimci-anarsizm-ve-devrimci-anarsizm/ https://meydan1.org/2019/11/12/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-4-evrimci-anarsizm-ve-devrimci-anarsizm/#respond Tue, 12 Nov 2019 14:37:05 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/12/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-4-evrimci-anarsizm-ve-devrimci-anarsizm/ Anarşistlerin tarih boyunca yürüttüğü tartışmalar, mücadelenin örgütlenmesi üzerine yeni bakış açıları, yeni perspektifler kazandırma noktasında belirleyici olmuştur. Gazetemizin bu köşesinde tarihten anarşistlerin kendi aralarında yürüttüğü tartışmalar ya da anarşist düşünce içerisindeki belli tartışmalı konular üzerinden çeşitli çeviri yazılara yer vermeye çalıştık. Daha önce Kropotkin’in Onaltılar Manifestosu’nu yayınladığımız köşemizde, daha sonra “Suç ve Ceza Tartışması”, “Radikal […]

The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (4) : Evrimci Anarşizm ve Devrimci Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Anarşistlerin tarih boyunca yürüttüğü tartışmalar, mücadelenin örgütlenmesi üzerine yeni bakış açıları, yeni perspektifler kazandırma noktasında belirleyici olmuştur. Gazetemizin bu köşesinde tarihten anarşistlerin kendi aralarında yürüttüğü tartışmalar ya da anarşist düşünce içerisindeki belli tartışmalı konular üzerinden çeşitli çeviri yazılara yer vermeye çalıştık. Daha önce Kropotkin’in Onaltılar Manifestosu’nu yayınladığımız köşemizde, daha sonra “Suç ve Ceza Tartışması”, “Radikal Coğrafya Tartışması” gibi tartışmalara yer verdik.
Şimdi de “Evrimci Anarşizm ve Devrimci Anarşizm”tartışmasıyla, anarşistlerin anarşist devrim, insan doğası, toplumun örgütlenmesi üzerine düşüncelerini tarihsel bir bakış açısıyla ortaya koymaya çalışacağız. Kropotkin kadar ismi duyulmamış olsa da coğrafya tezleriyle Karşılıklı Yardımlaşma düşüncesini
geliştiren insanlardan olan Elisee Reclus’nün konu hakkındaki yazısını sizlerle paylaşıyoruz.
Reclus yazısında, evrim ve devrimi birbirini ikame eden, dışlayan değil birbirini tamamlayan olgular olarak ele alıyor. Evrimi hep insanın doğal gelişim seyri içerisinde hem de henüz insanlık tarihi yorumlanışındaki “kültürel evrim” gibi kuramların olmadığı zamanlarda, “kültür, sanat, bilimlerdeki gelişim” olarak iki ayrı başlıkta ele alan Reclus zamanının ötesinde bir kavrayışla düşüncelerini açıklıyor. John Clark ve Camille Martin’in seçkisine eklenen bu uzun metni orijinalinden kısaltarak sizlerle paylaşacağız.

“Evrim, Devrim ve Anarşist İdeal” – Elisee Reclus

Evrim insana dair her şeyi kapsar. Devrim de her şeyi kapsamalıdır. Ne var ki bu koşutluk toplumların hayatındaki tek tek olaylarda her zaman belirgin değildir. Tüm ilerlemeler birbirine bağlıdır, bilgimiz ve gücümüz oranında toplumsal ve siyasi, ahlaki ve maddi, bilimsel, sanatsal, endüstriyel tüm alanlarda ilerlemeyi arzularız. Her alanda, sadece evrimci değil, bir o kadar da devrimciyiz çünkü tarihin, bir dizi hazırlığı izleyen bir dizi başarıdan başka bir şey olmadığını biliyoruz. Zihinleri özgürleştiren büyük entelektüel evrimin mantıki sonucu, bireylerin başka bireylerle ilişkilerinde özgürleşmesidir.

Evrimin ve devrimin aynı olgunun birbirini takip eden iki yönü olduğunu söyleyebiliriz. Evrim devrimden önce gelir ve devrim de, gelecek devrimlerin anası olacak olan yeni bir evrime giden yolu hazırlar. Herhangi bir dönüşüm, hayat değişmeden gerçekleşebilir mi? Bir edimin o edimi yapma arzusundan sonra gerçekleşmesi gibi, devrim de kaçınılmaz olarak evrimi takip etmek zorunda değil midir? Bu ikisi ancak ortaya çıkış zamanlarıyla birbirinden ayırt edilir. Bir tortu nehri tıkadığında, sular engelin önünde yavaş yavaş birikir ve tedrici bir evrimin sonunda bir göl şekillenir. Sonra, aniden akış yönündeki sette bir sızıntı meydana gelir, bir çakıl taşının düşüşü bir su taşmasını tetikler. Baraj bir anda sarsılarak çöker, boşalan göl tekrar nehir olur. Böylece küçük bir karasal devrim meydana gelir.

Eğer devrim hep evrimden sonra geliyorsa bu, çevrenin direncinden kaynaklanmaktadır: Akıntının suyu iki yakanın arasından gürülder çünkü kıyı onu yavaşlatmaktadır, gökyüzünde şimşekler çakar çünkü atmosfer buluttaki elektriğe direnç gösterir. Çevrenin hareketsizliği, maddenin her dönüşümünü ve düşüncenin her gerçekleşmesini, değişim sırasında engeller. Yeni olgu, direnç ne kadar büyükse o kadar büyük bir zorlukla ya da daha büyük bir güçle ortaya çıkar. Herder, Fransız İhtilali’nden bahsederken bu konuya değinmiştir. “Tohum toprağa düşer ve uzun zaman ölü görünür, sonra aniden filizlenir, üstünü örten sert toprağı iter, düşmanı olan kil tabakasını deşer, böylece bitki olur, çiçek verir ve meyvesi olgunlaşır.” Bir de çocuğun nasıl doğduğunu düşünün. Anne rahminin karanlığında dokuz ay geçirdikten sonra, o da zarfını delerek şiddetle, bazen annesini bile öldürerek ileri fırlar. Devrimler de böyledir önceki evrimlerin zorunlu neticeleridir.

Ancak, evrimler her zaman adaletli olmadığı gibi devrimler de her zaman ilerleme değildir. Her şey değişir, doğadaki her şey ebedi bir devinimin parçası olarak hareket eder. Ama ilerlemenin olduğu yerde gerileme de olabilir ve eğer bazı evrimler hayatın çoğalması yönünde ilerliyorsa, başkaları da ölüme doğru yönelir. Durmak imkânsızdır, bir yöne ya da ötekine doğru hareket etmek gerekir. Hastalık, yaşlılık, kangren tıpkı ergenlik gibi birer evrimdir. Kurtçukların cesede üşüşmesi, bebeğin ilk çığlığı gibi bir devrimin gerçekleştiğinin göstergesidir. Fizyoloji ve tarih bize bazı evrimlerin gerilemeye işaret ettiğini, bazı devrimlerin ise ölümü içerdiğini gösterir.

İnsanlık tarihinin pek azını biliyoruz. Tüm bildiklerimiz birkaç bin yıl gibi kısa bir sürede yaşanan olaylar. Yine de bu deneyimler bize, evrimleri yavaş ilerlediği için çöken ve yok olan kabileler ve insanlar, kent ve imparatorluklar hakkında bilgi veriyor. Ülkelerin, ulusların yakalandıkları bu hastalıklar çok katmanlı ve çeşitlidir. Orta Asya’da göllerin ve nehirlerin kuruduğu, verimli arazilerin yerini tuz tortullarının aldığı muazzam genişlikteki topraklarda olduğu gibi, iklim ve toprak bozulmuş olabilir. Düşman orduları bazı bölgeleri o denli harap eder ki buralar sonsuza dek ıssız kalır; ne var ki, fetihler ve kıyımlardan, hatta yüzyıllar süren baskı dönemlerinden sonra bazı uluslar yeniden hayata dönmeyi başarmıştır. Böylece, bir ulus yeniden barbarlaşırsa ya da tümüyle yok olursa, gerilemesinin ve çöküşünün nedenlerini dış etkenlerde değil, topluluğun kendisinde ve esas yapısında aramak gerekir. Gerileme tarihini özetleyen temel bir neden -nedenlerin nedeni- vardır. Bu, toplumun bir kısmının diğerlerinin efendisi olması, birkaç kişinin ya da bir aristokrasinin toprak, sermaye, iktidar, eğitim ve onur tekelini elinde tutmasıdır. Bilinçsiz halk kitleleri bu az sayıda insanın tekeline karşı isyan etme iradesini göstermediği an, ölmüşler demektir; yok oluşları zaman meselesidir. Kara veba yakında bu özgürlüğü olmayan, işe yaramaz bireyler yığınını temizleyecektir. Katliamcılar Doğu’dan ya da Batı’dan koşuşurlar, kocaman kentler yerlerini çöle bırakır. Asur ve Mısır böyle ölmüş, Pers İmparatorluğu böyle yıkılmış ve tüm Roma İmparatorluğu birkaç büyük toprak sahibine ait olduğunda barbarlar köleleşmiş proleterlerin yerini almıştır.

Tarihteki tüm dönemler ve olaylar çift yönlü olduklarından, bunları kategorik olarak yargılamak yanlıştır. Ortaçağı ve düşüncenin karanlık gecesini sona erdiren yenilenişin örneği bize, biri çöküşe diğeri ise ilerlemeye neden olan iki devrimin nasıl aynı anda meydana gelebildiğini gösterir. Antikçağ’ın eserlerini yeniden keşfeden, kitaplarının ve öğretilerinin esrarını çözen, bilimi batıl inançlardan kurtararak insanları nesnel araştırmalara yönelten Rönesans dönemi, bir yandan da özgür kent ve beldeler döneminde tüm ihtişamıyla gelişen spontane sanat hareketinin sona ermesine neden oldu. Aniden taşarak kıyısındaki kırsal kültürleri yok eden bir nehir gibiydi. Her şeye yeniden başlamak zorunda kalındı, en azından özgün olan kadim sanat eserlerinin yerini bayağı taklitleri aldı!

Bilimin ve sanatların yeniden doğuşu, din dünyasında Hıristiyanlığın bölünmesi yani Reformasyon’la birlikte gerçekleşti. Rahiplerin cahil bıraktıkları halka bireysel hakları, zihnin özgürleşmesini getiren bu devrim, uzun zaman insanlığa yararlı dönüm noktalarından biri olarak kabul edildi. Bundan böyle insanların eşit ve kendi kendilerinin efendisi olacaklarına inanıldı. Ama şimdi Reformasyon’un, o zamana kadar entelektüel köleliği tekelinde bulunduran Katolik kilisesinin karşısında, başka buyurgan kiliselerin kurulmasıyla sonuçlandığını biliyoruz. Reformasyon sırasında, servet ve kadrolar yeni iktidarı güçlendirecek şekilde el değiştirdi, iki tarafta da halkı yeni biçimlerde sömürecek, Cizvitler ve Cizvit karşıtları gibi tarikatlar ortaya çıktı. Luther ve Calvin kendi görüşlerini paylaşmayanlara karşı Aziz Dominicus ve II. Innocentius ile aynı acımasız, hoşgörüsüz dili kullandılar. Engizisyonda olduğu gibi, casusluk yaptılar, hapsettiler, bedenleri parçaladılar, yaktılar; temelde onların öğretileri de krallara ve “Kutsal Söz”ün yorumcularına itaati esas alıyordu.

(…)

Halihazırda berbat durumda olsak da, bir sonraki devrimi haber veren muazzam bir evrim geçirdik. Bu evrim, kaynakların kısıtlılığını ve açların kaçınılmaz ölümünü vazeden ekonomi “bilimi”nin hatalı olduğunun kanıtlanması ve yakın geçmişe kadar yoksul olduğuna inanarak acılar çeken insanlığın, zenginliğinin farkına varmasıdır. “Herkese ekmek” ideali- nin bir ütopya olmadığı anlaşılmıştır. Dünya hepimizi beslemeye yetecek kadar geniş, refah içinde yaşatabilecek kadar zengin. Verdiği ürünler herkesin beslenmesine yetebilir; lifli bitkileri herkese giysi sağlayabilir; taşları ve killeri herkesi ev sahibi yapabilir. En basit haliyle ekonomik gerçek budur. Dünyanın ürettikleri, üzerinde yaşayanlara yettiği gibi, tüketim ansızın iki katına çıksa bile yetecektir. Mekaniğin, meteorolojinin, fizik ve kimyanın sunduğu tüm kaynakları harekete geçiren bilim, geleneksel yöntemlerle yapılan tarımı ileriye taşımasa bile bu böyledir. İnsanlığın geniş ailesinde, açlık sadece kolektif bir suç değil, tam anlamıyla saçmalıktır. Çünkü elde edilen ürün, tüketim ihtiyaçlarının iki katından fazladır.

Mutlak düşünce, ifade ve düşünceye kısıtlama getiren, söylenen sözcükleri geri alınamaz, son söz halinde taşlaştıran, hatta işçiye patronun emriyle elini kolunu bağlayıp açlıktan ölmesini vazeden kurumlarla uyuşmadığını söylemek gereksiz. Muhafazakarlar, devrimcilere “din, aile ve mülkiyet düşmanı” derken yanılmamışlardır. Evet, anarşistler hayatımıza dogmanın nüfuzunu ve doğaüstünün müdahalesini reddederler. Bu bakımdan, dayanışma ve kardeşlik idealleri için mücadele etseler de din düşmanıdırlar. Evet, “ticari anlaşmadan” başka bir şey olmayan evliliklerin feshedilmesini, yerine karşılıklı sevgi, saygı ve başkalarının onuru üzerine kurulu özgür birliktelikler getirilmesini isterler. Bu bakımdan, her ne kadar hayatlarını birleştirdikleri insanlara karşı sevgi duysalar, kendilerini adasalar da, ailenin düşmanıdırlar. Evet, toprak ve ürün istifçiliğini yok etmek, bunları herkese dağıtmak istiyorlar. Toprağın nimetlerini herkesin istifadesine sunmaktan duyacakları mutluluk, onları mülkiyetin düşmanı yapıyor. Tabii ki barışı seviyoruz, bizim idealimiz tüm insanların uyum içinde yaşaması. Ama savaş yanı başımızdan eksik olmuyor. Uzaktan bize, hüzünlü bir manzara gibi görünüyor çünkü insani meselelerin muazzam karmaşasında barışa giden yol mücadelelerle döşeli.

Ne cumhuriyetin, ne de başarılı “cumhuriyetçiler”in, yani iktidara gelenlerin bize hiçbir yararı olamaz. Aksini ummak safsata, tarihi bir saçmalık olurdu. Mülkiyet sahipleri ve yönetim sınıfı, tüm ilerlemelerin düşmanı olmaya mahkûmdur. Çağdaş düşüncenin, entelektüel ve ahlaki evrimin taşıyıcıları, toplumun mücadele eden, çalışan, baskı gören kesimidir. Düşünceleri geliştiren ve gerçekleştiren büyük zorluklarla, toplum arabasını sürekli ileriye götüren bu kesimdir, muhafazakârlar ise durmadan arabayı yoldan çıkarmaya, çamura saplamaya çalışırlar.

Ama ya evrimci ve devrimci arkadaşlarımız, sosyalistler, onlar da mı davaya ihanet edebilecek tiynette? Aralarından anlar da mi “devlet gücünü eline geçirmek” isteyenler başarılı olduğunda, onların da bir gerileme süreci yaşadıklarını görecek miyiz? Sosyalistler bir gün hakimiyet sağlarlarsa, kuşkusuz öncülleri cumhuriyetçiler gibi hareket edeceklerdir. Tarihin yasaları onların hatırına esnemeyecektir. İktidara geldiklerinde, engelleri ortadan kaldırmak ve bahanesi ya da yanılgısıyla da olsa, güçlerini kullanmaktan geri kalmayacaklardır. Dünya, kendini olağanüstü yetenekli gören, olağanüstü güçleriyle toplumu dönüştürebileceği hayaliyle yaşayan hırslı ve naif insanlarla dolu; ne var ki bunlar, lider konumuna yükseldiklerinde ya da yüksek yönetici mekanizmasında yer aldıklarında, tek başına kendi iradelerinin gerçek iktidar yani kamuoyu üstünde hiçbir etkisi olmadığını görürler, tüm çabaları çevrelerini saran kayıtsızlık, haset ve garez yüzünden kaynayıp gider. Bu durumda, hükümetin rutin işlerini yapmaktan, ailelerini zenginleştirmekten, arkadaşlarını kayırmaktan başka ne yapabilirler?

