The post Orta Amerika ve Karayipler Anarşist Federasyonu’nun Bildirisi: MADUROLAŞMA appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi olarak, Orta Amerika ve Karayipler Anarşist Federasyonu’nun 13 Haziran tarihli değerlendirme metnini sizlerle paylaşıyoruz. Metin, Venezuela’da olanları farklı bir gözle değerlendirmek adına önem taşıyor.
Chavezizm’in Neoliberal ve Militarist “Madurolaşması”
Venezuela’da yaşananlar, komşu topraklarda yaşayan anarşistler olarak bize, uzak ya da ilgisiz görünmüyor. Bağımlı ekonomilerimiz, Venezuela ile yapılan PetroCaribe anlaşmaları sayesinde yirmi yıldır cömert sübvansiyonlar alıyor. Bu nedenle Karayipler bölgesinde neredeyse tüm devletler ve sivil toplum aktörleri, Nicolas Maduro hükümetinin neo-liberal, otoriter ve militarist baskısının zirveye ulaştığı şu anda sessizliğe gömülü.
Toplumlarımız için bu sözleşmelerin değerini inkar etmeyeceğiz, ancak bunların üzerine kurulu olduğu büyük çelişkilere gözümüzü kapayamayız. Bolivarcı devrimin uluslararası yansımalarını, ALBA-TCP gibi anlaşmalarla geliştirilen hizmetlerin faydalarını görmezden gelmiyoruz. Ama biz sadece bölgesel birliğin destekçileri ya da anti-emperyalistler değiliz; aynı zamanda anti-otoriter, anti-kapitalist, anarşist, proleterleriz ve halkın parçasıyız. Bu yüzden petrolle satın alınan sessizliğin suç ortağı olmayacağız.
“Elverişli nesnel koşullar” beklemeyen, “hikayenin sonu” laflarını ciddiye almayan ve 1989’da El Caracazo’yu, neoliberal politikalara karşı dünyadaki ilk büyük halk isyanını gerçekleştiren isimsiz Venezüella halkına benziyoruz ve onları anlıyoruz.
1990’lı yılların başında, (Hugo Chavez’i 1998’de başkanlığa taşıyan parti olan) Beşinci Cumhuriyet Hareketi politik temsil piyasasına girdi ve özörgütlü kitlelere övgüler dizdiler. Ancak bugün aynı kitleler, Chavezizmin ideal olgunluğuna ulaştığı neo-liberal, militarist ve baskıcı sistem tarafından “terörist”, “suçlu” ve “aşırı sağcılar” gibi ifadelerle itibarsızlaştırılıyor — iktidara gelen bütün profesyonel devrimci siyasetçiler tarafından kullanılan ve geçirdikleri korkunç mutasyonu gizlemeye çalışan suçlamalar.
23 Ocak’ta El Valle, Coche, 5 Temuz Caracas, Petare protestolarını örgütleyenlerleyiz; Valencia’nın güney bölgesindeki işçi mahallelerindeki genel isyanın yanındayız. Kalplerimiz, işgallerde ve süpermarketlerin çaldıklarının geri alınmasında, Venezuella’da bizimle aynı mücadele perspektifinde olan yoldaşlarımızın tanıklık ettiği, La Isabelica, San Blas, Los Cedros, los Guayos, Tocuyito, Estado Carabobo’da polisle girilen şiddetli çatışmalarda ve Tacira, Mérida, Maracaibo eyaletlerindeki tekrarlarında.
Otoriter ve katil devletin en önemli destekçisi Bolivarcı Ulusal Polisin, Bolivarcı Ulusal Muhafızların ve Bolivarcı İstihbarat Servisi’nin karşısındayız. 90’lı yılların sahici toplumsal hareketlerinin, Chavezci militarizm ve bürokrasi eliyle bozularak, Zamora Planı ile yaratılan paramiliter “kolektiflerin” karşısındayız. Krizden çıkış adı altında, ezenlerin yerine yenilerini zorla getirmek amacıyla politik makineler arasındaki kutuplaşmayı körükleyen, muhalefet politikacılarına ait medya şiddetinin karşısındayız.
Terörist denilerek, avukatsız askeri mahkemelere ve kalabalık hapishanelere gönderilen binlerce tutsağın yanındayız. Bolivarcı 1999 Anayasasına göre, askeri yargı askeri nitelikteki suçlarla sınırlı, ama bunlar sadece kağıt üzerinde kaldı.
Çoğu genç, yiten onlarca insanın ailelerinin ve binlerce yaralının yanındayız. Farklı barrioların caddeleri ve sokaklarında öz-savunma gruplarını örgütleyen öğrenci gençlerin ve bölge halklarının yanındayız. Maracay’da, “Durum ne de olsa bir hükümet değişikliği ile çözülemez” çünkü, “Ne MUD ne PSUV – Alttakileriz, yukarıdakiler için geliyoruz” pankartı açan gençlerin yanındayız.
Chavezizm’in Anti-Emperyalist İncir Yaprağı
Chavezci medyanın anti-emperyalizmi, garabet bir incir yaprağı gibi şu somut gerçekleri örtmeye çalışıyor: Enerji ve mega madencilik sektörlerinin büyük akbabaları (Chevron, Schlumberger, Halliburton ve Barrick Gold), Venezuela’da 40 yıllık yağlı ihaleleri zaten aldılar ve bu sayede yeni Anayasanın tasarımında söz sahibi olacaklar. Başkan Nicolas Maduro, “arkadaş” ve “yoldaş” dediği Trump’ın eleştirilmesini engellemek için kitlesel medyasına talimat verdi. Maduro, yeni Yanki yönetimiyle diyalog köprüsü kurmak için, devlet şirketi olan Citgo aracılığıyla yarım milyon dolar hibe etti. … “Suudi Venezuela” krizi, bu sefer Bolivarcı yüzüyle geliyor ve peşinden sürükledikleri açlık, toplumsal parçalanma, özerk geçim sağlamanın imkânsızlığı, milyonlarca insan için varoluşsal kaos ve ezilenlerin arasında şiddet. Ve tüm bunlara neden olan, milliyetçi petrol takıntısı (“bir güç olarak Venezuela”), politik kayırmacılık, kurtarıcı komutan/önder sevicilik ve güç piramidin tepesinden büyü yapabilen beyazlardan oluşan şoven bir kültün bileşimi. Bu kült her zaman, ezilenler arasında toplumsal dayanışmanın, bir arada kardeşçe yaşamanın ve şenliğin önünde bir engel olmuştur.
Ezilenler Arasında Barış, Ezenlere Karşı Toplumsal Mücadele
Kurucu Meclis, halklarımızı etkileyen ciddi, derin sosyal, kültürel ve psikolojik sorunlara çözüm olmayacaktır. … Şiddet karşıtı ideologların ve pasifizme tapanların görmek istemediği şeyler: Ezilenlerin arasında barışı sağlayan, ezenler ve suç ortaklarına karşı sürekli toplumsal mücadeleyi mümkün kılan; özgür bir yaşam için verdiğimiz mücadelede kimin düşman, kimin dost olduğunu anlayacağımız, deneyime dayalı, entelektüel bir kavrayışın pratik imkanı.
Yakın gelecekte Venezuela’da iktidara gelecek olanların, Chavezci ya da Anti-Chavezci, 1989’da IMF talimatıyla Carlos Andrés Pérez hükümetinin “ekonomik paket” reformunu yapmaktan başka seçeneği olmayacak. Bu seçenek, tahakkümün maliyetini azaltarak devleti ayakta tutmanın kanıtlanmış formülüdür: Yolsuzluk piramidi, otoriterlik, militarizm ve ezilenlere baskıdan oluşan, devletin tanıdık yüzü. Venezuela’nın ardından, bölgelerimizdeki hükümetler de, farklı ritim ve dinamiklerle de olsa aynı yolu izleyecekler. Venezüella’da hangi hükümet görev alırsa alsın, ona destek vermek, yoldaşlarımıza ve kendimize ihanet olurdu.
Ne PSUV ne MUD: Mahalli, emekçi ve toplumsal örgütlenme!
Mücadele devam ediyor!
Çeviri: Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Orta Amerika ve Karayipler Anarşist Federasyonu’nun Bildirisi: MADUROLAŞMA appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referanduma Dair Yayınlanan 3. Bildirisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>REFERANDUMA DAİR 3:
EKMEK İÇİN KAVGAYA, ADALET VE ÖZGÜRLÜK İÇİN DEVRİME!
Trafikte sıkıştın, işe geç kaldın, izin almadan işe geç kalmak yasak. Uyarırlar, maaşından yarım gün kesinti yaparlar. Mola hakkın, çıkmak istedin; izin almadan molaya çıkmak yasak. Arkadaşın, dostun, akraban geldi; gidip konuşmak yasak. Telefon çaldı, telefonla konuşmak yasak. Maaşını kesintili aldın, kesintiyi sormak yasak. Hakkın çalındı, direnmek yasak. Senin gibi işçilerin 1886’da başlattığı kavga senin günün olmuş, o gün Taksim Meydanı yasak. Taksim Meydanı; çünkü senin gibi işçiler 1977’de milyonlar olup doldurmuşlar bu meydanı. Korkan iktidarlar 34 işçiyi katletmiş, senin gününde seni katletmişler. Ondan yaşadığımız toprakların 1 Mayıs Meydanı TAKSİM MEYDANI olmuş.
Bir başka meydanda, 1886’da Haymarket Meydanı’nda başlamış bu kavga. Anarşist işçilerin örgütlediği on binler, yüz binler Haymarket Meydanı’nı GÜNDE SEKİZ SAAT ÇALIŞMAK için doldurmuşlar. Meydan tıka basa dolmuş, işçilerin sesi gür, öyle haykırmışlar ki günde sekiz saati patronlar korkmuş, kolluk kuvvetleriyle saldırmışlar bize. Yaralanmışız, ölmüşüz o gün. Korkaklara yetmemiş bu katliam. Mitingi örgütleyen anarşistleri aramışlar atölye atölye, fabrika fabrika. Yaklaşık iki sene sonra yargılamışlar bir çoğunu ve asmışlar 4’ünü. İşte 1 Mayıs’ın kavgası böyle başlamış tarihte.
1886’dan 1977’e her yasağa, her yasağın cezasına rağmen örgütlenen işçiler, günde sekiz saat kavgasının şiarıyla daha adil, daha özgür, paylaşma ve dayanışmayla dolu bir dünya için çıkmışlar meydanlara. Mesele meydanın adı değil. İçinde bulunduğun zamanda, o meydanın adının anlamının ne olduğudur. Son seçim safsatasında herkesi “Hayır” demeye çağıranların, şimdi “Taksim Yasak Bakırköy’e” diyen iktidara Evet demesi, olsa olsa parlamenter bir stratejidir. Biz DEVRİMCİ ANARŞİST FAALİYET olarak Parlamenterlerle devrimcilerin ayrışması gerektiğini, Referanduma Dair 2. bildiri ile yayınlamıştık. Şimdi bu ayrışma başlamıştır.
Bir oy olan Hayır değil; bir reddediş, bir karşı koyuş, bir özgürlük, bir devrim olan HAYIR’ı haykırmak için herkesi 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’na çağırıyoruz.
Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Anarşizm!
Anarşist Devrime Faaliyetle!
Devrimci Anarşist Faaliyet
Bu yazı meydan1.org’da yayınlanmıştır.
The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referanduma Dair Yayınlanan 3. Bildirisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Suriye Savaşı’nın 7. Yılı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız coğrafya da dahil olmak üzere geniş coğrafyaları etkisi altına alan Suriye Savaşı 7.yılına girdi. Suriye’de halen süren savaşın hazırlayıcı süreci, 2010 sonlarında Tunus’ta başlayan ve “Arap Baharı” olarak adlandırılan eylemlerdi. Eylemler 2011 başlarında önce Mısır’a yayılmış, 30 yıllık Hüsnü Mübarek iktidarı devrilmişti. Ortadoğu’nun ve Arap coğrafyasının önemli bir kısmını etkisi altına alan gösteriler 15 Mart 2011’de kalabalık eylemler şeklinde Suriye’de de kendisini göstermeye başladı.
Suriye’de ilk protestolar ocak ayı sonlarında başlasa da bunlar basında fazla yer bulmadı. Oysa bu ilk protestolardan birinde 26 Ocak’ta Hasan Ali Akleh adlı kişi tıpkı Tunus’ta Muhammed Bouazizi’nin yaptığı gibi kendini yakmış ve yaşamını yitirmişti. Şubat ayı boyunca 15-20 kişilik katılımlarla süren eylemlere sosyal medya üzerinden yapılan çağrılarda da katılım bu sayıları aşmadı.
