The post İktidarın Hapishane Stratejisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Oscar Wilde,
Reading Zindanı Baladı
İktidarın baskısına, mülkiyetin yoksullaştırmasına, yerli ve milli ya da uluslararası otoritelerin şiddetine boyun eğmeyenlere ve bu baskı, yoksullaştırma ve şiddetin hazırladığı suçların uygulayıcılarına karşı bir çözüm bulmak; devletlerin en büyük problemlerinden biri haline gelmiştir.
Yaşadığımız coğrafyada da bu problem kendisini sürekli tekrar üretmektedir. Yaşanılan her krizde çözümü bulunamayan, aksine daha da büyük bir probleme dönüşen suç-toplum-devlet ilişkisi ayyuka çıkmaktadır. Bugün içinden geçtiğimiz korona virüs salgını, kendisi gibi bir hastalık olan “suçun” en görünür semptomunu tartışmaya açmıştır: Hapishaneler!
Mevcut iktidar odağı kendi ittifakları içinde kararını çoktan aldığı, halkın uzunca bir süredir “af yasası” olarak bahsettiği kanun değişikliklerini hayata geçirdi. İktidarda oldukları süre boyunca yeni hapishaneler inşa ettikleri hâlde doluluk oranı azalmadı. Onlar da hem kirli ittifaklarını devam ettirmek amacıyla belli başlı “devlet mafyaları”nı dışarı çıkartmak ve belki de hapishaneye yeni gelecek tutsaklara yer açmak için hapishaneleri boşaltmayı seçti. Bu yasadan faydalanabilecek insanların içinde siyasi tutsakların olmaması ise şaşılır bir durum değil. Kişilere karşı işlenilen suçlar af kapsamındayken “devlete karşı işlenilen suçlar” kapsam dışı tutuldu. Yasanın hayata geçirilmesinden hemen önceki verilere göre hapishanelerde toplam 286 bin kişi tutulmaktaydı. Kadın tutsak sayısı yaklaşık 11 bin iken 18 yaşından küçük yaklaşık 2 bin 500 kişi hapishanelerde tutsaktı. Bu istatistiklerdeki her bir sayının bir insan hayatına denk geldiği gerçeğini aklımızda tutarak, hapishanelerin varlığını tartışmaya başlamalıyız. Bunun için de önce hapishanelerin varlık nedeni olan “suçu” anlamamız gerekmektedir.
Suç, Sebep mi Sonuç mu?
Bize hep suçun çoğunlukla ahlaksız, kötü, yozlaşmış ve/veya öfkeli kişiler tarafından işlendiği öğretildi. Yönetenler tarafından propagandası yapılan çoğu fikir gibi bu fikir de hemen herkesin zihnine yerleşti. Peki bu durum gerçekten böyle midir? Ekmeğin ve suyun fiyatıyla hırsızlık arasında bir bağ yok mudur? Polisin copu ve askerin postalıyla şiddet suçlarının bir ilişkisini olduğunu reddedebilir miyiz? Bu eylemlerin gerçekleştirilmesinden sadece bu suçun uygulayıcıları mı sorumludur?
Yukarıdaki sorulara vicdanımızla cevap verecek olursak; suçun bireysel bir eylem olmadığını, toplumun örgütlenme şeklinin bizzat suçun sebebi olduğunu görebiliriz. Havelock Ellis’in suçlunun antropolojisini tartıştığı ve suçluların karakteristik özelliklerini anlamaya çalıştığı 1890 yılındaki çalışması “The Criminal”, içerisinde bu konuyla ilgili onlarca örnek barındırıyor. Milanolu bir hırsız şöyle diyor: “Ben çalmıyorum, yalnızca zenginlerin fazlalıklarını alıyorum; dahası, avukatlar ve tüccarlar çalmıyor mu?” Bir katil ise kendi suçundan şöyle bahsediyor: “Toplumsal erdem denen şeylerin dörtte üçünün alçakça kötülükler olduğunu bildiğim için, zengin bir adama açıkça saldırmanın temkinli yapılan düzenbazlıklardan daha az alçakça olacağını düşündüm.” Bu açıklamalar bize suçluları suça iten en temel şeyin, toplumun adaletsizce örgütlenmesi olduğu gerçeğini göstermiyor mu? Aynı cevabı 130 yıl önce yazılmış bir kitaba gerek duymadan, kendi coğrafyamıza bakarak da bulabiliriz. Antep’te sadece baklava çaldıkları için 24 yıl hapis cezası verilen çocukları unuttuk mu? Benzer örneklerin hem günümüzde kendi yaşadığımız bölgede hem de asırlar öncesinde bambaşka coğrafyalarda yaşanması bize gösteriyor ki “suç kavramının sebep değil sonuç olması” kapitalist devletli toplum yapısı içerisinde değişmez bir olgudur.
Devletlerin Suça Cevabı: Hapishaneler
Suçun sebebi olan devletli şekilde örgütlenen toplum suça karşı nasıl bir tepki veriyor? Emma Goldman şöyle açıklıyor: “İlkel insanın doğal dürtüsü olarak kötülüğe karşılık vermek, intikam almak artık demode oldu. Bunun yerine, cesaret ve cüretten yoksun uygar insan, kendisinin artık yapacak yiğitliğe ya da tutarlılığa sahip olmadığı şeyi devletin yapmaya hakkı oldugu gibi ahmakça bir inançla kötülüklerin öcünü alma görevini örgütlü bir aygıta devretmiştir.” Devletlerin bu öç alma görevini yürütme şekli de geri kalan bütün mekanizmaları yürütme şekliyle aynıdır: Şiddettir. Kendini bazen 15 yaşında bir çocuğun kafasında patlayan gaz fişeğinde, bazen köylülerin bedenindeki mermilerde, bazen gerçeklerle baş edemedikleri için devrimcileri tutsaklaştırmak amacıyla uydurulmuş yalanlarla dolu iddianamelerde gösteren devlet şiddeti; kendini suça karşı mücadele adı altında hapishanelerde üretir.
Hapishane mekanizması çok temel bir iktidar oluşturma geleneğine dayanıyor; mahrum bırakmak. Suçlu kişi en temel hakkı ve varoluşu olan özgürlükten mahrum bırakılıyor. TCK’da “hürriyetten yoksun kılma” suçunun tanımlanması ise devlet örgütünün varoluş çelişkisini gözler önüne seriyor. Bu, sadece bu suçla da sınırlı değil üstelik. Eğer siz bir kişiyi bir yere kapatırsanız bu bir suçtur, eğer devlet yaparsa bir cezadır. Eğer siz hayatınızı idame ettirmek için hırsızlık yaparsanız bu bir suçtur, devlet yaparsa vergidir; patronlar sizin emeğinizi ve kanınızı çalarsa da bunun adı kârdır, ticarettir, iştir. Birini öldürürseniz bu bir suçtur, eğer devlet birini öldürürse bunun adı “operasyon” olur. Örnekler, yürürlükteki her bir suç için çeşitlendirilebilir. Sözün özü şudur; devlet belli bir toprak parçası üzerinde yasal olarak suç işleyebilen tek yapıdır ve uygun görürse bu “sorumsuzluğunu” çetelerle, mafya artıklarıyla, patronlarla paylaşabilir.
Devletler ne kadar fazla suç işlerse toplumları ve o toplumları oluşturan bireyleri de o denli suça itiyor. Suç ve Adalet Araştırmaları Enstitüsü’nün en son açıkladığı verilere göre; adaletsizliklerin dünya üzerindeki en büyük merkezlerinden biri olan ABD’de 2.121.600 tutsak var. Bu tutsakların %90’ı şiddet içermeyen suçlardan tutuklu. Çin’de 1.700.000 insan parmaklıklar ardında, bu sayı Rusya’da 518.391 iken T.C’de ise 286.000. Dünya’nın en fazla tutsağına ve hapishanesine sahip bu devletlerin ortak özelliği ise giderek daha da otoriterleşen, dışa kapalı devletler olmaları. ABD kendisinden beklenildiği gibi bu krizi kârâ dönüştürme peşinde. Hapishaneleri özelleştiren, mahkumların emeğini yok pahasına “güvenlik şirketlerine” peşkeş çeken bir ceza sistemi uyguluyor. Fiilen diktatörlük rejimiyle yönetilen diğer ülkeler için ise hapishanelerin doluluğu bir güç göstergesine dönüşmüş durumda. Terörle ne kadar iyi mücadele edildiği hapishanelere bakarak anlaşılabilir. Bireysel suçlar, infaz yasasında gördüğümüz gibi, affedilebilir suçlarken “terör suçları” affedilemez konumda.
Hapishanelerin toplumun gözünde meşruluk kaynağı nedir? Bu sorunun cevabı ise şüphesiz ki şu inanç ve ön kabuldür; hapishaneler suçluların rehabilite edilmeleri ve topluma geri kazandırılmaları için oluşturulmuş kurumlardır. Gelin bu argümanı da irdeleyelim. Hepimizin aklında yer eden gündemdeki bir örnekten bahsetmek istiyorum. Antep’te eşini bıçaklama suçundan hüküm giymiş ve son çıkan aftan yararlanan bir mahkum 21 Nisan’da kızını hortumla döverek katletti. Bu insanın topluma geri kazandırılmış bir birey olmasından bahsedebilir miyiz? Başka bir örnek ise İzmir’de infaz yasasından yararlanan Mehmet I. adındaki mahkumun tartıştığı bir kişinin başını taşla ezerek öldürmesi… Hapishanelerin bu kişiyi “ıslah” ettiğini nasıl söyleyebiliriz?
