The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (33): Ekonomiyi Yenmek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Dayanışma ekonomisi, Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizimizde daha önce ele aldığımız bir konu. Bu sayıda ise popüler bir model olarak pratik edilen dayanışma ekonomisine yönelik bir eleştiriye yer veriyoruz. Alıntıladığımız metin, ekonomiyi bir amaç olarak görmeyi reddeden anarşist bir grup olan Görünmez Komite’nin 2015’te yayımladığı “Arkadaşlarımıza” adlı kitapta bulunuyor.
Komünü zaptedilmez yapan şeyin tam da onun esasını oluşturması, onun baştan başa sarıldığı halde hiçbir zaman gasp edilemeyecek olması, önceden de Roma Hukuku’ndaki res communes’in ayırt edici özelliğiydi. “Ortak şeyler” okyanus, atmosfer, tapınaklar gibi ele geçirilemeyecek şeylerdi. Birkaç litre suyu, bir kıyı şeridini ya da tapınağın taşlarını ele geçirebilirsiniz ama denizi değil, kutsal yeri değil. Res communes paradoksal biçimde şeyleştirilmeye, şeylere dönüşmeye direnirler. Kamu hukukunda, kamu hukuku dışında kalanları belirtir: Ortak kullanımda olanlar yasal kategorilere indirgenemez. Dil genellikle “komünal”dir: Kişi onun sayesinde, onun aracılığıyla kendini ifade edebilse de kimse onu kendi mülkü yapamaz. Kişi onu sadece kullanabilir.
Son yıllarda bazı ekonomistler yeni bir “komün” teorisi geliştirmeye çalışıyorlar. “Komün”ün, pazarın değer vermekte zorlandığı ama onsuz işlemeyeceği şeyler olduğu söyleniyor: Çevre, zihinsel ve bedensel sağlık, okyanuslar, eğitim, kültür, büyük göller vb. ama aynı zamanda dev altyapılar (otobanlar, internet, telefon ya da sağlık ağları vb.). Hem gezegenin durumundan endişelenen hem de pazarın işleyişini geliştirmeyi arzulayan bu ekonomistlere göre, bu “ortak şeyler” için sadece pazara dayanmayan yeni bir “yönetişim” biçimi icat etmek gerekiyor.
2019 Nobel Ekonomi ödülü sahibi Elinor Ostrom’un “komünü yönetmek” için sekiz ilke tanımladığı son “çok satan” kitabının adı Ortak Malların Yönetimi. Henüz oluşturulmamış olan “ortak şeylerin yönetim kadrosunda” kendilerine bir yer olduğunu anlayan Negri ve şürekası özünde tamamen liberal olan bu teoriyi benimsedi. Hatta kapitalizm tarafından üretilen her şeyin son tahlilde insanların üretken işbirliğinin sonucu olduğu şeklinde bir akıl yürütmeyle, “ortak şeyler” kavramını bunları kapsayacak şekilde genişlettiler. İnsanların bunları ele geçirmesinin yolu ise pek sık görülmeyen bir “ortak şeylerin demokrasisi” olarak gösteriliyordu. Fikir yoksunu ebedi takipçileri koşup onların arkasında sıraya girdiler. Şimdi kendilerini “sağlık, barınma, göç, sosyal hizmetler, eğitim, tekstil endüstrisindeki koşullar vb.” talep ederken buldular; ele geçirilmesi gereken o kadar çok “ortak şey” var ki… Böyle giderse yakında nükleer santrallerin işçiler tarafından yönetilmesini isteyecekler ve tabi NSA (Ulusal Güvenlik Ajansı isimli ABD istihbarat teşkilatı), çünkü internet herkese ait olmalı. Onlara göre sofistike teorisyenler “ortak şeyleri” Batı’nın sihirli şapkasından son çıkan metafizik prensip olarak görme eğiliminde. Bir “arche” diyorlar, “bütün politik hareketi örgütleyen, kumanda eden ve hükmeden” anlamında, yeni kurumları ve yeni bir dünya hükümetini doğuracak olan yeni bir “başlangıç”. Bütün bunların kaygı verici yanı, hayal edebildikleri tek devrimin bugünkü dünyanın yönetim kademesine Proudhon ve İkinci Enternasyonal’den ilham alan insanların danışmanlık yapması. Günümüzdeki komünler “ortak şeylerin” hiçbirine erişim talebinde bulunmuyor ya da yönetimine heves etmiyor. Doğrudan doğruya ortak bir yaşam biçimi örgütlüyorlar, yani gasp edilemeyecek olanla ortak bir ilişki geliştiriyorlar ve dünya ile başlıyorlar.
Bu “ortak şeyler” yeni nesil bürokratların eline geçti diyelim, bizi öldüren şeyler hiçbir açıdan gerçek anlamda değişmeyecek. Metropolün tüm sosyal yaşamı dev bir cesaret kırma projesi gibi çalışıyor. İçindeki herkes, varoluşlarının her yönüyle, genel emtia sistemi örgütlenmesi tarafından tutsak ediliyor. Kişi elbette o ya da bu örgütte aktivist olabilir, “arkadaş” grubuyla sokağa çıkabilir ama nihayetinde herkes kendi başınadır, kendi postunu kurtarır ve bunun farklı olacağını düşünmek için bir neden yoktur. Fakat her hareket, her sahici deneyim, her isyan süreci, her grev, her işgal, o hayatın kendini kanıtlayan sahte kanıtında açılan bir çatlaktır; ortak bir yaşamın mümkün ve arzulanır olduğunu, değerli ve coşkulu olabileceğini kanıtlar. Bazen sanki buna inanmamızı engellemek için diğer yaşam biçimlerini, sönümlenenlerinden kalan izler dahil, imha etmek üzere her şey üst üste geliyor gibi gözüküyor. Geminin dümenindeki gözü dönmüşlerin en korktuğu şey, yolcuların onlardan daha az nihilist olması. Gerçekten de bu dünyanın bütün örgütlenmesi, yani ona mutlak bağımlılığımız, olası diğer bütün yaşam biçimlerinin gündelik olarak inkarıdır.
Toplumsal cila çatlayıp soyuldukça bir güç biçimini almanın aciliyeti yüzeyin altından ama görünür biçimde yayılıyor. Meydanlar hareketi bittiğinden beri birçok şehirde grev komitelerinin ve mahalle meclislerinin ama aynı zamanda kooperatiflerin tahliyeleri durdurmak için, her şey için ve her anlamda karşılıklı yardımlaşma ağlarının ortaya çıktığını görüyoruz. Üretim, tüketim, barınma ve kredi kooperatifleri ve hatta yaşamı her yönüyle ele alan “entegre kooperatifler”. Bu çeşitlilikte, daha önceden marjinal olan bir pratikler yumağı, şimdiye kadar bunları neredeyse kendine saklayan radikal gettonun çok ötesine yayılıyor. Böylelikle daha önce olmayan bir ciddiyet ve etkinlik kazanıyorlar ve bu pratikler kolaylaşıyor. İnsanlar para ihtiyacını beraberce karşılıyorlar, biraz kazanmak ya da onsuz yapmak için örgütleniyorlar. Yine de araç yerine amaç olarak alınırsa kooperatif bir marangozhane ya da oto tamirci, maaşlı iş kadar bezdirici olabilir. Her bir ekonomik oluşum, eğer komün onun bütünlüğünü reddetmiyorsa unutulmaya mahkumdur, zaten unutulmuştur. Yani komün, ekonomik toplulukları (komüniteleri) birbirleriyle iletişim (komünike) haline getiren, onların içinden akan ve onları taşıran şeydir; ben-merkezci eğilimlerini engelleyen bağdır.
20. yüzyılın başında Barselona işçi hareketinin etik yapısı yürümekte olan deneyimlere bir rehber olabilir. Ona devrimci karakterini veren tek başına özgürlükçü okullar, CNT-FAI damgalı parayı basan teknisyenler, sektörel sendikalar, işçilerin kooperatifleri ya da pistoleros grupları değildi. Bütün bunları birleştiren bağdı, bütün bu faaliyetlerin ve oluşumların arasında yeşeren ama hiç birine atfedilemeyecek olan ortak yaşamdı. Bu onun yenilmez olan temeliydi.
“Krizin” vurduğu birçok Avrupa ülkesinde toplumsal ve dayanışmaya dayalı ekonominin ve onlara eşlik eden kooperativist ve mutualist ideolojilerin ısrarla geri döndüğünü görüyoruz. Bunun “kapitalizme bir alternatif” oluşturabileceği fikri yayılıyor. Biz bunu daha çok mücadeleye alternatif, komüne alternatif olarak görüyoruz. Sadece Dünya Bankası’nın son yirmi yılda dayanışma ekonomisini özellikle Güney Amerika’da nasıl bir politik pasifleştirme tekniği olarak kullandığına bakmak ikna edici olacaktır. “Üçüncü Dünya” ülkelerinin gelişmesine yardım projesi, 1961-1969 yıllarında ABD Savunma Bakanı olan ve Vietnam, Portakal Gazı ve Rolling Thunder bombalaması ile bilinen Robert McNamara’nın karşı isyan tasarımıdır. Bu ekonomik proje esasında ekonomik değil tamamen politiktir ve basit bir amacı vardır. ABD’nin “güvenliğini” garantilemek yani komünist isyanları yenmek için onları doğuran en büyük etken olan “aşırı yoksulluk”tan mahrum bırakmak. Yoksulluk yoksa isyan yok. Katıksız Galula. McNamara 1968’de “Cumhuriyetin güvenliği” diye yazıyordu, “sadece onun askeri gücüne değil, hatta öncelikle, burada kendi evinde olduğu kadar dünyanın her yerinde gelişmekte olan ülkelerde istikrarlı ekonomik ve politik sistemlerin yaratılmasına dayanır.” Bu açıdan bakıldığında yoksullukla savaşın bir çok amacı var. İlk olarak asıl sorunun yoksulluk değil zenginlik olduğu gerçeğini gizliyor; küçük bir azınlığın iktidarla birlikte üretim araçlarının çoğunu elinde tuttuğu gerçeğini. Ayrıca sorunu politik değil toplumsal mühendislik meselesine çeviriyor. Dünya Bankası’nın 1970’ten beri yoksulluğu azaltmak için yaptığı müdahalelerin neredeyse sistematik olarak başarısızlığa uğraması ile dalga geçenler, gerçek amacı olan isyanı önlemek konusunda çoğunlukla kesin başarı sağladığını dikkate alsalar iyi olur. Bu mükemmel işleyiş 1994’e kadar sürdü.
1994, 170.000 yerel “dayanışma komitesinin” desteğiyle ABD ile yapılan serbest ticaret anlaşması ile üretileceği öngörülen şiddetli toplumsal bozulmanın etkilerini yumuşatmak için tasarlanan Meksika’da Ulusal Dayanışma Programı’nın (PRONOSOL) başlatıldığı zamandı. Zapatistaların isyanına yol açtı. O zamandan beri Dünya Bankası “yoksul halkların otonomisini ve yetkelendirilmesini destekleyen” mikrokrediye* odaklandı (2001 Dünya Kalkınma Raporu). Kooperatifler, yardımlaşma dernekleri, kısacası toplumsal ve dayanışmacı ekonomi. Aynı rapor diyor ki “yoksul insanların yerel örgütlere mobilizasyonunu teşvik edin ki aynı zamanda o kurumlarda denetleyici olarak rol alabilsin, yerel karar alma süreçlerine katılabilsin ve böylece günlük hayatta hukukun üstünlüğünün sağlanması için işbirliği yapsınlar.” Yani yerel liderleriyle işbirliği yapıp kendi ağlarımıza dahil edin, muhalif grupları etkisizleştirin, “insan sermayesinin” değerini yükseltin, daha önce emtia dolaşımından kaçan her şeyi, marjinal olanları bile dolaşıma sokun.