Mart ayına gelindiğinde, ülkede beklenen ayaklanma Suriye Devleti’nce kimlikleri tanınmayan Kürt bölgelerinde ya da yine Suriye Devleti’nin katliamlar yaptığı Sünnilerin yaşadığı yerlerde değil, Ürdün sınırına yakın Dera’da başladı. 6 Mart’ta duvarlara “Halk Rejim’in Yıkılmasını İstiyor” yazan, yaşları 9-14 arası değişen 13 çocuk gözaltına alındı. Önceleri, gözaltına alınan bu çocuklarla ilgili olarak 15 Mart’ta başlayan “reform talepli” eylemler günümüze, devletlerin ve onlar tarafından üretilmiş terörizminin dahil olduğu bölgesel bir savaşa evrilirken, kronolojik olarak şu tarihsel kesitleri içeriyor:
18 Temmuz 2012 Şam’da Güvenlik Toplantısına Saldırı
Şam’ın merkezindeki, Ulusal Güvenlik Toplantısı’nın olduğu binada gerçekleşen bombalı saldırıyı ÖSO üstlendi. Başkanlık Sarayı’na 150 metre mesafedeki binaya, toplantı sırasında yapılan saldırıda Suriye Savunma Bakanı Davud Raciha ve yardımcısı, İçişleri Bakanı Muhammed İbrahim El-Şeher ve yardımcısıyla Rejim’in istihbarat birimi El-Muhaberat’ın üst düzey sorumluları öldü. İntihar eylemcisinin içeriden ÖSO adına çalışan bir bakan koruması olduğu, Beşar Esad’ın saldırı sırasında binada olduğu açıklandı.
Şam saldırısı, TC-Katar-Suud ittifakının Suriye’de yürüttüğü vekalet savaşını yükseltmesine neden oldu. Bu olay sonrası Suriye’deki savaşta bu ittifakın desteklediği cihatçı çetelerin yürüttüğü savaş Suriye sınırlarını da aşan, farklı devletlerin de müdahil bölgesel bir savaş ve terörizme evrildi.
19 Temmuz 2012 Rojava Devrimi
Rojava’da 2012 başlarından itibaren kurulan Halk Meclisleri fiilen yönetimi sürdürüyordu. 19 Temmuz 2012’de Kobanê Halk Meclisi bu modelin tüm Rojava’ya yayılacağının ilk işaretini verdi. Diğer taraftan ise tam bir yıl önce kurulan öz savunma örgütlenmesi YPG Rojava’da yaşayan halkların, süren çatışmalardan etkilenmemesini sağlamaya çalışıyordu.
2013 Ağustos Doğu Guta Katliamı
21 Ağustos 2013’te Şam’ın Doğu Guta bölgesinde sivillere yönelik, sarin gazıyla yapılan kimyasal saldırıda 1000’i aşkın sivil yaşamını yitirdi. Saldırının yapıldığı bölgenin muhaliflerin kontrolünde olması, gözleri Esad Rejimi’ne çevirdi. Ancak bu iddia kanıtlanamadı. Katliam sonrası TC ve Suudi Arabistan, katliamı gerekçe göstererek ABD’ye müdahale çağrısı yaptı. Ancak Rusya’nın, Suriye’nin kimyasal silah envanterini açacağını garanti etmesi üzerine ABD geri adım attı. Katliamdan 8 ay sonra gazeteci Seymour Hersh sarin gazi saldırısında TC’nin rolü üzerine, laboratuar bulgularının olduğu bir makale yayınladı.
Doğu Guta Katliamı ABD’nin Suriye’de rejim değişikliği politikasından da vazgeçtiğinin ilk işareti oldu.
15 Ocak 2014 Rakka’nın IŞİD’in Eline Geçmesi
Yaklaşık 2 hafta süren çatışmalar sonrası Nusra ve ÖSO’dan, Suriye’nin 6. büyük kenti Rakka IŞİD’in eline geçti. Bu tarihten itibaren savaşta adını en çok duyacağımız cihatçı çete, Rakka’yı, ileride gerçekleştireceği katliamlar için askeri ve lojistik üs haline getirdi. Rakka ile birlikte ilk kez bir kent cihatçıların eline geçerken, aynı yılın Haziran ayında IŞİD bu kez Irak’ta Musul’u işgal etti. 2014 Ağustos’unda ise ABD öncülüğünde 18 devlet tarafından IŞİD Karşıtı Koalisyon oluşturuldu.
Eylül-Ekim 2014: Kobanê Kuşatması ve Direnişi
Kobanê Kantonu’na yönelik Ağustos’ta başlayan IŞİD saldırıları Eylül’de kuşatmaya dönüştü. Rakka ve TC sınırındaki Cerablus üzerinden saldırılarını yoğunlaştıran IŞİD, Ekim başında Kobané’nin, merkezi hariç önemli kısmını işgal etmişti. IŞİD saldırılarına karşı Bakur Kürdistan’ın ve TC metropollerinin bazılarında gerçekleşen dayanışma eylemlerinde 50’den fazla insan kolluk güçlerince katledildi. Bu katliam ve direniş, Suriye Savaşı’ndaki bazı dinamiklerin farklı coğrafyalara etkisiydi. Bu etkiler, ileriki süreçte yine IŞİD terörü üzerinden Suruç ve 10 Ekim Ankara katliamlarıyla kendini gösterecekti. Devletlerin üretilmiş şiddeti IŞİD ve ona karşı direnen Rojava öz savunma güçlerinin direnişi, Suriye Savaşı’nın farklı dinamikleri içerdiğinin kanıtı oldu. Kobanê’deki IŞİD kuşatması, YPG/YPJ güçlerince 25 Ocak 2015’te tamamen kırıldı.
20 Mayıs 2015 Antik Kent Palmira IŞİD’in Eline Geçti
Suriye’deki 2000 yıllık antik kent Palmira IŞİD’in eline geçti. Savaşın ilerleyen süreçlerinde Rejim ile IŞİD arasında iki kez daha el değiştiren Palmira’yla, ilk kez bir bölge, direkt Rejim’den IŞİD’in eline geçti. Palmira’da, daha önce Musul’da yaptığı gibi tarihi eserleri yıkan IŞİD, 2014 Haziran’ında değiştirdiği ismiyle “İslam Devleti” adına uygun davranarak artık bir devlet olduğunun izlenimlerini veriyordu.
Halep’te Büyük Kaybeden:TC
Aralık ayı boyunca Halep’e yönelik saldırılarını yoğunlaştıran İran-Rejim-Rusya ittifakı ayın sonunda kenti cihatçılardan tamamen aldı. Halep’te yaşanan bu sonuç,Rejim tarafından bir zafer olduğu kadar, Suriye Savaşı’ndaki politikaları resmen çöken TC açısından da hezimetti.Bu hezimetin en somut göstergesi ise savaş boyunca sınırlarını da kullanarak kente cihatçıları yerleştiren TC’nin, Rusya ile olan “rehine politikası” nedeniyle, bizzat kendi eliyle bu çeteleri Halep’ten çıkarmasıydı.
30 Eylül 2015 Rusya, Suriye Savaşına Dahil Oldu
Rusya’nın deniz ve kara üsleriyle savaşa dahil olması savaşı, Fetih Ordusu saldırıları karşısında zor durumda kalan Rejim lehine değiştirdi. Bu süreçten sonra savaşta dengeler, Rusya, Suriye ve bu ittifaka Halep’teki savaşla daha belirgin dahil olan İran’a döndü.
19 Aralık 2016: Düşen Bir Uçaktan Fazlası
1950’den bu yana, Soğuk Savaş dahil ilke kez bir NATO devletinin düşürdüğü uçak olayı TC’nin, bu süreçten itibaren önce Rusya ile gerilim, ilerleyen süreçte gelen özür ve 2016 Aralık’ında öldürülen Rus elçisiyle, Suriye politikasının Rusya’ya rehin olması sonucunu doğurdu. TC, ilerleyen süreçte başlatılan ve bitirilen Fırat Kalkanı dahil Suriye’de Rusya’ya icazetli bir politika izlemek zorunda kaldı.
ABD ve Rusya’nın Düşürdüğü Kalkan:Fırat
Osmanlı’nın 500 yıl önceki Suriye işgaline atfen başlatılan Fırat Kalkanı, 29 Mart 2017’de bitirilmek zorunda kaldı. Fırat Kalkanı’nın, ABD’nin de bir safhasına destek verip, sonra desteğini çekmesi ve 9 Ağustos’ta yapılan Putin-Erdoğan zirvesi sonrası başlatılması işgale Rusya’dan ve ABD’den verilen şartlı izne dair somut göstergelerdi. IŞİD’e karşı askeri, YPG’ye karşı siyasi hedefleri olan Fırat Kalkanı, IŞİD’e karşı amaçlanan (TC sınırından uzaklaştırılması) hedefine ulaşması ve El-Bab sonrası IŞİD ile cephenin kalmaması sonucu bitirildi.
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 38. sayısında yayınlanmıştır.
The post Suriye Savaşı’nın 7. Yılı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referanduma Dair Yayınlanan 2. Bildirisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaklaşık son üç seçimdir, seçmen sayısının altıda biri seçimlere katılmıyor. Bu da bize referanduma katılacak yaklaşık 60.000.000 seçmenden 10.000.000’unun oy kullanmayacağını gösteriyor. 50.000.000 seçmenin 25.000.001 seçmeni ya evet ya da hayır oyu kullanacak. Bu 1 seçmenlik fark ile 24.999.999 seçmen kaybetmiş olacak. İşte bu sistemde kazanmak da kaybetmek de bu kadar kolay.
Araştırma şirketleri evet ve hayır arasındaki farkın %1’den hatta %0,5 puandan bile az olduğunu söylüyor. 16 Nisan’da yarım puanlık farkla kim kazanacak, kim kaybedecek?
Kim kazanırsa, kim kaybederse;
Evetçiler kaybetme ihtimalini düşünmüyor. Evetçiler iktidar olmanın rahatlığını yaşıyor. Sokak ve meydan propagandasında üstünlüğüne güveniyor; çünkü bu üstünlüğü kendileri yaratıyor. Hayır kampanyalarını yerellerde militan partizanlarıyla, genelde ise zabıta ve polisiyle yani kolluk kuvvetleriyle engelliyor. Yandaş medyasında çocuk programından magazin programına, dizi filminden sinema filmine, haberlerden tartışma – yorum programlarına evet propagandası yapılırken; karşıt medyada çekingen evet eleştirilerine paralel hayır da çekinilerek övülüyor. Evetçiler, kampanya süresince kurdukları bu “adaletsiz” uygulamaların yarattığı rahatlıktan öte seçim günü “olağanüstü” uygulamalarla oyları, sandıkları ve seçim sonuçlarını “koruyacağını” da biliyor.
Evetçiler için en olumsuz sonuçta bile iç ya da dış bir savaşı başlatarak ya da süren bir savaşı yükselterek yeni bir referandum yapabilecek olmanın rahatlığı da var. İstediği milletvekili sayısını almadığı için 7 Haziran seçimlerinin yerine 1 Kasım seçimlerini yapan ve istediğini alan AKP, bu tekrarlama tekniğini deneyimlemişti.
Evetçiler kaybederlerse;
Evetçiler tüm bu “ne olursa olsun kaybetmeme” ihtimallerine rağmen yine de kaybederlerse, moral motivasyon olarak kaybetmiş olurlar. Bu kaybediş kendi kitlesindeki meşruluğunu da kaybetmesidir ve bu evetçilerin sonudur.
Hayır kazanırsa, muhalefet yazdığımız “kaybetse de kaybetmeme” hamlesini oynatmamak için çeşitli manevralar yapacaktır. Erken seçimleri gündem ederek, seçimler sürecinde benzer bir kazanım yaşamak isteyecektir. Moral motivasyon üstünlüğünü kazanan muhalefet bunu sokaktan meydanlara ve meclise taşıyarak üstünlüğü kaybetmemeye çalışacaktır.
Hayırcılar kaybetme ihtimalini düşünüyorlar, çünkü alışkınlar. Bu alışkanlık içinde bir kaybetme tahammülsüzlüğü de taşıyor. Olağanüstü bir süreçte şekillenen kampanya süresince yaşanan adaletsizlikler ve seçim günü yaşanacak adaletsizlikler, bu tahammülsüzlüğü artıracaktır. Böylesi tahammülsüzlükler ya toplumsal bir isyanla ya da toplumsal bir sinmeyle sonuçlanır. Bunu, evetçilerin bu sonuçları beklediklerini alakalı alakasız kişilerin “Şöyle yaparız böyle yaparız, kılıçtan geçiririz… Şeriata uygun, uygun değil” gibi demeçlerinden anlıyoruz. Aslında OHAL’le sindirdikleri toplumdan bir isyan beklemiyorlar olsa da, olasılıklar içinde isyan da var. Özellikle OHAL’le sinmiş bu toplumun, 16 Nisan’da katılacağı referandumun muhalefet tarafından var olma var olmamaya indirgenmiş olması, olası kaybetme ihtimalinde iktidarca istenilen sinmenin etkisini yükseltecektir. Sinme, kimliksel bazı karşı koyuşlarla kırılmak istenecek; Kürt ve Alevi halklarının ve devrimcilerin senelerce süren OHAL deneyimleri, OHAL’lere rağmen karşı koyuş refleksleri, artan sinme etkisini belki azaltacaktır. Ama bu süreçte bu karşı koyuşun yeterli olup olamayacağı tartışmalıdır.
