21. yüzyılda teslimiyet teorileri – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sun, 31 Mar 2013 12:14:15 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 “21. Yüzyılda Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Aktivizm”- Mine Selin Sayarı https://meydan1.org/2013/03/31/21-yuzyilda-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-aktivizm-mine-selin-sayari/ https://meydan1.org/2013/03/31/21-yuzyilda-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-aktivizm-mine-selin-sayari/#respond Sun, 31 Mar 2013 12:14:15 +0000 https://test.meydan.org/2013/03/31/21-yuzyilda-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-aktivizm-mine-selin-sayari/ Aktivizm kavramının bugünkü haline evrildiği süreç Batı siyasetinde 90’lara dayansa da, yakın bir geçmişe baktığımızda -Türkiye özelinde 5 ya da 6 yıl diyelim- ayrımını bu kadar keskin bir şekilde yaşamadığımız yeni nesil bir mücadele anlayışına tanık oluyoruz. Aktivist projenin -malumunuz- başını çeken Greenpeace’in Bölgesel Koordinatörü Ricardo Scheleff’e yöneltilen ‘aktivist ne demektir?’ sorusuna verdiği yanıt açıklayıcı: […]

The post “21. Yüzyılda Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Aktivizm”- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Aktivizm kavramının bugünkü haline evrildiği süreç Batı siyasetinde 90’lara dayansa da, yakın bir geçmişe baktığımızda -Türkiye özelinde 5 ya da 6 yıl diyelim- ayrımını bu kadar keskin bir şekilde yaşamadığımız yeni nesil bir mücadele anlayışına tanık oluyoruz.

Aktivist projenin -malumunuz- başını çeken Greenpeace’in Bölgesel Koordinatörü Ricardo Scheleff’e yöneltilen ‘aktivist ne demektir?’ sorusuna verdiği yanıt açıklayıcı: ‘Sosyal bir değişim yaratmak için çevresine karşı sorumluluk hisseden kişi aktivisttir.’

Bu anlayış, öznelerini aktivistlerin oluşturduğu, proje geliştirme, ağ oluşturma, lobicilik, gösteri yürüyüşü, kampanya yürütme gibi kelime haznesiyle yeni bir sözlüğe de sahip. Aslen Fransızca activiste- İngilizce activist kelimesinden dilimize çevrilen bu kavram, çeviride ‘amaçlarını gerçekleştirmek için doğrudan eyleme geçen kimse, eylemci, militan’ gibi adlandırılsa da, kullanımından bugüne sözlük anlamının dışına taşarak, kimilerince ‘makul görülen’ bir mücadele anlayışını temsil ediyor. Dolayısıyla bugünkü kullanımıyla 70’lerdeki eylemci ya da militan anlamındaki kavramları kapsayıcılığı da oldukça sınırlı.

Bu yazı, bir kelime olarak aktivisti ya da kendini aktivist diye tanımlayanları irdelemekten ziyade, bir ideoloji olarak aktivizmin ve uygulayıcılarının yaratmaya çabaladığı muhalefet anlayışının çıkmazlarını, deneyim ve eyleme yöntemlerini sorgulama niyetine dair başlangıç olma amacını taşıyor.

Konu odaklı kampanya

Aktivist yapılanmaların ve kendine aktivist diyen kimselerin en belirgin özelliklerinden birisi konu odaklı çalışma yürütmesi. Kadın hakları, lgbtt, hayvan hakları, çevre, küreselleşme-nükleer-savaş karşıtlığı vb. sayılabilecek farklı birçok konuda alan çalışması yapan aktivistler, üzerinde çalıştıkları konular üzerinde kampanya örgütleyerek bir tür duyarlılık üretmeye çalışırlar. Toplumsal meseleler artık ‘sorumluluk’ kapsamında değerlendirilmelidir.

Bağlantıları kopar, her koyun kendi bacağından mı asılır?

Aktivizmin en karakteristik özelliklerinden birisi örgütlenme alanlarını parçalayarak bütünün parçaları arasında bağı kopartmaları. Böylece kadın mücadelesinin bileşeni bir kadın için, yaşadığı sorunun aynı zamanda devletin ekonomi politikalarıyla alakalı olduğu gerçeği silikleşir. Kadının yaşadığı mağduriyet yalnızca toplumun eğitimsizliği, cahilliği ya da kültürsüzlüğü gibi ‘göbeğini kaşıyan adam’ sığlığında açıklanır. Ardından çoğunlukla iş olsun diye yapılan ‘birbirimize değemiyoruz, alanlar arası bağlantı kuramıyoruz konseptli’ toplantı ve seminerler, çoğunlukla entelektüel bir aktivite tadında gerçekleştirilir. Niyet önemlidir, ve fakat çoğu zaman bile bile ladestir.

Öfkeden suçluluk duygusuna yeni bir rol modeli: Nasıl bir sorumluluk alırdınız?

Mücadeleler arası bağların kopartılmasıyla bağlantılı bir başka özellik de toplumsal sorunların çözümünün bir tür ‘sorumluluk’ kapsamında ele alınmasıdır. Bu şekilde sistemin özünde var olan eşitsizlik ve çıkmazlar, her bireyin kendi eksiklikleri noktasında bir ‘duyarlılık’ meselesi olarak açıklanır. Ve hatta bu anlayış, yalnızca bir kültürsüzlük meselesi haline getirilerek şarkiyat sorunu çerçevesinde Kürt düşmanlığına kadar vardırılabilir.

Mücadele anlayışları öfke ve isyan ile değil başkalarına karşı sorumluluk, duyarlılık vb. bir tür suçluluk duygusu ile şekillendiği için, psikoloji alanının üstüne çalışmasına ihtiyaç duyduğu kişilerdir. Hayatı için pratik kaygılarla yaşamını savunmak adına değil de, başkaları için sorumluluk ve suçluluk duygusuyla hareket ettikleri için, hazır kalıpları sahiplenerek yollarına devam ederler. (elbette bu durum, yalnızca sorumluluk ve suçluluk duygusunu değil, aynı zamanda sosyalleşme, farklı olma vb. duyguları da karşılar)

Bugünden gerçekleşecek devrimci yaşam pratiği kaygısının esamesi okunmaz hayatlarında. Bu yüzden sokaktaki varlıkları da eylemin bereketliliğini değil, çoğunlukla şovu andıran bir gösteriyi andırır. Rolleri aynıdır, ve birbirlerini sürekli tekrar eder. Yaratıcılıkları çoğunlukla kapitalizmin kendilerine sunduğu yeniliklerin birer taklidinden ibarettir. Yaşamın bütününü kapsayan bir farkındalığı değil, gösterinin ötekilerden kendisini ayıran farklılığını önemserler.