Onbinlerce kooperatifin ve hatta kazanılan fabrikaların bile Argentina Trabaja programına entegre olması Cristina Kirchner’ın 2001 isyanına cevap olarak ayarlanmış karşı isyancı başyapıtıdır. Ondan aşağı kalmasın, Brezilya’nın 2005 yılında 15.000’e varan işletmesi ile kendi Ulusal Dayanışma Ekonomisi Sekreterliği, yerel kapitalizmin başarı hikayesine parlak biçimde ekleniyor. “Sivil toplumun mobilizasyonu” ve “farklı bir ekonominin” geliştirilmesi Naomi Klein’ın safça düşündüğü gibi “şok stratejisine” uygun bir cevap değil, şok mekanizmasının diğer vuruşu. Neoliberalizmin temel unsuru olan şirket-biçimi kooperatiflerle beraber yayılıyor. Yunanistan’da bazı solcuların yaptığı gibi ülkesinde son iki yılda öz yönetimli kooperatiflerin patlamış olmasından aşırı memnun olmamak gerekir. Çünkü Dünya Bankası tam olarak aynı hesabı aynı memnuniyetle yapıyor. Toplumsal ve dayanışma tipinde esnek bir marjinal ekonomik sektörün varlığı politik, dolayısıyla ekonomik, iktidarın merkezileşmesine karşı bir tehdit oluşturmuyor. Hatta onu bütün zorluklardan koruyor. Bu kadar korunaklı bir tamponun arkasında Yunan armatörler, ordu ve ülkenin büyük şirketleri her zamanki işlerine devam edebiliyorlar. Bir miktar milliyetçilik, toplumsal ve dayanışma ekonomisinden bir dokunuş ve işte sonuç: İsyan biraz daha beklemek zorunda.
Ekonomi “davranışların bilimi” ünvanını ya da hatta “uygulamalı psikoloji” mertebesini iddia etmeden önce ihtiyacın, bu ekonomik yaratığın dünya üzerinde çoğaltılması gerekiyordu. Bu ihtiyaç hali, bu muhtaç emekçi, doğanın yarattığı bir şey değil. Uzun zaman boyunca sadece yaşam şekilleri vardı, ihtiyaçlar değil. İnsan bu dünyanın bir parçasında yaşar ve orada kendini nasıl besleyeceğini, nasıl giyineceğini, eğleneceğini ve başının üstüne bir dam koyacağını bilirdi. İhtiyaçlar tarih içinde kadın ve erkekleri dünyalarından kopararak üretildi. Bunun yağma, sömürü, kapatma ya da kolonizasyon biçimlerinden hangisini aldığı bu bağlamda önemli değil. İhtiyaçlar, ekonominin kopardığı dünyanın karşılığında insana verdiği şeydi. İnkar etmenin faydası yok, bu ön kabulle başlıyoruz. Fakat eğer komün ihtiyaçlar için sorumluluk almayı içeriyorsa, bu özerklik kaygısından değildir, çünkü bu dünyaya ekonomik bağımlılık, sürekli ezilmenin varoluşsal olduğu kadar politik bir nedenidir.
Komün ihtiyaçlarımızı karşılarken bunu içimizdeki muhtaç olma durumunu yok etme niyetiyle yapar. Bir eksiklik hissedildiğinde yaptığı ilk hareket, o eksiklik her ortaya çıktığında o eksikliği ortadan kaldırmanın yolunu bulmaktır. Eve ihtiyacı olanlar mı var? Sadece onlar için bir tane yapmazsın; herkesin kendine hızlıca bir ev yapabileceği bir atölye kurarsın. Toplantı yapmak, oyalanmak ya da eğlenmek için bir yere mi ihtiyaç var? Bir yer işgal edilir ya da inşa edilir ve “komüne dahil olmayanlara” da açılır. Gördüğünüz gibi mesele ihtiyacın bolluğu değil ortadan kaldırılmasıdır, yani kolektif güce katılım dünyaya karşı tek başına olma hissini yok eder. Bunun için hareketin esrikliği yeterli olmaz; araçların bol ve çeşitli olması gereklidir.
Selanik’te işçileri tarafından yeniden işletilmeye başlanan Vio.Me fabrikası** ile, her ne kadar oradan ilham aldıklarını söyleseler de, Arjantin’de felaketle sonuçlanan bir dizi çeşitli özyönetim girişimi arasında bir ayrım yapmak gerekir. Farklı olan, fabrikanın tekrar üretime geçmesinin sadece bir alternatif ekonomi girişimi olarak değil, en başından Yunanistan’daki “hareketin” bütün unsurları tarafından desteklenen politik bir direniş olarak yaratılmış olmasıydı. Fayans bağlantı malzemesi üreten bu fabrika dönüştürülerek aynı makinelerle dezenfektan jel üretimine başlandı ve özellikle “hareket” tarafından işletilen dispanserlere gönderildi. Buradaki komünal özellik, hareketin çeşitli kesimlerinin arasındaki yankılardır. Eğer komün “üretiyorsa” bu sadece ikinci derecede önemlidir; “ihtiyaçlarımızı” tatmin ediyorsa bu fazladan bir şeydir çünkü ortak bir yaşam arzusuna ek olarak yapılmıştır; üretilenleri ve ihtiyaçları amaç olarak almadan. Komün, kendi büyümesinin gerektirdiği müttefiklerini bu dünyaya açıkça karşı çıkışında bulacaktır. Ekonomiyi gerçekten krize sokacak olan komünlerin büyümesidir ve bu ciddi olan tek karşı büyümedir.
* Bkz. Zapatistlerin Perspektifinden Ekonomi Politik, Meydan 34. ve 35. sayı
** Bkz. Selanik VIO.MET İşçileri ile Röportaj: Kooperatifleşmeye Doğru, Meydan 3. sayı
Çeviri: Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (33): Ekonomiyi Yenmek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (32): Direnişin Altyapısını Yeniden İnşa Etmek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İçinde bulunduğumuz ekonomik kriz her geçen gün kendini daha fazla hissettirirken; bu kriz durumunun, yıkmaya çabaladığımız bu ekonomik ve siyasal düzenden bir çıkış anı olabileceği sık tartışılanlar arasında. Ancak tartışmaların göz ardı etmemesi gereken bir boyutu var. Ekonomik kriz kendisini biz ezilenlere dayatırken ve kaçınılmaz şekilde krizin faturası ezilenlere kesilmeye çalışılırken; bizim de bu durumdan çıkış için ne gibi pratikler sergileyebileceğimizi konuşmak ve dahası yapmak. Jeff Shantz’ın Direnişin Altyapısını İnşa Etmek, isimli makalesi işte böyle bir süreçte Anarşist Ekonomi Tartışmaları dizisinde paylaştığımız bir makale. Taban örgütlenmesi ve sendika çalışmalarında deneyimli bir anarşist ve daha önce Anarchy, Social Anarchy, Green Anarchy, Earth First! gibi dergilerde de bulunmuş Jeff Shantz’ın yazısı, bir yandan yaşamsal örgütlenmelerin toplumun politizasyonundaki öneminden bahsederken, öte yandan da muhalefetin geleneksel yapılarının çalışma sınırlarını genişletmesine odaklanıyor.
Anti-kapitalist ve alternatif küreselleşme hareketlerinin, ne istemedikleri konusunda çok net oldukları ama ne istedikleri konusunda net olmadıkları söyleniyor. Son zamanlardaki hareketler, amaçladığımız alternatif dünyaya bakışlarını uygulamaya koyan düşünsel ve eylemsel pratikleri sürdürmek konusunda kesinlikle öncekiler (1910’lar ve 30’ların işçi hareketi; 60’lar ve 70’lerin toplumsal hareketleri) kadar etkili olmadılar. Meslektaşım Alan Sears bugünkü yetersizliği “muhalefetin altyapısındaki” düşüşe bağlıyor. Seatle’da 1999’dan sonra olduğu gibi anti-kapitalist hareketlerin büyüme olasılığı karşısında örgütlenme meselesi ve çeşitli faaliyetlerin birbirleriyle ve toplumsal dönüşümü amaçlayan daha geniş hareketlerle ilişkileri daha acil hale geliyor. Yine de resmi ya da gayri resmi, kökleri işçi-sınıfı topluluklarında olan dayanıklı örgütlerin olmayışı umutsuzluğa ya da alternatif küreselleşme gruplarının çoğunda olduğu gibi alt-kültürlere geri çekilmeye neden oluyor. Bugün, sadece eylemcileri ve örgütleyenleri değil, özellikle mevcut krizden feci halde etkilenen işçi sınıfından yoksul insanları ayakta tutmak için “direnişin altyapısını” yeniden inşa etmeye acilen ihtiyacımız var.
“Muhalefetin altyapısı” kavramı toplumsal hareketlerin isyanın spontan ifadelerinin ötesine geçip mobilizasyon ve muhalefeti sürdürürken yararlandığı bütün kaynakları ifade eder. Muhalefetin altyapıları çoğu zaman, STK’lar ya da sendikalar gibi ana akım ya da reformist grupların radikal gruplara kendi amaçları için ayırdığı kaynakları içerir. Alan Sears bu kavramı uyarlayarak, hareketlerin ortak belleklerini sürdürme kapasitelerini geliştirmek, kolektif tasavvuru inşa etmek, tartışma ve analiz yapmak için kullandıkları her çeşit pratikler anlamında kullanıyor. Örnek olarak sendikalar ve sosyalist parti örgütlerindeki sol beyazları veriyor ve ekliyor: “Muhalefetin altyapısını yeniden inşa projeleri ve sosyalizmi yeniden canlandırmak bir bütün olarak birbirine bağlıdır.” Bunlar açıkça sınırlı ve sorunludur.
Bu yaklaşım resmi politik örgütleri vurguluyor. Bense yoksul ve işçi sınıfı toplulukların ihtiyaçlarını karşılamak adına, resmi ya da gayri resmi, toplumsal kurumlara öncelik verilmesi gerektiğini savunuyorum. Günümüzde direnişin altyapıları sosyal merkezleri, barınma inisiyatiflerini, paylaşma sofralarını, ulaşımı, topluluk medyasını, özgür okulları, kitabevlerini, kafeleri, barları ve klüpleri içerebilir.
Ehrlich anarşistlere önce alternatif kurumları geliştirmelerini telkin ediyor. Bunlar, eski toplumun bağlamında yeni toplumun bir benzeri şekilde ifade ettiği aktarım kültürünün yapı taşlarıdır. Örgütleyenler bu yapılar içerisinde sürdürülebilir topluluklar oluşturmak için gereken temel ihtiyaçları karşılamaya çalışabilirler. Sears, 11 Eylül 2001 sonrası politik karşı saldırı tarafından gelişimi yarıda kesildiği için şu anda muhalefetin altyapısının çok zayıf olduğuna dikkat çekiyor.
Anarşistler insanların spontan örgütlenme kapasitelerini hep vurgularlar ama “spontan” gözüken şeyin önceden var olan kapsamlı radikal pratikler temelinden geliştiğini de kabul ederler. Önceden var olan deneyimler ve ilişkiler olmadığında insanlar, toplumsal ayaklanmanın harareti içinde anlaşmazlıkları gidermek ya da eski disiplinli öncü örgüt anlayışına dönmek durumunda kalırlar. Özgürleştirici toplumsal dönüşüm, herhangi bir isyan öncesinde radikal değişime aktif katılım deneyimi ve eski toplumun kabuğunda yenisini inşa etmek için önceki yapıları geliştirmek gerektirir.
Özgür okullar olsun işgal evleri ya da karşı-medya olsun birçok alternatif kurum alternatif toplumsal altyapıları geliştirmek için bir araç olarak ağlar oluşturur. Günümüzdeki projeler hala çok yeni. Belki yeni medya faaliyetleri ve internet ağları hariç hiçbiri pratik alternatifler önerebilecek ölçeğe ulaşmadı. Yine de hepsi birden, onları ortaya koyan projelerin çok ötesine geçebilecek pratik alternatiflerin yapı taşlarını inşa ediyorlar.