Kaybetmemek için, Kazanmak için;
Parlamento içindeki muhalefet için kazanmak ve kaybetmenin tek bir anlamı vardır. Bu da seçimleri kaybetmek ya da kazanmaktır. Parlamenter muhalefetin amacı budur. Referandumun genel ya da yerel seçimlerden ayrıymış gibi anlaşılması bir yanılgıdır. Çünkü bu referandumda da olduğu gibi her referandumda, taraflar diğer seçimlerin taraflarıdır. Parlamenter muhalefetin her seçimi topluma, toplumdaki kendi seçmenine var olma var olmama ikileminde sunması olağandır. Olağan olmayan, devrimci muhalefetin bu “var olma-olmama” ikilemini topluma sunmasıdır. İddiası devrim olan devrimci kurum ve bireylerin böylesi bir ikilemi bir kampanya aracı olarak kullanması, aracın amaca dönüştürülmesi tartışmasıdır. Araç amaç tartışmasında neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamak içinse, seçim süresince seçim gündemlerinden çok sosyalizm propagandasının yapılıp yapılmadığını incelemek gerekir. Salt sosyalizm propagandası yapmayan sosyalist örgütlenmeler ise parlamento içinde “koltuk kapmaya” çalışmakla suçlanırlar. Tarihte bu tartışma sosyalist örgütlenmelerde demokrat ve devrimci sıfatlarının yanı sıra seviyeli seviyesiz sıfatların kullanımıyla aşılmıştır.
Anarşizm içinse böylesi tartışmalar olmamıştır. Anarşistler ilkesel olarak iktidarlı ilişkiler kurmazlar. Bir başkasının, toplumun, yönetimin otoriter davranışına karşı koymak, bir başkasına otoriter davranmamakla başlayacaktır. Otoriter ilişkileri yıkıp özgür ilişkiler yaratmaksa bir başka anarşist ilkedir. Toplumun yönetimsel ilişkilerinde yöneten yönetilen sıfatlarına karşı koyuş, bireyin iradesini bir başka bireye ya da topluluğa tesliminin reddedişi, her anarşist için bir amaçtır. Ve bu reddedişin politik karşılığı seçimlere katılmamaktır. Yani ilkesel bir reddediştir seçimlere katılmamak. Anarşistler seçimleri sosyalistler gibi bir araç olarak kullanamazlar. Böylesi bir kullanım özgürlükçü ilişkiler yaratmak için yıkması gerektiği otoriteyi bir araç olarak kullanmasına denktir. Anarşistler için ilke tartışmasız dogmalara değil, tartışabilir deneyimlere dayanan düşüncedir.
Amacı koltuğu kapmak olan parlamenter muhalefetle sosyalist muhalefet arasında iktidarı kazanmak açısından bir benzerlik vardır. Anarşistler ise iktidarı kazanmak değil; iktidarsız bir dünyayı yaratmak için iktidarı yıkmayı isterler. Kazanmak ve kaybetmek gitgeli içinde “16 Nisan Referandumu” şimdi tüm taraflarınca topluma var olmak var olmamak şiarıyla sunuluyor. Yaklaşık 15 yıldır, adalet ve özgürlük için toplumun örgütlenmesi, AKP karşıtlığıyla şekillendiriliyor. Her seçim sürecinde yeniden yükselen sonra düşüş yaşayan toplumsal muhalefetin geçirdiği en olumlu günler, Taksim İsyanı günleriydi. Bu günlerin öncesindeyse yasaklanan 1 Mayıs’lar, 8 Mart’lar, Newrozlar, ekoloji direnişleri, tersane ve fabrika direnişleri, birer birer örgütlenen lise ve üniversite eylemlerinin ayrı ayrı önemi vardı. Rojava’da stratejik önemi olan Kobanê sürecinin değeri ise en az Taksim kadardı. Bütün bu süreçlerde kurumlarla kurulan devrimci dayanışmalarda; parçası olduğumuz platformlarda; açıklamaların, eylemlerin, direnişlerin, isyanların AKP karşıtlığına sıkıştırılmamasını savunuyor, tartışıyorduk. Savunumuz, toplumumuzun yaşadığı haksızlıkların ve tutsaklıkların kaynağı olan ezen ezilen çelişkisinin AKP karşıtlığıyla yadsınmasıydı. Popülarite merkezli, niceliğin önemsendiği dolayısıyla niteliğin önemsenmediği bir muhalefet yapısıydı bu. Bu demokrat devrimci muhalefet yapısı, her seçimde yaptığı gibi, parlamenter muhalefetle beraber yine AKP karşıtlığı yapıyor. Referandum sürecinde de bu denklemin ortaya çıkardığı bir “var olmak ve olmamak” ikilemindeyiz. Bu muhalefet belki de bu referandumda kazanacak. Ama bu kazanım ezen ezilen çelişkisinde ezilen halkların, işçilerin, kadınların, LGBTİ’lerin, gençlerin, derenin, ağacın, hayvanın kazanımı olmayacak. Ezilenler için kazanmak, bir seçimin kazanılması olamaz.
Şimdi 25.000.001 seçmenin kullanacağı oy, anayasa değişikliği için yapılan referandumda kazanacak. Ve 24.999.999 seçmenin kullanacağı oy kaybedecek.
Şimdi sayısal bir soru sormalıyız kendimize; %50’nin üzeri hep kazanır mı? 60.000.000 seçmenin 10.000.000’u değil de 35.000.000’u referanduma katılmasaydı, referanduma katılan 25.000.000’un tamamı evet oyu vermiş olsaydı, “evet” %100 ile kazanmış olacaktı. Bu referanduma katılma oranlarıyla, “evet”in kazanması meşru olur muydu?
Adaleti ve özgürlüğü kaybetmemek devrimi kazanmak için; seçimin 1 sayısı değil, devrimin bir bireyi olmak için; Yaşasın Devrim Yaşasın Anarşizm.
Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referanduma Dair Yayınlanan İkinci Bildirisi
The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referanduma Dair Yayınlanan 2. Bildirisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ”EYLEMDE ANARŞiZM” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ekmek Zammına Karşı Genel Grevler
1897 yılında İtalya’da buğday üretiminin kısıtlı olmasının yanında, İspanya-Amerika Savaşı sebebiyle İtalya’ya, Amerika’dan buğday getirilemiyordu. Özellikle bu iki etken, İtalya devletinin 1898 yılında ekmeğe zam yapmasına zemin hazırladı.
Ocak ayında getirilen ekmek zammına karşı anarşistler, 18 Ocak tarihinde Ancône’de iki günlük bir genel grev örgütledi. Grevin ardından ekmek zammının bir kısmı geri çekilmek zorunda kaldı. Grevin ikinci gününün sonunda, ordu tüm şehri abluka altına aldı; Errico Malatesta ve Luigi Fabbri “gizli kararla” tutuklandı.
Bu gelişmelerin ardından, anarşistler tarafından örgütlenen eylemler, bütün bir yıl boyunca aralıklarla sürdü. Bu eylemlerden en bilineni ise; büyük bir katliam olarak tarihe kazındı. 6-10 Mayıs 1898 tarihlerinde Milan’da, işçilerin Pirelli fabrikasında örgütlediği greve General Bava-Beccaris’in emriyle bir saldırı düzenlendi. Düzenlenen saldırıda grevdeki 400 işçi katledildi.
İspanya Bölgesi Tarım İşçileri Birliği Eylemleri
1891 yılının Aralık ayında Endülüs bölgesinde, İspanya Bölgesi Tarım İşçileri Birliği’nin ilk kongresi toplanmış; kongreden sonra 65 anarşist işçi tutuklanmıştı.
İşçilerin tutuklanmasından sonra, 8 Ocak tarihinde toplam sekiz farklı bölgeden gelen ve Jerez’de buluşan anarşist tarım işçileri, Kara El(La Mano Negra) isimli örgütle birlikte “Yaşasın Toplumsal Devrim” (Viva la révolution sociale) sloganıyla bir eylem düzenledi. Gerçekleştirilen eylemde, tutuklanan yoldaşları için cezaevine doğru yürümeye başlayan anarşist işçilerin önü askerler tarafından kesildi ve komutan, askerlerin işçilere ateş açmasını emretti. Askerler, düzenlenen yürüyüş içerisinde yer alan Antonio Gonzalez Macias’ın yaptığı propagandadan etkilenerek geri çekildiler. Ancak, farklı bölgelerden getirilen acil birliklerle tüm şehir abluka altına alındı ve anarşist işçilere yönelik büyük bir saldırı düzenlendi. Saldırı sırasında gözaltına alınan 4 anarşist işçi, Kara El örgütüne dahil oldukları gerekçesiyle, 10 Şubat tarihinde idam edildi.
Zorla Asker Edilmeye Karşı Anarşist İşçilerin İsyanı
İspanya Kralı 13. Alfonso, 1909 yılının yazında, Barselona’daki işçilerin 2. Rif Savaşı’nda Afrika topraklarında yedek askeri birlik olmasına dair bir karar çıkartmıştı. Kralın aldığı bu karar üzerine Barselona’da bulunan ve CNT’nin yayın organlarından biri olan Solidaridad Obrera (İşçi Dayanışması), işçilerin zorla asker edilmek istenmesine karşı bir grev çalışması başlattı. İşçilerin askere gitmeyip bu savaşın bir parçası olmayacaklarına dair yapılan açıklamayla, Solidaridad Obrera, 25 Temmuz 1909 tarihinde genel grev çağrısı yaptı. Ancak ordu, Barselona merkezinde eylem yapan grevdeki işçilere yönelik bir saldırı gerçekleştirdi ve üzerlerine ateş açtı. İşçiler Las Ramblas sokaklarında barikat kurarak direnişe geçti. İşçilerin örgütledikleri bu direnişin ardından ordu içerisinde yer alan ve çoğu işçi kökenli olan birçok asker, direnişteki işçilere karşı silah kullanmayı reddederek ordudan ayrıldı. 13. Alfonso ise, askerlerin ordudan ayrılmasına karşı Barselona’da sıkı yönetim ilan ederek Valensiya, Pamplona ve Burgos’ta yeni birlikler getirdi.
Getirilen yeni birliklere karşı 1 hafta boyunca süren direnişte, 150 işçi askerler tarafından katledildi; içlerinde Francisco Ferrer’in de bulunduğu 5 kişi idam edildi.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.
The post ”EYLEMDE ANARŞiZM” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Anarşist Yayınlar Dizisi (9) – İsveç’te Anarşist Yayınlar”- Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşist Yayınlar başlıklı yazı dizimizin dokuzuncu bölümünde, küçük bir Kuzey Avrupa ülkesi olan İsveç’teki anarşist yayınları inceleyeceğiz.
1860’lı yıllarda İsveç’te filizlenmeye başlayan anarşizmin varlığına ilk kez Bakunin’in yapıtlarında rastlıyoruz. Hollanda ve Almanya örneklerinde olduğu gibi İsveç’te de sendikal mücadelenin ön planda olduğu bir mücadele söz konusu.
1880’li yılların başında, işçi hareketinde propaganda faaliyetleri yürüten anarşistlerle birlikte, İsveç’te anarşist fikirler duyulmaya başlamıştır. 1909’a kadar farklı sendikalarda ve örgütlenmelerde yer alan anarşistler, 1910 yılında ise Sveriges Arbetares Central (SAC) isimli sendika çatısı altında birleşmiştir. Günümüzde hala aktif olan bu sendika, kurulduğu yıllarda 500 üyesiyle küçük bir sendika gibi görünse de; 14 yıllık sabırlı bir mücadelenin sonucunda, üye sayısını 37.000’e kadar çıkarmıştır. Özellikle inşaat işçileri, maden işçileri ve keresteciler arasında doğrudan eylemin gücüyle hızla örgütlenen SAC; İsveç topraklarındaki işçi mücadelesine grevin yanı sıra iş yavaşlatma, kalitesiz üretim ve ağır tempoyla çalışma gibi yöntemler kazandırmıştır. SAC’ın hazırladığı ve Stockholm’de basılan Arbetaren (İşçi) isimli gazete de işçi mücadelesi içerisinde oldukça etkili olmuştur.
İspanya Devrimi’nin başlamasıyla birlikte İsveç’te mücadele eden birçok anarşist, FAI saflarında devrimi savunmak üzere İspanya’ya gitmiş; özellikle Nils “Nisse” Lätt ve Axel Österberg’in birincil tanıklıkları, anarşizm tarihi açısından oldukça önemli bir noktada yer almıştır. Genç yaşında mücadeleye atılan, Nisse Lätt için özel bir paragraf açmak gerekebilir. Zira yaşamı boyunca ürettiği eserlerle anarşist literatüre çokça katkısı olan Nisse Lätt, İspanya’da geçirdiği zamanlarda Storm(Fırtına= dergisine gönderdiği yazılarla devrimi anlatmış, savaştan sonra ise bunları “İspanya’da Anarşist Milis ve Kolektif Çiftçi” ismiyle kitaplaştırmıştır. Lätt, 1945’te yayınladığı “Denizdeki İşçiler”de, ilk gençlik yıllarında çalıştığı ticaret gemilerindeki işçilerin sorunlarına eğilmiş; SAC’ın yayın organı Syndikalismen’de ve Brand’de yayınlanan çalışmalarının yanı sıra bir çok kitabı da İsveççe’ye çevirmiştir.
