Alexander Berkman – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Fri, 16 Jul 2021 14:33:32 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Anarşizm Nedir? (29): Tüketim ve Değiş Tokuş – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/07/16/anarsizm-nedir-29-tuketim-ve-degis-tokus-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/07/16/anarsizm-nedir-29-tuketim-ve-degis-tokus-alexander-berkman/#respond Fri, 16 Jul 2021 14:33:29 +0000 http://meydan1.org/?p=73375 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 29. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Önce tüketimin örgütlenmesini ele alalım çünkü insanların çalışıp üretebilmeleri için önce yemek yemeleri gerekir. Arkadaşın […]

The post Anarşizm Nedir? (29): Tüketim ve Değiş Tokuş – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 29. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Önce tüketimin örgütlenmesini ele alalım çünkü insanların çalışıp üretebilmeleri için önce yemek yemeleri gerekir.

Arkadaşın soruyor: “Tüketimin örgütlenmesi ile neyi kastediyorsunuz?”

“Ölçeklendirerek dağıtmayı kastediyor sanırım.” diyorsun.

Evet. Elbette toplumsal devrim iyice örgütlendiğinde ve üretim normal bir şekilde işlediğinde herkese yetecek kadar yiyecek olacaktır. Ancak devrimin ilk aşamalarındaki yeniden yapılanma sürecinde kaynakları halka elimizden geldiğince eşit olarak dağıtmalıyız. Bu da ölçeklendirmeyle olacaktır.

“Bolşevikler eşit ölçeklendirme sistemine sahip değildi.” diye araya giriyor arkadaşın; “Farklı insanlar için farklı erzak türleri vardı.”

Aynen böyle yaptılar ve bu, en büyük hatalarından biriydi. Halk bunun yanlışlığını anladı. Halkta iğrenmeye ve hoşnutsuzluğa neden oldu. Bolşevikler denizciler için bir menü, askerler için daha düşük kalite ve nicelikte başka bir menü, vasıflı işçi için başka bir menü ve vasıfsız için dördüncü bir menü, ortalama biri için başka ve son olarak burjuva için başka bir menü ayrımı yaptı. En iyi ürünler ise Bolşeviklere, parti üyelerine, komünist memurlara ve komiserlere özel olan yiyeceklerdi. Bir zamanlar on dört kadar farklı yiyecek menüsü hazırladılar. Kendi sağduyun sana bu konuyla ilgili her şeyin yanlış olduğunu söyleyecektir. İnsanlara asker ya da denizci değil de işçi, tamirci ya da entelektüel oldukları için ayrımcılık yapmak adil miydi? Bu tür yöntemler adaletsiz ve zalimceydi: Anında maddi eşitsizlikler yarattılar. Konumun ve fırsatın kötüye kullanılmasına, vurgunculuğa, rüşvet ve dolandırıcılığa kapı açtılar. Aynı zamanda karşı-devrimi teşvik ettiler çünkü devrime kayıtsız ya da düşmanca olmayan insanlar ayrımcılık sebebiyle yaralanmışlardı ve bu nedenle karşı-devrimci etkilere karşı kolay bir hedef haline gelmişlerdi.

Bu ayrımcılık ve devamındaki diğer ayrımcılıklar, durumun ihtiyaçlar tarafından değil de yalnızca siyasi parti çıkarları tarafından dikte edildiğini gösterir. Devletin dizginlerini gasp eden ve halkın muhalefetinden korkan Bolşevikler; denizcilerin, askerlerin ve işçilerin gözüne girerek koltuklarını sağlamlaştırmaya çalıştılar. Ancak bu yollarla yalnızca öfke yaratmayı ve insanları kızdırmayı başardılar çünkü sistemin adaletsizliği aşikârdı. Dahası “kayırılan sınıf” olan proletarya bile askerlere daha iyi yemek verildiği için ayrımcılığa uğradığını hissetti. İşçi, asker kadar iyi değil miydi? İşçi ona cephane sağlamasaydı asker devrim için savaşabilir miydi? Asker de denizcinin daha fazla almasına karşı çıkmıştı. Denizci kadar değerli değil miydi? Herkes, partinin Bolşevik üyelerine bahşedilen özel yemek ve imtiyazları, özellikle de yüksek memurların ve komiserlerin -insanlar mahrumiyet içindeyken- yararlandığı konforu ve lüksleri kınadı.

Bu tür uygulamalara yönelik halk öfkesi, Kronstadt denizcileri tarafından çarpıcı bir şekilde ifade edildi. Mart 1921’de, son derece şiddetli ve açlıkla boğuşulan kışın ortasında denizciler halka açık bir toplantıda, ötelenmiş Kronstadt nüfusu için kendi fazladan yiyeceklerinden vazgeçmeye gönüllü olarak karar verdi. Bu gerçekten etik devrimci eylem, ayrımcılığa ve kayırmacılığa karşı genel duyguyu dile getirdi ve insanlarda var olan derin adalet duygusunu ortaya çıkardı.

Tüm deneyimler adil ve dengeli olan şeyin aynı zamanda uzun vadede en mantıklı ve pratik olan şey olduğunu öğretir. Bu durum, birey için olduğu kadar kolektif yaşam için de aynı derecede geçerlidir. Ayrımcılık ve adaletsizlik devrim için özellikle yıkıcıdır çünkü devrimin ruhu eşitlik ve adalete duyulan açlıktan doğar.

Toplumsal devrimin, herkese yetecek kadar üretebileceği aşamaya ulaştığında, anarşist bir fikir olan “herkese ihtiyacına göre” ilkesini benimseyeceğinden daha önce de bahsetmiştim. Endüstriyel olarak daha gelişmiş ve verimli ülkelerde bu aşamaya -doğal olarak- geri kalmış ülkelere göre daha erken ulaşılacaktır. Ama ulaşılıncaya kadar tek adil yöntem olarak eşit paylaşım, kişi başına eşit dağıtım sistemi zorunludur. Tabii ki, Rus Devrimi’nde de olduğu gibi, hamilelik sırasında ve sonrasında kadınlara ve çocuklara ya da hastalara ve yaşlılara özel önem verilmesi gerektiğini söylemeye gerek yok.

“Şunu anlamak istiyorum.” diyorsun. “Eşit paylaşım var diyorsun. O zaman hiçbir şeyi satın alamayacak mısın?”

Hayır, alım satım olmayacak. Devrim, üretim ve dağıtım araçlarının özel mülkiyetini de onunla birlikte kapitalist işleyişi de ortadan kaldırır. Kişisel mülkiyet sadece kullandığın şeyler için vardır. Yani saatin sana aittir ama saat fabrikası halka aittir. Arazi, makine ve diğer tüm kamu hizmetleri ne satın alınabilecek ne de satılabilecektir; kolektif mülkiyet olacaktır. Mülkiyet anlamında sadece fiili kullanım -sahiplik olarak değil kullanım hakkı olarak- kabul edilecektir. Örneğin kömür madencilerinin örgütü kömür madenlerinden sahip olarak değil işletme kuruluşu olarak sorumlu olacaktır. Benzer şekilde, demiryolu kardeşlikleri de demiryollarını işletecektir. Topluluğun çıkarları doğrultusunda ortaklaşa yönetilen kolektif mülkiyet, kâr amacıyla özel olarak yürütülen kişisel mülkiyetin yerini alacaktır.

“Ama hiçbir şey satın alamıyorsan, o zaman paranın ne anlamı var?” diye soruyorsun.

Hiçbir anlamı yok. Para işe yaramaz hale gelir. Onunla hiçbir şey alamazsın. Arz kaynakları, toprak, fabrikalar ve ürünler toplumun malı olduğunda, kolektifleştiğinde ne satın alabilir ne de satabilirsin. Para sadece bu tür işlemlerde kullanılan bir araç olduğu için bu koşullarda kullanışlılığını kaybeder.

“Ama nasıl değiş tokuş yapacaksın?”

Değiş tokuş ücretsiz olacak. Örneğin kömür madencileri, çıkardıkları kömürü halkın kullanımı için halka açık kömür tersanelerine teslim edecekler. Madenciler, sırayla topluluğun depolarından makine, alet ve ihtiyaç duydukları diğer malları alacaklar. Bu, ihtiyaç ve eldeki arz temelinde, para gibi bir araç olmaksızın ve kâr olmaksızın özgür değiş tokuş anlamına gelir.

“Peki madencilere verilecek makine ya da yiyecek yoksa?”

Eğer hiçbiri yoksa para da bu meselelere yardımcı olamaz. Madenciler para yığınlarını mı yiyecek? Bugün bu tür şeylerin nasıl yönetildiğini düşün. Para için kömür ticareti yaparsın ve yiyeceğini parayla alırsın. Bahsettiğimiz özgür topluluk, kömürü para aracı olmadan doğrudan yiyecekle değiştirecek.

“Ama neye dayanarak? Bugün bir doların aşağı yukarı ne kadar değerli olduğunu biliyorsunuz ama bir çuval un için ne kadar kömür vereceksiniz?”

Yani değer veya fiyat nasıl belirlenecek? Daha önceki bölümlerde gerçek bir değer ölçüsü olmadığını, fiyatın arz ve talebe bağlı olduğunu ve buna göre değiştiğini gördük. Kıtlık varsa kömürün fiyatı yükselir; arz talepten fazla ise ucuzlar. Kömür sahipleri daha büyük karlar elde etmek için üretimi yapay olarak sınırlarlar ve aynı yöntemler kapitalist sistem boyunca kullanılır. Kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla hiç kimse kömürün fiyatını yükseltmek veya arzını sınırlamakla ilgilenmeyecek. İhtiyacı karşılamak için gerekli olacak kadar kömür çıkarılacaktır. Aynı şekilde ülkenin ihtiyacı kadar gıda da yetiştirilecektir. Toplumun gereksinimleri ve üretimi sağlayacak olanlar arasında gerçekleşecek olan bu. Bu durum, insanların diğer tüm ihtiyaçları için olduğu gibi kömür ve gıda için de geçerlidir.

“Fakat yeterli miktarda ürün olmadığını varsayalım. O zaman ne yapacaksın?”

O zaman savaş ve kıtlık zamanlarında kapitalist toplumda bile yapılanı yapacağız: İnsanlar karneye tabi tutulacaktır. Tabi ki şu farkla; özgür toplulukta paylaştırma eşitlik ilkelerine göre yönetilecektir.

“Fakat farz edelim ki çiftçi, para olmadıkça şehre ürünlerini sağlamayı reddediyor. O zaman ne olacak?”

Çiftçi de parayı -herkes gibi- ancak onunla ihtiyacı olan şeyleri satın alabiliyorsa ister. Paranın onun için faydasız olduğunu çabucak anlayacaktır. Rusya’da devrim sırasında bir köylünün size bir çuval para karşılığında bir kilo un satmasını sağlayamazdınız. Ama eski bir çift çizme karşılığında en iyi tahıldan bir fıçı vermeye can atıyorlardı. Çiftçinin istediği pulluklar, kürekler, tırmıklar, tarım makineleri ve giysilerdir. Para değil. Bu yüzden buğdayını, arpasını ve mısırını sana verecektir. Başka bir deyişle, şehir her birinin ihtiyaç duyduğu ürünleri ihtiyaç bazında çiftliklerle takas edecektir.

Bazıları tarafından yeniden yapılanma sırasında değiş tokuşun belirli bir standarda dayanması gerektiği öne sürülmüştür. Örneğin devrim zamanında sıklıkla yapıldığı gibi her topluluğun kendi parasını basması önerilmiştir ya da bir günlük çalışmanın değer birimi olarak kabul edilmesi gerektiği ve sözde emek fişlerinin değişim aracı olarak hizmet etmesi gerektiği. Ancak bu önerilerin hiçbiri pratik yardım sağlamaz. Devrimde topluluklar tarafından basılacak para hızla değer kaybeder çünkü böyle bir paranın arkasında hiçbir güvenli garanti olamaz, bu olmadan da paranın hiçbir değeri yoktur. Benzer şekilde emek fişleri bir değişim aracı olarak belirli ve ölçülebilir herhangi bir değeri temsil etmeyecektir. Örneğin bir madencinin bir saatlik çalışmasının değeri ne olurdu? Doktorla on beş dakikalık görüş alışverişi mi? Tüm çabalar değer olarak eşit görülse ve bir saatlik emek birim haline getirilse bile ev boyacısının çalışma saati veya cerrahın ameliyatı, buğday cinsinden adil bir şekilde ölçülebilir mi?

Sağduyu, bu sorunu insan eşitliği ve herkesin yaşam hakkı temelinde çözecektir.

Arkadaşın “Böyle bir sistem düzgün insanlar arasında işe yarayabilir.” diye itiraz ediyor; “Peki ya tembeller? Bolşevikler ‘çalışmayan yemek de yemez’ ilkesini koymakta haklı değiller miydi?”

Hayır dostum, yanılıyorsun. İlk bakışta bu adil ve mantıklı bir fikirmiş gibi görünebilir. Ama gerçekte pratik değil. Yarattığı adaletsizlikler ve ayrımcılıklardan bahsetmiyorum bile.

“Nasıl yani?”

Pratik değildi çünkü çalışan veya çalışmayan insanları takip etmek için bir memur ordusu gerekiyordu. Suçlama, soruşturma ve resmi kararlar hakkında sonu gelmeyen tartışmalara yol açtı. Öyle ki insanları çalışmaya zorlama -onların kaçmalarından veya kötü iş yapmalarından korunma çabasıyla- kısa sürede çalışmayanların sayısını ikiye hatta üçe katladı. Sebebi ise zorunlu çalışma sistemiydi ve Bolşevikler çok geçmeden böylesi bir başarısızlığı var eden bu sistemden vazgeçmek zorunda kaldılar.

Dahası sistem diğer yönlerde daha da büyük kötülüklere neden oldu. Sistemin adaletsizliği, bir kişinin kalbine veya zihnine girip hangi fiziksel veya zihinsel durumun geçici olarak çalışmasını imkânsız hale getirdiğine karar verememenizde yatmaktadır. Sahte bir ilke getirdiğinde ve bunu uygulamaya çalıştığında iş birliğini baskıcı ve yanlış olduğu gerekçesiyle reddedenlerin muhalefetinin ne kadar büyüyeceğini düşün.

Akılcı bir topluluk hâlihazırda insanları izlemek için işçi olmayan daha fazla insan yaratmak veya onları cezalandırmak için hapishaneler inşa etmek yerine o sırada çalışıyor olsa da olmasa da herkese aynı şekilde davranmayı daha pratik ve faydalı bulacaktır. Çünkü herhangi bir nedenle bir insana yemek vermeyi reddedersen onu hırsızlığa ve diğer suçlara sürüklersin. Böylece suçluları beslemek yerine bakımı eskisinden çok daha külfetli olan mahkemeler, avukatlar, yargıçlar, hapishaneler ve gardiyanlar yaratırsın. Ayrıca onları hapse atsan bile beslemek zorunda kalırsın.

Devrimci topluluk, cezadan çok suçlularının toplumsal bilincini ve dayanışmasını uyandırmaya bağlı olacaktır. Üreten üyeleri tarafından belirlenen örneğe güvenecek ve bunu yapmakta haklı olacaktır. Çünkü çalışkan insanın tembele karşı doğal tavrı öyledir. Tembel insan toplumsal ortamı o kadar tatsız bulur ki tembellik içinde hor görülmektense çalışmayı ve hemcinslerinin saygısını ve iyi niyetini elde etmeyi tercih eder.

Görünüşte ani bir avantaj elde etmektense adil şeyi yapmanın daha önemli, sonuçta daha pratik ve kullanışlı olduğunu unutma. Yani adaleti yerine getirmek cezalandırmaktan daha önemlidir. Çünkü ceza hiçbir zaman adil değildir ve her iki taraf için de -hem cezalandırılan hem de cezalandıran için- zararlıdır; ruhsal olarak fizikselden daha zararlıdır ve bundan daha büyük bir zarar yoktur. Çünkü seni sertleştirir ve yozlaştırır. Bu, bireysel yaşam için koşulsuz olarak doğrudur ve aynı şekilde kolektif toplumsal varoluş için de geçerlidir.

Toplumsal devrimde hayatın her aşamasının yanı sıra anlayış ve sempati de özgürlük, adalet ve eşitlik temelleri üzerine inşa edilmelidir. Sadece bu şekilde var olabilir. Bu, bölgenin veya şehrinin barınma, yiyecek ve güvenlik sorunlarında da devrimin savunulmasında da geçerlidir.

Konut ve yerel güvenlik konusunda Rusya, Ekim Devrimi’nin ilk aylarında yol gösterdi. Kiracılar tarafından seçilen ev komiteleri ve bu tür komitelerin şehir federasyonları bu sorunları ele alıyordu. Belirli bir bölgenin tesislerinin istatistiklerini ve mahalle ihtiyacı olan başvuru sahiplerinin sayısını toplarlardı. Sonrasında eşit haklar temelinde kişisel veya ailevi ihtiyaçlara göre düzenlemeler yapılırdı.

Benzer şekilde ev ve bölge komiteleri şehrin tedarikinden sorumluydu. Dağıtım merkezlerindeki yemekler için bireysel başvuru, muazzam bir zaman ve enerji kaybıydı. Devrimin ilk yıllarında Rusya’da uygulanan ve çalışılan kurumlarda, dükkânlarda, fabrikalarda ve bürolarda erzak dağıtma sistemi de aynı derecede yanlıştır. Aynı zamanda daha adil dağılımı garanti eden, adam kayırma ve görevin kötüye kullanımına kapıyı kapatan daha iyi ve verimli yol ise evler veya sokaklarda gıdanın karneyle dağıtılmasıdır. Yetkili ev veya sokak komitesi, yerel dağıtım merkezinde komite tarafından temsil edilen kiracı sayısına göre erzak, giysi vb. tedarik eder. Eşit dağıtım, eşitsizlik ve ayrıcalık sistemi nedeniyle Rusya’da muazzam oranlara ulaşan gıda vurgunculuğunu ortadan kaldırmanın da avantajına sahiptir. Parti üyeleri veya siyasi gücü olan kişiler arabalar dolusu unu serbestçe şehirlere getirebilirlerken yaşlı bir köylü kadın tek bir somun ekmek sattığı için ağır şekilde cezalandırılıyordu. Vurgunculuğun gelişmesine ve Bolşeviklerin kötülükle başa çıkmak için özel alaylar oluşturmak zorunda kalmasına şaşmamalı. Hapishaneler suçlularla doluydu; idam cezasına başvurulmuştu; ancak devletin en sert önlemleri bile vurgunculuğu durdurmayı başaramadı çünkü vurgunculuk, ayrımcılık ve adam kayırma sisteminin doğrudan sonucuydu. Sadece eşitlik ve değiş tokuş özgürlüğü bu tür kötülükleri önleyebilir veya en azından minimuma indirebilir.

Sokağın ve mahallenin ihtiyaçlarının sokak ve mahalle gönüllü komiteleri tarafından karşılanması, en iyi sonuçları verir. Çünkü söz konusu mahallenin kiracıları olan bu tür organlar, ailelerinin ve arkadaşlarının sağlığı ve güvenliği ile kişisel olarak ilgilenirler. Bu sistem Rusya’da daha sonra kurulan düzenli polis gücünden çok daha iyi çalıştı. Çoğunlukla şehrin en kötü unsurlarından oluşan polis yozlaşmış, acımasız ve baskıcı olduğunu kanıtladı.

Maddi iyileşme umudu, daha önce de belirtildiği gibi, insanlığın gelişim hareketinde güçlü bir faktördür. Ancak bu teşvik tek başına yeni ve daha iyi bir dünya görüşü için ilham vermek, bu uğurda tehlike ve yoksunlukla yüzleşmelerine neden olmak için yeterli değildir. Bunun için sadece mideye değil daha çok kalbe ve hayal gücüne hitap eden, iyiye ve güzele, hayatın manevi ve kültürel değerlerine yönelik uykudaki özlemimizi uyandıran bir ideale ihtiyaç vardır. Kısacası insanın doğasında var olan toplumsal içgüdüleri uyandıran, onun empatisini ve kardeşlik duygularını besleyen, özgürlük ve adalet sevgisini ateşleyen ve en alt düzeydekilere bile -felaketlerde sıklıkla tanık olduğumuz gibi- düşünce ve eylem asaletini aşılayan bir ideal. Nerede yaşanırsa yaşansın felaket olacak şeyleri -deprem, sel, tren kazası- düşünelim. Oradaki kahramanca fedakârlık, cesaret dolu ve sınırsız yardım eylemleri, insanın gerçek doğasını, onun derinden hissedilen kardeşliğini ve birliğini gösterir.

Bu durum tüm zamanlardaki, iklimlerdeki ve toplumsal katmanlardaki insanlık için geçerlidir. Amundsen’in hikâyesi bunun çarpıcı bir örneğidir. Onlarca yıllık zorlu ve tehlikeli çalışmanın ardından ünlü Norveçli kâşif, kalan yıllarını barışçıl edebi arayışlarda geçirmeye karar verir. Kararını onuruna verilen bir ziyafette duyurur ve neredeyse aynı anda Kuzey Kutbu’na yapılan Nobile seferinin felaketle karşılaştığı haberi gelir. Amundsen o anda sakin bir hayata dair tüm planlarından vazgeçer ve böyle bir girişimin tehlikesinin tamamen farkında olan kayıp havacıların yardımına uçmaya hazırlanır. İnsani sempati ve sıkıntı içinde olanlara yardım etme dürtüsü, kişisel güvenlikle ilgili tüm düşüncelerin üstesinden gelir ve Amundsen, Nobile grubunu kurtarmak için hayatını feda eder.

Hepimizin derinliklerinde Amundsen’in ruhu yaşar. Kaç bilim insanı, hemcinslerine fayda sağlayacak bilgiyi aramak için hayatından vazgeçti, kaç doktor ve hemşire bulaşıcı hastalığa yakalanmış insanlara hizmet ederken öldü, kaç erkek ve kadın gönüllü olarak belirli sorunlarla karşı karşıya kaldı. Ülkelerini ve hatta bazı yabancı toprakları kırıp geçiren bir salgını kontrol etme çabası içinde adı sanı duyulmamış kaç kişi -sıradan işçi, maden işçisi, denizci, demiryolu çalışanı- kendisini Amundsen ruhuyla ölüme verdi? Saymakla bitmez.

Bu, toplumsal devrimle birlikte yükselecek olan idealizmdir. İnsanın doğasıdır. Onsuz devrim olamaz, onsuz devrim yaşayamaz. O olmadan insan sonsuza dek bir köle olarak güçsüz kalmaya mahkûmdur.

Bu ruhu örneklendirmek, geliştirmek ve başkalarına aşılamak anarşistin, devrimcinin, sınıf bilinçli proletaryanın işidir. O, kötülüğün ve karanlığın güçlerini yenebilir; özgürlük ve adaletten oluşan yeni bir dünya kurabilir.

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (29): Tüketim ve Değiş Tokuş – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/07/16/anarsizm-nedir-29-tuketim-ve-degis-tokus-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (28): İlkeler ve Pratik – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/07/09/anarsizm-nedir-28-ilkeler-ve-pratik-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/07/09/anarsizm-nedir-28-ilkeler-ve-pratik-alexander-berkman/#respond Fri, 09 Jul 2021 18:05:05 +0000 http://meydan1.org/?p=73287 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 28. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Toplumsal devrimin temel amacı insanlar için koşulların acilen iyileştirilmesidir. Devrimin başarısı temelde buna bağlıdır. Bu, […]

The post Anarşizm Nedir? (28): İlkeler ve Pratik – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 28. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Toplumsal devrimin temel amacı insanlar için koşulların acilen iyileştirilmesidir. Devrimin başarısı temelde buna bağlıdır. Bu, ancak tüketim ve üretimi halkın gerçekten yararına olacak şekilde örgütleyerek başarılabilir. Toplumsal devrimin en büyük -aslında tek- güvencesi burada yatmaktadır. Rusya’da karşı-devrimi dize getiren Kızıl Ordu değil ayaklanma sırasında ele geçirdikleri topraklara can veren köylülerdi. Toplumsal devrim eğer yaşamak ve büyümek istiyorsa kitlelere somut kazanım sağlamalıdır. Halkın geneli, çabalarından gerçek bir avantaj elde edeceğinden emin olmalı ya da en azından yakın gelecekte böyle bir avantaj umudunu beslemelidir. Devrim, varlığını ve savunmasını ordu ve savaş gibi mekanik araçlara dayandırıyorsa kaybetmeye mahkûmdur. Devrimin gerçek güvenliği organiktir. Onun güvenliği sanayi ve üretimdir.

Devrimin amacı daha fazla özgürlüğü güvence altına almak, halkın refahını arttırmaktır. Özellikle toplumsal devrimin amacı insanların kendi çabalarıyla ekonomik ve toplumsal refah koşullarını oluşturmalarını, daha yüksek ahlaki ve manevi seviyelere çıkmalarını sağlamaktır.

Başka bir deyişle, toplumsal devrim tarafından kurulacak olan şey özgürlüktür. Çünkü gerçek özgürlük ekonomik fırsatlara dayanır. Onsuz özgürlük tümüyle bir yalandır, sömürü ve baskı uğruna takılan bir maskedir. En derin anlamda özgürlük, ekonomik eşitliğin çocuğudur.

Dolayısıyla toplumsal devrimin temel amacı, eşit fırsat temelinde eşit özgürlük tesis etmektir. Hayatın devrimci bir şekilde yeniden örgütlenmesine ekonomik, politik ve toplumsal olarak herkesin eşitliğini sağlamak için derhal başlanmalıdır.

Bu yeniden örgütlenme her şeyden önce emeğin ülkenin ekonomik durumuna tam olarak aşina olmasına bağlı olacaktır: Arzın eksiksiz envanterine, hammadde kaynaklarının tam bilgisine ve emek güçlerinin verimli bir yönetim için düzgün örgütlenmesine.

Bu, iyi örgütlenmiş ve akıllı işçi birliklerinin -ayaklanmadan sonraki gün- devrim için hayati bir önem taşıdıkları anlamına gelir. Tüm üretim ve dağıtım sorunu -devrimin yaşamı- buna dayanmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi devrimin amaçlarını gerçekleştirebilmesi için bu bilginin devrimden önce işçiler tarafından edinilmesi gerektiği açıktır.

Bu nedenle bir önceki bölümde ele alınan atölye ve fabrika komitesi çok önemlidir. Bunlar, devrimci yeniden yapılanmada belirleyici bir rol oynayacaklardır.

Çünkü yeni bir toplum aniden doğmaz, tıpkı bir çocuk gibidir. Yeni toplumsal yaşam, tıpkı anne karnındaki yeni yaşamın yaptığı gibi, eski bir yaşamın bedeninde gelişir. İşleyebilen eksiksiz bir organizma haline gelene kadar onu geliştirmek için zaman ve belirli süreçler gereklidir. Bu aşamaya gelindiğinde doğum, bireyselde olduğu kadar toplumsal olarak da ızdırap ve acı içinde gerçekleşir. Basmakalıp ama anlamlı bir deyim kullanırsak devrim, yeni toplumsal varlığın ebesidir. Bu, en gerçek anlamıyla doğrudur. Kapitalizm, yeni toplumun ebeveynidir; atölye ve fabrika komitesi, sınıf bilinçli emek ve devrimci amaçların birliği yeni yaşamın tohumudur. Bu işyeri komitesinde ve sendikada işçi, işlerini nasıl yöneteceğinin bilgisini edinmelidir: Bu süreçte toplumsal yaşamın uygun örgütlenme, birleşik emek ve dayanışma meselesi olduğu algısı gelişecektir. İnsanların patronluk taslaması ve yönetmesi değil işleri başaran şeyin özgür örgütlenme ve birlikte uyumlu çalışma olduğunu anlayacaktır; buğdayı büyüten ve çarkları döndüren, üreten ve yaratan devlet ve yasalar değil uyum ve işbirliğidir. Deneyim, ona insanların değil şeylerin yönetimini öğretecektir. İşyeri komitesinin günlük yaşamında ve mücadelelerinde işçi, devrimi nasıl yürüteceğini öğrenmelidir.

Mahalle, bölge ve eyalet bazında örgütlenen ve ulusal düzeyde özerk olan mağaza ve fabrika komiteleri, devrimci üretimi sürdürmek için en uygun organlar olacaktır.

Ulusal düzeyde özerk olan yerel ve bölgesel işçi konseyleri, halkın kooperatifleri aracılığıyla dağıtımı yönetmek için en uygun örgütlenme biçimi olacaktır.

İşçiler tarafından görev başında seçilen bu komiteler, kendi dükkân ve fabrikaları ile aynı sektördeki diğer dükkân ve fabrikalar arası bağlar kuracaktır. Tüm bir endüstrinin ortak konseyi o endüstriyi diğer endüstrilerle ilişkilendirecek ve böylece tüm ülke çapında bir işçi konseyleri federasyonu oluşturulacaktır.

Kooperatif birlikler ülke ve şehir arasındaki değişim aracıdır. Yerelde örgütlenmiş bölgesel ve ulusal olarak özerk olan çiftçiler, kooperatifler aracılığıyla şehirlerin ihtiyaçlarını karşılayacak ve karşılığında şehir sanayilerinin ürünlerini alacaklardır.

Her devrime umut ve özlemle dolu büyük bir halk coşkusu eşlik eder. Devrimin sıçrama tahtası budur. Ansızın ve güçlü olan bu yüksek gelgit, inisiyatif ve faaliyet için insan kaynakları yaratır. Eşitlik duygusu, insanın içindeki en iyiyi özgürleştirir ve onu bilinçli olarak yaratıcı kılar. Bunlar, toplumsal devrimin büyük motorları, hareket ettirici güçleridir. Onların özgür ve engelsiz varlığı, devrimin gelişimini ve derinleşmesini ifade eder. Onların bastırılması ise çürüme ve ölüm anlamına gelir. Devrim; ancak ve ancak insanlar onun doğrudan katılımcıları olduğunda, kendi hayatlarını kendileri tasarladığında, devrimi kendileri yaptığında ve insanlar bizzat devrim olduğunda büyür, güçlenir ve güvende olur. Ama faaliyetleri bir siyasi parti tarafından gasp edildiği veya özel bir örgütte merkezlendiği anda devrimci çaba, halkın pratikte dışlandığı nispeten küçük bir çevreyle sınırlı hale gelir. Bunun doğal sonucu olarak halkın coşkusu söner, ilgisi yavaş yavaş zayıflar. İnisiyatifi ve yaratıcılığı zayıflar ve şimdi olduğu gibi devrimin diktatöre dönüşen bir kliğin tekeli haline gelmesine sebep olur.

Bu devrim için ölümcüldür. Böyle bir felaketin önlenmesi ancak devrimle ilgili tüm konulara her gün katılmaları yoluyla işçilerin sürekli aktif kalmalarında yatmaktadır. Bu ilgi ve faaliyetin kaynağı iş yerleri ve sendikadır.

Halkın ilgisi ve devrime bağlılığı, devrimin adaleti ve eşitliği temsil ettiği hissine de bağlıdır. Bu, devrimlerin neden insanları büyük kahramanlık ve bağlılık eylemlerine teşvik etme gücüne sahip olduğunu açıklar. Daha önce de belirtildiği gibi, halk içgüdüsel olarak devrimde yanlışın ve haksızlığın düşmanını ve adaletin habercisini görür. Bu anlamda devrim, oldukça ahlaki bir unsur ve bir ilham kaynağıdır. Temelde insanları ateşleyebilecek ve onları manevi olarak yükseklere çıkarabilecek olan büyük ahlaki ilkelerdir.

Tüm halk ayaklanmaları bunun doğru olduğunu göstermiştir, özellikle de Rus Devrimi. Rus halkının Şubat ve Ekim günlerinde tüm engelleri bu kadar çarpıcı bir şekilde yenmesi, bu ruh sayesinde oldu. Hiçbir muhalefet, onların büyük ve asil bir davadan ilham alan bağlılıklarını yenemezdi. Ancak devrim yüksek ahlaki değerlerinden; adalet, eşitlik ve özgürlük unsurlarından yoksun kaldığında gerilemeye başladı. Onların kaybı devrimin sonuydu.

Manevi değerlerin toplumsal devrim için ne kadar önemli olduğunu ne kadar güçlü bir şekilde vurgularsak vurgulayalım, eksik kalır. Bu değerler ve devrimin aynı zamanda somut gelişim anlamına geldiği bilinci, yeni toplumun yaşamasında ve büyümesindeki dinamik etkilerdir. İki unsur arasında manevi değerler en başta gelir. Önceki devrimlerin tarihi insanların daha fazla özgürlük ve adalet uğruna maddi refahı feda etmeye istekli olduklarını ve bu uğurda acı çekmeye hazır olduklarını kanıtlıyor. Dolayısıyla Rusya’da ne soğuk ne de açlık köylüleri ve işçileri karşı-devrime yardım etmeye teşvik edemezdi. Büyük davanın çıkarlarına hizmet etmelerine rağmen karşılığında tamamen yoksunluk ve sefalet buldular. Devrimin bir siyasi parti tarafından tekelleştirildiğini, yeni kazanılan özgürlüklerin kısıtlandığını, bir diktatörlüğün kurulduğunu, adaletsizliğin ve eşitsizliğin yeniden egemen olduğunu gördüklerinde devrime kayıtsız hale geldiler. Bu düzmeceye katılmayı reddettiler, işbirliği yapmayı reddettiler, hatta karşı çıktılar.