İktidar aygıtını ele geçirmeye niyetlenenler, kuşkusuz kendilerini amaçlarına ulaştıracak en emin yolları kullanmak zorundadırlar. Genel oy hakkına sahip olan cumhuriyetlerde kalabalıklara, kitlelere kur yaparlar. Şarap tüccarlarıyla seve seve ittifak kurar, tavernalarda halka inerler. Nereden gelirse gelsin tüm seçmenleri kabul edecekler, şekilcilik uğruna bütünlüğü feda etmekte sorun görmeyeceklerdir. Düşmanlarını aralarına alacaklardır ki, bunun organizmaya zehir zerk etmekten farkı yoktur. Monarşiyle yönetilen ülkelerde, çok sayıda sosyalist hükümet biçimini umursamadıklarını ilan ediyor, hatta, tek kişinin hükümranlığıyla insanlar arası kardeşçe yardımlaşmayı bir arada düşünmek mantıken mümkünmüş gibi, toplumsal dönüşüm planlarını gerçekleştirmekte yardım almak için kralın bakanlarına çağrıda bulunuyorlar. Fakat eyleme geçmek için sabırsızlananlar engelleri göremeyebilir, inançlılar dağları yerinden oynatacaklarını sanır.

Dinciye baktığında, onda bir sosyalist Hristiyan görmeye çalışır. Liberal burjuvaya bakarken kafasında bir reformcuyu canlandırır. Kimi zaman, “mülk sahibini” ya da “patronu” ürkütmemeye özen gösterir. Hatta kendi taleplerini onlara barış güvencesi olarak sunar. “1 Mayıs” sermayeye karşı verilen uzun mücadeleyi temsil eden gün, çelenkler ve danslarla kutlanan bir bayrama dönüşür. Seçmenlere yaptıkları bu yüzeysel jestlerin sonucunda, adaylar da yavaş yavaş hakikatin onurlu lisanını, mücadelenin uzlaşmaz tavrını unuturlar. Bu siyasetçiler peşinde oldukları makamlara gelmeyi, altın püsküllü kürsünün karşısındaki kadife sıralarda oturmayı başardıklarında, daha da çabuk yozlaşırlar. Bu noktada onlardan karşılıklı sırıtma, tokalaşma, yandaşlarını kayırma uzmanı olmaları beklenir.

[On- lar] belirleyici bir pozisyona geldiklerini zannederken belirlenen olmuşlardır. Tarihçi, bu kaçınılmaz sonucu saptamakla ve kendilerini düşüncesizce siyasete atan devrimciler için bir tehlike teşkil ettiğine dikkat çekmekle yetinmelidir.

Günbegün evrim bizi, şimdiden “toplumsal devrim dediğimiz, hem barışçı hem şiddet içeren dönüşümlere biraz daha yaklaştırıyor. Bu devrim, her şeyden öte şahısların ve şeylerin despotik gücünü ve kolektif emeğin ürünleri üzerindeki tekelciliği yok edecek.

Bu evrimsel süreçteki en önemli olay, İşçi Enternasyonali’nin ortaya çıkışıdır. Bu fikir, farklı uluslardan insanların, kardeşlik ve ortak çıkarlar doğrultusunda birbirlerine yardımlaşmaya başladıklarından beri kuşkusuz filizlenmekteydi. 18. yüzyıl felsefecileri Fransız İhtilali’ne “İnsan Hakları” bildirgesini yazdırdıkları gün kuramsal olarak da var oldu. Ama bu haklar sözde kalmıştır ve bu sloganı dünyaya haykıran meclis, aynı hakları kendi halkına uygulamamaya özen göstermiştir.

Hakkını talep etme ruhu mazlum kitlelere sirayet ettiğinde, görünüşte çok az önemi olan bir olay bile, değişimi mümkün kılan şok dalgaları yaratabilir, tıpkı bir kıvılcımın bir fıçı barutu patlatması gibi. Büyük mücadelenin işaretlerini şimdiden görebiliyoruz. Sözgelimi, 1890’da, bilinmeyen bir şahıs, bir ihtimal Avustralyalı bir yoldaş tarafından yapılan “1 Mayıs” çağrısı yankılandığında dünya işçilerinin ansızın aynı fikir doğrultusunda birleştiklerini gördük.. O gün, resmen sona erdirilmiş olan Enternasyonal’in, hayata döndüğünü gördük -liderlerin komutuyla değil, kitlelerin baskısıyla-.

Başka türden bir haykırış, ani, kendiliğinden, beklenmeyen bir feryat, daha da şaşırtıcı sonuçlara yol açabilir. Şu ya da bu neden, önemsiz bir olay, koşulların -tüm ekonomik koşulların- dayatması kimsenin kayıtsız kalamayacağı bir krize yol açacaktır. O anda, haksızlıkların, kefareti ödenmemiş acıların, hakim olamadıkları bir nefretin duygusunu kalplerinde biriktirenlerin muazzam enerjisi aniden patlayacaktır. Her gün böyle bir felakete gebedir. Bir işçinin görevinden uzaklaştırılması, yerel bir grev, beklenmedik bir katliam, devrime yol açabilir: Dayanışma hissi her gün artıyor ve yerel ölçekteki her sancı tüm insanlığı sarsmaya başlıyor. Birkaç yıl önce, fabrikalarda yeni bir isyan nidası yükseldi; işçiler “genel grev” diye haykırdılar. Bu terim garipsendi, sanki bir rüya tabiriymiş, düşsel bir umutmuş gibi anlaşıldı, ardından daha yüksek sesle tekrar edildi ve şu anda öyle güçlü bir şekilde yankılanıyor ki kapitalistlerin dünyasını titretiyor. Hayır, genel grev imkânsız değildir. İngiltere, Belçika, Fransa, Almanya, Amerika ve Avustralya’da ücretle çalışanlar, hep birlikte aynı gün, emeklerini patronlarından esirgeyebileceklerinin farkına vardılar.

Başarısızlıkların hiçbiri bizi yıldıramaz çünkü art arda gelen çabalar toplumsal iradenin durdurulamayacak kadar güçlü olduğuna işaret ediyor. Arayış içinde olanları ne hayal kırıklıkları ne de alaylar caydırabilir. Ayrıca önlerinde bir “kooperatif-tüketici dernekleri ve başka kooperatifler- örneği var ki bunların kuruluşu çoğaldı ve son derece verimli çalışıyorlar. Kuşkusuz bu dernekler arasında da kısa süreli ömürlü olanlar var- özellikle de en başarılı olanlar; elde ettikleri kazanç ve bu kazancı çoğaltma arzusu kooperatif üyeleri arasında para sevgisini yaygınlaştırdı ya da en azından ilk yılların devrimci tutkularından sapmalarına yol açtı. En büyük tehlike de budur, çünkü insan her zaman mücadeleden kaçmak için bahane üretmeye hazırdır. Devrimci davaya tam bağlılığın getirdiği sorunları ve tehlikeleri bir yana itip kendini yalnızca işine adamak o kadar kolay ki.

Bununla birlikte çalışkan ve samimi anarşistler, her yerde ortaya çıkan ve birbirleriyle birleşerek gittikçe genişleyen organizmalar meydana getiren, sanayi, taşımacılık, ziraat, bilim, sanat ve eğlence gibi çok çeşitli iş dallarına yayılan bu kooperatiflerden büyük dersler çıkarabilirler. Karşılıklı yardımlaşmanın bilimsel pratiği yayılıyor ve kolaylaşıyor, geriye sadece, tüm bu hizmet takasını basitleştirmek, sadece üretim ve tüketim istatistiklerinin kayıtlarını tutarak, artık işlevsiz kalan borç ve kredileri kaydeden “defter-i kebirler”den kurtulmak kalacak.

Çeviri: Murat Devres

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (4) : Evrimci Anarşizm ve Devrimci Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/12/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-4-evrimci-anarsizm-ve-devrimci-anarsizm/feed/ 0
Ezilenlerin “Ortak Lüks”ü İktidarlara Karşı Mücadeledir! – İlyas Seyrek https://meydan1.org/2019/11/12/ezilenlerin-ortak-luksu-iktidarlara-karsi-mucadeledir-ilyas-seyrek/ https://meydan1.org/2019/11/12/ezilenlerin-ortak-luksu-iktidarlara-karsi-mucadeledir-ilyas-seyrek/#respond Tue, 12 Nov 2019 14:27:28 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/12/ezilenlerin-ortak-luksu-iktidarlara-karsi-mucadeledir-ilyas-seyrek/ Gerek yaşadığımız coğrafyada giderek artan faşizan pratikler gerekse tüm dünyada yükselen milliyetçi söylem ve hareketler, karşısında farklı bir dünyayı düşleyenlerin ortak bir mücadeleyi örgütlemesi gerektiğine dair anlayışı da yaratıyor. Bu bağlamda tarihsel arka plana sahip köklü tek bir ideolojinin ön plana çıkarılıp yükseltilmesinden ziyade güncel veya tarihsel, devrimci tarihin ortak pratikleri veya direnişleri öne çıkarılmaya […]

The post Ezilenlerin “Ortak Lüks”ü İktidarlara Karşı Mücadeledir! – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Gerek yaşadığımız coğrafyada giderek artan faşizan pratikler gerekse tüm dünyada yükselen milliyetçi söylem ve hareketler, karşısında farklı bir dünyayı düşleyenlerin ortak bir mücadeleyi örgütlemesi gerektiğine dair anlayışı da yaratıyor. Bu bağlamda tarihsel arka plana sahip köklü tek bir ideolojinin ön plana çıkarılıp yükseltilmesinden ziyade güncel veya tarihsel, devrimci tarihin ortak pratikleri veya direnişleri öne çıkarılmaya başladı. Kolektivistlerden karşılıkçılara, blankistlerden, komünistlere farklı arka planlara sahip devrimcilerin bir araya geldiği, ayakta kaldığı 3 ay boyunca ve ondan önceki hazırlık süreçleriyle ortak bir hareketi yaratmış Paris Komünü de böylesi bir dönemde hatırlanan, üzerinde en çok konuşulan pratiklerden biri oluyor.

Bir kültür tarihçisi olan Kristin Ross’un Ortak Lüks: Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi adlı kitabı tam da bu anlayışın bir yansıması olarak kaleme alındığı için ortak düşmana karşı ortak mücadele vermek isteyenlerin dikkatlerini çeken bir kitap. Paris Komünü’nü “komünal bir örgütlenme yani bütün enerji ve zekalar arasındaki dolaysız işbirliği” olarak tanımlayan Ross, Komün’ün pek dillendirilmeyen yanlarını ortaya koyduğu gibi Komün’ün yarattığı ortaklığın düşünceler ve eylemler üzerinden izini sürüyor.

Bir İlkenin Tezahürü Olarak Komün

Komünarların kendilerine “yurtsever” demediğini, Komün’ün “evrensel bir cumhuriyet” fikriyle hareket ettiğini söyleyen Ross, Komün’ü milliyetçi ulusal bir anlatı veya resmi (SSCB) komünist tarih yazımı içerisinde sıkıştırarak boğmak yerine evrensel bir ufku olan, ulus devlet ve sermaye ile örtüşmeyen noktalara dikkat çekiyor: “Paris Komünü’nün bize bıraktığı muhayyile ne ulusal bir cumhuriyetçi orta sınıfa ne de devlet güdümlü bir kolektivizme aittir. Ortak lüks, ne onun etrafını kuşatan (Fransız) burjuva lüksüdür ne de ondan sonra ortaya çıkıp yirminci yüzyılın ilk yarısına hakim olan faydacı devletçi kollektivist deneylerdir”.

Komünarların yıktığı devlet kurumlarının ve gündelik yaşamın organizasyonu için oluşturduğu örgütlerin bir devleti betimlememesi ve yaratmaması önemli bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Komün için savaşanların toplumsal işleyişin tamamını örgütleyenler olması yani bireysel ve toplumsal boyutlarda gerçek anlamıyla özgürlüğü deneyimleye yönelik istek ve pratikler böylesi bir olguyu yaratıyor. İşte Ross da kitap boyunca çoğu kez bu olguya dikkat çekiyor: “Komün sırasında Paris Fransa’nın başkenti değil, evrensel bir halklar federasyonu içindeki özerk bir kolektif olmak istiyordu. Bir devlet olmak değil, son kertede uluslararası ölçekli bir komünler federasyonu içerisindeki bir unsur, bir birim olmak istiyordu”.

“Siyasi ve toplumsal bir mecra olarak Komün’ün sunup da fabrikanın sunamadığı şey kadınları, çocukları, köylüleri, yaşlıları ve işsizleri de içeren daha geniş bir toplumsal kapsamdı.” sözleriyle kitapta Komün’ün bir işçi hükümeti niteliğine sahip olmadığı aksine ezilenlerin özyönetimi olduğunu anlatılmaya çalışılıyor. Ayrıca Ross’a göre yanlış bir biçimde yorumlanarak olup bitmiş, başarısız olmuş bir tarihsel olay olarak görülen Komün’den dersler çıkarmak yerine Komün’ün öncesinde, sırasında ve sonrasında oluşan birlikteliğin ve ortak kültürün bugünü örgütlemede ne kadar önemli olduğunu anlamak gerekiyor. Ona göre günümüzün eğitim, sanat, emeğin özgürlüğü ve ekoloji gibi sorunlarının çözümü de komünarların kendi yarattıkları düşünce ve pratiklerinin ışığında yaratılabilir.

Komünün “Ortak” Değerleri

Ross Komün’ün okumasını yaparken Komün’ü oluşturan ve komünarların yaşadığı olaylardan sık sık yararlanıyor. Papa Muhafızları’ndan Afrikalı bir siyah ile elbisesinin altına eski asker botlarını giymiş eski bir öğretmen olan Louise Michel’in gecenin geç vaktinde beraber tuttukları nöbeti anlatıyor. Tam da bu kesişim üzerinden Komün’ün özgün yanını ortaya koyuyor ve “birbirinden farklı deneyimlerle, kişinin kendi siyasi özneleşmesiyle ilişkisinin ne kadar farklı yollardan yaşanabileceğini gösteriyor.” Paris Komünü’nün, yıllar sonra gerçekleşen İberya Devrimi ve Rus Devrimleri gibi süreçlerde de tekrarlanan uluslararası devrimci dayanışma örneklerine kaynaklık ettiğini görmemizi sağlıyor.

Ross farklı arka planlara birden yer vererek Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı? romanında öngörülen “uzak hayallerden gündelik gerçeklikle doğrudan yüzleşmeye yönelten bir sosyalizm yolu”na dikkatleri çekmeye çalışıyor.

Komün’ü yaratan sürecin Fransa-Prusya savaşından sonra birden patlak veren bir isyanla başlamadığı, imparatorluğun son dönemlerindeki, 1860’lardaki halk toplantılarıyla, bunlardan üreyen çeşitli birlik ve komitelerle ve kuşatma döneminin devrimci kulüpleriyle başladığı çeşitli referanslarla ve hikayelerle anlatılıyor.

Paris halkının, devrimcilerinin toplumsal dönüşümü sağlayacak şekilde toplumsal yaşamı yeniden organize etmeye yönelik sohbet ve tartışmalarının gerçekleştirildiği bu kulüplerin Paris Komünü için önemi çok büyük. Bu kulüpler ve toplantı mekanları ayn zamanda “halk okulları” görevini de görüyordu. Toplantılar mülkiyeti, kadın emeğini ve akla gelebilecek politik pek çok meseleyi gündemine alıyor, tartışıyordu. Buralar Habermas’ın kamusal alan kavramını anlatırken tarif ettiği, burjuvaların sanatsal ve politik meseleleri konuşmak için gerçekleştirdiği toplantılar gibi değildi. Özellikle Paris’in kuzeyindeki toplantılar “vive la Commune” sloganı ile başlatılıyor ve kapatılıyordu.

Komünü destekleyen ve selamlayan çok sayıda düşünürün de bu deneyimden etkilendiğini anlatan Ross, komünist William Morris, anarşist Elisee Reclus ve Kropotkin’in komünü destekleyen düşüncelerine örnek veriyor. Bizzat komünde yerini almış Elisee Reclus’un “şiarımız artık yaşasın evrensel cumhuriyet” sözünü de komünün ilkesi olarak aktarıyor.