Adalet Bakanlığı’nın 2015 yılında hazırladığı rapora göre hapishaneden çıkan 3 kişiden biri tekrar hapishaneye dönüyor. Bu insanlar, özgürlüklerinden yıllar boyunca mahrum kalmalarına ve suç işlerlerse oraya tekrar döneceklerini bilmelerine rağmen onları tekrar hapishaneye iten şey nedir? Bunun cevabı kuşkusuz hapishanelerin nasıl işlediği ile alakalıdır. Goldman bu konuyu şöyle açıklıyor: “Amerika Birleşik Devletleri’nde tek bir cezaevi ya da ıslahevi yoktur ki, insanlar ‘iyi hale getirmek’ adına sopa, cop, deli gömleği, su fışkırtma, ‘sinek kuşu’ (bütün vücutta dolaştırılan elektrikli bir cihaz), hücreye kapatma, arena dövüşü ve açlık vasıtasıyla işkenceden geçirilmesin. Bu kurumlarda kişinin iradesi kırılır, ruhu hapishane hayatının ölümcül yeknesaklığı ve rutini tarafından hizaya getirilir.” Coğrafyamızda da hapishanelerin benzer şekilde işlediğini biliyoruz. Gitgide koğuştan oda sistemine geçilen, darbe zamanı Diyarbakır ve Mamak Hapishaneleri başta olmak üzere bütün hapishanelerde uygulanan işkence yöntemlerinin artık kalıcı hâle dönüştürülmesi, tecrit vb. uygulamalar en açık örneklerdendir. Geçtiğimiz aylarda ölüm orucunda yaşamını yitiren Mustafa Koçak’a direnişi süresince tuvalete izin vermeme, fiziksel şiddet, zorla tedavi işkenceleri yapılmıştı. Ne yazık ki bu da günümüzün binlerce işkence ve kötü muamele örneklerinden sadece bir tanesi. Bu veriler ve çıkarımlar doğrultusunda hapishanelerin çözüm değil Emma Goldman, Pyotr Alekseyevich Kropotkin ve nice anarşistin haklı tespitlerinde olduğu gibi “Toplumsal Bir Suç ve Başarısızlık” olduğu su götürmez bir gerçektir.
Çözüm Ne?
Bütün bu şiddet, suçun üretimi, toplumun yozlaştırılması meseleleri görüldüğü üzere modern anlamda, en az 2 asırdır varlığını devam ettiriyor. Problemler kendini tekrardan üretiyor ve asla nihai bir çözüme ulaşmıyor. Çözüm ne olmalı?
Hapishanelerin koşullarının iyileştirilmesinin bir aşama olduğunu düşünen temiz yürekli insanlar var. Ya da eğitimin iyileştirilmesinin ve genele yayılmasının suç oranını düşürdüğüne dair iddialar ve araştırmalar var. Genellikle bu araştırmalar ve hapishane koşulları örnekleri için “Refah Ülkeleri” de denilen Norveç, İsveç, Danimarka gibi İskandinav coğrafyası devletleri öne sürülüyor. “Başarılı Refah Devletleri”nin kandırmacası da tam buradadır. Onlar iktidarlarını hapishanelere çok da gerek duymadan -ama hapishaneleri tamamen de kapatmadan- başka bir kapatma kurumu olan eğitim ile çözümlemektedir. Ceza ve eğitim sisteminde yapılacak değişiklikler, toplumun kanseri haline dönüşmüş hastalığın semptomlarına karşı iyileştirici bir etkiye sahip olabilir. Unutulmaması gereken ise şudur; önemli olan hastalığı yenmektir. Hastalığın etkilerini yok etmek hastayı belli bir süre rahatlatsa da sonu ölüm olan hastalığa karşı işlevsizdir. Hapishane koşullarının iyileştirilmesi kazanda kaynayan bir kurbağayı çaresizleştirmekten başka bir işe yaramaz. Eğitim meselesi ise başlı başına ayrı bir şiddet ve iktidar mekanizmasıdır; işlevi de hapishane ile özdeştir. Eğitimin işlevi halka, yönetenlerin çizdiği sınırları benimsetmek ve iktidarı içselleştirmelerini sağlamaktan başka bir şey değildir. Eğitimin modernizmin doğumuyla genele nasıl yayıldığını, hemen hemen bütün ülkelerdeki “vatandaşlık” derslerinin içeriklerinin “makbul vatandaş” yaratmak için dizayn edildiğini hatırlamakta fayda var. Kropotkin bir yandan hapishaneleri “Suç Okulu” olarak tanımlarken bir yandan da okulları hapishaneye benzetiyordu. Daha sonraları Foucault tarafından iktidarın üretildiği kurumlardan başlıcaları olan “Okul” ve “Hapishane” benzerlikleri de bize bu noktada fikir verebilir.
Eğitim ve ceza reformları da çözüm değilse o zaman ne yapmalı? Birileri semptomlarla uğraşabilir ama doğrusu kanserin kendisiyle savaşmaktır. Kanserin kendisi ise asıl suçlu olan devlet, mülkiyet; kısaca iktidarlardır. Devletli ve kapitalist örgütlenmeyi yok edip yerine kişilerin özgür birlikteliklerine dayanan bir toplum örgütlemeliyiz ki ancak böyle bir durumda suçtan ve onu besleyen hapishanelerden kurtulabiliriz.
Burak Aktaş
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.
The post İktidarın Hapishane Stratejisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Gelenekte Paylaşma Dayanışma appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Biz anarşistler için paylaşma ve dayanışma içinden geçtiğimiz küresel salgın sürecinde daha fazla önem taşıyor. Bu yüzden bu yazımızda mücadelenin büyümesi ve toplumsallaşabilmesi noktasında kilit bir önemde olan paylaşma ve dayanışma örnekleri üzerine yoğunlaşacağız. Önce paylaşma ve dayanışmanın bizler için teorik anlamda ne ifade ettiğini açıkladıktan sonra, söz konusu tarihsel kısmı ayrıntılandıracağız.
Anarşistler için Paylaşma ve Dayanışmanın Teorisi
Geçmişten günümüze bütün toplumlarda paylaşma ve dayanışma ilişkileri olmuştur. Bunun da ötesinde aslında toplumsal yaşamın varoluşu için vazgeçilmez bir önemde olduğu da bir gerçekliktir. Sözde “normal” olan zamanlardan, şimdiki “olağanüstü” zamanlara kadar her zaman bencillik, rekabet ve ihtiras iktidarlar tarafından ne kadar hakim ilişki biçimi haline getirilmeye çalışıldıysa da insanın doğal yaşamının bir parçası olan dayanışma ilişkileri tamamen yozlaştırılamamış, ortadan kaldırılamamıştır.
Fransız anarşistleri, “Liberté, égalité, fraternité” yani “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şeklinde formülize edilen sloganı “Liberté, égalité, solidarité” yani “özgürlük, eşitlik ve dayanışma” şeklinde güncelleyip sahiplenmişlerdi. Kelime anlamı olarak “erkek kardeşliği” ifade eden “fraternité” eleyip “solidarité”yi sahiplenmek; kadın özgürlük mücadelesinin en radikal yaklaşımlarından birini içinde barındıran anarşizm için bu yönüyle bir aydınlanma eleştirisini içerirken, “dayanışmanın” eklenmesiyle bu olgunun ne kadar kilit bir önemde olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. Yalnızca mücadelenin toplumun örgütlenmesine ilişkin siyasi hattı konusunda değil, devrime nasıl bir mücadele şekliyle gidileceğine dair bir anlam da taşıyor yani dayanışma kavramı.
1902 yılında yayınladığı “Evrimin bir Faktörü: Karşılıklı Yardımlaşma” isimli kitabında Pyotr Kropotkin, hayvanlardan modern insan toplumlarına kadar, en basitinden en karmaşık ifadesine kadar toplumsallığın özünün söz konusu ilişkilere dayandığını dönemin bilimsel kavrayışıyla ortaya koymaktadır. Kropotkin, doğada canlıların yaşamak için birbirleriyle dayanışma içinde olmak zorunda olduğunu ve bunu tercih ettiği zaman hayatta kaldığını keşfetmişti. Bu teorinin biz anarşistler için önemi yalnızca bilimsel değil aynı zamanda propagandiftir.
Dayanışma, sadece siyasi bir idealin dışında devrime giden yolda nasıl örgütlenmemiz gerektiğine dair bir anahtardır. Bu yüzden devlet -iktidar, otorite ya da adına her ne dersek diyelim- özü itibariyle dayanışmayı ortadan kaldırmak için çabalar. Devlet olmadığı zaman yaşanılamayacağını düşünenler yalnızca devrimci zamanlarda değil, içinden geçtiğimiz deprem vb. afetler, salgın hastalıklar gibi süreçlerde de devletin aniden ortadan kaybolduğunu ancak toplumsal yaşamın buhar gibi uçuşmadığını görmüşlerdir. İşte dayanışmanın özü, doğduğu ve serpildiği yer tam da burasıdır; devletsiz halkın toplumsal yaşamı.
Tarihten Örneklerle Dayanışmanın Somutlandığı Mücadele Alanları
Birkaç yıl önce İspanya’daki yoldaşlarla yapılan bir söyleşide yoldaşımız şöyle diyordu: “İspanya’da anarşizm bir kültürdü. Devrim yıllarından önce bile bu durum böyleydi. Bunu tekrar yaşatmalıyız.”
Anarşizm tarihinin en etkili deneyimlerinden biri olan 1936 İberya devrim sürecinin kendisi toplumsal dayanışmanın örgütlenmesiydi. Bunun yanında yüzbinlerce kişinin saflarında örgütlenip paylaşma ve dayanışmayı bütün topluma yaydığı CNT’nin özellikle göçmenlerle dayanışma konusunda uzun yıllar boyu sürdürdüğü büyük bir deneyim vardı. Tıpkı anarşist tarihteki sayısız örneğin tekrar tekrar ortaya çıkardığı gibi, kendisi de çoğunlukla göçmen insanlar tarafından örgütlenen anarşist hareket için göçmenlerle dayanışma organik bir olguydu. Bunun paralelinde göçmenler de yaşamlarının kurtuluşu için anarşizmin ilkelerini toplumsallaştırmanın önemini farkediyordu. Göçmen bir halk olan Romanlar CNT saflarında faşizme karşı savaştılar. Faşistler tarafından İspanya halkına bir tehdit olarak görülen göçmenler, devrimcilerin tarafında diğer ezilen kardeşleriyle beraber dayanışmayı örgütlüyorlardı.
Devrimin bastırılmasıyla beraber anarşist hareket büyük bir göç dalgasıyla İspanya ve Portekiz gibi çevredeki ülkelere dağıldı. Öncesinde diğer savaş mağdurlarıyla dayanışmak için kurdukları göçmen dayanışma örgütleri İspanya’dan anarşistlerin yaşamını devam ettirmesi için sürdürülen dayanışma noktasında dünya anarşistlerine ilham vermiştir.