‘Sistem iyi çevresi kötü’ : Dikkat siyaset var!

Sonuç mu? Örneğin ‘yeşili seven’ duyarlı vatandaşın termikçi şirkete karşı olan ‘radikal’ tavrını, kapitalizme karşı gösterdiğini çoğunlukla göremezsiniz. –alanlar arası bağlar çoktan kopmuştur- Çünkü bir aktivist için mesele yalnızca x şirketinin yeteri kadar duyarlılık gösterememesinden kaynaklanır ve amaç bu şirketi ‘acilen sorumluluğa çağırmak’ olacaktır. Meselenin bütün şirketlerin özünde var olan kar hırsı olduğu, bu sorunun hangi iktidar ilişkileri sonrası ortaya çıktığı, bu durumdan kimin ne kazandığı ya da sorunların çözüme ulaşmamasının kimlerin işine geldiği her zaman için görmezden gelinebilir ayrıntılardır. Bu sorunu derinlemesine inceleyerek bütünlüklü bir anlayışa sahip örgütlenmeler, ‘siyaset var’ şiyarıyla lanetlenir. Yani aslında, sistem iyidir ama ‘çevresi kötüdür’ ve aktivistlere düşen görev, yalnızca sistemi duyarlılığa çağırmaktır.

Böylece ıslıkların, renkli gösteri ve kampanyaların ardında, düşmanı yardıma çağıran bu boş ve anlamsız çaba apaçık bir şekilde gerçeklikten sıyrılır.

Toplumsal çelişki yok, hepsi teknik aksaklık

Aktivistler için çoğu sorun aslında teknik bir meseledir. Ve sistemin teknik aksaklıkları her zaman müzakere ve diyalog süreçleri geliştirilerek, katılımcı demokrasi yöntemi kullanılarak çözülmelidir. Bizim düzeni değiştirmek gibi bir derdimiz yok, anlaşsak yeter! Mücadelenin kendisi, esnafla müşteri arasında geçen bir tür pazarlık meselesi olarak gösterilir ve ortada açık bir şekilde duran sınıfsal ve sosyal çelişkiler, karşılıklı anlaşıp konuşularak çözülebilecek teknik bir meseleye indirgenir. Bu diyalog ve müzakere süreçleri, çoğunlukla aktivistleri temsilen Sivil Toplum Kuruluşları(STK) ve STK’laşmış örgütler aracılığıyla uzlaşma masalarında sağlanır.

Bir kariyer serüveni: “Üst düzey bir aktivist olarak..”

Aktivistler için mücadele bir tür iş koşuşturmacısı gibidir, bu sebeple çoğu kimse aktivizm mesleğine adaptasyonda sıkıntı çekmez. Aktivizm, kapitalizmin dünyasına algısal olarak çok yakın bir yöntemi benimsemiş olduğu için, kişinin dünyasında çoğunlukla iş ile hobi arasında bir yer tutar. (Hatta ticarette dahi daha çok risk alabilirsiniz.) Aktivist olmak kolaydır, çünkü devrimci değildir. Ve bu tutum apaçık sahiplenilir. Aktivistler, sisteme dair uyuşmazlığın en kolay kabul gören biçimi olarak bu rollerine sıkı sıkıya sarılırlar. Başbakanın hakkını aramaya davet ettiği hanım arkadaşlardır.

İşi gereği sabah 9 akşam 5 aktivistlik yaparken, mesaisi dışında hayatına ‘suya sabuna dokunmadan’ devam ederler. Sistemin kendisini en kolay sızdırdığı gündelik yaşamda onlar için her şey olduğu gibidir. Bu şekilde sistemin onu devam ettiren birer parçası haline gelirler. Nükleer ve iklim değişikliği aktivist sertifikasına sahip olan ve hiçbir eylemi kaçırmayan bu kişiler, zamanla aktivistlik kariyerinde üst sıralara yerleşirler.

Uzmanlaşma kaçınılmazdır. Bu durum onları neredeyse kendi küçük değişim taleplerini bile içten içe reddeder hale getirir. Ağaçların kesilmediği, hayvanların katledilmediği bir ülkede, bir çevreci nasıl olur da kariyerini devam ettirebilecektir? Evet sistem iyidir, aslında düşününce çok da kötü değildir ve çatlaklar derinleşmese hiç de fena olmayacaktır. Bu kadar deneyimi boşuna mı edindim? Zamanla sistem artık aktivistin varlığının bir gereği olur. Yanisi, herkes kendine yarattığı küçük ve şirin kovuğunu savunarak, gerçek değişimin karşısında bir nefer haline getirilir.

Yönlendirilmeye öyle açık ki..

Elbette mücadele zeminlerini böylesi küçük parçalara bölmek, bir yandan da onu çok daha kolay kontrol edilebilir bir hale getirir. Devletlerin ve özellikle devasa vakıfların fon ya da hibe programlarıyla beslenen bu tarz çalışmalar, muhalefeti kontrol edilebilir ve bilgisine kolayca ulaşılabilir hale getirir. Sistem, kendi karşıtını uluslararası şirketlere muhtaç ve onlarla organik bir bağlantı içerisinde konumlandırmak için olağanüstü bir çaba sarf eder. Bu durum paranoyak ‘dış mihraklar’ söyleminin ötesinde, yalın bir gerçekliği ifade eder. Rockefeller ailesinin başını çektiği Davos Dünya Ekonomi Forumu’nun karşı zirvesi Dünya Sosyal Forumu’nun Rockefeller Vakfı tarafından hibelenmesi saklanmaya dahi gerek duyulmayan bir gerçektir. Sonuçta Rockefeller vakfının bu aileyle ne ilgisi olabilir?