Olasılıklar
Tabii ki her bir topluluk, mahalle ya da bölgenin acil ele alınması gereken sorunları vardır. İnsanlar ihtiyaçlarının ne olduğunu kendileri kararlaştıracaklar. Toronto’da direnişin altyapısını oluşturma çabaları konusunda kendi deneyimim üzerinden bunu açıklayabilirim. Sınırlı kaynaklarımızı etkili yönlendirmek için birkaç öncelikli toplumsal mücadele alanına odaklanmayı kararlaştırdık. Anti-faşizm kapsamında faşistlerle sokak kavgasına girmedik ama ABD/Kanada sınır polisine karşı artan göçmen gözaltılarını durdurmaya çalıştık. Anti-yoksulluk çalışması, çeşitli mahallelerde kiracı birliklerini ve diğer toplum temelli örgütleri güçlendirmenin yanı sıra, Yoksulluğa Karşı Ontario Koalisyonunun başı çektiği, devletten sınırlı talepleri olan Ücretleri Arttır kampanyasına destek verdi.
Alternatif küreselleşme örgütleyicileri işçi mücadelelerinde, Kuzey Amerika’daki birçok küreselleşme karşıtı örgüt için olduğu kadar sendikalar için alışılmamış olan ilginç gelişmelere katkıda bulundular. Sendikalarda ve diğer işyeri örgütlerinde anti-kapitalist bir perspektif geliştirmek, gerçekten de alternatif küreselleşme eylemcilerinin genelde ihmal ettiği amaçlardan biri. Birçok sol grup enerjilerini sendika seçimlerinde aday listeleri oluşturmaya ya da muhalefet kurultaylarına odaklarken, taban örgütünü ve militanlığı geliştirmek için yapılacak birçok iş var. Sendika yönetimi ne yaparsa yapsın, bütün yereller ve işyerleri çapında militan ve mobilize taban hareketi inşa etmediğimiz sürece örgütlü işçilerin gerçek gücünün ortaya çıkmayacağını savunuyoruz.
Dahil olduğum birkaç girişimden biri acil servis idi: yoksul ve işçi sınıfı bölgelerinde sendikalı olmayanlarla doğrudan dayanışma eylemleri yapan sendika üyelerinden oluşan hızlı-cevap ağları. Toronto’da, hem grev dayanışmasını koordine etmek ve hem de işi olan, olmayan, sendikalı, sendikasız işçiler arasında bir öz-örgütlenmenin oluşmasına yardım etmek için bir acil servis oluşturuldu.
Acil servis bütün resmi sendika yapılarından bağımsız ve sıradan işçilere, sendikasız işyerlerinde çalışan işçilere ya da işsizlere açıktır. Acil servis patronların her türlüsüne karşı doğrudan eylemi destekler. Kanada kapsamında göçmen dayanışması, kiracı koruması, işgal evi hakları ve sosyal yardım konularında doğrudan eylemlere, yasallığı umursamayan oldukça fazla sayıda taban-sendikacıyı mobilize ederek çok önemli destek sağladı. Eylemlerinin kapsamı belirli kolektif anlaşmalarla ya da işyerleriyle sınırlı olmayan acil servis, işyeri eylemlerindeki savunmanın yanı sıra topluluklar için de mobilize oluyor. Sadece Ontario işçileri, acil servis ile birlikte birçok insanın sınır-dışı edilmesini engelledi, ev boşaltmaları durdurdu, grevlerde kazanım sağladı ve reddedilen insanların sosyal yardım haklarını kazandı. Bu örneklere dayanarak Peterborough ve Montreal’deki işçiler yakın zamanda kendi şehirlerinde acil servis ağlarını kurmaya başladılar. Montreal’de bir araya gelen Güvencesiz İşçiler Ağı öncelikle örgütsüz ve işsiz işçiler arasında örgütleniyor.
Önceki sendikamda yoksulluk-karşıtı bir çalışma grubunun oluşturulmasına yardım etmiştim. Sendika, sendika içinden ve dışından üyeleri olan çalışma grubuna bir ofis, telefon ve diğer kaynakları verdi. Çalışma grubu geleneksel sendikacılığın beklentilerinin ötesinde eylemler yapıyor ve üye olsun olmasın, icra, ev sahibi, patron ve polisle ya da sosyal yardımlar ve diğer devlet bürokrasisi konusunda sorun yaşayanlarla dayanışma gösteriyor. Resmi formların doldurulmasından kazıkçı bir işverene ya da ev sahibine karşı doğrudan eyleme kadar her konuda dayanışma içindeler. Etkilenenler kendi durumlarına en iyi nasıl yaklaşılacağına kendileri karar veriyor ve çalışma grubunun kaynakları ve insanları ile birlikte karar işletiliyor. “Olağan kanalların” neredeyse hiçbir zaman yoksulların lehine işlemediğini bilen çalışma grubu, insanların ihtiyaçları için ne gerekiyorsa yapmak konusunda kararlı. Sendika üyelerinin ifadesiyle, sendika kaynakları sadece pazarlıklar için kullanılmaz, işçi sınıfı topluluklarının kaynaklarıdır ve direnişin altyapısının bir parçasıdır.
Bunlar sadece ilk elden deneyimlediğim örnekler. Henüz sosyal merkezlerden, paylaşma sofralarından, barınma ve yerleşim inisiyatiflerinden bahsetmedim.
Düşünceler
Radikal mücadelelere ve dönüşüme sadece düşünsel olarak değil örgütsel olarak da hazır olmalıyız. Direnişin altyapısı, isyan dönemlerinde ve sonrasında insanların radikal toplumsal değişimi sürdürmesinin bir aracıdır.
Sendikalı bir ailede büyüyen bir çocuk olarak, üyelerin güzel zamanları paylaşmak, tartışmak, oynamak ve arkadaşlık için bir araya geldiği bir çok özel gün hatırlıyorum. Bu etkinlikler üyelerin ve ailelerinin, paylaştıkları kültürün, topluluğun ve karşılıklı yardımlaşma pratiğinin maddi ve manevi faydasını gördükleri mekanlar sağlıyordu. Fabrikada çalışmaya başlayıp yerele üye olduğum dönemde ise bu etkinliklerin ve mekanların çoğu geçmişte kalmıştı. Darda kalan iş arkadaşlarım dayanışmayı ve desteği yerelin ortak mekanları yerine çoğu zaman, hortlayan dinde ve muhafazakar klüplerde buluyorlardı.
Belki de sağın 1980’ler ve 1990’larda yaptığı başarılı örgütlenmeden çıkarılacak derslerden biri budur. İhtiyaç ve kriz zamanlarında evangelist kiliseler kapitalist yabancılaşmaya karşı kurumsal destek ve duygusal savunma sağladılar (tabii ki muhaliflerin taklit etmeyeceği yollarla). Birçok tarikat üyelerine gıda, giyecek ve barınma sağlıyor. Birçoğu cemaatlerinden birinin evini inşa etmek için yüzlercesini mobilize edebiliyor. Sol bu altyapı kapasitesini geliştirmek konusunda aktif değildi ama biz kendi mahallelerimizde bunu yapmalıyız.
Direnişin altyapısı insanları alternatif toplumsal mekanlar yaratmaya teşvik eder ve özgürleştirici kurumlar, pratikler ve ilişkiler buralardan beslenir. Daha kapsamlı toplumsal dönüşümü teşvik eden kurumların yaratılmasıyla ekonomik ve politik öz-yönetimlerin başlangıçlarını içerirler. Aynı zamanda bazı bireysel ve kolektif hayatta kalma koşullarını ve şimdiden büyümeyi sağlarlar. Dünyayı değiştirmenin yolu devleti ele geçirmekten değil insanların kişisel ve kolektif güçlerini geliştirebilecekleri imkanlar yaratmaktan geçer.
Direnişin altyapıları belirli toplulukların, mümkün olduğu kadar egemen devlet ve kapitalist yapılara alternatif olan ama işleyen, ekonomik ve toplumsal sistemler inşa ettiği durumlar yaratır. Topluluğun gıda, barınma, iletişim, enerj, ulaşım, çocuk bakımı, vb. ihtiyaçlarını karşılamak konusunda en azından bir başlangıç noktası sunan alternatif kurumlar etrafında örgütlenirler. Bu kurumlar devletin ve sermayenin egemen ilişkilerine ve kurumlarına karşıdır ve onlardan bağımsızdır. Bürokratik sendikalar ya da siyasi partiler gibi işçi sınıfının “resmi” organlarına karşı da mücadele edebilirler. Bu kurumlar uzun vadede resmi yapıların yerini almak niyetiyle kısa vadede onlarla mücadele eder.
Genelde iyimser politikaların sorunu, bugünün hiç durmadan kendini geleceğe dayatmasıdır. Bu kurumların, kapitalizmin kabuğunda ortaya çıkmış oldukları için lekelendikleri hep hatırlamak gerekir. Bu doğum onlarda geçmişin izini bırakır. Ayrıca etki alanlarını ve kapsamlarını sınırlamak ve sürdürülme kapasitelerini aşındırmak için baskı yapar. Aynı zamanda, bir isyan olacağını ya da başarılı olup olmayacağını bilemeyeceğimiz için şimdiden, yaşamak istediğimiz ilişki biçimlerine yakın durumları yaratmak için çaba harcamaya değer. Geniş kapsamlı tasavvurumuzu ifade eden alternatif kurumların ve ilişkilerin yaratılması kendi başına arzulanan bir şeydir. Yeni toplumu inşa etmeye devam ederken, şimdiden daha özgür ve güvende yaşayabileceğimiz mekanları özgürleştirmek ya da yaratmak önemlidir.
Tabii ki bu yaklaşımın sınırları vardır ve çoğu kişi alternatif örgütlenme biçimlerinin yavaş yavaş mevcut iktidar biçimlerinin yerine geçeceği fikrine şiddetle karşı çıkar. Herhangi bir noktada bu alternatifler mevcut iktidar biçimlerine karşı gerçek bir tehdit oluşturursa, aşırı olması muhtemel bir polis şiddetiyle karşılaşacaktır. Bu mekanların savunulması gerekecektir. Onların varlığı üzerine olan çatışma bizzat, diğer dönemlerde gördüğümüz beklenmedik radikal ayaklanma biçimlerini üretebilir.
Bazılarının umduğu gibi iktidar kurumlarına aldırmamak yeterli değildir. Kapasitelerinin ve güçlerinin aşındırılması ve azaltılması gerekir. Geçmiş deneyimlerin öğrettiği birşey daha vardır: Varlığını öncelikle bir karşı-kültür ifadesi olarak ortaya koyan hareketler ya karşı kültür unsurlarının metalaştığı ve kapitalist değişim mantığı ile çevrelendiği, saf değiştirmenin bildik tehditleriyle karşılaşır ya da karşı-kültürler basitçe yok sayılır, “kendi haline bırakılarak” müsamaha edilir.
Direnişin bu altyapılarının ne kadar dayanabileceği sorusu tartışmaya açıktır. Bazıları düştü, bazıları devam ediyor ve serpiliyor. Maalesef bazıları sekterliğe ya da rekabetçiliğe yenildiler. Diğer bazıları imkan, kaynak ya da emek yetersizliği nedeniyle çöktü. Çoğu belirli ihtiyaçlar karşılandığı anda sonlanıyor. Diğer bazıları, yeni sorunlar ve kaygılar ortaya çıktıkça, başladıklarından farklı bir biçime evrildiler ya da dönüştüler. Neredeyse hepsi başka yeni projeleri doğuruyor. Çoğu, yoksulluğa-karşı, göçmen dayanışması ya da barınma inisiyatifleri gibi önceden var olan projelere katılımı teşvik etti. Fakat genel olarak böyle mekanlarda deneyimlenen ve beslenen özgürlük çok kırılgan ve belirsiz.