Ancak tabii ki bu öne çıkan örneklerden yalnızca bir tanesi. Öte yandan devrimler tarihinde başlı başına göçmen krizinin bir devrime dönüştüğü az bilinen bir tarihsel örnek vardır. Tıpkı pek çok başka ülkede olduğu gibi Kore’de de anarşist hareketin gelişimiyle halk özgürlük mücadeleleri arasında organik bir bağ vardır. Japon İmparatorluğu’nun 1910’da Kore’yi işgal etmesi halkın büyük tepkilerine yol açmıştı. 10 yıl boyunca anarşist militanların mücadeleleriyle Japon yönetimine karşı pek çok eylem gerçekleştirildi. 1919 yılında Japon işgaline karşı büyük bir eylem örgütlenecekti. “Bağımsızlık mücadelesi günü” adı verilen bu günde gerçekleşen eylemde 7500 kişi Japon askerlerinin saldırısıyla katledildi, yüzlerce insan da yaralandı.
Katliamın ardından çok sayıda Koreli Mançurya’ya göç ederek orada bağımsız topluluklar oluşturdu. Göçmen kampı da denilebilecek bu yerlerde “Mançurya’daki Kore Halk Derneği” adında anarşist bir dernek faaliyet göstermeye başladı. 1929 ve 1931 yılları arasında Kore dışında yaşayan 2 milyon Koreli göçmenin paylaşma ve dayanışma ilişkileri çerçevesinde yaşadığı özgür bölgede örgütlenen bu dernek, etkisini Kore’de bile hissettiriyordu. Bu kampta işçi kooperatifleri ve özgür okullar kuruldu. Bölgesel konseyler oluşturularak halkın karar alma süreçlerine katılımı sağlanmaya çalışılıyordu. Anarşist komünist bir ekonomi benimsenerek para ortadan kaldırılmıştı.
Yalnızca yıllar öncesinde değil yakın tarihte de anarşistler dayanışmanın örgütlenmesinde kritik pek çok eylemliliğe imza attılar. Ortadoğu’da sürdürülen savaşlar sonucunda dünyanın dört bir yanına dağılan göçmenler konusu hepimizin bildiği gibi günümüzün en yakıcı konularından biri olmayı sürdürmektedir. Avrupa’da göçmenleri hedef alan faşist saldırılara karşı yine en güçlü cevabı anarşistler vermiştir. Son yıllarda anarşistler “Göçmenler Hoşgeldiniz” sloganıyla sınırlarda telleri parçalama eylemleri, işgaller gibi eylemliliklerle Avrupa devletlerinin göçmen düşmanlığına gereken cevabı vermektedir. Bunun yanında işgal evleri/mahalleleri öncelikli olarak devletler kıskacında yaşama mücadelesi veren göçmenlerin ihtiyaçlarını karşılamak için iyi bir sığınak işlevi görmektedir.
Göçmenler için Avrupa’nın giriş kapılarından biri olan Yunanistan bu mücadelenin güçlü bir şekilde sürdüğü coğrafyalardan biri olmuştur. Yunanistan’daki yoldaşlarımız geçtiğimiz aylarda iktidar olan faşist yönetimin ve ondan önceki Syriza hükümeti döneminde de devletin işgal evlerine ve mahallelerine saldırılarıyla karşı karşıya kalmıştı. Bu bağlamda işgal evlerinin ateşe verilmesi gibi, bizlere coğrafyamızın kanlı tarihindeki anları hatırlatan saldırılardan devlet müdahalelerine kadar pek çok saldırı yakın süreçte gerçekleşti. En çok göçmen dayanışma evinin bulunduğu Exarchia mahallesi yoğun bir ablukaya alındı, göçmenler yaşadıkları yerlerden zorla tahliye edildi. Anarşist yoldaşlarımız mahallelerini ve göçmen dayanışma mücadelesini savunmaya devam ediyor.
Yaşadığımız coğrafyada ise son yıllarda Suriye Savaşı’ndan kaçan, Afrika’dan daha iyi bir dünya umuduyla yola çıkan ve bunun gibi pek çok sebeple yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalan göçmenlerin durumu belirsizliğini korumaktadır. TC Devleti, göçmenleri kendi siyasi politikalarına alet ederek düne kadar göçmenlere sahip çıkıyor gibi bir imaj çizerken bugün sınırları açarız tehdidiyle Avrupa devletlerine isteklerini dayatmaya çalışır bir pozisyona çekilmiştir. Bizler her geçen gün devletlerin ikiyüzlülüğüne özellikle göçmen konusunda sürekli şahit olmaktayız.
İşçilerin Kurtuluşu İçin Tek Çare Dayanışma
Anarko-sendikalizm kitabının yazarı anarşist Rudolf Rocker kitabında işçilerin dayanışma pratiği olarak doğrudan eylem ve mücadele deneyiminin önemine değinmekteydi. Onun sözleriyle söylemek gerekirse “Günlük ekonomik mücadelenin en önemli sonuçlarından biri işçiler arasındaki dayanışmanın gelişmesidir.” Bununla birlikte yardımlaşma aslında işçilerin birliği için adeta zorunlu bir koşul gibiydi. “Aynı koşullara tabi olan insanların işbirliği açısından sürekli en olmadık gereksinimleri ortaya çıkaran yaşamsal ihtiyaçlar için verilen mücadeleyle yenilenen karşılıklı yardım hissi, büyük oranda duygusal bir değere sahip soyut parti ilkelerinden çok farklı bir biçimde işler. Bu his, aynı kaderi paylaşan topluluğun temel bilincini geliştirir ve bu da zamanla yeni bir hak anlayışını geliştirerek ezilen sınıfın kurtuluş yolundaki tüm çabalarının ahlaki ön koşulu haline gelir.” Onun yazılarında da belirtildiği gibi anarşistler için işçilerin politik mücadelesi onların dayanışmayı örgütledikleri ekonomik ve sosyal yaşamlarından ayrıştırılamaz.
Bir sendika bürosu, anarşist örgüt toplantısı, komün/kolektif buluşması vb isimler altında bir araya gelen anarşistler, yaşamlarını mücadeleyle birleştirir ve bu alanları kolektif alan haline getirirler. Rocker’ın da yaşadığı ve mücadele ettiği Almanya’da 1910’lu yıllardan beri faaliyet yürüten “Özgür İşçiler Sendikası” FAU, bir mücadele geleneği olarak sendika örgütlerindeki özellikle eğitim/kültür birimlerini işçilerin sosyalliğini güçlendirecek ve dayanışmanın örgütlendiği bir zemin olarak kurgulamışlardır. Bu anarşist mücadele tarihindeki sayısız örnekten yalnızca biridir. Grevlere giden fabrikalardaki işçilerin bir araya geldiği ve yaşamsal ihtiyaçlarını ortaklaştırarak beraber çözüm aradığı birer komün haline gelmiştir. Anarşist tarihteki hemen her örgüt karşılıklı yardımlaşma, paylaşma ve dayanışma ilkelerini güçlendirecekleri bir örgüt yapısı benimsemişlerdir.
Karantinada Birbirine Yabancılaşmayan, Dikkatlice Dayanışmaya Sarılanlar
Anarşistler toplumsal hayatın merkezinde yer alan örgütlenmeler kurmaya yöneldikleri ve aslında kendini toplumdan soyutlamış aydınlar olarak değil de halkın kendisi olarak örgütlendikleri için afetlerde hızlıca hareket edebilmişlerdir. Devlet ise hem merkezi ve hantal yapısıyla bu gibi durumların üstesinden gelemez hem de aslında özü itibariyle dayanışma kurmak istemez. Çünkü artık normal zamanda sömürülenlerin daha fazla sömürelecek bir şeyi kalmadığı, hayatını kaybetmemeye çalıştığı bir yer haline gelmiştir burası.
Anarşist tarihte bu süreçlere dair pek çok pratik sergilenmiştir ve sergilenmeye devam etmektedir. Buna çok eski tarihli olmayan güçlü bir örnek vermek gerekirse, geçtiğimiz aylarda gazetemizde yer verdiğimiz 2005’te kurulan Ortak Taban Kolektifi’nden tekrar bahsetmek faydalı olabilir.
ABD’de Katrina kasırgası gerçekleştiğinde 2000’e yakın insan yaşamını yitirmiş, neredeyse 1 milyon insan evsiz kalmıştı. Devletin -benzeri pek çok örnekte olduğu gibi- insanların yaşamsal ihtiyaçlarının sorumluluğunu almayıp onları yalnız bıraktığı günlerde eski Kara Panterler üyesi Robert Hillary King ve anarşist Scott Crow, Ortak Taban Kolektifi’nin çalışmalarına başladılar. Kolektif -özellikle devletin umursamadığı yoksul mahallelere- su, yemek ve ilkyardım gibi öncelikli temel ihtiyaçların götürülmesini sağlamıştı. Devlet kuruluşlarının “ulaşamadıklarını” söylediklere yerlere bisikletle gidip tespitler yaparak harekete geçiyorlardı. Zaman içerisinde onbinlerce gönüllüsüyle kasırgaya karşı yaşamın yeniden yaratılmasını sağlayan Ortak Taban Kolektifi’nin düşünsel arka planında anarşist yöntemlerle örgütlenen bir dayanışma pratiği yatıyordu. Ortak Taban Kolektifi’nin koordinasyonunun yürütüldüğü yerlerde kapıda kocaman bir tabela asılıydı: “Hayırseverlik Değil Dayanışma!”
Bu mücadele deneyimiyle bugün afetlerde dayanışma pratikleri gerçekleştirilmeye devam etmektedir. Bu cümleleri oluşturduğumuz günlerde örneğin, Yunanistan’ın Kallithea bölgesinde devletin umursamadığı huzurevleri, çocuk bakım evleri gibi yerlere dayanışma kolileri bırakılmaya devam etmekte. Almanya’da Berlin şehrinde evsizler için 3 apartman dairesini işgal eden anarşistler, herkese “evde kal” çağrısı yapan devletin göçmenler ve evsizler için hiç bir çözüm üretmediğini ve asıl felaketin kapitalizm olduğunu belirterek işgallerine devam edeceklerini açıklıyor.
Coğrafyamızda da devrimci anarşistler salgın sürecinde krizi fırsata çevirmeye çalışan kapitalistlere karşı direnişi, hakları bu süreçte her zamankinden de çok gasp edilen işçilerle birlikte mücadeleyi, evlerine yiyecek götürmekte zorlanan yoksullar arasında mecburi olan dayanışma ilişkilerini örgütlemeyi sürdürüyor.