İsveç’teki anarşist mücadele içerisinde özellikle kültür-sanat ve edebiyat alanına dair birçok çalışma yapılmıştır. Skutskär doğumlu ve İsveç’in bilindik isimlerinden biri olan şair Leon Larsson daha sonra anarşist mücadeleden uzaklaşacak olsa da uzun yıllar boyunca anarşist örgütlenmeler içerisinde yer almıştır ve özellikle Samhällets Fiende (Devlet Düşmanı) isimli romanıyla bilinir. Ürettiği edebiyat ürünleriyle akıllara gelen bir diğer isimse İsveç’in tanınmış gazeteci/yazarlarından olan Stig Dagerman’dır. Yaşamı boyunca anarşist fikirleri savunan Dagerman SUF’da (İsveç Anarko-sendikalist Gençlik Federasyonu) örgütlenmiş, 19 yaşındayken anarşist dergi Storm’un editörlüğünü üstlenmiş, Brand’de (Ateş) ise kültür-sanat yazıları yazmıştır. Dagerman ardında onlarca roman, oyun ve şiir bırakarak bu alana dair ciddi bir külliyat üreten bir isimdir.
Anarşist hareketin İsveç’teki tarihinde iz bırakmış bir diğer isim, Axel Holmström ise 1898 yılında yayın hayatına başlayan ve İsveç’in en büyük anarşist dergisi diyebileceğimiz Brand’in editörlüğünü uzun yıllar üstlenmiş; 1906 yılında anti-militarist açıklamaları gerekçe gösterilerek tutsak edilmiştir. Yine Brand dergisinin yazarlarından olan Hinke Bergegren ise 1891 yılında yayınlanmaya başlayan Under Röd Flagg dergisinin editörüdür. İdeolojik açıdan bir platforma benzeyen Under Röd Flagg dergisinde, anarşizm vurgusu yüksek olmakla birlikte sosyalizmin savunulduğu makaleler de kendine yer bulabilmiştir.
İsveç’teki anarşist yayınların arasında en uzun süre yayınlanan ve en büyük etkiye sahip olan Brand’in editörlüğü; devletin anarşistleri sindirme politikalarına karşı geliştirilmiş bir refleks olarak, farklı dönemlerde farklı anarşist bireyler tarafından devralınarak sürdürülmüş ve bir gelenek haline gelmiştir. 1906’da şiddet karşıtı propagandanın yasaklanmasıyla birlikte dergiye açılmaya başlanan davalar, Brand’in yayın hayatı boyunca sürmüştür.
90’lı yıllara gelindiğinde gençlik hareketinin yükselmesiyle birlikte aktifleşen Syndikalistiska Ungdomsförbundet’de (SUF, İsveç Anarko-sendikalist Gençlik Federasyonu) örgütlü anarşistler, Direkt Aktion (Doğrudan Eylem) ve Storm isimli dergiler çıkarmışlardır. Söz konusu yayınlar, 2006 yılına kadar yayınlanmaya devam etmiştir.
Günümüzde İsveç topraklarında anarşist mücadele, birçok farklı alanda sürmekteyken; anarşist yayın anlamında da zaman zaman farklı çalışmalar yapılmaktadır.
Zeynel Çuhadar
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Anarşist Yayınlar Dizisi (9) – İsveç’te Anarşist Yayınlar”- Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ”1 Mayıs” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Coğrafyamızda son süreçte yaşanan siyasi sıkışmışlık, savrulmalara dönüşmeye başladı. Geçtiğimiz 1 Mayıs, bu siyasi savrulmanın somutlaştığı bir örnek oldu. Her yıl devletin tüm yasaklarına, baskılarına karşı Taksim ısrarını sürdürenler, bu yıl farklı bir tartışma başlattı. 1 Mayıs alanı olan Taksim’e çıkmak veya “daha kitlesel” olabilmek adına Bakırköy’de miting yapmak… Siyasi savrulmanın gelişi, bu tartışmanın sığlığından kendini gösteriyordu. Hatta bu tartışmanın kendisi de siyasi savrulmanın önemli bir göstergesiydi. Tartışmaların bütünü, kitleselleşmek ve alan fetişizmi üzerinden gerçekleşti. Yıllardır, “Taksim 1 Mayıs alanıdır, Taksim’den vazgeçmeyeceğiz” diyenler, bu yıl “1 Mayıs’ta Taksim” demenin “gereksiz bir ısrar” olduğunu söyledi. Bu düşünsel farklılaşma gibi görünen savrulma; onları, devletin belirlediği alanda 1 Mayıs’ı “kutlamaya” itti. Ve beklenilen “kitleselleşme” de gerçekleşmedi. Ya da Bakırköy’deki “kitlesellik” iddia edildiği gibi ezilenlere bir moral ya da bir güç kaynağı olmadı
Ezilenler için tek moral kaynağı “kitleselleşmek” veya “kitlesel” bir görüntü olmamıştır. Bir alanın mücadelesini vermek veya tüm baskılara-yasaklara karşı alanın mücadelesinde ısrarcı olmak da çoğu zaman bir moral kaynağı olmuştur. Coğrafyamızdaki 1 Mayısların, özellikle de İstanbul 1 Mayısı’nın böylesi bir anlamı vardır. Taksim’de 1 Mayıs mitinglerinin yapılmasını sağlayan, yıllar boyu her 1 Mayıs’ta Taksim’de ısrarcı olmak, bunun mücadelesini yükseltmek değil midir? İşte tam da bu yüzden 1 Mayıs’ta Bakırköy’e gitmek, Taksim 1 Mayısı’nın toplumdaki meşruluğunu yok etmek isteyen devlete yaramıştır.
Bütün bu savrulmalara rağmen geride bıraktığımız 1 Mayıs’ta Taksim’de ısrar edenler, bu politikaları bozdu. 1 Mayıs sabahı daha ilk saatlerde İnşaat-İş Sendikası temsilcileri, Taksim Meydanı’nda bulunan bir şantiyeden çıkarak Taksim’e girdi. Devrimci Anarşist Faaliyet’in de aralarında bulunduğu sendikalar ve devrimci kurumlar, Zincirlikuyu’dan Taksim’e doğru kortejler oluşturarak, bir yürüyüş gerçekleştirdi. Ayrıca birçok kurum, gün boyu Taksim Meydanı çevresinde farklı eylemler yaptılar. Taksim’e yönelen tüm eylemlere polis saldırdı. Eylemlere yönelik yaşanan polis saldırılarında, yüzlerce insan gözaltına alındı, TOMA’nın ezdiği bir kişi yaşamını yitirdi.
1 Mayıs 2016, İstanbul/Taksim Yürüyüşü
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.
The post ”1 Mayıs” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Köleliğin Şekil Değiştirmiş Hali HİZMET SEKTÖRÜ – Serhat Yaşar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Günde 8 ila 14 saat arasında değişen bir iş yaşamında garson, komi, tezgahtar, aşçı, bulaşıkçı, çırak ve benzeri sıfatlar ile çalıştırılan hizmet sektörü işçilerinin büyük bir çoğunluğunu genç nüfus oluşturuyor. Bu genç nüfus çalıştığı süre içerisinde şef, sorumlu, patron baskısının ötesinde performans, müşteri memnuniyeti gibi sektörel sorunlar ile de karşı karşıya kalıyor. Öte yandan, günün çok büyük bir kısmını geçirdiği iş yerinde bir fabrikadan, bir atölyeden farklı olarak, gözle görülür herhangi bir üretim de gerçekleştirmiyor. Tam da bu sebepten dolayı, hizmet sektörü işçilerinin sömürülen emeği başlarda yok sayılmış; ardından görünmeyen emek olarak nitelenmeye başlanmıştır. Ancak bu, hizmet sektöründe çalışan işçilerin sömürüldüğü gerçeğini değiştirmemiştir.
Görünmez emek ve somut bir üretimin olmaması, elbette hizmet sektörü patronlarının yararınadır. Çünkü ne kadar çalışılırsa çalışılsın patronları memnun etmek imkansızdır. En azami miktarda (8 saat) çalışılan iş yerlerinde dahi “daha ne yaptın ki?”, “ hadi hadi” gibi zorlamalarla işçinin daha hızlı çalışması istenmektedir. Mesela bir restoranda en iyi garson en hızlı garsondur. Böylesi bir hızlandırma ile beraber 8 saatlik çalışma süresinde yapılan iş ise neredeyse iki katı zamanda yapılacak iş miktarındadır. Yani işçiden 4 saatte yapılacak işin en az 1 veya 2 saat içerisinden yapılması istenmektedir. Böylece 8 saatlik çalışma süresince işçi, nerdeyse 15-16 saatlik bir çalışma performansı sergilemek zorunda ve daha kötüsü neredeyse tüm hizmet sektöründe işçilerin bu denli hızlı çalışması ve böylesi bir iş yoğunluğunun olması normalleşmiş durumdadır.
Sektör içerisinde hangi alandan çalışılırsa çalışılsın bu normalleşme ile karşılaşmamak mümkün değildir; tıpkı yüzyıllar öncesinde tüm yaşamlarının sömürülmesi normalleşmiş olan, alınıp satılması dışında bir değeri olmayan köleler gibi.
Serhat Yaşar
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.
The post Köleliğin Şekil Değiştirmiş Hali HİZMET SEKTÖRÜ – Serhat Yaşar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Chiapas’tan Hamburg’a Uzanan Dayanışmanın Kolektifi LİBERTAD appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan: Önce seninle başlayalım, bize biraz kendinden söz edebilir misin?
Cemal Selbuz: Bir anarşist olarak Hamburg’da yaşıyorum. Daha çok, Ermeni anarşistler ve Osmanlı’da anarşizmle ilgileniyorum. Cafe Libertad’a etkin olarak katıldıktan sonra liberter ekonominin de ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Hamburg’da ve genel olarak Almanya genelinde anarkosendikalistlerle ilişkim var.
Café Libertad Kollektiv ile tanışman nasıl oldu?
1999’da anarkosendikalistler tarafında kurulan Cafe Libertad’la tanışmam, daha öncede tanıştığım kurucularının aracılığıyla oldu. Asıl olarak faaliyetlerini yakından tanımam, kolektifin kurulduğu yeri ziyaret ederek başladı. Faaliyetlerin nasıl yürütüldüğü, Meksika ve diğer ülkelerdeki köylü kooperatifleriyle nasıl bir ekonomik ve politik ilişki kurulduğunu merak ediyordum. Zamanla, ihtiyaç duyduklarında kahvenin getirilmesinde, depoda ve kolektife ilişkin düzenledikleri çeşitli politik ve sosyal etkinlerinde yardımcı olmaya çalıştım.
Sen ne zamandır kolektiftesin?
Sürekli ilişkide olduğum ve bazen de geçici çalıştığım Cafe Libertad’da, sekiz aydır tam üye olarak çalışmaktayım. Her üye gibi ben de 1000€ olan kooperatif payımı ödemeye çalışıyorum. Çalışanların hepsinin bütün karar süreçlerine demokratik ve eşit bir şekilde katıldıkları için onlardan, çalışanlardan daha çok üyeler ya da yoldaşlar olarak ifade etmenin daha doğru olacağını düşünüyorum.
İşleyişten biraz söz edebilir misin?
Sürekli çalışan üyelerin dışında, Cafe Libertad’da işlerin çok yoğun olduğu zamanlarda geçici olarak çalışanlar da olabiliyor. Geçici de olsa -3 veya 6ay çalıştıktan sonra- işsizlik parasından faydalanmaları için bir yılı tamamlayacak kadar çalışmalarını tavsiye ediyoruz. İster depoda olsun, ister büroda olsun bütün üyeler aynı ücreti almaktadır. Mümkün olduğunca iş alanları arasında dönüşümün oluşması için çaba sarf ediyoruz.
Büro kısmında kahvenin alınmasına ve gönderilmesine ilişkin bürokratik işlemler yapılmaktadır. Özellikle kahve ihracının olduğu dönemlerde iş yoğunluğu artıyor. Bu süre içerisinde bürodakilere yardımcı olacak geçici takviyeler yapılıyor. Her sene Meksika, Honduras ve Kostarika’daki kooperatiflerden toplam 120 ton kahve alıyoruz. Kavurma işletmesinde, kavrulup öğütülen ham kahvenin paketlenmesi ve vakumlu paketlerin etiketlenmesi de aynı yerde yapılmaktadır. Çekirdek şeklinde kavrulmuş ve paketlenmiş kahvenin etiketlenmesini de kolektifte yapıyoruz.
Çalışma koşullarından bahseder misin?
Kolektif olarak bağlı bulunduğumuz kooperatifler birliğinin tüzüğü, kendimizin oluşturduğu ve esas aldığımız kolektif tüzük olmak üzere, iki tüzüğümüz bulunmaktadır. Çalışma, disiplin ve kurallar yerine politik sorumluluk prensibi temelinde esnek bir şekilde yürütülmektedir. Herkesin katıldığı çalışmaya ve üretime ilişkin sorun ve ihtiyaçların görüşüldüğü çalışma toplantıları, her gün yapılmaktadır. Ayrıca haftada bir gün de genel görüşme oluyor, orada da daha çok kahve aldığımız ülkelerdeki kooperatiflere ve genele ilişkin sosyal ve politik sorunlar ve senelik kahve alım ve satımına ilişkin finans sorunlar görüşülmektedir.