Ross’un dönemin güncel sorunlarıyla mücadeleye yani pratiğe verdiği değeri hatırlattıktan sonra Komün’e destek açıklaması yapan ve Komün’ün ortak değerlerine işaret eden düşünürlerin sözlerine değinmek gerekiyor. Ross, Marx’ın Paris Komünü hakkında olumlu olarak söylediği cümleleri cımbızladıktan sonra Pyotr Kropotkin’in “Modern sosyalizmin fikirlerinin gerçekleştirilebileceği mecranın bundan böyle özgür Komün olduğunu anlamışlardı” ve “Bize devrim için gereken ortamı ve onu gerçekleştirmenin aracını bir tek komünler verebilir.” sözlerinin yanı sıra, William Morris’in “Siyasi birimler olarak milletler artık var olmayacak; medeniyet büyüklü küçüklü çeşitli toplulukların federalleşmesi anamına gelecek” sözlerini Komün’ün pratikten çıkan Ortak Lüksü’nün işaretleri olarak selamlıyor. Kitabın son “Dayanışma” bölümünde ise bugünün ortak lüksü yaratılırken ortaya koymamız gereken pratiğin arka planını Komün’ün ortak değerlerine, ilkelerine sadık kalabilmiş olan Morris, Kropotkin ve Reclus gibi komünist/anarşist kişilerin ilkelerini ve düşündüklerini anlatarak ortaya koyabiliyor.

Öncelikle Ross’un üzerinde durduğu gündelik yaşamın, pratiğin ortaklaştırıcı yönüne ve ezilenlerin ortak bir dünyayı nasıl yaratabileceğine dair özellikle son bölümde gösterdiği adreslerin yerinde olduğunu belirtmek geliyor. Ardından da Komün’den sonra Komün’ün işaret ettiği ilkeleri (sermaye, devlet ve ulusun aynı anda çözülmesi) pratikleyebilmiş deneyimlere de yani Kronştad, Ukrayna ve İberya’yı da selamlamak gerektiğini unutmamak!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Ezilenlerin “Ortak Lüks”ü İktidarlara Karşı Mücadeledir! – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/12/ezilenlerin-ortak-luksu-iktidarlara-karsi-mucadeledir-ilyas-seyrek/feed/ 0
Gençlik Anarşizmde Örgütleniyor https://meydan1.org/2019/11/11/genclik-anarsizmde-orgutleniyor/ https://meydan1.org/2019/11/11/genclik-anarsizmde-orgutleniyor/#respond Mon, 11 Nov 2019 07:07:14 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/11/genclik-anarsizmde-orgutleniyor/ Şimdi -Liselerde İsyan- Zamanı! Sohbetimize ilk olarak Lise Anarşist Faaliyet ile başladık. Hem gençlik mücadelesi içerisinde liselerde anarşizmi örgütlüyor olmaları hem de yaşadığımız topraklarda halen faaliyet yürüten en eski anarşist örgütlenme olmaları sebebiyle anlatacakları şeyler oldukça önemli. Onlara neden anarşist bir lise örgütlenmesine ihtiyaç duyduklarını, içinde yaşadığımız sistemi nasıl yorumladıklarını, faaliyetlerini ve daha birçok meseleyi […]

The post Gençlik Anarşizmde Örgütleniyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Şimdi -Liselerde İsyan- Zamanı!

Sohbetimize ilk olarak Lise Anarşist Faaliyet ile başladık. Hem gençlik mücadelesi içerisinde liselerde anarşizmi örgütlüyor olmaları hem de yaşadığımız topraklarda halen faaliyet yürüten en eski anarşist örgütlenme olmaları sebebiyle anlatacakları şeyler oldukça önemli. Onlara neden anarşist bir lise örgütlenmesine ihtiyaç duyduklarını, içinde yaşadığımız sistemi nasıl yorumladıklarını, faaliyetlerini ve daha birçok meseleyi sorduk.

İlk olarak neden liselilerin mücadele etmesi gerektiğini konuştuk. LAF’lı arkadaşlarımız “Aslında eğitimin çok küçük yaşlarda başladığından” bahsetti. “Eğitimin, devletin en küçük birimi olan ailede baskıyla belirginleştiğini” de ekledi. LAF’lılar istemediğimiz şeyleri bize öğretmeye çalışan ailemizin ve öğretmenlerimizin sistematik baskılarına karşı bütünlüklü bir şekilde mücadele etmek için liselerde anarşizm mücadelesi verdiklerini belirtti. Arkadaşlarımız iktidarların baskı araçlarıyla liselileri tektipleştirmeye çalışmasına karşı mücadele etmenin öneminden şöyle bahsediyor; “sevdiğimiz, sevmediğimiz, güzel dediğimiz, çirkin dediğimiz kısacası yaşamsal tüm gereksinimlerimiz ve eğilimlerimiz bu sistemin standartlarına göre, yani iktidarların çıkarları doğrultusunda iradelerimizin tamamen dışında belirlenir. Daha biz küçükken başlayan bu belirlenim sürecinin kendisi; toplumsal yaşamda süregelen olayları ve olguları sorgulamamızı engeller, gerçeklerden ise uzaklaşmamıza neden olur. Böylelikle yaşamımızın sonuna kadar bizim için belirlenmiş olanı yaşarız. Bu belirlenmiş olan kalıpları yaşamamak için örgütlenmeli ve mücadele etmeliyiz.’’

Herşeye Karşı Olanlar Değil Yüreklerinde Yeni Bir Dünyayı Taşıyanlar

Mücadelelerinin gereği olarak da LAF’ın ilkelerini şekillendirirken anarşist ideolojileri doğrultusunda “otoriteye, bencil ve rekabetçi ilişkilere, devlete, kapitalizme, militarizme, cinsiyetçiliğe, gerontokrasiye” karşı olduklarını anlattılar. İktidarların farklı görünümlerine karşıydılar. Onlar kendilerinin de dedikleri gibi: “Her şeye karşı olanlar değil, yüreklerinde yeni bir dünyayı taşıyanlar”. “Anarşistiz” başlıklı yazılarında belirttikleri gibi örgütlenmeyi amaçlayan, devrimci, anarşist bir mücadeleden yanalar.

Eğitilmek İstemiyorlar

Söyleşinin devamında kendilerini “eğitim karşıtı” olarak adlandırdıklarından bahsettiler. Biz de onlara dertlerini anlatırken nasıl tepkilerle karşılaştıklarını ve eğitim karşıtlığının ne demek olduğunu sorduk. Eğitim meselesine ilişkin düşüncelerini anlatırlarken en sık karşılaştıkları olumsuzluklardan birinin eğitim karşıtlığının bilgiye de karşı olmakla karıştırılması olduğundan bahsettiler. Yayınladıkları fanzin, dergi ve bildirilerde öncelikle eğitimi nasıl tanımladıklarından bahsediyorlar. “Eğitim, öğreten ve öğrenen ilişkisinde, öğretenin yani bilgiyi bilenin, öğrenen yani bilgiyi bilmeyen üzerinde kurduğu otoritedir. Öğretenin bilgiyi elinde bulundurmasıyla oluşan bu otoriter ilişki, yaşamın diğer alanlarında da öğretenin öğrenen üzerindeki otoritesini olağanlaştırır. Bunun sistematikleşmiş haline de eğitim sistemi denir.’’ İktidarların eğitim yoluyla kendi düzeninin devamlılığını sağlayacak itaatkar toplumlar yaratmak istediğini söylüyorlar. Bu yüzden kavgaları eğitimle ve eğitim kurumlarının hepsiyle.

 

Devletin Adaletsizliğine Karşı İsyan!

Aynı zamanda kendilerine ve yaşıtlarına uygulanan adaletsizliklere karşı harekete geçme konusunda çekinmiyorlar. Yaşadıkları topraklarda olsun olmasın tüm kardeşleri için eylemlikleriyle dikkat çekiyorlar. Bu sebeple 2008 yılında İstiklal Caddesi’ndeki Yunanistan konsolosluğu önünde, Yunanistan polisi tarafından katledilen anarşist Alexis Grigoropoulos için yaptıkları eylemle ses getirmeye başlıyorlar. Bu aynı zamanda Lise Anarşist Faaliyet imzasıyla yapılan ilk sokak eylemi olma özelliğini taşıyor. Yapılan eylemde yazdıkları pankartta “Biz de 16 Yaşındayız’’ diyorlar ve Alexis’in mücadelesini İstanbul sokaklarına yayıyorlar. Aynı dönemlerde Kadıköy’de mendil satarken zabıtaların kovalamaları sırasında yaşamını yitiren Bülent Çalıkıran’ı ve devlet şiddetiyle katledilen arkadaşlarının isimlerini sokaklara yazıyorlar. Coğrafyanın her yerinde gerçekleştiren katliamlara karşı mücadeleyi büyütme çağrısı yapıyorlar: “Devlet kardeşlerimizi katlediyor, biz ise unutmuyoruz ve affetmiyoruz. Otoriteye karşı öfkemiz daha da büyüyor, baskılara karşı biz olup örgütleniyoruz.’’

Okul Kilitleme Eylemleri, Sabotajlar

Liseli anarşistler okullardaki öğretmen, müdür baskısına karşı koymak için farklı, yaratıcı eylem biçimlerini kullanmasıyla biliniyor. Lise mücadelesine özgün bir direniş biçimi olarak çıkan okul kilitleme eylemleri bunların başında geliyor.

“İtaatkar bireyler elde etmek için çalıştıkları, özgürlüğümüze kilit vurdukları, eğitim yuvalarının kapılarına özgürlük kilitlerimizi vuruyoruz.” diyorlar ve şu zamana kadar 5 farklı ilde birçok okulun kapılarını kilitlediklerinden bahsediyorlar. Çünkü kilitler açılmayınca o gün sınavlar iptal oluyor okullar tatil oluyor. Bu tarz sabotaj eylemlerini genellikle 24 Kasım öğretmenler günü olarak bilinen günde yapıyorlar. Çünkü sloganları; “Armağınımız İsyanımızdır”. Kilitlenen her okulla beraber 24 Kasım öğretmenlere değil öğrencilere armağan oluyor.

Sabotaj eylemleri sadece okul kilitlemeleriyle sınırlı kalmıyor tabi ki. Birçok farklı yönteme sahip olduklarından bahsediyorlar. Bunlardan biri de tabela değiştirme eylemleri. İlk tabela değiştirme eylemini Kenan Evren Anadolu Lisesi’ne yapmışlar. “Biraz istek, biraz inanç, biraz da eylem gerekiyordu. Bir gece ansızın okula giderek “Kenan Evren Anadolu Lisesi” tabelasını indirip yerine “Erdal Eren Anadolu Lisesi” tabelası asmıştık. Erdal Eren 17 yaşında iken, yaşı büyütülerek Kenan Evren ve diğer darbecilerin idama yolladığı devrimci bir gençti; onun adını darbecilerin adının verildiği okula vermenin iyi olacağını düşünmüştük. Bir sene sonraysa rüzgar tersten esti darbecilerin isimleri okullardan kaldırılıyordu. Kenan Evren Anadolu Lisesi resmi olarak İstanbul Anadolu Lisesi olarak değiştirildi.” Bu değişiklikte eylemlerinin de biraz etkili olduğunu düşünüyorlar. Bir diğer çoklu tabela değiştirme eylemini ise Taksim Gezi Direnişi sırasında katledilen 6 direnişçi için 6 liseye aynı anda gerçekleştirmişler. Söyleşiye devam ederken bu tabela değiştirme eylemlerinin onlar için anlamı nedir diye soruyoruz. Yanıtları “Amacımız devletin tetikçilerinin isimlerini okullardan silmek özgürlük için mücadele ederken katledilen kardeşlerimizin isimlerini onların yerine yazmak ve unutturmamaktır.’’ oluyor. Bir diğer sabotaj eylemi ise tabela boyama. Birçok farklı liseye gidip tabelaların üzerine boya atarak bir süreliğine okulun tabelasız kalmasını sağlıyorlar. Farklı gündemleri oldukça eylemlerini çeşitlendirdiklerini bahsediyorlar. Bazen kuşlama yaparak, bazen okul kapılarına boya dökerek, bazen de yazılama yaparak sözlerini müdürlere, öğretmenlere, okul idarecilerine ve en çok o okullarda olan liselilere ulaştırmayı amaçlıyorlar.

Paylaşma masaları

Liseli anarşistlerin yaptıkları eylemler üzerine söyleşimiz devam ederken yaptıkları eylemlerin sadece okul dışında sınırlı kalmadığından okul içerisinde de faaliyet gösteriyorlar. Okullardaki sistemin bireylere dayattığı bencil ve rekabetçi ilişki biçimlerine karşı paylaşma ve dayanışmayı büyütüyoruz diyerek okullarda “paylaşma masaları’’ geleneğini başlattıklarını anlatıyorlar. Çünkü onlara göre okullarda bencillik kültürünü oluşturan yer kantinlerdir. Bu yüzden arkadaşlarını okullarındaki kantinleri boykot etmeye ve her birinin evlerinden getirdikleri yiyecekleri birleştiriyorlar. Paylaşma ve dayanışmayla dolu masalar sistemin kültürünü yok ediyor.

İnadına LAFanzin

Liseli anarşistler, “anarşizmi eşek üstünde köy köy gezerek anlatan yoldaşlarımızın inadıyla yıllardır okullardan sokaklara inatla taşıyoruz anarşizmi’’ diyorlar. Ancak mücadeleleri sadece sokakla sınırlı kalmıyor. Okullardaki otoriter yapıya ve sokaklardaki otoriter güçlere karşı her alanda mücadele ediyorlar. Arkadaşlarına, kardeşlerine ulaşmak için bir diğer yolları ise kağıtlara yazmak. İlk olarak LAFanzinlerle başlıyorlar sürece. Okullarda yaşanan adaletsizliklerden, eğitim karşıtlığından, yaptıkları eylemlerden ve örgütlü anarşizmden bahsediyorlar fanzinlerinin içerisindeki yazılarda. Gündemdeki olaylara sessiz kalmamak için hızlıca bildiri yazıp olabildiğince sokaklarda dağıtmaya çalıştıklarından bahsediyorlar. Zaman geçtikçe yazdıkları yazılar, söyledikleri sözler fanzinlere sığmamaya başlıyor ve İnadına dergisini çıkarmaya başlıyorlar. Derginin ismini neden “İnadına’’ seçtiklerini sorduğumuzda ise verdikleri cevap şöyle oluyor: “Bizler mücadele ettiğimiz her alanda; okulda öğretmenlerin, müdürlerin engellemeleriyle, sokaklarda devletin ve polislerin şiddetiyle ve türlü baskısıyla karşılaşıyoruz. Çünkü özgürlüğe düşmanlar. İsyanımızdan ve daha da büyüyüp örgütlenmemizden korkuyorlar, bu yüzden bizleri engellemeye çalışıyorlar. Onlar bizleri önlerinde eğmek istedikçe biz İNADINA özgürleşiyoruz. Otoritelere öfkemiz daha da büyüyor ve İNADINA mücadele ediyoruz”.

Özgürlük İçin Anarşist Gençlik!

Liselerde mücadele yürüten LAF’ın ardından üniversitelerde ve gençliğin mücadele ettiği her alanda faaliyet yürüten, anarşizmin sesini yükseltmek için çabalayan Anarşist Gençlik’le bir söyleşi gerçekleştirdik. Anarşist Gençlik üniversitelerde, sokaklarda yaratıcı eylemleriyle ve direngen tavrıyla adını duyurmuş bir örgütlenme. Anarşist Gençlikle de içinde bulunduğumuz sisteme karşı duruşlarını, gençlik mücadelesini, eylemliklerini konuştuk.

Pratiğin önemli olduğunun altını sıkça çizen arkadaşlarımızla ilk olarak bugüne kadar yapılan eylemlerden bazılarını konuştuk. Üniversite önünde “Üniversite Entegrasyondur” pankartıyla gerçekleştirdikleri eylemde, sistemin kalifiye beyaz yakalıları, müdürleri, patronları olmak için verilen diplomayı temsil eden devasa bir diploma maketini ateşe veren onlardı. Sonrasında “Em Roboski ji Bîr Nakın! Roboski Vicdanımızdır” sloganıyla kampüsleri devletin bombalarını simgeleyen maketlerle donatan, 15 Mayıs Vicdani Retçiler Günü’nde katliamı karşı vicdani retlerini açıklayan da.

Temeli 2013 Taksim Gezi İsyanı sürecinde atılan Anarşist Gençlik, sokak eylemlerindeki belirginleşmesinin ardından üniversite kampüslerinde, sokaklarda, gençliğin var olduğu mücadele alanlarında kara bayrakları ve pankartlarıyla sokaklarda oldu. Gezi eylemlerinde yaşamını yitirenlerin hesabının sorulduğu sokak eylemlerinden, adaletsizliğin açığa çıktığı mahkeme önlerine kadar direnişin savunulduğu neresi varsa orada oldular.

13 Mayıs 2014’te, coğrafyamızın gördüğü en büyük maden katliamı olan Soma Katlamı’nın ardından gerçekleşen sokak eylemlerindeydiler. Soma’nın İstanbul temsilciliğinin kapısı önünde “Soma’da Katil Kapitalizm” pankartıyla en ön saftalardı. İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü’nde bulunan havuzu kömürün karasına boyadılar. Astıkları “Unutulamaz Affedilemez” pankartıyla, fakülte içerisinde geniş bir etki uyandırdılar.