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Gelenekte Paylaşma Dayanışma appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Biz Bize Yeteriz Devlete Gerek Yok! – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yalnızca yakındoğu tarihinin değil insanlık tarihinin de en eski edebi metinlerinden olan bir babil şiirinde, çok hastalanan bir esnafın hikayesi anlatılır. Ludlul’un işlediği dört tablette bulunan şiirde, artık şimdilerdeki gibi salgın hastalık tanrısı Nergal mi belalar açmıştır esnafın başına yoksa başka tanrılar mı bilinmez. Hastalık elinin ayağının bağlarını çözmüştür, herkesin uykuya daldığı gece yarısı bile dünya ona nefes alma şansı tanımamaktadır.
Hastanın ciğerleri bakıcıları korkutmuş, büyücüler bir türlü bu hastalığın ne olduğunu anlayamamış, tanrı ve tanrıçalar da hastanın elinden tutmamışlardır. Sonra aradaki kayıp 10 satırda bir mucize olur. Rüyasında hasta herkese yardım etmiştir, etrafındakilere hediyeler dağıtmıştır, koyun kesmiş, içki dağıtmıştır. İyice iyileştiğinde ise büyük bir sofra kurup ziyafet hazırlar.
İyileşen hasta, mucizeyi tanrı Marduk’a bağlasa da, paylaşmanın dayanışmanın sonucunda iyileştiği çıkarımı yapmak güç değildir.
*
Koronavirüs tehdidi altında içine sıkıştığımız apokaliptik yaşantılarımızda günlerimiz bir şekilde geçiyor. Bazıları kıt kanaat kazandığıyla dişini sıkabildiği kadar sıkıp evinde vakit geçirmeye çalışırken, pek çok insan hayatta kalabilmek için bütün tehlikelere rağmen sokağa çıkmak, işe gitmek zorunda. Sözde “sağlıklı” zamanlarımızda ürettiğimiz her şeyin üstüne çöken azınlık, salgın zamanlarında da yine bizim ürettiğimizi tüketmek için bizim inşaa ettiğimiz saraylarında oturuyor.
Dün Cumhurbaşkanı’nın yaptığı açıklamalarla gündeme düşen “Milli Dayanışma Kampanyası” da işte bu azınlığın oturduğu korunaklı saraylardan, her gün tiksinerek baktığı milyonlarca insana, yani dünyanın geri kalanına uzattığı “hayırsever” bir el adeta…
7 maaşını kampanyaya bağışladığını söyleyen Erdoğan “Amacımız, yevmiye ile geçimini sürdüren kesimler başta olmak üzere, alınan tedbirlerden dolayı mağdur olan dar gelirli vatandaşlarımıza ilave destek sağlamaktır.” şeklinde kampanyanın hedefini açıklıyor. “Bu süreç içerisinde en büyük katkıyı da iş adamlarımızdan, hayırseverlerimizden bekliyoruz” şeklinde ifade edilen kampanyanın aslında dayanışmadan çok kendilerinin de ifade ettiği gibi zenginin gönlünü rahatlatacak bir “hayırseverlik”ten fazlası olmayı amaçlamadığı ortada.
Dayanışma diye başlayan bu kampanyanın daha ilk günden şova dönüştüğünü görerek, şimdiden bu işin tam adını koyalım ve gelin biz bu işe Milli Hayırseverlik Yarışı diyelim. Milli hayırseverlik yarışında liste kabarık, iktidarın son dönemdeki en büyük ortaklarından MHP genel başkanı Devlet Bahçeli 5 maaşıyla yarışa katılırken, çeşitli siyasi parti üyeleri, komedyen Şahan Gökbakar, belediye başkanları, YÖK Başkanı Yekta Saraç gibi pek çok isim de “maaşlarıyla” arka arkaya sıralanıyor. Sıralanıyor sıralanmasına ama bir yanda yıllardır cefa içinde yaşamını sürdürmeye çalışanlar, diğer yanda onların sırtından geçinip yıllardır sefayla zenginliklerini sürenler varken şimdi bu zenginlerin çıkıp da kendi hazinelerinden bir miktar parayı ihtiyacı olanlara “lütfetmesini, bahşetmesini” bizim aklımız almıyor.
Diğer bütün örneklerde olduğu gibi bu hayırseverlik örneği de, yılın 365 günü ezilen, sömürülen milyonların kandırılarak itaatini güçlendirmek ve ezen, sömürenleri kahraman gibi göstermek gibi amaçlara hizmet ediyor. Ekonomik adaletsizliklerin gerçek kaynağı olan patronlar, siyasetçiler, belediye başkanları, bürokratlar “merhamet sahibi” ve “dindar” kişilikleriyle “mağdurlara” yardım bağışlıyor. Asgari yaşam şartlarını bile kaybeden insanları “kurtarıp” da onlara asgari yaşam şartlarını tekrar verecek bu hayırseverler, verecekler ki sırtlarından geçinmeyi de sürdürebilsinler…
Hayırseverlik diyoruz, bağış diyoruz bir sebebi var. Ezenle ezilen arasında dayanışma olmayacağını biliyoruz çünkü. Dayanışma, alan-veren ilişkisinde bir hiyerarşiyi tanımlamaz; üsttenliği kabul etmez. Ezenlerin oldukları konumdan ikiyüzlülükle aşağı, ezilenlere baktığı bir dünyada; ezenin ezilene bahşedeceği de birkaç kuruştan ibaret olabilir ancak. Değil 7 maaşını, 77 maaşını da ezilenlere bağışlasa hangimiz Erdoğan’ın servetine ulaşabiliriz? Ya da soruyu tersten soralım: Erdoğan hangimizin yaşam standartlarına yaklaşabilir bu koşullarda? Sadece Erdoğan mı, değil tabi. Hepsi… Bu krizi atlatıp da ev sahibi kapıya dayandığında, yapılandırılmış/yapılandırılmamış tüm elektirk, su, doğalgaz, kredi borçları üzerimize yüklendiğinde e “milli” kalacak ne “dayanışma”. Daha da kötüsü, her zaman olduğu gibi hayır işlemeyi sevenler bir anda yok olacak, hepsi kaçıverecek ziyafetlerle bezenmiş saraylarına.
*
Yazının girişinde hastalığa yakalanan bir Babil’linin hikayesini anlatan Ludlul’un şiirinden bahsetmiştik. Ludlul şiirinde yalnızca bizlere günümüze kalan bir hikaye anlatmakla kalmıyor aynı zamanda otoritenin karşısında kendini düşünen sıradan bir insanın hikayesini “edebiyata” dahil etmesiyle de önem taşıyor.
Bizler de bugün hastalıklar karşısında yaşamını korumaya çalışan o esnaf gibiyiz ancak karşımızdaki düşman elindeki soyut/somut bütün araçlarla bizim gözümüzü boyamakta kararlı. Sanki hepimizi bu krize sürükleyen onlar değilmiş gibi şimdi hepimizi kurtaracak “kahraman” rolüne büründüler. Bizler ise birlikteliğimizin, dayanışmamızın bütün zorluklardan daha üstün olduğunu hatırlamamız gereken zamanlardayız. İkiyüzlü bir hayırseverliğe değil de her koşulda elindekini paylaşmayı bilenlerin dayanışmasına gözlerimizi ve kulaklarımızı açalım ve biz de elimizdekilerle dayanışalım. Komşumuzun kapısına bir devlet görevlisinin gelmesini beklemeden komşumuza yardım edelim. Çünkü en yakın örneğiyle Elazığ depreminde gördüğümüz gibi, bugün kapıyı çalan devlet bir anda yok oluveriyor. Hayatın kaynağı olan ancak hayatta kalması en zor olanlar,yani bizler, ne bizden çaldıklarını bir süreliğine iade edecek olan sosyal devlete ne de onu bile vermekten çekinen kapitalist devlete bel bağlayamayız. Bel bağlayacağımız tek gücümüz birbirimizden aldığımız gücümüz, kuvvetimiz yani dayanışmamız olacak. Tek başınalığımızdan sıyrılıp dikkatli bir şekilde dayanışarak yaşamlarımızı kazanabiliriz.
Pyotr Kropotkin’in bu yazdıklarımızla uyuşan sözünü hatırlayarak, beraberce dayanışmaya!
“Başka insanlarla işbirliği içinde olmadıkça; sandığı, çıkını ne kadar altınla, parayla dolu olursa olsun, tek insan güçsüzdür.”
The post Biz Bize Yeteriz Devlete Gerek Yok! – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Pyotr Kropotkin Anarşizm Mücadelemizde Yaşıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Varsıl da yoksul da kalmadığı zaman, açlar ağızlarının suyu akarak tokları izlemediği zaman, insanların doğuştan getirdiği o kardeşlik duygusu yeniden gelişebilir. Devrim, bizi para kazanmanın, varlığımızı zehirleyen, hayatımızı karartan aşağılık kaygılarından kurtararak, yaşamın kaynaklarını yineleyecektir.” Ekmeğin Fethi – Kropotkin
Anarşizmin militan düşünürü Pyotr Alekseyeviç Kropotkin 8 Şubat 1921′ de yaşamını yitirdi. 1921 Şubat’ında Bolşevik Rusya’da, Anarşizmin kara bayrağını dalgalandırdığı cenazesiyle bile iktidarlara meydan okuyordu. “Otoritenin olduğu yerde, özgürlük yoktur.” yazıyordu cenazesinde yoldaşlarının taşıdığı pankartlarda.
Kropotkin, kendi deyimiyle ne hayal aleminde yaşadı, ne de insanları olduklarından iyi hayal etti. Onları oldukları gibi gördü ve bu yüzden insanların en iyisinin bile otoritenin uygulamalarıyla özde kötü kılındığını ile sürdü. İnsanın insanı yönetmesinden bu nedenle nefret etti. Anarşist militan Pyotr Kropotkin, isyancı kuşaklara esin kaynağı olmaya devam ediyor!
Bu metin Karala Dergisi’nin sosyal medya hesabından alıntılanmıştır.
https://meydan1.org/tag/kropotkin/
The post Pyotr Kropotkin Anarşizm Mücadelemizde Yaşıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kropotkin İstanbul Duvarlarında: Gençliği Çağırıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşist düşünür Pyotr Kropotkin Kartal’dan Bakırköy’e İstanbul’un duvarlarından bize bakıyor.
Anarşist Gençlik, 21 Aralık Cumartesi günü Kropotkin’in 1880’de kaleme aldığı “Gençliğe Çağrı” metninden hareketle gençlik mücadelesine çağıran bir etkinlik düzenliyor.
