The post AKP’ye Karşı Kaç AKP – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İktidarda 17 yılı geride bırakan AKP, 2017 Referandumu ve 24 Haziran 2018 seçimleri sonrası belirginleştirdiği, “ilerlemeden, pedal çevirerek ayakta kalma” politikasını sürdürüyor. 31 Mart seçimlerinde gerçekleşen ciddi oy kayıpları ve kendi içinde yaşadığı gizlenemez çatlaklar, AKP’nin esas olarak Gezi Direnişi ile açığa çıkan, sandığa yansımasını ise 7 Haziran 2015’te somutlaştıran, ancak daha uzunca bir zamana yayılması muhtemel düşüşünün belirtilerinden bazıları olarak öne çıkıyor. Erdoğan’ın “partili cumhurbaşkanlığı” sıfatını almasıyla, uzunca bir süredir bir siyasi parti olmaktan çok, tek adamın seçim ve bazı siyasi faaliyetlerini yürüten bir aparat işlevi gören AKP’de Davutoğlu ile Gül-Babacan kulvarlarında 23 Haziran seçimi sonrası yaşanma ihtimali yüksek hareketlilik, iktidar partisinde bahse konu çatlağın gizlenemezliğini ispatlıyor.
Devletin “parti” kanadında bunlar yaşanırken, 24 Haziran 2018 sonrası ortaya çıkan yeni rejim mimarisinin en tepesini oluşturan “başkanlık” makamında ise bazı “vitrin değişiklikleri” göze çarpıyor. Bu değişiklikle, AKP’nin kuruluşunda yer almış, bakanlık yapmış ve kilit görevlerde bulunmuş bazı “ağır toplar” devlet bankalarının yönetimine ve Cumhurbaşkanlığı bünyesinde yeni oluşturulan Yüksek İstişare Kurulu üyeliğine getirildi. Bu atamalara, genel olarak, “siyasi rüşvet” şeklinde yapılan peşin yorumlardaki kısmi haklılık payı saklı tutulmakla birlikte, AKP döneminde, şirketlerin yanı sıra farklı rant ve sermaye çevreleriyle geliştirdiği ilişkilerle “siyasetin kasası” haline gelen devlet bankaları Halkbank, Vakıfbank ve Ziraat Bankası’nın, inşa edilmeye çalışılan yeni rejimdeki önemli rolü gözden kaçırılmamalı. Söz konusu bankaların, 24 Haziran seçimleri sonrası başında Berat Albayrak’ın bulunduğu Hazine ve Maliye Bakanlığı’na bağlanması ve Albayrak’ın da Pelikancılarla olan malum ilişkisi yeni görevlendirmelerde, kritik zamanlarda ortaya çıkan bu “gizemli kliğin” rolünü akıllara getiriyor.
Atamalardaki diğer adres olan Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu’nun (YİK) ise AKP ve Erdoğan’ın ideolojik olarak yaslandığı Necip Fazıl’ın, Başyücelik Devleti tahayyülündeki yüksek devlet organı “Başyüceler Şurası’na” benzerliği, AKP’nin aynı zamanda bir semboller ve tarihsel göndermeler partisi olduğu göz önüne alındığında dikkat çekici. Gerek bankalara, gerekse de YİK’e ataması yapılan isimler arasında bir dönem ANAP üzerinden merkez sağ ile yolları kesişmiş Abdülkadir Aksu’nun yanı sıra, Bülent Arınç, Faruk Çelik, Mehmet Ali Şahin, Cemil Çiçek gibi, AKP’de kuruluş dönemini çağrıştıran ve daha ötesi muhafazakar kimlikleri ağır basan siyasetçilerin olduğu görülüyor. Ardında Erdoğan’ın bulunduğunun su götürmez bir gerçek olduğu bu yeni görevlendirmelerin, bu yanıyla çözülme emareleri gösteren AKP tabanına yönelik “birlik ve dirlik” mesajı olduğu açık.