Sonuç yerine

Bugüne baktığımızda oluşturulan parçalı muhalefet anlayışının, yerelliği ve bireyselliği yükselterek daha ‘demokratik’ bir örgütlenmeyi sağladığı savunulanlar arasında. Ancak bu durumun toplumsal sorunlar arasındaki bağlantıyı toparlanamayacak derecede koparması, bütünleşik bir koordinasyon ve eylem planının sağlanamaması, parçaların içine türlü yollarla sızmayı kolaylaştırması nedeniyle hareketlerin sınırlarını belirlenebilir kılması, yıllardır tarif edilemeyecek tahribatlara sebep oldu.

Sistemin bütününü göremeyen, politik mücadeleyi ‘siyaset var’ söylemiyle reddeden bir anlayışın toplumsal bir dönüşümü sağlayamayacağı açık. Üstelik böylesi bir siyasetsizlik, eskinin ideolojik propaganda ve devrim tahayyülünü reddederek kendini bir tür ‘solcu karşıtlığı’ üzerinden var etmekte. Eskiyi eleştirerek yeni bir politik mücadele hattını oluşturmak yerine, -gerçek bir alternatiften söz ediyorum- siyasetsizliği savunan bir anlayışın getirdiği şey, stratejisiz, tahayyülsüz ve alternatif gelecek vaadi olmayan bir siyasetsizlikten öte değil.

Bu sorunun en güncel halini Occupy Wall Street ile başlayan zincirleme işgal hareketinin Obama’nın seçim propagandası haline dönüşmesi gerçekliğinde apaçık gördük.* Eylemleri bir tür etkinlik haline getiren ve politik argümanları olabildiğince öteleyerek hareketlerin geleceğini dahi tartıştırmayan bir mücadele anlayışını ‘yöntem’ olarak benimsemenin artık bilinçli bir karşı hareket olduğunu görmek gerekiyor. Buna karşı yaratılacak hareketlerin de, kapitalizmin kendi yarattığı karşıtlara karşı olmak gibi kısır bir döngünün parçası olarak değil, devrimci bir alternatifin bugüne verilecek cevabının ne olması gerektiğini düşünerek, ve farklı mücadeleleri ‘duyarlılık’ değil ‘birlik ve dayanışma’ esasına göre örgütleyen bir anlayış olması gerektiğini, artık hepimiz biliyor olmalıyız.

*Devrimci Anarşist Faaliyet’in ‘Bir %99 etkinliği olarak Occupy’a Anarşist Bir Eleştiri’ adlı kitapçığı, Amerika’daki işgal hareketinin açmazlarını göstermek açısından oldukça verimli bir tartışmanın önünü açmıştı. Okumak için: http://issuu.com/faaliyet/docs/occupy

Mine Selin Sayarı
[email protected]

The post “21. Yüzyılda Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Aktivizm”- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/03/31/21-yuzyilda-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-aktivizm-mine-selin-sayari/feed/ 0
21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Kapitalizmin Düşünce Depoları; TESEV https://meydan1.org/2012/12/25/21-yyda-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-kapitalizmin-dusunce-depolari-tesev/ https://meydan1.org/2012/12/25/21-yyda-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-kapitalizmin-dusunce-depolari-tesev/#respond Tue, 25 Dec 2012 11:48:15 +0000 https://test.meydan.org/2012/12/25/21-yyda-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-kapitalizmin-dusunce-depolari-tesev/ TESEV projelerine başladığı ilk günden bu yana amacı olan kamuoyunu oluşturabilmiş gibi gözükmektedir.   Ama esas mesele küresel siyasi ve ekonomik yapılardan bağımsız olmayan TESEV, bu yapıların küresel stratejilerini Türkiye’de uygulamaya geçirebilmiştir. Kapitalistlerin bu “başarısı”, arkasında küresel iktidarların niyetlerini gizleyen  “sivil toplum”un işlemesi olarak gözükmektedir. Kapitalizm, toplum içerisinde kendisini sadece üretim ve tüketim ilişkileriyle var […]

The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Kapitalizmin Düşünce Depoları; TESEV appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

TESEV projelerine başladığı ilk günden bu yana amacı olan kamuoyunu oluşturabilmiş gibi gözükmektedir.   Ama esas mesele küresel siyasi ve ekonomik yapılardan bağımsız olmayan TESEV, bu yapıların küresel stratejilerini Türkiye’de uygulamaya geçirebilmiştir. Kapitalistlerin bu “başarısı”, arkasında küresel iktidarların niyetlerini gizleyen  “sivil toplum”un işlemesi olarak gözükmektedir.

Kapitalizm, toplum içerisinde kendisini sadece üretim ve tüketim ilişkileriyle var edemeyeceğini anladığından beri, halkın gündelik yaşamına kendi kültürel değerlerini farklı biçimlerde sokmaya ve bu değerlerin içselleştirilmesine çalışmaktadır. Çalışmaktadır, çünkü bu süreç kendini tamamlamıştır denemez. Bu değerler bütününü toplumsallaştırmaya yönelik çabaların, liberalizmin farklı birçok yaklaşımında görmek mümkün. Bu çabaların önemli bir bölümü “sivil toplum” denilen kavramla şekillendirilmeye çalışılıyor.
Aslında, sivil toplum kavramı sadece liberal teorisyenlerin, devlete karşı liberal toplumu (ya da devlete karşı iktidar barındıran devletsi kurumsal yapılanmaları) savunurken kullandıkları bir kavram olmamakla beraber; sivil toplum kavramının liberalizmle özdeşleşmiş bir kavram olması, kapitalizmin topluma yerleşmesinde “sivil toplum”un ne kadar önemli bir kavram olduğu gerçeğini gözler önüne seriyor.