Ahlaki değerleri unutmak, devrimin yüksek ahlâkî amaçlarına aykırı veya ters düşen uygulama ve yöntemlere girişmek karşı devrime ve felakete davetiye çıkarmaktır.

Bu nedenle toplumsal devrimin başarısının öncelikle özgürlük ve eşitliğe bağlı olduğu açıktır. Onlardan herhangi bir sapma sadece zararlı olabilir; gerçeği söylemek gerekirse bu sapma sonradan yıkıcı da olacaktır. Bu ilkeyi bütün devrim faaliyetlerinin özgürlük ve eşit haklar temelinde olması izler. Bu devasa şeyler için olduğu kadar küçük şeyler için de geçerlidir. Özgürlüğü sınırlamaya, eşitsizlik ve adaletsizlik yaratmaya yönelik herhangi bir eylem veya yöntem, yalnızca halkın devrime ve onun çıkarlarına aykırı tutumuyla sonuçlanabilir.

Devrimci dönemin tüm sorunları bu açıdan ele alınmalı ve çözülmelidir. Bu sorunlar arasında en önemlileri tüketim ve barınma, üretim ve değiş tokuştur.

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (28): İlkeler ve Pratik – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/07/09/anarsizm-nedir-28-ilkeler-ve-pratik-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (27): Emeğin Toplumsal Devrim İçin Örgütlenmesi – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/07/04/anarsizm-nedir-27-emegin-toplumsal-devrim-icin-orgutlenmesi-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/07/04/anarsizm-nedir-27-emegin-toplumsal-devrim-icin-orgutlenmesi-alexander-berkman/#respond Sun, 04 Jul 2021 15:03:33 +0000 http://meydan1.org/?p=73230 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 27. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Önceki sayfalarda önerilen uygun hazırlık, toplumsal devrimin yükünü büyük ölçüde hafifletecek, onun sağlıklı gelişmesini ve […]

The post Anarşizm Nedir? (27): Emeğin Toplumsal Devrim İçin Örgütlenmesi – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 27. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Önceki sayfalarda önerilen uygun hazırlık, toplumsal devrimin yükünü büyük ölçüde hafifletecek, onun sağlıklı gelişmesini ve işleyişini sağlayacaktır.

Peki devrimin ana işlevleri ne olacak?

Her ülkenin kendine özgü koşulları, kendi psikolojisi, alışkanlıkları ve gelenekleri vardır. Devrim süreci doğal olarak her ülkenin ve halkların özelliklerini yansıtacaktır. Ancak temelde tüm ülkeler toplumsal (daha ziyade anti-toplumsal) karakterleri bakımından birbirine benzer: Siyasi biçimler veya ekonomik koşullar ne olursa olsun, hepsi istilacı otorite, tekel ve emeğin sömürülmesi üzerine kuruludur. Bu nedenle toplumsal devrimin temel görevi özünde her yerde aynıdır: Devletin ve ekonomik eşitsizliğin ortadan kaldırılması, üretim ve dağıtım araçlarının toplumsallaştırılması.

Üretim, dağıtım ve iletişim, varoluşun temel kaynaklarıdır; onların üzerinde zorlayıcı otoritenin ve sermayenin gücü vardır. Bu güçten yoksun bırakılan valiler ve yöneticiler, senin ve benim gibi sıradan insanlardan oluşan milyonlarca insan arasında sıradan vatandaşlar haline gelirler. Bunu başarmak sonuç olarak toplumsal devrimin ilk ve en hayati işlevidir.

Devrimin sokak karışıklıkları ve isyanlarla başladığını biliyoruz: Bu, güç ve şiddeti içeren başlangıç aşamasıdır. Ama bu, gerçek devrimin yalnızca gösterişli önsözüdür. İnsanların asırlardır maruz kaldığı sefalet ve aşağılama, düzensizlik ve kargaşa biçiminde patladı. On yıllardır uysalca katlanılan aşağılama ve adaletsizlik, öfke ve yıkım eylemlerinde kendini buluyor.

Bu kaçınılmazdır ve devrimin bu ilk niteliğinden sorumlu olan yalnızca efendi sınıfıdır. Çünkü “rüzgâr eken fırtına biçer” sözü bireyselden çok toplumsal olarak doğrudur: İnsanların boyun eğdirildiği baskı ve sefalet ne kadar büyükse, toplumsal fırtına da o kadar şiddetli olacaktır. Tarihin tümü bunu kanıtlıyor ancak yaşamın efendileri hiçbir zaman onun uyarısına kulak asmadı.

Devrimin bu aşaması kısa sürelidir. Bunu genellikle otorite kalelerinin daha bilinçli ancak yine de kendiliğinden yıkımı, örgütlü şiddet ve vahşetin görünür sembolleri izler: Hapishaneler, polis karakolları ve diğer devlet binaları saldırıya uğrar; tutsaklar serbest bırakılır, yasal belgeler yok edilir. Bu içgüdüsel halk adaletinin tezahürüdür. Bu yüzden Fransız Devrimi’nin ilk hareketlerinden biri Bastille’in yıkılması oldu. Benzer şekilde Rusya’da hapishaneler basıldı ve tutsaklar devrimin en başında serbest bırakıldı. Halkın sağlıklı içgörüsü, tutsakları haklı olarak toplumsal talihsizler, koşulların kurbanları olarak görür ve onlara bu şekilde sempati duyar. İnsanlar mahkemeleri ve kayıtlarını sınıf adaletsizliğinin araçları olarak görürler ve bunlar devrimin başlangıcında haklı olarak yok edilir.

Ancak bu aşama çabuk geçer: Halkın öfkesi kısa sürede tükenir ve devrim yapıcı çalışmasına başlar.

“Gerçekten yeniden yapılanmanın bu kadar erken başlayabileceğini mi düşünüyorsun?” diye soruyorsun.

Dostum, hemen başlamalı. İnsanlar ne kadar aydınlanırsa işçiler amaçlarını o kadar net gerçekleştirir. Onları gerçekleştirmeye ne kadar iyi hazırlanırlarsa devrim o kadar az yıkıcı olacak ve yeniden yapılanma çalışmalarına o kadar hızlı ve etkili bir şekilde başlanacak.

“Çok umutlu değil misin?”

Hayır, sanmıyorum. Toplumsal devrimin “bir anda gerçekleşmeyeceğine” ikna oldum. Hazırlanması, örgütlenmesi gerekecek. Evet, gerçekten örgütlü, tıpkı bir grevin örgütlenmesi gibi. Gerçekte bu bir grev olacak, bütün bir ülkenin birleşik işçilerinin grevi, bir genel grev olacak.

Bir duralım ve şunu düşünelim.

Zırhlı tankların, zehirli gazın ve askeri uçakların olduğu bu günlerde bir devrimle mücadele edilebileceğini nasıl hayal ediyorsun? Silahsız insanların ve onların barikatlarının, yüksek güçlü toplara ve uçan makinelerden üzerlerine atılan bombalara dayanabileceğine inanıyor musun? Emek, devletin ve sermayenin askeri güçleriyle savaşabilir mi?

Görünüşte gülünç, değil mi? İşçilerin kendi alaylarını, “şok birliklerini” veya komünist partilerin sana tavsiye ettiği gibi bir “kızıl cepheyi” kurmaları önerisi de daha az gülünç değildir. Bu tür proleter yapılar, devletin eğitimli ordularına ve sermayenin özel birliklerine karşı durabilecekler mi? En ufak bir şansları olacak mı?

Böyle bir önermenin yalnızca tüm imkansız çılgınlığı içinde görülebilmesi için belirtilmesi gerekir. Bu sadece binlerce işçiyi kesin ölüme göndermek anlamına gelir.

Bu zamanı geçmiş devrim fikrini bitirmenin zamanı geldi. Bugünlerde devlet ve sermaye, işçilerin onlarla baş edemeyecekleri kadar güçlü ve askeri bir şekilde örgütlenmiş durumdalar. Buna teşebbüs etmek suç, düşünmek bile delilik olurdu.

Emeğin gücü savaş alanında değildir. Dünyada hiçbir ordunun yenemeyeceği, hiçbir insan gücünün fethedemeyeceği güç işyerinde, madende ve fabrikada yatar.

Başka bir deyişle, toplumsal devrim ancak genel grev yoluyla gerçekleşebilir. Hakkıyla anlaşılmış ve düzgünce yürütülen genel grev, toplumsal birdevrimdir. Mayıs 1926’da İngiltere’de genel grev ilan edildiğinde devlet, bunun işçilerden çok daha çabuk farkına vardı. Devlet aslında grevcilere “Bu devrimdir!” dedi. Tüm orduları ve donanmaları ile yetkililer durum karşısında güçsüz kaldılar. İnsanları vurarak öldürebilirsin ama onları işe giderken vuramazsın. İşçi “liderleri” genel grevin aslında devrimi ima ettiği düşüncesinden kendileri korktular.

İngiliz sermayesi ve devleti grevi kazandı. Silahların gücüyle değil, işçi “liderlerinin” zeka ve cesaret eksikliğinden ve İngiliz işçilerinin genel grevin sonuçlarına hazırlıklı olmadıklarından dolayı kazandılar. Aslında bu fikir onlar için oldukça yeniydi. Daha önce onunla hiç ilgilenmemişler, önemini ve potansiyellerini hiç incelememişlerdi. Fransa’da benzer bir durumun oldukça farklı bir şekilde gelişeceğini söylemek doğru olacaktır çünkü o ülkede emekçiler yıllardır genel grevi devrimci bir silah olarak görüyorlar.

Toplumsal devrimin tek olasılığının genel grev olduğunu anlamamız çok önemlidir. Geçmişte genel grevin propagandası -gerçek anlamının devrim olduğu, bunun tek pratik yolu olduğu yeterince vurgulanmadan- çeşitli ülkelerde yapıldı. Artık doğrusunu öğrenmemizin zamanı geldi ve bunu yaptığımızda toplumsal devrim belirsiz, bilinmeyen niteliğinden kurtulup kendini var edecektir. İlk adımı sanayilerin örgütlü emek tarafından ele geçirilmesi olan bir gerçeklik, kesin bir yöntem ve amaç, bir program haline gelecektir.

“Şimdi neden toplumsal devrimin yıkımdan ziyade inşa anlamına geldiğini söylediğinizi anlıyorum.” diyor arkadaşın.

Anlamana sevindim. Ve beni şimdiye kadar takip ettiysen, endüstrileri devralma meselesinin şansa bırakılabilecek bir şey olmadığı ve gelişigüzel bir şekilde gerçekleştirilemeyeceği konusunda benimle hemfikir olacaksın. Bu ancak iyi planlanmış, sistematik ve örgütlü bir şekilde gerçekleştirilebilir. Bu tek başına yapılamaz. Ne ben ne de başka bir işçi, Ford ya da Roma Papası farketmez. İşçilerin kendileri dışında onu yönetebilecek hiçbir insan ya da insan topluluğu yoktur çünkü endüstrileri işletmek işçilerin işidir. Ama işçiler bile böyle bir girişim için örgütlenmedikçe bunu başaramazlar.

“Ama ben senin bir anarşist olduğunu sanıyordum.” diye araya giriyor arkadaşın.

Öyleyim.

“Anarşistlerin örgütlenmeye inanmadıklarını duydum.”

Anladığımı sanıyorum ama bu eski bir tartışma. Sana anarşistlerin örgütlenmeye inanmadığını söyleyen herkes saçma sapan konuşuyor. Örgütlenme her şeydir ve her şey örgütlenmedir. Yaşamın tamamı, bilinçli veya bilinçsiz bir örgütlenmedir. Her ulus, her aile, hatta her birey bir örgüt veya örgütlenmedir. Her canlının her parçası, uyum içinde çalışacak şekilde düzenlenmiştir. Aksi halde farklı organlar düzgün çalışamaz ve yaşam olamazdı.

Ama örgütlenmeler de birbirinden farklıdır. Kapitalist toplum o kadar kötü örgütlenmiştir ki çeşitli üyeleri acı çeker: Tıpkı bir organında ağrı olduğunda tüm vücudunun ağrıması ve hasta olman gibi.

Hasta olduğu için acı çeken örgütlenme de vardır, sağlıklı ve güçlü olduğu için neşeli olan örgütlenme de vardır. Bir kuruluş, organlarından veya üyelerinden herhangi birini ihmal ettiğinde veya bastırdığında hasta veya kötüdür. Sağlıklı örgütlenmelerde tüm parçalar eşit derecede değerlidir ve hiçbirine karşı ayrımcılık yapılmaz. Zorlama üzerine kurulu, zorlayan ve baskılayan örgütlenmeler kötü ve sağlıksızdır. Gönüllü olarak oluşturulan, her üyenin özgür ve eşit olduğu özgürlükçü örgüt, sağlam bir yapıdır ve iyi çalışabilir. Böyle bir örgütlenme, eşit parçaların özgür birlikteliğinden oluşur. Anarşistlerin inandığı türden örgütlenmeler bunlardır.

Emeğin sağlıklı, etkin bir şekilde çalışabilen bir bedene sahip olması için işçilerin örgütlenmesi de böyle olmalıdır.

Bu, her şeyden önce, hiçbir örgüt veya sendika üyesinin ayrımcılığa uğramaması, baskı altında tutulmaması veya göz ardı edilemeyeceği anlamına gelir. Bunu yapmak, ağrıyan bir dişi görmezden gelmekle aynı şey olurdu: Tüm vücut hasta düşerdi.

Başka bir deyişle, işçi sendikası tüm üyelerinin eşit özgürlük ilkesi üzerine inşa edilmelidir.

Ancak her biri özgür ve bağımsız bir birim olduğunda, karşılıklı çıkarlar nedeniyle kendi seçimiyle diğerleriyle işbirliği yaptığında başarılı bir şekilde çalışabilir ve güçlenebilir.

Bu eşitlik herhangi bir işçinin kim olduğunun hiçbir önemi olmadığı anlamına gelir: Vasıflı olup olmaması; duvarcı, marangoz, mühendis veya gündelikçi olması; çok veya az kazanması önemli değildir. Hepsinin çıkarları aynıdır; hepsi birbirine aittir ve ancak bir arada durarak amaçlarına ulaşabilirler.

Bu; fabrikadaki, değirmendeki veya madendeki işçilerin tek bir vücut olarak örgütlenmesi gerektiği anlamına gelir çünkü bu onların hangi işlerde çalıştıkları, hangi zanaatları ya da meslekleri takip ettikleri değil çıkarlarının ne olduğu meselesidir. Çıkarlarıysa patrona ve sömürü sistemine karşı aynıdır.

Bir zanaat veya sektörün grevde olduğunu ve aynı endüstrinin diğer dallarının çalışmaya devam ettiği mevcut işçi örgütlenme biçiminin ne kadar aptalca ve verimsiz olduğunu kendin düşün. Örneğin New York’un tramvay işçileri işi bırakınca metro, taksi ve otobüs şoförlerinin iş başında kalması gülünç değil mi? Grevin temel amacı, işvereni emeğin taleplerine boyun eğmeye zorlayacak bir durumu yaratmaktır. Böyle bir durum ancak söz konusu sanayinin tam olarak bağlanmasıyla yaratılabilir, öyle ki kısmi bir grev kaçınılmaz yenilginin zararlı etkisi bir yana, emeğin zamanını ve enerjisini boşa harcamaktan başka bir şey değildir.

Katıldığın grevleri ve duyduğun diğer grevleri düşün. Sendikan, işvereni boyun eğmeye zorlamadığı sürece herhangi bir kavga kazanıldı mı? Bunu ne zaman yapabildi? Ancak patron, işçilerin iş demek olduğunu, işçilerin aralarında herhangi bir anlaşmazlık olmadığını, tereddüt ve oyalanma olmadığını, ne pahasına olursa olsun kazanmaya kararlı olduklarını öğrendiğinde kazanıldı. Bilhassa işveren kendini sendikanın insafına kalmış hissettiğinde, işçilerin azimli duruşu karşısında fabrikasını veya madenini işletemediğinde, grev kırıcıları bulamadığında ve çıkarlarının zarar göreceğini gördüğünde kazanıldı. İşçilere karşı çıktığında onların taleplerini yerine getirmekten daha fazla acı çektiğinde kazanıldı.

O halde ancak kararlı olduğunda, sendikan güçlü olduğunda, iyi örgütlendiğinde, patronun fabrikasını sizin iradeniz dışında çalıştıramayacağı şekilde birleştiğinizde onun itaatini zorunlu kılabileceğin açıktır. Ancak patron genellikle büyük bir üretici veya çeşitli yerlerde değirmenleri, madenleri olan bir şirkettir.

Bir kömür şirketini düşünelim. Bir grev nedeniyle Pennsylvania’daki madenlerini işleyemezse Virginia veya Colorado’da madenciliğe devam ederek ve orada üretimi artırarak kayıplarını gidermeye çalışacaktır. Eğer sen Pennsylvania’da grevdeyken bu eyaletlerdeki madenciler çalışmaya devam ederse şirket hiçbir şey kaybetmez. Hatta senin grevin yüzünden arzın yetersiz olduğu gerekçesiyle kömür fiyatını yükseltmek için grevi memnuniyetle bile karşılayabilir. Bu şekilde şirket sadece grevini kırmakla kalmaz, aynı zamanda kamuoyunun size karşı olan bakışını da etkiler çünkü insanlar aptalca, yüksek kömür fiyatının maden sahibinin açgözlülüğünden kaynaklanmadığına, gerçekten de senin grevinin sonucu olduğuna inanırlar. Grevi kaybedersiniz, bir süre sonra sen ve her yerdeki işçiler kömür için daha fazla ödemek zorunda kalırsınız ve yalnızca kömür için değil yaşamın diğer tüm gereksinimleri için daha fazla ödeme yapmak zorunda kalırsınız. Çünkü kömürün fiyatıyla birlikte genel yaşam maliyeti yükselir.

Grevdeyken diğer madenlerin çalışmasına izin veren mevcut sendika politikasının ne kadar aptalca olduğunu düşün. Diğerleri işte kalıyor ve grevinize maddi destek veriyorlar ancak onların yardımlarının yalnızca grevinizi kırmaya yardımcı olduğunu görmüyor musunuz? Çünkü grev fonunuza katkıda bulunmak için çalışmaya devam etmek, sonuçta sizi hırpalamak zorundalar? Bundan daha anlamsız ve zararlı bir şey olabilir mi?

Bu, her endüstri ve her grev için geçerlidir. Çoğu grevin neden kaybedildiğini tahmin edebilir misin? Amerika’da olduğu gibi diğer ülkelerde de durum böyle. Önümde, İngiltere’de Emek İstatistikleri başlığı altında yeni yayınlanan Mavi Kitap var. Veriler, grevlerin işçi zaferlerine yol açmadığını kanıtlıyor. Son sekiz yılın rakamları ise şöyle:

Lehine Sonuçlar:

Yıl İşçiler Patronlar
1920 390 507
1921 152 315
1922 111 222
1923 187 183
1924 162 235
1925 154 189
1926 67 126
1927 61 118

O zaman grevlerin neredeyse %60’ı kaybedildi. Bu arada grevlerden kaynaklanan iş günü kaybını -yani ücretin olmadığı zamanı- da göz önünde bulundurun. 1912’de İngiliz emeği tarafından kaybedilen toplam işgünü sayısı 40.890.000’di; her biri 60 yıl ömürlü 2.000 insanın hayatına neredeyse eşittir. 1919’da kaybedilen iş günü sayısı 34.969.000 idi; 1920’de 26.568.000; 1921’de 85.872.000; 1926’da genel grev sonucunda 162.233.000 gün… Bu rakamlara işsizlik nedeniyle kaybedilen zaman ve ücretler dahil değildir.

Şu anda yapılan grevlerin işe yaramadığını, işçi sendikalarının endüstriyel anlaşmazlıklarda kazanan olmadığını görmek için çok fazla matematik bilgisi gerekmiyor.

Ancak bu, grevlerin hiçbir amaca hizmet etmediği anlamına gelmez. Aksine çok değerlidirler: İşçiye dayanışmayı, kendi gibilerle omuz omuza durma ve ortak davada birlik içinde savaşmanın hayati ihtiyacını öğretirler. Grevler onu sınıf mücadelesinde eğitirler; ortak çaba, efendilere karşı direniş, dayanışma ve sorumluluk ruhunu geliştirirler. Bu anlamda başarısız bir grev bile tam bir kayıp değildir. Emekçiler onun aracılığıyla, proleter mücadelenin en derin anlamını somutlaştıran pratik bilgeliğin “birinin yaralanmasının herkesin endişesi olduğunu” öğrenirler. Bu, yalnızca maddi iyileştirme için verilen günlük savaşla değil aynı şekilde işçiye ve onun varlığına ilişkin her şey, özellikle adalet ve özgürlüğün söz konusu olduğu meselelerle de ilgilidir.

Söz konusu dava kimin olursa olsun, insanların toplumsal adalet adına harekete geçtiğini görmek dünya üzerindeki en ilham verici şeylerden biridir. Çünkü gerçekten de en gerçek ve en derin anlamıyla hepimizin kaygısı budur. Emek ne kadar aydınlanır ve daha büyük çıkarlarının farkına varırsa sempatileri o kadar geniş ve evrensel hale gelir, adalet ve özgürlüğü dünya çapında o kadar çok savunur. Sacco ve Vanzetti’nin Massachusetts’te yargılanarak öldürülmesini her ülkedeki işçilerin protesto etmesi bu anlayışın bir tezahürüydü. Bütün dürüst erkek ve kadınlar gibi, dünyanın her yerindeki insanlar içgüdüsel ve bilinçli olarak böyle bir suç işlendiğinde bunun kendileri ile ilgili olduğunu hissettiler. Ne yazık ki bu protesto, benzerleri gibi sadece kısmi çözümlerle yetindi. Örgütlü emek, genel grev gibi bir eyleme başvurmuş olsaydı talepleri göz ardı edilmeyecek ve işçilerin en iyi iki dostu ve en onurluları gerici güçlere kurban edilmeyecekti.

Proletaryanın muazzam gücünün, birleşik ve kararlı olduğunda her zaman galip gelen gücün değerli bir gösterimi olacaktı. Bu, geçmişte Idaho Eyaleti kömür baronlarının Batı Madenciler Federasyonu yetkilileri olan Haywood, Moyer ve Pettibone örneğinde olduğu gibi kararlı çalışma tutumunun planlı yasal saldırıları engellediği birçok durumda kanıtlanmıştır. 1905 madenci grevi sırasında darağacına göndermek için komplo kurulmuştu. Yine 1917’de California’da Tom Mooney’nin idamını engelleyen şey emekçilerin dayanışmasıydı. Amerika’daki örgütlü emeğin Meksika’ya karşı sempatik tavrı da şimdiye kadar o ülkenin Amerikan petrol çıkarları adına Birleşik Devletler Hükümeti tarafından askeri işgaline engel olmuştur. Benzer şekilde, Avrupa’da işçilerin birleşik eylemi, yetkilileri defalarca siyasi tutsaklara af çıkarmaya zorladı. İngiltere Devleti, İngiliz emeğinin Rus Devrimi’ne duyduğu sempatiden o kadar korktu ki tarafsızmış gibi davranmak zorunda kaldı. Rusya’daki karşı-devrime açıkça yardım etmeye cesaret edemedi. Liman işçileri Beyaz Ordu için yiyecek ve mühimmat yüklemeyi reddettiğinde İngiliz Hükümeti aldatmacaya başvurdu. Yiyecek ve mühimmatın Fransa’ya gönderileceği konusunda işçilere güvence verdi. 1920 ve 1921’de Rusya’da tarihi malzeme toplama çalışmalarım sırasında, gönderilerin Fransa’dan İngiliz Devleti’nin doğrudan emriyle karşı-devrimci generallere -Rusya’nın kuzeyinde, orada sözde Çaykovski-Miller Hükümeti’ni kurmuş olan generallere- derhal iletildiğini kanıtlayan resmi İngiliz belgelerine sahip oldum. Pek çok olaydan biri olan bu olay, uluslararası proletaryanın uyanan sınıf bilincine ve dayanışmasına karşı sahip olunan güçlü korkuyu gözler önüne seriyor.

İşçiler bu ruhta ne kadar güçlenirlerse kurtuluş mücadeleleri o kadar etkili olacaktır. Sınıf bilinci ve dayanışması, emeğin tam gücüne kavuşabilmesi için ulusal ve uluslararası boyutlara ulaşmalıdır. Nerede adaletsizlik varsa, nerede zulüm ve baskı varsa -Filipinler’in boyun eğdirilmesi, Nikaragua’nın işgali, Kongo’daki emekçilerin Belçikalı sömürücüler tarafından köleleştirilmesi; Mısır, Çin, Fas veya Hindistan’daki insanların üzerindeki baskı- tüm bu tür rezilliklere karşı seslerini yükseltmek ve dünyanın her yerinde yağmalanmışların ve mahrum bırakılmışların ortak davasında dayanışmalarını göstermek her yerde işçilerin görevidir.

Emek yavaş yavaş bu toplumsal bilince doğru ilerliyor: Grevler ve diğer sempatik ifadeler bu ruhun değerli bir tezahürüdür. Şu anda çok sayıda grev kaybediliyorsa bunun nedeni proletaryanın ulusal ve uluslararası çıkarlarının henüz tam olarak farkında olmaması, doğru ilkeler üzerinde örgütlenmemiş olması ve dünya çapında işbirliği ihtiyacını yeterince kavramamasıdır.

Eğer fabrikan veya madenin greve gittiğinde tüm endüstrinin iş bırakmasını sağlayacak şekilde örgütlenmiş olsaydın, daha iyi koşullar için günlük mücadelelerin hızla farklı bir karakter kazanırdı; yavaş yavaş değil aynı anda, hepsi aynı anda. O zaman patron senin insafına kalmış olurdu, tüm sektörde çark dönmediğinde ne yapabilirdi ki? Bir ya da birkaç fabrikaya yetecek kadar grev kırıcı bulabilir ancak tüm bir endüstriye bunları tedarik edilemez ve bunu güvenli ya da uygun görmezdi. Ayrıca, modern endüstri iç içe geçtiği için, herhangi bir endüstride işin askıya alınması, çok sayıda diğer endüstriyi de hemen etkileyecektir. Durum tüm ülkeyi doğrudan ilgilendirecek, halk harekete geçirilecek ve çözüm talep edilecektir. (Şu anda, tek fabrika grev yaptığında kimsenin umurunda olmuyor ve sessiz kaldığın sürece açlıktan ölebilirsin.) Bu çözüm yine kendine, örgütünün gücüne bağlı olacaktır. Patronlar, gücünüzü bildiğinizi ve kararlı olduğunuzu gördüklerinde, yeterince çabuk pes edecekler veya bir uzlaşma arayacaklardır. Her gün milyonlar kaybedeceklerdir, grevciler işleri ve makineleri sabote edeceklerdir ve patronlar sadece o zaman “anlaşmak” için çok hevesli olacaklardır. Bir fabrikanın ya da bölgenin grevinde genellikle bunu memnuniyetle karşılıyorlar çünkü tek başınıza hiçbir şansınızın olmadığını biliyorlar.

Bu nedenle, sendikanın hangi tarzda, hangi ilkeler üzerine kurulduğunu ve daha iyi koşullar için günlük mücadelende tek başına emeğin ve işbirliğinin ne kadar hayati olduğunu düşün. Güç birlik olmaktır ancak bu birlik mevcut değil ve endüstriler yerine zanaat hatlarında örgütlendiğin sürece imkansızdır.

Senin ve iş arkadaşlarının, sendikanın kuruluşunun şeklini hemen değiştirmekten daha önemli ve acil bir işiniz olamaz.

Ancak değiştirilmesi gereken yalnızca biçim değildir. Sendikanız amaçları ve hedefleri konusunda net olmalıdır. İşçi gerçekten ne istediğini, bunu nasıl ve hangi yöntemlerle yapmak istediğini ciddi bir şekilde düşünmelidir. Sendikanın ne olması gerektiğini, nasıl işlemesi gerektiğini ve neyi başarmaya çalışması gerektiğini öğrenmelidir.

Şimdi, sendika neyi başaracak? Gerçek bir işçi sendikasının kolları ne olmalıdır?

Her şeyden önce, sendikanın amacı üyelerinin çıkarlarına hizmet etmektir. Bu onun asli görevidir. Bu konuda bir tartışma yok; her işçi bunu anlar. Bazıları bir emek kuruluşuna katılmayı reddediyorsa bunun nedeni, onun büyük değerini takdir edemeyecek kadar cahil olmalarıdır, bu durumda da aydınlanmaları gerekir. Ama genellikle sendikaya inanmadıkları için ya da hayal kırıklığına uğradıkları için üye olmayı reddediyorlar. Sendikadan uzak kalanların çoğu bunu yapıyor çünkü örgütlü emeğin gücü hakkında çok fazla gururlu oldukları halde çoğu zaman acı deneyimlerden, neredeyse her önemli mücadelede onun yenilgiye uğradığını biliyorlar. “Ah, sendika,” diyorlar kibirle, “hiçbir önemi yok.” Gerçekten, doğruyu konuşmak gerekirse bir dereceye kadar haklılar. Örgütlü sermayenin serbest piyasa politikası ilan ettiğini ve sendikaları yendiğini görüyorlar; işçi “liderlerinin” grevleri sattığını ve işçilere ihanet ettiğini görüyorlar; üyeleri, tabandakileri, sendika içindeki ve dışındaki siyasi entrikalarda işe yaramaz görüyorlar. Emin ol işçiler neden böyle olduğunu anlamıyorlar ama gerçekleri görüyorlar ve sendikaya karşı çıkıyorlar.

Bazıları bir zamanlar sendikaya üye oldukları için sendikayla herhangi bir ilgileri olmasını reddediyor ve bireysel üyenin, ortalama işçinin örgütün işlerinde ne kadar önemsiz bir rol oynadığını biliyorlar. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki yerel liderler, bölge ve merkez organlar, ulusal ve uluslararası memurlar, Amerikan İşçi Federasyonu’nun şefleri bütün gösteriyi yönetiyor. “Oy vermekten başka yapacak bir şeyiniz yok ve itiraz ederseniz sepetlenirsiniz.” diyorlar.

Maalesef haklılar. Sendikanın nasıl yönetildiğini biliyorsun. Üyelerin söyleyebileceği çok az şeyi var. Tüm gücü liderlere devrettiler ve bunlar patronlar haline geldi, tıpkı toplumun daha geniş yaşamında insanların, başlangıçta kendilerine hizmet etmesi amaçlananların -devlet ve görevlilerinin- emirlerine boyun eğdirilmesi gibi. Bunu yaptığınızda, devrettiğiniz yetki her defasında size ve kendi çıkarlarınıza karşı kullanılacaktır. Sonra da liderlerinizin “iktidarlarını kötüye kullandıklarından” şikayet ediyorsunuz. Hayır dostum, kötüye kullanmazlar; sadece onu kullanırlar çünkü kendisi en kötüsüdür. Kötüye kullanım iktidarın kullanılması anlamına gelir.

Gerçekten sonuç elde etmek istiyorsan tüm bunların değiştirilmesi gerekir. Bu, toplumda siyasi gücün yöneticilerden alınıp tamamen ortadan kaldırılmasıyla gerçekleştirilebilir. Siyasi iktidarın otorite, baskı ve tiranlık anlamına geldiğini; ihtiyacımız olanın siyasi hükümet değil kolektif işlerimizin rasyonel yönetimi olduğunu önceden gösterdim.

Tıpkı bunun gibi, sendikanda işinin mantıklı bir şekilde yönetilmesine ihtiyacın var. Tüm zenginliklerin yaratıcısı ve dünyanın destekçisi olarak emeğin ne kadar muazzam bir güce sahip olduğunu biliyoruz. Düzgün bir şekilde örgütlenip birleşirlerse işçiler durumu kontrol edebilirler. Ama işçinin gücü sendika toplantı salonunda değil dükkânda ve fabrikada, değirmende ve madendedir. Örgütlenmesi gereken yer orasıdır. Orada ne istediğini, ihtiyaçlarının neler olduğunu bilirsin, çabalarını ve iradeni oraya yoğunlaştırman gerekir. Her dükkan ve fabrikanın sıradan insanların -liderlerin değil- istek ve gereksinimleriyle, tezgahtaki ve ocaktaki üyelerin istek ve gereksinimleriyle ilgilenmek, iş arkadaşlarının talep ve şikayetleriyle ilgilenmek için özel bir komitesi olmalıdır. Yerinde ve sürekli olarak işçilerin yönlendirmesi ve denetimi altında olan böyle bir komite hiçbir iktidara sahip değildir: Sadece talimatları yerine getirir. Üyeleri, o anın ihtiyacına ve eldeki görev için gerekli olan yeteneğe göre, istedikleri zaman geri çağrılır ve diğerleri onların yerine seçilir. Söz konusu konulara karar veren ve kararlarını atölye komiteleri aracılığıyla uygulayan işçilerdir.

Emeğin ihtiyaç duyduğu örgütlenmenin karakteri ve biçimi budur. Yalnızca bu biçim onun gerçek amacını ve iradesini ifade edebilir, onun ihtiyaç duyduğu sözcüsü olabilir ve gerçek çıkarlarına hizmet edebilir.

Bu atölye ve fabrika komiteleri yerel, bölgesel ve ulusal olarak diğer fabrika ve madenlerdeki benzer organlarla birleştiğinde, emeğin insanca sesi ve onun etkin temsilcisi olacak yeni bir tür emek örgütlenmesi oluşturacaktır. Birleşik işçilerin tüm ağırlığını ve enerjisini taşıyacak, kapsamı ve potansiyelleri açısından muazzam bir gücü temsil edecektir.