Herkes saat ücreti olarak 18€ alıyor. 15 yıl içinde bir kez, 16€’dan 18€’ya çıkarılan saat ücretlerinin, asıl üreticilerin, Latin Amerika’daki kooperatiflerde çalışanların yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesine öncelik verdiğimiz için artırılmamasını öneriyoruz. Bundan dolayı, şu ana kadar üyelerden bir arttırma talebi gelmedi. Haftalık çalışma süresini 30 saat olarak belirledik. Yani haftada 4 gün, günde 6 saat. Bazen iş yoğunluğu yüzünden 5 gün çalıştığımızda oluyor. Ya da ayrıca birinin paraya ihtiyacı olduğunda, geçici olarak, haftada 5 gün çalışabiliyor. Ama 5 gün çalışmaya ilke olarak karşıyız.
Kolektif olduğumuz için pek çok yerden çağrı alıyoruz. Sosyal, kültürel ve politik faaliyetlere çağrılıyoruz. Kendimizi orada temsil ettiğimiz gibi bir grup olarak da bu tür faaliyetlere katılmaktayız.
Café Libertad’ın kendi politik faaliyeti ya da eylemliliği var mı?
Yakın zamanda, St. Pauli kulübünün her sene periyodik olarak düzenlediği ırkçılığa karşı turnuva festivaline aktif bir şekilde katıldık. Dayanışma çadırımızda, bağış karşılığında kahve ikram ettik. St. Pauli Roar’dan, kilo başına gelen 2€’yu, ırkçılık karşıtı taraftar projelerine, politik mahalle çalışmalarına ve kentte yaşama hakkı gibi mücadeleleri desteklemek için kullanıyoruz.
Aynı şekilde, dayanışma kahvelerimiz Störtebeker ve Kiptik’le, yalnızca Chiapas’taki proje ve direnişlere değil Almanya ve diğer ülkelerdeki proje ve mücadelelere de destek oluyoruz. Örneğin Gezi sürecinde 670€ bağışta bulunmuştuk.
Anarşist ve radikal sol eylemlere direkt katıldığımız gibi, asıl dayanışmamız bu tür faaliyetlere maddi destek, kahve verme ve kahve makinelerimizi karşılıksız alıp kullanma şeklinde olmaktadır.
Bizzat bizim düzenlediğimiz politik ve dayanışma etkinliklerimiz olmaktadır.
Kahve işleyişinden biraz bahsedebilir misin?
Asıl kahve aldığımız yer Meksika, Chiapas. Kahveyi, aromasının daha iyi olması, yumuşak asitli ve daha iyi tat vermesi için ağaç gölgesinde ekmektedirler. Bu sayede, göçmen ve diğer kuşların yaşam alanları da korunmuş oluyor. Yine, ağaçlar, erozyonun önlenmesi ve çok zahmetli olan kahve toplama sırasında çalışanların rahat toplamasını da sağlamaktadır. Cafe Libertad, kuruluşundan bugüne kadar en az aracı kullanmaya özen göstermektedir. Bundan dolayı, bize kahve ısmarlayan herkesin, kahveyi aynı fiyattan almasını sağlamak için büyük marketlere, bio dükkânlarına indirimli satış yapmıyoruz. Café Libertad Kollektiv olarak amacımız, kahve kooperatifleri ile dayanışmak ve onların politik mücadelelerini desteklemek. Bunun için kahve gelirleri dışında, dayanışma paralarını da onlara gönderiyoruz. Sosyal ya da kültürel faaliyetlerinde bir ihtiyaç söz konusu olduğunda, dayanışma fonumuzdan para aktarabiliyoruz. En büyük kahve alımımız Chiapas’tan. Bunun gibi Honduras (kadınlar kooperatifi) ve Kosta Rika’dan da kahve almaktayız. Fiyatı, her sene, kahve kooperatifleriyle birlikte ortak bir şekilde belirliyoruz ve % 60 gibi bir ön ödeme yapıyoruz.
Bazen fiyatları çok yukarı çekmemek için, artışı bir sınırda tutup geri kalan kısmını fonlarla desteklemekteyiz.
Chiapasla ilişki nasıl kuruldu?
Zapatistlerin 1994’de başlayan onur ve adalet mücadelesinin, dünyada olduğu gibi Almanya’da da büyük etkisi oldu. Kısa sürede Chiapas’la Hamburg arasında yoğun bir politik hareketlilik başladı. Karşılıklı süren uzun ziyaretler ve görüşmeler sonucunda, küçük çaplı ilk girişimler 1999 yılında gerçekleşti.
Sen Chiapas’a gitme fırsatı bulabilmiş miydin?
Her üyenin, üyeliğini gerçekleştirdikten, bir yıl sonra – maddi imkânlar ölçüsünde- Meksika’yı ziyaret edebileceği tüzüğümüzde de yazılı. Bir tüketici olarak ziyaret etmeyi düşünmüyorum, ama kişisel olarak kahvenin toplanmasına katılmak isterim.
Libertad’ın göçmen meselesine bakışı nedir?
Bu soruya kişisel olarak cevap verebilirim; Cafe Libertad farklı sol ve anarşist çevrelerden gelen üyelerden oluşmaktadır. Politik faaliyetleri daha çok Cafe Libertad’ın dışında yoğunlaşmaktadır. Ama ister içeride isterse dışarıda olsun genel bir göçmen politikası yerine, ırkçılığa karşı mücadele anlamında bir politika daha çok tercih edilmektedir. Hiç şüphesiz, her iki kesimin de karşılıklı ilişkisi dışında otonom bir göçmen hareketi elzemdir. Ama bu karşılıklı ilişki burada hep bir sorun oluyor ve olmaya da devam edecek. Almanya’daki göçmenler dışındaki sol yelpaze, liberterler de dâhil olmak üzere, bu sorunu pek tanımlayamadığı için doğru bir politik söylem ve mücadele geliştirmeleri de mümkün olmuyor. Hiç şüphesiz coğrafik sınır(Avrupa), birçok şeyi sınırlıyor.
Peki, sen kedini nasıl tanımlıyorsun?
Ben, kendimi anarşist bir göçmen olarak tanımlıyorum. Benim dışımdaki diğer üyeler, radikal sol çevrelerden. Kolektif prensiplerin yürütülmesi bakımından, üyelerin politik duruşları dikkate alınmaktadır.
Bu tarz bir ekonomik işleyişin kapitalist bir işletmeyle farkı nedir?
Dediğim gibi kolektifin temel ilkesinin patronsuz kârsız ve üretici ve tüketiciler arasında politik bir dayanışma olması önemli bir farklılık oluşturuyor. Onun dışında mümkün olduğu kadar iş bölümünün olmaması, işletmeye ilişkin politik ve ekonomik duruma ilişkin herkesin karar alma sürecine katılabilmesi, kararların bir çoğunluk-azınlık şeklinde değil konsensüs şeklinde alınıyor olması, çok acil durumlarda en az yüzde 75’in desteğinin sağlanarak karar alınması, eşit ücretin olması, çalışma sürelerinin 30 saatten az olması, farklı mesleki deneyimlere olanak sağlanıyor olması da kapitalist işletmelere pek uymuyor.
Ayrıca kendisini iyi hissetmeyen bir üye, bir hafta ücretli mazeret izini de kullanabiliyor. Çalışma koşullarından kaynaklı bir üyemiz iş göremez duruma düşerse, onun hiçbir zaman dışlanmayacağı ve ona uygun olabilecek bir iş olanağı yaratılacak olması da diğer işletmelerden farklarımız olarak sıralanabilir.
Her üyemizin politik faaliyetlere katılmasını özellikle teşvik ediyoruz.
Dolayısıyla liberter ekonomik bir modeldir diyebilir miyiz? Yani bu ekonomik modeli örgütlemeye çalışıyor musunuz?
EZLN’nin mücadelesini desteklemek amacıyla kurulan Cafe Libertad, bu tür kolektiflerin yaygınlaşmasını destekliyor. Biz, çeşitli şehirlerde kahvemizi satmak isteyen kolektifleri hem parasal hem de politik olarak destekliyoruz. Dayanışma amaçlı kolektifler yalnızca kuruluş amaçlarıyla kalamazlar yeni ve dönüştürücü düşünce ve alanların açılması gerekiyor. Sürekli ikinci planda görülen tüketicilerin kolektifleşmesi ve üretim süreçlerine demokratik olarak katılmalarını sağlayacak imkânlar yaratılmalıdır. Farklı mesleki kolektifler arasında dayanışma ve rotasyon imkânları sağlanmalıdır. Yoksa kolektiflerin imtiyazlı kooperatiflere haline gelmeleri kaçınılmaz olur. Her şeyden evvel ekonomik ilişkiler her alanda politikleşmelidir.
Ben, kolektiflerin çok ideal yapılar olarak görülmesini doğru bulmuyorum. Sonuçta, bütün bu ekonomik ve politik ilişkiler, temel kapitalist bir araçla yürütülmektedir. Kafa ve kol emeği, yeni ve eski çalışan, bilenle bilmeyen arasındaki hükmedici ilişkiler gibi çalışma mefhumunu yeniden tanımlamak gerekiyor. Burada sorulması gereken, kapitalizme çok bulaşmadan liberter bir ekonomik yapılanma mümkün mü? Buna vereceğimiz cevap, diğer sorunların tanımlanmasını da kolaylaştıracaktır.
Café Libertad Kollektiv’in Dayanışmacı Ekonomisi
Libertad’ın dayanışmacı model diye isimlendirdiği ekonomi, dayanışma gösteren ve gösterilen arasında aynı seviyede bir ilişki biçimine dayanıyor. İlişkide maddi ilişkide bulunan tarafın daha fazla inisiyatif hakkı yok. Tabi ki, bu ilişki ortaya konarken baz alınan şey, yaşamın iyileştirilmesi… Chiapas’takilerle bu tarz bir ilişki, kolektifin ilk gününden bugüne sağlanmaya çalışıyor. Sadece Zapatistlerle değil, İtalya’dan, Yunanistan’dan, Honduras’tan kolektiflerle kurulan ilişki sayesinde Café Libertad Kollektiv, makarnadan yağa birçok farklı ürünü dayanışma ağına sokmuş durumda.
Ancak Chiapas, bu dayanışma ağının önemli bir ucu konumunda bulunuyor. Yajalon’da Ssit Lequil Lum; Altamirano’da Yochin Tayel K’inal; San Christobal’da Yachil Xojoba kahve kolektiflerinden senelik ortalama 60 ton kahve alınıyor. Kahve kilosu başına 85 Peso/ 5,5 Euro ödeniyor. Zapatista Dayanışma Kahveleri’nin fiyatları %9 nakliyat-konteynır, %2 indirim, %4 fonlar, %4,5 Paket-Kargo, %8 Lojistik-Depolama, %12 Kavurma-Paketleme, %18 Maaş, %20 Ham Kahve, %22 Vergi gibi kalemler hesap edilerek belirleniyor. Café Libertad Kollektiv, kurulusundan bugüne kadar Zapatistlerle ortalama 300.000 Euro dayanışma gösterdi. Fiyatlardaki oranlar 2000 yılından bu yana Zapatist köylülerin lehine olacak şekilde %70 oranında yükseltildi.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.
The post Chiapas’tan Hamburg’a Uzanan Dayanışmanın Kolektifi LİBERTAD appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Militarizme Direnen Kadın Rela Mazali – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İsrail’deki zorunlu askerliğe karşı vicdani ret çalışmaları yürüten New Profile’ın kurucularından olan Mazali ile, dünyanın birçok yerinde 15 Mayıs Dünya Vicdani Retçiler Günü etkinliklerinin düzenlendiği şu günlerde buluştuk. İsrail’deki vicdani ret hareketini, New Profile’ı, işgale karşı antimilitarist mücadelenin önemini ve bir kadın olarak antimilitarist mücadelenin toplumsal cinsiyet rolleriyle ilişkisini Rela Mazali’den dinledik.
New Profile 1998’de kuruldu. Kurulumunda ben dahil birçok kadın arkadaşım vardı. Bu süreçte erkek akadaşlarımız da bizlerle birlikte hareket ettiller. Hareketin içinde güçlü bir queer kanat da var. New Profile’ı toplumun militarizasyonunu önlemek için kurduk. Çünkü İsrail’de insanlar maruz kaldıkları militarizasyonun farkında değil. Feminist bir temelde ve hiyerarşik olmayan bir yöntemle bu organizasyonu oluşturmaya çalışıyoruz. Diğer coğrafyalarda benzer niyetlerle kurulmuş oluşumlarla ilişki halinde olarak mücadele alanını genişletmeye çalışıyoruz.
Vicdani ret, militarizme karşı mücadelemizdeki ayaklardan yalnızca biri. Biz, militarist hizmete karşı her türlü direnişi destekliyoruz. İnsanlara sahip oldukları haklar noktasında bilgiler veriyoruz ve vicdani retlerini açıkladıklarında nelerle karşılaştıklarına ilişkin bilgilendiriyoruz. Dürzü retçilerle yakın ilişkilerimiz var.