Anarşist Gençlik’ten arkadaşımız: “Aslında İstanbul Üniversitesi’nin anarşist bir geleneği olduğunu” söyledi. 6 Kasım 2006’da, sistemin bilgisiyle beyinleri yıkanarak zombileşen üniversiteli’ye ithafen zombi yürüyüşü yaparak Beyazıt Meydanı’na yürüyen anarşistler, ana kapının önünde üzerlerindeki önlükleri parçaladılar ve ateşe verdiler. Beyazıt Meydanı’nın da “Okuyalım, ama Sistemin Canına Okuyalım!” sloganını haykırdılar. 6 Kasım 2008’de 12 Eylül faşizminin ürünü olan YÖK’ün kuruluş yıl 31 dönümünde, Anarşistler, “Bu Kışlada Bir Tank Eksikti” diyerek, hazırladıkları gerçeğiyle aynı ölçülerdeki tank maketiyle Beyazıt Meydanı’nda bir eylem gerçekleştirdiler. Arkadaşlarımız Anarşist Gençlik’in, bu yaratıcı mücadele geleneğinin takipçisi olarak, son yıllarda gerçekleştirdiği farklı projelerle anarşizme dair sözünü söylemeye devam ediyor olduğunu vurguluyor.

“Gençliğin Sorunları için Anarşist Çözümler Geliştirmeye Çalışıyoruz”

Anarşist Gençlik, benimsediği anarşizm düşüncesine içkin bir şekilde yalnızca politik değil yaşamsal alanlara ilişkin de çözümler geliştirmeye çalışan bir örgütlenme: “Arkadaşlarımızla yaşamı paylaştığımız yurtlarda ve öğrenci evlerinde sistemin dayattığı yaşam tarzının dışında karşılıklı sorumluluk ilişkisiyle örülü, paylaşma ve dayanışmayı esas alan bir model nasıl örülebilir bunun yollarını aramaktayız.”

Anarşist Gençlik kapitalizme karşı bir barikat olarak gördükleri ikinci el değiş tokuşundan, ürünlerin karşılıksız bir şekilde paylaşıldığı çeşitli sosyal ağlara kadar farklı yollar geliştirmek için uğraşıyor. İhtiyaçların karşılanması noktasında yalnızca değişim değil, aslında bizden çalınanları geri almak olarak yorumladıları kamulaştırmayı teşvik etmek için de çalışmalarda bulunmakta.

Özgür Bir Dünyayı Yaratmak Bizim Elimizde

“Ne yalnızca öğrenci evleri, yurtlar ne de kampüsler, işyerleri; gençlik olarak bulunduğumuz her yerde Kolektif Özgür Yaşam (KÖY) alanlarını örgütlemeye çalışıyoruz.” diyen Anarşist Gençlik’ten arkadaşlarımıza daha önce yayınladığı bildiri ve kitapçıklarda sıklıkla kullandıkları bu kavramın ne anlama geldiğini sorduk.

Özellikle Gezi direnişiyle alevlenen kamusal alan-özel alan tartışmasına anarşist bir eleştiri olarak geliştirdikleri Kolektif Özgür Yaşam kavramı, kapitalizmden ve devletten özgürleştirilmiş bir mekan anlayışını tanımlıyor. KÖY’ün ortaya çıkış koşullarına ilişkin ise “Siyasal temsiliyet, toplumu oluşturan bireylerin siyasallıklarını artık karşılamadığından, kolektif özgür yaşamdan bahsedebiliriz.” diyorlar. Sosyalist birey ve toplulukların yoğunlukla tercih ettiği gibi, devleti ve bürokrasiyi de içeren “kamusal” kavramı yerine temsiliyete dayanmayan, bireylerin doğrudan siyasi iradelerini deneyimleyebildikleri bir biçim olarak doğrudan demokrasiden ve sadece yeni bir siyasal formdan değil, aynı zamanda bunun kurucusu olan “yeni siyasal özne”den bahsetmektedir. Anarşist Gençliğe göre KÖY, “kapitalizm ve devlet hegemonyasındaki alanların, küçük dönüşümlerle kazanımlara dönüşmesini önemsemez. Çünkü bu reformist kazanımlar, birer amaca dönüştüğü için mücadele adına geçici ve aldatıcıdır. KÖY, yine de geçici dönüşümün mücadeleye etkisini önemser. Yani, bu kazanımları birer amaç olarak görmez, devrim mücadelesinde bir araç olarak görür. KÖY, bütünlüklü bir devrimci dönüşümü savunur.”

Ayrıca Anarşist Gençlik için Özgürlük düşüncesi pek çok afiş ve sloganda görüldüğü gibi “düşlediğini eylemek” olarak tanımlanmaktadır. Önceklikle “gerontokrasinin” gençliğin kendini gerçekleştirme mücadelesinde karşısında durması gereken en önemli olgu olduğunu belirten arkadaşlarımız: “Gerontokrasiyle yani yaşça büyük olanın kendinden küçük olan üzerinde kurduğu iktidarlı ilişkiye karşı kendi karar alma ve kararlarımızı hayata geçirme ısrarımız bizim için yaşamsal bir ihtiyaç” şeklinde konuştular. “Ailede ebeveynler, okulda öğretmenler, sosyal hayatta abi/ablalar ya da bir alana ilişkin kendini otorite olarak gören, bu otoriteyi çevresindekilere dayatanlar aracılığıyla ortaya çıkan gerontokratik ilişki biçimleri genç olmanın enerjisini sistemin çıkarlarına ya da kendi kişisel çıkarlarına göre kullanmak isteyenlerin en büyük silahı.” diye ifade ediyor. Kökeni insanlığın en eski toplumsal yapılarına kadar giden gerontokrasinin bugün vücut bulmuş hali, anarşist bir gençlik örgütlenmesinin karşısındaki en güçlü düşmanlardan biri.

Anarşist Gençlik’ten arkadaşımız “bizi tutsaklaştırmaya çalışan bütün otoritelere karşı düşlediğimiz dünyayı eylemek, yani özgürleşmek ancak Kolektif Özgür Yaşam Alanları’nın örgütlenmesiyle mümkün olacak” diyorlar.

Eylemin Bereketiyle Kampüslerde, Sokaklarda, Meydanlardayız

OHAL gibi süreçlerde özellikle sokaktaki gençlik hareketine yönelik doğrudan saldırılar, katliamlar, üniversitelerde ise artan baskıyla beraber yasaklar, uzaklaştırmalar gibi durumlar söz konusuyken böylesi bir mücadeleyi örgütleyebilmenin zorlukları var. Suriye Savaşı’nın başından beri, ezilen halklarla birlikte dayanışmayı büyütmek ve bütün iktidarlara karşı direnişin sesini yükseltmek için sınır nöbetlerinden, dayanışma köprülerine pek çok süreç örgütlendi. Bu bağlamda 20 Temmuz 2015 tarihinde Suruç’un Amara Kültür Merkezi’nde bir araya gelen gençlik temsilcilerine yönelik, katil devlet ve IŞİD çeteleri işbirliğinde bombalı saldırı gerçekleşti. Yaşamını yitiren 33 anarşist ve sosyalist devrimcinin mücadelesi bölgedeki bütün uluslararası güçleri ve kapitalistleri korkutmaya yetmişti. Katliamın ardından katillerle işbirliği yapan kolluk kuvvetlerine karşı “Kavganız Kavgamız” pankartıyla gereken cevabı verenler arasında Anarşist Gençlik vardı. Sonrasında dayanışma için çeşitli kampanyaların örgütlenmesinde, anma eylemlerinin düzenlenmesinde de inisiyatif aldılar.

Bütün bu baskılar ve sıkıştırmalar her zaman gençliğin direnişiyle karşılandı. Üniversitelerdeki afiş, masa yasaklarına karşı yine anarşizmin yaratıcılığıyla harekete geçen arkadaşlarımız üzerinde yalnızca soru işareti olan bir afiş yüzünden bir haftada 4 kez nasıl gözaltına alındıklarını, yetmezmiş gibi uzaklaştırmalar aldıklarını anlattılar. “Kampüslerde, düşüncelerimizi yaymak için kullandığımız araçlar, polis şiddetiyle elimizden alınmaya çalışıldı”. Mesele öyle bir yere geldi ki bazen boş bir bildiri, hatta uçan balonlar bile gözaltına alınmak için yeterli bir bahane oldu.

Paralı-Parasız Eğitime Karşı Özgür Bilgi Paylaşımı

Gençliğin kapitalizme entegre edilmesi için en önemli araçlardan birisi de eğitim sistemi. Gençlik hareketi içerisinde bazıları parasız eğitim meselesine yoğunlaşırken, bir kısım örgütlenme de anadilde ya da laik eğitim gibi talepler çerçevesinde örgütleniyor. Anarşist Gençlik’ten arkadaşlarımıza eğitim hakkında ne düşündüklerini sorduğumuzda tıpkı LAF gibi “eğitime karşı” olduklarını söylediler.

Eğitim meselesi üzerine düşünürken, 1936 İberya Devrimi sürecinde yazdıklarını geniş bir bağlamda hayata geçirme fırsatı bulan anarşist pedagog Francisco Ferrer y Guardia’dan ilham aldıklarını belirttiler. Godwin, Kropotkin ve Bakunin başta olmak üzere eğitime ilişkin anarşist literatürde söz üretmiş yazarlardan etkilenerek “özgür okullar” teorisi geliştiren Ferrer’in düşünceleri, aradan geçen onlarca yılın ardından çeşitli deneyimlerle bugün farklı tartışmalar, bu bağlamda geliştirilen farklı modellerle uygulanmaya devam ediyor.

Daha öncesinde 26A Atölye’de yaptıkları etkinliklerde yürütülen tartışmalar, gazetemiz sayfalarında yayınlanan yazılarından hareketle, Anarşist Gençlik’in eğitim üzerine nasıl bir çizgide tartışmalar yürüttüğünü gözlemlemek mümkün.

Meydan Gazetesi olarak bizler de otoritenin her türlüsüyle mücadele eden, özgür bir dünyayı şimdi şu anda kurmayı hedefleyen, anarşizmi örgütleyen Lise Anarşist Faaliyet ve Anarşist Gençlik’e mücadelelerinde başarılar diliyoruz.

Otoritelerin yaşamlarımızın her alanına sızmaya, iradelerimizi tutsaklaştırmaya, baskının her türlüsünü uygulamaya çalıştığı bugünlerde gençliğin yaratıcı ve enerjik karakteri özgürlük mücadelelerinin en çok ihtiyaç duyduğu niteliklerden biri. İçerisinde bulunduğumuz dönemde dünyanın pek çok coğrafyasında artan toplumsal hareketlerdeki gençliğin rolü de adeta bunun bir göstergesi. Halkların sömürüye, baskıya, katliamlara ve her türlü saldırılara karşı örgütlü tutumu da bu toplumsal hareketlerin başlıca gücü. Farklı otoriter mekanizmalar tarafından ezilen halkların kurtuluşunun devrimci anarşist perspektif ve eylemlerle geleceğine inanan bir gazete olarak ve örgütlü gençlik mücadelesinin önemli olduğunun altını çizerek, yaşadığımız topraklarda gençliğin yaşadığı sorunlarla ilgili olarak mücadele eden ve anarşizmi toplumsallaştırmaya çalışan Lise Anarşist Faaliyet (LAF) ve Anarşist Gençlik (AG) ile mücadeleleri üzerine sohbet ettik.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Gençlik Anarşizmde Örgütleniyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/11/genclik-anarsizmde-orgutleniyor/feed/ 0
Hannah’lar: Kötülük Üzerine – Mercan Doğan https://meydan1.org/2019/11/11/hannahlar-kotuluk-uzerine-mercan-dogan/ https://meydan1.org/2019/11/11/hannahlar-kotuluk-uzerine-mercan-dogan/#respond Mon, 11 Nov 2019 06:39:15 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/11/hannahlar-kotuluk-uzerine-mercan-dogan/ Hannah Duston: “Amerika’nın Baltalı Kadın Kahramanı” Bu yazının konusu olan Hannah’ların ilki Hannah Emerson Duston, onuruna heykeller dikilen ilk Amerikalı kadındı. Hannah Emerson 23 Aralık 1657’de, o dönemde yerlilerin yaşam alanlarının talanıyla ele geçirilen Massachusetts Körfez Kolonisi’nde, bugün Massachusetts eyaletinde bulunan Haverhill’de doğmuş; 1677’de Thomas Duston ile evlenmişti. 1689-1697 yılları arasında gerçekleşen Kral William Savaşı’nda […]

The post Hannah’lar: Kötülük Üzerine – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Hannah Duston: “Amerika’nın Baltalı Kadın Kahramanı”

Bu yazının konusu olan Hannah’ların ilki Hannah Emerson Duston, onuruna heykeller dikilen ilk Amerikalı kadındı. Hannah Emerson 23 Aralık 1657’de, o dönemde yerlilerin yaşam alanlarının talanıyla ele geçirilen Massachusetts Körfez Kolonisi’nde, bugün Massachusetts eyaletinde bulunan Haverhill’de doğmuş; 1677’de Thomas Duston ile evlenmişti.

1689-1697 yılları arasında gerçekleşen Kral William Savaşı’nda Fransızlar -İngilizleri alt etmek için- yerlileri İngilizlerin yerleşim bölgelerine -yerlilerin işgal edilen topraklarına- baskına teşvik ediyordu. 15 Mart 1697’de yerliler Haverhill’e bir baskın gerçekleştirdi. Bu baskında onlarca kişi katledilmişti; kısa zaman önce doğum yapan Hannah ise hemşiresi Mary ve ve yeni doğan kızıyla birlikte yaşadığı çiftlikten kaçırılarak esir alınmıştı. Çiftlik yakılmış, Hannah’ın eşi Thomas, geri kalan çocuklarıyla beraber kaçmayı başarmıştı ancak kadının bundan haberi yoktu, ailesinin öldürüldüğünü sanıyordu. Esir alınan Hannah, Mary ve bebek yerliler tarafından kuzeye kaçırılıyordu. Yaşanan bu olayları günümüze aktaran kaynaklara göre, yerliler, yol boyunca ağlayan bebeği -kafasını yoldaki bir ağaca vurarak- öldürdü. Hannah ve Mary karşı çıkamayacak kadar korkmuş, ağlayamayacak kadar şok olmuşlardı.

15 gün boyunca toplamda 160 km yürütüldüler, yer yer sürüklendiler ve -günümüzde Concord, New Hampshire olarak bilinen- Merrimack ve Contoocook nehirlerinin birleştiği noktadaki adaya getirildiler. Yerli savaşçılar onları, kısa süreliğine, 12 yerli ve bir yıldan uzun zaman önce esir aldıkları Samuel Leonardson ile bu adada bırakarak başka bir köye baskına gittiler. Döndüklerinde kısa bir yolculuk daha yapacak, sonra soyularak kırbaçlanacaklardı. O gece, 30 Mart gecesi, Samuel’le el ele veren Hannah ve Mary yerlileri uykuda yakaladı, onları kendi baltalarıyla öldürdü. Buraya kadar yazıdaki ilk Hannah’nın hikayesinin bir kadın özsavunma hikayesi olduğunu düşündük, değil mi? Devam edelim.

Yerlilerin sadece ikisi kaçabilmişti; kaçanlardan biri yetişkin bir kadın, diğeriyse bir çocuktu. Hannah’nın yerlilere saldırmadan önce düşünürken öldürmek yerine kendisiyle birlikte evine kaçırmayı, öldürülen çocuğunun bedeli olarak almayı planladığı çocuktu.

Hannah, Samuel ve Mary’yle birlikte bulundukları adadan kanolarla kaçmak üzereyken geri döndü, öldürdükleri on yerlinin kafa derisini yüzerek kanıt olarak yanına aldı. Haverhill’e geri döndüler ve mahkemeye kanıtlarını sunarak olanları anlattılar. Ödül olarak 25’i Hannah’a olmak üzere toplam 50 pound ödül aldılar. Hannah “baltalı kadın kahraman” olarak tanındı; pek çok yere heykelleri, anıtları dikildi. Öldürdüğü yerlilerin altısının çocuk, üçünün yaşlı, sadece birinin savaşçı olduğu gerçeği pek dillendirilmedi. (Yerliler iki kadının başına gözcü olarak çok sayıda savaşçı bırakmayı gereksiz bulmuştu.) Hikaye bir yanıyla bir kadının kendini savunma hikayesini barındırsa da meselenin bundan ibaret olup olmadığı oldukça tartışmalıdır. Açık olansa çokça kötülük barındırdığıdır.