Diğer yandan söz konusu görevlendirmelerle atanan isimlerin zaman zaman birlikte anıldığı Davutoğlu ile Gül-Babacan eksenlerine kayışlarının önünün alınmasının amaçlandığı söylenebilir. Bu atamalar aynı zamanda -atanan isimlerin- AKP ve sağ muhafazakar cenahtaki ağırlıkları nedeniyle, uzun zamandır yalnızlaştığı şeklinde yorumlara muhatap olan Erdoğan için yeni bir güç tahkimi anlamını da taşıyor. Böylelikle Erdoğan, bir süre önce ortaya attığı ancak yeterince ilgi görmeyen “Türkiye İttifakı” stratejisine AKP ve çeperindeki sağ seçmen bazında karşılık almış izlenimi verirken, partinin kuruluş dönemine atıfla “istişare eden ve edilen lider” imajına da sahip olacak. AKP’nin fabrika ayarlarına geri dönmesi olarak formüle edilen bu beklentinin, 31 Mart’ta “safları terk eden” küskün AKP seçmeninde güçlü olduğu ve bu seçmeni geri kazanmak için önümüzde Erdoğan için hayati önem taşıyan bir 23 Haziran olduğu unutulmamalı.
“Türkiye İttifakı’ndan” söz açılmışken bu söylem üzerinden kısa bir gerilim yaşanan Devlet Bahçeli ve MHP’ye, dolayısıyla, “pazara kadar değil mezara kadar” ömür biçilen, ancak bir seçim pazarı sonrası bitmesi muhtemel Cumhur İttifakı’nın, söz konusu atamalarla ilişkisine de bakılmalı. Bu anlamda, yeni görevlendirilen isimlerin, geçmişte MHP ile yaşadığı kimi gerilimler de akılda tutularak, Cumhur İttifakı’nın “paralel bileşenleri” olma vasfıyla, Bahçeli’yi dengelemesinin düşünüldüğü söylenebilir. Ancak söz konusu siyasetçilerin döneme ve koşullara göre konumlanma “yetenekleri” hatırlandığında bu beklentinin karşısında büyük bir soru işareti beliriyor. Bu anlamda MHP, Cumhur İttifakı dolayımıyla bir oy rezervi olmaktan çok, AKP’yi sınırlayan bir siyasi özne olma özelliğini sürdürecek gibi görünüyor.
Erdoğan ve AKP’nin bankacılık bürokrasisi ve Cumhurbaşkanlığı teşkilatlarına yaptığı bu atamaların, iktidarının istikbali açısından ne getirip götüreceğini az çok kestirebilmek için önümüzde üç önemli dönemeç var. Birincisi malum 23 Haziran seçimlerinde -sonuçlarının tanınıp tanınmamasından bağımsız- alınacak sonuç… Diğeri ABD-Rusya arasında “denge siyaseti” adı altındaki pragmatizmin geldiği sınırda muhatap olunacak ABD yaptırımlarının ekonomik sonuçları… Bir diğeri ise hem muhafazakar, hem de merkez sağ seçmende yeni bir yönelim oluşturması muhtemel, Davutoğlu ve Gül-Babacan çevrelerinin sonbahara doğru yapmaya hazırlandıkları çıkış… Ancak, “atama hamlesinin” figürlerinden Bülent Arınç’ın, gayet uluorta biçimde “partili cumhurbaşkanlığını” tartışmaya açan sözleri, iktidar açısından hem bu dönemeçlere, hem de “inşa sürecindeki” rejime giden yolun dikenlerle dolu olduğunu gösteriyor.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post AKP’ye Karşı Kaç AKP – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Koltuk Sizin, Özgürlük Bizim appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Muhtarlıktan Belediye Başkanlığı KOLTUĞUNA
Milletvekilliğinden Bakanlık KOLTUĞUNA
Başbakanlıktan Cumhurbaşkanlığı KOLTUĞUNA
Koltuk Sizin Özgürlük Bizim
Kamuoyu, AKP’nin cumhurbaşkanı adayını zaten tahmin edebiliyordu. Tayyip Erdoğan’ın benzeri yöndeki açıklamalarından Çankaya hazırlıkları hâlihazırda konuşuluyordu. Derken CHP ve MHP ortak aday Ekmeleddin İhsanoğlu’nu açıkladı. Bu manevra AKP’ye yönelik miydi bilinmez; ancak parti içinden ve tabanından ters köşe durumunda kalanların rahatsızlığı, ilk birkaç günde kendini gösterdi. Selahattin Demirtaş beklenilmeyecek kadar iddialı bir şekilde Çankaya yarışına aday olduğunu açıkladı. AKP, Erdoğan’ın adaylığını, Temmuz başında yapılan büyük bir törenle duyurdu. Törende Tayyip Erdoğan’ın adaydan çok cumhurbaşkanıymışçasına sunulması, sonraki günler farklı gazetelerdeki ilgili bölümlerde yerini buldu.