Proletaryanın günlük mücadelesinde böyle bir örgüt, muhafazakar sendikanın şu anda inşa edildiği şekliyle hayal bile edemediği zaferler elde edebilecektir. İnsanların saygısını ve güvenini kazanacak, örgütlenmemişleri kendine çekecek ve tüm işçilerin eşitliği, ortak çıkarları ve amaçları temelinde emek güçlerini birleştirecektir. Efendilerin karşısına işçi sınıfının tüm gücüyle, yeni bir bilinç ve güç anlayışı içinde çıkacaktır. Ancak o zaman emek birlik kazanır ve onun ifadesi olan sendika gerçek bir anlam kazanır.

Böyle bir sendika kısa zamanda işçinin salt savunucusu ve koruyucusu olmaktan öteye geçecektir. Birlik ve bunun sonucunda ortaya çıkan gücün, emek dayanışmasının anlamının hayati bir kavrayışını kazanacaktır. Fabrika ve dükkân, işçinin yaşamdaki uygun rolüne ilişkin anlayışını geliştirmek, kendine güvenini ve bağımsızlığını geliştirmek, ona karşılıklı yardımlaşmayı ve işbirliğini öğretmek, onu sorumluluğunun bilincine varmak için bir eğitim kampı işlevi görecektir. Kendi işlerine bakmayı ve onun refahını gözetmeyi liderlere veya politikacılara bırakmadan, kendine göre karar vermeyi ve hareket etmeyi öğrenecektir. Ne istediklerini ve hangi yöntemlerin amaçlarına en iyi şekilde hizmet edeceğini, kürsüdeki arkadaşlarıyla birlikte belirleyecek olan o olacak ve komitesi sadece talimatları yerine getirecektir. Dükkan ve fabrika işçinin okulu ve üniversitesi olacaktır. Orada toplumdaki yerini, endüstrideki işlevini ve hayattaki amacını öğrenecek. Bir işçi ve bir insan olarak olgunlaşacak ve emek anlamını bulacaktır. Bilecek ve bu sayede güçlü olacaktır.

Kısa bir süre önce bir ücretli köle, bir çalışan ve emeğinin desteklediği efendisinin iyi niyetine bağımlı olarak kalmanın kendisine yettiğini düşünen işçi, mevcut ekonomik ve toplumsal düzenlemelerin yanlış ve canice olduğunu anlayacak, onları değiştirmeye kararlı olacaktır. Atölye komitesi ve sendika yeni bir ekonomik sistemin, yeni bir toplumsal yaşamın hazırlık alanı olacaktır.

O halde, senin ve benim ve özünde emeğin çıkarlarını taşıyan her erkek ve kadının, bu amaçlar için çalışmamızın ne kadar gerekli olduğunu görüyorsun.

Ve tam burada, daha öndeki proleterlerin, radikallerin ve devrimcilerin bunu daha ciddi bir şekilde düşünmelerinin özellikle acil olduğunu vurgulamak istiyorum çünkü çoğu için, hatta bazı anarşistler için bile bu sadece manevi bir dilek, uzak bir istek ve bir umuttur. Bu yöndeki çabaların üstün önemini kavrayamazlar. Ama bu sadece bir rüya değil. Çok sayıda işçi bu anlayışı kavrıyor: IWW ve her ülkedeki devrimci anarşist-sendikalistler kendilerini bu amaca adıyorlar. Günümüzün en acil ihtiyacı budur. Bizim çabaladığımız şeyi ancak işçilerin doğru örgütlenmesinin başarabileceğini ne kadar vurgulasak az kalır. İçinde emeğin ve geleceğin kurtuluşu yatıyor. Aşağıdan yukarıya, dükkandan ve fabrikadan başlayarak her yerdeki işçilerin ortak çıkarları temelinde -ticaret, ırk veya ülke ne olursa olsun- karşılıklı çaba ve birleşik irade yoluyla örgütlenme, emek sorununu tek başına çözebilir ve insanın gerçek kurtuluşuna hizmet eder.

“Endüstrileri devralan işçilerden bahsediyordunuz,” diye hatırlatıyor arkadaşın, “Bunu nasıl yapacaklar?”

Evet, örgütlenme ile ilgili bu açıklamayı yaptığında ben de bundan bahsediyordum. Ama meselenin tartışılmış olması iyi, çünkü incelediğimiz problemlerde bundan daha hayati herhangi bir şey yok.

Endüstrilerin devralınmasına geri dönersek; bu sadece onları devralmak değil onları emekle yönetmek demektir. İşçiler halihazırda endüstrilerin içindeler. Devralma, işçilerin oldukları yerde çalışan olarak değil yasal kolektif mülk sahibi olarak kalmalarına dayanır.

Bu noktayı kavra dostum. Toplumsal devrim sırasında kapitalist sınıfın mülksüzleştirilmesi -endüstrilerin devralınması- şimdi bir grevde kullandığın taktiklerin tam tersini gerektirir. Grevde işi bırakır ve patronun değirmen, fabrika ya da madenin tam mülkiyetinde olmasını sağlarsın. Elbette bu aptalca bir işlem, çünkü efendiye tüm avantajı veriyorsun: O senin yerine grev kırıcıları bulabilir ve sen dışarıda soğukta kalırsın.

Toplumsallaştırma ise tam tersidir. Sen içeride kalırken patronu kovarsın. Ancak diğerleri ile eşit şartlarda işçiler arasında bir işçi olursa orada kalabilir.

Herhangi bir yerin emek örgütleri, kendi yerel bölgelerindeki kamu hizmetlerinden, iletişim araçlarından, üretim ve dağıtımdan sorumlu olurlar. Yani telgrafçılar, telefon ve elektrik işçileri, demiryolu işçileri vb. atölyeyi, fabrikayı veya başka bir kurumu (devrimci atölye komiteleri aracılığıyla) ele geçirirler. Kapitalist ustabaşılar, gözetmenler ve yöneticiler değişime direnirler ve işbirliği yapmayı reddederlerse binadan çıkarılırlar. Katılmak isterlerse bundan böyle ne efendiler ne de sahipler olmadığını; fabrikanın, genel teşebbüste hepsi eşit ortaklar olan sanayiyle uğraşan işçilerin sendikasının sorumlu olduğu kamu malı haline geldiğini anlamaları sağlanır.

Büyük sanayi ve imalat şirketlerinin üst düzey yetkililerinin işbirliği yapmayı reddetmeleri beklenebilir. Böylece kendilerini yok ederler. Yerlerini önceden bu iş için hazırlanmış işçiler almalıdır. Bu yüzden endüstriyel hazırlığın büyük önemini vurguladım. Bu, kaçınılmaz olarak gelişecek ve toplumsal devrimin başarısının diğer faktörlerden çok buna bağlı olacağı bir durumda öncelikli bir gerekliliktir. Endüstriyel hazırlık en önemli noktadır, çünkü onsuz bir devrim çökmeye mahkumdur.

Mühendisler ve diğer teknik uzmanların, toplumsal devrim geldiğinde özellikle de bu arada kol ve kafa işçileri arasında daha yakın bir bağ ve daha iyi bir anlayış kurulmuşsa emekle el ele verme olasılıkları daha yüksektir.

Onlar reddetmesi ve işçilerin endüstriyel ve teknik olarak kendilerini hazırlamakta başarısız olması halinde, üretim zorlayıcı işbirliğine dayanır. Bu yöntem Rus Devrimi’nde denendi ve başarısız olduğu kanıtlandı.

Bolşeviklerin bu bağlamdaki ciddi hatası, entelijansiyanın bazı üyelerinin muhalefeti nedeniyle tüm sınıfa düşmanca davranmasıydı. Birkaç kişinin hatası yüzünden bütün bir toplumsal gruba zulmetmelerine neden olan, fanatik dogmanın doğasında bulunan hoşgörüsüzlük ruhuydu. Bu durum kendini profesyonel unsurlara, teknik uzmanlara, kooperatif örgütlerine ve genel olarak tüm kültürlü kişilere karşı toptan intikam politikasında gösterdi. İlk başta devrime dost olan, hatta bazıları onun lehine hevesli olan çoğunluk bu Bolşevik taktikleri tarafından yabancılaştırıldı ve işbirliği imkansız hale getirildi. Diktatör tutumlarının bir sonucu olarak komünistler, ülkenin endüstriyel yaşamında sonunda tamamen savaş yöntemlerini uygulamaya koyana kadar artan baskı ve zorbalığa başvurdular. Kaçınılmaz olarak bu durum fabrikaların ve değirmenlerin askerileşmesine, zorunlu emeğe yol açtı ve başarısızlıkla sonuçlandı. Çünkü zorunlu emek doğası gereği kötü ve verimsizdir; dahası bu durma sürüklenenler tarafından uygulanan sabotajlar, iş yavaşlatmalar ve işin berbat edilmesi en baştan çalışmayı reddetmekten daha kötü sonuçlar doğurdu. Akıllı düşmanlar tarafından kullanılan ve uzun vadede fark edilemeyecek bu yöntemler, makinelere ve ürünlere çalışmamaktan çok daha fazla zarar verdi. Bu tür sabotajlara karşı alınan en sert önlemlere hatta idam cezasına rağmen devlet kötülüğün üstesinden gelmekten acizdi. Bir Bolşevik’in, bir siyasi komiserin, daha sorumlu pozisyonlardaki her teknisyenin üzerine yerleştirilmesi meselelere yardımcı olmadı. Sadece endüstriyel konulardan habersiz, yalnızca devrime dost ve yardım etmeye istekli olanların çalışmasına müdahale eden, göreve yabancı olmaları sebebiyle sabotajı hiçbir şekilde engellemeyen bir asalak memurlar ordusu yarattı. Zorla çalıştırma sistemi sonunda pratikte ekonomik karşı-devrim haline gelen bir duruma evrildi ve bu noktada diktatörlüğün hiçbir çabası durumu değiştiremezdi. Bolşeviklerin zorunlu çalışmadan uzmanları ve teknisyenleri sanayilerdeki pozisyonlarına geri döndürmesine, onları yüksek ve özel ücretlerle ödüllendirerek kazanma politikasına dönmelerine neden olan buydu.

Rus Devrimi’nde bu kadar belirgin bir şekilde başarısız olan ve nitelikleri gereği, hem endüstriyel hem de ahlaki olarak her seferinde başarısız olmaya mahkum olan yöntemleri yeniden denemek aptalca ve canice olur.

Bu sorunun tek çözümü, işçilerin endüstriyi örgütleme ve yönetme sanatında önceden de önerilen hazırlığı yapması ve eğitiminin yanı sıra kafa ve kol emekçileri arasındaki daha yakın temastır. Hammaddeden üretim ve dağıtıma kadar birbirini takip eden süreçlere, endüstrilerinin çeşitli evrelerine işçileri alıştırmak amacıyla her fabrika, maden ve fabrikanın atölye komitesinden ayrı ve bağımsız özel işçi konseyleri olmalıdır. Bu sanayi konseyi kalıcı olmalıdır ancak üyeleri belirli bir fabrika veya fabrikanın hemen hemen tüm çalışanlarını alacak şekilde dönüşümlü olmalıdır. Örneklemek gerekirse: Belirli bir kuruluştaki sanayi konseyinin, sanayinin karmaşıklığına ve belirli bir fabrikanın büyüklüğüne göre, duruma göre beş veya yirmi beş üyeden oluştuğunu varsayalım. Konsey üyeleri, sektörlerini iyice tanıdıktan sonra, öğrendiklerini iş arkadaşlarının bilgisine sunmak için yayınlar ve onların endüstriyel çalışmalara devam etmeleri için yeni konsey üyeleri seçilir. Bu şekilde tüm fabrika veya değirmen, ticaretinin organizasyonu ve yönetimi hakkında gerekli bilgileri ardışık olarak edinebilir ve gelişimine ayak uydurabilir. Bu konseyler, işçilerin endüstrilerinin tekniğine tüm aşamalarda aşina olacakları endüstri okulları olarak hizmet edecektir.

Aynı zamanda, daha büyük örgüt olan sendika, sermayeyi fiili yönetime daha fazla emek katılımına izin vermeye zorlamak için her türlü çabayı kullanmalıdır. Ancak bu, en iyi ihtimalle bile, işçilerin yalnızca küçük bir azınlığına fayda sağlayabilir. Öte yandan yukarıda önerilen plan atölyede, fabrikada ve değirmenlerde hemen hemen her işçiye endüstriyel eğitim olanağı sunuyor.

Elbette endüstri konseylerinin fiili uygulama yoluyla elde edemeyecekleri belirli iş türleri -örneğin mühendislik; inşaat, elektrik, mekanik- olduğu doğrudur. Ama sanayinin genel süreçleri hakkında öğrenecekleri şey, hazırlık olarak paha biçilmez değerde olacaktır. Geri kalanı için, işçi ve teknisyen arasındaki daha yakın dostluk ve işbirliği bağı en büyük gerekliliktir.

Bu nedenle endüstrilerin devralınması, toplumsal devrimin ilk büyük amacıdır. Bu, proletarya tarafından onun örgütlenmiş ve göreve hazır olan kısmı tarafından gerçekleştirilecektir. Önemli sayıda işçi şimdiden bunun önemini kavramaya ve önlerindeki görevi anlamaya başlıyor. Fakat yapılması gerekeni anlamak yeterli değildir. Nasıl yapılacağını öğrenmek bir sonraki adımdır. Bu hazırlık çalışmasına bir an önce girmek örgütlü işçi sınıfının görevidir.

Alexander Berkman – Çev.Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (27): Emeğin Toplumsal Devrim İçin Örgütlenmesi – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/07/04/anarsizm-nedir-27-emegin-toplumsal-devrim-icin-orgutlenmesi-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (26): Hazırlık – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/06/13/anarsizm-nedir-26-hazirlik-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/06/13/anarsizm-nedir-26-hazirlik-alexander-berkman/#respond Sun, 13 Jun 2021 15:48:14 +0000 https://meydan1.org/?p=72928 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 26. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Arkadaşın haykırıyor: “Devrime hazırlanın! Bu gerçekten mümkün mü?” Evet. Sadece mümkün değil aynı zamanda kesinlikle gerekli. […]

The post Anarşizm Nedir? (26): Hazırlık – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 26. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Arkadaşın haykırıyor: “Devrime hazırlanın! Bu gerçekten mümkün mü?”

Evet. Sadece mümkün değil aynı zamanda kesinlikle gerekli.

“Gizli hazırlıklardan, silahlı çetelerden ve savaşa liderlik edecek adamlardan mı bahsediyorsun?” diye soruyorsun.

Hayır dostum, bunlardan bahsetmiyorum.

Toplumsal devrim sadece sokak savaşları ve barikatlar demek olsaydı, o zaman mesele gerçekten de aklındaki hazırlıklar olurdu. Ama devrim bu değildir; çatışma aşaması en küçük ve en önemsiz kısmıdır.

Gerçek şu ki modern zamanlarda devrim artık barikatlar anlamına gelmiyor. Bunlar geçmişe ait. Toplumsal devrim çok daha farklı ve daha temel bir meseledir: Tüm toplumsal yaşamın yeniden örgütlenmesini içerir. Bunun kesinlikle sadece savaşarak başarılamayacağını kabul edeceksin.

Elbette toplumsal yeniden yapılanmanın önündeki engellerin kaldırılması gerekiyor. Bu yeniden yapılanmanın araçları halk tarafından güvence altına alınmalıdır. Bu araçlar şu anda devletin ve kapitalizmin elindedir ve bunlar, kendilerini güçlerinden ve mülklerinden yoksun bırakmaya yönelik her türlü çabaya direnecektir. Bu direniş bir çatışmayı içerecektir. Ancak çatışmanın asıl şey olmadığını, amaç olmadığını, devrim olmadığını unutmayın. Bu sadece önsözdür, ön hazırlıktır.

Bunu doğru anlaman çok önemli. Çoğu insanın kafası devrim hakkında çok karışıktır. Onlar için devrim sadece çatışmak, bir şeyleri parçalamak, yok etmek demektir. Bu tıpkı herhangi bir iş için kolları sıvamanın işin kendisini yapmak olduğunu düşünmek gibidir. Devrimin çatışma kısmı sadece kolları sıvamaktır. Gerçek, asıl görev ileridedir.

O görev nedir?

“Mevcut koşulların yok edilmesi” cevabını veriyorsun.

Doğru. Ancak sadece bir şeyleri kırıp parçalamakla o koşullar yok edilemez. Değirmenlerdeki ve fabrikalardaki makineleri harap ederek ücretli köleliği yok edemezsin, değil mi? Beyaz Saray’ı ateşe vererek devleti yok edemezsin.

Devrimi şiddet ve yıkım terimleriyle düşünmek, onun tüm fikrini yanlış yorumlamak ve tahrif etmektir. Pratik uygulamada, böyle bir anlayış feci sonuçlara yol açmaya mahkûmdur.

Ünlü anarşist Bakunin gibi büyük bir düşünür devrimden yıkım olarak bahsettiğinde, aklında yıkılması gereken otorite ve itaat fikirleri vardı. Bu nedenle, yıkımın inşa anlamına geldiğini, yanlış bir inancı yıkmanın gerçekten en yapıcı iş olduğunu söyledi.

Ama ortalama bir insan ve hatta çoğu zaman bir devrimci bile devrimden -kelimenin maddi anlamıyla yalnızca yıkıcı olarak- düşüncesizce söz eder. Bu yanlış ve tehlikeli bir görüş. Ondan ne kadar çabuk kurtulursak o kadar iyi.

Devrim ve özellikle toplumsal devrim yıkım değil inşadır. Bu yeterince vurgulanmaz ve biz bunu açıkça anlamadıkça devrim yalnızca yıkıcı olacak ve dolayısıyla her zaman bir başarısızlık olarak kalacaktır. Şiddet devrime doğal olarak eşlik eder ama bu mantıkla yeni bir ev inşa etmenin de yıkıcı bir eylem olduğu söylenebilir çünkü yenisini inşa etmek için eskisini yıkmanız gerekir. Devrim belirli bir evrim sürecinin doruk noktasıdır: Şiddetli bir ayaklanma ile başlar. O asıl işe başlamanın hazırlayıcısı olan kolları sıvamaktır.

Gerçekten de toplumsal devrimin ne yapacağını, neyi başaracağını bir düşünürsen onun yıkmak için değil inşa etmek için geldiğini anlayacaksın.

Yok edecek ne var?

Zenginliğin varlığı? Hayır, bu tüm toplumun zevk almasını istediğimiz bir şey.

Araziler, tarlalar, kömür madenleri, demiryolları, fabrikalar, değirmenler ve dükkanlar? Bunları yok etmek değil tüm insanlara faydalı kılmak istiyoruz.

Telgraflar, telefonlar, iletişim ve dağıtım araçları; onları yok etmek istiyor muyuz? Hayır, onların herkesin ihtiyaçlarına hizmet etmelerini istiyoruz.

O halde toplumsal devrimin yok edeceği şey nedir? Bu toplum için şeylerin devralınmasıdır, onların yok edilmesi değil. Toplum refahı için koşulları yeniden örgütlemektir.

Devrimin amacı yıkmak değil yeniden inşa etmek ve yeniden kurmaktır.

Bunun için hazırlık gereklidir çünkü toplumsal devrim, misyonunu basit bir ferman ya da emirle yerine getirecek olan İncil’deki Mesih değildir. Devrim, insanların elleri ve beyinleriyle gerçekleşir. Bunların devrimi gerçekleştirebilmeleri için devrimin amaçlarını anlamaları gerekir. Ne istediklerini ve bunu nasıl başaracaklarını bilmek zorundalar. Bunu başarmanın yolu ulaşılacak amaçlar tarafından gösterilecektir. Çünkü amaç, araçları belirler; tıpkı ihtiyacın olan şeyi yetiştirmek için doğru tohumu ekmen gerektiği gibi.

O halde toplumsal devrimin hazırlığı ne olmalıdır?

Amacın özgürlüğü güvence altına almaksa bunu otorite ve zorlama olmadan “yapmayı” öğrenmelisin. Hemcinslerinle barış ve uyum içinde yaşamayı düşünüyorsan sen ve onlar kardeşliği, birbirinize saygıyı geliştirmelisiniz. Onlarla karşılıklı yarar içinde birlikte çalışmak istiyorsan iş birliği yapmalısın. Toplumsal devrim, koşulların yeniden örgütlenmesinden çok daha fazlasını ifade eder: Yeni insani değerlerin ve toplumsal ilişkilerin kurulması, insanın insana karşı tavrının özgürlük ve bağımsızlık temelinde değişmesi anlamına gelir; bireysel ve kolektif yaşamda farklı bir ruh demektir ve o ruh bir gecede doğmaz. O en narin çiçek gibi yetiştirilecek, büyütülecek ve geliştirilecek bir ruhtur çünkü gerçekten de o yeni ve güzel bir varoluşun çiçeğidir.

“Her şey kendiliğinden düzelecek” gibi aptalca fikirlerle kendini kandırma. Hele insan ilişkilerinde hiçbir şey kendini düzenleyemez. Düzenlemeyi yapan insanlardır. Bunu kendi tutum ve anlayışlarına göre yaparlar.

Yeni durumlar ve değişen koşullar farklı bir şekilde hissetmemizi, düşünmemizi ve hareket etmemizi sağlar. Ancak yeni koşulların kendisi ancak yeni duygu ve fikirlerin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Toplumsal devrim böylesine yeni bir koşuldur. Devrim gelmeden önce farklı düşünmeyi öğrenmeliyiz. Devrimi ancak bu getirebilir.

Devlet ve otorite hakkında farklı düşünmeyi öğrenmeliyiz çünkü bugün yaptığımız gibi düşündüğümüz ve hareket ettiğimiz sürece örgütlü devlet kaldırıldığında bile hoşgörüsüzlük, zulüm ve baskı olacaktır. Hemcinsimizin insanlığına saygı duymayı, onu istila etmemeyi ya da zorlamamayı, onun özgürlüğünü bizimki kadar kutsal saymayı; özgürlüğüne ve kişiliğine saygı duymayı, herhangi bir biçimde zorlamadan kaçınmayı: Kötülüklerinin tedavisinin daha fazla özgürlük olduğunu, özgürlüğün düzenin yaratıcısı olduğunu öğrenmeli ve anlamalıyız.

Ayrıca eşitliğin fırsat eşitliği demek olduğunu, tekelin bunu inkâr etmek olduğunu ve eşitliği ancak kardeşliğin güvence altına aldığını öğrenmeliyiz. Bunu ancak kendimizi kapitalizmin dar mülkiyet anlayışının yanlış fikirlerinden kurtararak öğrenebiliriz.

Bunu öğrenerek gerçek özgürlük ve dayanışma ruhuna ulaşacağız; özgür birliğin her kazanımın ruhu olduğunu bileceğiz. Toplumsal devrimin iş birliğinin, dayanışma amacının, karşılıklı çabanın sonucu olduğunu anlayacağız.

Belki de bunun çok yavaş bir süreç, çok uzun sürecek bir iş olduğunu düşünüyorsun. Evet, bunun zor bir iş olduğunu kabul etmeliyim. Ancak kendine -daha uzun ve daha zor bir çalışma gerektirse bile- yeni evini verimli bir şekilde yapmaktansa hızlı ve kötü bir şekilde inşa etmenin ve sonunda başına yıkılmasının daha iyi olup olmadığını sor.

Toplumsal devrimin tüm insanlığın özgürlüğünü ve refahını temsil ettiğini, emeğin tam ve nihai kurtuluşunun buna bağlı olduğunu unutma. Ayrıca iş kötü yapılırsa bunun için harcanan tüm çaba ve ıstırabın bir hiç için olacağını ve belki de eskisinden daha kötü olacağını düşün. Devrimi adi bir iş gibi yapmak, eski tiranlığın yerine yeni bir tiranlık koymak demektir. Bunlar yeni oldukları için yeni bir son kullanma tarihleri vardır. Eskisinden daha güçlü yeni zincirler oluşturulması demektir.

Şunu da göz önünde bulundur. Aklımızda olan toplumsal devrim, birçok insan neslinin başarmak için uğraştığı işi başarmaktır çünkü tüm insanlık tarihi köleliğe karşı özgürlüğün, yoksulluk ve sefalete karşı toplumsal refahın, haksızlığa karşı adaletin mücadelesi olmuştur. Gelişme dediğimiz şey, iktidarın ve devletin gücünün sınırlandırılması; bireyin, halkın hak ve özgürlüklerinin artırılması yönünde sancılı ama sürekli bir yürüyüş olmuştur. Binlerce yıl süren bir mücadeledir. Bu kadar uzun sürmesinin ve henüz bitmemiş olmasının nedeni, insanların asıl belanın ne olduğunu bilmemeleridir: Şuna buna karşı savaştılar, kralları değiştirdiler, yeni devletler kurdular. Bir yöneticiyi sırf başka birini getirmek için indirdiler, “yabancı” işgalciyi sırf yerli olanın cenderesinde acı çekmek için ortadan kaldırdılar, Çarı indirip yerini parti diktatörlüğüne verdiler. Kanlarını ve hayatlarını ve her zaman özgürlük ve refahı güvence altına alma umuduyla kahramanca feda ettiler.

Ancak yalnızca yeni efendiler elde ettiler çünkü ne kadar kahramanca ve asilce savaşsalar da sorunun gerçek kaynağına, otorite ve devlet ilkesine asla dokunmadılar. Kölelik ve baskının kaynağının bu olduğunu bilmiyorlardı ve bu nedenle hiçbir zaman özgürlüğü elde etmeyi başaramadılar.

Ama şimdi gerçek özgürlüğün kralları veya yöneticileri değiştirmek olmadığını anlıyoruz. Efendi ve köle sisteminin tümden gitmesi gerektiğini, tüm toplumsal örgütlenmenin yanlış olduğunu, devlet ve zorlamanın ortadan kaldırılması gerektiğini, otorite ve tekelin temellerinin tümden sökülmesi gerektiğini biliyoruz. Hala böyle büyük bir görev için herhangi bir hazırlığın “fazla zor” olabileceğini düşünüyor musun?

O halde toplumsal devrime hazırlanmanın ve ona doğru şekilde hazırlanmanın ne kadar önemli olduğunu tam olarak anlayalım.

“Ama doğru yol nedir?” diye soruyorsun. “Peki bu hazırlığı kim yapacak?”

Kim hazırlayacak? Herkesten önce sen ve ben yani devrimin başarısıyla ilgilenenler, onu gerçekleştirmeye yardım etmek isteyenler. Ve sen ve ben derken her bir kadın ve erkeği kastediyorum; en azından her bir dürüst kadın ve erkek yani baskıdan nefret eden ve özgürlüğü seven herkes, bugün dünyayı dolduran sefalet ve adaletsizliğe tahammül edemeyen herkes.

Ve hepsinden öte, mevcut koşullardan, ücretli kölelikten, boyun eğmeden ve aşağılanmadan en çok acı çekenleri kastediyorum.

“İşçiler, elbette” diyorsun.

Evet, işçiler. Mevcut kurumların en kötü kurbanları olarak, bu kurumları ortadan kaldırmak onların çıkarınadır. Gerçekten “işçilerin kurtuluşunun işçilerin kendileri tarafından gerçekleştirilmesi gerektiği” söylenmiştir çünkü başka hiçbir toplumsal sınıf bunu onlar için yapmayacaktır. Ayrıca emeğin kurtuluşu aynı zamanda tüm toplumun kurtuluşu anlamına gelir ve bu yüzden bazı insanlar daha iyi bir günü getirmek için emeğin “tarihi ödevinden” söz ederler.

Ama “ödev” yanlış kelime. Birine dışarıdan, bir dış güç tarafından dayatılan bir görev veya amacı akla getirir. Bu yanlış ve yanıltıcı bir anlayıştır; özünde dini, metafizik bir duygudur. Gerçekten de eğer emeğin kurtuluşu “tarihi bir ödev” ise o zaman tarih, onun hakkında ne düşünürsek, ne hissedersek ya da ne yaparsak yapalım bunun yerine getirilmesini sağlayacaktır. Bu tutum, insan çabasını gereksiz, yersiz kılar; çünkü “olması gereken olacaktır”. Böylesi kaderci bir kavram her türlü inisiyatif ve kişinin aklını ve iradesini kullanması açısından yıkıcıdır.

Tehlikeli ve zararlı bir fikirdir. İnsanın dışında onu özgürleştirebilecek, ona herhangi bir “ödev” yükleyebilecek hiçbir güç yoktur. Ne cennet ne de tarih bunu yapamaz. Tarih, yaşananların hikayesidir. Bir ders verebilir ama bir ödev dayatamaz. Proletaryanın kendisini esaretten kurtarması “ödev” değildir, onun çıkarınadır. Emek bilinçli ve aktif olarak bunun için çaba göstermezse asla “olmayacaktır”. Kendimizi aptal ve yanlış “tarihi ödev” kavramından kurtarmamız gerekiyor. Halk ancak mevcut konumlarının gerçek bir kavrayışına ulaşarak, olanaklarını ve güçlerini fark ederek, birlik ve iş birliğini öğrenerek ve bunları uygulayarak özgürlüğe ulaşabilir. Bunu başarmakla, insanlığın geri kalanını da özgürleştirmiş olacaklar.

Bu nedenle proleter mücadele herkesin sorunudur. Bu nedenle bütün samimi kadın ve erkekler, büyük mücadelesinde emeğin hizmetinde olmalıdır. Gerçekten de özgürleşmeyi yalnızca emekçiler başarabilecek olsa da diğer toplumsal grupların yardımına ihtiyaç duyarlar. Çünkü devrimin, dünyayı yeniden düzenleme ve yeni bir uygarlık inşa etme -en büyük devrimci bütünlüğü ve tüm iyi niyetli, özgürlük seven unsurların akıllı iş birliğini gerektirecek bir çalışma- gibi zor bir sorunla karşı karşıya olduğunu hatırlamalısın. Toplumsal devrimin yalnızca kapitalizmi ortadan kaldırmakla ilgili olmadığını zaten biliyoruz. Tıpkı feodalizmden kurtulup köle olarak kaldığımız gibi kapitalizmden kurtulup eskisi gibi köle olarak da kalabiliriz. Özel tekelin köleleri olmak yerine, örneğin Rusya’daki insanların başına geldiği gibi -İtalya ve diğer topraklarda bu koşullar gelişmekte- devlet kapitalizminin hizmetkarları da olabiliriz.

Unutulmamalıdır ki toplumsal devrim bir boyun eğme biçimini bir başkasıyla değiştirmek değil seni köleleştirebilecek ve ezebilecek her şeyi ortadan kaldırmaktır.

Komplocu bir azınlık için bir siyasi devrim, bir yönetici hizibi diğerinin yerine koymakla başarılı sayılabilir. Ancak toplumsal devrim salt siyasi bir değişim değildir: Temelden ekonomik, etik ve kültürel dönüşümdür. Komplocu bir azınlık veya böyle bir işi üstlenen siyasi parti, büyük çoğunluğun aktif ve pasif muhalefetiyle karşılaşmak zorundadır ve bu nedenle bir diktatörlük ve terör sistemine dönüşmek zorundadır.

Düşman bir çoğunluk karşısında toplumsal devrim en başından başarısızlığa mahkûmdur. O halde devrimin ilk hazırlık çalışması insanları devrimin ve onun amaçlarının doğrultusunda kazanmaktan, en azından bu noktada nötrleştirmekten, onları devrim için mücadele etmeseler de devrime karşı savaşmamaları için aktif düşman pozisyonundan pasif sempatizan pozisyonuna çekmekten oluşur.

Toplumsal devrimin faaliyeti, çalışması elbette emekçilerin kendileri tarafından, emekçi halk tarafından yürütülmelidir. Ve burada emeğe ait olanın sadece fabrika işçisi değil aynı zamanda tarım işçisi olduğunu da unutmayalım. Bazı radikaller -tarım işçisinin varlığını neredeyse görmezden gelerek- sanayi proletaryasına çok fazla vurgu yapma eğilimindedir. Ancak fabrika işçisi, çiftçi olmadan ne yapabilir ki? Tarım, yaşamın birincil kaynağıdır ve bırakalım şehri, ülke tarım olmasaydı açlıktan ölürdü. Sanayi işçisini tarım işçisiyle karşılaştırmak ya da onların göreli değerini tartışmak boşunadır. Hiçbiri diğeri olmadan yapamaz; her ikisi de yaşam düzeninde ve devrimde, yeni bir toplumun inşasında eşit derecede önemlidir.

Devrimin tarımdan çok sanayi bölgelerinde patlak verdiği doğrudur. Bu doğal çünkü bunlar daha büyük emekçi nüfus merkezleridir ve dolayısıyla aynı zamanda halk memnuniyetsizliğinin de merkezidir. Eğer sanayi proletaryası devrimin omurgasında sırt omurlarıysa o zaman tarım işçisi de belkemiğidir. Belkemiği zayıfsa veya kırılırsa omurga, devrimin kendisi kaybolur.