Coğrafya, evrim, biyoloji ve etik gibi
alanlardaki bilimsel çalışmalarının yanı sıra devrimci anarşist perspektifiyle
ortaya koyduğu önemli ekonomik ve siyasi teorileriyle bildiğimiz Kropotkin’in yazdığı
metin üzerinden gençlik mücadelesi hakkında konuşulacak.
Anarşist Gençlik gençliği mücadeleye çağıracak olan etkinliğin duyurusunu hazırladığı afişlerle İstanbul sokaklarında ve üniversitelerde yapıyor.
Etkinliğin;
Linki: https://www.facebook.com/events/2724070797654338/
Tarihi:21.12.2019
Saati:14.00
Adresi: Osmanağa mahallesi Serasker Caddesi Mimar Çıkmazı Sokak No 9/3 Kadıköy/İstanbul
Kropotkin Hakkında Sitemizde Yayımlanan Yazılardan Bazıları:
https://patikaekoloji.org/sosyal-ekoloji-yokken-karsilikli-yardimlasma-vardi/
https://patikaekoloji.org/sosyal-darwinizim-mi-karsilikli-yardimlasma-mi-ozgur-oktay/
The post Kropotkin İstanbul Duvarlarında: Gençliği Çağırıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kılavuz Kavramlar (1) : OTORİTE appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İçerisinde yaşadığımız devletli ve kapitalist sistemin analizini yapmak, düşlediğimiz adil ve özgür dünyayı ve bu özgür dünyanın değerlerini sade bir dille anlatabilmek için gazetemizin bu sayısından itibaren anarşist düşüncenin dikkat çektiği belirli kavramları sizlerle paylaşacağız. Meydan Gazetesi olarak devrimci anarşist perspektif ve eylemlerimiz sonucunda biriktirdiğimiz yazınsal ve eylemsel deneyimlerimizden hareketle yorumladığımız kılavuz kavramlardan ilkini, otorite kavramını sizlerle paylaşıyoruz.
“Otoritenin olduğu yerde özgürlük yoktur.”
Pyotr Kropotkin
Özgürlüğün olduğu yerde ise bütün otoriteler yıkılacaktır. Otorite, bir bireyin ya da topluluğun başka bireyler ya da topluluklar üzerinde onların iradesini şekillendirmek ve ortadan kaldırmak için bir yetkiye sahip olması olarak tanımlanabilir. Temelde otorite zora dayalı, emir alma-emir verme ve yönetme-yönetilme ilişkisinin belirleyiciliğinde şekillenir. Bu ilişki biçimi, yaşamlarımızı çalan bütün kurumlar ve kişilerde somutlanmıştır. Otorite olgusu, anarşist literatürde, özellikle Bakunin ve Kropotkin’in çalışmalarında incelenmiştir. Otoritenin toplumsal örgütlenmedeki gereksizlikleri bir yana, toplumun yapısını bozmasıyla da tarih boyunca anarşistler tarafından eleştirilmiştir.
Yasalar, Ezenlerin Sömürü Aracıdır
“Yasa, aylak zenginlerin emekçi kalabalıklar üzerindeki sömürülerinin ve egemenliklerinin amacından başka bir şey değildir.”
Pyotr Kropotkin
İnsanlığın, otoriter mekanizmaların baskısı altına alınmadan önceki yaşantısında yüzyıllar boyunca özgürce yaşadığını bilmekteyiz. Kropotkin’in de 1886 yılında kaleme aldığı “Yasa ve Otorite”de başarılı bir şekilde altını çizdiği gibi bugün dahi “insanlığın büyük bir bölümünün yazılı yasası yok”. “Balta girmemiş ormanlarda”, modern dünyanın vahşetiyle karşılaşmamış kabileler, gelenekleri ve ihtiyaçları ölçeğinde kararlaştığı ilkeleriyle, otoriter olmayan bir yaşam biçimini sürdürmeye devam etmektedir.
Diğer yandan iktidarlı ilişkiler herhangi bir kurumsallaşmış ve tanımlanmış mekanizma olmadan da ortaya çıkabilir. Tam olarak tarihlendiremesek de bitkilerin ve hayvanlarn evcilleştirildiği, yerleşik yaşamın ortaya çıkmaya başladığı çağlarda insanlar arasındaki iktidarlı ilişkiler kurumsallaşmaya başlamıştı. İktidarlı ilişkilerin kurumsallaşmasını ve iktidar olabilme yetkisini tanımlayan otorite olgusunun izleri, o yıllara dek sürülebilir.
Yaşamlarımızı Çalan Otorite, Özgürlüğün Yadsınmasıdır
“Otorite, özgürlüğün yadsınmasıdır.”
Mihail Bakunin
Otorite olma her zaman meşrulaştırılmaya çalışılır. Bu, bazen içinde bulunulan topluluğun inancına bazen otoriteyi elinde bulunduranın kişiliğine bazen de hukuka dayandırılarak yapılmaya çalışılır. Otoritenin en önemli özelliklerinden birisi mutlak olmasıdır. Otoriteler tüm uygulamalarını bireylere bilgi, inanç ya da yasalar aracılığıyla değiştirilemez ve sorgulanamaz olarak dayatır.
Otorite, zaman içerisinde itaat kültürünün içselleştirilmesiyle değiştirilemez, yokluğu tahayyül edilemez bir gerçeklik olarak dayatılmıştır. Otorite, onu tanıyıp kabul edecek bireyler ya da topluluklar var olduğu sürece vardır. Yani otorite sadece zor uygulamakla değil aynı zamanda itaatin kabulüyle de ilişkilidir. Otoritelerin varoluşunu garanti altına alan, itaatin sürekliliğidir. Çünkü iktidarlı ilişkilerin birer iktidar mekanizmasına dönüşümü otorite ile gerçekleşir ve kalıcı hale gelir.
Aileden okula, işyerinden kışlaya, ibadethanelerden sokağa kadar otorite, nerede ve nasıl yaşayacağımızdan nasıl düşüneceğimize kadar tüm irademizi yok sayar. Otoriteler, istek ve çıkarları doğrultusunda bizim adımıza kararlar almayı amaçlar. Yaşamlarımızı belirleyen bu kararlar; ebeveynler, öğretmenler, patronlar, komutanlar, din adamları yani otoriterler tarafından toplumun her alanında kendini gösterir.
Otorite Devletin Ahlakıdır, Yani Ahlaksızlıktır
“Otoriterler hepimizin temelde kötü olduğumuzu ve eğitimin, gözetimin zorunlu olduğunu düşünür ve de en çok ele geçirmek istedikleri şey olan ‘kontrol’ün kaçınılmazlığını savunurlar.”
Dave Neal
Otorite olgusu insanın özü itibariyle kötü olduğu inancına dayalıdır. Varoluşunu gerçekleştirirken şiddet, baskı, işkence, katliam gibi yolları kullanan otoriteler meşru olmadıklarından soyut varsayımlara, yalanlara başvurmaktadır.
İnsanların otorite olmadan birbirlerine saldıracakları, şiddetin artacağı ancak bir yalandan ibarettir. Zira insanlık tarihi bize her zaman tiranların, zorbaların ortadan kalktığı zamanlarda paylaşma ve dayanışmanın yükseldiğini göstermiştir. Otoritenin savunucuları, her zaman otoriteyi insanlığın ahlakı, etiği olarak kavratmaya çalışmıştır. Ancak otorite; sosyalistinden liberaline, demokratından faşistine bütün iktidarların mutlaklaşmasından başka bir işe yaramamıştır.
Bütün Otoritelere Karşı Özgürlük için Anarşizm
“Giyotin sehpalarını yakalım, hapishaneleri yıkalım, yargıçları, polisleri ve muhbirleri kovalım, öfkeyle hemcinsine kötülük yapmaya itilmiş olanlara kardeşçe davranalım… Toplumumuzda bundan böyle lafı edilebilecek çok az suç söreceğimizden emin olabiliriz. Suçu ayakta tutan yasa ve otoritedir.”
Pyotr Kropotkin
Tarih boyunca bütün otoriteler, bireylerin kendini gerçekleştirmesinin, özgürlüğünün tam karşısında olmuştur. Bizler biliyoruz ki özgürlük ancak otoritenin yıkılmasıyla gerçekleşebilir. Biz anarşistler, devrimi ertelemeden, şimdi şu anda otoriter tüm mekanizmalara karşı anti-otoriter örgütlenmeler yaratarak özgürleşiyoruz.
Yaşadığımız topraklarda otorite, bir konu üzerinde tartışarak ortak bir karara varamayacağımızı bize dikte etmeye çalışmaktadır. Biz, ancak kararlaşma süreçlerini işlettikçe kendimizi gerçekleştirebiliriz. Anarşist ilişki biçimleriyle örgütlendiği sürece toplumda adaletsizliği ve itaati kurumsallaştırabilecek herhangi bir zemin oluşamaz. Çünkü, otorite ve otoriter mekanizmaların kendini meşrulaştırabileceği araçlar yok edilmiştir.
Özgürlük İçin Anarşizmde Örgütlenmeye!
Anarşizm düşüncesi, toplum baskısıyla bireyin iradesini ezmez aksine özgürlük anlayışını birey ve toplum olarak birlikte ele alır. Peki böylesi bir toplumda hangi ilkeler toplumsal yaşama sirayet edecektir? Toplum İtaat yerine, karşılıklı uyum ve kararlaşmayla örgütlenir. Bu toplumda kimsenin kimseyi baskı altında tutmadığı, otoritenin olmadığı özgür bir ilişki biçimi oluşmaktadır. Sonuç olarak bu toplumda bireyin iradesinin iktidarlar tarafından şekillendirdiği bir ilişki biçimi olmayacaktır. Anarşist bir toplumda iradelerini özgürce gerçekleştirebilecek bireyler vardır.
Başkaları üzerinde hak iddia edenler, kazançlarını her zaman onların itaati üzerinden şekillendirdiler ve şekillendirmeye devam etmek istiyorlar. Özgürlük için bütün otoriteleri yıkmaya, anarşizmde örgütlenmeye!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kılavuz Kavramlar (1) : OTORİTE appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ezilenlerin “Ortak Lüks”ü İktidarlara Karşı Mücadeledir! – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir kültür tarihçisi olan Kristin Ross’un Ortak Lüks: Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi adlı kitabı tam da bu anlayışın bir yansıması olarak kaleme alındığı için ortak düşmana karşı ortak mücadele vermek isteyenlerin dikkatlerini çeken bir kitap. Paris Komünü’nü “komünal bir örgütlenme yani bütün enerji ve zekalar arasındaki dolaysız işbirliği” olarak tanımlayan Ross, Komün’ün pek dillendirilmeyen yanlarını ortaya koyduğu gibi Komün’ün yarattığı ortaklığın düşünceler ve eylemler üzerinden izini sürüyor.