Aslında bu üç farklı aday, cumhurbaşkanının ne kadar “bağımsız” olabileceğinin en büyük göstergesiydi. Tayyip Erdoğan’ın, cumhurbaşkanının hiçbir zaman bağımsız olmadığı açıklamasına yönelik diğer adaylardan gelen tepkiler olsa da, yakında eski cumhurbaşkanı olacak Abdullah Gül’ün, kendisinin AKP’nin kuruluşundaki isimlerden biri olduğunu hatırlatarak verdiği destek, AKP’nin cumhurbaşkanlığı sürecine nasıl hazırlanıyor olduğunun açıkça gösteriyordu.
AKP’nin bu siyasal uyumunun tam tersini, ana muhalefet partisi, kendi adayını açıkladığında gösterdi. İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri olan İhsanoğlu’nun adaylığına, “çatı”nın bir yarısı olan MHP’den olumsuz ses çıkmadı. Ancak, CHP “çatı aday”ını yeteri kadar içselleştirememiş olacak ki, parti içindeki “rahatsız vekiller” Emine Ülker Tarhan’ın adını zikreder oldu. Siyasal stratejisini anti-Erdoğan üzerinden kuran bir partinin, bu sıkıntılı süreci aşması çok uzun sürmedi. İhsanoğlu’nun adaylığının ne kadar da “akıllıca” bir strateji olduğu yazılmaya-konuşulmaya başladı. CHP stratejistleri oylarını arttırmak için, AKP’nin tabanına oynanması gerektiğini planlıyordu. Ana muhalefet partisi, AKP’nin arka bahçesine yönelik olarak kurguladığı bu hamleyi aslında CHP’nin radikal laiklik savunuculuğunu da sorgulatacak bir yere koyuyordu. MHP ile ortaklaşmak için asgari müştereklerde buluşabilirliğin adayı olan İhsanoğlu’nun, CHP’nin hesaplarını karşılayan bir aday olup olmayacağını şimdiden kestirmek zor olsa da; İhsanoğlu’nun adaylığı, CHP tabanındaki siyasal değişimin bir göstergesi olarak okunabilir mi?
HDP’nin adayı Demirtaş, nasıl bir Türkiye – nasıl bir cumhurbaşkanı sorularına cevaben yaptığı akıllıca konuşmalarla, muhalif çevrelerin gönlünü çelmeyi başarmış görünüyor. Özellikle “Çankaya’ya halk çıkacak” şiarıyla, CHP’nin içindeki sol kesimlere de oynadığı açık. Demirtaş, yaratılmaya çalışılan Erdoğan ve anti-Erdoğan ortamında HDP’nin “iddialı” adayı. Durum bu olsa da, aslında herkes ikinci turdaki HDP hamlesini hesaplıyor. HDP ikinci tura kalmazsa, “barış süreci”nde HDP’lilerin kime oy vereceği merak konusu.
“Muhalif çevreler” böyle bir durumda, Erdoğan’ı durdurmak için yapılması gerekeni “çatı aday”ın desteklenmesine kuruyor. Hâlbuki “çatı aday”ın desteklenmesi, sadece “AKP olmasın da, ne olursa olsun” planına dayanıyor. Yukarıda belirttiğimiz gibi, stratejilerini anti-Erdoğan’a kuran bir muhalefetin, siyasal bir geri dönüş alamayacağı aşikârdır. Ancak tartışılması gereken konu, böyle bir beklentinin olup olmadığıdır. CHP-MHP’nin yerel seçimlerde Ankara’da yaptığı seçim ortaklığı, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir kez daha kendini göstermiş vaziyette.