Statükoyu kaldırmak, bir yere kadar egemen toplumsal ilişkileri reddetmeyi gerektirir. Topluluklar, toplumsal ve ekonomik güçlerini geri kazanabilecekleri ve bu güçleri kendi kolektif çıkarları için kullanabilecekleri şekilde toplumsal kurumları yeniden örgütlemeye çalışabilirler. İnsanların kendi geliştirdiği, doğrudan kontrol ettiği ve bu yüzden onların ihtiyaçlarına duyarlı olan alternatif bir toplumsal altyapı arayışına girebilirler. Böyle bir yaklaşım, politikacılara verilen otoriteye ve onların efendileri olan şirketlerine karşı sağlam bir duruştur. İşyerleri, okullar, kilise ve hatta aile gibi hiyerarşik yapılara karşı da sözünü söyleyebilir. Buna katkıda bulunabilecek olan becerileri ve imkanları geliştirmek önemlidir.
Hareketlerin günlük meseleleri çözerken kullandığı perspektif ve pratikler, bize insanların deneyimleriyle ve ihtiyaçlarıyla örtüşen örnekler sunmamız gerektiğini hatırlatıyor. Ek olarak, alternatif ve güvenilir örgütlenme mekanları ve pratikleri sunmayan bir hareket marjinal kalmaya ve kaybetmeye mahkumdur.
Bu hayatta kalma pratikleri kapitalizme karşı gerçekçi alternatiflerin geliştirilmesi için yol göstericidir. Bu faaliyetlerinin otonom olarak gelişmelerine ve genişlemelerine izin veren daha büyük mekanları nasıl yaratacağı sorusu, zorlu bir görev olarak karşımızda. Otonom gelişmeyi destekleyen güçler ve kapitalizmin içinde değer(siz)lenmeye yönelten güçler arasında durmadan devam eden bir çekişme var.
Jeff Shantz
Çeviri: Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (32): Direnişin Altyapısını Yeniden İnşa Etmek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (31): Robot İşçiler – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Son 2 yıldır robotlar ve yapay zeka medyada, film endüstrisinde, ekonomik ve hatta siyasal tartışmalarda gündem oluyor. Kötümserlerin bir kısmı robotların kendi türlerinin kurtuluşu için insanları öldüreceğini, bir kısmı “robot işçiler” yüzünden işsiz kalan insanların açlığa terk edileceğini, diğer bir kısmı da Elon Musk’ın savunduğu gibi iktidar uğruna yapılan savaş robotlarının dünyayı (eninde sonunda) nükleer felakete sürükleyeceğini söylüyor. Bu senaryolar abartılı olsa da robotların kapitalist sistemin içinde üretildiğini düşündüğümüzde, artık çalışmak zorunda olmayacağımızı söyleyen iyimser senaryoların da gerçekçi olmadığını söyleyebiliriz.
Eğer bir ekonomik balon değilse, sürücüsüz otomobil örneklerinde olduğu gibi gündelik yaşamda karşılaşmaya başladığımız robotların ekonomik yapıları değiştireceğini söyleyebiliriz. Bu değişim, geçmiş örneklerinde olduğu gibi beraberinde sermayenin iktidarında bir kan değişimi ve krizler ile birlikte gelecektir. Ekonomik yapılar değişirken sermaye genişleyecek ve ezilenlerin sömürüsünü artıracaktır. Bu sömürüye karşı direnirken değişimin niteliğini iyi anlamak ve onu sermayenin ilerlemeci anlatımından farklı şekilde ele almak zorundayız.
İşçi mi, Üretim Aracı mı?
“Robot İşçi” terimini kullanan düşüncenin, işçileri köle olarak gördüğü açık. Robot kelimesinin kökü slav dilinde kölelik anlamına gelen “rabota”dır. Yeni nesil robotların kişiliği olan ve sadece kurallara bağlı çalışmayan bir tür yapay zekaya sahip olduğunu, hata yapabileceğini ve bu hataların itaatsizlikle sonuçlanabileceğini söyleyenler, robotları kendi başlarında, onları üretenlerden bağımsız düşünmemizi istiyorlar. Eğer bir robot, benimle aynı işyerindeyse ve işverenin programladığı gibi hareket ediyorsa bir makinedir, yani üretim aracı.
Yapay Zeka
Yapay zekanın geçmişi 1950’lere dayanır. Soğuk savaş döneminde ABD, özellikle Rusça metinlerin ve bilimsel raporların anında ve otomatik çevirilmesi için ciddi yatırımlar yaptı. Chomsky’nin gramer çalışmaları ümit vericiydi ve birçok “çığır açan” yeniliğin “patlamak üzere” olduğu tahminleri yapılıyordu. 1966’da başarısızlık ve ümitsizlik nedeniyle proje durduruldu.
Pek çok kez devlet ve özel fonları çeken bir heyecan vesilesi olan yapay zeka konusu 80’lerde ses tanıma, 90’larda uzman sistemlerde olduğu gibi gerçekçi olmayan tahminlerin ardından hayal kırıklığı yarattı. Ancak başarısızlığı ilan edilen projelerin bazıları 5-10 yıl sonra farklı araştırmacıların buluşlarıyla yeniden gündeme gelip hayatımıza girdiler. Örneğin 1974’te araştırmalarının 3 milyon dolarlık desteği iptal edildikten yıllar sonra, konuşma tanıma sistemleri 2001’de 4 milyar dolarlık bir pazara ulaştı.
Teknoloji Temelli Ekonomik Balonlar
Kapitalizm ortaya çıktığından beri teknoloji temelli birçok büyük ekonomik balon ortaya çıktı. Bunların ilki olan ve 1846’da İngiltere’de patlayan demiryolu ağı balonundan bu yana teknolojik yenilik, sermayeye inanılmaz kar vaat etmesi nedeniyle birçok ekonomik balon yarattı. 2000’lerin başında, kilometrelerce fiberoptik ağın döşenmesi ve dev ARGE yatırımlarının ardından beklenen internet trafiği oluşmayınca patlayan telekom balonu, gerçek dışı projeler nedeniyle patlayan nokta-com balonu, yarattıkları krizlerin ardından yüz binlerce işçinin kitlesel olarak işten çıkarılmalarına neden oldular. Bugün yapay zekanın ve yeni nesil robotların gördüğü ilginin benzer bir ekonomik balon yaratma potansiyeli var.
Robotlar Ne İş Yapar?
Bir teknoloji danışmanlık şirketinin raporu, 2030 yılına kadar makinelerin 800 milyon işçinin yerini alacağını söylüyor. Robotlar şimdiye kadar endüstri işçilerinin büyük bir kısmının yerini aldı. Önümüzdeki yıllarda robotların yapma olasılığından bahsedilen işlerin başında ise fast-food işçiliği ve kamyon şoförlüğü geliyor.
2014’te ABD’de binlerce fastfood işçisi aşırı düşük ücretlerine karşı protesto eylemleri yaparken, 10 saniyede bir hamburger pişirebilen robotlar ve 2016’ya kadar McDonalds’ın hamburgerleri robotlara yaptıracağı haberleri medyaya servis edildi. Gerçek robotlar ise bugün sadece burger çevirebiliyor, peyniri ve diğer malzemeleri de insanların koymasını bekliyor. Mutfak yardımcısı olarak pazarlanan ve saatte 150 hamburger çevirebilen bu robotların tanesi 60 bin dolardan satılıyor, yani yerine geçtiği işçinin 4 yıllık maaşı.
Kamyon şoförlerinin yerine geçecek olan robotlar bugün Tesla ve Über gibi şirketlerin otomobillerinde deneme sürüşleri yapıyor. Bu araçların hata durumunda kaza yapmaması için şoför koltuğunda, gerekli gördüğü anda kontrolü eline alması beklenen bir insan oturuyor. Araçların içindeki kameralar ve algılayıcılar deneme sürüşünün her ayrıntısını kaydediyor ve bu kayıtlar robotun geliştirilmesi için kullanılıyor. Sürücüsüz araçlar sektöründe varoluşsal rekabete giren şirketlerin en önemli unsuru, robotların kaç km ve ne kadar farklı koşullarda deneme sürüşü yaptığı. Öyle görünüyor ki bu şirketler daha fazla sürüş yapmak için insan yaşamını tehlikeye atabiliyorlar. Bu şirketler, geçtiğimiz ayda arka arkaya gerçekleşen 2 cinayetin faili durumundalar. Bu cinayetlerin ilkinde karşıdan karşıya geçen bir yaya, ikincisinde sürücü koltuğunda oturan kişi yaşamını yitirdi. Şirketler, insan sürücülerin kaza oranının daha yüksek olduğu gerekçesiyle kendi sistemlerini savunuyorlar. Ancak burada karşılaştırılması gereken bir başka istatistik daha var. Yaya ölümü ya da yaralanması ile sonuçlanan kazalara bakıldığında bu iki kazanın sürüş süresine oranı, insan sürücülerinkinin iki katı.
Çoğumuz için robotlar şimdiye kadar sadece telefonun ya da klavyenin öbür ucundaydı. Artık çalıştığımız restoranda ya da bindiğimiz otobüste yanımızda olacaklar. İşi öğrenmeleri uzunca bir zaman alacak ve bu süreçte bizim için tehlikeli olabilirler. Robot eğitmenliği iş cinayeti oranı yüksek bir meslek haline gelebilir. Kapitalizm nasıl gökdelenleri daha hızlı bitirmek için her yıl binlerce işçiyi katlediyorsa, robotları hızlı geliştirmek için erkenden piyasaya sürerek hepimizin yaşamlarını tehlikeye atacaktır.
Medyanın haber verdiği yeni robotlar genellikle imalat endüstrisindeki eski benzerleri gibi, çalışma koşulları en kötü olan işlerde insanların yerine geçiyor. Bu özellikleriyle yaşamı kolaylaştıracaklarını düşünüyoruz. Ancak dijital dünyanın çalışma şekline baktığımızda robotların farklı bir konumda daha uzmanlaştıklarını görebiliriz. Özellikle yeni nesil robotları geliştiren bilişim endüstrisinde robotlar planlama ve kontrol işlerini yapıyorlar.
Şantiye Şefi Robotu
Günümüzde yapay zeka, sahne arkasında birçok planlama, koordinasyon ve kontrol işini yapıyor. Farklı bir ülkedeki bir mühendisin, sahada robotların çektiği kamera görüntüleri ve yaptıkları ölçümleri kullanarak bir tasarım yapması, daha sonra bir robot müfettişin bu tasarımı planlayıp bize ne iş yapacağımızı söyleyeceği ve kontrol edeceği günler çok uzak olmayabilir. Şef robot, hem yüksek ücretli bir işçinin yerini alacağı için hem de patronun belirleyeceği kurallara harfiyen uyacağı için tercih edilecektir.
Bu tip robotların başka bir etkisi ise sınıfların arasına mesafe koymaktır. Yeni ekonomi ile artan sömürü, sınıflar arası gelir farklılığını artıracak ve bu mesafeyi önemli hale getirecektir.
Şef robota laf anlatmak ise biz işçilere düşecektir. Bugün robotların duygularından ve kişiliklerinden bahseden yazılar, dizi filmler var. Yarın işçilerden biri yevmiyesini vermeyen robotu tartakladığında, onu türcülükle suçlayan densiz bir liberal çıkabilir.
Luddizm
Kapitalizmin kullandığı bilişim sistemlerine yapılan siber saldırılar ve bu saldırıların tahribatı gün geçtikçe artıyor. Yeni teknoloji robotların, sadece yeni olması nedeniyle bile zafiyetleri olacağı çok açık. Özellikle erken aşamalarda sömürüye karşı direnenler, 19.yy başlarındaki Makine Kırıcılar (Luddistler) gibi yöntemleri etkin bir şekilde kullanabilirler. İşçilerin programladığı robot artık bir üretim aracı değildir.