Kökenine inildiğinde Eski Yunan’a kadar varan bu kavram, 1980’le beraber yeni Marksist, yeni sol çevreler tarafından tartışılmaya; bürokratikleşmeye yüzünü dönmüş sosyalist yapıları eleştirmekte kullanılan bir argüman olmaya başlamış. Yaşadığımız coğrafyada da bu teorik tartışmalar benzer tarihlerde yaşanıyor olsa da “sivil toplum”un gündelik hayata yansıması çok gündem edilmemiş ya da ettirilmemiştir. Özellikle 1980’li yıllardan itibaren somut anlamıyla kendini bu coğrafyada gösteren “sivil toplum”unsa, bu tarihlerde kendini pratiğe geçirmesi rastlantı değil. Bahsi geçen yıllar, bu toprakların kapitalist sermayenin “serbest piyasası”na açıldığı dönemlerdir.
1980’li yıllarla beraber devletin hantallığı ve kurumlarının işlemez hale gelmesi sadece bu coğrafyaya ait üretilmiş bir söylem değildi elbet. Liberalizmin yeni tezahürleri, bu durumu her coğrafyada belirgin kılmaya çalıştı. Ancak özellikle toplumsal alanda yaşanan problemlere, “toplum” içerisinden çözüm çabalarının gelmesi gerektiği söylemi, beraberinde “sivil toplumun” somutlaştığı kurumları doğurdu. Toplumun genel problemlerini düşünen, bunlara objektif çözümler aradığını söyleyen düşünce kurumları, 1960’lı yıllardan itibaren kapitalizmin merkezi konumundaki Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’dan bütün dünyaya yayılmaya başladı. Batı’da “think-tank” diye ifade edilen bu kurumlar, uygulamaya dönük araştırmalar yaparak uluslararası organizasyonlar, devletler ve hükümetler için politika üretiyor.

Think-tank’lerin devletten ve partilerden bağımsız kuruluşlar olması, sivil toplumun bu coğrafyada gelişmesini destekleyenlerin sıkça üzerinde durduğu bir özellik. Partilerden ve devletten (dolayısıyla onların ideolojilerinden) bağımsız kuruluşlar olarak think-tank’ler, uluslararası toplumda “doğru, bilimsel ve nesnel” olanı kendilerine ölçüt olarak aldıklarını iddia ediyor.
Bu “düşünce üretim kurumlar”nın kar amacı gütmeyen vakıflar şeklinde toplumda organize olabiliyor olması, benzeri alanda faaliyet gösteren araştırma şirketlerinden onları ayırıyor. Bu kurumlarda yapılan araştırmalar konunun uzmanları tarafından ortaya konurken, araştırmalar sonucu ortaya çıkan veriler, kamuoyuna açık konferanslar, seminerler, dergiler ya da kitaplar yoluyla açıklanıyor. Bu yolla öngörüler doğrultusunda bir siyasi bilinç toplumsallaştırılmaya çalışılıyor.

Düşünce Üretim Merkezleri Türkiye’de
Think-tank diye anılan düşünce üretim merkezleri, 80 darbesi sonrası, Özal dönemi politikalarının bir sonucu olarak belirmeye başladı. Bu dönemin liberal politikaları, 90’lı yıllarla beraber düşünce üretim merkezlerinin kurumsal kimlik kazanmasına yol açtı. Başarısız Politik Psikoloji Merkezi deneyiminden sonra, think-tank’ler Türkiye’de her geçen gün gelişti. Think-tank gruplarının içine zengin iş adamları, politikacılar ve akademisyenler girmeye başladı.
6 Ekim 1994’e girildiğinde, Bülent Eczacıbaşı Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın kuruluşunu kamuoyuna duyurdu.

TESEV
Türkiye’nin ilk think-tank’lerin olan TESEV, bilimsel araştırmalarla politik kararlar arası bağ kurmayı kendine amaç edinmiş. Bunu yaparken devletten bağımsız fonların desteğini almayı bir ilke olarak belirlemiş. TESEV’in kurulmasında akademisyenlerden bürokratlara, zengin işadamlarına varıncaya 200’ü aşkın kişi etkin olmuş. Bu 200 kişi arasında hemen göze çarpan birkaç isim, TESEV’in bilimsel araştırmaları, politik kararlarla ne kadar bağlayabildiği gerçekliğini görmemiz açısından önemli.

TESEV’in Siyasetçileri
Kuruculuğunu Bülent Eczacıbaşı gibi Türkiye’nin büyük kapitalistlerinden birinin üstlendiği TESEV, yönetim kurulunda ve kurucu üyeleri arasında başka büyük kapitalistleri de barındırıyor. TESEV’in yönetim kurulu başkan yardımcılığını, Alarko Holding’in sahiplerinden İshak Alaton yapıyor. Yönetim kurulu başkanı ise Açık Toplum Enstitüsü Türkiye Danışma Kurulu’ndan Nafiz Can Paker. Birkaç dönem Deniz Baykal’ın danışmanlığını yapan Can Paker, hala Sabancı Üniversitesi’nde mütevelli heyet üyesi. Adını Sosyaldemokrat Halkçı Parti ile sıkça duyduğumuz, TÜSİAD üyesi, Bilgi Üniversitesi Rektörü Asaf Savaş Akat da TESEV’in yönetim kurulu üyelerinden. Kurucu üyeler arasında göze çarpan başka bir isim de Kemal Kılıçdaroğlu. Kılıçdaroğlu’nun TESEV üyeliği, yakın zamanda ulusalcı medyada büyük tartışmalara neden olarak gündem olmuştu.
Sadece belirtilen isimlerin TC siyasetindeki konumları ve etkileri düşünüldüğünde, TESEV’in ilgi alanındaki konuların ya da önerdiği politik stratejilerin sadece kamuoyu yoluyla, TC siyasetini etkilemeyeceği açık. Liberal politikaların toplumda kamuoyu yaratma diye tariflediği bu olsa gerek; siyasi karar mercilerinde kararın niteliğine yön verecek önemli kişilerle kamuoyu etkisi yaratma.