Böyle bir konjonktürde HDP’nin Demirtaş ısrarı, sadece bu anti-Erdoğan politikasının verimsizliğine dayanmıyor. HDP belki de çok iddialı olmadığı cumhurbaşkanlığı seçimlerinde izlediği siyasetle, kendi tabanını kaybetmek istemiyor. Yoksa “Çankaya’ya halk olarak aday” olunamayacağını, Selahattin Demirtaş da biliyor. Ancak, Tayyip Erdoğan karşıtı bir siyasette MHP’yle yan yana gelmekten çekinmeyen bir CHP’nin yanına düşmek, HDP açısından, özellikle “TC’nin Kürt politikası noktasında” milliyetçiliğinden zeval vermeyen tutumları bu kadar belirginken, imkânsız görünüyor.
Oy Savaşları
Üç adayın temsilcisi olduğu siyasetler bakımından, seçim sürecine ilişkin geliştirdiği tavırlar, önceki seçimlerde aldıkları oylarla doğru orantılı.
2007 genel seçimlerinde oyların %46’sını alan ve 2011’de bu oranı %49’a çıkaran AKP’nin ilk turda galibiyet senaryoları, 2014 yerel seçim sonuçlarıyla beraber değerlendirildiğinde, gerçekten çok da uzak görünmüyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde izlenen politikada “tek adam”ın iyice belirginleştiği düşünülürse, AKP 1 Temmuz’da ilan ettiği cumhurbaşkanını teyit etmiş olacak.
Oy oranlarındaki hareketlilik düşünüldüğünde, hemen hemen aynı tabana oynayan ve artık neredeyse tek parti gibi hareket eden MHP ve CHP, potansiyellerini aşıp her şeye rağmen muhafazakâr tabana ulaşmak için, 2011 genel seçimlerinde beraber aldıkları oy oranını, %38’i aşmak istiyor.
Son genel seçimlerde %6’lık oy oranıyla HDP’nin, neden böyle bir siyaset izlediğinden yukarıda bahsetmiştik.
Yeni Türkiye Vizyonu: Yarıbaşkanlık Sistemi
Aslında ortada olan durum, bir seçim süreci değil. Herkes az çok cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçlarını kestirebiliyor. Birinci ya da ikinci tur, ortaya çıkacak durumun kimin lehine olacağı, aslında bu süreci başka bir siyasal denklemin parçası olarak geliştiren siyasal güç için açık.
Gün geçtikçe kutuplaştırıcı siyasetini belirginleştiren AKP’nin, Kasım 2012 tarihinde TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu 22 maddelik taslak metin, tüm bu sürecin başlangıcını oluşturuyor. Bu tarihten itibaren ara ara gündeme gelen “başkanlık sistemi” de aslında, ilk kez bu seçimlerle beraber hayat bulacak.
Aslında cumhurbaşkanlığı seçimleri adı altında gerçekleşecek olan tüm bu şaşaalı illüzyon, fiili anlamda, biçimsel bir değişikliğe denk düşüyor. Bilinçli olarak görmezden gelinen bu durum, ilgili çevrelerce tam da geçilecek yeni sisteme tarihsellik atfedercesine “Selçuklulardan bu yana tarihinde ilk defa Türklerin liderini seçecek olması”yla olumlanıyor.
Bu aşamada, cumhur “reis”i, 7 yılda bir meclis tarafından seçilen, çok da işlevi olmayan bir makamı ifade etmenin ötesine geçiyor.
Bu sistem değişikliği, fiili olarak “yarı başkanlık sistemi” anlamına geliyor. Bu sistemin bir özelliği olan halk tarafından seçimi takip edecek bir düzenleme, seçim sonrası gündeme gelecek cumhurbaşkanlığının yetkileriyle ilgili olacak. Aslında beklentiler, bir sonraki seçimden sonra anayasada da yapılacak değişikliklerle, mevcut sistemi başkanlık sistemine göre düzenlemek.
Bu yönüyle düşünüldüğünde, mevcut durumun basit bir seçim aldatmacası olmadığı açıktır. Meclisi dağıtabilme, referandum isteyebilme, anayasa konseyi üyelerini atayabilme, olağanüstü durumlarda yasama, yürütme hatta yargı gücünü elinde toplayabilme gücüne sahip olacak cumhurbaşkanlığının, Erdoğan’ın tam da istediği şey olduğu açıktır.