İsrail’de yaşayan ve Müslüman olan Dürzüler, İsrail devletinin dayattığı zorunlu askerliği reddetmektedir. Kendilerini Filistinli olarak ifade eden ancak İsrail'de yaşayan Dürzüler, işgale karşı İsrail ordusunda yer almayı reddetmektedir. Dürzülerden bazıları vicdani retlerini pasifist ya da eline silah almama gibi bir zeminde değil, etnik kimlikleri temelinde,bazıları ise dini temelde açıklıyor. Orduya katılmayı reddederek vicdani retlerini açıklayan Dürzü retçiler arasında, askeri cezaevlerine kapatılanlar da vardır.
Militarizmin, yaşadığımız coğrafyada, sirayet ettiği gündelik yaşamlardaki belirleyiciliği çok yüksek. Bu durumİsrail’de de benzer sanıyorum. Buna ilişkin birkaç örnek verebilmeniz mümkün mü?
İsrail ‘de özellikle eğitimin bu noktadaki belirleyiciliği çok fazla. Her lisede ordu mensupları bulunuyor ve okullar bazen askeri üslere ziyaretler düzenleniyor. Hatta kreşlerde bile benzer uygulamalara rastlıyoruz. Örneğin öğretmenler çocuklara askerlerin “ne kadar kahraman olduğunu” anlatıyor ve çocuklardan askerler için paketler hazırlamasını istiyor. Sonrasında çocuklar genelde gidip “annelerine” bunu söylüyor ve paket hazırlamak için onlardan yardım istiyor. Bazen ailelerden talepler alıyoruz; örneğin okuldan askerler için paketler istendiğinde, askerler yerine hastanedeki çocuklar için paketler hazırlamak istiyorlar ya da çocuklarının Batı Şeria’ya yapılacak bir geziye gitmesini istemiyorlar.
Bunun dışında, birçok tatil günü, ulusal zafer ya da şehitlik teması ile belirginleşiyor; buralarda yine tehlike, güvenlik ve kahramanlık söylemleri yükseltiliyor.
İsrail gibi, sürmekte olan işgal dolayısıyla ordunun dokunulmaz kılındığı bir coğrafyda, zorunlu askerlik karşıtı çalışmalarda bulunmak, antimilitarist mücadele yürütmek zor olsa gerek. Sizler, yürütmekte olduğunuz savaş karşıtı ve antimilitarist mücadeleden ötürü herhangi bir devlet baskısıyla karşılaştınız mı?
Aslında birkaç yıl önce, sanıyorum 2007’de, 20’nin üzerinde barış aktivisti sorgulama için gözaltına alınmıştı. Birkaçının evleri basılmış ve bilgisayarlarına el konulmuştu. İsrail'de psikolojik olarak orduya elverişli olamamak, askerlik yapmamak için bir neden. Soruşturma dahilinde, bazı arkadaşlarımız gençlere bunu nasıl yapacaklarını öğretmekle suçlanmıştı. Bir soruşturma açıldı fakat sonunda dava açamadılar. Çünkü onlar için buradan bir dosya çıkarmak çok zordu. Fakat baskının birçok şekli var biliyorsun. Bizler çoğu zaman, deli, marjinal kişiler olarak tanımlanıyoruz. Bu da bir çeşit baskı; çünkü bu yüzden insanlar New Profile ile çok ilişkilenmek de tedirgin olabiliyor.
İsrail’de askerlik zorunlu; fakat bunu reddeden vicdani retçilerin sayısı da hayli fazla. İsrail'deki vicdani retçilerin, ret açıklamalarında ortak bir arka plan söz konusu mu?
Askerlik hizmetini yapmayanları daha önce araştırmıştık. Çoğunun bizimle alakası yok ve vicdani retçi ya da muhalif olduklarını bile iddia edemeyiz ama askere gitmiyorlar. İstemediklerinden ya da ekonomik ya da başka nedenlerle askere gitmiyorlar. İnsanlara askerliğin herkesin paylaştığı bir şey olmadığını göstermeye çalışıyoruz. İnsanlar herkesin askere gittiğini varsayıyorlar ve bu yüzden askere gitmezse farklı, garip, marjinal olacağını, herkesin normalde yaptığı bir şeyi yapmamış olacaklarını düşünüyorlar. İnsanların yarısından fazlasının askere gitmediğini gösterdiğimizde insanlar düşünmeye başlıyor: Ben neden gidiyorum?
Peki siz antimilitarist harekete nasıl dahil oldunuz? Kendi hikayenizi anlatır mısınız?
Ben işgal karşıtı hareketin parçasıydım. 1989’da başlayan 1. İntifada hakkında bir film projesi içerisinde yer alıyordum. Film İntifada’yı yapan askerler hakkındaydı, askerlerle röportajlar yapmıştık. Film süreci, beni insanları orduya katılmaya iten nedenler hakkında düşünmeye itti. Ayrıca çocuklarım vardı ve böyle bir toplumda çocuk yetiştirmenin ne demek olduğunu düşünmeye ve yazmaya başladım. O dönemde Amerika’da okuyan bir arkadaşım bana militarizasyon hakkında yazdığımı söyledi. Beni Cynthia Enloe ile tanıştırdı. O dönemde militarizasyon kelimesini bile bilmiyordum. Bana birçok makale gönderdi ve bu konuda çalışmaya başladım.
Daha sonra 1996’da, Netenyahu’nun başbakanlığı döneminde, bir tünelin açılışında çatışma çıktı ve her iki taraftan insanlar yaşamlarını yitirdi. O dönemde birçok insan barışın geldiğine inanıyordu. Ülkenin her yanından, işgal karşıtı hareketten olmayan kadınlar, “gereksiz savaşlara verecek çocularımız yok” dövizleriyle gelmiş, kesişim noktalarında duruyorlardı. Kendilerine “Barış Anneleri” diyorlardı. Onları evimin yakınındaki bir kesişimde gördüm ve gidip konuştum. Kendiliklerinden sokağa çıkmışlar ve öğrenmek istiyorlardı. Politik meseleri anlamak istiyorlardı ve kadın ve militarizm üzerine birlikte çalışabileceğimiz bir çalışma grubu kurduk. İsrail toplumunda askere yazılmayı reddeden ya da bundan kaçınan birçok grupla iletişime geçtik.
Ben de o zamandan bu yana antimilitarist mücadele içerisinde hareket etmeye devam ediyorum.
İsrail’de askerlik hizmeti kadınlar için de zorunlu, fakat bunu reddeden kadınlar da var. Vicdani retçi kadınların karşılaştığı başlıca sorunlar neler?
Militarist bir toplum oldukça cinsiyetçidir. Kadınlar askere çağırılıyorlar, bazıları çarpışmalara giriyor, bazıları ise orduyla ilgili işlerde çalışıyor fakat yine de “gerçek askerler” gibi muamele görmüyorlar, ne toplumda ne de askeriye içerisinde. Bu nedenle kadınlar genelde askere gitmeyi reddetmeyi daha kolay buluyorlar. Ordu, birçok kadının reddini kabul ediyor. Kadınların askerlik yapmaması, erkeklere göre daha “kolay”. Fakat geçtiğimiz yıllarda biraz daha zorlaştı. Bazı kadın retçiler askeri cezaevine gönderildi. Eğer bir vicdani retçi olarak tanınmaya başlarsanız, işler daha da zorlaşıyor. Sorgulanıyorsunuz, aşağılanıyorsuz, size inanmıyorlar… Bunlar çok stresli süreçler, genelde ilk görüşmede reddinizi kabul etmiyorlar ve işi yokuşa sürüyorlar. Bu genelde çok uzun sürüyor ne olacağını bilmiyorsunuz.
Bununla birlikte New Profile’da değil fakat daha büyük vicdani ret hareketlerinde de kadınlar çok “önemli” değildir. Kadınlar, devletin gözünde “gerçek askerler” olmadıkları için “gerçek vicdani retçiler” gibi de görünmezler.
İsrail devletinin Filistin topraklarındaki işgali, İsrail’deki antimilitarist hareket açısından çok büyük anlam taşıyor. Antimilitarist hareket, işgale karşı nasıl bir mücadele öngörüyor?
Doğrudan işgale karşı çalışma yürüten birçok grup var ve biz birçoğuyla farklı nedenlerle biraraya geliyoruz. Barış İçin Kadın Koalisyonu, şu anda bağımsız hareket eden bir yapı fakat ilk kurulduğunda bir koalisyon olarak hareket ediyordu ve New Profil da bu koalisyonu kuranların arasındaydı. Biz bu koalisyonu kurarken, New Profile olarak farklı bir odağımız olsa da, işgale karşı mücadele etmeye odaklanan böyle bir koalisyonun bir parçası olmayı da önemsiyorduk. Şu anda New Profile olarak hala bu koalisyonun eylemlerine katılıyoruz, çalışma gruplarında yer alıyoruz.
İşgale karşı mücadelede sistematik bir programımız yok fakat sistematik olarak çalışma gruplarıyla dayanışma gösteriyoruz. Diğer taraftan İsrail’in militarizasyonu üzerine çalışmalar ortaya koyan bir başka grup daha yok. Biz gruplar arasında çalışmaları önemsiyoruz fakat diğer taraftan toplumu dönüştürmeye çalışmak da önemli. Çünkü böylece işgali, baskıyı ve topraksızlaştırmayı engelleyebiliriz. Tüm bunlar militarizasyonla çok temelden ilişkili. Düşman ve tehdit algısıyla sürekli yeniden üretilen bir durum.
Aslında işgal, İsrail toplumunda militarizasyonun normalleşmesinde ve meşrulaştırılmasında çok büyük rol oynuyor.
Evet, biz de böyle düşünüyoruz. İşgal, militarizasyonun normalleştirilmesi için de bir bahaneye dönüşüyor. Bu çatışma, iktidarı elinde tutanların kullanabileceği ve onların işine yarayan bir koza dönüşüyor. Toplumsal sorunların üzerini örtüyor. Mesela insanlara cinsiyet rollerine ilişkin bir meseleden bahsettiğinizde, önce çözmemiz gereken başka konular var diyerek, güvenliği konu ediyorlar. Yoksulluk, cinsiyetçilik, ayrımcılık ya da Yahudi toplumundaki ırkçılık, hepsi ikincil sorunlar olarak düşünülüyor. Asıl çelişki burada ortaya çıkıyor. Ve bu arada iktidardakiler yeni neoliberal politikalarını devreye sokarak, yoksulu daha da yoksullaştırıyor. Böylece militarizasyonu, çatışmayı normalleştiriyor ve bunu kendilerine yarayacak şekilde kullanabiliyor.
Son olarak bir kadın ve bir antimilitarist olarak cevabınızı ayrıca önemsediğimiz bir sorumuz olacak. Cinsiyet politikaları üzerine çalıştığınızı, feminist mücadelenin içinde olduğunuzu aynı zamanda miltarizasyona karşı da mücadele içinde de yer aldığınızı biliyoruz. Peki siz, kadın mücadelesi ve antimilitarist mücadele arasındaki ilişkiyi nasıl ele alıyorsunuz?
Genelde ben bunu şu şekilde tanımlarım, militarizasyon her zaman “biz” ve “onlar”a ihtiyaç duyar. “Onlar” hep düşmandır. “Biz” ise kendimizi korumalıyız. “Onlar” “biz”i tehdit ederler ve korkutucudurlar. Algı bu şekilde üretilir. Fakat aslında bence militarizasyonun üç kutbu vardır. “Biz”, “onlar” ve “ev”. “Biz” askerdir. “Onlar” düşmandır. Üçüncüsü ise “ev” kadındır, o kırılgandır ve böyle olmak zorundadır. Çünkü böylece düşmandan korunmak için erkeğe ihtiyaç duyar ve erkek de ayrıcalıklarını ve üstünlüğünü buraya koyar. Kadınlaştırılan, kırılganlaştırılan ve kırılgan olarak kalması gereken bir kutup vardır, böylece onu korumayı vazife edinen erkek kendi ayrıcalılarını kaybetmeden bu rolünü devam ettirebilir ve “seni ben koruyorum” söylemini tekrarlayabilir. Bu kırılgan kadın, evdeki kadın ve çocuklar her daim idealize edilir. Ev sıcaktır ve hep oraya dönmek istenir, ve asker buna da ihtiyaç duyar. Bir “düşman” olmasa dahi, bu gelecekte olmayacağı anlamına gelmez ve korunması gerek bu kırılgan, zayıf şeye her zaman ihtiyaç duyar. Bu nedenle zayıf, kırılgan ve korunmaya muhtaç olan bu kutup hep böyle kalmalıdır.