Bu nedenle toplumsal devrim süreci hemsanayi işçisinin hem de tarım işçisinin elindedir. Ne yazık ki ikisi arasında çok az anlayış olduğu ve neredeyse hiç dostluk ya da doğrudan iş birliği olmadığı kabul edilmelidir. Bundan da kötüsü -ve şüphesiz bunun sonucu- tarla ve fabrika proleterleri arasında belli bir hoşnutsuzluk ve husumet vardır. Şehir insanı, çiftçinin zorlu ve yorucu çalışmasını çok az takdir ediyor. Çiftçi doğal olarak buna içerliyor; ayrıca fabrikanın yorucu ve çoğu zaman tehlikeli çalışmasına aşina olmayan çiftçi, şehir işçisine bir aylak gözüyle bakma eğilimindedir. İkisi arasında daha yakın bir yaklaşım ve daha iyi bir anlayış kesinlikle hayati önem taşımaktadır. Kapitalizm, iş bölümünden çok işçilerin bölünmesine dayanır. O; ırka karşı ırkı, çiftçiye karşı fabrika işçisini, vasıflıya karşı vasıfsız işçiyi, bir ülkenin işçilerini diğerininkilere karşı kışkırtmayı amaçlar. Sömürücü sınıfın gücü, parçalanmış, bölünmüş emekte yatar. Ama toplumsal devrim, emekçi yığınların birliğini ve her şeyden önce fabrika proleterinin sahadaki kardeşiyle iş birliğini gerektirir.

İkisi arasında daha yakın bir yaklaşım, toplumsal devrime hazırlıkta önemli bir adımdır. Aralarındaki gerçek temas birincil zorunluluktur. Ortak konseyler, delege değişimi, bir kooperatifler sistemi ve diğer benzer yöntemler, işçi ve çiftçi arasında daha yakın bir bağ ve daha iyi bir anlayış oluşturma eğiliminde olacaktır.

Ama devrim için gerekli olan tek şey fabrika proleterinin tarım işçisiyle olan iş birliği değildir. Yapıcı çalışmada kesinlikle ihtiyaç duyulan başka bir unsur daha var.

Dünyanın sadece ellerle kurulduğunu düşünme hatasına düşme. Aynı zamanda beyin gerektirir. Benzer şekilde devrimin de hem ellere hem de beyinlere ihtiyacı var. Birçok insan, tek başına kol işçisinin toplumun tüm işini yapabileceğini hayal eder. Bu yanlış bir fikirdir, sonu gelmez zararlara yol açacak çok ciddi bir hatadır. Aslında bu anlayış önceden büyük kötülüklere yol açtı ve devrimin en güçlü çabalarını bile alt edebileceğinden korkmak için iyi nedenler var.

İşçi sınıfı, sanayideki ücretli çalışanlar ve tarımdaki emekçilerden oluşur. Ancak işçiler; profesyonel unsurların endüstriyel örgütleyicinin, elektrik ve makine mühendisinin, teknik uzmanın, bilim insanının, mucidin, kimyagerin, eğitimcinin, doktorun ve cerrahın hizmetlerine kesinlikle ihtiyaç duyarlar. Kısacası proletarya profesyonel unsurlarla iş birliğine kesinlikle ihtiyaç duyar. Onların iş birliği olmaksızın üretken emek mümkün değildir.

Gerçekte bu profesyonel kişilerin çoğu da proletaryaya aittir. Onlar entelektüel proletaryadır, beynin proletaryası. İnsanın geçimini elleriyle mi yoksa kafasıyla mı kazandığının hiçbir öneminin olmadığı açıktır. Nitekim sadece ellerle ya da sadece beyinle hiçbir iş yapılmaz. Her türlü çabada her ikisinin de uygulanması gerekir. Örneğin marangoz görevi sırasında tahminde bulunmalı, ölçmeli ve hesap yapmalıdır: Hem elini hem de beynini kullanmalıdır. Benzer şekilde mimar, planını kâğıda çizmeden ve pratik kullanıma sokmadan önce düşünmelidir.

“Ama yalnızca emek üretebilir,” diye karşı çıkıyor arkadaşın; “beyin çalışması üretken değildir.”

Yanlış dostum. Ne el emeği ne de beyin çalışması tek başına bir şey üretemez. Bir şeyler yaratmak için her ikisinin birlikte çalışması gereklidir. Duvarcı ve sıvacı, mimarın planları olmadan fabrikayı kuramaz; mimar da demir-çelik işçisi olmadan köprü kuramaz. Hiçbiri tek başına üretemez. Ancak birlikte harikalar yaratabilirler.

Ayrıca, yalnızca üretken emeğin önemli olduğuna inanma yanılgısına düşme. Doğrudan üretken olmayan ancak varlığımız ve rahatlığımız için yararlı ve hatta mutlak olarak gerekli olan, dolayısıyla üretken emek kadar önemli olan pek çok iş vardır.

Örneğin demiryolu mühendisini ele alalım. Üretici değillerdir ancak üretim sistemindeki temel faktörlerdir. Demiryolları ve diğer ulaşım-iletişim araçları olmadan ne üretimi ne de dağıtımı yönetebilirdik.

Üretim ve dağıtım aynı yaşam direğinin iki noktasıdır. Birinin gerektirdiği emek, diğeri için gerekli olan emek kadar önemlidir.

Yukarıda söylediklerim kendileri doğrudan üretken olmasalar da ekonomik ve toplumsal hayatımızın çeşitli süreçlerinde hayati bir rol oynayan insan çabasının sayısız aşaması için geçerlidir. Bilim insanı, eğitimci, hekim ve cerrah, kelimenin endüstriyel anlamıyla üretken değildir. Ancak onların çalışmaları, yaşamımız ve refahımız için kesinlikle gereklidir. Uygar toplum onlarsız var olamazdı.

Bu nedenle ister beyin, ister kas; ister elle, ister zihinsel olsun, faydalı çalışmanın eşit derecede önemli olduğu açıktır. Kişinin aldığı maaş veya ücret, az veya çok maaş alması, siyasi veya diğer görüşlerinin ne olduğu da önemli değildir.

Yeni yaşamın inşası için devrimde, genel refaha faydalı çalışmalara katkıda bulunabilecek tüm unsurlara ihtiyaç vardır. Onların dayanışmacı iş birliği olmadan hiçbir devrim başarılı olamaz ve bunu ne kadar erken anlarsak o kadar iyi olur. Toplumun yeniden inşası; sanayinin yeniden düzenlenmesini, üretimin düzgün işleyişini, dağıtımın yönetimini ve günümüzün ücretli köleliğini özgürlük ve refah yaşamına dönüştürmek için sayısız diğer toplumsal, eğitimsel ve kültürel çabalarını içerir. Kafa ve kol proletaryası ancak el ele çalışarak bu sorunları çözebilecektir.

Kol ve entelektüel işçiler arasında uzaklık, hatta düşmanlık ruhunun var olması çok üzücü. Bu duygu her iki tarafta da anlayış eksikliğinden, ön yargıdan ve dar görüşlülükten kaynaklanmaktadır. Bazı işçi çevrelerinde hatta bazı sosyalistler ve anarşistler arasında bile işçileri entelektüel proletaryanın üyelerine karşı düşmanlaştırma eğilimi olduğunu kabul etmek üzücü. Böyle bir tutum aptalca ve canicedir çünkü toplumsal devrimin büyümesine ve gelişmesine ancak kötülük yapabilir. Bolşeviklerin ölümcül hatalarından biriydi; Rus Devrimi’nin ilk evrelerinde, ücretlileri kasıtlı olarak profesyonel sınıfların karşısına koydular, öyle ki gerçekten de aralarında dostça iş birliği imkânsız hale geldi. Bu politikanın doğrudan bir sonucu olarak endüstrinin akıllı yönlendirme eksikliği nedeniyle çökmesi ve eğitimli bir yönetim olmadığı için demiryolu ulaşımının neredeyse tamamen askıya alınmasıydı. Rusya’nın ekonomik bir batık ile karşı karşıya olduğunu gören Lenin, fabrika işçisinin ve çiftçinin tek başına ülkenin endüstriyel ve tarımsal yaşamını sürdüremeyeceğine ve profesyonel unsurların yardımının gerekli olduğuna karar verdi. Teknik, insanların yeniden yapılanma çalışmalarına yardım etmesini sağlamak için yeni bir sistem getirdi. Ancak değişim çok geç geldi çünkü yıllarca süren karşılıklı nefret ve baskı, kol işçisi ile entelektüel kardeşi arasında öyle bir uçurum yarattı ki ortak anlayış ve iş birliği son derece zorlaştı. Kardeşler arası savaşın etkilerini bir dereceye kadar geri almak için Rusya’nın yıllarca çok büyük ölçüde çaba göstermesi gerekti.

Bu değerli dersi Rus deneyiminden öğrenelim.

“Ama profesyonel unsurlar orta sınıfa aittir ve burjuva zihniyetlidirler.” diye itiraz ediyorsun.

Doğru, bu profesyonellerin olaylara karşı genellikle burjuva bir tavrı vardır ama çoğu işçi aynı zamanda burjuva fikirli değil midir? Bu sadece her ikisinin de otoriter ve kapitalist önyargılara batmış olduğu anlamına gelir. İnsanları -ister el işçisi, ister beyin işçisi olsunlar- aydınlatarak ve eğiterek ortadan kaldırılması gereken bunlardır. Bu, toplumsal devrime hazırlanmanın ilk adımıdır.

Ancak profesyonel insanların zorunlu olarak orta sınıflara ait oldukları doğru değildir.

Sözde entelektüellerin gerçek çıkarları, efendilerden çok işçilerledir. Emin olun çoğu bunun farkında değil. Nispeten yüksek ücretli demiryolu kondüktörü veya lokomotif mühendisi artık kendisini işçi sınıfının bir üyesi olarak hissetmiyor. Geliri ve tutumuyla da burjuvaziye aittir. Ancak bir kişinin hangi toplumsal sınıfa ait olduğunu belirleyen şey gelir veya duygu değildir. Bir dilenci kendini bir milyoner olarak görseydi, öyle mi olurdu? Kişinin kendisini hayal ettiği şey onun gerçek durumunu değiştirmez. Ve fiili durum şudur ki, emeğini satmak zorunda olan kişi bir çalışandır, maaşlı köledir, ücretlidir; bu itibarla onun gerçek çıkarları işçilerin çıkarlarıdır ve o, işçi sınıfına aittir.

Entelektüel proleter, kapitalist efendisine kazma ve kürekle bağlı olan insandan daha fazla bağlıdır. Kol işçisi iş yerini kolayca değiştirebilir. Belli bir patron için çalışmayı istemiyorsa başka bir patron arayabilir. Öte yandan entelektüel proleter kendi işine çok daha fazla bağımlıdır. Onun çalışma alanı daha sınırlıdır. Herhangi bir ticarette yetenekli olmayan ve fiziksel olarak bir gündelikçi olarak hizmet etmekten aciz olan o (kural olarak) nispeten dar bir alan olan mimarlık, mühendislik, gazetecilik veya benzeri iş alanıyla sınırlıdır. Bu onu işvereninin insafına bırakıyor ve bu nedenle onu, yedek kulübesindeki daha bağımsız iş arkadaşı olan kol işçisine karşı işverenin tarafını tutmaya meylettiriyor.

Ama maaşlı ve bağımlı aydının tutumu ne olursa olsun, o proleter sınıfa aittir. Yine de aydınların, işçilere karşı her zaman efendilerin yanında yer aldığını iddia etmek tamamen yanlıştır. “Genellikle öyleler” diye radikal ve fanatik bir söz duydum. Peki ya işçiler? Onlar da genel olarak efendilerini ve kapitalist sistemi desteklemiyor mu? Bu sistem onların desteği olmadan devam edebilir mi? Bununla birlikte, bundan yola çıkarak, işçilerin bilinçli olarak sömürücüleriyle el ele tutuştuğunu ileri sürmek yanlış olur. Entelektüeller için söylenenden daha doğru değil. Entelektüellerin çoğunluğu hâkim sınıfın yanındaysa bunun nedeni toplumsal cehalettir çünkü tüm “entelektüelliklerine” rağmen kendi çıkarlarını anlamazlar. Aynı şekilde gerçek çıkarlarından da benzer şekilde habersiz olan büyük emekçi halk -ulusal ve uluslararası dayanışmadan yoksun olduklarından bahsetmiyorum bile- iş arkadaşlarına karşı, hatta bazen aynı sektör ve fabrikada bile efendilere yardım ederler. Bu yalnızca birinin değil diğerinin de; kol işçisinin de kafa işçisi kadar farkındalığa ihtiyaç duyduğunu kanıtlar.

Entelektüeller için adalet adına, onların en iyi temsilcilerinin her zaman ezilenlerin yanında yer aldığını unutmayalım. Özgürlük ve kurtuluşu savundular. Çoğu zaman emekçilerin en derin özlemlerini dile getiren ilk kişiler oldular. Özgürlük mücadelesinde işçilerle sık sık barikatlarda omuz omuza savaştılar ve davalarını savunurken yaşamlarını yitirdiler.

Bunun kanıtını uzaklarda aramamıza gerek yok. Son yüz yıl içindeki her ilerici, radikal ve devrimci hareketin, entelektüel sınıfların en iyi unsurlarının çabalarından zihinsel ve ruhsal olarak ilham aldığı bilinen bir gerçektir. Örneğin Rusya’daki devrimci hareketin başlatıcıları ve örgütleyicileri; bir yüzyıl öncesine dayanan, proleter olmayan köken ve konumdan aydınlar, kadınlar ve erkeklerdi. Özgürlük aşkları da sadece teorik değildi. Kelimenin tam anlamıyla binlerce kişi bilgilerini, deneyimlerini ve yaşamlarını halkın hizmetine adadı. Böyle soylu kadın ve erkeklerin, kendilerini kendi sınıflarının gazabına ve zulmüne maruz bırakarak ve mazlumlarla el ele vererek, zenginlikten mahrum bırakılanlarla dayanışmalarına tanıklık ettikleri başka bir toprak yoktur. Yakın tarih de geçmiş gibi örneklerle doludur. Garibaldi’ler, Kossuth’lar, Liebknecht’ler, Rosa Luxemburg’lar, Landauer’ler, Lenin’ler ve Troçki’ler, kendilerini proletaryaya adayan orta sınıf aydınlarından başka kimlerdi? Her toprağın ve her devrimin tarihi, onların özgürlüğe ve çalışmaya özverili bağlılıklarıyla parlar.

Bu gerçekleri aklımızda tutalım, fanatik önyargılar ve temelsiz düşmanlıklar nedeniyle kör olmayalım. Entelektüel, geçmişte büyük hizmetlerde bulunmuştur. Toplumsal devrimin hazırlanmasına ve gerçekleştirilmesine katkıda bulunmaya ne kadar istekli ve yetenekli olacağı, işçilerin ona karşı tutumuna bağlı olacaktır.

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (26): Hazırlık – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/06/13/anarsizm-nedir-26-hazirlik-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (25): Fikir Her Şeydir – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/06/10/anarsizm-nedir-25-fikir-her-seydir-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/06/10/anarsizm-nedir-25-fikir-her-seydir-alexander-berkman/#respond Thu, 10 Jun 2021 16:28:31 +0000 https://meydan1.org/?p=72856 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 25. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Dünyada yol açtıkları tüm kötülüklere ve sorunlara rağmen, devletin ve kapitalizmin var olmaya devam etmesinin […]

The post Anarşizm Nedir? (25): Fikir Her Şeydir – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 25. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Dünyada yol açtıkları tüm kötülüklere ve sorunlara rağmen, devletin ve kapitalizmin var olmaya devam etmesinin nasıl mümkün olduğunu hiç kendine sordun mu?

Eğer bu soruyu sorduysan cevabın, insanların bu kurumlara inanmaları ve bu sebeple desteklemeleri olabilir.

İşin özü budur: Günümüz toplumu, halkın bunun iyi ve yararlı olduğu inancına sahip olduğu fikrine dayanmaktadır. Bu toplum otorite ve özel mülkiyet fikri üzerine kurulmuştur. Koşulları devam ettiren fikirlerdir. Devlet ve kapitalizm fikirlerin kendilerini ifade ettikleri biçimlerdir. Fikirler temeldir; kurumlar onun üzerine inşa edilmiş evlerdir.

Yeni bir toplumsal yapının yeni fikirler üzerine kurulmuş yeni bir temeli olmalıdır. Bir kurumun şeklini değiştirebilirsin ama karakteri ve anlamı üzerine kurulduğu temel ile aynı kalacaktır. Hayata daha yakından bakarsan bunun doğruluğunu anlayacaksın. Dünyada her türlü yönetim şekli vardır. Ancak özleri aynı olduğu için etkileri de aynıdır: Her zaman otorite ve itaat vardır.

Şimdi, devletleri var eden nedir? Ordular ve donanmalar mı? Evet ama sadece görünüşte. Orduları ve donanmaları kim destekliyor? Devletin gerekli olduğu fikri halkın ve insanların inancı; devletin gerekliliğine dair genel kabul görmüş bir fikirdir. Bu onun gerçek ve sağlam temelidir. Bu fikri veya inancı ortadan kaldırırsanız hiçbir devlet bir gün bile dayanamaz.

Aynı şey özel mülkiyet için de geçerlidir. Onu destekleyen ve ona güvenlik sağlayan temel, onun doğru ve gerekli olduğu fikridir.

Günümüzde var olmasının iyi ve yararlı olduğu fikrine dayanmayan tek bir kurum bile yoktur.

Bir örnek olarak Amerika Birleşik Devletleri’ni ele alalım. Elli yıllık sosyalist ve anarşist çabalara rağmen o ülkede devrimci propagandanın neden bu kadar az etkili olduğunu kendine sor. Amerikalı işçi diğer ülkelerdeki emekçilerden daha yoğun sömürülmüyor mu? Siyasi yozlaşma başka herhangi bir ülkedeki kadar yaygın değil mi? Amerika’daki kapitalist sınıf dünyadaki en keyfi ve despot sınıf değil mi? Doğru, ABD’deki işçi maddi olarak Avrupa’dakinden daha iyi konumdadır ancak aynı zamanda memnuniyetsizliği en ufak bir şekilde gösterdiği anda karşısında en büyük vahşet ve terörizmi bulmuyor mu? Yine de Amerikalı işçi hükümete sadık kalıyor ve eleştirilere karşı onu ilk savunan kişi oluyor. Hala “dünyadaki en büyük ülkenin, onun büyük ve asil kurumlarının” en sadık savunucusu. Neden? Çünkü o, bu kurumların kendisine ait olduğuna inanıyor. Bu kurumları özgür bir vatandaş olarak işlettiğine ve eğer isterse bu kurumları değiştirebileceğine inanıyor. Onun inancı sayesinde bu kurumlar devrime karşı güvenliklerini var ediyor. İnancı aptalca ve temelsiz, bir gün o inancı yıkılacak ve beraberinde Amerikan kapitalizmi ve despotizmi de yıkılacak. Ancak bu inanç devam ettiği sürece, Amerikan plütokrasisi devrime karşı güvendedir.

İnsanların zihinleri genişledikçe ve geliştikçe yeni fikirlere sahip olurlar, eski inançlarına olan inançlarını yitirdikçe kurumlar değişmeye başlar ve nihayetinde ortadan kalkar. İnsanlar eski görüşlerinin yanlış olduğunu, gerçek olmadığını, önyargı ve batıl inanç olduğunu anlamaya başlarlar.

Böylelikle bir zamanlar doğru olduğu kabul edilen birçok fikir, yanlış ve zararlı olarak görülmeye başlandı. Böylece kralların, köleliğin ve serfliğin tanrısal olduğuna dair fikirler yok oldu. Bütün dünyanın bu kurumların doğru, adil ve değiştirilemez olduğuna inandığı bir dönem vardı. Düşünürler tarafından bu batıl ve yanlış inançlara karşı savaşıldıkça bu inançlar itibarsızlaştılar, insanlar üzerindeki hakimiyetlerini kaybettiler ve sonunda bu fikirleri içeren kurumlar kaldırıldı. Aydınlar sana bunların “yararlılıklarını geride bıraktıklarını” ve bu nedenle “öldüklerini” söyleyecektir. Fakat “yararlılıklarını” nasıl “geride bıraktılar”? Kime faydalı oldular ve nasıl “öldüler”?

Sadece efendiler için yararlı olduklarını, halk ayaklanmaları ve devrimler tarafından ortadan kaldırıldıklarını zaten biliyoruz.

Neden eskimiş ve köhnemiş kurumlar barışçıl bir şekilde “ortadan kalkmadılar” ve yok olmadılar?

İki nedenden dolayı. Birincisi, bazı insanlar diğerlerinden daha hızlı düşünüyor. Öyle ki bazen belirli bir yerdeki bir azınlık, görüşlerinde diğerlerinden daha hızlı ilerliyor. Bu azınlık yeni fikirlerle ne kadar çok aşılanırsa kendi hakikatine o kadar çabuk ikna olur ve kendisini ne kadar güçlü hissederse fikirlerini o kadar çabuk gerçekleştirmeye çalışır. Ve bu genellikle çoğunluğun yeni ışığı görmek için gelmesinden önce olur. Hatta azınlık hala eski görüş ve koşullara bağlı kalan çoğunluğa karşı mücadele etmek zorunda kalır.

İkincisi ise iktidarı elinde tutanların direnişidir. Kilise, kral ya da kayzer, demokratik bir hükümet ya da diktatörlük, cumhuriyet ya da otokrasi olması fark etmez; idarede olanlar, en ufak bir başarı şansı umdukları sürece iktidarlarını korumak için çaresizce savaşacaklardır. Yavaş düşünen çoğunluktan ne kadar çok yardım alırlarsa, daha iyi mücadele edebilirler. İşte isyan ve devrimin hiddeti budur.

İnsanların çaresizliği, sefaletlerinin sorumlusu olanlara duydukları nefret ve hayatın efendilerinin ayrıcalıklarına ve yönetime sahip olma kararlılığı, halk ayaklanmalarının ve isyanların şiddetini açığa çıkarır.

Ancak belirli bir amacı ve hedefi olmayan kör isyan, devrim değildir. Devrim isyan hedeflerinin bilincine varmaktır. Devrim, köklü bir değişim için çabaladığında toplumsaldır. Toplumsal devrim ülkenin endüstriyel, ekonomik yaşamının ve dolayısıyla tüm toplum yapısının yeniden düzenlenmesi anlamına gelir.

Ancak toplumsal yapının fikirler üzerine inşa edilmiş olduğunu gördük. Bu da bize yapının değiştirilmesini, değişen fikirleri gerektirdiğini gösteriyor. Bir başka deyişle, yeni bir toplumsal yapı kurulmadan önce toplumsal fikirlerin değişmesi zorunludur.

Dolayısıyla toplumsal devrim bir tesadüf değildir, ani bir olay değildir. Bunda ani bir şey yok, çünkü fikirler birdenbire değişmez. Bitki veya çiçek gibi yavaş yavaş büyürler. Dolayısıyla toplumsal devrim bir sonuçtur, bir gelişmedir. Bu da onun devrimci olduğu anlamına gelir. Önemli sayıda insanın yeni fikirleri benimsediği ve bunları uygulamaya koymaya kararlı olduğu noktaya kadar gelişir. Bunu yapmaya ve muhalefetle karşılaşmaya çalıştıklarında yavaş, sessiz ve barışçıl sosyal evrim hızlı, militan ve şiddetli hale gelir. Evrim, devrim olur.

O zaman bunu aklında tut. Devrim ve evrim birbirinden farklı ve ayrı iki şey değildir. Bazı insanların inandığının aksine zıt şeyler de değildir. Devrim olsa olsa evrimin kaynama noktasıdır.

Devrim, kaynama noktasındaki evrim olduğu için, çaydanlıkta kaynatma işleminden daha hızlı gerçek bir devrim “yapamazsınız”. Onu kaynatan altındaki ateştir: Kaynama noktasına ne kadar çabuk geleceği ise ateşin ne kadar güçlü olduğuna bağlıdır.

Bir ülkenin ekonomik ve politik koşulları, evrim kazanının altındaki ateştir. Baskı ne kadar kötü olursa halkın tatminsizliği o kadar büyük, alev o kadar güçlü olur. Bu, endüstriyel gelişmenin neredeyse en yüksek noktasına ulaştığı Amerika yerine toplumsal devrim ateşlerinin neden en zalim ve geri ülke olan Rusya’yı yaktığını, Karl Marx’ın tüm öğrenilmişliklerine rağmen açıklıyor.

Öyleyse devrimlerin yoktan yapılamamakla birlikte, bazı faktörlerle hızlandırılabileceğini görüyoruz. Yani yukarıdan gelen baskı ile, daha yoğun siyasi ve ekonomik baskı ile. Aşağıdan gelen baskı ile, daha fazla aydınlanma ve heyecan ile… Bunlar fikirleri yayarak evrimin ve dolayısıyla devrimin gelişini daha da hızlandırdılar.

Ancak yukarıdan gelen baskı, devrimi hızlandırsa da başarısızlığına da neden olabilir çünkü böyle bir devrim, evrim süreci yeterince ilerlemeden önce patlak verme eğilimindedir. Vaktinden önce geldiği gibi -yani belirli bir amaç ve hedef olmaksızın- sadece isyanla sönüp gidebilir. En iyi ihtimalle isyan, yalnızca bir miktar geçici hafifletme sağlayabilir. Bununla birlikte, çekişmenin gerçek nedenleri bozulmadan kalır. Daha fazla tatminsizlik ve isyana neden olmak için aynı etkiyi yapmaya devam eder.

Devrim hakkında söylediklerimi özetlersek şu sonuca varırız:

Toplumsal devrim toplumun temelini; politik, ekonomik ve toplumsal karakterini tamamen değiştiren bir devrimdir.

Böyle bir değişim önce insanların fikirlerinde ve düşüncelerinde, insanların zihninde gerçekleşmelidir.

Baskı ve sefalet devrimi hızlandırabilir ancak bu nedenle onu başarısızlığa da dönüştürebilir çünkü evrimsel hazırlık eksikliği gerçek başarıyı imkansız kılacaktır.

Yalnızca bu devrim temel, toplumsal ve başarılı olabilir ki bu da temel bir fikir ve düşünce değişikliğinin ifadesi olacaktır.

Bundan açıkça toplumsal devrime hazırlık yapılması gerektiği sonucu çıkıyor. Evrimsel süreci ilerletmek; insanları günümüz toplumunun kötülükleri hakkında aydınlatmak ve onları özgürlüğü temel alan bir toplumsal yaşamın adaleti ve uygulanabilirliği, arzu edilirliği ve olasılığı konusunda ikna etmek temelinde hazırlanmalı. Dahası insanların tam olarak neye ihtiyaçları olduğunu ve bunu nasıl gerçekleştireceklerini çok net bir şekilde anlamalarını sağlayarak hazırlık yapılmalı.

Böyle bir hazırlık sadece gerekli bir ön adım değildir. Bu hazırlıkta, amaçlarına ulaşmasının tek garantisi olan devrimin güvenliği de yatmaktadır.

Çoğu devrimin kaderi -hazırlık eksikliğinin bir sonucu olarak- ana amaçlarından saptırılmak, kötüye kullanılmak ve çıkmaz sokaklara sürüklenmek olmuştur. Rusya bunun son zamanlardaki en iyi örneğidir. Otokrasiyi ortadan kaldırmaya çalışan Şubat Devrimi tamamen başarılı oldu. İnsanlar tam olarak ne istediklerini biliyorlardı: Çarlık’ın kaldırılması. Politikacıların tüm entrikaları, Lvov’ların ve Miliukov’ların -o günlerin “liberal” liderleri- tüm o konuşmaları ve komploları halkın net ve farkındalıklı iradesi karşısında Romanov rejimini kurtaramadı. Neredeyse hiç kan dökülmeden Şubat Devrimi’ni tam bir başarı haline getiren, hedeflerin bu kadar net olmasıydı.

Dahası, Geçici Hükümet’in ne itirazları ne de tehditleri, halkın savaşı sona erdirme kararlılığına karşı fayda sağlayamazdı. Ordular cepheyi terk ettiler ve böylece meseleyi kendi doğrudan eylemleriyle sonlandırdılar. Amacının farkında olan bir halkın iradesi daima kazanır.

Köylü için ihtiyaç duyduğu toprağı güvence altına alan yine halkın iradesiydi. Toprağı ele geçirmek konusundaki kararlılıktı. Benzer şekilde, daha önce defalarca bahsedildiği gibi, şehir işçileri de fabrikalara ve üretim makinelerine böylelikle sahip oldular.

Şimdiye kadar Rus Devrimi tam bir başarıydı. Fakat insanların belirli bir amaç farkındalığından yoksun kaldığı noktada yenilgi başladı. Burası her zaman politikacıların ve siyasi partilerin devrimi kendi kullanımları için sömürmek veya teorilerini onun üzerinde denemek için devreye girdikleri andır. Bu, önceki birçok devrimde olduğu gibi Rusya’da da oldu. Halk iyi bir mücadele verdi. Siyasi partiler de ganimetler için devrimin aleyhine ve halkın mahvolması pahasına savaştı.

O halde Rusya’da olan budur. Toprağı güvence altına alan köylü, ihtiyaç duyduğu alet ve makinelere sahip değildi. Makinelere ve fabrikalara sahip olan işçi, amaçlarına ulaşmak için bunları nasıl kullanacağını bilmiyordu. Yani üretimi örgütlemek için gerekli tecrübeye sahip değildi ve ürettiği şeylerin dağıtımını yönetemiyordu.

Kendi çabaları -işçinin, köylünün, askerin- çarlığı ortadan kaldırdı, devleti felç etti, savaşı durdurdu, toprak ve makinelerin özel mülkiyetini kaldırdı. Devrimci çalışma ve propaganda bunun için yıllardır hazırlanıyordu. Bundan daha fazlası için değil. Ve artık -hazır olmadığı için- halkın bilgisinin bittiği ve kesin amacın olmadığı yerde siyasi parti devreye girdi ve devrimi yapan insanların işlerini elinden aldı. Ekonomik yeniden yapılanmanın yerini politika aldı ve böylece toplumsal devrim için ölüm çanı çaldı. Çünkü insanlar ekmekle yaşar, politikayla değil.

Yiyecek ve malzeme, parti veya devlet kararnamesiyle oluşturulmaz. Yasama fermanları toprağa kadar işlemez; kanunlar endüstrinin çarklarını döndüremez. Devlet baskısının ve diktatörlüğünün hemen ardından memnuniyetsizlik, çekişme ve kıtlık geldi. Yine her zaman olduğu gibi, siyaset ve otorite, kendisinin devrimci yangınların söndürüldüğü bir bataklık olduğunu kanıtladı.

Bu en hayati dersi öğrenelim: Devrimin gerçek amaçlarının insanlar tarafından tam olarak anlaşılması başarı demektir. Kendi farkındalıklarını kendi çabalarıyla gerçekleştirmeleri, yeni yaşamın doğru bir şekilde gelişmesinin ön koşuludur. Öte yandan, bu anlayış ve hazırlık eksikliği -ya gericiliğin elinde ya da siyasi partililerin deneysel teorileri tarafından- kesin bir yenilgi anlamına gelir.

Öyleyse hazırlanalım.

Neye ve nasıl?

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (25): Fikir Her Şeydir – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/06/10/anarsizm-nedir-25-fikir-her-seydir-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (24): Neden Devrim? – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/06/06/anarsizm-nedir-24-neden-devrim-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/06/06/anarsizm-nedir-24-neden-devrim-alexander-berkman/#respond Sun, 06 Jun 2021 15:25:18 +0000 https://meydan1.org/?p=72770 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 24. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Soruna dönelim: “Anarşizm nasıl gelecek? Bu konuda yapabileceğim bir şey var mı?” Bu önemli bir […]

The post Anarşizm Nedir? (24): Neden Devrim? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 24. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Soruna dönelim: “Anarşizm nasıl gelecek? Bu konuda yapabileceğim bir şey var mı?”

Bu önemli bir nokta çünkü her sorunda iki hayati şey var. Birincisi ne istenildiğinin tam olarak idrak edilmesi, ikincisi bunun nasıl elde edileceği.

Ne istediğimizi zaten biliyoruz. Herkesin özgür olacağı, herkesin eşit özgürlük temelinde kendi ihtiyaç ve arzularını karşılayabilme fırsatına sahip olacağı toplumsal koşullar istiyoruz. Başka bir deyişle, anarşist komünizmin özgür ve ortaklığa dayanan dayanışmacı refahı için çabalıyoruz.

Bu nasıl gerçekleşecek?

Biz kahin değiliz, zaten hiç kimse bir şeyin nasıl olacağını söyleyemez. Ama dünya dün var olmadı; insan -mantıklı bir varlık olarak- geçmişin deneyimlerinden yararlanmalıdır.

Peki bu deneyim nedir? Tarihe bakarsan, insanlığın tüm yaşamının bir varoluş mücadelesi olduğunu göreceksin. İlkel durumunda insan, ormanın vahşi hayvanlarıyla tek başına mücadele etti; çaresizce açlık, soğuk, karanlık ve fırtınayla yüzleşti. Cehaletinden dolayı doğanın bütün güçleri ona yıkım getirdiler ve o, tek başına onlarla savaşamayacak kadar güçsüzdü. Ama yavaş yavaş kendi türünden diğerleriyle bir araya gelmeyi öğrendi; birlikte güvende olmaya çalıştılar. Doğanın enerjisini ortak çabayla kendi faydalarına çevirmeye başladılar. Karşılıklı yardımlaşma ve ortaklıkla bu enerjiden faydalanmak yıldırımları zincirlemeyi, okyanusları köprülemeyi ve hatta havada ustalaşmayı başarana kadar insanın gücünü ve yeteneğini kademeli olarak artırdı.