Kahraman mı Sömürgeci mi?

1492’de yüzde 100’ü yerlilerden oluşan Kuzey Amerika nüfusunun bugün sadece yüzde ikisinin yerlilerden oluşuyor olması, meselenin bir başka boyutunu tartışmaya açar. Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’nde bahsettikleri, bu hikayenin örgüsüyle oldukça örtüşür: “Sömürgeci, sömürge halkının alanını fiziksel olarak, yani ordu ve polis yardımıyla sınırlamakla tatmin olmaz. Sömürgeci, sömürge talanının totaliter karakterini sanki açıklamak ister gibi sömürge halkını bir tür katmerli kötülüğe dönüştürür… Yerlinin ahlak kurallarına duyarlı olmadığı ilan edilir. Yalnızca değersiz olmakla kalmadığı, aynı zamanda değerleri inkâr ettiği de ilan edilir. Başka deyişle o mutlak kötüdür.”

Hikaye sadece Hannah Duston’ın bakış açısından okunduğunda yerlilerin bir bebeği gözlerini kırpmadan öldürebilecek kötülükte olmaları anlatılmaktadır. Fransızların kışkırtmasıyla çiftlikleri yaktıkları, herkesi katlederken kadınları esir aldıkları, esirlerini soyarak kırbaçladıkları… “Nasıl da insanlık dışı kötü yaratıklar oldukları” anlatılmaktadır. Yerlilerle ilgili anlatılan hikayelerin çoğu böyledir. Sömürülen, katledilen halklardan genelde böyle bahsedilir. Kurtulmak için çocukları ve yaşlıları öldüren Hannah Duston’ın kahraman olma durumu tartışmalıdır ancak sömürgeci olması da oldukça tartışmalıdır. Sömürgeci midir Hannah Duston, o mu sömürmüştür yerlileri? En iyi ihtimalle göz yumarak suça ortak olmuştur, bu sebeple geçtiğimiz yıllarda bazı yerli grupları Hannah’nın heykellerine zarar vermiş ve onun, sömürgeciliğin sembollerinden biri olduğunu söylemişti. Ancak hikayeye dönecek olursak, yerli halkların yaşadıkları zulüm ve katliamlar, onların da çocukları öldürmesini, kadınları kaçırmasını nasıl meşrulaştırabilir? Tartışma çıkmaza girmekteyken yazıdaki ikinci Hannah’nın, kötülük deyince akla gelen ilk isimlerden olan Hannah Arendt’ın söylediklerine bakmakta fayda var.

Hannah Arendt Bize Bu Hikayedeki Kötülüğün Sıradanlığını Anlatır

Hannah Arendt, Hannah Duston’dan 249 yıl sonra, 14 Ekim 1906’da Hannover’de Yahudi bir mühendisin tek çocuğu olarak dünyaya gelmiş, Berlin’de büyümüştür. Hannah Duston’ın hikayesinin aklımıza onu getirmesinin sebebiyse yaşam öyküsü değil kötülüğe ve şiddete dair söyledikleridir.

Nazi Almanyası’nda Hitler’in Gestapo şefi olan Reinhard Heydrich’in emriyle “Yahudi sorununu çözmek” adı altında Yahudi soykırımını gerçekleştirmek konusunda özel olarak görevlendirilen Adolf Eichmann’ın yargılandığı davayı yazdığı “Kötülüğün Sıradanlığı, Adolf Eichmann Kudüs’te” kitabında bahsettiği kötülüğün sıradanlığıdır. Hannah Arendt’e göre Eichmann “korkunç derecede normal” bir insandır. Ona göre kötülük yapan bir insan, kendisinin kötülük yaptığını düşünmez; sadece belirli bir sistem içinde doğru ve uygun hareket ettiğini düşünür. Hannah Duston’ın hikayesindeki yerliler -tanıdıkları gözlerinin önünde katledilen, yaşam alanları talan edilen diğer halklar gibi- bedel ödetmeye çalışıyordur. Hannah Duston’sa kaçırılan, evi yakılan, çocuğu gözünün önünde parçalanan her kadın gibi bedel ödetmeye çalışıyordur. İki taraf da belirli bir sistem içinde doğru ve uygun hareket etmiş görünüyordur. Hangisi daha ezilendir, teraziler tartamaz. Vuku bulan, onların kötülüğünün yanı sıra nesnel de bir kötülüktür. Bu şiddet sarmalının başlamış olmasıdır Hannah Arendt’e göre:

“İnsan doğası gereği, bir kere baş gösteren ve insanlık tarihine kaydedilen her fiil, gerçekliği tarihe gömülüp gittikten uzun zaman sonra bile hep ileride gerçekleşebilecek bir ihtimal olarak kalır. Gelmiş geçmiş hiçbir cezanın, suç işlenmesini önleyecek kadar caydırıcılığı yoktur. Bilakis, cezası ne olursa olsun, belli bir suç bir kere ortaya çıktı mı, tekrar ortaya çıkması, ilk ortaya çıkışının olup olabileceğinden çok daha olasıdır.”

Hannah Duston’ın hikayesindeki gibi bugün de kötülük yapmak ya da kötülüğe sessiz kalmanın rutine dönüştüğü çoğunlukla kabul ediliyor. Devletler halkları katlederken “temizlik” yaptıklarını söylüyor, yaşam alanlarını talan ederek göç etmek zorunda bırakıyor; tecavüzcü erkekler tecavüz edilen kadınların tecavüzü hak ettiğini söylüyor. Bunları meşrulaştırmaya çalışan düşünce ve inançlar kötülüğün tanımını değiştiriyor, onu bireylerin karşı koyamayacakları bir nesnellik haline dönüştürmeye çabalıyor. Ancak tekrar vurgulanmalıdır ki bu nesnellik, Hannah Duston’ın hikayesinde de bugün yaşadığımız coğrafyada da kötülüğün sürdürülmesini meşrulaştırmaz.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Hannah’lar: Kötülük Üzerine – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/11/hannahlar-kotuluk-uzerine-mercan-dogan/feed/ 0
Antik Çağda Göç – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2019/11/11/antik-cagda-goc-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2019/11/11/antik-cagda-goc-zeynel-cuhadar/#respond Mon, 11 Nov 2019 06:26:47 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/11/antik-cagda-goc-zeynel-cuhadar/ “Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar avcılık hikayeleri avcıları yüceltmeye devam edecektir.” Afrika atasözü Savaş, yoksulluk, yıkılan şehirler, dağılan yaşamlar… Günümüzde göç denildiğinde aklımızda beliren imgeler genellikle hep insanlığın acılarını ifade eden kavramları çağrıştırıyor. Kan ve gözyaşıyla sulanmış yeryüzünün tarihinde yeterince kötü “efsane” yokmuş gibi, tufanlardan daha korkunç, mistik varlıklardan daha acımasız yeni yeni hikayeler […]

The post Antik Çağda Göç – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar avcılık hikayeleri avcıları yüceltmeye devam edecektir.”

Afrika atasözü

Savaş, yoksulluk, yıkılan şehirler, dağılan yaşamlar… Günümüzde göç denildiğinde aklımızda beliren imgeler genellikle hep insanlığın acılarını ifade eden kavramları çağrıştırıyor. Kan ve gözyaşıyla sulanmış yeryüzünün tarihinde yeterince kötü “efsane” yokmuş gibi, tufanlardan daha korkunç, mistik varlıklardan daha acımasız yeni yeni hikayeler yazılmaya devam ediyor.

Bundan yüzyıllar, bin yıllar öncesinde ise göç bugün bizlere ifade ettiğinden çok daha farklı anlamları içinde barındırıyordu. Modernliğin tekdüzeliğine ve standardizasyonuna sıkıştırılmamış insanın yaşamı algılayışı üzerine düşündüğümüzde ulaşmakta zorlanmayacağımız yolculuklara çıkılıyordu belki de. Sınırlarla, dikenli tellerle çevrilmemiş uçsuz bucaksız ovalar, sahiller, ormanlar, bataklıklar arasında yeni maceralara atılmak ve hayatına anlam katmak amacıyla çıktığı uzun yolculuklar yeri geldiğinde içinden çıktığı topluluğun varlığını sürdürebilmek için, yeri geldiğinde de gerçekliğin farklı yüzlerini deneyimleyebilmek için oluyordu.

Antik Çağ’da göç önceden planlanan, tasarlanan bir hareketti. Bu bağlamda başta Neolitik kültür olmak üzere farklı yaşam biçimleri dünyanın dört bir yanına kolayca yayılabilmişti. Bununla birlikte diğer kültürler de bu etkileşim dalgası içinde gelişti ve serpildi. Göçün, göç eden için farklılaşan anlamlarıyla birlikte, topluluk yaşamının doğasıyla belirlenen bir işlevi de vardı. Bu işlev şiddetin ortaya çıkmaması için örgütlenip yaşamsal ilkeler belirleyen, iktidarın ortaya çıkmaması için merkezileşmeye direnen Antik Çağ’ın toplumsallığının ifadesiydi.

Tarih öncesinin Anlattıkları

Büyük grupların “organizasyonu” için gereken belli nesnelliklerin kurulmaması yönündeki koruma mekanizması, insanlığın kurduğu ilk örgütlenmeleri yerel birimler olarak şekillendiriyordu. Bu yaşam biçiminin bir yansıması olarak görülebilecek olan, artan nüfusun göç ederek parçalanması olgusu günümüzde ifade ettiği kötü anlamlarından çok, özgür yaşamın garantörü olma işlevindeydi. Tıpkı popüler kültürdeki pek çok örneğinde “gizemli kült yapılanmaların” korku öğesi olarak kullandığı, yaşlıların kendi hayatından vazgeçerek dünyadaki varlıklardan elini çekmesi durumunda olduğu gibi, Antik Çağ’da dengenin ve uyumun bozulmaması yönünde kolektif aklın ürettiği belli çözümler bulunmaktaydı.

Ön tarih için durum böyleydi. Ancak onun da öncesinde. Yani tarih öncesi denen insanlığın en uzun evresinde işler biraz daha farklıydı. Şunu akıldan çıkarmamak gerek; insanlık, yüzyıllar boyunca ekonomik ve siyasi yaşantısını yalnızca yerel düzeyde örgütledi. Hiçbir kalıcı idari sistem kurmadı. Özellikle tarihöncesi insan, mesken edineceği yeri seçerken hayvan davranışlarını da takip ediyordu. Bu da yine bizim algılayışımızın dışında farklı bir göç davranışını beraberinde getiriyordu. 1949-51 yılları arasında Graham Clark’ın kazdığı Mezolitik Çağ yerleşmesi Star Carr kazılarında görüldüğü gibi, yarı göçebe diyebileceğimiz Star Carr insanları alageyikleri takip ederek yazın çevredeki tepelere yerleşiyordu. Bu bir yıllık göç modelini, kendilerini bir parçası olarak hissettikleri doğal yaşamdan öğrenmişlerdi. Doğadan öğrenilen, baskının ve zorlamanın karşısında duran, yüzyıllarca süren bu yaşam kültürü, insanlığın belleğinde öylesine derin yer etmişti ki, alışılanın tam tersi şekilde örgütlenen merkeziyetçi, iktidarlı toplumsal örgütlenmelerde dahi, yalnızca iktidarlarla çatışma halinde olan “azınlığın” değil kültürün belirleyicileri olan “çoğunluğun” eylemlerinde de yaşamaya devam etti.

Antik Çağ’da Göçün Anlamı

Antik Çağ’da göç olgusunun günümüzdekinden farklı bir şekilde savaşlar, açlık gibi durumlar sonucu “zorlanan” değil de sebebi savaş, kıtlık vb. de olsa belli mecburiyetler ve gereklilikler olarak görülen, ancak çoğu zaman başkaca anlamlar da ifade edebilen bir olgu olduğunu anlamak gerekiyor. Yaşanan büyük göç dalgalarını ortaya çıkaran savaş, kıtlık gibi olayların ortaya çıktığı koşullara karşı verilen tepki, o toplumun nasıl örgütlendiğiyle doğrudan ilişkili oluyor. İradesini çalan iktidarların savaşlarında yaşamları ellerinden alınan insanların oradan oraya savrulmasıyla, kendi gibi olanların bugünü ve geleceği için yolculuğa çıkanlar arasında, benzer nedenlerle ortaya çıkan birbirinden ayrı iki göç modeli açığa çıkıyor.

Antik çağda göçün başlaması için verilecek kararın da öyle ya da böyle kolektif bir aklın ürünü olduğuna dair güzel bir hikaye anlatıyor Heredotos.

Geç Tunç Çağı’nın sonunda kıtlık, Lydia bölgesinde kol geziyordu. Manes oğlu Atys’in zamanıydı. Aç geçen günlerin sıkıntısı unutmak için zar, aşık kemiği ve top oyunları buldular. Herodotos’a göre yalnızca tavla o zaman ortaya çıkmamıştı zira tavlayı biz bulduk demiyor Lydia’lılar. Bu oyunları bulduktan sonra yemek peşinde koştukları bir günü oyuna veriyor, bir günü de yemek yemek için kullanıyorlardı. On sekiz yıl böyle açlık içinde yaşadılar. Sonunda, ilkel reflekslerini hatırlayarak bir karar verdiler. Yiyeceğin kalanlara yetmesi, diğerlerinin de yeni besin alanları bulabilmeleri için bir kura çekilecekti. Göç edecek olanların yanında kralın oğlu Tyresenos da gidecekti.

Antropolog Pierre Clastres’in ilksel toplumlar için başarılı bir şekilde belirlediği gibi, içinde bulunduğu topluluğa karşı hayati sorumlulukları olan ve “otorite” olmayan şefler örneğinde olduğu gibi, antik dünyayı şekillendiren topluluklar ne kadar kurumsal yapılar inşaa etmiş olsalar da varoluş ilkelerinde olan davranışları kolay kolay silip atmadılar. Ölümcül bir yolculuğa çıkan ülkenin yarısının yanına “kral’ın oğlunu” gönderecek kadar..

Orta Amerika’da Yanomani yerlileri arasında yaptığı çalışmalarla, kabile topluluklarının “şeflerinin” iktidarlı olmadığını kanıtlayan Clastres’in çalışmalarının bize kazandırdığı bakış açısıyla değerlendirdiğimizde, ana akım tarih yazımının bulandırdığı tarih bilgimizde olduğu gibi, ilksel insanların ya da antik dünyanın gerçekliği de algımıza yerleştirilenden daha farklı görünebiliyor gözümüze.

Göçün Geçmişini Kazımak Neden Önemli?

Antik çağda göç olgusu üzerine düşünmek, yalnızca tarihsel bilgi olarak değil onun toplumun dinamikleri üzerindeki etkisini sorgulamak ise bize dünyayı olumsuz etkilemiş pek çok bahsi tekrar değerlendirmek noktasında fayda sağlıyor. Örneğin, tarihin çok da uzak olmayan bir döneminde ortaya çıkan ve özellikle ırkçı ideolojiler tarafından gerçekleştirilen katliamlara bir gerekçe olarak sunulan çeşitli “bilgiler” bugün bu düşünme süreciyle beraber tamamen silinmeye başlıyor.

“Ari avrupalı” insanın saflığı olasılığı, son dönemde arkeolog Douglas Baird’in yaptığı çalışmalarla tamamen imkansız hale geliyor. Konya ovasında yaptığı kazılarda Baird, “Anadolu’nun erken dönem topluluklarının Avrupa’nın ilk tarım toplumlarının atası olduğunu” gösteriyor. Orta Anadolu’daki tarım toplumlarının göç yoluyla Batı/Kuzey Anadolu ve Avrupa’ya göç etmiş olabileceğini düşünüyor. Böylelikle ne Anadolu’da ne de başka yerde aranan saf ırk bulunamıyor. Tarihöncesi Avrupa’nın üç ayrı göç dalgasıyla karışmış halkı buranın antik çağdan beri bir “erime potası” olduğu gerçeğiyle beraber öncesinde Gordon Childe ve diğer arkeologlar tarafından da iddia edildiği gibi kültürel bir mozaik olduğunu gösteriyor.