TESEV, vizyonunu “toplumu karşı karşıya bulunduğu sorunlara çözüm seçenekleri oluşturmak, araştırmalarıyla siyaset yapıcılara etki etmek, Türkiye’nin demokratikleşmesine katkıda bulunmak” olarak beyan etmiş. Bu vizyon doğrultusunda TESEV, üç ana program işleterek amacını gerçekleştirmeye çalışıyor: Demokratikleşme programı, dış politika programı, iyi yönetişim programı.
TESEV üzerine araştırmalar yaptığı, konferans ve yayınlarla kamuoyu oluşturmaya çalıştığı tahlil ve önerileriyle TC’yi kuran ve onun omurgasını oluşturan “tepeden inmeci, merkeziyetçi otoriter” zihniyeti ve statik kurumlarını hedef alıyor. TESEV, Türkiye’de bu tarz baskıcı bir modernleşmenin yerine katılımcı demokrasiyi ön planda tutan, sivil anayasası olan, eşit vatandaşlık ve insan hakları temelli bir reform hareketinin gelişmesini öngörüyor.
Tüm bu vizyon, amaç ve çalışma yöntemiyle yola çıkan TESEV, sunduğu politik önerilerin hayata geçirilmesi için karşısına aldığı devletten bağımsız nasıl hareket edebiliyor? 

TESEV’in Değirmenini Kimler Döndürüyor?
TC siyasetiyle TESEV’in birçok üyesinin doğrudan ilişkisi dışında, TESEV’in bünyesindeki birçok kapitalist bu hareketin maddi ve manevi motivasyonunu oluşturuyor. Artık sadece ekonomik bir kuruluş olmayan TÜSİAD, bu motivasyonun kaynaklarından biri. TESEV’in ekonomik destekçilerinin küresel siyaset üzerindeki belirleyicilikleri düşünüldüğüne bu durum biraz daha netlik kazanıyor.

Yıllık bütçesi 2 milyon ABD doları olan TESEV, Soros Vakfı’nın yüklü hibesi dışında BM Kalkınma Programı, Dünya Bankası Ödeneği, Freedom House, National Endowment Democracy, DCAF, European Institute, UNDP, Centre For International Private Ent. ve Açık Toplu Enstitü’sünden fon sağlıyor.
Küresel fonlarla stratejik düşünceler üreten TESEV’in, bağımsızlık ilkesini neden küresel kapitalist bu kurumlarla işletmediği açık. TESEV’de üretilen stratejik düşüncelerin “doğruluğu, nesnelliği ve bilimselliği”nde küresel kapitalizmin değerleri saklı.

TC Politikalarında TESEV Etkisi
TC’nin küresel dünyaya eklemlenme politikası, 1980’den bu yana hiç bu kadar hızlı işlememişti. Tabi ki bu eklemlenme, TC’nin klasik yapısında birçok önemli değişikliğe neden oldu, olmaya devam ediyor. Eski yapısını terk eden devlet anlayışı, yeni değerler ölçüsünde kendi yeni biçimini var etmeye uğraşıyor. Bu uğraşı kendini iç politikadan dış politikaya, ekonomiye kadar birçok alanda kendini gösteriyor.

Bu değişikliklerde TESEV’in etkisini, TESEV’in her sene yayınladığı faaliyet raporlarında gözlemlemek mümkün. TESEV’in 2004 yılında yayınladığı faaliyet raporunda “İmam Hatip Liseleri” başlıklı araştırma ve muhafazakârlık-laiklik tartışmaları ile önerilen politikalar, bu sene imam hatiplerle ilgili yapılan yasa değişikliğiyle aynı içeriğe sahip. Demokratikleşme Programı bünyesinde türban yasağına ilişkin önerilen değişiklikler, yakın zamanda kamusal alanlarda geçerli olan türban kullanımı değişiklikleriyle aynı. Yine aynı program çerçevesinde “Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Denetimi” başlıklı çalışmayla TSK’nın sivilleşmesi ve demokratik gözetime açılması planlanan faaliyetler arasındaydı. Özellikle 2012 itibariyle TSK’ya ve bir dizi üst düzey komutana uygulanan hukuki yaptırım, 2004 TESEV Faaliyet Raporu’ndaki demokratik ve sivil denetimin tesis edilmesine ilişkin öneri ile tutarlılık gösteriyor. 2004 Faaliyet Raporu’nda göze çarpan bir başka TESEV önerisi, Türkiye-Ortadoğu politikalarıyla ilgili. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da son iki yıl içerisinde kendini gösteren siyasi ve ekonomik değişiklikleri, 2004 Faaliyet Raporu’nda “Demokratik Reformlar” başlığı altında okumak mümkün. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da uygulanacak Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ve Türkiye’nin rolü aynı başlık altında incelenmiş. TESEV’in faaliyet raporlarının, yakın çağ siyasi gelişmelerini düşündüğümüzde, ne kadar öngörülü olduğu açık! 2006 raporunda yine Demokratikleşme Programı içinde, Kürt Sorunu başlığı altında ele alınan konular 2009 Faaliyet Raporu’nda çözüme kavuşturuluyor. Geçtiğimiz birkaç ay içerisinde bu meseleye ilişkin yapılacak hukuki düzenlemeler, 2010 için hukuki öneriler olarak kendini gösteriyor. Yaklaşık bir senedir konuştuğumuz sivil anayasa meselesi, TESEV’in 2010 Faaliyet Raporu’nda Yargı Reformu başlığı altında yayımlanmış.

2011’in Eylül ayında medyada Oslo Görüşmeleri tartışılıyorken TESEV Haziran 2011’de yayınladığı Faaliyet Raporu’nda benzer bir görüşmenin gerçekleşmesinin, demokratikleşme adına önem taşıdığını açıklıyordu. Son iki aydır yerel yönetimlerle ilgili gündemimizden düşmeyen belediyelerin niteliği, seçilmiş vali tartışmaları, Ekim 2011 itibariyle TESEV tarafından yapılmış, “Yerelleşme” başlığı altında il, ilçe ve belediye yönetimlerinin yeniden kurgulanması gerektiği, seçimle iş başına gelmiş vali ve il meclisleri 2012 için öneri olarak sunulmuştur.