Benzer şekilde, ilkel insanın cehaleti ve korkusu hayatı insanın insana, ailenin aileye, kabilenin kabileye karşı olduğu -insan; bir araya gelmenin, güçlerini birleştirmenin ve karşılıklı yardımlaşmanın acımasızlık ve kinden daha fazlasını başarabileceğini anlayıncaya kadar- sonsuz bir mücadeleye dönüştürdü.

Modern bilim, hayvanların da varoluş mücadelesinde bu kadar çok şey öğrendiğini göstermektedir. Bazı türler hayatta kaldı çünkü birbirleriyle savaşmayı bırakıp sürüler halinde yaşadılar ve bu şekilde kendilerini diğer hayvanlardan koruyabildiler. Birbirleriyle savaşmak yerine ortak çaba ve işbirliğiyle ilerlediler, barbarlıktan çıktılar ve uygarlaştılar. Daha önce birbirleriyle ölümüne savaşan aileler birleşti, ortak bir grup oluşturdu; gruplar birleşerek kabileler haline geldi ve kabileler uluslar halinde birleşti. Uluslar hala aptalca birbirleriyle savaşmaya devam ediyorlar ama bazıları yavaş yavaş geçmişten ders almaya, şimdi savaş olarak bilinen uluslararası katliamı durdurmanın bir yolunu aramaya başlıyor.

Maalesef toplumsal yaşamda hala barbar, yıkıcı ve kardeş katili durumundayız: Grup hala başka bir grupla, sınıf başka bir sınıfa karşı savaşıyor. Ama burada insanlar bunun anlamsız ve yıkıcı bir savaş olduğunu, dünyanın -güneş ışığı gibi- herkes tarafından zevk alınacak kadar büyük ve zengin olduğunu ve birleşmiş bir insanlığın, kendisine karşı bölünmüş halinden daha fazlasını başaracağını görmeye başlıyor.

Gelişme denilen şey sadece bunun gerçekleşmesidir, bu yönde bir adımdır.

İnsanın tüm gelişimi daha fazla güvenlik ve refah için, barış için çabalamaya dayanır. İnsanın doğal eğilimi karşılıklı yardımlaşma ve ortak çabaya yöneliktir, en içgüdüsel özlemi özgürlük ve sevinçtir. Bu eğilimler -tüm engellere ve zorluklara rağmen- kendilerini ifade etmeye ve savunmaya çalışırlar. İnsanlığın bütün bir tarihi şunu gösterir: Ne doğal güçler ne de düşman insanlar bu gelişimi engelleyemez. Uygarlığı tek bir cümleyle tanımlamam istense şunu söylerdim: İnsanın -insani ya da doğal- karanlığın güçleri karşısındaki zaferidir. Doğanın güçleriyle pek bir sorunumuz yok ama insanın karanlık güçleriyle savaşmalıyız.

Tarihte, egemen güçlerin -kilise, hükümet ve sermaye- karşı çıkışıyla karşılaşmadan yapılan tek bir önemli toplumsal gelişme yoktur. Gelişme sadece efendilerin karşı koyuşunu paramparça etmekle mümkün olur. Her gelişme acı bir mücadeleye mal oldu. Köleliği yok etmek uzun kavgaların sonunda gerçekleşti; halkın en temel haklarını güvence altına almak için başkaldırı ve ayaklanmalar gerekti; feodalizmi ve köleliği ortadan kaldırmak isyanları ve devrimleri gerekli kıldı. Kralların mutlak gücünü ortadan kaldırmak ve demokrasileri kurmak, kalabalıklar için daha fazla özgürlük ve refah kazanmak için iç savaşa ihtiyaç vardı. Yeryüzünde hiçbir ülke, tarihte hiçbir çağ yoktur ki büyük toplumsal kötülüğün güçleri, acı bir mücadele olmaksızın ortadan kaldırılsın. Geçtiğimiz günlerde Rusya’da Çarlık’tan, Almanya’da Kayzer’den, Türkiye’de Sultan’dan, Çin’de monarşiden vb. kurtulmak için yine çeşitli topraklarda çeşitli devrimler gerekti.

Herhangi bir hükümetin veya otoritenin, iktidardaki herhangi bir grubun veya sınıfın egemenliğini gönüllü olarak bıraktığına dair hiçbir kayıt yoktur. Her durumda güç kullanımı ya da en azından bunun tehdidi gerekir.

Otorite ve servetin ani bir fikir değişikliği yaşayacağını ve gelecekte, geçmişte olduğundan daha farklı davranacaklarını varsaymak mantıklı mıdır?

Sağduyun sana bunun boş ve aptalca bir umut olduğunu söyleyecektir. Hükümet ve sermaye, iktidarı korumak için savaşacaktır. Bunu ayrıcalıkları tehdit altında olduğunda -bugün bile- yapıyorlar. Varlıklarını sürdürmek için ölümüne savaşacaklardır

Bu nedenle, dünyanın efendileri ile mülksüzleştirilmiş sınıflar arasında belirleyici bir mücadelenin gerektiğini öngörmek kehanet değildir.

Aslında bu mücadele tüm zamanlar boyunca var olmuştur.

Sermaye ve emek arasında sürmekte olan bir savaş var. Bu savaş genellikle ‘sözde’ yasal biçimde ilerler. Ancak bunlar bile -grevler ve lokavtlar sırasında olduğu gibi- ara sıra şiddetle patlar. Çünkü hükümetin silahlı yumruğu her zaman efendilerin hizmetindedir ve bu yumruk, sermaye kârının tehdit altında olduğunu hissettiği anda harekete geçer. Sonunda ‘ortak çıkarlar’ ve emekle ‘ortaklık’ maskesini kaldırır ve her efendinin nihai argümanına; baskı ve güce başvurur.

Bu nedenle, hükümetin ve sermayenin, sessizce ortadan kaldırılmalarına izin vermeyecekleri kesindir; -bazı insanların inandığı gibi- mucizevi bir şekilde kendiliklerinden ‘kaybolmayacaklardır’. Onlardan kurtulmak için bir devrim gerekecektir.

Devrimden bahsedilince şaşkınlıkla gülümseyenler var. “İmkansız!” diyorlar kendilerinden emin bir şekilde. Fransa’da 16. Louis ve Marie Antoinette de başlarıyla birlikte tahtlarını kaybetmeden sadece birkaç hafta önce böyle düşünüyordu. Çar 2. Nicholas’ın sarayındaki soylular da onları silip süpüren ayaklanmanın arifesinde buna inanıyordu. “Bu bir devrim gibi görünmüyor.” diyordu üstünkörü gözlemleyenler. Ama devrimlerin ‘öyle görünmediğinde’ de bir çıkış yolu vardır. Daha ileri görüşlü modern kapitalistlerse işi şansa bırakmak istemezler. Ayaklanmaların ve devrimlerin her an mümkün olduğunu bilirler. Bu nedenle, özellikle Amerika’daki devasa şirketler ve büyük işverenler, halkın hoşnutsuzluğuna ve isyanına karşı paratoner görevi görecek şekilde hesaplanan yeni yöntemler uygulamaya başlıyor. İşçileri için ikramiyeler, kar paylaşımı ve işçiyi daha fazla memnun etmenin yanında finansal olarak endüstrisinin refahıyla ilgilenmesini sağlamak için tasarlanmış benzer yöntemler sunuyorlar. Bunlar proletaryanın gerçek çıkarlarına karşı kör olmasına sebep olur ancak işçinin, sonsuza kadar maaş köleliğinden -zaman zaman kafesi biraz genişlese de- memnun kalacağına inanma. Maddi koşulların iyileştirilmesi devrime karşı bir sigorta değildir. Aksine, isteklerimizin tatmini yeni ihtiyaçlar yaratır; yeni arzu ve özlemleri doğurur. İnsanın doğası budur, gelişmeyi mümkün kılan da budur. Emeğin hoşnutsuzluğu -tereyağlı da olsa- bir parça ekmekle bastırılamaz. Avrupa’nın daha iyi konumdaki sanayi merkezlerinde, Asya ve Afrika’dan daha kasıtlı ve aktif isyanların olmasının nedeni budur. İnsanın ruhu daima daha fazla rahatlık ve özgürlük arzular, bunu daha ileriye taşıyacak olanlar her zaman işçilerdir. Modern plütokrasinin, işçiye ara sıra daha kalın bir kemik atarak devrimi önleme umudu hayali ve temelsizdir. Sermayenin yeni politikaları bir süreliğine emeği yatıştırıyor gibi görünebilir ancak emeğin yürüyüşü, bu tür geçici önlemlerle durdurulamaz. Tüm planlara ve karşı koyuşa rağmen rağmen kapitalizmin ortadan kaldırılması kaçınılmazdır ve bu ancak devrimle gerçekleştirilecektir.

Devrim, insanın doğaya karşı mücadelesine benzer. Tek başına güçsüzdür ve başarıya ulaşamaz; yoldaşlarının yardımıyla tüm engellerin üstesinden gelir.

Tek başına bir işçi, büyük şirkete karşı bir şey başarabilir mi? Küçük bir işçi sendikası, büyük bir işvereni taleplerini yerine getirmeye zorlayabilir mi? Kapitalist sınıf, emeğe karşı savaşında örgütlüdür.

Devrim başarılı bir şekilde ancak işçiler örgütlendiğinde, bütün kıtada örgütlendiklerinde; dünyanın bütün ülkelerindeki proletarya emeğini birleştirdiğinde gerçekleşebilir çünkü sermaye uluslararasıdır ve efendiler emeğe karşı her büyük meselede güçlerini birleştirirler. 

Mesela bütün dünya plütokrasisinin Rus Devrimi’ne karşı çıkma sebebi budur. Rusya halkı sadece Çar’ı ortadan kaldırmak isterken uluslararası sermaye müdahale etmedi: Hükümet burjuva ve kapitalist olduğu sürece Rusya’nın hangi siyasi forma sahip olacağı onların umurunda değildi. Ama devrim, kapitalist sistemi ortadan kaldırmaya çalışır çalışmaz, her ülkenin hükümetleri ve burjuvazisi onu ezmek için birleşti. Bunda kendi egemenliklerinin devamı için bir tehdit olduğunu gördüler.

Bunu aklında tut arkadaşım. Çünkü devrimler ve devrimler vardır. Bazı devrimler sadece eskisinin yerine yeni yöneticiler getirerek hükümetin formunu değiştirir. Bunlar politik devrimlerdir ve bu nedenle genellikle çok az dirençle karşılanırlar. Ancak tüm ücretli kölelik sistemini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir devrim, bir sınıfın diğerini ezme gücünü de ortadan kaldırmalıdır. Yani sadece bir yönetici ya da hükümet değişikliği değildir, sadece siyasi bir devrim değildir; toplumun tüm karakterini değiştirmeye çalışan bir devrimdir. Bu toplumsal devrimdir. Bu nedenle, sadece hükümetle ve kapitalizmle savaşmak zorunda kalmayacak, aynı zamanda hükümete ve kapitalizme inanan muhalefetin popüler cehalet ve peşin hükmüyle de karşı karşıya kalacaktır.

Peki bu nasıl gerçekleşecek?

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (24): Neden Devrim? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/06/06/anarsizm-nedir-24-neden-devrim-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (23): Komünist Olmayan Anarşistler – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/06/03/anarsizm-nedir-23-komunist-olmayan-anarsistler-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/06/03/anarsizm-nedir-23-komunist-olmayan-anarsistler-alexander-berkman/#respond Thu, 03 Jun 2021 13:15:51 +0000 https://meydan1.org/?p=72727 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 23. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Devam etmeden önce kısa bir açıklama yapmama izin ver. Bunu komünist olmayan anarşistlere borçluyum. Çünkü […]

The post Anarşizm Nedir? (23): Komünist Olmayan Anarşistler – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 23. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Devam etmeden önce kısa bir açıklama yapmama izin ver. Bunu komünist olmayan anarşistlere borçluyum.

Çünkü tüm anarşistlerin komünist olmadığını bilmelisin: Hepsi komünizmin -ortak mülkiyet ve ihtiyaca göre paylaşım- en iyi ve en adil ekonomik düzenleme olacağına inanmıyor.

Size ilk önce anarşist komünizmi açıkladım çünkü benim tahminime göre o, toplumun en arzu edilen ve işlevsel biçimi. Anarşist komünistler yalnızca komünist koşullar altında anarşizmin başarılı olabileceğini ve ayrım gözetmeksizin herkese eşit özgürlük, adalet ve refahın sağlanabileceğini savunuyorlar.

Ama komünizme inanmayan anarşistler var. Genel olarak bireyciler ve karşılıkçılar olarak sınıflandırılabilirler.

Bütün anarşistler şu temel üzerinde hemfikirdir: Devlet adaletsizlik ve baskı anlamına gelir. İstilacı, köleleştiricidir ve insanın gelişmesine, büyümesine en büyük engeldir. Hepsi, özgürlüğün ancak herhangi bir zorunluluğun olmadığı bir toplumda var olabileceğine inanıyor. Bu nedenle tüm anarşistler, devleti ortadan kaldırma temel ilkesi konusunda hemfikirler.

Çoğunlukla aşağıdaki noktalarda fikir ayrılığına düşerler:

Birincisi: Anarşinin ortaya çıkacağı koşullar. Anarşist komünistler yalnızca toplumsal bir devrimin devleti kaldırıp anarşiyi kurabileceğini söylerken bireyci anarşistler ve karşılıkçılar devrime inanmazlar. Mevcut toplumun giderek devletten çıkıp devlet dışı bir duruma dönüşeceğini düşünürler.

İkincisi: Bireyci anarşistler ve karşılıkçılar, özel mülkiyet kurumunu adaletsizliğin ve eşitsizliğin, yoksulluğun ve sefaletin ana kaynaklarından biri olarak gören anarşist komünistlere karşı oldukları gibi bireysel mülkiyete inanırlar. Bireyciler ve karşılıkçılar, özgürlüğün “herkesin emeğinin ürününü alma hakkı” anlamına geldiğini savunuyorlar; bu tabi ki doğru. Özgürlük bunun karşılığıdır. Ancak soru kişinin ürününde hakkı olup olmadığı değil bireysel ürün diye bir şeyin olup olmadığıdır. Önceki bölümlerde modern endüstride böyle bir şeyin olmadığına işaret etmiştim: Emek ve emeğin tüm ürünleri toplumsaldır. Bu nedenle bireyin ürünü üzerindeki hakkıyla ilgili argümanın pratik bir değeri yoktur.

Kâr sistemi kullanılmadıkça ürün veya meta değiş tokuşunun bireysel veya özel olamayacağını da gösterdim. Bir metanın değeri uygunca belirlenemediğinden, hiçbir değiş tokuş adil değildir. Bu gerçek bence toplumsal mülkiyete ve ortak kullanıma götürür; yani en uygulanabilir ve adil ekonomik sistem olarak komünizme götürür.

Ancak belirtildiği gibi, bireyci anarşistler ve karşılıkçılar bu noktada anarşist komünistlerle aynı fikirde değiller. Ekonomik eşitsizliğin kaynağının tekel olduğunu iddia ediyorlar ve tekelin, devletin ortadan kaldırılmasıyla ortadan kalkacağını savunuyorlar. Çünkü tekel, devlet tarafından verilen ve korunan bir ayrıcalıktır. Serbest rekabetin, tekeli ve onun kötülüklerini ortadan kaldıracağını iddia ediyorlar.

Stirner ve Tucker’ın takipçileri olan bireyci anarşistler ve direniş göstermemeye inanan Tolstoycu anarşistler, anarşizmde ekonomik yaşam hakkında çok net bir plana sahip değiller. Karşılıkçılar ise bir yeni ekonomik sistem önerirler. Öğretmenleri Fransız filozof Proudhon’un doğrultusunda, karşılıklı bankacılığın ve faizsiz kredinin, devlet dışı bir toplum için en iyi ekonomik sistem olacağına inanıyorlar. Teorilerine göre herkese faizsiz ve ücretsiz kredi imkanı sunulması, gelirleri eşitleme ve kârı en aza indirme eğiliminde olacak. Böylece yoksulluğu olduğu kadar zenginliği de ortadan kaldıracaktır. Açık pazardaki ücretsiz kredi ve özgür rekabet ekonomik eşitlikle sonuçlanırken devletin kaldırılmasının eşit özgürlüğü güvence altına alacağını söylüyorlar. Karşılıkçı toplumun ve bireyci toplumun toplumsal yaşamı, gönüllü anlaşmanın ve özgür sözleşmenin kutsallığına dayanacaktır.

Burada bireyci anarşistlerin ve karşılıkçıların tavrının kısa bir özetini verdim. Pratik olmadığını ve hatalı olduğunu düşündüğüm bu anarşist fikirleri ayrıntılı olarak ele almak bu çalışmamın amaçlarından değildir. Bir anarşist komünist olarak okuyucuya en iyi ve en sağlam olduğunu düşündüğüm görüşleri sunmakla ilgileniyorum. Bununla birlikte seni komünist olmayan anarşist teorilerin varlığı konusunda bilgisiz bırakmamanın adil olacağını düşündüm. Onları daha yakından tanımak için genel olarak anarşizm üzerine kitapların kaynakçadaki listesine başvurabilirsin.

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (23): Komünist Olmayan Anarşistler – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/06/03/anarsizm-nedir-23-komunist-olmayan-anarsistler-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (22): Anarşist Komünizm İşlevsel Midir? – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/05/30/anarsizm-nedir-22-anarsist-komunizm-islevsel-midir-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/05/30/anarsizm-nedir-22-anarsist-komunizm-islevsel-midir-alexander-berkman/#respond Sun, 30 May 2021 14:26:34 +0000 https://meydan1.org/?p=72655 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 22. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Önceki bölümde gördüğümüz gibi, hiçbir yaşam adalet ve doğruluk ilkeleri üzerine inşa edilmedikçe özgür ve […]

The post Anarşizm Nedir? (22): Anarşist Komünizm İşlevsel Midir? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 22. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Önceki bölümde gördüğümüz gibi, hiçbir yaşam adalet ve doğruluk ilkeleri üzerine inşa edilmedikçe özgür ve güvenli, uyumlu ve tatmin edici olamaz. Adaletin ilk şartı ise herkes için özgürlük ve fırsat eşitliğidir.

Devlet ve sömürü altında ne eşit özgürlük ne de fırsat eşitliği var olabilir. Günümüz toplumunun tüm kötülükleri ve sıkıntılarının sebebi budur.

Anarşist komünizm, bu tartışılmaz gerçeğin anlaşılmasına dayanmaktadır. Zorlamama ve baskılamama ilkesi üzerine kurulmuştur; başka bir deyişle, özgürlük ve fırsat eşitliği üzerine kurulmuştur.

Böyle bir temelde yaşanan yaşam, adaletin tüm taleplerini tam anlamıyla karşılar. Tamamen özgür olacaksın ve diğer herkes özgürlüğün tadını çıkaracak. Bu hiç kimsenin bir başkasını zorlama veya baskılama hakkına sahip olmadığı anlamına gelir çünkü herhangi bir türden baskı, özgürlüğüne müdahale anlamına gelir.

Benzer şekilde fırsat eşitliği herkesin hakkıdır. Bu sebeple varoluş araçlarının tekeli ve özel mülkiyeti, fırsat eşitliğinin güvencesi amacıyla ortadan kaldırılacak.

Bu basit herkes için özgürlük ve fırsat eşitliği ilkesini akılda tutarsak, anarşist komünist toplumun inşa edilmesinin önündeki sorunları çözebiliriz.

O halde insan kendisini politik olarak zorlayabilecek veya baskılayabilecek hiçbir otoriteyi tanımayacak. Devlet kaldırılacak.

Ekonomik olarak, özgür erişim fırsatını korumak için yaşam varlıklarının özel mülkiyetine izin verilmeyecek.

Toprağın tekeline, üretim, dağıtım ve iletişim makinelerinin özel mülkiyetine bu nedenle anarşi altında tolere edilemez. Herkesin yaşamak için ihtiyaç duyduğu şeyi kullanma fırsatı, herkes için erişilebilir olmalıdır.

Özetle anarşist komünizmin anlamı şudur: Devletin, zorlayıcı otoritenin, tüm kurumlarının ve özel mülkiyetin kaldırılması; ki bu da tüm zenginlik ve refaha özgür ve eşit katılım anlamına gelir.

Arkadaşın “Anarşinin ekonomik eşitliği sağlayacağını söylediniz.” diyor. “Bu herkes için eşit ücret anlamına mı geliyor?”

Öyle. Ya da başka bir deyişle kamu refahına eşit katılım anlamına geliyor. Çünkü bildiğimiz gibi emek toplumsaldır. Hiç kimse kendi çabasıyla hiçbir şey yaratamaz. Eğer emek toplumsalsa, bunun sonuçlarının yani üretilen zenginliğin de toplumsal olması kolektiviteye ait olması gerektiği mantıklıdır. Bu nedenle hiç kimse toplumsal zenginliğin özel mülkiyetinde hak iddia edemez. Zenginlikten herkes aynı şekilde keyif alabilmelidir.

“Ama neden her birine işinin değerine göre ücret vermeyelim?” diye soruyorsun.

Çünkü emeğin değerinin ölçülebileceği bir yol yoktur. Değer ve ücret arasındaki fark budur. Değer bir şeyin gerçek kıymetidir, ücret ise bir şeyin piyasada satılabilecek veya satın alınabilecek ölçüsüdür. Bir şeyin gerçek kıymetinin ne olduğunu kimse söyleyemez. Politik iktisatçılar genellikle, bir metanın değerinin onu üretmek için gereken emek miktarı Marx’ın söylemiyle “toplumsal olarak gerekli emek” olduğunu iddia ederler. Ama görünüyor ki bu bir ölçüm standardı değil. Marangozun bir mutfak sandalyesi yapmak için üç saat çalıştığını, cerrahın senin hayatını kurtaran bir ameliyatı gerçekleştirmek için sadece yarım saat harcadığını varsayalım. Kullanılan emek miktarı değeri belirliyorsa o zaman sandalye hayatınızdan daha değerlidir. Tabii ki bu durum apaçık bir saçmalık. Cerrahın ameliyatı yapabilmesi için ihtiyaç duyduğu çalışma ve uygulama yıllarını sayman gerekse bile, “bir saatlik ameliyatın” değerinin ne olduğuna nasıl karar vereceksin? Marangoz ve duvar ustasının da işlerini düzgün bir şekilde yapabilmeleri için eğitilmeleri gerekiyor, ancak onlarla iş yaparken çıraklıklarını hesaba katmazsın. Ayrıca her işçinin, yazarın, ressamın veya doktorun emek verirken kullanması gereken özel yetenekler ve kabiliyet de dikkate alınmalıdır. Bu tamamen bireysel, kişisel bir faktör. Bunların değerini nasıl tahmin edeceksin?

Bu yüzden değer belirlenemez. Aynı şey bir kişi için çok değerliyken bir başkası için çok az değerli veya değersiz olabilir. Aynı kişi için bile zaman zaman çok değerliyken zaman zaman az değerli olabilir. Bir elmas, bir tablo veya bir kitap, bir kişi için çok büyük bir değere sahip olabilir ve o kişi diğerlerine çok az değer verebilir. Aç olduğunda bir somun ekmek senin için çok değerli olacaktır, aç olmadığında ise çok daha az değerli olacaktır. Bu nedenle bir şeyin gerçek değeri tespit edilemez; değer bilinemeyen bir miktardır.

Ancak ücreti ise kolayca öğrenilir. Beş somun ekmek varsa ve on kişi birer somun ekmek almak isterse, ekmeğin fiyatı artacaktır. On somun ve yalnızca beş alıcı varsa o zaman da fiyat düşecektir. Ücret, arz ve talebe bağlıdır.

Metaların fiyatlar aracılığıyla değiş tokuş edilmesi kâr elde etmeye, faydalanmaya ve sömürüye götürür; kısacası kapitalizmin bir formuna götürür. Kârı ortadan kaldırırsan herhangi bir fiyat sistemi, herhangi bir ücret veya ödeme sistemi olamaz. Bu, değiş tokuşun değere göre olması gerektiği anlamına gelir. Ancak değer belirsiz veya kesinleştirilemez olduğu için değiş tokuş, sonuç olarak “eşit” değer olmaksızın -çünkü böyle bir şey yoktur- adil olmalıdır. Diğer bir deyişle emek ve ürünleri, ihtiyaca göre bedelsiz, kârsız, özgürce alınıp verilmelidir. Bu mantıksal olarak ortak mülkiyete ve ortak kullanıma götürür. Bu sistem mantıklı, adil ve eşitlikçi bir sistemdir ve komünizm olarak bilinir.

“Ama sadece herkesin aynı şekilde paylaşması mı gerekiyor?” diye sorguluyorsun. “Zeki ve ahmak, verimli ve verimsiz, herkes aynı mı? Herhangi bir ayrım yapılmamalı mı, yetenekli olanlar için özel bir takdir yok mu?”

Sana sırasıyla sorayım dostum, doğanın hediyelerini daha güçlü veya daha yetenekli komşusu kadar cömertçe bağışlamadığı adamı cezalandıralım mı? Doğanın kendisine yüklediği dezavantajların üzerine bir de adaletsizlik mi ekleyelim? Herhangi bir insandan makul olarak bekleyebileceğimiz tek şey, elinden gelenin en iyisini yapmasıdır. Daha fazlası mümkün mü? Ve John’un yapabileceği kardeşi Jim’inki kadar iyi değilse bu onun talihsizliğidir ancak bunun için herhangi bir şekilde cezalandırılmamalıdır.

Ayrımcılıktan daha tehlikeli bir şey yoktur. Daha az yetenekli olanlara karşı ayrımcılık yapmaya başladığın anda, tatminsizlik ve öfkeyi besleyen koşullar oluşturursun: Kıskançlığa, uyumsuzluğa ve rekabete yol açarsın. Daha az yetenekli insanlardan ihtiyaç duydukları hava veya suyu alıkoymanın acımasızlık olduğunu düşünüyorsun. Aynı ilke insanın diğer istekleri için de geçerli değil mi? Ne de olsa yemek, giyecek ve barınak meselesi dünya ekonomisindeki en küçük kalemdir.

Birinin elinden gelenin en iyisini yapmasını sağlamanın en kesin yolu ona karşı ayrımcılık uygulamak değil, ona başkalarıyla eşit bir şekilde davranmaktır. Bu, en etkili teşvik ve cesaretlendirmedir. Bu, adil ve insani olandır.

“Ama tembel insanla, çalışmak istemeyen insanla ne yapacaksın?” diye soruyor arkadaşın.

Bu ilginç bir soru ve tembellik diye bir şeyin var olmadığını söylediğimde muhtemelen çok şaşıracaksın. Tembel insan dediğimiz şey, genellikle yuvarlak bir delikteki kare şeklinde biridir. Yani yanlış yerdeki doğru kişi. Ve her zaman bir arkadaşın yanlış yerde olduğunda, verimsiz veya kayıtsız olacağını göreceksin. Çünkü sözde tembellik ve büyük ölçüde verimsizlik sadece uyumsuzluk ve yanlış yerleştirmedir. Eğilimlerin ya da mizacın nedeniyle uygun olmadığın şeyi yapmaya mecbur kalırsan bunda verimsiz olursun; ilgilenmediğin bir işi yapmaya zorlanırsan bu işte tembel olursun.
Çok sayıda insanın istihdam edildiği işleri yönetmiş olan herkes bunu kanıtlayabilir. Hapishanede yaşam, bu gerçeğin özellikle ikna edici bir kanıtıdır ve sonuçta çoğu insan için günümüzün varlığı büyük bir hapishaneden ibarettir. Hapishanede gardiyanlar, tutsakları hiçbir yetenek veya ilgilerinin olmadığı görevlere koyup her zaman tembel olduklarını, sürekli cezaya tabi olduklarını söyleyecektir. Ancak bu “inatçı hükümlüler” kendi eğilimlerine hitap eden bir işe atanır atanmaz, hapishanelerdeki tabirle “makbul insan” oluyorlar.

Rusya’da da bunun gerçekliği kendini yoğun bir şekilde gösterdi. İnsan potansiyellerini ve çevrenin onlar üzerindeki etkisini ne kadar az bildiğimizi, yanlış koşulları kötü davranışla nasıl karıştırdığımızı gösterdi. Yabancı topraklarda sefil ve önemsiz bir yaşam süren, evlerine dönen ve devrimde faaliyetlerine uygun bir alan bulan Rus göçmenler, kendi alanlarında harika işleri başardılar. Muhteşem örgütleyiciler, demiryolları kurucuları ve sanayi yaratıcıları haline geldiler. Bugün yurtdışında en çok tanınan Rus isimleri arasında, yetenekleri ve enerjilerinin uygun alan bulamadığı koşullar altında kayıtsız ve verimsiz olarak kabul edilen insanlar var.

Bu insan doğasıdır: Belirli bir alandaki verimlilik, onun için eğilim ve yetenek anlamına gelir. Endüstri ve sanayi ise kârı ifade eder. Bu yüzden dünyada günümüzde çok fazla verimsizlik ve tembellik var. Bugünlerde gerçekten kim kendisi için doğru olan yerde ki? Kim gerçekten sevdiği ve ilgilendiği şey üzerinde çalışıyor?

Mevcut koşullar altında ortalama bir insanın, kendisini eğilimlerine ve tercihlerine hitap eden görevlere adaması için çok az seçenek var. Doğduğun yer ve koşullar genellikle çalışma alanını veya mesleğini belirler. Finansçının oğlu banka hesaplarıyla ilgilenmektense odunları kırmak için daha yetenekli olsa bile o, odun kırıcısı olmaz. Orta sınıflar çocuklarını kolejlere göndererek onları doktor, avukat ya da mühendis yapar. Ancak ebeveynlerin eğitim almana imkan sağlayamayacak işçiler idiyse, önüne gelen herhangi bir işe girme ya da birinin çırağı olarak ticarete atılma ihtimalin yüksektir. Uğraşına ve mesleğine doğal tercihlerin, eğilimlerin veya yeteneklerin değil içine doğduğun koşullar karar verir. Öyleyse çoğu insanın, ezici çoğunluğun aslında yanlış yere yerleştirilmesi şaşırtıcı mı? Karşılaştığın ilk yüz kişiye yaptıkları işi seçip seçmeyeceklerini veya seçme özgürlüğü olsalardı devam edip etmeyeceklerini sor ve onlardan doksan dokuzu başka bir mesleği tercih edeceklerini kabul edecektir. Gereklilik ve maddi avantajlar ya da bunların umudu çoğu insanı yanlış yerde tutar.

Bir kişi ancak işine ilgisi olduğunda, ona karşı doğal bir çekim hissettiğinde, beğendiğinde verebileceğinin en iyisini verir. O zaman çalışkan ve verimli olacaktır. Modern kapitalizmden önceki günlerde zanaatkârın ürettiği şeyler neşe ve güzellik nesneleriydi çünkü zanaatkâr işini seviyordu. Çirkin devasa fabrikadaki modern angaryadan güzel şeyler çıkmasını bekleyebilir misin? O artık makinenin bir parçası, ruhsuz endüstride bir dişli; işçiliği mekanik ve zorla. Buna kendisi için değil başkasının yararına çalışmayı ve işinden nefret ettiği ya da en iyi ihtimalle haftalık ücretini güvence altına almak dışında hiçbir çıkarının olmadığı hissini ekleyin. Sonuç çekingenlik, verimsizlik, tembelliktir.

Faaliyet ihtiyacı, insanın en temel dürtülerinden biridir. Bir çocuğu izle ve eylem, hareket etme, bir şeyler yapma içgüdüsünün ne kadar güçlü olduğunu gör. Bu içgüdü güçlü ve süreklidir. Sağlıklı her insan için de durum aynıdır. Enerjisi ve canlılığı kendini göstermek ister. Seçtiği işi, sevdiği şeyi yapmasına izin ver; yaparken ne yorgunluk ne de kaçınma hissedecektir. Bunu fabrika işçisinin bir bahçeye ya da üzerinde çiçek ya da sebze yetiştirebileceği bir toprak parçasına sahip olacak kadar şanslı olduğunda gözlemleyebilirsin. Emeği ne kadar zahmetli olursa olsun, özgür seçimle kendi menfaati için yapılan en ağır işlerin bile tadını çıkarır.

Anarşizmde her bir insan, doğal eğilimlerine ve yeteneklerine hitap edecek herhangi bir mesleği takip etme fırsatına sahip olacak. Çalışmak, günümüzde yaşanan öldürücü angarya yerine, bir zevk haline gelecektir. Tembellik bilinmeyecek, ilgi ve sevginin yarattığı şeyler güzellik ve neşe nesneleri olacak.

“Ama emek bir zevk haline gelebilir mi?” diye sorguluyorsun.