Ancak robotların arasında savaş robotlarının da olabileceğini düşündüğümüzde, ilerleyen zamanda onları ele geçirmenin fabrikadaki makinelerin üzerine oturmak kadar kolay olmayacağı açıktır. Üstelik robotların gelmesiyle yükselecek olan çalışma biçimi, her işçinin sistemde tek başına olduğu gig ekonomi olacaktır.
Gig Ekonomi
Geçici, güvencesiz ve mekandan bağımsız işlerin büyük bir veri merkezi tarafından yönetildiği “gig ekonomi”yi yaşadığımız şehirlerde, cep telefonu uygulamasıyla çağırdığımız taksilerden biliyoruz. Bugün gig ekonomi, tamircileri, boyacıları, çocuk bakıcılarını, sosyal medyacıları, grafik tasarımcıları, yazılımcıları ve müzisyenleri de kapsıyor. Henüz sınırlı bir nüfusu içine alan gig ekonomi, robotların gelmesiyle genişleyerek egemen ekonomi biçimi haline gelebilir. Hem tüketiciye esneklik sunması, hem de maliyet avantajı özellikleriyle tüketimi artırarak sermayenin genişlemesine olanak sağlayacağı için, teknik olanaklar açıldıkça gig ekonomi yaygınlaşacaktır.
Egemen kültürün içinde gig ekonominin sunuluş şekli, bağımsız çalışma, kendi patronu olma, sadece gerektiğinde çalışma gibi geleneksel çalışmanın öldürücü monotonluğuna karşıt olan özelliklerini ön plana çıkarırken, sömürüyü ve örgütsüzlüğü artıracağı gerçeğini gizlemekte. Örneğin, nüfusun %22’sinin dijital platformlarda iş aradığı Almanya’da son 10 yılda düşük ücretlilerin toplam çalışanlara oranı artarken, çalışan ve yoksulluk riski olanların sayısı 2 katına çıktı.
Felakete Doğru
Yeni nesil robotlar, 2008’de girdiği krizi hala aşamamış olan kapitalizmin bir update’i olabilir. Bu update henüz yapılmadı, yüklenmesi sürüyor. Kapitalizmin robot şefleri ve gig ekonomisi ile birlikte gelen yeni sürümü, Elon Musk’un senaryosuna yol açar mı bilemeyiz; ama sömürüyü ve katliamları artırarak ezilenler için kapitalizm felaketini sürdüreceği kesin.
Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (31): Robot İşçiler – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (30): Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme – 3 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizimizde, Bichler ve Nitzan’ın kapitalizmin büyüme yanılsamasını inceleyen makalelerinin ilk 8 bölümünü aktarmıştık. Makalenin sonundaki 9-12. bölümlerinde enerji ve iktidar ilişkisini inceleyen alternatif bir model sunuluyor. Makalenin bu bölümü ayrıca, neoliberal ve Marxist ekonomi teorilerin indirgemeci yapısını göz önüne sermesi açısından ilgi çekici.
Alternatif Bir Modele Doğru
Modelimizin temel dayanakları aşağıdaki 5 maddeyle özetlenebilir.
Hiyerarşi Enerjisi, Refah Enerjisi
Enerji dönüşümü ve hiyerarşinin oluşumu arasındaki ilişkiyi modellerken başlangıç noktamız, toplum tarafından yakalanan / dönüştürülen toplam enerjiyi iki ayrı akışa bölmektir: (1) hiyerarşik iktidarı dayatmak, sürdürmek ve arttırmak için hizmet eden hiyerarşik enerji ve (2) geçinmeyi ve hayatta kalmayı sağlayan refah enerjisi. Yakalanan enerjinin toplam seviyesi nesnel olarak verilebilirken, “hiyerarşi” ve “refah” akışlarına olan ayrımı nesnel değildir. Görünen o ki, siyasi, ideolojik ve teorik eğilimimizin bu ayrımı, bu iki akışı analiz etme ve ölçme şeklimizi etkilemesi kaçınılmazdır.
Zorluğu görmek açısından, sabit ordular, örgütlü din, hukuk sistemi, çeşitli bürokrasiler, polis kuvvetleri, sistem propagandası, baskı, engelleme ve şiddet amaçlı teknolojiler için harcanan enerjiyi düşünün. Bu kurumlar ve örgütler hiyerarşiyi desteklemeye adanmış görünüyorlar, değil mi?
Bu enerjinin tamamı gerçekten bu amaca mı ayrılmış? Ve eğer enerjinin sadece bir kısmı hiyerarşiye akıyorsa, oranını nasıl bileceğiz? Bir enerji akışı hem hiyerarşiye hem de insanların geçimine aynı anda hizmet verdiğinde ne yapacağız? Hangi bölümün hangi tarafa gittiğine nasıl karar vereceğiz?
Bu sorular, hiçbir şekilde burada tanımladığımız ayrıma özgü değildir. Genelde ampirik halının altına süpürülmüş olsalar da, “üretken” ve “üretken olmayan” emek, “spekülasyon” ve “yatırım”, “israf” ve “yararlı” ayrımları da dahil olmak üzere, siyasi ekonomideki temel ayrımların pek çoğunu sarsarlar.
Ekonomi Politiğin Birimleri
Bilimsel ilerleme rüzgarından etkilenen politik ekonomistler bu ölçme sürecinin bir parçasıydı. Mutluluğun ilk bilimcisi Jeremy Bentham, liberalizmin temel parçacığını yarattı: refah anlamında “felicity”e daha sonra Irving Fisher tarafından yarar anlamında “util” adı verildi. Tüm insanların motivasyonunun ölçülebilir miktarda zevk ve acıya indirgenebilir olduğunu savundu ve diğer ekonomistler o zamandan beri, tüm ekonomik faaliyetlerin “refah” ile tanımlanabileceğine inanıyorlar ve liberal toplumun kendini dengeleyen yasalarını keşfetmek için bu birimleri kullanıyorlar.
Marx bu evrenselciliği reddetti. Genel olarak tarihsel toplumların ve özellikle kapitalizmin, bireyler arasındaki karşılıklı yarar sağlayan etkileşimlerle değil, çelişkili sınıfların çatışmasıyla yönlendirildiğini savundu. “Kapitalizmde üretim araçlarına sahip olanların bu araçları kullananlarla karşı karşıya geldiği bu çatışma ortamı” tamamen farklı bir temel parçacığı gerektirir. Ve Marx’a göre çatışmanın kökeni üretim alanında yatmaktadır; bu yüzden politik ekonominin ana birimi emeğe dayandırılmalıdır: üretken işçilerin belirli bir emtia grubunu üretmek için harcamak zorunda olduğu ortalama zaman, toplumsal olarak gerekli soyut emek zamanı, yani SNALT.
Ancak önceki çalışmalarımızda gösterdiğimiz gibi, util ve SNALT prensipte bile ölçülemez. Dahası, çatışmalı bir toplumun tek bir evrensel ölçümle aşılabileceği fikri beraberinde başka sorunlar getirir. Toplumun diyalektik olarak geliştiği ve iç çelişkilerinden evrimleştiği konusunda Hegel ve Marx’a katılıyoruz. Fakat bu diyalektik evrim, doğası gereği hem çatışmayı ve hem de işbirliğini kapsar ve bu iki boyut tek bir dilde ifade edilemez. Tabandaki nüfus dünyayı çoğunlukla geçinme derdinin mutlak kategorisi üzerinden deneyimlerken, yöneticiler iktidarın ayrımsal (farklara odaklanan) objektifini kullanır. Mutlak ve ayrımsal bakış açıları temelden farklıdır ve karşılaştırılamaz. Niceliksel bir ortak payda bulmak bir yana, niteliksel olarak bile bir ortak payda bulmak zordur. Onları anlamak için bir dile değil iki dile ihtiyacımız var: iktidar ve hiyerarşi için çatışmacı bir dil, refah ve yaşamsal olan için kooperatif bir dil.
Aşağıda göreceğimiz üzere, hem refaha hem de hiyerarşiye akan enerjinin, bu iki süreç üzerindeki etkisi çok farklıdır; “daha fazla refah” mutlaka “daha az hiyerarşi” anlamına gelmez, ya da tam tersi de doğru olmayabilir. Dahası, iki akışın kaynağı ortak olsa da, aralarındaki ayrım hangi açıdan baktığımıza bağlıdır: yöneticilerin mi, yönetilenlerin mi? Bu belirsizlikler niteliklerin ölçüldüğü her durumda vardır. Ancak bu ayrım, liberal ve Marksist niceliklerin aksine, kendi sınırlamalarının farkındadır ve bu nedenle Freud’un tanımlayıp Marcuse’in eleştirdiği “gerçeklik ilkesine” av olma olasılığı azdır.
Hayal gücümüzü kullanarak iki enerji akışının genel sınırlarını çizebilir, olası tarihsel yörüngelerini inceleyebilir ve sabotajın ortasındaki büyüme bulmacasını açıklayabiliriz.
Hiyerarşi-Enerji Alanında Yörüngeler
Şekil 1, toplumun hiyerarşi-enerji alanında olası tüm yörüngelerini incelemek için hes / hec çerçevesini kullanır. Herhangi bir Z noktasından başlayalım. Şeklimizde Z, LE = 25 olan bir hec üzerinde, H = 0.5 ve E = 50 koordinatlarında durmaktadır. Z keyfi olduğu için, analizimiz ve sonuçlarımız hes çizgisi üzerindeki herhangi bir nokta için geçerlidir.
Şekil 1: Hiyerarşik-Enerji Alanında Yörüngeler
E, kişi başı toplam enerji = HE + LE
HE, kişi başı hiyerarşi enerjisi
LE, kişi başı refah enerjisi
H, hiyerarşi enerjisinin toplam enerjiye oranı = HE / E
hes, H ve E nin tüm kombinasyonlarını kapsayan, hiyerarşi – enerji alanı
hec, belli bir LE için H ve E nin tüm kombinasyonlarını kapsayan, hiyerarşi – enerji çizgisi
Toplum Z’den başlayarak şekil üzerinde gösterilen dört genel yönde hareket edebilir. Farklı bir yörüngeyi temsil eden her grup, bir taraftan hec çizgisi, diğer taraftan Z noktasından geçen yatay kesikli çizgi ile sınırlandırılmıştır. Okların her biri, iktidar biçiminin hes çizgisi üzerinde farklı bir noktaya hareketini ve dolayısıyla farklı bir hec’e geçişini temsil eder.
Uzun vadeli düşünülürse, her yörünge, bir iktidar biçiminin evriminde farklı bir aşamayı temsil eder. Yörüngeler / evreler iki kritere göre sınıflandırılır: Z noktasından yukarı veya aşağı hareketle temsil edilen hiyerarşi enerjisinin oranı H’nin değişimi; ve hec’den sağa veya sola doğru bir hareketle görselleştirilen refah enerjisi LE düzeyindeki değişiklikler.
Sabotaj Yoluyla Büyüme
A yörüngesine iktidarın genişleme durumu diyoruz çünkü hiyerarşi enerjisi H ve geçim kaynağı enerjisi LE’nin payı yükseliyor. Bu ikili artış, iktidarın bekasını sağlar: H’deki yükseliş hiyerarşik yapıyı sürdürüp ve genişletirken LE’nin yükselişi, taban nüfusu doyurur, hiyerarşilerin büyümesini maskeler, alttan gelen direnci azaltır ve sistemsel isyan riskini sınırlar.
A yörüngesi tarihsel olarak yenidir. Birkaç yüz yıl öncesine kadar iktidar biçimleri kişi başı toplam enerjide bile çok az artış sağladı. Hem H, hem de LE’nin devamlı olarak yükseldiği, tarihteki ilk ve “bugün itibariyle” tek iktidar biçimi kapitalizmdir (ikincisi devlet komünizmi, ancak bu rejim kısa bir tarihsel zaman diliminde bozuldu ve parçalandı).