Tıpkı sosyal darwinizme karşı günümüzde insan ve hayvan davranışları üzerine çalışan pek çok antropolog ve biyolog tarafından yeniden keşfedilen karşılıklı yardımlaşma teorisinin sosyal bilimlerdeki etkisinde olduğu gibi, insanın yüzyıllar süren devletsiz, iktidarsız yaşamından süzülen deneyimler, bilgiler, geçmişi ve bugünü daha iyi anlamlandırmamız için bize gereken anahtarı verecek.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Antik Çağda Göç – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/11/antik-cagda-goc-zeynel-cuhadar/feed/ 0
Küresel İklim Değişikliği – Mercan Doğan https://meydan1.org/2019/04/17/kuresel-iklim-degisikligi-mercan-dogan/ https://meydan1.org/2019/04/17/kuresel-iklim-degisikligi-mercan-dogan/#respond Wed, 17 Apr 2019 20:06:00 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/17/kuresel-iklim-degisikligi-mercan-dogan/ İnsanın normal kabul edilen vücut sıcaklığı 36,12 ile 37,8°C arasıdır. Bu sıcaklık, ortalamanın bir derece dahi üstüne çıktığında yaşam fonksiyonlarımız tehlikeye girer. 40°C, durumun ölümcül olma eşiğidir. Bir insanın bedeni için birkaç derecelik fark bile bu kadar önemliyken küresel iklim değişikliği, dünyadaki canlı-cansız bütün varlıklar için kilit bir konumdadır. Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı Meteoroloji […]

The post Küresel İklim Değişikliği – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

İnsanın normal kabul edilen vücut sıcaklığı 36,12 ile 37,8°C arasıdır. Bu sıcaklık, ortalamanın bir derece dahi üstüne çıktığında yaşam fonksiyonlarımız tehlikeye girer. 40°C, durumun ölümcül olma eşiğidir. Bir insanın bedeni için birkaç derecelik fark bile bu kadar önemliyken küresel iklim değişikliği, dünyadaki canlı-cansız bütün varlıklar için kilit bir konumdadır.

Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün geçtiğimiz aylarda yayınladığı “2018 Yılı İklim Değerlendirmesi” bültenine göre, yaşadığımız coğrafya geçen yıl 1971’den bu yana en sıcak ikinci yılı yaşadı.

Geçtiğimiz yılla ilgili sıcaklık ve yağış gözlemlerinin 1981-2010 iklim periyodundaki normaller ile karşılaştırıldığı bültene göre yağışlar ise ortalama değerlerinin yaklaşık %15 üzerindeydi. 2018 yazının mottosu “esmiyor” iken aniden çıkan fırtınalar, bastıran yağmurlar herkesi şaşırtıyor; bu havada bir terslik olduğunu, görmek istemeyenlerin dahi gözüne sokuyordu. Bu yaz da benzeri bir durumun yaşanması bekleniyor.

Sadece yaşadığımız coğrafyada da değil bütün dünyada yapılan araştırmalar sonucunda gidişatın iyi olmadığına dair raporlar yayınlanıyor. Seller, kuraklık, deniz seviyesinin altında kalan ve kalacak olan bölgeler, tarım için elverişsiz iklim şartları vb. herkesi tedirgin ediyor.

1880’li yıllardan itibaren yapılan küresel meteorolojik kayıtlara göre, en sıcak 20 yıl 1996’dan bu yana olan 23 yıl içerisinde görüldü. IPCC (Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) 1.5°C Küresel Isınma Özel Raporu ise 2006-2015 yılı sıcaklıklarının, sanayi öncesi döneme göre 0.87°C arttığını ortaya koyuyor. Son 10 yıl (2009-2018) ortalama sıcaklık değerleri de sanayi öncesi döneme göre 0.93°C artış gösterdi.

Ekolojik Yıkım Alarmları

Eskiden madenciler madene inerken yanlarına kafese koydukları kanaryaları alırmış. Bu kanaryaların fenalaşması madencilere ortamda metan gazının arttığını haber verirmiş.

1750’den beri dünyanın atmosferinin metan gazı yoğunluğu %150 oranında arttı ve metan, sera gazlarının %20’sini oluşturuyor. Bugün bütün yeryüzünü uyarabilecek kanaryalar yok etrafımızda ama canlı-cansız bütün varlıklar bir şekilde alarm halinde.

Yapılan araştırmalar, dünya 2°C daha ısınırsa okyanusların akciğeri niteliğindeki mercan resiflerinin tamamen yok olacağı ortaya koyuyor. Böcek türlerinin %40’ının yanısıra birçok başka türün de yakın gelecekte tükenmesi bekleniyor. İklim değişikliği sebebiyle daha hızlı yayılacak olan salgın hastalıklarla milyarlarca insanın yaşamını yitirmesi; kuraklık sebebiyle su savaşlarının, devasa iklim göçlerinin gerçekleşmesi de öngörüler arasında. Araştırmaların ortaya koyduğu bir başka veri ise 2050’ye kadarki otuz yılda sıcaklığın 3-5°C yükseleceği yönünde. 2080’e kadar ise 9°C yükselebilir ki bu canlı türlerinin çoğunun yok olması anlamına geliyor.

Hal böyleyken, son yıllarda küresel iklim değişikliği, etkileri ve çözüm yolları neredeyse bütün dünyanın gündeminde. Isınma başta olmak üzere tüm değişikliklerin bilimsel kanıtları ve sebeplerinden daha fazla söz ediliyor.

Mevsim normallerinin çok çok altında ya da çok çok üstünde hava sıcaklıklarını, tükenen ya da belli bir süre sonra tükenecek olan türleri, iklim kuşağı normallerinin çok çok dışında iklim hareketlerini; selleri, fırtınaları, yangınları, evlerini sırtlarına alarak bunlardan kaçmaya çalışan insanları “çocuklar bile biliyor”. İklim değişikliğinin devletlerin sömürü ve savaşlarıyla, kapitalizmin dünyayı güneşin değil daha fazla kârın etrafında döndürmeye çalışan şirketleriyle ilişkisini de… Çocuklar bile biliyor demişken, 15 yaşında dünyadaki iklim hareketinin sembollerinden biri haline gelen Greta Thunberg’in Davos’taki Dünya Ekonomi Zirvesi’nin katılımcısı olanlara söylediklerini hatırlayalım: “1500 özel jetle geldiniz. Dünyayı mahveden sizsiniz!”

Neydi Gerçekten Dünyayı Mahveden?

Tarih boyunca iklimde değişiklikler olmuştur; buzul çağı ya da uygarlıkları bitirdiği iddia edilen kuraklıklar eninde sonunda geçip gitmiştir. Güneşte yaşanan değişimler, büyük meteorlar ya da volkanik patlamalar dünyanın sıcaklığını değiştirebilecek güçtedir ancak dünyayı mahvedenler bunlar değildir.

1800’lerde ortaya çıkarak bütün gidişatı değiştiren sanayileşmenin etkileri iklim değişikliğinin bu kadar gündemleşmesinin en önemli sebeplerindendir. Son 2 yüzyılda gerçekleşen ekolojik yıkım, önceki 2 milyon yıldakinden fazladır. Ekolojik uyum yerine doğaya hakim olma ilkesi benimsenerek insanın doğadaki diğer bütün canlı-cansız varlıklardan daha üstün görülmesi bugün bu meseleyi bu kadar can yakıcı hale getirmiştir. Günümüzde ekolojik yıkımın önemli göstergelerinden olmasının yanı sıra birçok yeni yıkımın da sebebi olan kirli hava, o dönemde -sanayi doğayı hızlıca talana giriştiğinde- sanayileşmenin sembolü olmasından dolayı insanlar için övünç kaynağı olmuştur. Sanayileşmeyle birlikte ekolojik yıkımlar yalnızca gerçekleştirildikleri alanla sınırlı kalmamış, yapılan tahribatlarla açığa çıkan ağır gazlar ve atıklar, havayı da suyu da toprağı da tekrar tekrar kirletmiştir.

Öyleyse projeksiyonumuzu çevirmemiz gereken kısımda fosil yakıt denilen kömür, petrol, doğalgazın kullanımı var örneğin. Atmosfere yayılan gazların atmosfer üzerinde bir sera etkisi yaratması var. Toprağa vuran güneş ışınlarının çarpıp geri gitmesi gerekirken bu etki sebebiyle gidememesi; sıcaklığın beklenmeyen bir hızla artması, 350 ppm (milyonda parçacık sayısı) olması gereken atmosferdeki karbondioksit oranının 410 ppm’in üzerine çıkması var. Son 800 bin yılın hiçbir döneminde karbondioksit oranının bugünkü kadar yükselmediği biliniyor mesela. Acilen bu oranın 350 ppm’e dönmesinin gerektiği ancak bu gidişle 2050 yılında 500 ppm’e çıkacağı söyleniyor ve oradan dönüş yok.

Hiç şüphe yok ki projeksiyonumuzu çevirmemiz gereken kısımda devletler ve kapitalizm var. İddia edilenin aksine insanların değil onların enerji ihtiyacını karşılamak için kurulan hidroelektrik, jeotermal, rüzgar, güneş, termik, nükleer vb. santraller var. Tarımı endüstriyelleştirenler, toprağı kimyasallara boğanlar var. Hayvan endüstrisi var ve bu endüstrinin atmosfere saldığı gazlar sera gazlarının %11’ini oluşturuyor. Yeşili kesip griyi dikenler, doğanın tamamını rant alanına çevirenler var.

Bir Şeyleri Değiştirmek Lazım!

Bir uçağın havadayken arızalanıp düşme ihtimalinin %50 olduğu bilinirse o uçağa kimse binmez, uçak tamir edilir. Peki iklim değişikliğinin gidişatındaki risk oranı bundan çok daha yüksekken neden bu durum değiştirilmiyor?

Günümüzde iklim değişikliği sadece bireylerin, örgütlerin, toplulukların değil “yenilenebilir çıkar ve sürdürülebilir kâr” amacı güden devletlerin ve şirketlerin de gündemindedir. Bunlar çeşitli stratejik anlaşmalarla amaçlarına ulaşmaya çalışırlar.

Bir önceki dönemde bu anlaşmanın adı Kyoto Protokolü’ydü. Bu anlaşmayla kurulan, başta fosil yakıtlar olmak üzere pek çok unsurun ortaya çıkardığı tehdidin fazlaca büyümesinin ardından, gerçekleştirilen ekolojik yıkımın telafisi için karbon ticareti (kirli hava ticareti), yenilenebilir&sürdürülebilir enerji gibi yöntemlerle doğanın henüz yeterince talan edilmemiş kısımlarını da talana açan bir mekanizmaydı. Bugün söyleyebiliriz ki bu plan tutmadı. İklimin de, bir bütün halinde doğanın da, bu protokolle kurtarılamayacağını kendileri dahi kabul ettiler. Şimdi sırada başka başka planlar, anlaşmalar, stratejiler…

Bunlardan en çok konuşulanı Paris Anlaşması. Sadece devlet ve şirketlerin değil çeşitli STK’ların da umut bağladığı bu anlaşmayla Kyoto Protokolü’nün arasında çeşitli farklılıklar var. Sera gazı emisyonlarının azaltılmasına ilişkin örneğin; Kyoto Protokolü’ne göre sayıları kırkı bulan “gelişmiş devletler” emisyonlarını 2008-2012 arasında 1990 yılına göre en az %5, 2013-2020 arasında ise en az %18 azaltmakla yükümlüydü. Paris Anlaşması’nda ise böyle sayısal bir emisyon azaltım hedefi değil genel bir hedef bulunuyor; sanayileşme öncesi döneme kıyasla küresel sıcaklık artışını 2°C’nin olabildiğince altında kalmasını sağlamak ve en fazla 1,5°C (IPCC 1.5°C Küresel Isınma Özel Raporu) ile sınırlandırmaya çalışmak. Bu anlaşmaya göre Türkiye de dahil olmak üzere 195 devlet, emisyonların azaltılmasına katkı sağlamak durumunda.

Sıcaklık artışını 1,5°C ile sınırlandırmanın ancak karbon emisyonunu 2030’a kadar (sadece 11 yıl içinde) yarıya indirmek ve 2050’ye kadar sıfır noktasına getirmekle mümkün olabileceği açıklanmıştı. Ancak Uluslararası Enerji Ajansı’nın Yeni Politikalar Senaryosu’na göre bu süreç -gidişat değişmezse- 2,7-3°C’lik ısınmayla sonuçlanacak.

Patika Ekoloji Dergisi’nin ilk sayısında yapılan Kyoto Protokolü ile ilgili tespit bugün Paris Anlaşması’ndan bahsederken hala geçerliliğini koruyor: “Aslında toplanış amaçları bakımından ‘iklim değişikliğine’ dur demek için bir araya geldiklerini iddia eden bu büyük lobilerin, iklim değişikliğine karşı değil, kendi sömürü düzenlerini daha ‘temiz’ nasıl devam ettirebileceklerini konuşmak için masa başına oturdukları açıktır.”

Şimdi bir düşünün; daha fazla rant daha fazla kâr ve daha fazla çıkar uğruna var olan ekolojik yıkımın tamamının faili olan devletler ve kapitalizm iklim değişikliğini nasıl durdurabilir? İklim değişikliğini durdurmak için onlardan nasıl medet umulabilir?

Mercan Doğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Küresel İklim Değişikliği – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/17/kuresel-iklim-degisikligi-mercan-dogan/feed/ 0
WAL-MART: Seni Tüketmeye Çağırıyor – Özlem Arkun https://meydan1.org/2017/12/27/wal-mart-seni-tuketmeye-cagiriyor-ozlem-arkun/ https://meydan1.org/2017/12/27/wal-mart-seni-tuketmeye-cagiriyor-ozlem-arkun/#respond Wed, 27 Dec 2017 19:59:56 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/27/wal-mart-seni-tuketmeye-cagiriyor-ozlem-arkun/ -Soru şu, kalp nerede? Pekala, Wal-Mart’ın kalbini mi görmek istiyorsun, şuradaki plazma televizyonun yanında. -Bu bir ayna. Evet görmüyor musun? Wal-mart’ın kalbi bu, siz müşteriler. Birçok şekle girebilirim Wal-mart, Kaymart, Target… Ama ben tek bir şeyim: Arzu. Southpark, Bir şey Wal-Mart Yönünden Yaklaşıyor Wal-Mart dünyanın en büyük perakende satış devi. İlk marketini açtığı 1962’den bu […]

The post WAL-MART: Seni Tüketmeye Çağırıyor – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

-Soru şu, kalp nerede?

Pekala, Wal-Mart’ın kalbini mi görmek istiyorsun, şuradaki plazma televizyonun yanında.

-Bu bir ayna.

Evet görmüyor musun? Wal-mart’ın kalbi bu, siz müşteriler.

Birçok şekle girebilirim Wal-mart, Kaymart, Target…

Ama ben tek bir şeyim: Arzu.

Southpark, Bir şey Wal-Mart Yönünden Yaklaşıyor

Wal-Mart dünyanın en büyük perakende satış devi. İlk marketini açtığı 1962’den bu yana giderek büyüyen bu dev, gıdadan giyime, eczadan silaha, kimyasal gübrelerden fotoğrafa kadar birçok ürün ve hizmeti bünyesinde barındırarak pazara girdiği her bölgede küçük üreticileri ve marketleri ortadan kaldırarak daha da büyüyor. Piyasaya girdiği her bölgede hem ekoloji mücadelesi veren grupların hem sendikaların hem de yerel halkın hedefinde olmasına rağmen, yaptığı hak ihlalleri ve yarattığı doğa tahribatı nedeniyle birçok kez ceza alıp milyonlarca dolarlık tazminat ödemek zorunda kalsa da, hala kar etmeye devam ediyor. Ford ve General Motors’un sanayide gerçekleştirdiği dönüşümü perakende satış alanında gerçekleştiren bu şirket, kurulduğu ilk günden bugüne “ilkelerinden” ödün vermeyerek büyüdükçe büyüyor. Wal-Mart’ın kurucusu Sam Walton ve haleflerinin bu “ilkeleri”ne şirketin internet sitesinde ulaşmak da mümkün, bu “ilkelerin” kime yaradığını görmek de.

Bütün Fırsatlar Wal-Mart’ta

“Dünya çapında 2.3 milyon çalışanı olan Wal-Mart hem kişiler hem de tedarikçiler için sonsuz fırsatlar sunmaktadır… Kadınların ekonomik bağımsızlığı… Küçük işletmelerin büyümesi gibi programları desteklemektedir.” *

Wal-Mart’ın kuruluşundan itibaren kullandığı “Her Zaman Düşük Fiyat” sloganını, 2017 yılında “Tasarruf Et, Daha İyi Yaşa” sloganıyla değiştirmişti. Slogan değişti, çağa ayak uydurarak “yaşadığımız hayatların aslında yeterince iyi olmadığını” bize hatırlattı ama aslında kuruluş ilkesini terk etmedi. Bünyesinde barındırdığı yaklaşık 1.4 milyon çeşit ürünü, piyasa fiyatının ortalama %15 daha altında satmaya devam etti. Böylece Amerika’da 1962’de Wal-Mart’ın açılmasından 2002’ye kadar, zincir market olmayan küçük işletmelerin sayısı %55 azaldı.