Emek; bugün zahmetli, tatsız ve yorucudur. Ancak genellikle çok zor olan işin kendisi değildir: İşi böyle yapan şey, emek vermeye mecbur olduğun koşullardır. Özellikle uzun saatler, sağlıksız atölyeler, kötü muamele, yetersiz ücret vb. Yine de en tatsız işler bile çevreyi iyileştirerek daha hafif hale getirilebilir. Örneğin kanalizasyon temizliğini ele alalım. Pis bir iştir ve parası düşüktür. Bu tür işler için günde 5 dolar yerine 20 dolar alman gerektiğini varsayalım. İşini anında daha hafif ve daha keyifli bulacaksın. İşe başvuranların sayısı bir anda artacak. Bu insanların tembel olmadıkları, uygun şekilde ödüllendirilirlerse zor ve tatsız işlerden korkmadıkları anlamına gelir. Fakat bu tür çalışmalar önemsiz kabul edilir ve küçümsenir. Neden önemsiz kabul edilir? Çok kullanışlı ve kesinlikle gerekli değil mi? Salgın hastalıklar şehrimizi değil, sokak ve kanalizasyon temizleyicilerini mağdur etmiyor mu? Şüphesiz ki şehrimizi temiz ve sağlıklı tutan insanlar gerçek hayırseverlerdir, sağlığımız ve refahımız için aile hekiminden daha hayati önem taşırlar. Toplumsal fayda açısından temizlik işçisi doktorun profesyonel meslektaşıdır: Doktor, hasta olduğumuzda bizle ilgilenir ama temizlik işçisi sağlıklı kalmamıza yardımcı olur. Yine de temizlik işçisi küçümsenirken doktora saygı duyulur ve hürmet gösterilir. Neden? Temizlik işçisinin işi pis olduğu için mi? Cerrahın da çoğu kez gerçekleştirmesi gereken çok “pis” işler vardır. O zaman temizlik işçisi neden küçümsenir? Çünkü çok az para kazanıyor.

Sapkın medeniyetimizde her şey para standartlarına göre değerlenir. En yararlı işi yapan kişiler, istihdamları kötü ücretlendirildiğinde toplumsal ölçekte en düşük seviyededir. Bununla birlikte temizlik işçisinin günde 100 dolar almasına neden olacak bir şey olsaydı ve doktorla aynı ücreti kazansaydı, anında o “pis” temizlik işçisi toplumsal ölçekte yükselir ve birdenbire iyi ücret kazanan saygıdeğer birine dönüşürdü.

Görüyorsunuz ki ücret, maaş, ücret ölçeği; emeğin değer ya da kıymetini değil bugünkü kâr sistemimiz altında işin değerini ve aynı zamanda bir insanın kendisinin “değerini” belirler.

Mantıklı bir toplum -anarşist koşullar altında- bu tür meseleleri yargılamak için tamamen farklı standartlara sahip olacaktır. İnsanlar toplumsal açıdan yararlı olma istekliliklerine göre takdir edilecektir.

Böylesine yeni bir tavrın ne gibi büyük değişimler yaratacağını anlayabiliyor musun? Her birimiz, herkesin saygı ve hayranlığını istiyoruz; bu onsuz yaşayamayacağımız cansuyumuzdur. Hapishanede bile zeki yankesicinin ya da kasa hırsızının, arkadaşlarının takdirini ne kadar istediğini ve bunun için ne kadar çabaladığını gördüm. Çevremizin görüşleri davranışımızı yönetir. Toplumsal atmosfer değerlerimizi ve davranışlarımızı derinden belirler. Kişisel deneyimin sana bunun ne kadar doğru olduğunu söyleyecektir ve bu nedenle anarşist bir toplumda insanların daha hafif bir iş yerine, en yararlı ve zor işi yapmak isteyeceklerini söylediğimde şaşırmayacaksın. Böyle düşünürsen, artık tembellik veya kaçınma korkun olmayacak.

Ancak en zor ve en zahmetli görev, bugün olduğundan daha kolay ve daha temiz yapılabilir. Kapitalist patron, çalışanlarının emeğini daha hoş ve parlak hale getirmek için kullanabileceği parayı harcamayı umursamıyor. Yalnızca bu yolla daha büyük kârlar elde etmeyi umduğunda iyileştirmeler sunacaktır ancak tamamen insani nedenlerden dolayı ekstra harcamaya gitmeyecektir. Yine de sana burada, daha zeki işverenlerin fabrikalarını iyileştirmenin, onları daha sağlıklı ve hijyenik hale getirmenin ve genellikle çalışma koşullarının daha iyi hale getirilmesinin kârlarını arttırdığını görmeye başladığını hatırlatmalıyım. Bunun iyi bir yatırım olduğunun farkındalar: Artan memnuniyetle ve dolayısıyla çalışanlarının daha fazla verimliliği ile sonuçlanıyor. İlke net. Elbette bugün, bu ilke yalnızca daha büyük kârlar için sömürülüyor. Ancak bunlar anarşizmde kişisel kazanç uğruna değil işçilerin sağlığı uğruna emeğin hafifletilmesi için uygulanacaktır. Mekanik alanındaki gelişmemiz o kadar büyük ve sürekli olarak artmakta ki, zorlu işlerin çoğu modern makinelerin ve işçilikten tasarruf sağlayan cihazların kullanılmasıyla ortadan kaldırılabilir. Örneğin kömür madenciliğinde olduğu gibi birçok endüstride efendilerin çalışanlarının refahına kayıtsız kalması ve ilgili harcamalar nedeniyle, yeni güvenlik araçları ve temizlik gereçleri kullanılmamaktadır. Ancak kâr amacı gütmeyen bir sistemde teknik bilim, yalnızca emeği daha güvenli, daha sağlıklı, daha hafif ve daha keyifli hale getirmek amacıyla çalışır.

Arkadaşın, “Ancak ne kadar hafif çalışırsan çalış, günde sekiz saat çalışmak zevkli değildir” diye itiraz ediyor.

Tamamen haklı. Ama neden günde sekiz saat çalışmak zorunda olduğumuzu hiç düşündün mü? Çok uzun zaman önce insanların on iki ve on dört saat kölelik yaptıklarını, Çin ve Hindistan gibi geri kalmış ülkelerde hâlâ böyle olduğunu biliyor musun?

Günde en fazla üç saat çalışmanın dünyayı doyurmak, barındırmak, giydirmek ve onu sadece ihtiyaçlarla değil aynı zamanda tüm modern yaşam konforlarıyla sağlamak için yeterli olduğu istatistiksel olarak kanıtlanabilir. Mesele şu ki beş kişiden biri bugün üretken bir iş yapmıyor. Tüm dünya küçük bir emekçi azınlığı tarafından destekleniyor.

Her şeyden önce günümüz toplumunda yapılan ve anarşist koşullar altında gereksiz hale gelecek olan işin miktarını düşün. Dünyanın ordularını, donanmalarını alın ve savaş kaldırıldığında -tabii ki anarşizmde olduğu gibi- yararlı ve üretken bir çaba için kaç milyon insanın serbest kalacağını düşün.

Her ülkede günlük emek, ülkenin refahına hiçbir katkısı olmayan, hiçbir şey yaratmayan ve hiçbir işe yaramayan milyonları destekliyor. Bu milyonlar, üretici olmadan sadece tüketicidir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde 120 milyonluk bir nüfusta, çiftçiler de dahil olmak üzere 30 milyondan az işçi var. Her ülkede durum benzerdir.

Her 120 kişiye sadece 30 işçi düştüğü için emeğin uzun saatler çalışmak zorunda kalması şaşırtıcı mı? Katipleri, asistanları, acenteleri ve ticari gezginleri ile büyük işletme sınıfları; hakimler, kayıt tutucular, icra memurları vb. ile mahkemeler; personeliyle birlikte avukatlar lejyonu; milis ve polis güçleri; kiliseler ve manastırlar; hayır kurumları ve fakirler; gardiyanları, memurları, bakıcıları ve üretken olmayan hükümlü nüfusu ile hapishaneler; işi seni istemediğin veya ihtiyacın olmayan şeyleri almaya ikna etmek olan reklamcılar ve yardımcılarından oluşan orduları, tüm tembellik içinde lüks bir şekilde yaşayan sayısız unsurdan bahsetmiyorum bile. Bütün bunlar her ülkede milyonlarca kişidir.

Eğer tüm bu milyonlar kendilerini yararlı bir emeğe verseydi işçinin günde sekiz saat uğraşması gerekecek miydi? Eğer 30 kişi belirli bir görevi yerine getirmek için sekiz saat ayırmak zorundaysa 120 kişinin aynı şeyi başarması ne kadar az zaman alır? Seni istatistiklere boğmak istemiyorum, ancak günlük 3 saatten az fiziksel eforun dünyanın işini yapmak için yeterli olacağını kanıtlamak için yeterli veri var.

Dünyanın en zor işinin bile sadece günde üç saatte, en hijyenik ve sağlıklı koşullarda, kardeşlik ve emeğe saygı atmosferinde şu anki lanetli kölelik yerine bir zevk haline geleceğinden şüphen var mı?

Ayrıca bu kısa saatlerin daha da azalacağı günü önceden tahmin etmek zor değil. Çünkü teknik yöntemlerimizi sürekli geliştiriyoruz ve her zaman yeni iş gücü tasarrufu sağlayan makineler icat ediliyor. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki yaşamı Çin veya Hindistan’daki yaşamla karşılaştırarak görebileceğin gibi, mekanik gelişme daha az iş ve daha fazla konfor anlamına gelir. Çin ve Hindistan gibi ülkelerde varoluşun en yalın gereksinimlerini karşılamak için uzun saatler boyunca çalışılır, oysa Amerika’da ortalama bir işçi bile daha az çalışma saatiyle çok daha yüksek bir yaşam standardına sahiptir. Bilimin ve tekniğin gelişmesi, sevdiğimiz arayışlar için daha fazla boş zaman anlamına geliyor.

Kârın ortadan kalktığı mantıklı bir sistem altındaki örneklerin olanaklarını geniş ve detaylı bir şekilde özetledim. Böylesi bir toplumsal durumun en ufak detaylarına girmek gerekli değildir: Anarşist komünizmin herkes için özgür bir yaşamla en büyük maddi refah anlamına geldiğini göstermek için söylenenler yeterlidir.

Emeğin hoş bir egzersiz haline geleceği zamanı, fiziksel çabanın dünyanın ihtiyaçlarına eğlenceli bir şekilde uyarlanabileceğini tahayyül edebiliriz. İnsan daha sonra günümüze dönüp bakacak, bugünkü çalışmanın kölelik olup olmadığını merak edecek ve nüfusun geri kalanı zamanlarını, sağlıklarını ve halkın zenginliğini boşa harcarken alnının teriyle ekmeği kazananların -nüfusun beşte birinden daha azını oluşturanların- acı çektiği bir neslin akıl sağlığını sorgulayacak. İnsanların ihtiyaçlarının en özgür şekilde karşılanmasının neden açıklıkla kabul edilmediğini ya da doğal olarak aynı nesneleri arayan insanların, karşılıklı çekişmelerle hayatı zor ve sefil hale getirmekte neden ısrar ettiklerini merak edecekler. Lükslerle zengin bir dünyada insanın tüm varoluşunun sürekli bir yemek mücadelesi olduğuna -büyük çoğunluğa kalbin ve aklın daha yüksek arayışı için ne zaman ne de güç bırakan bir mücadele- inanmayı reddedecekler.

“Ama anarşizmle yaşam, ekonomik ve toplumsal eşitlikte herkesin ‘aynı’ olduğu anlamına gelmeyecek mi?” diye soruyorsun.

Hayır dostum, tam tersi. Çünkü eşitlik niceliksel eşitlik değil fırsat eşitliği demektir. Örneğin Smith’in günde beş öğüne ihtiyacı olması Johnson’ın da aynı öğün yemek yemesi gerektiği anlamına gelmez. Eğer Smith beş öğün yemek isterken Johnson yalnızca üç öğün yemek isterse her birinin tükettiği miktar eşit olmayabilir. Ancak her iki adam da kendi doğasının gerektirdiği kadar, ihtiyaç duyduğu kadar tüketmek konusundaki fırsatta tamamen eşittir.

Özgürlükte eşitliği tutsakların tutulduğu kamplardaki zoraki eşitlik ile özdeşleştirme hatasına düşme. Gerçek anarşist eşitlik, niceliği değil özgürlüğü ifade eder. Bu, herkesin aynı şeyleri yemesi, içmesi veya giymesi, aynı işi yapması veya aynı şekilde yaşaması gerektiği anlamına gelmez. Aslında tam tersidir.

İştahların farklılığı gibi, bireysel ihtiyaçlar ve zevkler de farklılık gösterir. Gerçek eşitliği oluşturan şey bunları tatmin etmek için fırsat eşitliğidir.

Bu eşitlik aynılaşmanın ötesinde, mümkün olan en geniş çeşitlilikteki faaliyet ve gelişmenin kapısını açar. Çünkü insan karakteri çok çeşitlidir ve bu çeşitliliğin bastırılması sadece tekdüzelik ve aynılaşma ile sonuçlanır. Bireyselliğini ifade etme ve eyleme dönüştürme özgürlüğü, doğal farklılıkların ve varyasyonların gelişmesi anlamına gelir.

İki çimen yaprağının birbirine benzemediği söylenir. İnsanlar çok çok daha az benzerdir. Dünyada iki kişi dış görünüşte bile tam olarak birbirine benzemez; fizyolojik, zihinsel ve ruhsal yapıları daha da farklıdır. Yine de bu çeşitliliğe ve bin bir karakter farklılığına rağmen, insanları günümüzde birbirine benzemeye zorluyoruz. Hayatımız ve alışkanlıklarımız, davranışlarımız ve tavırlarımız, hatta düşüncelerimiz ve duygularımız tek tip bir kalıba sıkıştırılır ve aynılık haline getirilir. Otorite, hukuk, yazılı ve yazılı olmayan, gelenek ve görenek ruhu bizi ortak bir çukura zorlar ve insanı bağımsızlık veya bireyselliğin olmadığı iradesiz bir otomat haline getirir. Bu ahlaki ve entelektüel esaret, herhangi bir fiziksel zorlamadan daha baskıcıdır, insanlığımız ve gelişimimiz için daha yıkıcıdır. Hepimiz onun kurbanlarıyız ve sadece son derece güçlü olanlar zincirlerini -sadece kısmen- kırmayı başarır.

Geçmişin ve şimdinin otoritesi sadece davranışımızı belirlemekle kalmaz, aynı zamanda zihnimize ve ruhumuza da hükmeder ve uyumsuzluğun, bağımsız tavrın ve alışılmışın dışında düşüncenin her belirtisini bastırmak için sürekli olarak çalışır. Toplumsal kınamanın tüm ağırlığı, geleneksel kurallara meydan okumaya cüret eden erkek ya da kadının başına gelir. Dövülmüş yolu takip etmeyi reddeden Protestan’a veya kabul edilen formüllere inanmayan kafirlere acımasız bir öç alma dalgası gelir. Bilimde ve sanatta, edebiyatta, şiirde ve resimde bu ruh adaptasyonu ve uyumu zorunlu kılarak yerleşmiş ve onaylanmış olanın, kalıplaşmış ifadede tekdüzelik ve aynılık içinde taklit edilmesiyle sonuçlanır. Ama daha da korkunç bir şekilde gündelik ilişkilerimizde ve davranışlarımızda yani gerçek yaşamda uygunsuzluk cezalandırılır. Ressam ve yazar zaman zaman gelenek ve emsallere karşı geldiği için affedilebilir çünkü sonuçta isyanları kağıt veya tuval ile sınırlıdır: Sadece nispeten küçük bir çevreyi etkiler. Onlar göz ardı edilebilir veya çok az zarar verebilecek eylemler olarak etiketlenebilir ancak kabul edilmiş standartlara meydan okumasını toplumsal hayata taşıyan eylem insanı için durum bu değildir. O zararsız olarak kabul edilmez. Örnek gücüyle, varlığıyla tehlikelidir. Toplumsal kanunları ihlal etmesi ne göz ardı edilebilir ne de affedilebilir. Toplum düşmanı olarak suçlanır.

Egzotik şiirlerde ifade edilen veya alçakgönüllü felsefi tezlerde maskelenen devrimci duygu veya düşünceye işte bu nedenle göz yumulabilir, resmi ve gayriresmi sansürden sıyrılabilir çünkü genel olarak halk tarafından ne erişilebilir ne de anlaşılır. Ancak aynı muhalif tavrı halk için dile getirirsen derhal yerleşik olanın korunmasını savunan tüm güçlerin ağızlarından köpükler saçarak seni kınamalarıyla yüzleşirsin.

Zorunlu uyum en öldürücü zehirden bile daha kısır ve öldürücüdür. Çağlar boyunca, insanın gelişmesinin önündeki en büyük engel olmuş, onu binlerce yasak ve tabu ile tehlikeye atmış, aklını ve kalbini eskimiş kanun ve kodlarla ağırlaştırmış, iradesini düşünce ve duygu zorunluluklarıyla, “yapmalısın” ve “yapmayacaksın” davranış ve eylemleriyle engellemiştir. Yaşam, yaşama sanatı; donuk, düz ve hareketsiz bir reçete haline geldi.

Yine de insan doğasının doğuştan gelen çeşitliliği o kadar güçlüdür ki bu yüzyıllarca süren aptallaştırma onun özgünlüğünü ve benzersizliğini tamamen ortadan kaldırmayı başaramamıştır. Haklısın. Büyük çoğunluk, geniş ovalara geri dönemeyecek kadar derin çukurlara düşmüş durumda. Ancak bazıları alışılagelmiş yoldan uzaklaşıyor, güzelliğin ve ilhamın yeni manzaralarının kalbe ve ruha seslendiği açık yolu buluyor. Dünya bu insanları kınıyor ama yavaş yavaş onların örneklerini takdir ve takip ediyor, nihayet onlarla yan yana duruyor. Bu arada bu yol göstericiler öldükten sonra onlar için anıtlar dikiyoruz ve onların ruhlarını paylaşan kardeşlerini, kendi çağımızın yol göstericilerini çarmıha germeye ve onları düşmanlaştırmaya devam ediyoruz.

Bu hoşgörüsüzlük ve zulüm ruhunun altında otorite alışkanlığı vardır: Baskın standartlara uymaya zorlama, emsal ve kurallara göre -ahlaki ve yasal olarak- başkaları gibi olmaya ve onlar gibi hareket etmeye zorlama.

Uygunluğun doğal bir özellik olduğu genel görüşü tamamen yanlıştır. Tam tersine beşikten beri zihne işlenen alışkanlıklardan kurtulup en ufak bir şans yakalandığında insan, benzersizliği ve özgünlüğü kanıtlar. Örneğin çocukları gözlemle, zihinsel ve ruhsal ifadede tavır ve tutum açısından çok çeşitli farklılıklar göreceksin. Ebeveyn ve öğretmenin otoritesine karşı isyanla, dışarıdan empoze edilen iradeye açık ve gizli bir muhalefetle tezahür eden, bireyselliğe ve bağımsızlığa, uyumsuzluğa içgüdüsel bir eğilim keşfedeceksin. Çocuğun tüm öğrenimi ve “eğitimi”, bu eğilimi bastırmak ve ezmek için sürekli bir süreçtir. Onun ayırt edici özelliklerinin, başkalarına benzememesinin, kişiliğinin ve özgünlüğünün ortadan kaldırılmasıdır. Yine de bir yıl boyunca süren baskı, bastırma ve kalıplamaya rağmen olgunluğa ulaştığında çocukta bir miktar özgünlük devam eder. Bu da bireyselliğin kaynaklarının ne kadar derin olduğunu gösterir. Mesela bir trajediye, büyük bir yangına aynı zamanda ve aynı yerde tanık olan herhangi iki kişiyi ele alalım. Her biri hikayeyi farklı bir şekilde anlatacak, her biri kendi doğal olarak farklı psikolojisi nedeniyle onu ilişkilendirme biçiminde ve yaratacağı izlenimde özgün olacaktır. Ama aynı iki kişiyle bazı temel toplumsal meseleler hakkında, örneğin yaşam ve devlet hakkında konuşun. Hemen benzer düşünceleri -yerleşik görüşü, egemen zihniyeti- ifade ettiklerini duyarsınız.

Neden? Çünkü insan; ilke ve kurallarla engellenmediği, alışılmışın dışında olma korkusuyla sınırlanmadığı ve kendisi için düşünme, hissetme özgürlüğüne bırakıldığında bağımsız ve özgür olacaktır. Ancak sohbet, toplumsal zorunluluklarımız alanındaki konulara değindiği anda, kişi tabuların pençesine düşer ve bir kopya, bir papağan olur.

Anarşizmde özgür yaşam, insanı yalnızca mevcut politik ve ekonomik köleliğinden özgürleştirmekten daha fazlasını yapacaktır. Bu, gerçek bir insan varoluşunun başlangıcı, yalnızca ilk adımı olacaktır. Böylesi bir özgürlüğün sonuçları, onun insanın zihni ve kişiliği üzerindeki etkileri çok daha büyük ve önemli olacaktır. Zorlayıcı dış iradenin ve onunla birlikte otorite korkusunun ortadan kaldırılması, ahlaki zorlamanın bağlarını ekonomik ve fiziksel bağlar kadar gevşetecektir. İnsanın ruhu özgürce nefes alacak ve bu zihinsel kurtuluş yeni bir kültürün, yeni bir insanlığın doğuşu olacak. Zorunluluklar ve tabular ortadan kalkacak. İnsan, bireysel eğilimlerini ve benzersizliğini geliştirmeye ve ifade etmeye başlayacak. Kamu vicdanı “yapmayacaksın” yerine “bütün sorumluluğu üstlenerek yapabilirsin” diyecek. Bu, insanlık onuru ve kendine güven konusunda evde ve okulda başlayan, hayata yeni bir tavırla bakan yeni bir ırkı yaratacak eğitime dönüşecek.

Yeni günün insanı, varoluşu tamamen farklı bir düzlemde görecek ve hissedecek. Onun için yaşamak bir sanat ve bir neşe olacak. Hayatı, herkesin olunabilecek en hızlı koşucu olmaya çalışması gereken bir yarış olarak görmeyi bırakacak. Boş zamanı işten daha önemli olarak görecek ve iş; boş zamanın, yaşamdan zevk almanın aracı olarak kendisine uygun olan pozisyona -geri plana- atılacaktır.

Hayat; daha ince kültürel değerler için çabalamak, doğanın gizemlerine nüfuz etmek, daha yüksek gerçeğe ulaşmak anlamına gelecektir. Zihninin sınırsız olanaklarını kullanma, bilgi sevgisinin peşinden gitme, yaratıcı dehasını uygulama, yaratma ve hayal gücünün kanatlarında uçma özgürlüğüne sahip olan insan; tam potansiyeline ulaşacak ve gerçekten de insan olacaktır. Doğasına göre büyüyecek ve gelişecektir. Tek tipliği küçümseyecek; insan çeşitliliği onun varlığın zenginliğine olan ilgisini artıracak ve daha tatmin edici bir his verecektir. Onun için hayat, işleyişten değil yaşamaktan ibaret olacak ve insanın yaratabileceği en büyük özgürlüğe, neşe içindeki özgürlüğe kavuşacaktır.

“O gün gelecekte, çok uzaklarda. Bunu nasıl gerçekleştireceğiz?” diye soruyorsun.

Gelecekte belki; yine de belki o kadar da uzakta değildir, bunu kimse söyleyemez. Her halükarda doğru yolda kalmak istiyorsak nihai amacımızı daima görüş alanında tutmalıyız. Anlattığım değişiklik bir gecede gerçekleşmeyecek; hiçbir şey bir gecede gerçekleşmez. Doğadaki ve toplumsal yaşamdaki her şeyde olduğu gibi kademeli bir gelişme olacaktır. Ancak mantıklı, gerekli ve kaçınılmaz bir gelişme olacağını söyleyebilirim. Kaçınılmazdır, çünkü insanın eğilimi hep bu yönde olmuştur; zikzaklar halinde olsa ve genellikle yolunu kaybetse bile bu eğilim her zaman doğru yola döner.

O halde “bu” nasıl var olacak?

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (22): Anarşist Komünizm İşlevsel Midir? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/05/30/anarsizm-nedir-22-anarsist-komunizm-islevsel-midir-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (21): Anarşizm Mümkün Müdür? – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/05/19/anarsizm-nedir-21-anarsizm-mumkun-mudur-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/05/19/anarsizm-nedir-21-anarsizm-mumkun-mudur-alexander-berkman/#respond Wed, 19 May 2021 16:44:06 +0000 https://meydan1.org/?p=72479 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 21. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. “Eğer devletsiz yaşayabilseydik mümkün olabilirdi ama yaşayabilir miyiz?” diye soruyorsun. Soruna verilebilecek en iyi cevabı […]

The post Anarşizm Nedir? (21): Anarşizm Mümkün Müdür? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 21. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

“Eğer devletsiz yaşayabilseydik mümkün olabilirdi ama yaşayabilir miyiz?” diye soruyorsun.

Soruna verilebilecek en iyi cevabı senin hayatını inceleyerek verebiliriz.

Devlet var oluşunda nasıl bir rol oynuyor? Yaşamana yardımcı oluyor mu? Seni doyuruyor mu, giydiriyor mu, barınmanı sağlıyor mu? Çalışmak ve keyif almak için onun yardımına muhtaç mısın? Hastalandığında doktoru mu çağırırsın yoksa polisi mi? Devlet sana doğanın bahşettiklerinden daha fazlasını verebilecek kabiliyete sahip mi? Seni hastalıktan, yaşlılıktan veya ölümden koruyabilir mi?

Gündelik yaşantını düşün; devletin senin işlerine müdahale etmek, seni belirli şeyleri yapmaya zorlamak veya yapmaktan men etmek dışında hayatında hiçbir işlevi olmadığını göreceksin. Örneğin -istesen de istemesen de- seni vergi ödemeye ve kendisini desteklemeye zorlar. Üniforma giyip orduya katılmanı sağlar. Kişisel yaşamını istila eder, sana emreder, seni zorlar, ne yapacağını belirler ve sana genellikle istediği gibi davranır. Sana neye inanman gerektiğini bile söyler, başka türlü düşündüğün ya da davrandığında seni cezalandırır. Ne yiyip içeceğini bile belirler ve itaatsizlik ettiğin için seni hapseder veya vurur. Sana emreder ve hayatının her anına hükmeder. Seni kötü ve bir koruyucunun güçlü eline ihtiyaç duyan sorumsuz bir çocuk olarak görür; itaat etmezsen de seni sorumlu tutar.

Anarşizmde yaşamın ayrıntılarını daha sonra ele alacağız. Bu toplum biçiminde hangi koşulların ve kurumların var olacağını, nasıl işleyeceklerini ve insan üzerinde ne gibi etkilere sahip olabileceklerini göreceğiz.

Şimdilik ilk önce böyle bir koşulun mümkün olduğundan, anarşizmin uygulanabilirliğinden bahsedelim.

Günümüzde ortalama bir insanın varoluşu ne anlama gelir ki? Neredeyse tüm zamanını geçimini sağlamaya ayırıyorsun. Hayatını kazanmak için o kadar meşgulsün ki yaşamak için, hayatın tadını çıkarmak için neredeyse hiç zamanın kalmıyor. Zamanın olmadığı gibi paran da yok. Bir işin varsa şanslısın. Ekonomik durgunluk zaman zaman yükseliyor: İşsizlik var ve her yıl her ülkede binlerce kişi daha işsiz kalıyor.

Böylesi zamanlarda gelir yok, ücret yok. Endişe ve yoksunluk, hastalık, çaresizlik ve intihar var. Yoksulluk ve suç var. Bu yoksulluğu hafifletmek için -hepsi vergilerin tarafından finanse edilen- hayır kurumları, aşevleri, bedava hastaneler inşa ediliyor. Suçu önlemek ve suçluları cezalandırmak için polisi, hâkimleri, savcıları, hapishaneleri, gardiyanları, bütün devlet güçlerini fonlamak zorunda olan yine sensin. Daha anlamsız ve işlevsiz bir şey hayal edebiliyor musun?

Yasama meclisleri kanunları geçirir, hâkimler onları yorumlar, çeşitli memurlar onları infaz eder, polis suçluyu takip eder ve tutuklar, son olarak hapishane müdürü onu hapseder. Çok sayıda kişi ve kurum, işi olmayanı çalmaktan alıkoymakla meşgul ve çalmayı denerse de onu cezalandırıyor. Sonra ona, yokluğu ilk başta yasayı çiğnemesine neden olan, yaşamını idame ettirebileceği kaynaklar sağlanır. Kısa veya uzun bir dönemden sonra serbest kalır. Sonrasında eğer iş bulamazsa aynı hırsızlık, tutuklama, yargılama ve hapis döngüsü yeniden başlar.

Bu yaşadığımız sistemin saçma karakterinin kaba ama tipik bir örneğidir; aptal ve verimsiz. Yasa ve düzen ise bu sistemi destekliyor.

Gerçekte hayatımızın devletle hiçbir bağlantısı yok, devlete ihtiyacımız yok. Devlet sadece yasa ve düzenin devreye girmesiyle hayatımıza müdahil olabiliyorken yine de çoğu insanın devletsiz yaşayabileceğimizi hayal edememesi garip değil mi?

“Ama güvenlik ve kamu düzeni…” diye itiraz ediyorsun, “Yasa ve düzen olmadan buna sahip olabilir miydik? Bizi suçluya karşı kim koruyacak?”

Gerçek şu ki -önceki bölümlerde de gördüğümüz gibi- “yasa ve düzen” denen şey gerçekten en kötü düzensizliktir. Az da olsa sahip olduğumuz bütün düzen ve barış, çoğunlukla devlete rağmen halkın sağduyusu ve ortak çabasından kaynaklanmaktadır. Devletin sana “hareket halindeki bir otomobilin önüne geçmemeni” söylemesine ihtiyacın var mı? Brooklyn Köprüsü’nden veya Eyfel Kulesi’nden atlamaman için onun emirlerine ihtiyacın var mı?

İnsan toplumsal bir varlıktır: Tek başına var olamaz, topluluk halinde yaşar. Bize güvenlik ve rahatlık sağlayan ortaklaşmalar karşılıklı ihtiyaç ve ortak çıkarlarla var olur. Bu tür bir birlikte çalışma özgürlük ve gönüllülük esasına dayanır; herhangi bir devletin zorlamasına gerek yoktur. Bir spor kulübüne veya bir müzik topluluğuna katılırsın çünkü eğilimlerin bu yöndedir ve diğer üyelerle seni kimse zorlamadan iş birliği yaparsın. Bilim insanı, yazar, sanatçı ve mucit, kendi yöntemleri doğrultusunda ilhamı ve ortak çalışmayı arar. Arzuları ve ihtiyaçları en iyi dürtüleridir: Herhangi bir devletin veya otoritenin müdahalesi bu dürtüleri yalnızca engelleyebilir.

Yaşam boyunca insanların ihtiyaçlarının ve eğilimlerinin birlik, karşılıklı koruma ve yardımı yarattığını göreceksin. İşleri yönetmekle insanları yönetmek arasındaki fark budur; bir şeyleri özgürce seçerek yapmak ile zorunlu olarak yapmak arasındaki fark. Anarşizm ile devlet arasındaki fark, özgürlük ve baskı arasındaki farktır. Anarşizm, zorunlu katılım yerine gönüllü işbirliği anlamına gelir; müdahale ve düzensizlik yerine uyum ve düzen demektir.

“Ama bizi suça ve suçlulara karşı kim koruyacak?” diye soruyorsun.

Bunun yerine, devletin gerçekten bizi onlardan koruyup korumadığını sor kendine. Suça neden olan koşulları yaratan ve sürdüren devletin ta kendisi değil mi? Bütün devletlerin kendini dayandırdığı hoşgörüsüzlük ve zulüm ruhu işgali ve şiddeti, nefreti ve acıyı büyütmüyor mu? Devletin yüzünden yoksulluk ve adaletsizlik artarken suç da artmaz mı? Devletin kendisi en büyük adaletsizlik ve suç değil mi?

Suç iktisadi koşulların, toplumsal eşitsizliğin, devletin ve tekelin ebeveynleri olduğu yanlışların ve kötülüklerin sonucudur. Devlet ve yasa ancak suçluyu cezalandırabilir. Suça ne çare olur ne de oluşmasını önler. Suçun tek gerçek çaresi, nedenlerini ortadan kaldırmaktır ve devlet bunu asla yapamaz çünkü o, bu nedenleri korumak için oradadır. Suç, ancak ona sebep olan koşullar ortadan kaldırıldığında ortadan kalkar. Devlet bunu yapamaz.

Anarşizm, bu koşulları ortadan kaldırmak demektir. Devletten, onun baskı ve adaletsizliğinden, eşitsizlik ve yoksulluktan kaynaklanan suçlar anarşizm ile ortadan kalkacaktır. Bunlar, suçun açık ara en büyük yüzdesini oluşturmaktadır.

Kıskançlıktan, tutkudan ve günümüz dünyasına hâkim olan zorlama ve şiddet ruhundan kaynaklananlar bazı diğer suçlar bir süre daha devam edecektir. Ancak bunlar, otorite ve mülkiyetin evlatları, onları geliştiren atmosferin ortadan kalkmasıyla birlikte sağlıklı koşullar altında yavaş yavaş ortadan kalkacaktır.

Anarşi bu nedenle ne suç doğuracak ne de suçun gelişmesi için herhangi bir alan açacaktır. Ara sıra meydana gelen anti-sosyal eylemler, daha önceki hastalıklı koşulların ve tutumların kalıntıları olarak görülecek ve suçtan ziyade sağlıksız bir ruh hali olarak ele alınacaktır.

Anarşi “suçluyu” izlemek, tutuklamak, zorlamak ve hapse atmak yerine, sürece önce onu doyurarak ve çalışmasını güvence altına alarak başlayacak ve sonunda onu doyurması gereken diğer pek çok kişiyi de doyurarak sona erdirecektir. Sadece bu örnek bile anarşizm ile hayatın şimdi olduğundan çok daha mantıklı ve basit olacağını gösteriyor.