Yıllar öncesi önerilen politikaların günümüzde gerçekleşiyor olması TESEV’in öngörülü oluşundan çok önerdiği politikaların, politika yapıcılar tarafından uygulanmasıyla açıklanabilir. Yani TESEV projelerine başladığı ilk günden bu yana amacı olan kamuoyunu oluşturabilmiş gibi gözükmektedir. Ama esas mesele küresel siyasi ve ekonomik yapılardan bağımsız olmayan (belki onların yerel bir uzantısı olan) TESEV, bu yapıların küresel stratejilerini Türkiye’de uygulamaya geçirebilmiştir. Kapitalistlerin bu “başarısı”, arkasında küresel iktidarların niyetlerini gizleyen “sivil toplum”un işlemesi olarak gözükmektedir. Böylelikle Türkiye’de klasik devlet kurumlarından uzak kuruluşlar, siyasi ve ekonomik gidişata yön verebilmişlerdir. Gizlenen küresel niyetlerle TESEV uygulamaları ideolojisiz bir görünüm kazanmıştır. TESEV gibi sivil toplum kuruluşlarıyla bu STK’ların uygulamalarının ideolojisiz görünümü, toplumda yaygınlaştırılıyor. Nesnel, bilimsel bir gidişat görünümü altında kapitalizme varoluşsal bir iyilik atfediliyor. TESEV gibi kuruluşlarla kapitalizm hakim olmak istediği coğrafyalarda kendi değerlerini toplumsallaştırıyor.

The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Kapitalizmin Düşünce Depoları; TESEV appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/12/25/21-yyda-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-kapitalizmin-dusunce-depolari-tesev/feed/ 0
Garanti Bankası’nın Sorumluluklu Yüzü: Toplum Gönüllüleri Vakfı https://meydan1.org/2012/11/21/garanti-bankasinin-sorumluluklu-yuzu-toplum-gonulluleri-vakfi/ https://meydan1.org/2012/11/21/garanti-bankasinin-sorumluluklu-yuzu-toplum-gonulluleri-vakfi/#respond Wed, 21 Nov 2012 13:39:57 +0000 https://test.meydan.org/2012/11/21/garanti-bankasinin-sorumluluklu-yuzu-toplum-gonulluleri-vakfi/ Şirketlerin bugüne kadar daha fazla kar elde etmek için yaptığı onca sömürü, katliam ortadayken nasıl oluyor da patronlar; farklılıklara, insan haklarına saygı duymayı amaçlayan “sosyal sorumluluk projeleri”ne milyarlar yatırıyorlar? “Gençsiniz… Gönüllüsünüz… Sadece durup olanlara bakmak değil, inisiyatif almak, bir şeyleri değiştirmek istiyorsunuz… Kendinize ve çevrenizdekilere güvenmeyi ve güven vermeyi biliyorsunuz… Toplum Gönüllüsü olmak mı istiyorsunuz?” […]

The post Garanti Bankası’nın Sorumluluklu Yüzü: Toplum Gönüllüleri Vakfı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Şirketlerin bugüne kadar daha fazla kar elde etmek için yaptığı onca sömürü, katliam ortadayken nasıl oluyor da patronlar; farklılıklara, insan haklarına saygı duymayı amaçlayan “sosyal sorumluluk projeleri”ne milyarlar yatırıyorlar?

“Gençsiniz… Gönüllüsünüz… Sadece durup olanlara bakmak değil, inisiyatif almak, bir şeyleri değiştirmek istiyorsunuz… Kendinize ve çevrenizdekilere güvenmeyi ve güven vermeyi biliyorsunuz… Toplum Gönüllüsü olmak mı istiyorsunuz?” Bu cümlelerin olduğu bildirileri özellikle gençlerin birçoğu okumuştur. Ya da TOG yazılı tişörtlü gönüllülerden sosyal duyarlılıklarımızı okşayan buna benzer cümleler duymuşuzdur. Televizyonlarda kamu spotu vari reklamlarını izlemişizdir. Peki bu “ayaklı kamu spotu” toplum kuruluşunun amacı nedir? Toplum Gönüllüleri Vakfı hangi şirketin iz düşümüdür? Oluşturmaya çalıştığı “sosyal sorumlulukla” neyi hedeflemektedir? Bu soruların cevabı vakfın sponsoru olan ya da ortak projeler geliştirdiği şirket ve kurumlarda gizlidir.

Şirketlerin Yeni Dönem Etiği; Sosyal Sorumluluk

Sosyal sorumluluk özellikle son dönemde şirketlerin kullandığı yeni bir reklam modeli. Bu model sayesinde şirketler, yaşamın her alanındaki sömürülerini sürdürürken; çevreye, tüketiciye, çalışanlarına, toplumlara ve kamusal alana ilişkin kaygılar da güttüğü izlenimi vermektedirler. Bu sözde kaygı ile yapılanlar, şirketlerin sömürülerini gizlemek için iyi bir kamuflaj olanağı sağlar. Yani bir şirketin yaptığı sömürüler, bu sosyal kaygıların geri planında bırakılarak meşrulaştırılır.

Çevre sorunları, artan nüfus gibi tüm insanlığın sorunları olarak görülen problemlere karşı, “gelecek nesillere bırakılacak yaşanabilir bir dünya için hükümetler, yerel yönetimler ve halkın el ele vererek gerçekleştireceği” çalışmalarda, şirketler bu projelere STK görünümleriyle katılıp paydaşların arasından halk temsilcisi olarak devletlerle pazarlığa otururlar. Bahsi geçen problemlerin belirlenmesinden, bu problemlerin çözüm aşamasına, hem devlet hem de STK aracılığıyla şirket eliyle adaletsizlik yaratan uygulamalara ahlaki ve yasal bir kılıf uydurulur.
Bu yeni modelin, son dönemlerde sıklıkla gözümüze çarpmasının nedeni ise bu coğrafyada şimdilerde uygulamaya geçmesidir. Bu şekilde bireylerin varolan adaletsizliklere karşı olası tepkilerini ortaya koyarak bir çeşit sanal muhalif hareket yaratılmış oluyor. Mücadeleler arasına bir truva atı gibi sızan STK’lar, mücadeleleri manipüle edip etkisizleştirmeye, yapılan reformlar aracılığıyla sisteme entegre etmeye çalışırlar.