Militarist bir toplumda kadın kaçınılmaz olarak, hangi yolla olursa olsun, her zaman daha aşağı bir pozisyonda tutulmalıdır. İsrail çok “modern”, çok Batılı görünüyor. Batılı toplumlarda hiç cinsiyetçilik yokmuş gibi bir algı üretiliyor. Kadınlar özgürmüş gibi bir görüntü yaratılıyor. İsaril’de kadınlar o kadar eşit ki, orduya bile katılıyorlar gibi bir hava yaratılıyor. Aslında birçok yönden İsrail toplumunda kadının pozisyonu her daim ikincil. Benim gibi kadınlar, görece ayrıcalıklı olan kadınlar bile ikinci sınıf. Bu nedenle militarizme karşı verilen mücadele, feminist bir mücadeledir. Bu, kadınlara uygulanan ayrımcığa karşı, başka gruplara uygulanan ayrımcılığa karşı bir mücadeledir. Ve kadınların bu militarizasyonun bir bileşeni olarak bu mücadelede tavır alması oldukça önemlidir.
Röportaj için çok teşekkür ederiz. Erkek egemenliğine, militarizme ve onun devamlılığını sağlayan devlete karşı mücadelenin daha da büyümesi ümidiyle…
Röportaj: Merve Arkun
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.
The post Militarizme Direnen Kadın Rela Mazali – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Suriye’deki Savaşı Türkiye’deki Yaşama Tercih Etmek – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hüseyin Civan
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.
The post Suriye’deki Savaşı Türkiye’deki Yaşama Tercih Etmek – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Seçim Tartışmaları (2) appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İkinci yazımızda, Worker Solidarity Movement (İrlanda)’dan Paul; Federazione Anarchica Italiana’dan Dario ve Anarchist Group Amsterdam’la yaptığımız röportajlara yer verdik.
Chiapasların, Rojavaların, Taksim-Gezi’nin seçimlerle, sandıklarla kazanılmadığını hatırlatarak…
Öncelikle ülkenizdeki güncel politik durumdan bahseder misiniz; kaç parti var ve halk üzerindeki etkileri nedir? Bu partiler gerçekten iddia ettikleri gibi toplumun içindeki kesimleri temsil ediyorlar mı? Ve eskileriyle yenilerini karşılaştırırsak, siyasi partilerde büyük değişiklikler var mı?
Paul: İngiltere’ye karşı bağımsızlık kazanıldıktan sonraki iç savaşı takip eden ilk seçimlerin yapıldığı 1923’ten beri sırayla iktidara gelen iki egemen parti var – Fine Gael ve Fianna Fail. Bu iki parti iç savaşın iki tarafını temsil ediyor ve çoğu İrlandalı ailenin soyu birine ya da ötekine dayanıyor. Her iki parti de sağ kanat, savaşı kazananlar, Fine Gael (FG), ulta-muhafazakar tam sağ; ve kaybedenler, Fianna Fail (FF), popülist merkez sağ. Savaşı kaybetmesine rağmen, FF cumhuriyetin kısa tarihinin çoğunda efektif olarak iktidarda kaldı. Bir de ufak Emek Partisi var. Sosyal-demokrat oldukları varsayılıyor ama iktidara sadece en sağ kanat parti FG’nin küçük koalisyon ortağı olarak gelebiliyor. Bugün, kriz, emlak değerlerinin düşüşü ve Troyka’nın kurtarma planı sonucunda düşen FG koalisyonu yerine, FG-Emek koalisyon hükümeti var. Ayrıca Troçkistlerin ve bağımsızların (hem soldan, hem “o-kadar-sol-değiller”den) oluşan Birleşmiş Sol İttifak bloğunun beş üyesi parlamentoda ama blok dağıldı. İrlanda seçim sisteminin, buranın yerel ve kayırmacı politikaları nedeniyle birçok bağımsız parlamentere yer açan garip bir yapısı var.
Dario: Tıpkı Avrupa’daki diğer ülkeler gibi İtalya da sert bir ekonomik krizle karşı karşıya. Toplumsal koşullar birkaç yıl önce hayal bile edemeyeceğimiz seviyelere indi. İtalyan Endüstri Konfederasyonu’nun (patronların birliği) en son açıklamasına göre üretim %25 azaldı. İşsizlik %15’e, genç nüfus içindeki işsizlik %41’e yükseldi. Yöneten sınıf krizden faydalanıp karlarını ve emek sömürüsünü artırıyor. İşçilerin koşulları kötüleşiyor ve sürekli işsizlik tehdidi altındalar.
2011’den beri bu kemer-sıkma politikalarını yürüten geniş-tabanlı hükümetler, parlamentoda hem sağ hem sol partiler tarafından destekleniyor. Bu partiler şimdi de, halkın kurumlara olan inancı kaybolduğu için, yeni liderler çıkarıyorlar ve koalisyon değişikliği yapıyorlar.
PD (Demokratik Parti) son genel seçimlerde ilk partiydi ve şimdi yenİ bir lideri var: Matteo Renzi. Son haftalarda partisinin, Enrico Letta (PD) yönetimindeki geniş tabanlı hükümete olan desteğini geri çekti. Böylece Şubat’ın son günlerinde Letta’nın yerini Renzi aldı ve şimdi aynı geniş koalisyon tarafından desteklenen yeni hükümetin başında. PD, 1991’den sonra üç kere ismini değiştiren eski Komünist Parti. PD, şu anda orta-sol partilerin en büyüğü. PD, son yıllarda ABD ve NATO’nun savaşlarını destekledi ve çalışma koşullarını kötüleştiren, ücretleri düşüren iş kanunları önerdi.
2009’da Silvio Berlusconi’nin kurduğu sağın büyük partisi PDL (Özgürlüğün İnsanları) artık yok. 2013’te PDL’nin aşırı-sağ kanadı ayrılarak Fratelli d’Italia (İtalya’nın erkek kardeşleri, ulusal marşın ilk mısrası) partisini kurdu. Tekrardan muhafazakar birliği sağlamak istediler fakat başaramadılar. Son aylarda PDL tümüyle bölündü. İçişleri Bakanı Angelino Alfano, geniş tabanlı hükümeti doğrudan destekleyen NCD (Yeni Merkez- Sağ)’yi kurdu. Berlusconi, parlamentodan atıldıktan sonra siyasi arenada tekrar rol kapmak için eski partisi doksanların Forza Italia’sını mezarından çıkardı.
Lega Nord partisi (kuzey ligi), kendini kuzey İtalya’nın göçmen işgali ve devletin uyguladığı vergilere karşı son savunması olarak tanımlayan, sağ-kanadın ırkçı bir partisi. Bu parti doksanlarda doğdu ve geçen yıla kadar kuzeyin endüstri bölgelerinde çoğunluğu sağlıyordu. Propagandası Roma bürokrasisine ve güney bölgelerin “parazitliğine” karşı odaklanmıştı. Aslında bu yirmi yıl içinde kuzeyin mitini büyük işletmeler, kumarlar ve onlarca milyonluk karlarla birleştirmişlerdi. Lega Nord son yıllardaki rüşvet skandallarından sonra çökmeye başladı.
Sol ve komünist partiler geçen yıllarda PD hükümetinin savaş yanlısı ve emek karşıtı politikalarını destekledikleri için birliği kaybettiler. Bu yüzden solun çoğu parlamento dışında.
Şubat 2013’te yapılan son genel seçimlerde tüm bu partiler oy kaybettiler ve oy vermeyenlerin oranı yükseldi.
Bu durumda, tartışmasız, partiler toplumun gerçek bir temsili değiller, tasarruf tedbirleri tüm partilerin (sol ve sağ) desteğini alıyor ve partiler sadece kemer sıkma politikaları yürütmek için istikrarlı hükümetler kurmaya çalışıyorlar.
Son genel seçimlerde, eski komedyen Beppe Grillo’nun liderliğinde M5S (Beş Yıldız Hareketi) denilen yeni bir parti, %25’e ulaştı ve üçüncü oldu. Bu parti eski politikacı sınıfın rüşvetçiliğine karşı pozisyon aldı ve yoksullaşan orta sınıfta birlik sağladı. Bu, politik krizden faydalanmaya çalışan yeni popülist partilerden sadece bir tanesi. M5S kendini, rüşvete karşı ve doğrudan demokrasi taraftarı, internette doğan bir hareket olarak sunuyor. Gerçekten de internete dayanan, militanı, ofisi ve eski partilerin kullandığı geleneksel yapıları kullanmayan bir parti. Fakat M5S, doğrudan demokrasiyi sadece içi boş bir slogan olarak kullanıyor çünkü hem yerel, yem de genel seçimlere katılıyorlar. Dahası, üyeleri internet üzerinde partinin duruşunu tartışıp oylayarak tanımlasa da gerçekte politik pozisyonlara liderleri karar veriyor. Bu parti değişimin tek yolu olarak kendini öneriyor ve bu da devlet için kullanışlı çünkü geleneksel partilerin kaybettiği güveni tekrar politik sistem içindeki bir alternatife yönlendiriyor.
AGA: Hollanda’daki politik durum hakkında uzman olmadığımı söylemeliyim. Fakat seçimler ve etrafındaki anarşist örgütlenme hakkında fikrim var, o yüzden bu soruları cevaplamak isterim.
Hollanda’da temsili sistem var. Bu, pratikte her zaman bir koalisyon hükümeti olması ve birçok farklı siyasi partinin olması anlamına geliyor. Bu aynı zamanda, sanılanın aksine aralarında neredeyse hiç fark olmaması anlamına geliyor. Tabii ki ben bir anarşistim ve parlamenter politikaya hiçbir ilgim yok, birçok insan benim söylediğime katılmayacaktır. Ama şöyle bakın: Parlamentodaki 12 siyasi parti arasında, ‘Hayvanlar Partisi’nden 50 yaşın üstündeki insanların partisi (50PLUS)’a ve ‘Sosyalist Parti’ye kadar, hiçbir anti-kapitalist parti yok. Anti-neoliberal parti bile yok, belki SP hariç.
Partilerin üçü ‘Hristiyan’ parti ve görünüşe göre bunun anlamı kadın haklarına ve LGBT meselesine tepkili bir tavırları var (yine de bence hiçbiri homoseksüelliğe açıkça karşı çıkacak kadar ileri gitmeyecektir). Bunun dışında ılımlı neoliberal ve AB yanlısı bir gündemleri var.
Sol kanat kabul edilen üç partiden sadece Sosyalist Parti sol gözüküyor, o da bir yere kadar. Yüzeyin altına biraz indiğimizde, her zaman bir anti-göçmen duyarlılık varlığını sürdürüyor. Diğer iki parti devlet bürokrasisinde sadece birer kariyer aracı ve onlardan ‘sol’ olarak bahsetmenin ideolojik bir temeli yok. Dahası bu partiler aşırı sağın politik çerçevesini sahiplendiler.
Aşırı sağda Özgürlük ve Demokrasi için Halklar Partisi (VVD) ve yandaşı Özgürlük Partisi (PVV) var. Şu anda iktidarda sayılırlar (Emek Partisiyle (PvdA) birlikte ama bu bir kariyer makinasından başka bir şey değil).
Bugün, üç partili sistemin yaklaşık 55 yılda geldiği noktada, politik manzara istikrarsız hale geldi. Hollanda’da, nerdeyse her yerde olduğu gibi, refah devletini söken ve özelleştirme ve baskı gibi neoliberal politikaları yürütenler ‘sol’du. İşçi sınıfının üst katmanındaki ve orta sınıfın alt katmanındaki seçmen, aşırı derece ihanete uğramış hissediyor ve sağ kanat bunu kendi lehine kullanıyor. Sağ kanat oy kazanmak için ulusalcılığı, yabancı düşmanlığını ve korkuyu olabildiğince kamçılıyor. Bu yolda, inanılmaz bir hızla sağa kayarken kontrolü kaybetmekten korkan muhafazakar elit dışında karşılarına çıkan kimse yok. Bu kayma devam ederken seçim sonuçlarının pek önemi yok gibi gözüküyor.
Anarşistler bu siyasi yapıyı nasıl etkiliyorlar? Siyasi arenadaki sözü nedir?
Paul: İrlandalı anarşistlerin parlamenter yapı içinde ya da yerel yönetimlerde doğrudan hiçbir etkisi yok çünkü ne seçimlere giriyoruz, ne de diğerlerine oy aktarıyoruz. İrlanda’da yerel yönetimlerin alışılmadık kadar zayıf olduğunu belirtmemiz gerekir. Fakat bir politik aktivistin bir yerel üyesi olarak seçilip parlamento üyeliği olma yolunda “yağlı direğe” tırmanması nispeten kolay. Dolayısıyla, anarşistler dışında sol eğilimlerin hepsi, liberal sol, stalinist, troçkist, her neyse seçim siyasetiyle meşgul oluyor. Anarşistler, bu politik kampanyalara bulaşmanın sol aktivistlere verdiği hasarları eleştiriyorlar, çünkü bütün dikkatlerini adayların görünürlüğünü artırmaya ve İrlanda’nın politik dünyasındaki bağımlılık ve kayırmacılık ilişkilerini korumaya veriyorlar. Bu da sıradan insanları kendi işlerini yapmaktan alıkoyuyor ve bunun yerine işleri bir şefin onlar yerine yapmasını talep ediyorlar.