Gerçek şu ki: Günümüzde yaşam işlevsel değil, hiçbir açıdan tatmin edici değil. Karmaşık ve karışık… Bu yüzden bu kadar çok sefalet ve hoşnutsuzluk var. Ne çalışan ne de sürekli “kötü zamanlarda” mülkiyetini ve gücünü kaybedeceğinden endişe duyan efendi hayatından memnun. Gelecek kaygısı yoksulların ve zenginlerin adımlarını aynı şekilde takip ediyor.

İşçinin; devletten ve kapitalizmden anarşiye -devletin olmadığı bir duruma- geçerek kaybedeceği hiçbir şeyi yok. Orta sınıfların da varoluşlarına olan güvenleri ancak işçiler kadar. İmalatçı ve toptancının, büyük sanayi ve sermaye ortaklıklarının iyi niyetine bağımlılar; her zaman iflas ve mahvolma tehlikesiyle karşı karşıyalar.

Anarşizmde herkesin yaşamı ve rahatlığı güvence altında olacak; özel mülkiyetin kaldırılmasıyla rekabet korkusu ortadan kalkacak. Herkes, kapasitesinin sonuna kadar yaşama ve hayatından zevk alma konusunda bütünlüklü ve engelsiz bir fırsata sahip olacak.

Buna barış ve birlikte yaşama bilincini; finansal veya maddi endişelerden bağımsız özgürlüğün getirdiği duyguyu; kıskançlığın veya zihnini rahatsız edecek iş rekabetinin olmadığı dostane bir dünyada, kardeşlerin dünyasında, özgürlük ve genel refah atmosferinde olduğumuzun farkına varılmasını ekle.

Anarşist toplumda insana açılacak harika fırsatları bugünün koşullarıyla düşünebilmek neredeyse imkânsızdır. Bilim insanı, günlük ekmeği hakkında taciz edilmeden, kendisini sevdiği uğraşlara tamamen adayabilecektir. Mucit, keşifleri ve icatlarıyla insanlığa fayda sağlayacak her tesisi emrinde bulabilecektir. Yazar, şair, sanatçı; hepsi özgürlüğün ve toplumsal uyumun kanatları üzerinde daha yüce başarılara yükselebileceklerdir.

Ancak o zaman doğruluk ve adalet varlığını bulacaktır. İnsanın ya da halkın hayatında bu duyguların rolünü küçümseme. Yalnızca ekmekle yaşamıyoruz. Doğru, fiziksel ihtiyaçlarımızı karşılama fırsatı olmadan var olmak mümkün değildir. Ancak bunların doyumu hiçbir şekilde tüm yaşamı oluşturmaz. Mevcut medeniyet sistemimiz, milyonlarca insanı bu doyumdan mahrum bırakarak tabiri caizse mideyi evrenin merkezi haline getirdi. Ancak mantıklı bir toplumda hali hazırda bolca bulunan salt zorunlu ihtiyaç ürünleri, geçim kaynağının güvenliği, tıpkı hava gibi karşılıksız olmalıdır. Böylece insanda bulunan sempati, doğruluk ve adalet duyguları gelişme, tatmin olma, genişleme ve büyüme şansına sahip olabilir. Yüzyıllarca süren baskı ve sapkınlığa rağmen, adalet ve dürüstlük bugün bile hala insanın kalbinde yaşıyor. Yok edilemedi. Yok edilemez çünkü bu duygular doğuştan, insana ait, kendini koruma içgüdüsü kadar güçlü ve mutluluğumuz için hayati önem taşıyor. Çünkü bugün dünyada sahip olduğumuz tüm sefalet maddi refah eksikliğinden kaynaklanmıyor. İnsan, açlığa adaletsizlik bilincinin yokluğundan daha fazla dayanabilir. Sana haksız davranıldığının farkındalığı seni protesto ve isyana -en az açlık kadar, belki daha da hızlı bir şekilde- sürükleyecektir. Açlık, her isyanın veya ayaklanmanın doğrudan nedeni olabilir. Ancak bunun altında insanların adaletsizlik ve haksızlığa karşı düşmanlığı ve nefreti yatar. Gerçek şu ki doğruluk ve adalet hayatımızda çoğu insanın bildiğinden çok daha önemli bir rol oynamaktadır. Bunu inkâr edenler, tıpkı tarih konusunda olduğu gibi, insan doğası hakkında da çok az şey bilirler. Günlük yaşamda insanların adaletsizlik olarak gördükleri şeylere öfkelendiklerini sık sık görüyorsun. “Bu doğru değil!” sözü, insanın yanlış yapıldığını hissettiğinde gösterdiği içgüdüsel protestodur. Elbette herkesin yanlış ve doğru anlayışı geleneklerine, çevresine ve yetişmesine bağlıdır ancak anlayışı ne olursa olsun, doğal dürtüsü yanlış ve adaletsiz olduğunu düşündüğü şeye karşı tepki göstermektir.

Tarihsel olarak aynı durum geçerlidir. Doğru ve yanlış anlayışı uğruna çıkan isyanların ve savaşların sayısı, maddi koşullar uğruna olanlardan daha fazladır. Marksistler doğru ve yanlış anlayışlarımızın “ekonomik koşullarımız” tarafından oluşturulduğunu iddia edebilirler. Ancak bu, doğruluk ve adalet duygusunun insanlara her zaman idealleri adına kahramanlık ve fedakârlık yapmaları için ilham vermiş olduğu gerçeğini hiçbir şekilde değiştirmez.

Her yaştan Mesihler ve Budalar maddi kaygılar tarafından değil doğruluk ve adalet duygusuna bağlılıkları tarafından harekete geçirildi. Her mücadelenin öne çıkanları, kişisel sebepleri için değil davalarının adaletine olan inançları nedeniyle iftiraya uğradılar, zulüm gördüler, hatta yaşamlarını yitirdiler. John Huslar, Lutherler, Brunolar, Savonarolar, Galileolar ve diğer birçok dini ve toplumsal idealist, inandıkları davayı savunarak mücadele ettiler ve yaşamlarını yitirdiler. Benzer şekilde, Sokrates zamanından günümüze bilim, felsefe, sanat, şiir ve eğitimde insanlar hayatlarını hakikat ve adalet hizmetine adadılar. Siyasi ve toplumsal ilerleme alanında Musa ve Spartaküs’ten başlayarak, insanlığın en soyluları kendilerini özgürlük ve eşitlik ideallerine adadılar.

İdealizmin bu zorlayıcı gücü sadece istisnai bireylerle sınırlı değildir. Halklar da her zaman bundan ilham almıştır. Örneğin Amerikan Bağımsızlık Savaşı, Koloniler’de temsil edilmedikleri halde vergilendirmenin adaletsizliğine karşı halkın kızgınlığıyla başladı. Haçlı Seferleri Hristiyanlar için Kutsal Topraklar’ı güvence altına almak amacıyla iki yüz yıl boyunca devam etti. Bu dini ideal, doğruluk ve adalet adına altı milyon erkeğe, hatta çocuklara; anlatılmamış zorluklarla, salgınlarla ve ölümle yüzleşmeleri için ilham verdi. Son yaşanan Dünya Savaşı bile, neden ve sonuç bakımından kapitalist olmakla birlikte, milyonlarca insan bu savaşın haklı bir amaç için demokrasi için ve tüm savaşların sona ermesi için verildiğine inanarak savaştı.

Yani tarih boyunca, geçmişte ve modern zamanda, doğruluk ve adalet duygusu insanı bireysel ve toplu olarak fedakârlık ve bağlılık eylemlerine teşvik etti. Onu günlük varoluşunun ortalama sıkılığının çok üstüne çıkardı. Bu idealizmin kendisini zulüm, şiddet ve katliam eylemlerinde ifade etmesi elbette trajiktir. Bu biçimleri belirleyen; kralın, rahibin ve efendinin acımasızlığı, kendilerini arayışları, cehalet ve fanatizmdi. Ama bu biçimleri dolduran ruh, doğruluk ve adaletti. Tüm geçmiş deneyimler, bu ruhun her zaman hayatta olduğunu ve insan yaşamının her anında güçlü ve baskın bir faktör olduğunu kanıtlıyor.

Günümüzde, varoluşumuzun koşulları insanın bu en asil özelliğini zayıflatıyor ve bozuyor, tezahürünü saptırıyor ve onu hoşgörüsüzlük, zulüm, nefret ve çekişme ile dolduruyor. Ama insan maddi çıkarların yozlaştırıcı etkilerinden, cehaletten ve sınıf çelişkisinden kurtulduktan sonra doğuştan gelen doğruluk ve adalet ruhu kendisini ifade edebileceği yeni biçimler bulacaktır. Bu biçimler bireysel barış ve toplumsal uyuma doğru daha büyük kardeşlik ve iyi niyeti var edecektir.

Bu ruh ancak anarşiyle tam gelişimine ulaşabilir. Günlük ekmeğimiz için alçaltıcı ve acımasız mücadeleden kurtulmak, emeği ve refahı paylaşmak, insanın kalbinin ve zihninin en iyi nitelikleri olan gelişme ve bunun uygulaması için fırsatlara sahip olmak. İnsan gerçekten de -şimdiye kadar ancak rüyasında görebildiği haliyle- doğanın asil eseri haline gelecektir.

İşte bu nedenlerden ötürü anarşizm yalnızca belirli bir unsur veya sınıfın değil tüm insanlığın idealidir çünkü en geniş anlamıyla hepimize fayda sağlayacaktır. Anarşizm, insanlığın evrensel ve daimî arzusunun açık ve kesin ifadesidir.

Bu nedenle her erkek ve kadın anarşinin ortaya çıkmasına yardım etmekle hayati derecede ilgilenmelidir. Böyle yeni bir hayatın güzelliğini ve adaletini anlasalardı kesinlikle ilgilenirlerdi. Duygudan ve sağduyudan yoksun olmayan her insan anarşizme eğilimlidir. Yanlıştan ve adaletsizlikten, kötülükten, yolsuzluktan ve günümüzdeki hayatımızın pisliğinden muzdarip olan herkes, içgüdüsel olarak anarşiye sempati duyar. Kalbi şefkat, merhamet ve sempati karşısında ölmemiş olan herkes, anarşiyi büyütmekle ilgilenmelidir. Yoksulluğa ve sefalete, zorbalığa ve baskıya katlanmak zorunda olan herkes, anarşinin gelişini memnuniyetle karşılamalıdır. Özgürlüğü ve adaleti seven her erkek ve kadın bunun gerçekleştirilmesine yardım etmelidir.

Ve her şeyden önce ve en hayati olarak, dünyanın tüm ezilenleri ve bastırılmışlarının bununla ilgilenmesi gerekir. Saraylar yapan ama barakalarda yaşayanlar; yaşamın masasını kuran ancak yemek için masaya oturmasına izin verilmeyenler; dünyanın zenginliğini yaratan ve bundan mahrum bırakılanlar; yaşamı neşe ve güneş ışığıyla doldurdukları halde karanlığın derinliklerinde küçümsenenler; korku ve cehalet eliyle gücünden mahrum kalan yaşamın Samson’u*; Emek’in Çaresiz Titanı, beyin ve kas gücünün proletaryası, fabrikaların ve tarlaların halkı; anarşizmi büyük bir memnuniyetle kucaklamalıdır.

Anarşizm en güçlü çağrısını onlara yapıyor: Mahrum bırakıldıkları zenginliği onlara geri verecek; tüm insanlığa özgürlük ve esenlik, neşe ve güneş ışığı getirecek yeni gün için çalışması gereken, her şeyden ve herkesten önce onlardır.

“Muhteşem bir şey!” diyorsun; “Ama işe yarayacak mı? Ve ona nasıl ulaşacağız?”

Çeviri: Burak Aktaş


*Samson, doğaüstü güçleri olduğuna inanılan İbrani efsanevi kahraman

The post Anarşizm Nedir? (21): Anarşizm Mümkün Müdür? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/05/19/anarsizm-nedir-21-anarsizm-mumkun-mudur-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (17): Devrim ve Diktatörlük – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/03/24/anarsizm-nedir-17-devrim-ve-diktatorluk-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/03/24/anarsizm-nedir-17-devrim-ve-diktatorluk-alexander-berkman/#respond Wed, 24 Mar 2021 17:25:59 +0000 https://meydan1.org/?p=70938 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 17. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Çünkü devrim ve Bolşevik diktatörlük birbirinden tamamen farklı hatta birbirine zıt nitelikte şeylerdi. Çoğu insanın […]

The post Anarşizm Nedir? (17): Devrim ve Diktatörlük – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 17. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Çünkü devrim ve Bolşevik diktatörlük birbirinden tamamen farklı hatta birbirine zıt nitelikte şeylerdi. Çoğu insanın hata yaptığı yer Komünist Parti ve devrimi aynıymış gibi düşünmeleridir.

Devrimin amaçlarını Bolşevikler’in amaçlarıyla karşılaştırırsak bu durum bizim için netleşecektir.

Devrim baskıya ve sefalete karşı güçlü bir ayaklanmaydı. Halkın özgürlük ve adalet özlemini dile getirdi. İnsana boyun eğdiren, onu bir köle ve yük hayvanına çeviren her şeyi ortadan kaldırmaya çalıştı. Devrim yeni yaşam biçimleri, gerçek eşitlik ve kardeşlik koşullarını oluşturmaya çalıştı.

Devrimin yüzeysel bir değişim olmadığını, Şubat olaylarıyla bitmediğini daha önce görmüştük. Çar lağvedilmiş ve otokrasisinin gücü kırılmıştı ancak sonuç yalnızca başka bir hükümet biçimi olmuştu. Ekonomik ve toplumsal koşullar aynı kalmıştı. Devrimin gerçekleşmesinin sebebi insanların bir şeyleri değiştirmek istemesiydi. Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesinin nedeni budur. Amacı, yaşamı yeni toplumsal temeller üzerinde yeniden inşa etmekti.

Nasıl yeniden inşa edilecekti? Romanov’u Kremlin sarayından çıkarıp yerine Lenin’i koymanın bunu yapmayacağı aşikardır. Daha fazlası gerekliydi. Toprağı köylüye vermek, fabrikaları işçilerin ve onların işçi örgütlerinin eline bırakmak gerekiyordu. Kısacası Ekim ayının amacı halka, Şubat ayında kazanılan siyasi özgürlüğü kullanma fırsatı vermekti.

İnsanlar durumu bu şekilde kurguladı. Buna göre hareket ettiler. Özgürlüğü kendi ihtiyaçları doğrultusunda uygulamaya başladılar. Barış istediler, bu yüzden her şeyden önce savaşı durdurdular. Aylar sonra Bolşevik Hükümeti Brest-Litovsk anlaşmasını imzaladı ve Almanya ile resmi bir barış yaptı. Ancak Rus orduları söz konusu olduğunda savaş diplomatik müzakereler olmadan çok önceden sona ermişti. Troçki, devrim üzerine yaptığı çalışmasında bunu açıkça kabul ediyor.[1]

Geçici olarak asker üniforması giyen Rus işçi ve köylüleri, kontrolü kendi ellerine aldı ve cepheden çıkarak savaşı sona erdirdi.

Aynı şekilde köylü ve proletarya, endüstri ve tarım sorunlarını çözme konusunda hareket ettiler. Geçici Hükümet hâlâ toprak reformlarını tartışırken halk, yerel konseyler ve Sovyetler aracılığıyla harekete geçti. Köylüler ihtiyaç duydukları toprağı aldı ve işlemeye başladı. Basit sağduyu ve içsel halk adaletiyle, siyasetçilerin ve kanun koyucuların onlarca yıldır sonuçsuz bir şekilde kafa patlattıkları tarım sorununu çözdüler. Bolşevikler iktidara geldiklerinde köylülerin zaten başardıklarını -kimsenin iznini almadan- “yasallaştırdı”.

Aynı şekilde işçiler de fabrikaları, madenleri ele geçirerek ve bunları “sahiplerin” çıkarı yerine ortak fayda için yöneterek endüstri sorununu çözmeye başladılar. Bu, Bolşevik Hükümet kapitalist mülkiyeti “yasal olarak” kaldırmadan çok önce kapitalizmin ve ücretli köleliğin fiilen ortadan kaldırılmasıydı.

Devrim günlük yaşamın diğer tüm sorunlarını benzer şekilde, insanların pratik ve doğrudan faaliyetleriyle çözüyordu. Kooperatifler ürün alışverişi için kent ve köyü bir araya getirdi; ev komiteleri konut sorunuyla ilgilendi; kentin güvenliği için sokak ve ilçe komiteleri, halkın çıkarlarını ve devrimi savunmak için başka gönüllü organlar oluşturuldu.

Durumun gerekleri halkın çabalarına yön verdi; eylem özgürlüğü, inisiyatifi devreye soktu ve insanların istekleri yaratıcı kapasitelerini günün ihtiyaçlarına göre şekillendirdi.

Bu kolektif faaliyetler devrimi oluşturdu. Devrim onlardı. Çünkü “devrim”, belirli bir anlamı ve amacı olmayan belirsiz bir şey değildir; ne siyasi ortam değişikliğini ne de yeni mevzuatı ifade eder. Gerçek devrim ne Şubat ayında ne de Ekim’de yaşandı, ikisinin arasındaydı. Bağımsız halk inisiyatifinde, ortak ihtiyaçtan ve karşılıklı çıkarlardan esinlenen yaratıcı çalışmalarda, halkın devrimci enerjisi ve çabasının özgürce iletişimi ve karşılıklı etkileşimiyle oluştu.

Rusya’daki büyük ekonomik ve toplumsal kargaşanın ruhu ve eğilimi buydu. Sorunlar ortaya çıktıkça özgürlük ve özgür iş birliği temelinde çözüldü.

Devrimin bu gelişim süreci, Komünist Parti’nin siyasi iktidarı ele geçirmesi ve yeni bir hükümet kurmasıyla durduruldu.

Devrimin amacının ne olduğunu şimdi gördük; Rusya’daki insanların ne istediğini ve bunu nasıl başardıklarını artık biliyoruz.

Öte yandan, Bolşevikler’in bir siyasi parti olarak hedefi tamamen farklı bir doğaya sahipti. Açıkça kendilerinin de kabul ettiği gibi, acil hedefleri; ülkenin yaşamını ve faaliyetlerini Komünist Parti’nin görüş ve teorilerine göre yönlendirmesi gereken güçlü bir Bolşevik Devleti’nin kurulması yani diktatörlüktü.

Bolşevikler’e hak ettiği değeri vermek için burada şunu söylememe izin ver, amacına daha fazla adanmış, onu ilerletme çabasında daha içten, amaca ulaşmada daha kararlı ve enerjik bir siyasi parti asla olmadı. Ancak bu amaçlar devrime tamamen yabancıydı ve onun gerçek ihtiyaçlarına karşıydı. Gerçekte, devrimin ruhuna ve amaçlarına o kadar aykırıydılar ki başarıları devrimin kendisinin yok edilmesi anlamına geliyordu.

Şüphesiz Bolşevikler, Rusya’nın yalnızca diktatörlükleri sayesinde işçi ve köylüler için sosyalist bir cennete dönüştürülebileceğini düşünüyordu. Nitekim, Marksistler olarak olayları başka türlü göremezlerdi. Her şeye gücü yeten bir devlete inananlar, halka güvenmiyorlardı; emekçilerin inisiyatifine ve yaratıcı yeteneklerine inanmıyorlardı. Onlara, “özgürlüğe zorlanması gereken çok renkli bir kalabalık” olarak güvenmiyorlardı. Rousseau’nun, kitlelerin “ancak zorlama ile özgürleştirilebileceği” şeklindeki alaycı özdeyişiyle hemfikir oldular.

En önde gelen komünist kuramcı Buharin, “Tüm biçimleriyle proleter zorunluluk,” diye yazıyordu, “aceleci infazla başlayıp zorunlu emeğin sona ermesi, kulağa paradoksal gelse de kapitalist dönemin insan kaynaklarını komünist insanlığa yeniden işleme yöntemidir.”

Bolşevik müjdesi buydu. Bu, bir devrimin bir Merkez Komite’nin emriyle yürütülebileceğine inanan partinin tavrıydı.

Bunu Bolşevik fikrin öngörülebilir sonucu izledi.

Devrimi sadece kendi partilerinin diktatörlüğünün gerektiği gibi yönetebileceğini iddia ederek, bu diktatörlüğü güvence altına almak için tüm enerjilerini harcadılar. Bu, ne pahasına olursa olsun, partinin tasarımlarını uygulamak için işleri sadece kendi ellerine almaları gerektiği anlamına geliyordu.

Sonunda Komünist Parti’nin üstünlüğü elde etmesiyle sonuçlanan o günlerin ayak oyunları ve politik manipülasyonlarının ayrıntılarına girmemize gerek yok. Önemli olan nokta, Bolşevikler’in planlarını gerçekleştirmiş olmasıdır. Ekim Devrimi’nden birkaç ay sonra, Nisan 1918’e kadar geçen sürede, devletin tüm kontrolünü ellerine aldılar.

Devrimci günlerin heyecanından ve kaçınılmaz karışıklıktan yararlanarak durumu kendi amaçları için istismar ettiler. Siyasi farklılıkları, şiddetli parti tutkularını uyandırmak için kullandılar; muhaliflerini halk düşmanı ilan etmek için her yola başvurdular, onları karşı devrimci olarak damgaladılar ve nihayet onları işçilerin ve askerlerin gözünde lanetlemeyi başardılar. Devrimin sözde düşmanlara karşı korunması gerektiği fikri, kendi diktatörlüklerini ilan etmeleri sağlandı. “Devrimi kurtarmak” adına, Bolşevik olmayan diğer tüm devrimci unsurları etkili konumlarından tasfiye etmeye başladılar ve onları tamamen bastırarak bitirdiler.

Kendi iktidarlarını başlatan “burjuvazinin Bolşevikler üzerindeki baskısının” yalnızca diğer tüm Bolşevik olmayan unsurları bastırma gizli amacına yönelik bir araç olup olmadığını belirlemek geleceğin tarihçilerine bırakılmalıdır. Rus burjuvazisi, devrim için tehlikeli değildi. Daha önce açıklandığı gibi örgütsüz ve güçsüz, önemsiz bir azınlıktı. Devrimci unsurlarsa herhangi bir siyasi partinin diktatörlüğü karşısında gerçek bir engeldi.

Diktatörlük burjuvaziden değil -diktatörlüğü devrimin çıkarlarının karşısında gören- gerçek devrimci sınıflardan gelen güçlü muhalefetle karşılaşacağı için, bunların ortadan kaldırılması diktatörlük arayan herhangi bir siyasi parti için birincil gereklilik olacaktı. Ancak böyle bir politika, devrimcilerin bastırılmasıyla başarılı bir şekilde başlayamazdı: Bu, işçilerin ve askerlerin hoşnutsuzluğunu arttırır ve direnişi alevlendirirdi. Bu yüzden burjuvazi üzerinde başlamalı ve bunu diğer unsurların üzerinde kullanmak için kendisine yavaş yavaş araçlar bulmalıydı. Eli kanlı kızıl terörün devrimin yaşantısına sızması için güvensizlik ve düşmanlık uyandırılmalıydı, hoşgörüsüzlük ve zulüm uyandırılmalıydı. Halkın sürekli genişleyen bir tasfiye ve bastırma kampanyasına desteğini güvence altına almak için devrimin güvenliği konusunda halk korkutulmalıydı.

Ama dediğim gibi, o günlerdeki olayları bu tür amaçların ne ölçüde şekillendirdiğini belirlemek geleceğin tarihçisinin işi. Burada gerçekte ne olduğu ile daha çok ilgileniyoruz.

Olan, çok geçmeden Bolşevikler’in kendi partilerinin diktatörlüğünü kurmasıydı.

“Bu diktatörlük neydi” diye soruyorsun, “ve neyi başardı?”

Çeviren: Burak Aktaş


[1] 1917, Leon Trotsky. Moskova, 1925.

The post Anarşizm Nedir? (17): Devrim ve Diktatörlük – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/03/24/anarsizm-nedir-17-devrim-ve-diktatorluk-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (16): Bolşevikler – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/02/25/anarsizm-nedir-16-bolsevikler-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/02/25/anarsizm-nedir-16-bolsevikler-alexander-berkman/#respond Thu, 25 Feb 2021 15:59:49 +0000 https://meydan1.org/?p=70478 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 16. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Bölüm 16: Bolşevikler Bolşevikler kimlerdi ve ne istiyorlardı? Bolşevikler, 1903 yılına kadar Karl Marks ve […]

The post Anarşizm Nedir? (16): Bolşevikler – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 16. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Bölüm 16: Bolşevikler

Bolşevikler kimlerdi ve ne istiyorlardı?

Bolşevikler, 1903 yılına kadar Karl Marks ve öğretilerinin takipçisi olan Rus Sosyalist Partisi üyeleriydi. O yıl, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi, örgüt sorunu ve başka küçük meseleler sebebiyle bölündü. Lenin’in liderliğindeki muhalefet, kendisini Bolşevikler olarak adlandıran yeni bir parti kurdu. Eski parti Menşevikler olarak tanındı.

Bolşevikler, ayrıldıkları ana partiden daha devrimciydi. Dünya Savaşı çıktığında, diğer sosyalist partilerin çoğunun yaptığı gibi, işçilerin davasına ihanet etmediler ve vatansever görünenlere katılmadılar. Anarşistlerin ve sol sosyalist devrimcilerin çoğu gibi Bolşevikler’in de “çatışan kapitalist grupların çekişmeleriyle proletaryanın çıkarının alakası olmadığı” gerekçesiyle savaşa karşı çıktığı söylenebilir. Şubat Devrimi başladığında Bolşevikler, tek başına siyasi değişikliklerin işe yaramayacağını, emek sorununu ve toplumsal sorunları çözmeyeceğini fark etti. Bir hükümeti diğerinin yerine koymanın sorunlara yardımcı olmayacağını biliyorlardı. İhtiyaç duyulan şey radikal, köklü bir değişimdi.

Marksistler Menşevik üvey kardeşlerini (Karl Marks’ın teorilerine inananlar) sevseler de Bolşevikler büyük ayaklanmaya karşı tavırlarında Menşevikler’e katılmadılar. Kapitalist sanayi tam olarak gelişmediğinden Rusya’nın proleter bir devrime sahip olamayacağı fikrini küçümsediler. Bunun yalnızca bir burjuva siyasi değişimi olmadığını anladılar. Halkın Çar’ın kovulmasından ve anayasadan memnun olmadığını biliyorlardı. İşlerin daha da geliştiğini gördüler. Toprağın köylüler tarafından alınması ve mülk sahibi sınıfların artan mülksüzleştirilmesinin “reform” anlamına gelmediğini anladılar. Menşevikler’e göre insanlara daha yakın olan Bolşevikler halkın nabzını tuttu ve muazzam olayların ruhunu ve amacını daha doğru bir şekilde değerlendirdi. Her şeyden önce Bolşevik lider Lenin, kendisinin ve partisinin, hükümetin dizginlerini kavrayabileceği ve Bolşevik plan üzerinden sosyalizmi kuracağı zamanın yaklaştığına inandı.

Bolşevik Sosyalizmi, siyasi iktidarın Bolşevikler tarafından proletarya adına ele geçirilmesi anlamına geliyordu. Komünizmin en iyi ekonomik sistem olacağı konusunda anarşistlerle anlaştılar; toprak, üretim ve dağıtım makineleri, tüm kamu hizmetleri ortak mülkiyette olacaktı. Anarşistler halkın bir bütün olarak bunların sahibi olmasını isterken Bolşevikler her şeyin devletin elinde olması gerektiğine inanıyordu. Bu da hükümetin yalnızca ülkenin siyasi hükümdarı değil aynı zamanda endüstriyel ve ekonomik efendisi olacağı anlamına geliyordu. Bolşevikler, ülkeyi yönetmek için halkın hayatı ve serveti üzerinde mutlak güce sahip olacak güçlü bir hükümete inanıyordu. Başka bir deyişle, Bolşevik fikir bir diktatörlüktü ve bu diktatörlük kendi siyasi partilerinin elinde olmalıydı.

Böylesi bir düzenlemeye “proletarya diktatörlüğü” adını verdiler çünkü onların partisinin, işçi sınıfının en iyi ve en önemli unsurunu, işçi sınıfının öncü koruyucusunu temsil ettiğini ve partilerinin bu nedenle proletarya adına diktatör olması gerektiğini söylediler.

Anarşistler ile Bolşevikler arasındaki en büyük fark şuydu: Anarşistler halkın, herhangi bir siyasi partinin emri olmaksızın kendi örgütleri aracılığıyla kendileri için karar vermelerini ve işlerini yönetmelerini istiyordu. Ortak mülkiyette gerçek özgürlük ve gönüllü iş birliği istiyorlardı. Bu nedenle anarşistler kendilerini özgür Komünistler veya Anarşist Komünistler olarak adlandırırken, Bolşevikler zorunlu olarak hükümet veya Devlet Komünistleriydi. Anarşistler, herhangi bir devletin halkı yönetmesini istemediler çünkü böyle bir yönetimin her zaman tiranlık ve baskı anlamına geldiğini savundular. Bolşevikler ise bir yandan kapitalist devlet ve burjuva diktatörlüğünü reddederken bir yandan da partilerinin olacak bir devleti ve diktatörlüğü istiyorlardı.

Bu nedenle, anarşistler ile Bolşevikler arasındaki farkın dünyalar kadar olduğunu görebilirsiniz. Anarşistler tüm devletlere karşıdırlar; Bolşevikler ise -kendi ellerinde olmak koşuluyla- devleti savunurlar. Zeki bir arkadaşımın daha sonradan söylediği gibi, “Büyük sopaya karşı değiller”; “Sadece sopanın doğru ucunda olmak istiyorlar.”

Bolşevikler, anarşistlerin savunduğu görüş ve yöntemlerin sağlam ve pratik olduğunu, devrimin başarısını ancak bu tür yöntemlerin garanti edebileceğini fark etti. Anarşist fikirleri kendi amaçları için kullanmaya karar verdiler. Böylece anarşistler insanlara ulaşmak için çok zayıf olsalar da anarşist yöntem ve taktikleri -tabi ki kendilerininmiş gibi davranarak- savunmaya başlayan Bolşevikler insanları etkilemeyi başardılar.

Ama bu yöntemler ve fikirler onlara ait değildi. İnsanların yararına olacak bir fikri kimin savunduğunun ya da gerçekleştirilmesine kimin ön ayak olduğunun önemli olmadığını söyleyebilirsin. Ama biraz düşünürsen tüm tarihin -özellikle Rus Devrimi’nin- kanıtladığı gibi, bunun çok önemli olduğunu anlayacaksın.

Önemli çünkü her şey gerçekleştirildiği amaç ve ruha, güdülere ve yöntemlere bağlıdır. En iyi fikir bile çok fazla zarar verecek şekilde uygulanabilir. Çünkü büyük fikirden ateşlenen insanlar bunun nasıl, ne şekilde ve hangi araçlarla yapıldığını fark etmeyebilir. Ama yanlış ruhla veya yanlış yollarla yapılırsa, en asil ve en ince fikir bile coğrafyayı ve halkları harap edebilir.

Rusya’da tam da böyle oldu. Bolşevikler, anarşist fikirleri savundu ve kısmen uyguladı, ancak Bolşevikler anarşist değildi ve bu fikirlere yürekten inanmadılar. Onları kendi amaçları -anarşist olmayan, anarşist düşünceye karşı gerçekten anti-anarşist olan amaçlar- için kullandılar. Bu Bolşevik amaçlar neydi?

Anarşist fikir her türden baskıyı yok etmek, bir sınıfın diğerine üstünlüğünü ortadan kaldırmak, şeylerin yönetimini insanın insana üstünlüğü yerine ikame etmekti; herkes için özgürlüğü ve refahı güvence altına almaktı. Anarşist yöntemler böyle bir sonucu ortaya çıkarmak için kurgulandı.

Bolşevikler, anarşist yöntemleri tamamen farklı bir amaç için kullandı. Siyasi tahakkümü ve hükümeti ortadan kaldırmak istemiyorlardı: Sadece kendi ellerine almak istiyorlardı. Amaçları, daha önce de açıklandığı gibi, partileriyle siyasi iktidarın kontrolünü ele geçirmek ve bir Bolşevik diktatörlük kurmaktı. Rus Devrimi’nde neler olduğunu ve “proletarya diktatörlüğünün” neden hızla proletarya üzerinde Bolşevik bir diktatörlük haline geldiğini anlamak için bunu çok net bir şekilde anlamak gerekiyor.

Bolşevikler, Şubat Devrimi’nden kısa bir süre sonra anarşist ilkeleri ve taktikleri kullanmaya başladı. Bunların arasında “doğrudan eylem”, “genel grev”, “kamulaştırma” ve benzer eylem biçimleri vardı. Söylediğim gibi Bolşevikler, Marksistler olarak bu tür yöntemlere inanmazdı. En azından devrime kadar onlara inanmamışlardı. Yıllar önce Bolşevikler de dahil olmak üzere her yerde sosyalistler, işçilerin kapitalist sömürüye ve hükümet baskısına karşı mücadelelerinde en güçlü silahı olarak anarşist genel grevin savunuculuğunu alaya almışlardı. Sosyalistlerin anarşistlere karşı savaş çığlığı “Genel grev genel bir saçmalıktır” idi. Sosyalistler, işçilerin doğrudan toplu eylemine ve genel greve başvurmasını istemediler; çünkü bu, işçilerin devrimi ve işleri kendi ellerine almasına yol açabilirdi. Sosyalistler, halkın bağımsız devrimci eylemini istemiyorlardı. Siyasi faaliyeti savundular. İşçilerin kendilerini yani sosyalistleri iktidara getirmelerini istediler, böylece işçileri devrimcileştirebileceklerdi.