Kurucu Sam Walton bir keresinde şöyle demişti; “Düşük ücretler veriyorum, başarılı olacağız. Ne var ki bu işçi maliyetini düşürerek, düşük ücret modeli temeline dayanıyor.” Wal-Mart, Amerika’nın en düşük saat başı ücretine sahip; ama çalışanlarına %10 indirimle satış yapıyor, böylece onlara koklatarak verdiği parayı geri almayı da garantiliyor! Wal-Mart’ın bir tam zamanlı çalışanı, haftada 34 saat çalışıyor (yöneticiler tarafından keyfi olarak uzatılan ve kayıt dışı bırakılan saatler hariç) ve buna rağmen devlet destekli programlardan faydalanmak zorunda kalıyor. Böylece Wal-Mart işçilere vermediği parayı devlete ödetiyor.

Bu arada, Wal-Mart’ta işe girenlerin %70’i, ilk yılını doldurmadan ayrılıyor. ABD’de yaşayan her iki kişiden biri, hayatının bir döneminde Wal-Mart’ta çalışmış. Wal-Mart aynı zamanda kaçak göçmenler ve çalışma izni olmayanlara da kapısını açıyor, fakat sonra üzerlerine kilitliyor. Şirketin bu uygulamaları gündeme geldiğinde ise bazen ceza alıyor, bazen almıyor.

Wal-Mart ABD dışında Çin, Bangladeş ve Meksika’da da tedarikçiler aracılığıyla birçok iş olanağı sunuyor. Saati 1 dolar, günde 14 -15 saat! Elbette tüm bunlar Wal-Mart gibi işçiyi bedavaya getirmeye çalışan bir şirket için kaçırılmaz fırsatlar.

Her zaman düşük fiyatla, tasarruf etmeye çağıran Wal-Mart’ın bu ucuzluğunun nasıl mümkün olduğunu anlamak da zor olmasa gerek. Kurulduğu günden bu yana, bünyesinde sendikal faaliyetlere izin vermeyen şirket ABD yasalarına göre defalarca cezalandırılmış olsa da, hem verilen cezaların ailenin serveti karşısında mikroskobik olması hem de dava süreçlerinin yıllarca sürmesi Wal-Mart’a kazandırıyor.

Tüm bunların yanında Wal-Mart, işçilere “ancak hayatta kalmaları için yetecek para”yı verdiğini düşünerek; işçilerin faydalanabileceği bir kriz fonu oluşturmuş, böylece işçiler maaşlarının bir kısmını bu fona bağışlayarak herhangi bir işçi arkadaşının başına gelen bir kaza/felakette onunla dayanışma gösterebiliyor. 2004 yılında bu fonda işçilerin bağışlarıyla 5 milyon dolar toplanmış, Walton ailesi ile 6000 dolarlık bonkör bir bağış yapmış!

Sürdürülebilir Tüketim, Sürdürülebilir Sömürü

“Yaklaşımımız sıfır atık üretimi, %100 yenilenebilir enerji, kaynakları ve doğayı koruyan ürünler satmak…”*

-1999: Pensilvanya eyaletindeki Wal-Mart inşaatı, doğa tahribatı nedeniyle tamamen durduruldu.

-2001: EPA (Doğayı Koruma Derneği) Wal-Mart’ı Texas, Oklahoma ve Masachusetts’te Temiz Su Yasası’nın ihlalinden dolayı 1 milyon dolar para cezasına mahkum etti.

-2004: yine 9 eyalette Temiz Su yasasını ihlal etmekten 3.1 milyon dolar cezaya mahkum edildi.

-2005: Conneticut’ta EPA, 22 mağazadaki ihlallerden dolayı 1.15 milyon dolar cezaya çarptırıldı.

Bu cezaların yanı sıra farklı zamanlarda, Wal-Mart’ta satılan bazı aksesuar ve oyuncaklar içerisinde toksik maddeler olduğu açığa çıkmış, bu ürünler toplatılmıştı.

Küçük Kararlar – Büyük Zararlar

Amerikalı ekonomist Alfred Kahn 1966’da yayınladığı “Küçük Kararların Tiranlığı” kitabında; bireysel olarak, küçük ölçekli, kısa vadeli kazanç sağlama amacıyla alınan kararların toplamda -kümülatif olarak- ne ölçüde büyük ve topluluğun tamamını etkileyecek ölçekte zararlar yaratabileceğini örnekliyordu.

Kahn’ın iddiasının bir başka örneği gibi Wal-Mart’ta piyasaya girdiği her yerelde türlü türlü direnişlerle karşılaşıyor, fakat eylemlere, eleştirilere rağmen büyümeye devam ediyor.

Ürünlerin çok ucuza satılması, uzun saatler (bazı yerlerde 24 saat) açık olması, ürün çeşitliliği gibi avantajlarla rakiplerini fersah fersah geride bırakan Wal-Mart, kişilerin küçük çıkarları doğrultusunda aldığı, zararsız gibi görünen, küçük kararlarla varlığını sürdürüyor.

Wal-Mart’ın 1962’de perakendecilikte yeni entegre bir model kurması olağanüstü bir pazar başarısı olarak görülmüştü. Oysa bugün “Ucuz Fiyatın Yüksek Bedeli”, “Wal-Mart Çağı” gibi belgeseller, rüşvet skandalları, doğa katliamı cezaları, ırkçı ve ayrımcı uygulamalarıyla ipliği pazara çıkan bu şirketin “ilkeleri”nin geçmişi ve bugünü de sorgulanıyor.

Peki şimdi bu zincire her gün yeni bir halka eklenirken tüketen toplum, küçük kararlarıyla bu tiranlığı yeniden üretmeye ve büyütmeye devam mı edecek, yoksa aynaya bakıp bu devi ayakta tutanın kendisi olduğunu görerek bu devin çöküşünü mü izleyecek?

*Wal-Mart resmi internet sitesinden alınmıştır.

 

Özlem Arkun

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.

The post WAL-MART: Seni Tüketmeye Çağırıyor – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/27/wal-mart-seni-tuketmeye-cagiriyor-ozlem-arkun/feed/ 0
Sisteme Uyum Sağlamak Bizi Öldürüyor mu? – Emircan Kunuk https://meydan1.org/2017/11/13/sisteme-uyum-saglamak-bizi-olduruyor-mu-emircan-kunuk-2/ https://meydan1.org/2017/11/13/sisteme-uyum-saglamak-bizi-olduruyor-mu-emircan-kunuk-2/#respond Mon, 13 Nov 2017 09:09:38 +0000 https://test.meydan.org/2017/11/13/sisteme-uyum-saglamak-bizi-olduruyor-mu-emircan-kunuk-2/   Neden Sürekli Yorgunuz? İngiltere’de bir üniversitenin (Royal College of Psychiatrics) yaptığı bir araştırmaya göre, her beş insandan biri günün belirli bölümlerinde kendisini aşırı yorgun hissediyor, her on kişiden biri ise tükenmişlik derecesinde yorgun hissediyor. Bir başka istatistik ise 2006-2014 yılları arasında enerji içeceği satışlarının yüzde 115 oranında arttığını ve doktora gidenlerin yüzde 20’sinin “yorgunluk” […]

The post Sisteme Uyum Sağlamak Bizi Öldürüyor mu? – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 


Gece kafamızı yastığa koyduğumuzda saatlerce uyuyamıyor muyuz? Sabah üç kat aşağımızda yaşayan komşumuzu bile uyandıran alarmı duyamıyor, uyanamıyor muyuz? 8 saat uyusak bile yorgun mu uyanıyoruz? Geçmeyen bu yorgunluk, gün boyunca yapacağımız işlere engel olacak boyutlara mı ulaşıyor? Yorgunluk hissiyle verimsizleşiyor muyuz? Bu sorulardan bir veya birkaçına cevabımız evetse, ortada bir problem var; YORGUNUZ…


Neden Sürekli Yorgunuz?

İngiltere’de bir üniversitenin (Royal College of Psychiatrics) yaptığı bir araştırmaya göre, her beş insandan biri günün belirli bölümlerinde kendisini aşırı yorgun hissediyor, her on kişiden biri ise tükenmişlik derecesinde yorgun hissediyor. Bir başka istatistik ise 2006-2014 yılları arasında enerji içeceği satışlarının yüzde 115 oranında arttığını ve doktora gidenlerin yüzde 20’sinin “yorgunluk” gerekçesiyle gittiğini söylüyor.

Dünya çapında yaşanan bu sıkıntı, elbette beraberinde birçok çalışmayı ve çözüm arayışını getirdi. Bu çalışmaların birçoğu, yorgunluğun ve uykusuzluğun sebebi olarak, vücudun mitokondrinin etkin çalışmasını sağlayacak hormonları yeterli salgılayamaması olduğunu öne sürüyor. (Hücrelerimizde bulunan mitokondri organelleri oksijen, şeker, yağ ve proteinleri “ATP” adı verilen kimyasal enerjilere çevirir. Yani mitokondrinin yeterli çalışmaması enerji üretiminin azalmasına sebep olur.)

Buradan hareketle, son yıllarda “Sirkadiyen Ritim” kavramı, uykuya ve bedenin gündelik diğer faaliyetlerine olan etkisi daha çok konuşulur oldu.

Sirkadiyen Ritim Ne Demektir?

Sirkadiyen Ritim kavramı, Latince “circa” (yaklaşık) ve “dies” (gün) kelimelerinden türetilmiştir ve aslında yalnızca uyku ile alakalı bir kavram değildir. Bitkilerin, hayvanların, insanların ve siyanobakterilerin -yaklaşık- 24 saat içinde gerçekleştirdiği biyokimyasal ve psikolojik davranışlarının bütünü anlamına geliyor. Sirkadiyen Ritim, dünyanın hareketleriyle oluşan gece-gündüz döngüsünün canlılar üzerindeki etkisini araştıran “kronobiyoloji” bilim dalının inceleme alanlarından biridir. “Biyolojik ritim” ya da “vücut saati” de denilebilir.

2017 Nobel Tıp Ödülü’nü kazanan araştırmacıların bile konusu olan sirkadiyen ritim meselesinin ilk kez gündeme gelmesi, 1972’de sinirbilimcilerin hipotalamustaki küçük bir bölgenin vücudun ana saati olduğunu bulmasıyla gerçekleşmişti. “Suprakiazmatik çekirdek” denilen, yaklaşık 20.000 sinir hücresinden oluşan bu bölge, 24 saatlik döngümüzün işlemesi için gerekli sinyalleri yolluyor, enerjimizi 24 saatlik döngüler halinde açıp kapatarak yüzlerce yaşamsal faaliyeti düzenliyor ve bunları yaparken, zaman hesabını güneş ışığına göre yapıyor.

Bu çekirdek, gözden gelen ışık sinyallerini işleyip; uyku döngüsü, büyüme hormonu sentezi gibi pek çok görevi yerine getiriyor. Hava kararıp gözümüze giren ışık azaldıkça bu bilgiyi epifiz bezine iletiyor ve epifiz bezi uykumuzun gelmesini sağlayan melatonin hormonunu salgılıyor. Bu süreç eğer ortamda -özellikle mavi- ışık yoksa gün doğana kadar olağan seyrinde ilerler. Gündelik yaşam normal kabul edilen seyrin dışında işlediğindeyse, işte o zaman sırasıyla birincil ve ikincil sirkadiyen ritimlerimizde bozulmalar başlar.

Sirkadiyen Ritimlerimiz Nasıl Bozuluyor?
Yapay ışıktan sıcaklığa, yediğimiz yemekten egzersiz yapıp yapmamamıza ve sosyal etkileşimlere kadar sirkadiyen ritmimizi bozabilen pek çok dış etken olsa da, gündelik yaşamda yapay ışığın en etkilisi olduğunu söyleyebiliriz.

Gün boyunca kapalı alanda maruz kaldığımız yapay aydınlatma, izlediğimiz televizyon, çalıştığımız bilgisayar, gece uyumak için yatağa girdiğimizde dahi sosyal medya hesaplarımızı kontrol ettiğimiz tablet ya da akıllı telefon; farkında olsak da olmasak da sirkadiyen ritimlerimize karşı geliyor. Çünkü bu ekranlardan, öğle saatindeki gün ışığı olarak algıladığımız mavi ışık yayılıyor. Mavi ışık, -amiyane tabirle- saatimizin ayarıyla oynayıp duruyor.

Elektriğin bulunmasından bugüne, ritmimizi bozma konusunda büyük bir deneyin hem sürdürücüsü hem de deneği konumundayız, risk altındayız.

İnsandaki Sirkadiyen Ritmin Keşfi

Kronobiyolojinin tarihi aslında 60’lara kadar gidiyor. O dönemde bazı sürüngenlerin ve memelilerin sirkadiyen ritme sahip oldukları biliniyordu. Bir mağarabilimci olan Michel Siffre, ilk deneyini 1962’de yaptıktan sonra, 1972 yılında uyku ve sirkadiyen ritmi araştırmak için 6 ay boyunca karanlık bir mağarada zamandan izole bir şekilde yaşam sürmüştü. Tek ışık kaynağı, ihtiyaç duyduğunda kullandığı kamp lambası olan Siffre için zaman farklı işlemiş ve alışkın olduğumuz 24 saatlik uyku-uyanıklık döngüsü yerine, bir süre sonra vücudu 48 saate adapte olmuştur.(36 saat uyanıklık-12 saat uyku) Bu deneyler neticesinde insanların da sirkadiyen ritimleri olduğu açığa çıkmıştır. 


En Güvenilir Saatlerimiz Bozulunca…

Sirkadiyen ritimlerimizi düzenleyen genlerin hepsi metabolizmaya bağlıdır, dolayısıyla biri bozulduğunda diğeri de etkilenir. Bir örnekle anlatacak olursak, gece geç saatte -metabolizmamız savunmasının gardını indirdikten sonra- yediğimiz yemek, obeziteye yakalanma riskimizi arttırıyor. Karaciğerimiz yağlanıyor, iltihap ve kanser olasılığı yükseliyor.

Risk altında olan, sadece birbiriyle etkileşim halinde olan organlarımız değil; aklımız tehlikenin tam ortasında. Normal zaman kabul edilen zamanda uyumayı engelleyen hastalıklardan muzdarip bireylerin %70’inin ciddi depresyon ve anksiyete gibi rahatsızlıklarının da olduğu söyleniyor. Bipolar bozukluktan yakınan bireylerinse üçte ikisinin anormal uyku döngüsü var.

Sirkadiyen ritim bozukluğunun tetiklemesiyle uykusuzluktan obeziteye, karaciğer yağlanmasından pankreas iltihabına, şeker hastalığından kansere ve hatta kalp hastalıklarına varan sonuçlar doğabiliyor.

Sirkadiyen Ritim Bozukluğu Hastalık mı, Uyumsuzluk mu?

Sadece insanlarda değil, hayvanlarda da işlediği bilinen sirkadiyen ritmin “bozulması” belirlenimine dair çeşitli eleştiriler de bulunuyor. Her bireyin uyuma, uyanma ve başkaca yaşamsal faaliyetlerinin yakın zamanlarda olmayabileceği, güneş ışığının davranışları belirleme konusunda bu kadar etkili ilan edilmemesi gerektiği iki çeşit kuş (baykuş ve tavuk) üzerinden anlatılıyor. Elbette bu iki hayvanın gündelik yaşamı eş zamanlı değildir.

Bu tartışmalarda, kronobiyoloji araştırmalarının, ancak bireylerin yaşamlarının tektipleştirilmesine faydasının olacağını, sistemin “uyumsuz” dediği bireylerin “hasta oldukları” ön kabulüyle yapıldığını iddia edenler bile var.

Yukarıda anlatılanlar doğrultusunda, bu eleştirilerin haklılık payını gözardı etmesek de bir kenarda bırakarak meselenin çok da bahsedilmeyen boyutuna vurgu yapmak istiyoruz.

Bozukluk Bizde mi?

Kimilerimiz vardiyalı işlerde çalışıyor, haftanın belirli günlerinde gece vardiyasında oluyor. Bazılarımız masa başında bilgisayarla çalışıyoruz. Çoğumuz gün boyu okulda ya da işyerinde kapalı alanlara hapsedilip rutin bir işle uğraştığımız için geceleri televizyon izleyerek yaşantımıza renk katmaya çalışıyoruz. Yine çoğumuz güneşi pek görmüyor ve sağlıksız besleniyoruz. Neredeyse hepimiz -gün boyu zaten elimizden düşürmediğimiz- tablet ya da cep telefonumuzla her gece son bir kez sosyal medya hesaplarımızı kontrol ediyoruz… Her gün sirkadiyen ritimlerimizi daha da bozacak hareketler yapıyoruz.

Bütün bunları yapmak zorunda mıyız? Aslında hayır! Ama bunları bize dayatan sisteme uyum sağlamak zorunda hissettirildiğimiz için “evet” diyoruz.