Dario: Anarşistlerin toplumdaki ve politik duruma etkileri, toplumsal hareketlerle doğrudan ilişkili. Şu anda anarşist hareket bir “avangart” değil. Etkisi, işçilerin ve ezilenlerin, devletin baskısına, kapitalizmin tahribatına ve sömürüsüne karşı verdiği mücadelelerden geçiyor. Bu hareketler güçlü olduğunda, anarşist etki de güçlü oluyor. NO TAV hareketinde bunun net bir örneği var. Bu halk hareketi yirmi yıldır, devletin yüksek-hızlı-tren yolu için uranyum ve asbest dolu dağlarda tünel kazmak istediği Susa Vadisi’nde ekolojik katliama karşı savaşıyor. Anarşistler başından beri bu hareketin içindeler. Şimdi TAV hareketi karar alma sürecinde anarşist yöntemlere çok yakın yöntemleri benimsiyor ve uyguluyor. Yüzlerce insan, hareketin meclislerinde, hiyerarşik bir yapı olmadan, her seferinde oybirliğine ulaşmaya çalışarak tartışıyor. Hareket aynı zamanda mücadele biçimi olarak doğrudan eylem uyguluyor ve baskılara karşı dayanışmayı örgütlüyor.
Son yıllarda NO TAV hareketi İtalya’daki tüm hareketler için gerçek bir model oldu.
Bu hareketler içinde anarşist etkinin çok güçlü olduğunu söyleyebiliriz.
Ne var ki İtalya’da tasarruf tedbirlerine karşı geniş bir hareket yok, işçi mücadeleleri hala zayıf ve mücadele alanları hala bölünmüş durumda. Yani anarşistler sadece mücadelelerin olduğu ve anarşistlerin bu mücadeleye katıldığı şehirlerde toplumu ve işçileri etkiliyorlar.
AGA: Şu anda anarşistleri ulusal politik arenada etkileri yok denecek kadar az. Radikal solda seçim siyaseti karşıtı tavırlar çok karışık. Bazıları sağa kayışı tersine çevirmek için SP’ye oy verilmesini savunuyor. Bazıları güçlü bir ‘sol’ hükümetin bir şekilde radikal solu ve anarşistleri ‘koruyacağını’ bile düşünüyor (bana sorarsanız hiç gerçekçi değil). Ve oy vermeyip (oy pusulalarını yakan fotoğraflarla birlikte tam tekmil) ayaklanma çağrısı yapan bir kısım var. Fakat tartışmanın dönüp dolaştığı yer SP’ye oy vermek ya da hiç oy vermemek.
Anarşistlerin özellikle seçim zamanlarındaki yaklaşımı nedir? Ve bu yaklaşım toplumda nasıl yer alıyor?
Paul: Geçmişte “Hiç-kimseye oy verin, Hiç-kimse sorunlarınızı dert ediyor, Hiç-kimse sizi gerçekten dinleyecek” gibi sayısız hiciv kampanyası yaptık. Fakat şimdilerde öyle geliyor ki, böyle bir yaklaşım sadece alaycılığı yaygınlaştırıyor ve seçimlerin kendisi kadar güçsüzleştiriyor. Dolayısıyla genelde sadece seçimlerden değil, anti-seçimcilikten de uzak duruyoruz. Bize göre sorun insanların oy kullanması değil, oy kullanmak dışında hiçbir bir şey yapmadan bir şeyleri değiştirmeyi beklemeleri. Bu yüzden seçim zamanı bütün sol, adayların fotoğrafları gazete ve TV’ye çıksın diye sembolik olarak eylemlere katılmak ve seçim gezileri yapmak somut hiçbir şey yapmazken, biz doğrudan eyleme dayalı kampanyalar yürütüyoruz ya da desteklemeye çalışıyoruz. Ayrıca kendi çevremiz için, seçim yerine doğrudan eylemi neden seçtiğimizi anlatan öğretici çalışmalar (miting, propaganda, vb.) yapıyoruz.
Dario: Anarşistler olarak politik güç sorununda net pozisyonlarımız var. Anarşist hareket 1872’de İsviçre’de, Saint Imier Kongresi’nde doğdu. Kongrenin kararı şu anlama geliyordu: “herhangi bir politik iktidarın yok edilmesi proletaryanın ilk görevidir”. Dolayısıyla oy vermemek, anarşistler için bir taktik ve strateji meselesi değildir. Anarşizmin teorik sisteminin bir parçasıdır.
Oy vermemek ideolojik bir soru değildir, sadece bir slogan değildir. Somut bir pozisyondur çünkü anarşistlerin istediği şey, işçilerin ve halkın, eylemleri yoluyla herhangi bir politik iktidarın baskısından kurtulduğu, öz-yönetime dayalı, devrimci bir toplumsal dönüşümüdür.
İtalya’da anarşistler seçimleri boykot propagandası yaparlar. Bu kampanyada anarşistler somut toplumsal alternatiflerin örneklerini de gösterirler. İşçiler ve halk, sadece anarşistlerin iktidarı istemediğini ve hiçbir zaman onları ezmeyeceğini ya da sömürmeyeceğini biliyor.
İtalya’da şu anda oy vermeme oranı çok yüksek ve belki de oy vermeme kampanyaları yapmak daha önemli. Partilere artık güvenmeyenler ve oy vermeyenler aslında devrimci değiller. Ama anarşistler onlara bir değişim yolu gösterebilir ve öz-yönetimin somut örneklerini verebilirler.
AGA: Anarşistler Hollanda’da ufak bir azınlık ve seçimlere anarşist bir yaklaşım uzun zamandır yok. Bunu bazı çıkartmalar ve posterlerdeki sloganlarla özetleyebiliriz: Oy verme, kararları kendin ver! Ve eğer oy vermek bir şeyi değiştirebilseydi çoktan yasaklanmış olurdu. Seçimlerde verilen oy sisteme olan güvenin oyu olarak da görülebildiği için insanlara oy vermeme çağrısı yapıyoruz.
Ama son zamanlarda insanlar bu tutumlarını değiştirmiş, seçimler sirkinin vadettiği imkanların kokusunu almış gözüküyorlar. Artık o kadar içi boş bir ritüel (Bir Demokrasi Şöleni!) haline geldi ki, o kadar gerçeklerden uzaklaştı ki, çoğu insan, bazı anarşistler bile, basitçe, kime oy verdiğinizi geçin, oy verip vermediğinizin bile fazla önemi olmadığını düşünüyor. Dolayısıyla meseleyi oy vermeye odaklamak gerçekten anlamamak demektir.
Anarşist bir ağ örgüt olan Vrije Bond’a bağlı bir grup, iki yıl önceki genel seçimler zamanında astıkları afişlerde biraz farklı bir yaklaşım getirdiler. Örneğin bir tanesinde Tahrir Meydanı’ndaki bir Mısırlı kadın vardı ve şöyle yazıyordu: Bu Mısırlı kadına oy verilemiyor… Ama yine de o, diğer binlercesiyle birlikte Tahrir Meydanı’nda protesto ederek, bir diktatörü devirmeyi başardı. Bu, anlamlı politik değişimin oy vererek değil kolektif eylem yoluyla olacağına işaret eder.
Anarşistlerin seçim zamanı düzenledikleri ana eylemler ya da kampanyalar nelerdir? Anarşistler tarafından harekete geçirilen bu kampanyalar ya da eylemler amaçlarına ulaştı mı?
Paul: Son seçimler 2011’de, 2008 sonrası kemer sıkma politikalarına ve 2010 Troyka kurtarma paketine karşı kitle hareketlerinin olduğu zamanlarda yapıldı. Çoğunluğun beklentisi, hükümetten kurtulup yerine yenisini koyunca bir değişim olacağı yönündeydi ve bu beklenti hareketi sabote etti. Tabii ki beklentiler gerçekleşmedi.
Dario: Seçimler sırasında anarşistler oy vermeme kampanyalarının yanı sıra her zamanki girişimlerine devam edebilirler. Anarşistler politik girişimlerinin herhangi bir alanında basitçe böyle bir kampanyayı getirebilirler, öz-yönetim örneklerini herhangi bir mücadelede ya da içinde bulundukları herhangi bir harekette verebilirler. Tek amaç devletin ezmesine karşı bir alternatif göstermek olduğu için genelde amaca ulaşılır.
AGA: Seçimlerin aldığı gösterişli saçmalığa alternatif arayan insanlara yönelik yayınlar yapan anarşistler var. Ve 2012’de ‘Tilburg Anarko-cemiyeti’, seçimlerin olduğu gece “Oy vermek daha iyi bir dünyaya götürür mü?” konulu bir forum düzenledi.
Ama seçim siyasetine karşı en iyi propaganda yine seçim siyasetinin kendisidir. Şüphesiz bu zamanlarda politik sistemin boş propagandası bir hezeyana dönüşüyor ve ona kendi mesajınızı iliştirmek çok kolay olmalı. Bu fırsatı, diğer zamanlarda karşımıza çıkanlarla karşılaştırdığımızda, bu dünyanın geçip gitmesini seyretmek yazık olur. Ama artık hatalı şekilde, oy verme eylemine çok fazla ağırlık vermeyi bırakmalıyız. Birkaç yılda bir oy pusulasını doldurup doldurmamanız önemli değil. Bunu bir mesele olarak koymayı tamamen bırakmalı ve gerçek meselelere odaklanmalıyız.
Dünya çapında, birbirinden etkilendiği söylenen hareketler olduğunu biliyoruz. Bunlardan bazıları doğrudan demokrasiye ilişkin büyük deneyimler yarattılar. Ve bazıları da hükümet gücünü amaçlayan partilerin seçim kampanyalarına evrildi. Tüm dünyada meydana gelen bu yeni toplumsal hareketler sonrasında seçimlerin yeni anlamını yorumlar mısınız?
Paul: Bizim için, gerçek hareketlerin – yani üyelerinin gerçekten katılımına, doğrudan demokrasiye, doğrudan eyleme dayalı hareketlerin- temsili biçimlere, seçimciliğe ve sonra da hükümete dönüşmeleri ve ardından kaçınılmaz olarak bunu başlatan gerçek hareketin baskılanmasına yol açması, yeni bir şey değil. İşçi hareketlinin doğuşundan beri sürekli tekrarlanan çok, çok eski bir hikaye. Burada, İrlanda’da Yeşiller Partisi kurulurken radikal iddiaları vardı. Liderlerinin bazıları, Batı Mayo’da Shell’e karşı direnişte doğrudan eyleme katılmışlardı. Bir sonraki seçimlerden sonra Yeşiller Partisi bu son FF hükümetinin küçük koalisyon ortağı oldu ve zamanında direnişe katılan aynı Yeşiller Partisi lideri Shell tesislerini destekleme görevini aldı ve bu işi yaptı. Eğer bir gün Syriza Yunanistan’da iktidara gelirse, hikaye aynı olacak. Hep böyle oldu ve hiç kimse değişik bir sonuç almak için materyalist perspektifte aslında neyin değiştiğini gösteremedi. Deliliğin tanımı, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı bir sonuç beklemektir sözü, Einstein bunu hiçbir zaman söylememiş olsa da, sol ve seçimler söz konusu olduğunda kesinlikle doğru.
Dario: Değişik ülkelerde, çok değişik geçmişleri olan değişik hareketleri ele almak zor bir iş. Her halükarda, son yıllarda, ezilmeye ve sömürüye karşı yeni bir direniş dalgasının Akdeniz bölgesini ve ötesini salladığı bir gerçek.
Bu yüzden sadece bazı genel yorumlarda bulunacağım. Her şeyden önce, bazı hareketlerin ya da bu hareketlerin bazı kısımlarının sandık yoluna gitmeleri yeni bir şey değil. Ne hareketler, yeni liderler, yeni gündemler çıkabilir ama sandık yolu her zaman aynı “iktidara gelme” mitolojisini takip eder. Bu bir yanılsamadır ve 150 yıllık bir numaradır. Fakat bu son hareketlerde bir şey değişti. Doğrudan demokrasi ve öz-örgütlenme yaygınlaştı. Bu hareketlerin içinde aktif olan anarşistler olarak, devlet olmadan toplumsal ve politik dönüşüm konusunda toplumsal bir tartışma başlatmamız gerekiyor. Bu hareketlerin içindeki direnişin ve öz-yönetimin somut potansiyelini vurgulamamız gerekiyor.
AGA: Seçimler, yöneten elitin sistemi çökertmeden kendi farklılıklarını yarıştırma yoludur. Bugün de eskisinden farklı bir anlam taşıdığını düşünmüyorum. Ama çoğu insan, politikacıların işsizlik, kriz ve ekolojik yıkım konusunda hiçbir şey yapamayacağını artık açıkça görüyor. Tüm dünya meydana gelen isyanlarda gördüğümüz umut verici gelişmelerden biri politikacılara ve politikaya yönelik genel tiksinti. Kolektif mücadele, katılan insanları dönüştürüyor ve öyle büyük ufuklar ve olanaklar açıyor ki sistemin bize sunduğu sınırlı seçenekleri daha da bunaltıcı hale geliyor. Ama şu anda tüm dünyadaki bu toplumsal hareketlerin, temeldeki sistemi yok etmeye gücü yetmiyor. Bu durum değişmediği sürece ‘hareketi temsil etmeye’ hazır politikacılar hep olacaktır ve fark yaratan bir alternatif görmedikleri sürece, onlara oy veren insanlar olacaktır.
Çeviri: Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşist Seçim Tartışmaları (2) appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>