İlginç olan şey, bu büyümenin önemli bir bölümünün refaha değil hiyerarşik iktidara akmasıdır. Yani kapitalist büyümeyi ölçtüğümüzde iktidarın büyümesini ölçüyoruz. Bu anlamda kapitalizm sabotaja rağmen ya da onun sayesinde bile değil, sabotaj yoluyla büyür.
Kriz
Refah enerjisi azalırken, hiyerarşi enerjisinin payı arttığında kriz potansiyeli ortaya çıkar. Bu durum Şekil 7’deki B1 ve B2 yörüngeleri ile gösterilmektedir. Bir iktidar durumu hec çizgisi boyunca yukarı ve sağa ilerlediğinde, kişi başına düşen toplam enerji artışının tümüyle hiyerarşiye aktığını, ancak refah enerjisinin değişmediğini hatırlayın. B1 yörüngesi bu sınır durumunun devrilmesini temsil eder: Kişi başı enerji, hiyerarşi enerjisinin payı ile birlikte hala büyümekte ancak refah enerjisi düşmektedir.
Bu düşüş sorunları beraberinde getirir. Daha önce belirttiğimiz gibi, tarihsel iktidar biçimlerinde yönetenler ve yönetilenler aynı şey için savaşmazlar ve bu nedenle nadiren aynı dili konuşurlar: Yönetilenler kendi maddi koşullarıyla meşgul, refahın mutlak terimleriyle konuşurken, iktidara takıntılı yönetenler, kendi arzularını, eylemlerini ve kazanımlarını ayrımsal terimlerle ve göreceli pozisyonlarla adlandırırlar. Kişi başına refah enerjisi arttıkça (A yörüngesi) çoğu kişi gündelik hayatlarıyla meşgul olur, genişleyen iktidar, artan hiyerarşi ve artan sabotaja dikkat etmez. Ancak kişi başı refah enerjisi durduğunda (hec çizgisi), iki grup arasındaki çatışma aniden odak alır; ve refah enerjisi gerçekten düştüğünde (B1 yörüngesi), refah ve hiyerarşik iktidar arasındaki çatışma ön plana çıkar.
Bu durumda yöneticiler sistemsel bir dönüm noktasındadır. Kişi başına refah enerjisini düzeltmek ve belki de artırmak için hiyerarşi enerjinin payını kısıtlayarak rahatlayabilirler (A1 veya A2). Daha az hiyerarşi ve daha otonom işbirliğinin daha fazla toplumsal esneklik yaratacağını varsayımıyla, bu şekilde kişi başı toplam enerjiyi artırmaya yardımcı olabilirler. Veya katı durarak durumun tam anlamıyla bir krize dönüşmesine izin verirler. Bu son durum bir çatışma atmosferidir, yöneticiler duruşlarını daha da sertleştirir ve hiyerarşi enerjisinin payı yükselmeye devam eder. Artan sabotaj ve düşen geçim enerjisinin zehirleyici birleşimi üretimin kooperatif yönünü zayıflatır. Bu noktada, “daha önce hala yükselmekte olan” enerji dönüşümü azalmaya başlayabilir ve bu gerçekleştiğinde, iktidar modeli geçici bir krizden (B1 yörüngesi) bütünüyle bir krize girer (B2 yörüngesi). Kişi başına düşen toplam enerji şimdi daralmaktadır ve yöneticiler kendilerini saldırı altında hissederek iktidarlarını daha da güçlendirirse, refah enerjisi hızla düşecektir.
Düşüş
Kriz uzarsa iktidar biçiminin aşağı giden bir sarmal içine girme ve belki de yok olma ihtimali vardır. Böylesi bir düşüş C yörüngesi ile gösterilir. Bu aşamada, kişi başına düşen enerji akışlarının hepsi, “toplam E, hiyerarşi HE ve refah LE” düşer. Fakat kriz evresinden farklı olarak, hiyerarşi enerjisi HE, genel enerji E’den daha hızlı düşer ve hiyerarşik enerjinin H payını düşürür. Bu ikinci düşüş, mevcut hiyerarşilerin artık korunamayacağını ve daha küçük, daha az karmaşık topluluklara bölünmeye başlayabileceğini göstermektedir. Önemli derecede zayıflamış olan iktidar biçimi, başka bir iktidar biçimi tarafından ele geçirilmeye (örneğin Sovyetler Birliği’nin dağılması ve kalıntılarının kapitalizmin içine çekilmesi) ya da tamamen çökmeye yatkındır (ör. eski Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, Paskalya Adası toplumunun yok oluşu ya da Somali, Kongo ve Güney Sudan gibi batık devletler).
Demokratikleşme
Kriz ve gerileme karşısında, hes çizgisinin karşı tarafında yer alan radikal alternatif, D1 ve D2 yörüngeleriyle temsil edilen demokratikleşmeye geçiştir. Burada “demokratikleşme” terimini dar ve dolaylı siyasal temsil anlamında değil, Antik Yunan demos-kratia’sının geniş ve doğrudan anlamında kullanıyoruz: halkın doğrudan kendini yönetmesi. Bu bakış açısıyla, demokratikleşen bir iktidar biçimi hiyerarşik iktidarını doğrudan öz-yönetim ve otonom işbirliği lehine azaltır ve bunu toplumun her alanında yapar.
Geleceğe Bakış
Çağdaş kapitalizm doğal ve teorik sınırları zorluyor gibi görünüyor. Yakalanan enerjinin artışı gezegenin biyosfer, kaynak ve iklim istikrarını tehdit ediyor ve ideolojisi inkar etse de, bu bütün rejimin yakında mutlak şekilde sona ereceğini gösteriyor. Bu meselenin matematiği basit. Eğer yakalanan toplam enerji geçen yüzyılda artan oranda büyümeye devam ederse: %100 dönüşüm verimliliği varsayımıyla, 400 yıl sonra dünyaya vuran tüm güneş ışığına talep ediyoruz. 1350 yıl sonra kullanacağımız güç, güneşin ürettiğine eşit olacak. 2450 yıl sonra, Samanyolu galaksisindeki yüz milyar yıldızın hepsini kullanıyoruz.
Geleneksel görüş bu çıkmaz konusunda “arzularımızı” suçlamaktır. Enerji yakalama tarihinin haritasını çıkaran ilk kişilerden biri olan Earl Cook bile sonsuza dek “doyumsuz arzular”ın neoklasik tuzağına düştü: Bir sanayi toplumu ne kadar çok güç kullanırsa o kadar daha çok istiyor. Biz güç kullandıkça şehirlerimizi, ekonomik ve sosyal kurumlarımızı daha çok enerji tüketimine bağımlı olarak şekillendiriyoruz. Fakat bu yazıda işaret etmeye çalıştığımız gibi, bu süreci yönlendiren gerçek güç, hedonik arzularımız değil, yönetenlerin iktidar arayışıdır. İnsanlık tarafından yakalanan enerjinin büyük kısmı refah için değil, hiyerarşileri pekiştirmek ve stratejik sabotajı beslemek için kullanılmaktadır. Dünyanın nüfusunun büyük bir çoğunluğu için, bu enerji yakalanmasa daha iyidir.
Fakat bu yönde hareket edebilmemiz için, enerjinin bize boyun eğdirmek için nasıl kullanıldığını anlamamız gerekir. Bu bilgi olmadan, gözlerimiz bağlı davranmaya devam edeceğiz. Hiyerarşi enerjisinin, daha önceki iktidar biçimlerinde nasıl evrimleştiğini anlayamayacağız; kapitalist hiyerarşilerin tüm yelpazesini nasıl desteklediğine dair yalnızca kısmi ve yanıltıcı bir anlayışa sahip olacağız; ve en önemlisi, kapitalizme karşı koyabilen ve belki de onun yerini alabilecek hiyerarşik olmayan yapıları hayal edemeyeceğiz.
Not: Bir iktidar biçimi olarak kapitalizm teorisi kapsamında, makalenin kendisine ve başlangıç noktasını oluşturan, Blair Fix’in makalesine capitalaspower.com sitesinden ulaşılabilir.
Shimshon Bichler ve Jonathan Nitzan, 2017
Bu çeviri Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (30): Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme – 3 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (29): Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İktidar dürtüsü, tarih boyunca bütün sözde uygar toplumlara yayıldı. Kapitalizm bu açıdan sadece maliyeti yükseltti. Son iki yüzyılda, toplumsal üretim ve enerji ölçütleriyle öncekilerin hepsinin toplamını aşan yeni bir mega-makine yarattı. Ve bize göre, bu süreci yönlendiren şey, daha hızlı bir enerji dönüşümü ya da daha yüksek bir “yaşam standardı” değil, iktidarın kendisinin güçlenmesinden ibarettir.
Sermayeleşen iktidarı güçlendirmek demek, direnci yenmek demektir. Dağınık halde bulunan nüfusların fiziksel olarak veya sanal olarak yoğunlaşmasını ve kontrol edilen bir sosyal şebekeye kurumsal olarak kilitlenmesini gerektirir ve bu dönüşüm çoğu zaman taban tarafından yönlendirilmez. Köylüler kent kitleleri olmaya gönüllü olmazlar ve kent kitleleri kapitalist hiyerarşide bir düğüm noktası haline gelmeye can atmazlar.
Yerlerinden kovulmaları ve tuzağa düşürülmeleri, özendirilmeleri ve koşullandırmaları, tehdit edilmeleri ve zorlanmaları gerekir. Dahası, bir kez kurumsal hale geldikten sonra, örgütlü iktidarın dayatmaları kendi kendini yenileme eğilimindedir. Bir yandan, iktidarlarını uygulayanlar bunu yapmayı bırakamazlar: Gılgamış gibi ölüm korkusunun pençesinde, her ne pahasına olursa olsun iktidarını sürdürmeye mecbur olurlar ve üzerlerinde Hobbes’un laneti, karşı güç tehdidi olduğu için bir an bile duramazlar -aksi halde iktidara aç diğer hükümdarlara av oluverirler.
Hiyerarşi
Hiyerarşinin rolünü anlayan ilk modern düşünürlerden biri, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev eseriyle Estienne de La Boetie idi. Bilinenin aksine, der La Boetie, zorbanın iktidarının temeli, en azından doğrudan şekliyle, zor kullanmak değildir: “Tirana destek olan ve tüm ülkeyi kulluk altında tutan hep dört ya da beş kişidir. Bu altı kişi şeflerini o kadar başarıyla idare eder ki, o yalnızca kendi kötülüklerinden değil, hepsinin yaptıklarından sorumlu tutulur. Bu altı kişinin de çıkar sağladıkları altı yüz kişisi vardır. Altı kişi tiranla birlikte ne yapıyorsa, bu altı yüz kişi de altı kişiyle aynısını yapar. Bu altı yüz kişi himayesinde altı bin kişi tutar; bunlara rütbe verilir, bölge amiri ya da mali idareci olarak atanırlar. Gerektiğinde emirlerini yerine getirerek aç gözlülüğün ve zalimliğin araçları olurlar. O kadar çok zarar verirler ki altı yüzün himayesi olmadan ne hayatta kalabilir, ne de yasadan ve cezadan kaçabilirler. Bütün bunların sonucu gerçekten ölümcüldür. Ve bu karmakarışık çileyi çözmek isteyen kimse, altı bin değil yüz bin, hatta milyonların tirana bu iple bağlı olduklarını görür.”
Hiyerarşinin en önemli özelliklerinden biri, son derece modüler olabilmesi, bu nedenle kolayca disipline edilebilmesi ve hızlıca yeniden kurulabilmesidir. Malcolm Bosse’un The Warlord’u, standartlaştırılmış ve tamamen otomatikleştirilmiş bir savaş makinesi olan on üçüncü yüzyıl Moğol ordusunun üstünlüğünü tasvir ederken, enerji ile hiyerarşik güç arasındaki iki yönlü ilişkinin özüne işaret eder.