Toplum Gönüllüleri Vakfı da bahsi geçen STK’lar arasında son dönemde en popüler olanlardan. 2002 yılında kurulan vakıf, o günden bugüne “taşıdığı sosyal sorumluluk” bilinciyle hareket ediyor. Gençlerin, özellikle de üniversite öğrencisi gençlerin “kişisel gelişimlerine katkıda bulunarak” toplumsal arenada “sosyal sorumluluk” duygusunun artırılmasını hedeflediğini söylüyor. Her yıl 101’i aşkın üniversite kulübü dâhilinde, yaklaşık 36.000 genci 844’ü aşkın proje ve etkinle vakfın amaçlarına “gönüllü” bir şekilde hizmet ettiriyor. Bu amaçlar doğrultusunda çeşitli eğitim programları gerçekleştiriyor, özellikle ekonomik durumu kötü olan gençlere verdiği burslar sayesinde “genç gönüllüler” yaratıyor. Böylelikle oluşturmaya çalıştığı “toplum gönüllüleri ağı”nı her geçen gün daha da genişletiyor.

Çalışmalarını “farklılıklara saygı, şeffaflık ve hesap verilebilirlik, yerel katılım, ekip çalışması, yaşam boyu eğitim ve girişimcilik” sözde demokrasi ilkeleri doğrultusunda gerçekleştiren ve böylelikle “daha demokratik bir toplumun devamına katkıda bulunmayı amaçlayan vakfın” çalışma alanları, örgütlenme yöntemleri, işbirliği yaptığı şirketler, toplumsal arenada üstlendiği misyonun arka planı ve “sosyal sorumluluklu” bu vakfın asıl amacı bir hayli dikkat çekiyor. Vakıf, yardım yapan kapitalistleri tüm yayın organlarında görünür kılarak, bu kapitalistlerin topluma “sosyal sorumluluklu” insanlar gibi nüfuz etmesine olanak sağlıyor.

Sosyal Sorumluluğa Destek, Şirketlere Yatırım

Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın ana sponsorluğunu Garanti Bankası yapıyor. Vakfın, öğrenci bursları üzerinden faaliyet alanını ve gönüllü sayısını arttırdığı bilinen bir gerçek. Bu burslara yönelik fonları sağlayan destekçiler arasında; Akbank, Deniz Bank, Finans Bank, Yapı Kredi gibi bankalar; Borusan Holding, Karadeniz Holding gibi holding kuruluşları, Ülker, Migros, Turkcell gibi şirketler de yer alıyor. TOG’un faaliyetlerinden dolayı, düzenli olarak her ay AB Danışmanlık ve Yatırım Hizmetleri, KVK, İpragaz, Nurteks ve MUDO gibi şirketler bağışta bulunuyor. Vakıf bünyesinde oluşturulan ve uygulanan bir projeyi  uzun süredir destekleyen kurumlar arasında; Sabancı Vakfı, Charles Stewart Mott Vakfı, Turkish Philanthropy Vakfı da yer alıyor.

Toplumsal sorunları ilaçla yatıştırmaya çalışan, tüm zararlarına rağmen üretimi ve tüketimi serbestçe devam eden psikiyatrik ilaçları üreten Pfizer, yan etkilerini gizlediği ilaçlarını piyasaya süren Bayer, kot taşlama atölyelerinde onlarca işçinin silikozis hastalığı ile ölmesine, yüzlercesinin yatağa mahkûm olmasına yol açan Mavi Jeans, Ruanda soykırımına neden olan Belçika Krallığı ve birçok hidroelektrik santralle vadilerde yaşamı yok eden Doğuş Holding’in bankası Garanti ve saymakla tükenmeyen onca şirket de TOG destekçileri arasında. Bütün bu destekçiler dışında, TOG’a her yıl binlerce bireysel destekçi de bağışta bulunuyor.

Türkiye’de sosyal sorumluluk projelerinin ulaştığı boyut resmi olarak bilinmese de tahminler 750 milyon ile 1 milyar dolar civarında olduğu yönünde.

Toplum Gönüllüleri Neye Gönüllü?

2002’nin Aralık ayında üniversitelileri ve “yetişkin”leri Boğaziçi Üniversite’sinde bir araya getirerek fikir alışverişi yapan vakıf aynı ay içerisinde resmen kuruldu ve Garanti Bankası’nın ana sponsorluğunda çalışmalarına başladı. Kurulduğu günden bu güne, bireysel bağışlardan, kurumsal sponsorluklardan, yurt iç ve yurt dışı fon sağlayıcı kuruluşlardan, AB hibelerinden ve büyükelçilik fonlarından yararlanan vakıf hem yerel hem de küresel alanda birçok “sosyal sorumluluklu çalışmalar” gerçekleştirdi. Temmuz ayından bu yana sürdürdüğü Genç Bank projesi ise Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın aslından neyden “sorumlu” olduğunu göstermede açıklayıcı örneklerden biri oluyor.

İlk defa 1999 yılında Kuzey İrlanda’da uygulanan benzer bir modelden alınan ilhamla başlatılan Genç Bank projesiyle genç bireylerin yaşadıkları çevrede (mahalle, ilçe, köy) yerel katılımlarını artırmak amaçlanıyor. Proje dâhilinde kısaca eğitim alan 5-7 kişilik genç grup, çevrelerindeki gençlerin fikirlerini ya da yeni deyişle projelerini maddi ve manevi olarak destekliyor. Bu destek onları proje yazmaya teşvik etmek, çevrelerine etki etmelerini sağlamak, yerel yönetim ve yerelin ileri gelenleri ile işbirliği yapmalarını sağlamak, sanatsal ve sosyal katılımlarını ve becerilerini geliştirmek için “küçük maddi” destekler ve “eğitim” gibi “manevi” destekleri kapsıyor.