Bir İlkenin Tezahürü Olarak Komün
Komünarların kendilerine “yurtsever” demediğini, Komün’ün “evrensel bir cumhuriyet” fikriyle hareket ettiğini söyleyen Ross, Komün’ü milliyetçi ulusal bir anlatı veya resmi (SSCB) komünist tarih yazımı içerisinde sıkıştırarak boğmak yerine evrensel bir ufku olan, ulus devlet ve sermaye ile örtüşmeyen noktalara dikkat çekiyor: “Paris Komünü’nün bize bıraktığı muhayyile ne ulusal bir cumhuriyetçi orta sınıfa ne de devlet güdümlü bir kolektivizme aittir. Ortak lüks, ne onun etrafını kuşatan (Fransız) burjuva lüksüdür ne de ondan sonra ortaya çıkıp yirminci yüzyılın ilk yarısına hakim olan faydacı devletçi kollektivist deneylerdir”.
Komünarların yıktığı devlet kurumlarının ve gündelik yaşamın organizasyonu için oluşturduğu örgütlerin bir devleti betimlememesi ve yaratmaması önemli bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Komün için savaşanların toplumsal işleyişin tamamını örgütleyenler olması yani bireysel ve toplumsal boyutlarda gerçek anlamıyla özgürlüğü deneyimleye yönelik istek ve pratikler böylesi bir olguyu yaratıyor. İşte Ross da kitap boyunca çoğu kez bu olguya dikkat çekiyor: “Komün sırasında Paris Fransa’nın başkenti değil, evrensel bir halklar federasyonu içindeki özerk bir kolektif olmak istiyordu. Bir devlet olmak değil, son kertede uluslararası ölçekli bir komünler federasyonu içerisindeki bir unsur, bir birim olmak istiyordu”.
“Siyasi ve toplumsal bir mecra olarak Komün’ün sunup da fabrikanın sunamadığı şey kadınları, çocukları, köylüleri, yaşlıları ve işsizleri de içeren daha geniş bir toplumsal kapsamdı.” sözleriyle kitapta Komün’ün bir işçi hükümeti niteliğine sahip olmadığı aksine ezilenlerin özyönetimi olduğunu anlatılmaya çalışılıyor. Ayrıca Ross’a göre yanlış bir biçimde yorumlanarak olup bitmiş, başarısız olmuş bir tarihsel olay olarak görülen Komün’den dersler çıkarmak yerine Komün’ün öncesinde, sırasında ve sonrasında oluşan birlikteliğin ve ortak kültürün bugünü örgütlemede ne kadar önemli olduğunu anlamak gerekiyor. Ona göre günümüzün eğitim, sanat, emeğin özgürlüğü ve ekoloji gibi sorunlarının çözümü de komünarların kendi yarattıkları düşünce ve pratiklerinin ışığında yaratılabilir.
Komünün “Ortak” Değerleri
Ross Komün’ün okumasını yaparken Komün’ü oluşturan ve komünarların yaşadığı olaylardan sık sık yararlanıyor. Papa Muhafızları’ndan Afrikalı bir siyah ile elbisesinin altına eski asker botlarını giymiş eski bir öğretmen olan Louise Michel’in gecenin geç vaktinde beraber tuttukları nöbeti anlatıyor. Tam da bu kesişim üzerinden Komün’ün özgün yanını ortaya koyuyor ve “birbirinden farklı deneyimlerle, kişinin kendi siyasi özneleşmesiyle ilişkisinin ne kadar farklı yollardan yaşanabileceğini gösteriyor.” Paris Komünü’nün, yıllar sonra gerçekleşen İberya Devrimi ve Rus Devrimleri gibi süreçlerde de tekrarlanan uluslararası devrimci dayanışma örneklerine kaynaklık ettiğini görmemizi sağlıyor.
Ross farklı arka planlara birden yer vererek Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı? romanında öngörülen “uzak hayallerden gündelik gerçeklikle doğrudan yüzleşmeye yönelten bir sosyalizm yolu”na dikkatleri çekmeye çalışıyor.
Komün’ü yaratan sürecin Fransa-Prusya savaşından sonra birden patlak veren bir isyanla başlamadığı, imparatorluğun son dönemlerindeki, 1860’lardaki halk toplantılarıyla, bunlardan üreyen çeşitli birlik ve komitelerle ve kuşatma döneminin devrimci kulüpleriyle başladığı çeşitli referanslarla ve hikayelerle anlatılıyor.
Paris halkının, devrimcilerinin toplumsal dönüşümü sağlayacak şekilde toplumsal yaşamı yeniden organize etmeye yönelik sohbet ve tartışmalarının gerçekleştirildiği bu kulüplerin Paris Komünü için önemi çok büyük. Bu kulüpler ve toplantı mekanları ayn zamanda “halk okulları” görevini de görüyordu. Toplantılar mülkiyeti, kadın emeğini ve akla gelebilecek politik pek çok meseleyi gündemine alıyor, tartışıyordu. Buralar Habermas’ın kamusal alan kavramını anlatırken tarif ettiği, burjuvaların sanatsal ve politik meseleleri konuşmak için gerçekleştirdiği toplantılar gibi değildi. Özellikle Paris’in kuzeyindeki toplantılar “vive la Commune” sloganı ile başlatılıyor ve kapatılıyordu.
Komünü destekleyen ve selamlayan çok sayıda düşünürün de bu deneyimden etkilendiğini anlatan Ross, komünist William Morris, anarşist Elisee Reclus ve Kropotkin’in komünü destekleyen düşüncelerine örnek veriyor. Bizzat komünde yerini almış Elisee Reclus’un “şiarımız artık yaşasın evrensel cumhuriyet” sözünü de komünün ilkesi olarak aktarıyor.
Ross’un dönemin güncel sorunlarıyla mücadeleye yani pratiğe verdiği değeri hatırlattıktan sonra Komün’e destek açıklaması yapan ve Komün’ün ortak değerlerine işaret eden düşünürlerin sözlerine değinmek gerekiyor. Ross, Marx’ın Paris Komünü hakkında olumlu olarak söylediği cümleleri cımbızladıktan sonra Pyotr Kropotkin’in “Modern sosyalizmin fikirlerinin gerçekleştirilebileceği mecranın bundan böyle özgür Komün olduğunu anlamışlardı” ve “Bize devrim için gereken ortamı ve onu gerçekleştirmenin aracını bir tek komünler verebilir.” sözlerinin yanı sıra, William Morris’in “Siyasi birimler olarak milletler artık var olmayacak; medeniyet büyüklü küçüklü çeşitli toplulukların federalleşmesi anamına gelecek” sözlerini Komün’ün pratikten çıkan Ortak Lüksü’nün işaretleri olarak selamlıyor. Kitabın son “Dayanışma” bölümünde ise bugünün ortak lüksü yaratılırken ortaya koymamız gereken pratiğin arka planını Komün’ün ortak değerlerine, ilkelerine sadık kalabilmiş olan Morris, Kropotkin ve Reclus gibi komünist/anarşist kişilerin ilkelerini ve düşündüklerini anlatarak ortaya koyabiliyor.
Öncelikle Ross’un üzerinde durduğu gündelik yaşamın, pratiğin ortaklaştırıcı yönüne ve ezilenlerin ortak bir dünyayı nasıl yaratabileceğine dair özellikle son bölümde gösterdiği adreslerin yerinde olduğunu belirtmek geliyor. Ardından da Komün’den sonra Komün’ün işaret ettiği ilkeleri (sermaye, devlet ve ulusun aynı anda çözülmesi) pratikleyebilmiş deneyimlere de yani Kronştad, Ukrayna ve İberya’yı da selamlamak gerektiğini unutmamak!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.
The post Ezilenlerin “Ortak Lüks”ü İktidarlara Karşı Mücadeledir! – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 26A Atölye’de Yarın : Sosyal Darwinizm mi Karşılıklı Yardımlaşma mı? Etkinliği Gerçekleşecek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>26A Atölye’nin Ekim ayı aktarımları kapsamında, 20 Ekim Cumartesi günü Patika Ekoloji Kolektifi’nden Ahmet Özgür Erdoğan, anarşist coğrafyacı Pyotr Kropotkin’in, zoolog Karl Kessler’dan devraldığı,sosyal Darwinistçilere bir cevap niteliğinde olan Karşılıklı Yardımlaşma kavramı üzerine bir aktarım gerçekleştirecek.
Etkinlik sayfasına gitmek için tıklayın.
“Aynı yuvaya ya da aynı yuvalar kolonisine ait iki karınca birbirlerine yaklaşır, antenleriyle birkaç saniye birbirlerine selam verirler ve eğer bir tanesi aç ya da susuz ise, özellikle diğerinin kursağı doluysa hemen yiyecek ister.” Kendisinden böyle bir ricada bulunulan birey bunu asla reddetmez; alt çenesini ayırır, uygun bir konum alır ve aç karıncanın yemesi için bir damla şeffaf sıvıyı midesinden ağzına getirir. Eğer kursağı dolu olan bir karınca bir yoldaşını beslemeyi reddedecek kadar bencillik ederse ona bir düşman ya da daha kötü bir şey gibi davranılır… Ve eğer bir karınca düşman bir türe ait bir karıncayı beslemeyi reddetmemişse o karıncanın akrabaları tarafından bir dost olarak görülür.”
Doğanın kendisi Sosyal Darwincilerin ima ettiği gibi bir savaş alanı mıdır yoksa Kropotkin’in yukarıda tarif ettiği gibi dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma evrimin önemli bir faktörü mü?
Doğada ve insanın evriminde bilinçli bir şekilde görmezden gelinen Karşılıklı Yardımlaşma üzerine konuşacağız.