Liberal demokrasilerin alametifarikası, bu demokratiklik aldatmacasıdır. Mevcut siyasal krizlerin; yapılan yolsuzlukların; meşruluk kaygısı gütmeden iktidarına biat etmeyenleri, Ali İsmailleri, Ethemleri, Berkinleri öldürmeye varan politikaların; Roboski gibi faili, Soma gibi nedeni olduğu katliamların; ekonomik sömürünün ve yasaklanan grevlerin görünmez kılıfı, demokratik seçimlerdir. Anarşistlerin seçim karşıtı tutumlarının altında, bu suni siyasal gerçekliğe karşı duruş vardır.
Bu seçim süreci, bu suni siyasal gündem yaratma çabasının dışında, altında önemli başka bir zorlamayı barındırmaktadır. Daha önce belirtildiği gibi, ortada seçim süreci yoktur. Var olan devletin biçimiyle ilgili yapılacak değişiklikle ilgili bir durumdur. Bu yetkilerle donatılacak “cumhur”un “reis”i, diktatörlüğe atılan adımdır.
Bu durum tartışılmadan, yaşadığımız coğrafyadaki halklar bir zorlamaya tabi tutulmakta; bir “oldu bitti”ye getirilmektedir. Bu demokratik seçim illüzyonuna, muhalif çevreler de dâhil olmaktadır. Alınacak kararların, kararların uygulanmasına kararı verecek tüm yetkinin, bunun denetlenmesinin gerçekleştirileceği tek adresin Çankaya’da olduğu bir durumda, demokrasi aldatmacasından bile bahsedilemez.
Bu koşullarda, Çankaya’ya halkın aday olması değil; Çankaya’yı halkın yıkması beklenir.
Bu yazı MEYDAN GAZETESİ’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.
The post Koltuk Sizin, Özgürlük Bizim appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bir Gömlek Fiyatına Çalışan Kadınların Direnişi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>TC Cumhurbaşakanı Abdullah Gül’ün, ABD Başkanı Obama’nın, Eski ABD Başkanı Bill Clinton’ın, Ünlü futbolcu Lionel Messi’nin gömleklerini diken ISMACO işçisi kadınlar, artık dikiş tutmuyorlar. Çünkü sendikalı oldukları için işten atıldılar ve şimdi yaşamları için direnişteler.
İstanbul’un ta bir ucuna, Tuzla Serbest Bölgesi’ne yaklaşık iki saat süren yolculuk sonunda varabildik. Bu sanayi bölgesinde çalışan, işlerinden atılmış ve direnişe başlamış işçi kadın arkadaşlarımızı ziyarete gidiyorduk. Böylesi zor bir bölgede çalışmanın ayrıca zorlukları olduğunu direniş çadırına vardığımızda da görmüş olduk.
Dünyanın en pahalı gömlek markalarından biri olan Ermengildo Zegna’ya üretim yapan, Hollanda menşeili şirket ISMACO, 18 Aralık’ta DİSK’e bağlı Deri-İş Sendikası’na üye oldukları ve sendikal faaliyet yürüttükleri için üç işçiyi işten çıkardı. İşten çıkartılan ve ikisi kadın olan üç işçi, iki ayı aşkın süredir direniyor. Direnişlerinin 64. gününde ISMACO’dan atılan kadın işçilerle işten atılma süreçlerini ve direnişlerini konuştuk.
Merhaba. Öncelikle işten nasıl çıkarıldığınızdan kısaca bahsedebilir misiniz?
Fikriye Akgül: Ben çok küçük yaştan itibaren çalışıyorum, 12 yaşımda başladım çalışmaya. Bu fabrikada çalışırken bize dikeceğimiz gömleğin kime ait olduğuna, fiyatının ne kadar olduğuna, kaç sipariş verildiğine ilişkin kâğıtlar veriliyordu. O kâğıtlara baktığımda diktiğim gömleğin fiyatının, neredeyse maaşımın iki ya da üç katı olduğunu gördüm ve bu durumdan çok rahatsız oldum. Zaten çalışma şartlarımız da kötüydü. İşte böyle bir süreçte sendikaya üye olup sendikal faaliyet yürütmeye başladım.