Peki bozukluk, bu koşullarda yaşadığı için sirkadiyen ritimleri bozulan bizlerde mi?

Yoksa başlangıçta uykusuzluk, zamanla yorgunluk ve bitkinliğin getirdiği sosyal ölüm; şeker, tansiyon, böbrek yetmezliği, karaciğer yağlanması gibi rahatsızlıklarla yavaş yavaş ölüm; kanser gibi biraz daha hızlı ama sancılı bir ölüm ya da kalp krizi gibi ani bir ölüm dışında seçenek bırakmayan sistemde mi?

Çeşitli ölüm seçeneklerinden birinde mi karar kılacağız yoksa bizi öldüren sistemi mi yıkacağız? İşte asıl sorumuz bu!

Emircan Kunuk

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır. 

 

The post Sisteme Uyum Sağlamak Bizi Öldürüyor mu? – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/13/sisteme-uyum-saglamak-bizi-olduruyor-mu-emircan-kunuk-2/feed/ 0
Göçün Yeni Yol Haritası İklim Değişiklikleri – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2017/11/13/gocun-yeni-yol-haritasi-iklim-degisiklikleri-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2017/11/13/gocun-yeni-yol-haritasi-iklim-degisiklikleri-ozgur-erdogan/#respond Mon, 13 Nov 2017 08:45:57 +0000 https://test.meydan.org/2017/11/13/gocun-yeni-yol-haritasi-iklim-degisiklikleri-ozgur-erdogan/   Evlerini Sırtlarında Taşıyanlar “Gelecek… geliyor… gelmek üzere…” diye biraz korku ve biraz da aymazlıkla beklenen küresel iklim değişikliği şimdi kapımızda, hatta kapıdan içeri süzülüp hayatlarımıza girdi bile: Seller, fırtınalar, yangınlar, iç içe geçmiş mevsimler, evlerini sırtlarına almış bu felaketlerden kaçmaya çalışan insanlar… Dikkatlerinizi son söylediğimiz şeye verirseniz, bu yazıya konu olan şeyi anlarsınız. Evet, […]

The post Göçün Yeni Yol Haritası İklim Değişiklikleri – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

Evlerini Sırtlarında Taşıyanlar

“Gelecek… geliyor… gelmek üzere…” diye biraz korku ve biraz da aymazlıkla beklenen küresel iklim değişikliği şimdi kapımızda, hatta kapıdan içeri süzülüp hayatlarımıza girdi bile: Seller, fırtınalar, yangınlar, iç içe geçmiş mevsimler, evlerini sırtlarına almış bu felaketlerden kaçmaya çalışan insanlar…

Dikkatlerinizi son söylediğimiz şeye verirseniz, bu yazıya konu olan şeyi anlarsınız. Evet, iklim göçü. Küresel iklim değişikliğinin en kritik sonuçlarından biri olarak görülen “iklim göçü” aslında giderek yaklaşan felaketin en belirgin semptomlarından biri. İklim değişikliğine bağlı olarak köyleri sular altında kalan, artık içme suyuna erişemeyen, tarım yapma olanaklarını yitiren insanların -fakat özellikle yoksulların- yaşayacak yeni bir yer bulma umuduyla başka şehirlere ya da başka ülkelere doğru yola çıkması olarak kabaca tanımlayabileceğimiz bir hareket, iklim göçü.

İnsanda olduğu gibi muhakkak ki göç birçok canlı türü için bir ihtiyaç. Büyükannelerimiz ve büyükbabalarımız bundan yaklaşık 200.000 yıl önce kendilerini Afrika’dan dünyanın her bir noktasına taşıyacak olan göç yolculuğuna çıkmadan önce de böyle düşünüyor olmalıydılar. Daha iyi avlanma alanları, toplayıcılık yapmak için daha verimli topraklar, daha seyrek nüfus ve sığınabilecekleri daha güvenli bir coğrafya. İnsanlığın binlerce yılı bu arayış içerisinde geçti. Bugün bizim gezer göçer dediğimiz toplumlar, tarım keşfedilene kadar biraz yerleşik biraz gezer göçer biçiminde yaşamlarını sürdürdüler. Dünyadaki insan topluluklarının büyük bir kısmı yerleşik yaşama geçmesiyle beraber “memleket ve coğrafya” anlayışı gelişti. O günden bugüne “bir yerli” olma mefhumu açığa çıktı fakat insanlığın göç macerası hiç durmadı. Bazen daha iyisi için bazen de sadece hayatta kalmak için göç etmeye devam etti ve halen de devam ediyorlar.

Tarihte Belli Başlı İklim Göçleri

İnsanlar savaşlardan kaçtılar, zorba iktidarların baskılarından, aç kalmaktan susuz kalmaktan; ölümden yaşama doğru kaçtılar. Ama bugün bizim konumuz iklim göçü. Sanayi devriminden bu yana ağır ağır etrafımızı saran, devlet ve kapitalizmin onun için açtığı yolda sinsice dünyayı öldüren küresel iklim değişikliğinin yerlerinden ettiği ve edeceği insanlarla ilgili.

Tarihteki en büyük göç dalgalarından biri “kavimler göçü” olarak bilinen harekettir. M.S. 4. yüzyılın sonlarına doğru Kuzeye doğru çekilen buzullar Orta Asya iklimi üzerinde önemli değişikliklere neden olmuş, bu değişiklere bağlı olarak açığa çıkan kuraklık burada yaşayan toplulukları yeni yerler aramaya itmiştir. Yıllar boyunca birbirini iterek ilerleyen bu kavimler Avrupa’ya dek ulaşmış, Avrupa’nın hem devletler düzeyinde sınırlarının değişmesine hem de buranın etnik yapısının farklılaşmasına neden olmuştur.

Sonuçlarına tarih kitaplarından aşina olduğumuz bir diğer hareket de kuraklık ve verimsizliğin neden olduğu ve tarihe Türk göçleri diye geçen bir diğer harekettir.

Eski çağlarda zaman zaman ortaya çıkan ve milyonlarca insanın ölümüne neden olan veba salgınları da kitlesel göçlere neden olmuş, aynı zamanda bu göçmenler vebanın daha farklı coğrafyalarda yayılmasına sebep olmuşlardır.

İklim Göçleri Başlıyor

Bu tarz göçlerin çehresini değiştiren şey ise sanayi devriminden bu yana göstere göstere ilerleyen küresel iklim değişikliğinden başka bir şey değil. Bunun sonuçları doğrultusunda ortaya çıkan kuraklık, deniz seviyesinde yükselmeler, ani ve yıkıcı yağışlar, seller gibi etmenlerle yola düşen milyonlarca insan yeni bir göç dalgası oluşturmaya başlıyor, hatta başladı bile. Rakamlar bir hayli ilginç aslında: 2012 yılı itibariyle yaşlı dünyamızın 32 milyon iklim mültecisine sahip olduğu söyleniyor. Üstelik farklı araştırmalara göre bu sayının 2050’ye gelindiğinde 50 milyon, 200 milyon ya da 1 milyara ulaşacağını söyleyenler bile var. Üstelik bahsi geçen rakamların savaşlardan kaçan mültecilerin sayısından en az 3 kat daha fazla olduğu söyleniyor.

Aslında iki tip iklim mültecisinden bahsediliyor. Birincisi geçici mülteciler. Felaketlerin yaşandığı bölgelerden bir süreliğine ayrılan ve felaketin etkileri azalmaya başladığında tekrar geri dönenler. Bir diğeri de kalıcı ya da devamlı olarak da adlandırılabilecek mülteciler. Onlar ise, felaketin büyüklüğünden ya da daha farklı nedenlerden dolayı bir daha yaşadıkları yere geri dönemeyenler. Bununla birlikte göç etmeyen ya da edemeyen bölge insanları da İklim Tutsağı olarak adlandırılabiliyor. Çünkü, yaşamak için temel gereksinimlerini yaşadığı yerden karşılamayan insanlar bir şekilde o coğrafyaya mahkum oluyor.

Şimdilik iklim göçünün yoğun yaşandığı yerler Alaska ve Okyanusya’nın belirli bölgeleri olarak gösterilse de, konu biraz daha açıldığında meselenin ne kadar dallanıp budaklandığını ve ucunun dünyanın her bir noktasına ne kadar hızlı değebileceğini görürüz.

Tuvalu ve Kribati Örnekleri

Tuvalu, Pasifik Okyanusu’nun içinde 9 adet mercan adasından oluşan bir Polinezya ülkesidir. Dünyanın en küçük ülkelerinden biri olarak bilinen Tuvalu’nun tamamen sulara gömülmesine ramak kalmış olmakla birlikte adalardan bir tanesinin 1997 yılında tamamen yok olduğu bilinmektedir. Sıcaklıktaki bir derecelik artış halihazırda bir kısmı deniz suları altına gömülen Tuvalu’yu tamamen sular altına gömecektir. Geçimini ağırlıklı olarak tarım ve balıkçılıkla sağlayan Tuvalu yerlilerin en az beşte biri ise şimdiden adalar topluluğunun daha güvenli alanlarına ya da Fiji, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi farklı ülkelere göç etmeye başlamıştır. Pasifik Okyanusu’ndaki bir diğer adalar topluluğu olan Kiribati de Tuvalu ile aynı kaderi paylaşıyor. Nüfusu 100.000 olan Kiribati ve nüfusu 10.000 olan Tuvalu’nun 2050 yılına gelindiğinde tamamen sulara gömüleceği öngörülüyor.

Yine Hint Okyanusu’nda bulunan Maldivler, kutuplardaki buzların erimesiyle beraber, deniz seviyesinin yükselmesi ve denizlerdeki tuzluluk oranlarının düşmesine bağlı olarak deniz canlılarının toplu şekilde ölmeleri gibi sorunlarla boğuşuyor.

Öte yandan küresel iklim değişikliğinin göçe zorladığı ilk mülteciler ise daha da beklenmeyen bir alandan ABD’nin Lousiana eyaletindeki Isle de Jean Charles’den çıktı. Bölge halkı su seviyesinin yükselmesi, ağaç kıyımının yarattığı erozyon nedeniyle tarım yapamadıkları için şehri terk etmek zorunda kaldı.

Yeni Bir Kitlesel Göçe Doğru

Dünyanın farklı coğrafyalarında farklı şekillerle varlığını hissettirmeye devam eden küresel iklim değişikliği insanları bavullarını alarak göçe zorlamaya devam ediyor. Sadece 2014 yılında Zimbabwe’de yaklaşık 2200 insan seller ve benzeri nedenlerle yaşamını yitirirken çok daha fazlası göç etmek zorunda kalmıştır. Yine Malavi Adaları’nda 330 bin kişi benzer nedenlerle göç etmek zorunda kalmıştır. Tüm bunlarla beraber 1995 yılında 25 milyon olan İklim mültecilerinin sayısı 2012 yılına gelindiğinde ise bu sayı 30 milyonun üzerine çıkmış durumda.

Kasırgalar

2005 yılında yaşanan ve ciddi kayıplara neden olan Katrina Kasırgası etkili olduğu bölgelerde 1 milyondan fazla insanın göç etmesine neden olurken, son aylarda yaşanan Irma, Harvey ve Maria Kasırgalarının ise çeteleleri henüz tutulamadı. Fakat arkalarında bıraktıkları manzaralara bakılırsa özellikle yoksul bölgelerdeki halkların kitleler halinde yaşam alanlarını terk etmek zorunda kaldıkları tahmin edilebilir.

Hem Savaş Hem Kuraklık Ortadoğu’nun Göç Haritası

İklim mültecilerinin sayısının, savaştan kaçan mültecilere göre neredeyse 3 kat daha fazla olduğunu söylemiştik. Fakat dünyamızın içinden geçtiği bu son süreçte kimin hangi kötülükten kaçtığını tespit etmek oldukça zor olsa gerek. Hele söz konusu coğrafya Ortadoğu ise durum bir hayli karmaşıklaşıyor. Bitmek bilmeyen bir savaşla Suriye halkları sadece savaş değil, kuraklık ve bununla bağlantılı nedenlerle de boğuşmak zorunda kalıyor. Son dönemlerde ortaya atılan bir diğer iddia ise Suriye Savaşı’nı tetikleyen unsurlardan bir tanesinin kuraklık ve tarım arazilerinin iyice verimsizleşmesi ile beraber halkların iktidara karşı duyduğu nefret olarak gösteriliyor. Suriye’de 2005-2010 yılları arasında 1 milyon insanın kuraklık yüzünden göç etmesi bizim burada yazdıklarımızı özetler niteliktedir.

Bu durumun böyle olup olmamasından ziyade, kuraklıktan doğru bölgedeki insanların savaştan öncede bir göç hareketi içerisinde olduğu biliniyordu. Dolayısıyla savaşla beraber bu bölgedeki halkların nefes alabilecek bir toprak parçasına ulaşma isteğinin katmerlendiğini görebiliriz.

İklim Mültecileri “Mülteci” Olarak Anılamıyor

Tüm bunlarla beraber, iklim mültecilerinin durumu, savaşlardan kaçan mültecilere göre daha vahim. Çünkü onlar, henüz mülteci olarak dahi tanınmıyor. Halihazırda savaşlardan kaçan ve uluslararası hukukta mülteci haklarına sahip olan insanlar sınır boylarında, kamplarda ölümle pençeleşirken, henüz bu hukukta bu sıfatı elde edememiş iklim mültecileri diğerleri kadar olamıyor bile. Bangladeş’te salgın hastalıklardan kaçan mülteciler, Hindistan’da koca bir duvarla karşılaşıyor. Tuvalu’dan Yeni Zelanda’ya gitmeye çalışan insanlara İngilizce bilme zorunluluğu bir duvar haline getiriliyor. Ama sel ve baskınlar kimseye bildiği dilleri ve yeteneklerini sormuyor.

Yaşadığımız Coğrafya

Yaşadığımız coğrafya ise gelmekte olan felaketten en çok etkilenecek bölgeler arasında gösteriliyor. Kuraklık ve çölleşme en belirgin sonuçlar olarak görülürken, 2050 yılına kadar coğrafyanın en fazla yağış alan bölgesi Karadeniz’in diğer bölgelerden çok fazla göç alacağı öngörülüyor. Elbette Karadeniz bu zamana kadar HES’lerle, madenlerle, taş ocaklarıyla ve yollarla yok edilmezse.

Öte yandan yaşadığımız coğrafyada kuraklıkla bağlantılı olarak irili ufaklı birçok göçün yaşandığını biliyoruz. 2014 yılında Elazığ’ın Baskil ilçesi Akuşağı köyünde yaşananlar bunun en basit örneği; kuraklık yüzünden 70 hanelik köyün neredeyse tamamı başka yerlere göç etmek zorunda kalmış. Önümüzdeki günlerde gözümüzü ve kulağımızı biraz daha açarsak, medyanın küresel ısınmanın etkilerine yönelik bilinçli sağırlığına rağmen bir çok haber duymaya devam edeceğiz, ta ki biz o göçmenlerden biri oluncaya dek.

Her Ezilen Potansiyel Bir Göçmendir

Rakamlar ve hikayeler ürkütücü, sonu kesinlikle iyi bitmeyen bir kara ütopyanın içine girmiş gözüküyoruz. Gerçek şu ki, bahsi geçen iklim mültecilerinin çok büyük çoğunluğu yoksul kaldı. İklim yüzünden göç eden zenginlerin “mülteci” olmak gibi bir zorunluluğu olmadığını, varlıklarıyla dünyada rahatlıkla seyahat edebileceklerini de biliyoruz.

Üzerinde köle gibi çalıştığı toprak sular altında kalınca, çalıştığı fabrikadaki insanlar salgın hastalıklardan teker teker ölmeye başlayınca, bahsi geçen nedenlerle küçük işletmeler birer birer kapanmaya başlayınca biz ezilenlerin daha yaşanılabilir yerlere doğru yola çıkmaktan başka çaresi kalmayacaktır.

Öte yandan, ayrıcalıklarıyla, sanayileriyle, varlıklarıyla dünyanın bu hale gelmesine neden olanlar bizlerin karşısına her gün daha güçlü duvarlarla çıkmaya devam edecekler.

Görünen o ki, önümüzdeki günlerde bizleri uzun soluklu ve çetin bir savaş bekliyor. Fakat bu savaş kimilerinin dediği gibi insan ile doğanın savaşı değil, tüm yaşam için duvarları aşmaya çalışanlar ile duvarları güçlendirmeye çalışanlar arasında yaşanacak.

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Göçün Yeni Yol Haritası İklim Değişiklikleri – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/13/gocun-yeni-yol-haritasi-iklim-degisiklikleri-ozgur-erdogan/feed/ 0