Vakıf, 2012 Temmuz’unda başlatılan ve 2013 Temmuz’unda sonlanacak olan Genç Bank projesinin amacını “Yerelde gençlerin katılımı için bir model yaratırken, geleneksel hayırseverlik anlayışının değiştirilmesi” olarak belirtirken, detaylar öğrenildikçe bu “sosyal sorumluluklu genç girişimciler projesi”ne dair şüpheler de artıyor. 250.000 TL’nin hibe edildiği, Sabancı Vakfı ve Charles Stewart Mott Vakfı tarafından da desteklenmekte olan bu projenin gerçekte amaçladığı ne olabilir? Genç Bank dâhilinde çalışmakta olan “genç gönüllüler”in yaptığı çalışma, vakıf ana sponsoru olan Garanti Bankası için ucuz yollu bir deneyim edinme çalışması mıdır yoksa projenin gerçekleştirildiği pilot alanlardaki sosyo-ekonomik yapıya ilişkin bir verileme sistemi çalışması mıdır? Sermaye STK’sı olan WWF ile işbirliği yaparak 21. yüzyılın etik kodu “yeşil” politikaya vurgu yaparken ironik bir şekilde Hasankeyf’i yok edecek Ilısu Barajı’na da finansal destek sağlayan Garanti Bankası’nın Genç Bank çalışmasına verdiği “destek” de iyi bir şirket stratejisidir.

Etik mi yoksa sürdürülebilirlik mi?

Toplum Gönüllüleri Vakfı, yürüttüğü projelerde şiddete, etnik ayrımcılığa karşı durmayı, farklılıklara, insan haklarına saygı duymayı amaçlıyor. Peki, şirketlerin bugüne kadar daha fazla kar elde etmek için yaptığı onca sömürü, katliam ortadayken nasıl oluyor da patronlar böylesi “sosyal sorumluluk projeleri”ne milyarlar yatırıyorlar?

1960 sonrasında Avrupa’da birçok şirket, açığa çıkardıkları muazzam zararlara karşı muhakkak bir toplumsal direncin geleceğini öngörerek kendi politikalarına karşıymış gibi görünen “kendi muhaliflerini” yarattılar. Şirketler, yarattıkları bu Sivil Toplum Kuruluşları(STK) ile sistemin aksaklıklarını “uygun eylemlerle” protesto ederek kendi işleyişlerindeki çatlakları sıvama fırsatı buldular. Adeta bir Truva atı işlevi gören bu STK’lar sadece olası muhalefetleri biçimlendirme ve sindirme işlevini değil, aynı zamanda bu “merhametli” şirketlerin meşruluk ve masumiyet sertifikası görevini de üstlendi.

Bugün, başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere Avrupa Birliği (AB), Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar tarafından yayımlanan bildirilerde (OECD Guidelines, EU Principles Brussels, UN Global Compact) sık sık sosyal sorumluluğun öneminden bahsediliyor. Ancak firmaların gerçekleştirdiği sosyal sorumluluk projelerine yönelik “şirketler kepçeyle aldıklarını kaşıkla veriyor” ya da “günah çıkarıyorlar” eleştirileri de mevcut. Sosyal sorumluluk projelerinin topluma sağlayacağı faydadan öte hayata geçirilirken markaya neler kazandıracağı, satışları ne kadar artıracağı da hesaplananlar arasında.

 

Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın algısı “farklılıklarımızla birarada, kendi aramızda mutlu, biraradalığımızla huzurlu, çevreye karşı sorumlu” diye özetlenebilecek sığ bir duyarlılıkla sınırlıdır. Tog üyeleri dış dünyaya üzüntüyle bakmakla yetinmeyip neşeli karşı çıkışlarla olan bitene sessiz kalmamaya çalışmaktadır. “Çember şeklinde dizilerek yalnızca görüntüde demokratikleştirilmiş” toplantılar, çalışmalarda kullanılan araç ve yöntemler bu vakfın gönüllülerinin TACSO (Avrupa Birliği tarafından finanse edilen “Sivil Toplum Kuruluşları İçin Teknik Destek”) tarafından “profesyonel” destek aldığını açıkça ortaya koymaktadır.

Yoğunlukla üniversite öğrencilerinden oluşan bu toplulukta tüm çalışmalar elişi dersi havasında geçerken, yapılanlar “bütün dünya buna inansa, birlik olsak” tadında bir hobi çalışmasını andırmaktadır.

Yapılan her etkinklikle birlikte daha fazla sosyalleşilirken yapılan etkinliklerin gerçek hayata yansıması dijital fotoğraf makineleriyle çekilen fotoğrafların facebookta paylaşılmasından daha öteye toplumsallaşamamaktadır. Zira bu etkinliklerin asıl amacının dünyadaki adaletsizliklere çare olmak için toplumsallaşmaktan ziyade, şirketlerin duyarlılıklarını gösterecekleri bu etkinliklere akıtılan fonların ne denli işe yaradığını belgeleyen fotoğrafları çekmek olduğu da ortadadır.

Çamaşır iplerine mandalla asılan kağıtlara pastel boyalarla yazılmış ve post-itlerle yapıştırılmış “doğa candır”, “sen de bir adım at”, “çevremizi yeşile boyayalım” sloganlarıyla kendilerince işin bir ucundan tutarak toplumsal dönüşümde çok önemli ilerlemeler kaydediyorlar. Oysa bütün bunların bir ilüzyon olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yok. Çünkü yaptıkları herhangi bir projede insanlar neye gönüllü olduklarının farkında bile değillerdir. Vakit iyi geçerken toplumla ne denli özdeşleşmek akla gelmemektedir. Belki de CNBC-E dizilerinde Amerikan gençlik sinemasındaki kolej partilerindekilere çok benzeyen ortamlarda fonda bir duyarlılık, çekilen fotoğraflara “derinlikli” imajlar katarak nispeten daha anlamlı bir poz oluşturacaktır.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 5. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post Garanti Bankası’nın Sorumluluklu Yüzü: Toplum Gönüllüleri Vakfı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/11/21/garanti-bankasinin-sorumluluklu-yuzu-toplum-gonulluleri-vakfi/feed/ 0