Aktarıcı: Ahmet Özgür Erdoğan (Patika Ekoloji Kolektifi)
Tarih: 20.10.2018
Saat: 18.00
Adres: Osmanağa Mahallesi, Serasker Caddesi, Mimar Çıkmazı Sokak, No: 9/3 Kadıköy/ İstanbul
The post 26A Atölye’de Yarın : Sosyal Darwinizm mi Karşılıklı Yardımlaşma mı? Etkinliği Gerçekleşecek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 26A Atölye’de Önümüzdeki Hafta: “Sosyal Darwinizm mi, Karşılıklı Yardımlaşma mı?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Aynı yuvaya ya da aynı yuvalar kolonisine ait iki karınca birbirlerine yaklaşır, antenleriyle birkaç saniye birbirlerine selam verirler ve eğer bir tanesi aç ya da susuz ise, özellikle diğerinin kursağı doluysa hemen yiyecek ister.” Kendisinden böyle bir ricada bulunulan birey bunu asla reddetmez; alt çenesini ayırır, uygun bir konum alır ve aç karıncanın yemesi için bir damla şeffaf sıvıyı midesinden ağzına getirir. Eğer kursağı dolu olan bir karınca bir yoldaşını beslemeyi reddedecek kadar bencillik ederse ona bir düşman ya da daha kötü bir şey gibi davranılır… Ve eğer bir karınca düşman bir türe ait bir karıncayı beslemeyi reddetmemişse o karıncanın akrabaları tarafından bir dost olarak görülür.”
Doğanın kendisi Sosyal Darwincilerin ima ettiği gibi bir savaş alanı mıdır yoksa Kropotkin’in yukarıda tarif ettiği gibi dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma evrimin önemli bir faktörü mü?
Doğada ve insanın evriminde bilinçli bir şekilde görmezden gelinen Karşılıklı Yardımlaşma üzerine konuşacağız.
Etkinlik sayfasına gitmek için tıklayın.
Aktarıcı: Ahmet Özgür Erdoğan (Patika Ekoloji Kolektifi)
Tarih: 20.10.2018
Saat: 18.00
Adres: Osmanağa Mahallesi, Serasker Caddesi, Mimar Çıkmazı Sokak, No: 9/3 Kadıköy/ İstanbul
The post 26A Atölye’de Önümüzdeki Hafta: “Sosyal Darwinizm mi, Karşılıklı Yardımlaşma mı?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 26A Atölye’de Bugün: Anarşizm Coğrafya ve Oluş Politikaları-Simon Springer appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Victoria Üniversitesi Coğrafya bölümünde çalışan Springer 2016 yılında yayınladığı “Coğrafya’nın Anarşist Kökeni” isimli çalışmasında konu edindiği tartışmaları farklı bir çok platformda yayınlama fırsatı buldu. “Radikal Coğrafya Neden Anarşist Olmalıdır?” isimli yazısıyla David Harvey ile bir polemik başlattı. Springer, Elisee Reclus ve Pyotr Kropotkin’in bu alana dair yaptığı çalışmaların bilinçli bir yok saymaya ve görmezden gelinmeye tabi tutulduğunu ısrarla vurguluyor.
Etkinlikte toplumsal muhalefetin gündemini son yıllarda en çok etkileyen alanlardan biri olan uzam/
Konu ile ilgili olarak aylık anarşist gazete Meydan’da yayınlanan yazılara şu linklerden ulaşılabilir
https://meydan1.org/yazarlar/2017/03/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-3-radikal-cografya-tartismasi-2/
https://meydan1.org/gundem/2017/03/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-3-radikal-cografya-tartismasi/
https://meydan1.org/gundem/2017/05/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-3-radikal-cografya-tartismasi-3/
Kadıköy 26A Atölye: Osmanağa Mahallesi, Serasker Caddesi, Mimar Çıkmazı Sokak, No:9/3
The post 26A Atölye’de Bugün: Anarşizm Coğrafya ve Oluş Politikaları-Simon Springer appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Halk Hikayelerinden Mücadeleye Rus Edebiyatında İdealler ve Gerçeklik – Şahin Efe appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşizmin teorisine dair kitaplarının yanı sıra Türkçe’ye çevrilmiş felsefe, coğrafya ve biyoloji alanlarında da eserleri bulunan anarşist Pyotr Kropotkin’in, şimdi de “Rus Edebiyatında İdealler ve Gerçeklik” adlı edebiyat eleştirisi Hece Yayınları tarafından çevrildi. Kropotkin, “yapıcı eleştiri”yle yazdığı kitapta, Rus edebiyatının tarihsel gelişimini, geçiş dönemlerini ve o dönemin güncel edebi yapısını ele alır. Rus edebiyatını eleştirel bir perspektiften değerlendiren Kropotkin bize -kendi tabiriyle- ‘Büyük Rusya’ coğrafyasındaki halk isyanlarının edebiyata, edebiyatın da halka etkisini kavrama olanağı sunuyor.
Kropotkin, kitapta kronolojik bir hat izler: Rus dilinin asimilasyon süreci, kilisenin yasakladığı halk şiirleri ve ardından otoritenin halk üzerindeki baskılarını hikayeye dönüştüren yazarlar, bu yazarların hikayelerinin gerçek anlatımları… Ve der ki: “Rus toplumunun özlemleri devletin ‘mavi kitabından’ ya da gazetelerinden değil ancak sanat eserlerinden ve edebiyattan öğrenilir.”
Kropotkin tek bir kitapta ele alınamayacak olan Rus edebiyatında dikkatini modern edebiyata yöneltmiştir. Rus modern edebiyatının kurucuları olarak tanımladığı Puşkin ve Gogol’ı daha dar alanda ele alırken politik edebiyata ve eleştiriye daha geniş yer verir.
Dil, Asimilasyon, Çar ve Kilise
1850’lere kadarki Rus edebiyatını tarihsel bir akış içerisinde ele aldığı ilk bölümde Kropotkin, Rus dilini, İgor Destanı’nı, orta çağ edebiyatını, 18. yüzyılı ve 19. yüzyılın başını kendine konu edinir.
Bu bölümde, “İgor Destanı”nda yazılan bir şiirin sonradan halk tarafından şarkı olarak söylenmesini örnek göstererek; bunun gibi birçok epik halk şarkısının da o dönemde söylendiğini fakat kilisenin, 15-16-17. yüzyıllarda halk şarkılarını “dinsiz şarkılar” şeklinde niteleyerek yasakladığını, ozanlara ise çok ağır cezalar verdiğini anlatır.
Ardından Çar’ın ve Kilise’nin otoriteyi sağlamak için uyguladığı baskıları artırmasıyla yeni gelişen Rus halk edebiyatının bu durumdan çok fazla etkilendiği; epik şiirlerin taze ve güçlü yapısını yitirdiği, yerine üzüntü, melankoli ve her türlü iktidara boyun eğme temelini esas alan bir hale girdiği belirtilir.
Politik Edebiyat Öncesi
Üzerinde daha fazla duracağı politik edebiyat öncesinde Kropotkin, “özgürlük aşığı” dediği Lermontov’u, gençliği pasifize etmekle itham ettiği Tolstoy’u, Turgenyev’in politik melankolisini, Gogol’un gerçekçiliğini ve Dostoyevski’nin suçluluk psikolojisinde olan Raskolnikov karakterini anlatır.
Lermontov’u anlatırken onun çok yönlülüğünden ve iktidarlara meydan okurcasına yazdığı şiirlerinden çok etkilendiğini belirtir. Lermontov’un Puşkin’in ölümü üzerine yazdığı şiirinden hareketle büyük bir şair ve aynı zamanda özgürlük aşığı olduğunu söyler.
Lermontov’dan sonra Gogol’dan bahsederken Gogol’un hikayelerinin oldukça gerçekçi olduğunu ve mizahının bu gerçekçilikten geldiğini anlatır. Kropotkin’e göre Rus edebiyatına sosyal edebiyatı ve sosyal eleştiriyi sokan, Gogol’un kendi içinde bulunduğu koşulların analizine dayanan yazılardır.
Ardından Turgenyev’e geçen Kropotkin, onun cazibesinin yazdıklarındaki politik melankoliden kaynaklandığını belirtir. Dönemin romanlarını karakterize eden melankolinin bir ümitsizlik olmadığını, her tarafta köleliğin ve despotizmin zaferi görülürken, Turgenyev’e “Mektuplarım” eseri için teşekkür borçlu olduklarını belirtir.
Rus edebiyatının Rusya dışında da tanınır kılınmasında etkisi olan edebiyatçılardan Tolstoy’un incelemesini de yapan Kropotkin, Tolstoy’un hislerini/fikirlerini belli etmede ve çocuklara bilgi aktarımı süreçlerinde çok yetenekli olduğunu, fakat hareketli politik atmosferin onu heyecanlandırmadığını aktarır.
Dostoyevski ve onun eserlerindedir sıra. Dostoyevski’nin kaleme aldığı karakterlerin genelde dışsal hayat koşullarıyla batırılmış ve bir daha çıkamamış, insani muamele görmemiş insanlar olduğunu söyler; bu durumda Dostoyevski’nin kendi yaşamı ve içinde bulunduğu koşullar etkili olmuştur. Yoksul mahallelerin ve karakterlerin anlatımının olduğu gibi (gerçekçi) yapıldığını belirterek herhangi bir edebiyat akımında karşılaşabileceğimiz en dokunaklı kısımların bu anlatımlar olduğunu iddia etmiştir.
Edebiyatın Resmi Halkın Hikayelerindedir
“Hikayelerden mücadeleye. Bu gerçek hikayelerden vazgeçenler teknik bir hata yaparlar.”
Kropotkin’e göre, Rus romanlarının büyük kısmını halk romancıları oluşturur ve halkın yaşamıyla ilgili sorunlar sadece politik ve sosyal dergilerde tartışılmaz, romanlarda da ele alınıp işlenir. Rusya’da fabrikaların gelişimi, manastırlardaki köylü yaşamlarını, Sibirya ormanlarındaki yaşamı, serserilerin yaşamını vs. coğrafyadaki bütün yaşamların hikayelerinin halk romancıları tarafından ele alındığını, bu romanların toplumsal hareketleri etkilediğini söyler. Halk romancılarının sanatta ve yaşamda realizmi temsil eden diğer tüm yazarlardan daha önemli konumda olduklarını belirtir.
Halk romancılarından sonra Rusya’da politik edebiyatın ortaya çıkışı; çıkan her politik yazı ya da romanın sansürlenmesinden sonra gerçekleşmiştir. Dönemin koşullarında daha matbaaya gitmeden önce, yazarın hangi modern politik görüşü temsil ettiğini bildirmesi gerektiği, kitabın Moskova ve Petersburg’ta sansüre uğramadan matbaaya gidebildiği ancak o zaman da kopyasının sansür kuruluna gönderildiği ve ardından yasaklandığını anlatılır.