Geçen kırk yılın sosyalist yazılarına bakarsan, sosyalistlerin her zaman genel greve ve doğrudan eyleme karşı olduklarına -çünkü aynı zamanda işçi sovyetlerinin başka bir adı olan mülksüzleştirmeye ve devrimci sendikalizme karşı olduklarına- ikna olacaksın. Sosyalist kongreler, tüm bu tür devrimci taktiklere karşı sert kararlar aldı ve sosyalist ajitatörler bu taktikleri şiddetle kınadılar.

Ancak Bolşevikler, bu anarşist yöntemleri kabul etti ve yeni doğmuş bir inançla onları savunmaya başladı. Tabi ki bu Şubat 1917’de, devrim patlak verdiğinde olmadı. Bunu çok daha sonra, halkın salt siyasi değişikliklerle yetinmediklerini ve anayasa yerine ekmek talep ettiklerini gördüklerinde yaptılar. Devrimin hızla hareket eden olayları, Bolşevikler’i -tıpkı Menşeviklerin, Sağ Sosyalist Devrimcilerin, Anayasal Demokratların ve reformcuların başına geldiği gibi- devrim tarafından geride bırakılmamak için halkın en radikal özlemlerine uymaya zorladı.

Bolşeviklerin anarşist yöntemleri bu şekilde kabulü çok ani oldu, sadece kısa bir süre önce ısrarla Kurucu Meclis için çağrıda bulunuyorlardı. Şubat Devrimi’ni izleyen aylar boyunca, Rusya’nın sahip olacağı hükümet biçimini belirlemek için temsili bir organın toplanmasını talep ediyorlardı. Bolşevikler’in Kurucu Meclis’i desteklemesi doğruydu, çünkü onlar Marksistti ve çoğunluk yönetimine inanıyor gibi davrandılar. Kurucu Meclis tüm halk tarafından seçilecekti ve meclisteki çoğunluk, meselelere karar verecekti. Fakat Bolşevikler’in meclis için ajitasyon yapmasının gerçek nedeni, insanların kendileriyle birlikte olduğuna ve Bolşevik Parti’nin mecliste çoğunluk olacağına emin olmalarıydı. Ancak mecliste azınlık oluşturacakları ortaya çıktı. Hükmetme umutları yok oldu. İyi hükümetler ve çoğunluğa inananlar olarak, halkın iradesine boyun eğmeleri gerekirdi. Ancak bu, Lenin ve arkadaşlarının planlarına uymuyordu. Hükümeti kontrol altına almanın başka yollarını aradılar ve ilk adımları Kurucu Meclis’e karşı şiddetli bir ajitasyon başlatmak oldu.

Elbette meclis ülkeye değerli hiçbir şey veremezdi. Tüm canlılıktan yoksun ve herhangi bir yapıcı çalışmayı başaramayan bir konuşma makinesiydi sadece. Devrim, herhangi bir yasama veya hükümet organından bağımsız, Kurucu Meclis dışında ve ondan da bağımsız bir gerçekti. Her türlü muhalefete rağmen, hukuka aykırı olarak, hükümete ve anayasaya rağmen başlamıştı ve gelişiyordu. Tüm karakteriyle yasadışı, hükümet dışı, hatta devlet karşıtıydı. Devrim, insanların sağlıklı doğal dürtülerini, ihtiyaçlarını ve özlemlerini takip etti. Gerçek anlamda, ruhu ve eylemi anarşistti. Yalnızca -toplumsal hastalıkların tedavisi olarak özgürlüğe ve halk inisiyatifine inanan- devlet karşıtı olan anarşistler, devrimi olduğu gibi memnuniyetle karşıladılar; etkisinin daha da büyümesi ve derinleşmesi için çalıştılar.

Bolşevikler de dahil olmak üzere diğer tüm partilerin tek amacı, devrimci harekete yular vurmak ve ona kendi özel yüklerini taşıtmaktı. Bolşevikler, partileri için siyasi iktidarı ele geçirmek ve Komünist Diktatörlüğü ilan etmek için halkın desteğine ihtiyaç duyuyordu. Bunu Kurucu Meclis aracılığıyla gerçekleştirme umudu olmadığını görünce ona karşı çıktılar, onu kınamak için anarşistlere katıldılar ve daha sonra zorla dağıttılar. Ancak anarşistler bunu devletsiz fikirlerine uygun olarak dürüstçe yapabilirlerken, Bolşeviklerin benzer eylemlerinin ikiyüzlülük ve siyasi oyunlar olduğunu görebilirsin.

Kurucu Meclis’e muhalefetiyle birlikte Bolşevikler, anarşist cephaneliğinden bir dizi militan taktik daha ödünç aldı. Böylece “Bütün iktidar Sovyetlere!” diyerek büyük savaş çığlığını ilan ettiler, işçilere Geçici Hükümet’i görmezden gelmelerini, hatta meydan okumalarını ve taleplerini yerine getirmek için doğrudan eyleme başvurmalarını tavsiye ettiler. Aynı zamanda, genel grevin anarşist yöntemlerini de benimsediler ve “mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesi” fikrinin aktif bir şekilde propagandasını yaptılar.

Bolşeviklerin bu taktiklerinin -daha önce de belirttiğim gibi- fikirlerinin mantıksal sonucu olmadığını, yalnızca siyasi tahakküm elde etme amacıyla insanların güvenini kazanmanın bir yolu olduğunu akılda tutmak önemlidir. Doğrusu, bu yöntemler Marksist teorilere gerçekten karşıydı ve Bolşevikler bu yöntemlere inanmıyorlardı. Bu nedenle, iktidara geldiklerinde tüm bu anti-Marksist fikir ve taktikleri reddetmeleri şaşırtıcı değildi.

Bolşevikler tarafından ilan edilen anarşist sloganlar sonuç getirmekte başarısız olmadı. Halk, bayraklarına doğru yürüdü. Hiç etkisi olmayan bir partiden -başlıca liderleri Lenin ve Zinovyev saklanıyordu, Troçki ve diğerleri gözden düşmüş ve hapisteydi- hızla devrimci proletarya hareketinin en önemli faktörüne dönüştüler.

İnsanların -özellikle de askerlerin ve işçilerin- taleplerine özen gösteren, ihtiyaçlarını enerji ve ısrarla dile getiren Bolşevikler, halk arasında ve Sovyetlerde -özellikle Petrograd ve Moskova’da- sürekli olarak daha fazla etki kazandı. Geçici Hükümet’in hareketsizliği ve herhangi bir önemli değişikliği gerçekleştirememesi, kısa sürede öfkeye dönüşecek olan genel tatminsizlik ve kızgınlığı derinleştirdi. Kerenski rejiminin iğrenç karakteri, Sovyetlerdeki Bolşeviklerin ellerini güçlendirmeye ön ayak oldu. Halk ile hükümet arasındaki kopuş her gün büyüdü, açık bir düşmanlık ve mücadeleye dönüştü.

Hükümetin apaçık çaresizliği, Kerenski’nin cephede saldırgan bir hareketi yeniden başlatma kararı, askeri firar için ölüm cezasının yeniden getirilmesi, devrimci unsurlara uygulanan zulüm ve liderlerinin tutuklanması krizi hızlandırdı. 3 Temmuz 1917’de hükümetin yasaklamasına rağmen binlerce silahlı işçi, asker ve denizci Petrograd sokaklarında eylem yaptı ve “Bütün iktidar Sovyetlere!” dedi. Kerenski, halk hareketini bastırmaya çalıştı. Hatta Petrograd proletaryasına “sağlıklı bir ders” vermek için cephedeki “güvenilen” alayları hatırladı. Ancak Kerenski’nin, Sosyal Demokrat liderlerin ve Sağ Sosyalist Devrimcilerin temsil ettiği burjuvazinin, yükselen dalgayı durdurma çabaları boşunaydı. Temmuz gösterileri bastırıldı ancak kısa süre içinde devrimci hareket Geçici Hükümet’i silip süpürdü. Petrograd Asker ve İşçi Sovyeti hükümeti ortadan kaldırdı ve Kerenski hayatını ancak kılık değiştirip kaçarak kurtardı.

İnsanlar Petrograd Sovyeti’ni destekledi. Bu destek önce Moskova’ya, oradan da ülke geneline yayıldı.

25 Ekim’de Geçici Hükümet’in kaldırıldığı ilan edildi, üyeleri tutuklandı ve Kış Sarayı, Petrograd Sovyeti Askeri-Devrimci Komitesi tarafından ele geçirildi. Aynı gün “İkinci Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi Oturumları” açıldı. Siyasi hükümet Rusya’da fiilen kaldırıldı. Artık tüm güç, Kongre’de temsil edilen işçilerin, askerlerin ve köylülerin elindeydi. Sovyetler, derhal kitlelerin iradesini gerçekleştirecek adımları düşünmeye başladı: Savaşı sona erdirmek, köylüler için toprak, işçiler için sanayi ve herkes için özgürlük ve refah.

Ekim 1917’deki Rus Devrimi’nin durumu buydu. Çar’ın lağvedilmesiyle başlayarak yavaş yavaş genişledi ve ülkenin kapsamlı bir endüstriyel ve ekonomik yeniden yapılanmasına dönüştü. Halkın ruhu ve ihtiyaçları, devrimin siyasi özgürlük, ekonomik eşitlik ve toplumsal adalet temelinde yaşamın yeniden inşasına doğru daha da ilerlemesine işaret ediyordu.

Bu ancak Şubat’tan Ekim’e kadar olan önceki büyük değişiklikler gibi başarılabilirdi; işçilerin ve köylülerin ortak çabasıyla, özgür iş birliğiyle. Artık ordunun büyük bir kısmı da onlara katılmıştı.

Ancak böyle bir gelişme Bolşevikler’in planına uymuyordu. Daha önce de açıklandığı gibi, amaçları kendi partileri tarafından kullanılan bir diktatörlük kurmaktı. Ancak diktatörlük, hükümdarın iradesinin ülkeye empoze edilmesi anlamına gelir. Bolşevikler kendilerini artık gerçek amaçlarını gerçekleştirecek kadar güçlü hissediyordu. Devrimci ve anarşist mottoları geride bıraktılar. Devrimin çalışmalarını sürdürebilmek için güçlü bir siyasi güç olması gerektiğini söylediler. Halkı monarşistlere ve burjuvaziye karşı koruma kisvesi altında baskıcı önlemler almaya başladılar. Nitekim Rusya’da kayda değecek kadar çarlık taraftarı veya monarşist yoktu. Halk çarlıktan kurtulmuştu ve artık Rusya’da bir monarşi ihtimali kalmamıştı. Burjuvaziye gelince, Rusya’da -Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa ve Almanya vb. son derece gelişmiş sanayi ülkelerinde olduğu gibi- hiçbir zaman örgütlü bir kapitalist sınıf olmamıştı. Rus burjuvazisi sayıca az ve zayıftı. Şubat Devrimi’nden sonra, ancak Kerenski Hükümeti’nin koruması altında var olmaya devam etmişlerdi. Hükümetin kaldırıldığı anda burjuvazi paramparça oldu. Köylüler ve işçiler tarafından topraklarına ve fabrikalarına el konulmasını durdurabilecek ne gücü ne de araçları vardı. Tuhaf görünse de, devrimin tüm bu dönemi boyunca, Rus burjuvazisinin mallarını geri kazanmak için organize ve etkili bir girişimde bulunmadığı bir gerçektir.

Amerika’da ne kadar farklı olurdu, bir düşünün. Orada güçlü ve iyi örgütlenmiş kapitalistler çok büyük bir direnç gösterirlerdi. Silah zoruyla kendilerini ve çıkarlarını korumak için savunma organları oluştururlardı. Orada da işler Rusya’da 1917’de olduğu gibi gittiğinde bunları yapacaklarından hiç şüphem yok. Ama dediğim gibi, Rusya’daki devrim, o ülkede gerçek bir burjuvazi veya kapitalist sınıf olmaması gibi basit bir nedenden ötürü, herhangi bir örgütlü ve etkili burjuva direnci üretmedi. Çarlık Generali Kornilov’un, cepheden getirilen Kazaklar ile Petrograd’a saldırması gibi askeri girişimler vardı ancak bu macera o kadar zararsızdı ki Kornilov’un ordusu başkente ulaşamadan eridi. Adamları neredeyse hiç ateş etmeden Petrograd’ın devrimci garnizonunun üzerine gitti.

Mesele şu ki halk devrim ile birlikteyken, herhangi bir düşmanın direnciyle devrimi bastırma ihtimali düşünülemez. Ekim 1917’de Sovyetlerin gücü ellerine aldığı Rusya’daki durum buydu.

Bolşevik planı, partileri adına hükümetin tüm kontrolünü ele geçirmekti. Sovyet örgütleri aracılığıyla işleri insanların kendilerinin yönetmesine izin vermek planlarına uymuyordu. Sovyetlerin söz hakkı olduğu sürece Bolşevikler amacına ulaşamadı. Bu nedenle ya Sovyetleri ortadan kaldırmak ya da onların kontrolünü ele geçirmek gerekiyordu.

Sovyetleri ortadan kaldırmak imkansızdı. Emekçi insanları temsil ediyorlardı. Sovyet fikri, yüzyıllardır Rus halkının değerli bir rüyasıydı. Rusya’nın uzak geçmişte bile çeşitli türden sovyetleri vardı ve tüm köy yaşamı sovyet ilkesi üzerine inşa edilmişti; yani tüm üyelerin eşit hak ve temsili. Köyün veya kasabanın işlerini gerçekleştiren halk meclisi olan eski Rus “mir”i, sovyet fikrinin biçimlerinden biriydi.

Bolşevikler, devrimci işçi ve köylülerin yanı sıra (üniformalı işçi ve köylü olan) askerlerin de sovyetlerin ortadan kaldırılmasına dayanamayacaklarını biliyordu. Onları kontrol etmenin tek alternatifi kaldı. Lenin’in “Amaç, araçları haklı çıkarır.” ilkesine bağlı olarak Bolşevikler, Sovyetlerdeki diğer devrimci unsurları gözden düşürmek ve elemek için hiçbir yöntemden kaçınmadı. Kitleleri aldatmak ve diğerlerine, özellikle de Sol Sosyalist Devrimciler ve anarşistlere karşı kışkırtmak amacıyla ısrarlı bir karalama ve itibarsızlık kampanyası yürüttüler. Sistematik olarak ve en Cizvit* yolla, Lenin’in “proleter diktatörlüğü” planını gerçekleştirebilmek için tek güç olmaya çalıştılar.

Böylesi taktiklerle Bolşevikler sonunda, gerçekte yeni hükümet haline gelen bir Halk Komiserleri Sovyeti kurmayı başardı. Bütün üyeleri -iki küçük istisna dışında- Bolşeviklerdi: Adalet ve Tarım Komiserlikleri’ne Sol Sosyalist Devrimciler başkanlık ediyordu. Çok geçmeden bunlar da elendi ve yerini Bolşevikler aldı. Halk Komiserleri Sovyeti, şimdi Rusya Komünist Partisi olarak yeniden adlandırılan Bolşevik Parti’nin siyasi makinesiydi.

Bu komünist partinin neyi temsil ettiğini, amaçlarının ve hedeflerinin ne olduğunu zaten biliyoruz. “Proletarya diktatörlüğü” etiketi altında münhasır Bolşevik egemenliğini güvence altına alma kararlılığını açıkça dile getirdiler.

Bu, Rusya tarihinin de gösterdiği gibi, devrim ve devrimin toplumsal ve ekonomik yeniden yapılanma hedefi için ölümcül oldu.

Neden?

Çeviren: Burak Aktaş


*Cizvitler ya da İsa Cemiyeti, genel merkezi Roma’da olan, Katolik Kilisesi’nin erkek bir tarikatıdır. “Fedai ruhlu bir Hristiyan edasıyla” anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.

The post Anarşizm Nedir? (16): Bolşevikler – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/02/25/anarsizm-nedir-16-bolsevikler-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (15): Şubat ve Ekim Arasında – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/01/28/anarsizm-nedir-15-subat-ve-ekim-arasinda-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/01/28/anarsizm-nedir-15-subat-ve-ekim-arasinda-alexander-berkman/#respond Thu, 28 Jan 2021 08:52:21 +0000 https://meydan1.org/?p=69481 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 15. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Şubat ve Ekim Arasında New York, Madison Square Garden’da Çar’ın tahttan indirilmesini kutlamak için düzenlenen […]

The post Anarşizm Nedir? (15): Şubat ve Ekim Arasında – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 15. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Şubat ve Ekim Arasında

New York, Madison Square Garden’da Çar’ın tahttan indirilmesini kutlamak için düzenlenen çok büyük bir toplantıya katıldığımı hatırlıyorum. Büyük salon, yirmi bin kişiyle en yüksek coşkuya uyacak şekilde kalabalıktı. Konuşmacı “Rusya özgürdür!” diye başladı. Bildiriyi bir alkış, haykırış ve bağırış kasırgası karşıladı. Bu durum tekrar tekrar patlak vererek dakikalarca sürdü. Seyirci sessizleşip konuşmacı devam etmek üzereyken kalabalıktan bir ses geldi:

“Ne için özgür?”

Cevap gelmedi. Konuşmacı konuşmasına devam etti.

Ruslar basit ve saf insanlardır. Hiçbir anayasal hakka sahip olmadıkları için siyasete ilgileri yoktu ve bu yüzden yozlaşmamışlardı. Kongre ve parlamento hakkında çok az şey biliyorlardı ve onları daha da az önemsiyorlardı.

“Ne için özgür?” olduğunu merak ettiler.

Onlara “Çar ve onun zulmünden özgürsün.” diye cevap verildi.

“Bu çok güzel.” diye düşündüler. Asker sordu: “Peki ya savaş?”. Köylü sordu: “Peki ya toprak?”. İşçi kıpırdandı: “Peki ya düzgün bir yaşam?” Görüyorsun dostum, Ruslar o kadar “eğitimsizdi” ki herhangi bir şeyden kurtulmayla tatmin olmamışlardı; bir şeyler yapabilmek için özgür olmak istiyorlardı, istedikleri şeyleri yapmak için özgür olmak istiyorlardı. Ve istedikleri şey yaşama, çalışma ve emeklerinin meyvelerinden yararlanma şansıydı. Yani toprağa erişmek istiyorlardı, böylece kendileri için yiyecek yetiştirebileceklerdi. Madenlere, dükkanlara ve fabrikalara erişmek istiyorlardı, böylece ihtiyaç duydukları şeyleri üretebileceklerdi. Ancak Geçici Hükümet altında, tıpkı Romanovlarda olduğu gibi, bu şeyler zenginlere aitti; “özel mülkiyet” olarak kaldılar.  

Dediğim gibi sıradan bir Rus, siyaset hakkında hiçbir şey bilmiyordu ama kendisinin tam olarak ne istediğini biliyordu. İsteklerinin bilinmesini sağlamakta hiç zaman kaybetmedi ve onları elde etmekte kararlıydı. Askerler ve denizciler savaşı sona erdirme taleplerini Geçici Hükümet’e sunmak için kendi aralarından sözcülerini seçtiler. Temsilciler kendilerini Rusya’da Sovyet adı verilen asker konseyleri olarak örgütlediler. Köylüler ve şehir işçileri de aynısını yaptı. Bu şekilde ordunun ve donanmanın her bir dalı, her tarım ve sanayi bölgesi, hatta her fabrika kendi Sovyetlerini kurdu. Zamanla çeşitli Sovyetler, oturumlarını Petrograd’da düzenleyen “Rusya İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyeti”ni kurdu.

Sovyetler aracılığıyla halk artık taleplerini dile getirmeye başladı.

Milyukov’un önderliğindeki yeni liberal rejim -Geçici Hükümet- onları hiç dikkate almadı. İktidara geldiklerinde insanların ihtiyaç ve isteklerine kulak asmaları, tüm siyasi partilerin karakteristik özelliğidir. Geçici Hükümet bu açıdan Çarlık otokrasisinden farklı değildi. Zamanın ruhunu anlayamadı ve aptalca birkaç küçük reformun ülkeyi tatmin edeceğine inandı. Konuşmak ve tartışmakla, yeni yasa teklifleri sunmakla ve daha fazla yasa çıkarmakla meşgul oldu. Ama insanların istediği yasa değildi. Hükümet savaşı sürdürmekte ısrar ederken insanlar barış istiyordu. “Toprak ve ekmek!” diye bağırdılar ama ellerine sadece daha fazla yasa geçti.

Tarihin öğrettiği herhangi bir şey varsa o da bütün bir halkın iradesine meydan okuyamayacağınızdır. Bunu bir süreliğine bastırabilir, halk protestosunun gelgitini durdurabilirsiniz ancak halk, fırtına geldiğinde daha şiddetli bir şekilde öfkelenecektir. Sonra her engeli yıkacak, tüm muhalefeti silip süpürecek ve ivmesi onu asıl amacından daha da ileriye taşıyacaktır.

Her büyük çatışmanın, her devrimin hikayesi buydu.

Örneğin Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nı hatırlayın. Büyük Britanya’ya karşı kolonilerin isyanı, George III Hükümeti tarafından talep edilen çay vergisini ödemeyi reddetmesiyle başladı. Kralın muhalefetiyle karşılaşan nispeten önemsiz -temsil olmaksızın vergilendirmeye- itiraz savaşla sonuçlandı ve Amerikan kolonilerinin İngiliz yönetiminden tamamen kurtarılmasıyla sonuçlandı. Böylece Birleşik Devletler Cumhuriyeti doğdu.

Fransız Devrimi de benzer şekilde küçük iyileştirmeler ve reformlar talebiyle başladı. 14. Louis, halkın sesine kulak vermeyi reddetmesi sonucu sadece tahtını değil kafasını da kaybetti ve Fransa’daki tüm feodal sistemin yıkılmasına neden oldu.

Çar II. Nicholas da birkaç önemsiz tavizin devrimi durduracağına inanıyordu. O da aptallığının bedelini tacı ve canıyla ödedi. Aynı kader Geçici Hükümeti de geride bıraktı. Bilge bir adam bu nedenle “Tarih tekerrür eder.” demişti. Her zaman aynı şeyleri yapan, devlettir.

Geçici Hükümet, çoğunlukla insanları anlamayan ve ihtiyaçlarından çok uzak olan muhafazakâr insanlardan oluşuyordu. Halk her şeyden önce barış istedi. Milyukov liderliğindeki ve daha sonra Kerenski yönetimindeki Geçici Hükümet genel mutsuzluk, ülkenin endüstriyel ve ekonomik hayatındaki ciddi çöküşe rağmen savaşı sürdürmekte kararlıydı. Devrimin yükselen dalgası kısa süre sonra Hükümet’i ortadan kaldıracaktı: İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti, meseleleri kendi eline almaya hazırlanıyordu.

Bu esnada halklar beklemedi. Cephedeki askerler zaten gereksiz ve yararsız katliam olarak gördükleri savaşı bırakmaya karar vermişlerdi. Yüz binlerce kişi savaş alanlarını terk edip çiftliklerine ve fabrikalarına dönüyordu. Orada devrimin gerçek amaçlarını uygulamaya koymaya başladılar. Onlara göre Devrim, basılı anayasalar ve kâğıt üstündeki haklar değil toprak ve atölye anlamına geliyordu. Haziran ve Ekim 1917 arasında -Geçici Hükümet “reformları” durmaksızın tartışmaya devam ederken- köylüler büyük toprak sahiplerinin mülklerine el koymaya başladılar ve işçiler sanayinin mülkiyetini aldılar.

Buna kapitalist sınıfı mülksüzleştirmek deniyordu. Yani efendileri, tekelleştirme hakları olmayan şeylerden; emekçi sınıflardan, halktan aldıkları şeylerden mahrum etmek.

Bu şekilde toprak toprak sahiplerinden; maden ve değirmenler “sahiplerinden”, depolar ise spekülatörlerden kamulaştırıldı ve hepsi mülksüzleştirildi. İşçiler ve çiftçiler, işçi sendikaları ve tarım örgütleri aracılığıyla her şeyi ellerine aldılar.

Milyukov’un “liberal” hükümeti, müttefikler istediği için savaşı sürdürmekte ısrar etmişti. Kerenski’nin “devrimci” hükümeti de halkın taleplerine sağır kaldı. Köylünün “izinsiz” toprak almasına karşı sert yasalar çıkardı. Kerenski, orduyu cephede tutmak için elinden gelen her şeyi yaptı ve hatta “firar” için ölüm cezasını yeniden uygulamaya koydu. Ancak insanlar artık hükümeti görmezden geliyordu.

Durum, bir ülkenin gerçek gücünün herhangi bir parlamentoda veya hükümette değil halkın; savaşan, emek veren ve üretenlerin elinde olduğunu bir kez daha kanıtladı. Kerenski bir zamanlar Rusya’nın sevilen idolüydü, herhangi bir Çar’dan daha güçlüydü. Yine de otoritesi kayboldu, hükümeti düştü. İnsanlar onun davaya hizmet etmediğini anlayınca kendi hayatı için kaçmak zorunda kaldı. O, Geçici Hükümet’in başında iken gerçek güç, üyelerinin çoğu devrimci işçiler köylüler ve askerlerden oluşan Petrograd Sovyeti’ne geçmeye başladı.

Nüfusun farklı sınıflarından oluşan yapılarda -kendi çıkarları doğrultusunda kaçınılmaz olduğu gibi- Sovyet’te de çeşitli ve hatta karşıt görüşler temsil edildi. Ancak bu koşullar altında en büyük etki her zaman halkın en derin duygularını ve ihtiyaçlarını dile getiren kişilerin etkisidir. Bu nedenle Sovyet’teki daha devrimci unsurlar, insanların gerçek isteklerini ve özlemlerini ifade ettikleri için yavaş yavaş hakimiyet kazandılar.

Sovyet içinde, Rusya’nın özgürlüğe ve refaha kavuşması için gereken tek şeyin Birleşik Devletler’inkine benzer bir anayasa olduğunu savunanlar vardı. Kapitalizmin iyi olduğunu iddia ettiler: Zengin ve fakir, efendiler ve hizmetkarlar olmalı; insanlar, demokratik bir hükümetin kendilerine vereceği hak ve özgürlüklerden memnun olmalıdır. Bunlar, Rusya’daki anayasal demokratlardı. Etkilerini çabucak kaybettiler çünkü “saf” Rus işçileri ve köylüleri özgürlüğün, kâğıt üzerindeki haklar ve özgürlükler olmadığını, çalışma ve emeklerinin meyvelerinden yararlanma şansı olduğunu biliyorlardı. Anayasası ve Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerika’yı örnek gösterdiler ve o ülkede anayasal olarak var olan adaletsizlik, yolsuzluk ve ücretli köleliği önemsemediklerini söylediler.

Bir sonraki daha liberal unsur, Menşevik olarak bilinen sosyal demokratlardı. Sosyalistler olarak kapitalizmin ortadan kaldırılacağına inandılar ancak devrimin bunu yapmanın zamanı olmadığını ilan ettiler. Neden bunu söylediler? Çünkü devrimin -öyle görünse bile- proleter bir devrim olmadığı iddia ettiler. Şu an toplumsal bir devrim olamayacağını ve bu nedenle ülkenin temel ekonomik koşullarını değiştirmemesi gerektiğini savundular. Onlara göre bu yalnızca bir burjuva devrimiydi, siyasi bir devrimdi ve bu nedenle yalnızca siyasi değişiklikler yapmalıydı. Menşevikler bunun bir burjuva devriminden başka bir şey olamayacağını ileri sürdü. Zaten ‘büyük’ Karl Marks, proleter devrimin ancak kapitalizmin en yüksek gelişme aşamasına ulaştığı bir ülkede gerçekleşebileceğini öğretmemiş miydi? Rusya, endüstriyel olarak çok geri kalmıştı ve bu nedenle, devrimi proleter olarak görmek Marks’ın öğretilerine aykırı olacaktı. Bu nedenle kapitalizm Rusya’da kalmalı ve insanlar ücret köleliğini kaldırmayı düşünmeden önce kapitalizme olgunlaşma şansı verilmelidir.

Sosyal demokratların Rusya işçileri arasında çok takipçisi vardı, birçok işçi sendikası Menşevik’ti. Ancak devrimin -yalnızca Marks elli yıl önce olamayacağını söylediği için- proleter olmadığı iddiası emekçilerin ilgisini çekmedi. Devrimi gerçekleştirmişlerdi, mücadele etmişler ve bunun için kan dökmüşlerdi. Çarı ve onun kliğini kovmuşlardı ve şimdi de sanayi patronlarını kovuyorlar, böylece ücretli köleliği ve kapitalizmi ortadan kaldırıyorlardı. Uzun bir süre önce ölmüş bir adam bunun yapılamayacağına inanıyor diye pratikte yaptıkları şeyi neden teoriye göre yapamadıklarını anlayamıyorlardı. Sosyalist liderlerin mantığı onlar için fazla ‘bilimsel’di. Sağduyuları onlara bunun tamamen saçmalık olduğunu söyledi ve Menşevikler, işçiler arasındaki takipçilerinin çoğunu kaybetti.

Diğer bir siyasi partiye Sosyalist Devrimciler adı verildi. Bu partide, geçmişte Çarlığa karşı aktif mücadele etmiş birçok devrimci vardı. Sosyalist Devrimciler’in, başta çiftçi nüfusu olmak üzere çok sayıda taraftarı vardı. Ancak ülke buna karşı çıkarken savaşın devamı için tavır alarak onları yabancılaştırdılar. Bu tavır partide de bir bölünmeye neden oldu, muhafazakâr unsur Sağ Sosyalist Devrimciler olarak anılırken daha devrimci hizip kendisine Sol Sosyalist Devrimciler adını verdi. Çar döneminde uzun yıllar Sibirya’da hapis cezasına çarptırılmış olan Maria Spiridonova liderliğindeki ikincisi, savaşın sona ermesini savundu ve özellikle daha yoksul tarım nüfusu içinde çok önemli bir takipçi kitlesi elde etti.

Rusya’daki en radikal unsur; derhal barış, köylüler için özgür toprak, üretim ve dağıtım araçlarının toplumsallaşmasını talep eden anarşistlerdi. Herkes için eşit haklar, kapitalizmin ve ücretli köleliğin kaldırılması ve hiç kimseye özel ayrıcalıklar verilmemesini istediler. Toprak, fabrikalar ve değirmenler, üretim makineleri ve dağıtım araçları tüm halkın malı olacaktı. Herkes yeteneğine göre çalışacak ve ihtiyaçlarına göre alabilecekti. Herkes için tam özgürlük ve karşılıklı çıkarlar temelinde ortak kullanım olacaktı. Anarşistler, iktidarı herhangi bir hükümete devretmeye veya bir siyasi partinin otoritesine karşıydı. Her türden hükümetin devrimi bastıracağını ve işçileri zaten elde ettikleri sonuçlardan mahrum edeceğini söylediler. Bir ülkenin yaşamının ve refahının siyasete değil ekonomiye bağlı olduğunu savundular. Yani insanların istediği yaşamak, çalışmak ve ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bunun için siyaset değil duyarlı bir ekonomi yönetimi gereklidir. Siyasetin, yaşamalarına yardım etmek değil insanları yönetmek ve onlara hükmetmek için bir oyun olduğu konusunda ısrar ettiler. Kısacası anarşistler; emekçilere kimsenin bir daha efendi olmasına izin vermemelerini, siyasi hükümeti ortadan kaldırmalarını ve tarımsal, endüstriyel ve toplumsal işlerini yöneticiler ve sömürücülerin yararına değil herkesin iyiliği için işletmelerini tavsiye ettiler. Halkı kendi örgütleri aracılığıyla Sovyetlerinin yanında olmaya ve çıkarlarını korumaya çağırdılar.

Anarşistlerin sayısı nispeten azdı. En devrimci unsur olarak Çarlık rejimi tarafından sosyalistlerden daha kötü zulüm gördüler. Birçoğu idam edildi, diğerleri hapsedildi ve örgütleri yasadışı ilan edilerek bastırıldı. Anarşistlere yakın olmak çok tehlikeliydi ve örgütlenme çalışmaları son derece zordu. Bu nedenle anarşistler 120 milyon nüfusa sahip geniş bir ülkede halkın geneli üzerinde çok fazla etki yaratamıyorlardı.

Ancak fikirlerinin insanların doğal içgüdülerine hitap etmesi bakımından büyük bir avantajları vardı. Anarşistler, yetenekleri ve sınırlı güçleri ölçüsünde barış, toprak ve ekmek talebini teşvik ettiler, bu taleplerin doğrudan kamulaştırma ve özgür bir komünal yaşamın oluşturulması yoluyla gerçekleştirilmesi için aktif olarak çabaladılar.

Rusya’da anarşistlerden çok daha kalabalık olan bir siyasi parti vardı. Bu parti, anarşist fikirlerin değerini anladı ve bunları gerçekleştirmek için çalışmaya koyuldu.

Bolşevikler.

Çev. Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (15): Şubat ve Ekim Arasında – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/01/28/anarsizm-nedir-15-subat-ve-ekim-arasinda-alexander-berkman/feed/ 0