Beni işten çıkarttıkları gün, öğle paydosundan önce bana ekstra iş verdiler, yetiştirilmesi gerekiyor dediler. Ben de tüm öğle paydosu boyunca o işi yetiştirmeye çalıştım. İşi bitirdiğimde şef beni çağırdı. Fabrikanın avukatı ve insan kaynakları müdürü performans yetersizliğinden dolayı beni işten çıkardıklarını söylediler. Ben de onlara sırtıma ellemelerini, sırtımdaki tere bakmalarını söyleyip bunun nasıl bir performans yetersizliği olduğunu sordum ama beni dinlemediler. Kadın şeflerden biri beni eşyalarımı toplamam için götürdü, yemekten dönenler beni görmesin diye acele ettiler, apar topar fabrikadan çıkarıldım.
Öznur Fazlıoğlu: Beni de aynı Fikriye gibi alelacele çıkardılar fabrikadan. Benden sonra da Cengiz’i. (Cengiz direnişteki üçüncü işçi) Cengiz’i de işbaşı yaptıktan beş dakika sonra çağırıp işten çıkarmışlar. İş saati başladığı için o çıkarken diğer çalışanlara “direnişimiz başlıyor” diye bağırmış. Hatta Cengiz’i konuşmaya çağırdıklarında, o sendikalı olduğumuzu söylemiş. Fabrikanın avukatı da insan kaynakları müdürüne “artık örgütlenmişler, yapabilecek bir şeyimiz yok” demiş. Aslında o gün daha çok işçi çıkarılacaktı, ama sendikalı olma sebebiyle çıkarıldığımızı söylediğimiz için çıkışlar durduruldu.
Peki daha sonra neler yaşandı? Direniş çadırınızı niçin Serbest Bölge dışına kurmak zorunda kaldınız?
F: Serbest Bölge’ye girişimiz engellendi çünkü. Neden engelliyorsunuz dediğimizde, ISMACO sizinle ilgili özel bir yasak çıkarmış, giremezsiniz dediler. Mağduruz, gidip orada kendimizi ifade edeceğiz dedik ama giremezsiniz dediler. Birkaç gün didiştik burada. İçeriye girmek için zorladık ama sanki güvenlik amirleri, ISMACO’nun özel güvenliği. Örneğin arkadaşım iş bulma kurumundan iş arama kâğıdı çıkardı bölgeye girmek için, ama buna rağmen izin vermediler. Size özel bu yasak kalkmadığı sürece, siz bu bölgeye giremezsiniz, iş arayamazsınız dediler. Biz de en son çadırımızı buraya kurduk. Biz çadırı ilk kurduğumuzda güvenliğin bize karşı tavırları o kadar kabaydı ki. Kadın olarak karşılarında görünce korkutabileceklerini, sindirebileceklerini zannediyorlar. Bense çok sinirlendiğimde bağırıp çağırıyordum, bir kadının öyle davranabileceğini düşünmüyorlar.
Ö: Fabrika serbest bölgenin içinde. Bizi buraya iterek işçi arkadaşlarımızla aramızdaki bağı koparıp, bizi suçlu göstermeye çalışıyorlar. “Bakın gördünüz mü içeri giremediler” diye içeride çok konuşmuşlar. “Orda kaldılar, bir şey yapamayacaklar” demişler. Oysaki biz üç gün fabrikanın önüne gittiğimizde arkadaşlarımız fabrikanın camlarına gelip, bize el sallayıp destek verirlerdi. Orda kalmış olsaydık eğer, bu süreç daha hızlı ilerlerdi zaten. Ama buraya gelmiş olmamız onların moralini bozdu. Şimdi arkadaşlarımızla iletişimimiz şurada birkaç saniye; onlar servisle geçerken biz dövizlerimizi kaldırıyoruz, okuyabilenler okuyor. Ancak bu şekilde iletişim kurabiliyoruz.
Sizin dışınızda bir kadın daha işten çıkarılmış. O da sizinle birlikte mi işten çıkarıldı?