Yine bu dönemin romancılarından Çernişevski’nin, “Ne Yapmalı” eserinin, dönemin sosyal sorunlarını çok iyi anlattığını ve toplumun bu sorunlara karşı ne yapması gerektiği konusunda yol gösterici olduğunu belirtir.
Ayrıca Kropotkin kitabında, çağdaş romancılar içinde yer alan Çehov’u da analiz eder. Çehov’un hicivlerinin çok etkili olduğunu, romanlarındaki “entellektüel” karakterlerinden hareketle bu kesimlerin toplumsal sorunları çözmede yetersiz olduklarını belirtir.
Kropotkin’in Rus edebiyatına dair tarihsel anlatımlarının olduğu, yazarların eserlerinden alıntıların yapıldığı; Rus Edebiyatı’nda İdealler ve Gerçeklik, bir edebiyat eleştirisi kitabı olmasının yanı sıra, edebiyatın nasıl olacağı sorusuna yanıt ararken sıkça başvurabileceğimiz bir kılavuz kitap olma özelliğini de taşıyor.
Şahin Efe
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.
The post Halk Hikayelerinden Mücadeleye Rus Edebiyatında İdealler ve Gerçeklik – Şahin Efe appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar Dizisi (18): Britanya’da Anarşist Yayınlar – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Britanya genelinde anarşist yayıncılık tarihini incelediğimiz yazının ikinci bölümünde 1940’lı yıllar ve sonrasındaki anarşist yayınları tanıtacağız.
Toplumsal mücadeleler tarihinde önemli uğrak noktalardan olan bu coğrafyada savaş sonrası çeşitlenen mücadele alanlarında anarşizm belirleyici bir işleve sahipti. İşçi mücadelesini güçlü sendika örgütlenmeleriyle ve federasyonlarla yürüten anarşistler, yükselen ekoloji hareketi ve öğrenci örgütlenmeleri arasında da hızla benimsendi.
Britanya adasında anarşist fikirler anarşizmin bir ideoloji olarak tanınmasından önce dahi birçok insanı etkisi altına almıştı. Anarşizmin kültür sanat alanıyla olan ilişkisi de bu kadar geriye götürülebilir. Aynı şekilde bir hareket olarak da anarşizm birçok edebiyatçının, müzisyenin esinlendiği bir düşünce oldu.
Pyotr Kropotkin’in İngiltere’de geçirdiği 30 yıl, bu bölgedeki anarşist hareketin gelişimine önemli katkılar sağlamıştır. Kropotkin bir yanda anarşist fikirlerin yaygınlaşması için çeşitli yayınların ve örgütlenmelerin temelini atarken, diğer yanda kendi düşünsel evrimini de derinleştirmiş ve anarşizmin; doğal bilimlerle, felsefeyle olan ilişkisini çözümlemiştir. “Karşılıklı Yardımlaşma” ve “Çağdaş Bilim ve Anarşi” isimli klasiklerini burada geçirdiği yıllarda yazma fırsatı bulmuştur.
Bunun yanında adada İngiltere devletine karşı direnen İrlanda halkının özgürlük mücadelesi içinde de anarşizm önemli bir yerde durmaktadır. Anarşizmin halk mücadeleleriyle kurduğu organik ilişkinin yanında mücadele yöntemleri konusunda karşılıklı bir etkileşimin bulunduğu da rahatlıkla söylenebilir.
Revolt! ve War Commentary
Freedom Grubu’na bağlı bir diğer yayın Revolt!, söz konusu yayınlar içerisinde en kısa süre yayında kalan yayındı. 1938-39 yılları arasında yayın yaptı ve ardından War Commentary çıkmaya başladı. War Commentary’nin içeriği, savaş gündemiyle bağlantılı olarak anti-militarizm üzerine kuruluydu. Gazetenin yazar ekibindeki isimler tanıdık; Vernon Richards ve Berneri’nin yanında Herbert Read, John Courper Pouys, Ethel Manrin gibi isimler yer aldı.
Savaşın patlak vermesiyle Britanya’da gizli bir federasyon kuruldu: Büyük Britanya Anarşist Federasyonu. Londra, Glasgow ve Kingston’da parçaları olan federasyon 1944’te sendikalist bir grubun federasyonu yönlendirmeye çalışması nedeniyle dağıldı. Sonrasında War Commentary yazarları savaş karşıtı propagandaya devam ettiler. Yazarlardan Vernon Richards, Marie-Louise Berneri, John Hewetson ve Philip Sansom’a 1945 yılında “halkı askerlikten soğuttukları” gerekçesiyle dava açıldı. Berneri dışındaki 3 yazar, dokuz ay hapis cezasına çarptırıldı. Tutsaklık döneminde dergi Berneri ve George Woodcock’ın editörlüğünde yayına devam etti. 1945 yılından itibaren yeniden Freedom ismiyle yayın yapılmaya başlandı.
Direct Action ve Catalyst
1940’lı yıllarda yayınların içeriğini yoğunluklu olarak savaş karşıtı gündem ve onun etkileri şekillendiriyordu. Savaş sonrasında ise anarşizmin farklı mücadele alanlarına ilişkin geliştirdiği özgün yöntemler konuşulur olmaya başladı. 1950 yılında kurulan Belfast merkezli Solidarity Federation’ın (Dayanışma Federasyonu) yayın organı Direct Action (Doğrudan Eylem) bu dönemin öne çıkan anarşist dergilerinden biriydi.
İngiltere’de hala aktif iki anarşist örgütlenmeden biri olan Solidarity Federation’ın sözcülüğünü yapan dergi, Direct Action’ın yayın kolektifi ve Clydeside Press ortaklığıyla Manchester’da yayınlanmaktadır ancak dergi dışarıdan gönderilen yazılara da açıktır. Üç aylık periyotta yayın yapan dergi, Catalyst (Katalizör) isimli gazeteyle aynı çizgide (birbirini tamamlayıcı bir işlevde) yayın yapıyordu. Catalyst daha çok güncel haberler ve yorum yazılarına sayfalarında yer verirken uzun makaleler ve inceleme yazıları için Direct Action tercih ediliyordu.
Yayınlanan yazılarda isim kullanılmasını tercih etmeyen bu yayınlar uzun yıllardır; anarşizmin tarihi, işçi mücadeleleri gibi konu başlıklarında güncel olayları anarşist bir perspektifle yorumlayan yazılar yayınlamaya devam etmektedir.
Freedom (1947-1960)
Freedom dergisinin 1936 yılındaki isim değişikliğinden sonraki geri dönüşü 1947 yılında Colin Ward editörlüğünde gerçekleşti. Ward’ın dışında Nicolas Walter, Alan Albon, John Rety, Nino Staffa, Dave Mansell, Gillian Fleming, Mary Canipa, Philip Sansom, Arthur Moyse ve daha birçok isimin yer aldığı yazı ekibinin yanında belki de en çok dikkat çeken isimlerden biri 30 yıldan uzun süre boyasını ve fırçasını anarşist mücadele için kullanan Clifford Harper’dı.
Kropotkin’in ilkelerini uzun yıllar başarılı bir şekilde temsil eden ve geniş bir okuyucu toplamına erişen Freedom’ın Ward’dan sonra editörlüğüne anarşist komünist Albert Meltzer geçti.
İrlanda’da Anarşist Yayınlar
İrlanda’da mücadele eden Ballymena Anarşist Grubu içinden çıkmış üç yayından ilki olan Black Star (Kara Yıldız), 1975 yılında yayınlanmaya başladı ve seksenli yılların ilk yarısında etkili oldu. Yayınlandığı yılların gündeminden de hareketle işçi mücadeleleri, evlilik, nükleer silahlanma ve din derginin ana yazı başlıklarını oluşturuyordu. Ayrıca İberya’da devrim yıllarında faşizme karşı savaşmış Jack White’ın anıları da derginin yayınladığı yazı dizilerinden biriydi.
Bir diğeri olan The Antrim Alternative ise 1985-89 yılları arasında yayınlandı. Antrim Alternative yoğunluklu olarak sendikal hareket ve işçi mücadelesi konulu yayınlar yaptı. Bu iki yayın da sonrasında Organise! (Örgütlen!) isimli dergi etrafında bir araya geldi. Organise! yalnızca bir dergi adı olmanın yanı sıra editörleri ve yazarlarının örgütlendiği yapının ve yayınladıkları bültenin de adıydı. Bir süre aynı çizgide yayın yaptıktan sonra dergi çevresinde bir araya gelen anarşistlerin oluşturduğu örgütlenme IWA’nın (Uluslararası İşçi Derneği) İrlanda’da faaliyet yürüten parçası haline geldi ve örgütlenme-yayın ayrımını sağlamak aracıyla Organise! ismi Rebel Worker’a (Asi İşçi) çevrilerek yola devam edildi.
Organise!-IWA sayesinde anarşistler arasında birçok verimli tartışmanın zeminini yaratacak olan Syndicalist Solidarity Network (Sendikalist Dayanışma Ağı) kuruldu ve bu ağ aracılığıyla çeşitli tartışmalar gerçekleşti. Sonrasında Syndicalist Solidarity Network içerisinden Solidarity Magazine (Dayanışma Dergisi) ve Belfast Solidarity Bulletin (Belfast Dayanışma Bülteni) adında iki ayrı yayın doğdu. 2000’li yılların başlamasıyla ismindeki IWA ekini kaldıran Organise!; Organise! The Anarcho-Syndicalist Federation (Örgütlen! Anarko Sendikalist Federasyon) adını aldı. Bu yıllarda yayını hala sürdürülen Belfast Solidarity Bulletin’in yanında 2 sayı Wildcat, 10 sayı ise Resistance isimli yayınlar Organise! çatısı altında yayınlandı.
2003 yılına gelindiğinde Organise! The Anarcho-Syndicalist Federation, Anarchist Federation, (Anarşist Federasyon) Anarchist Prisoner Support (Anarşist Tutsak Dayanışması) bir araya gelerek Organise! ismi altında birleşti ve Working Class Resistance (İşçi Sınıfı Direnişi) adında yeni bir yayın faaliyetine başladı.
Bugün İrlanda’da Workers Solidarity Movement isimli örgütlenme ve bağlı yayınları İrlanda’da örgütlü anarşizm mücadelesi vermeye devam etmektedir.
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (18): Britanya’da Anarşist Yayınlar – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>