Kooperatif İş Birliği
İlginç bir karşı örnek ise, Xenophon’un Anabasis ya da On Binlerin Yürüyüşü’nde sunulur. Çok daha büyük bir ordu ile çevrili, tedarikten yoksun ve onlara ne yapacağını söyleyen komutanları olmayan on binler, ölüme mahkûm görünüyordu. Ancak mucizevi bir şekilde talihi yenmeyi başardılar. Yunanistan’a geri dönmek için savaşarak uzun bir geri çekilme başlattılar ve sonunda nispeten az kayıpla eve ulaştılar.
Xenophon’un doğrudan deneyimleyip anlattığına göre başarılarının sırrı, ordularını yeniden organize ederken, geri çekilmeyi planlarken ve planlarını gerçekleştirirken aldıkları tutumdur.
Onların yeniliği, ikinci bir örgütsel boyut getirmekti. Pers ordusunun yapısı, itaatkâr dişlilerin tek boyutlu bir hiyerarşisi iken, Yunan askerler iki boyutlu bir hareket tarzı geliştirdiler. Çatışmada hiyerarşik davrandılar. Fakat strateji kurarken “yürüyen bir demokrasi… Müzakere edip eyleyen; Asya’nın ortasına sürüklenmiş bir Atina simgesi” gibiydiler.
Demokratik dürtü askerlerin kendilerinden geldi. Yağmanın cazibesiyle lekelenmesine rağmen, gevşek de olsa hala, Yunanistan’ın demos-kratia etiğini -toplumun doğrudan kendi üyeleri tarafından yönetilmesi gerektiği fikrini- taşıyorlardı. Demokratik etik, onları kişisel olarak sorumluluğu üstlenmeye ve özerk varlıklar olarak kooperatif iş birliğine zorlamıştır; bu da onları tek başlarına daha iyi askerler yapmakla kalmamış, aynı zamanda çevrelerindeki köle temelli imparatorluk ordularına kıyasla daha etkili bir savaş gücü yapmıştır.
Şüphesiz, bu sadece bir karşı örnektir. Fakat değerlidir çünkü genel bir ilkeyi gösterir: Özerk iş birliği, tabiatı gereği hiyerarşik yönetime göre daha esnektir. Anabasis’in gösterdiği gibi, özerk olarak örgütlenmiş gruplar gerekli görürlerse hiyerarşiye başvurabilirler ama hiyerarşik gruplar aniden özerk olamazlar.
Özerk iş birliği, insan girişimlerinin en yıkıcı olanında bile etkinliği artırabiliyorsa, yaratıcı örgütler ve kurumlarda neler yapabilir?
Liberal ekonomi politik, özellikle de neo-klasik dogması hem hiyerarşiyi hem de iş birliğini kötüler; ilkini Fransız ihtilali öncesi rejiminin kalıntısı olarak, ikincisini ise bir sosyalist tehlike olarak görür ve her ikisini de ahlaksız, adaletsiz ve son tahlilde verimsiz olarak görür. Liberallere göre en iyi düzenleyici mekanizma herkesin herkese karşı olduğu, Hobbes’cu bir ekonomik savaş, tam rekabettir. Bu zalim kozmosta uygun olan yaşar ve uygunsuzluklar yok olur. Ve o dünyada uygun olmak demek üretken ve verimli olmak demek olduğu için, görünmez el (arz ve talep) aracılığıyla yürütülen, sonu gelmeyen bir ekonomik savaş, mümkün olan en iyi dünyayı garanti eder.
Yirminci yüzyılın başında kapitalizmin küresel krizi, komünizm ve faşizm hepsi aynı anda yükselirken, daha geniş çapta Kartezyen-Newtoncu dünya görüşüne itirazlar karşısında bu resmi tutuculuk yumuşamaya başladı.
İtirazlar birçok farklı alandan geldi. Kuantum mekaniği, dikkati ayrı nesnelerden sadece bağlantılara kaydırarak “nesnelliğin” anlamını ve gözlemcinin gözlenenden ayrı tutulmasını sorguladı. Gestalt psikanalizi algının bütünleyici ve indirgenemez niteliğine odaklandı ve biyoloji, canlı dünyayı ve çevresini anlama kabiliyetimizi sorgulayarak, onun yalnızca aşağıdan yukarı değil, aynı zamanda yukarıdan aşağı, “ortaya çıkan” özelliklerin bileşenlerinin toplamını aştığı karmaşık bir sistem olarak düşünüldüğü biyosfer kavramını keşfetmeye başladı.
Bu itirazların hepsi canlı sistemleri destekleyen kooperatif unsurlara vurgu yapıyordu. Düzen yaratmak için enerji gereklidir. Ancak enerjinin yakalanması kendi başına bize dönüşümün etkinliği ya da düzen oluşturma kabiliyeti hakkında, hele de yol açtığı düzenin özellikleri hakkında pek bir şey söylemez. Bunlar için, fizikçi-filozof David Bohm’un oluşturucu düzen dediği şeyi anlamamız gerekir. Konumuz bağlamında, enerjinin kullanımını yönlendiren bu özel “algoritmayı” belirleyen en kritik unsurun, bir tarafta iktidar ve çatışma, diğer tarafta iş birliği ve ortak yaşamanın birbirlerine karşılıklı tepki verme biçimleri olduğunu düşünüyoruz.
Verimlilik
Stratejik sabotajın temel dayanaklarından biri, iktidarı uygulamak için toplumsal verimliliği baltalamasıdır. Toplumsal verimlilik enerji yakalamakla aynı şey değilse de, temel mantığı aynıdır. Stephen Marglin’in çığır açan çalışmasına göre, yöneticiler sürekli ve rutin olarak yönetilenlerin verimliliğini zayıflatırlar. Romalılar köleleri tuğla ve seramik “fabrikalarına” koyduğu zaman, Avrupalı feodal lordlar el değirmenlerini yasaklayıp su değirmenini dayattığı zaman, iç savaş sonrası Amerikalı toprak sahipleri küçük çiftçiyi kredili bir sistem olan ortakçılığa zorladığı zaman ve Stalin, Sovyet tarımını kolektifleştirdiği zaman… Bu örneklerdeki yöneticilerin amaçları, verimliliği düşürmek pahasına da olsa, “uyruklarını” daha kolay yönetilebilir kılmaktı. Ve aynı iddia, kapitalist üretimin ortaya çıkışı için de geçerlidir. Marglin’e göre, İngiliz kapitalistler açıkça yetersiz madencilik tekniklerini korudular, makinelerin icadından çok daha önce faktör sistemini getirdiler ve özellikle de yok etmeye çalıştıkları verimli emek kooperatiflerine kıyasla teknik açıdan verimsiz olan ayrıntılı iş bölümü üzerinde ısrar ettiler. O zamandan bu yana çok şey değişmedi.
Kapitalizmde kapasite-altı kullanım -ister üretimle ölçülsün, ister enerjiyle- resmi istatistiklerde görülmez. Peki neden? Çünkü genelde %70-90 arasında değişen kapitalist kapasite kullanım ölçüleri mutlak bir maksimuma göre değil, kapitalistlerin kâr açısından uygun gördüğü çok daha düşük bir düzeye göre ölçülür. Bu yerleşik tutarsızlığı işaret eden ilk yazarlardan biri olan Thorstein Veblen’e göre, eğer üretimi kapitalist maksimumla değil, “teknolojik” olanıyla karşılaştırsaydık, kullanım oranları yüzde 25’te kalırdı. Gerçekten de, son zamanlarda askeri üretim gibi bazı sektörlerde yapılan tahminlerde bu oran sadece yüzde 10’dur.
Peki neden yapay kapitalist ölçümlerden vazgeçip, mevcut teknolojinin sınırladığı gerçek kapasiteyi tahmin etmiyoruz? Sebep, söz konusu bütün bir toplum olduğunda, bu gerçek kapasitenin bilinememesi olabilir. Bir toplumun enerjiyi yakalama kabiliyeti, örgütlenme biçimine bağlı olduğu için maksimum kapasitesini belirlemenin tek yolu, -en hiyerarşik kumanda biçiminden en özerk iş birliği formlarına kadar- olası tüm örgütsel biçimlerin seviyelerini sıralamak ve en yüksek yakalama oranını referans olarak kullanmaktır. Gerçi bu karşılaştırmayı yapmak, özellikle de yeterince büyük ölçekte, imkânsız değilse bile zordur. Peki neden? Çünkü kurumlar ve siyasetler iktidar uğruna iktidar tarafından yönlendirildiğinde, kooperatif girişimleri sistematik olarak yıldırmak, önlemek ve engellemek eğilimindedirler. Bu eğilim, girişimler özerk olduklarında daha fazladır, büyük olduklarında çok daha fazladır ve başarılı olurlarsa kesindir. Ve bu sistematik dışlanma nedeniyle yatay kooperatif örgütler ve siyasetler çok az ve uzakta oldukları için, gerçekten özerk olanları ise neredeyse yok olduğu için karşılaştırma yapılacak hiçbir temel bulamıyoruz.
Ancak yine de çarpıcı örnekler var. CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) davasını ortaya koyan Knorr-Cetina ve Ulf Martin’den alıntılıyoruz. CERN dünyanın en büyük parçacık fiziği laboratuvarını -şimdiye kadar oluşturulmuş en güçlü enerji dönüştürücülerinden birini- işletiyor. Karmaşıklığı akıllara durgunluk verir: çok sayıda devletin iş birliğini içerir; tesisleri yüzlerce kurum tarafından kullanılmaktadır; çalışan 13.000’den fazla kişi, binlerce bilim insanı ve 10.000’den fazla ziyaretçi uzmandan oluşmaktadır. Rekor düzeyde enerji yakalamasına ve yüksek karmaşıklığına rağmen CERN örgütü oldukça yataydır.
CERN gibi teknik olarak en karmaşık faaliyetlerin sınırlı hiyerarşiyle ve görece iktidar olmadan koordine edilebildiği göz önüne alındığında, aynı şey teknik olarak daha basit ve karmaşıklığı çok daha az görevlerde neden yapılamasın?
Bu soruyu cevaplamak için, enerjinin hangi amaçla kullanıldığını incelemeliyiz. Hiyerarşik toplumlarda yakalanan enerjinin büyük bir kısmı maddi kazanç, geçim ve refah için ayrılmaz; hiyerarşik yapının sürdürülmesi ve pekiştirilmesi için kullanılır.
Direniş
Bize göre direniş iki biçim alır; iktidar-yerine-geçen direniş ve iktidar-karşıtı direniş. Birinci biçim iktidar mücadelesinin kendi içinde vardır ve bir oluşumun iktidar dayatma çabaları hemen her zaman karşısında aynı iktidarı dayatmak isteyen diğer oluşumları bulur. Örneğin kapitalizmde hükümetler, şirketler, sendikalar, dini aygıtlar, suç şebekeleri ve diğer bu tip örgütler sürekli olarak birbirlerinin iktidarı ile rekabete girerler ve bu da iktidarın her zaman direnişle karşılaştığı anlamına gelir.
İkinci direniş biçimi iktidar mücadelesinin dışındadır. Bir iktidar arayışından değil; tersine, iktidarın reddinden kaynaklanır -yani, hiyerarşiyi tamamen kaldırma ve yerine özerkliği ve iş birliğini koyma arzusu. Bu ikinci yönelim çoğunlukla görünmez, hiyerarşik iktidarın ölü yükünün altında kalmıştır, ama her zaman oradadır- çünkü olmasa, üzerinde egemen olunacak hiçbir şey olmazdı ve daha baştan iktidar olmazdı.