Ö: O arkadaşımız bizden bir ay sonra işten atıldı. Bu arkadaşımızın 1,5 yıldır mobbing davası sürüyordu. İnanılmaz baskılara maruz kalmıştı. Fabrika da zaten mobbing var. Eğer sen müdüre ya da şefe yakın davranmazsan, ona zıt davranırsan sana iş veriliş şekli bile değişiyor. İşi önüne atarlardı mesela, “al şunu yap” derlerdi. Nereye gittiğini takip ederlerdi. Zaten fabrikanın her yerinde de kameralar var, tuvaletlerde, üretimhanelerde, devamlı gözetim altındasın. Bu kadın arkadaşımıza erkek şeflerden biri yakınlık gösterdi. Arkadaşımız da reddedince çok baskı gördü ve bölümünü değiştirmek istedi. Bir üst şefe gidip olanları anlattı, bölümü değiştirildi ama sonra tüm şefler o arkadaşımıza kafayı taktı. Arkadaşımız hastalanıp rapor aldı, ama ustabaşı onu tehdit etti, raporluyken kendine başka bir iş bul dedi. O bunlara rağmen raporu bitince geri döndü, bölümünü değiştirdi, finish bölümüne geçti. Orada 1.5 sene kadar çalıştı ama hep gözetim altında kaldı. Sonra suç duyurusunda bulundu, mobbing davası açtı.
Biz sendikaya üye olunca, o arkadaşımız da üye oldu. Sonra içeriden iki işçiye arkadaşımız hakkında dilekçe yazdırdılar ve onu işten çıkardılar. Şimdi işsizlik maaşından da yararlanamıyor, çünkü iş kanunun 25. maddesini gerekçe göstererek çıkardılar. O da ilk bir ay geldi ama şimdi gelemiyor çadıra.
F: Şimdi bizim işe iade davalarımız açıldı, o arkadaşımızın da mobbing ve işe iade davası sürüyor.
Fabrika yönetimi, sendika ile görüşme gerçekleştirdi mi?
F: Biz atıldığımız gibi, fabrikanın sendikayla görüşmeleri başladı tabi. Ama içerisi burnundan kıl aldırmıyor; sendikaya sizi araştırdık, çok radikal gruplarla hareket ediyor, radikal kararlar alıyorsunuz, bu yüzden sizinle anlaşamayız demişler. İçeride sendika istenmediğine dair imza topladılar. Kabul etmeyenlerin sendikalı olduğunu tespit edip işten çıkartacaklardı. Bu yüzden biz sendika üyelerine de imza atmalarını söyledik.
Ö: Bu fabrika 2011 krizinde bize hiç zam yapmadı, panik yapmayın dedi, ben sizin babanızım dermiş gibi. Krizden sonra bize bir kâğıt dağıtıldı, “Ermengildo Zegna 2011 krizini 1 milyar Euro ile kapattı. Tüm çalışanlarımıza teşekkür ederiz” yazıyordu. Yüksek performans, yüksek kalite, özveri ve sadakatten dolayı bize teşekkür ettiler. Zaten aslında bu fabrika hiçbir zaman ekonomik nedenlerden dolayı işten çıkarma yapmamış, işten çıkarmaların sebebi sendikal faaliyet olmuş hep.
F: Biz 300-800 Euro’luk gömlekler dikerken, bir gömleğin manşetine çalışıyorduk neredeyse. Ürettiğimiz bir gömleğin fiyatına çalışıyorduk, şimdi sendikalı olarak iki gömlek istiyoruz. Bu fabrikada 400 işçi var ve günde 2000 adet üretim yapılıyor.
Ö: Ama işte patron bu. Şimdi içerideki arkadaşlarımızı da işten atmakla tehdit ediyorlar. Ekmeğiyle terbiye etmeye çalışıyorlar insanları.
Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz? 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde de burada olacakmışsınız.
F: Evet, her gün olduğu gibi 8 Mart’ta burada olacağız, Dünya Kadınlar Günü’nü direniş çadırımızda kutlayacağız. Tüm kadın arkadaşlarımızı buraya, direniş çadırımıza, 8 Mart’ı birlikte kutlamaya çağırıyoruz.
Çok teşekkür ederiz. Kadınlar olarak verdiğiniz direnişi selamlıyor, bizler de tüm kadınları ISMACO’ya ve erkek egemen sisteme karşı 8 Mart’ta birlikte olmaya çağırıyoruz.
The post Bir Gömlek Fiyatına Çalışan Kadınların Direnişi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>