İktidar çoğunlukla örgütsel ve kurumsal hiyerarşiler yoluyla dayatılır ve iktidar arayışı sürekli olduğundan, hiyerarşilerini yaratma ve genişletme yönelimi de süreklidir. Bunların sonucu daimi ordular, örgütlü din, yasal sistem, çeşitli bürokrasiler, polis kuvvetleri, sürekli propaganda ve diğer alanlara özel bazı kurumların yanı sıra, hem toplumun fiziksel olarak sürdüren hem de hiyerarşik düzeni koruyan ve genişleten sayısız çift-amaçlı etkinlikler…
Dahası, iktidar hiyerarşilerinin oluşumu genelde “otokatalitik bir yayılım” ile kendini besler (Martin 2016). Dayatılan iktidar ve sabotajı ne kadar güçlü olursa, ona karşı direniş o kadar artar ve dolayısıyla bu direnişi kontrol altına alıp yenmek için daha da fazla hiyerarşi ve sabotaj gerekir. Bu otokatalitik yayılım sonucunda iktidar-odaklı toplumlar gittikçe daha “karmaşık” görünür. Ancak karmaşıklık öğrencilerinin çoğu, bu türetmeyi kabul etmez. Biyolojik-ekonomik perspektiften bakarak, genelde toplumsal “karmaşıklık” kavramını olumsuz değil olumlu olarak, toplumsal ölçeğin kaçınılmaz bir unsuru olarak düşünürler. Örneğin Tainter’a göre, toplum ve enerji kullanımı ne kadar büyük olursa, onu koordine etmek o kadar zor olur. Koordinasyon problemleri ne kadar büyük olursa, çözümleri o kadar zor ve karmaşık olur ve çözümler yerel, kısa vadeli düzeltmeler sağlasa da, genelde uzun vadede toplumu daha da karmaşık hale getirirler. Böylece yeni çözümlere ve dolayısıyla daha büyük karmaşıklığa ihtiyaç duyan başka sorunlar yaratırlar.
Ancak bizce karmaşıklık konusunda bu olumlu düşünme son derece yanıltıcı olabilir. Bize göre iktidar odaklı toplumlarda karmaşıklığın kaynağı, verimliliği artırma çabası değil; iktidarın çıkarları için verimliliği kontrol etme ve zayıflatma çabasıdır. O zaman, toplumsal karmaşıklık bir “problem çözme stratejisinden” çok sabotajla birlikte gelen ve onun etkisini arttıran bir araç olarak, kendiliğinden yayılan iktidar biçiminin doğasında bulunan olumsuz bir özellik olarak incelenmelidir.
Bize göre, iktidar odaklı karmaşıklıkların çoğu bilinçli olarak ortaya çıkmamış, başta birbirinden ayrı birçok stratejik sabotaj biçiminin birleşmesinden ortaya çıkmıştır. Gıda, tıp ve eğlence sektörlerinin küresel olarak giderek artan merkezileşmesi ve politikleşmesini ele alalım. Geçtiğimiz yarım asır boyunca bu süreçlerin kesişimi, ucuz çöp-gıda diyetinin dayatılması, ilaç tedavisinin kitlesel düzeyde aşırı kullanımı, pasif eğlence ve fiziksel eylemsizlik yoluyla nüfusun artan bir şekilde uyuşturulması ile sonuçlandı. Başta birbirinden ayrı stratejik sabotaj biçimlerinin nihai sonucu dünya çapında bir obezite salgını, diyabet, kalp hastalığı ve zihinsel hastalıklar oldu ve bunlar da gittikçe yayılarak enerji emen ve her biri “sorunu çözmeye” adanmış toplumsal, tıbbi ve yasal hiyerarşiler karmaşıklığına yol açtı. Burada da, ortaya çıkan karmaşıklık büyük ölçüde istemeden yapılmıştır, ancak bu karmaşıklığın hiyerarşik iktidarı desteklemek için oluşturulduğu ve sürdürüldüğü göz önüne alındığında, tanım gereği, emdiği enerjinin çoğu sonunda yaşamsal ihtiyaçlara ve refaha değil, stratejik sabotaja gider.
Son olarak, iktidar-odaklı karmaşıklığın çoğu büyük ihtimalle bilinçli oluşturulmamışsa da, bazıları açıkça önceden planlanmıştır. Örneğin, bilgisayar donanımı ve iletişim ağlarının engellerle dolu tasarımları kasten karmaşıktır; tıpkı yasal sistemin Kafkaesk unsurları ve modern muhasebe ve finansın çapraşık ve çoğu zaman anlaşılamayan labirentleri gibi. Bu kasıtlı karmaşıklıkla yakalanan enerji, refaha ve yaşamsal ihtiyaçlara çok az katkı yaparken hiyerarşik iktidara bol miktarda katkıda bulunur.
Shimshon Bichler ve Jonathan Nitzan, 2017
Çeviri: Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (29): Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (28) Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalizmi geleneksel yöntemlerin dışında inceleyen akademisyenlerden oluşan CasP projesine, Meydan Gazetesi’nin bir önceki sayısında yer vermiştik. Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizimize, aynı proje kapsamında yayınlanan ve kapitalizmin büyüme yanılsamasını inceleyen bir makale ile devam ediyoruz. Makalenin kısaltarak alıntıladığımız ilk üç bölümü, kapitalizmin stratejik sabotajını ve büyüme şeklini açıklıyor. Bu yazı ayrıca, tarih öncesi ekonomik faaliyetleri bugün ile karşılaştırmaya olanak veren, sosyo-biyofiziksel bir ölçütü, enerji yakalamayı kullanması açısından ilgi çekici, çünkü bu karşılaştırmayı para ya da üretim miktarları kullanarak yapmak imkansızdır.
Giriş
Bir iktidar biçimi olarak sermaye teorisine(CasP) göre, tarihteki diğer toplumları olduğu gibi, kapitalizmi incelemenin en iyi yolu, onu bir üretim ve tüketim biçimi olarak değil, bir iktidar biçimi olarak ele almaktır. Toplumu bir iktidar biçimi olarak düşünmek, her şeyden önce, toplumsal gücü ifade eden ve belirleyen kurumlara ve süreçlere odaklanmaktır. Üretim ve tüketim tabi ki bu ifade ve belirlenim için önemlidir ancak tek başına değil ve çoğu zaman tersine olarak.
Temel CasP meselesi, iktidar biçiminin düzenini neyin yarattığıdır. Çalışmalarımızda savunduğumuz gibi, iktidar ve iktidara direniş karşılıklı olarak iç içe geçmiştir: iktidar olmadan muhalefet olmaz ve ister açık, ister örtük olsun, muhalefet olmadığında, zaten üzerine güç uygulanacak bir şey olmaz. İki güç sonsuz bir döngüde birbirlerini işaret eder, reddeder ve üretir. Şimdi, toplumdan bir iktidar biçimi olarak bahsettiğimizde, iktidarın, kendisine karşı olan direnişi bastırıp egemenliğini sürdürebildiği bir toplumsal düzeni tanımlarız ve bize göre bunu yapabilmesi, Thorstein Veblen’in stratejik sabotaj dediği şeyi ima ediyor ve gerektiriyor.
İktidar, direnişi başarılı bir şekilde yönlendirmek, içermek ve gerekirse ezebilmek için, daha az iktidarı olanların ya da hiç iktidarı olmayanların özerkliğini sürekli olarak kısıtlar, sınırlar ve engeller. Dahası, bunu stratejik bir şekilde yapmaları gerekir: Çok az sabotaj uygulamak iktidarlarını sürdürebilmek için yetersiz kalabilirken, aşırı zorlamak isyanı tetikleyebilir veya daha da kötüsü, kontrol etmeye çalıştıkları toplumun temelini yıkabilir.
Kapitalizm öncesi tüm iktidar biçimlerinde, stratejik sabotaj, oldukça katı bir toplumsal yapı, nispeten istikrarlı bir kültür ve çok az veya hiç büyümeyen bir üretim ve tüketim ile birlikte görülüyordu. Bu sicille karşılaştırıldığında, kapitalist iktidar biçimi yeni bir döneme işaret eder: hem dinamik hem de büyümekte olan ilk tarihsel toplumu ve aynı zamanda, dinamizmi ve büyümesi kendi mantığına içkin görünen ilk toplumu temsil eder.
Enerji Yakalama
Bu konuda kaydedilen tarihsel kayıtlar açıktır: Geçen üç yüzyılda kapitalizmin yapısı sürekli olarak dönüştü, nüfusu patladı ve kişi başına düşen enerjisi benzeri görülmemiş seviyelere ulaştı. Bu bağlamda kapitalizmin benzersizliği Şekil 1 ve Tablo 1’de gösterilmektedir.
Şekilde, milattan önce 10 bin yılından günümüze kadar, dünyada yakalanan toplam enerji miktarının değişimi çizilmiştir. Buradaki “enerji yakalama” terimi, insan toplumu tarafından dönüştürülen tüm enerji türlerini belirtir. Bu dönüşümün girdileri ya da “yakaladığı” enerji kaynakları, biyokütle, çeşitli yakıtlar ve çeşitli hammaddeleri içerirken, çıktıları ise insan ve hayvan besinleri, ısıtma ve soğutma, maddi ve soyut nesneler, fiziksel ve sanal ulaşımı, son olarak ama daha da önemlisi, dönüştürme sürecinin kendisinde kaybolan enerjiyi içerir.
CasP Bulmacası
Sonuç olarak, enerji yakalama açısından tarihteki iktidar biçimlerinin kapitalizmle ortaya çıkan yükselişe ve sonrasındaki patlayışa kadar oldukça sabit kaldığı açıktır. Ve burada bir CasP bulmacası ortaya çıkıyor. Rousseau’nun ünlü sözündeki gibi “İnsan özgür doğar ve her yerde zincire vurulmuştur” ve kapitalizm için de benzer bir tespit yapılabilir, fakat tersinden. CasP’a göre, kapitalizm, diğer iktidar biçimleri gibi, sabotaj yoluyla doğar ve zincirlerle yaşar ve fakat baktığımız her yerde büyüdüğünü ve genişlediğini görürüz.
Bu makaledeki amacımız, bulmaca gibi görünen bu “sabotajın ortasında büyümeyi” incelemek. Geçici olarak vardığımız sonuç ise aslında bunun bulmaca olmadığıdır. Hem ana akım hem de heterodoks taraflardaki geleneksel görüş, kapitalizmin üretim ve tüketimin artışı tarafından yönlendirilen bir sistem olduğu ve kısa dönemli krizler ve (zenginliğin) yeniden dağılımın yarattığı çalkantılar bir yana bırakılırsa, bu büyümenin nihayetinde iyi bir yaşamla ilgili olduğudur. Ekonominin bizzat kelime dağarcığı bu sonucu belirlemektedir: ekonominin “mal” ve “hizmet” üretip tükettiği söylendiği için, büyümesinin, tanım gereği, yükselen bir “yaşam standardına” eşdeğer olması beklenir.
Ancak birazdan göstereceğimiz gibi, bu düşünce kalıbı çok yanıltıcı olabilir. Neden? Çünkü bu sözde malların ve hizmetlerin önemli bir kısmının yaşamı sürdürmekle bir ilgisi yoktur: Büyümeleri, yaşamın değil, sabotajın genişlemesi anlamına gelir. Ve bu ispatlanırsa, kapitalizm, en azından kısmen, sabotaja rağmen değil sabotaj sayesinde büyüyor demektir.
Sabotaj
Sermayeleşen iktidar kavramı ve stratejik sabotajın zorunluluğu ile başlayalım. CasP’ye göre kapitalist iktidar, ayrımsal sermayeleşme ile ölçülebilir. Sahip olunan her bir varlık, gelecekte ondan beklenen kazancın bugünkü değerine risk-düzeltmesi yapılarak sermayeleştirilir (aktifleştirilir) ve bu sermayenin temsil ettiği güç ayrımsal olarak, yani onu diğer varlıklara, gruplara veya bütün olarak topluma oranlayarak ölçülür. İktidarın zorunluluklarına boyun eğen sermayeleştirilmiş varlıklar, mutlak olarak değil, ayrımsal olarak biriktirmeye yöneltilir. Amaçları, zenginliğin kendisini elde etmek değil, ortalamanın üstüne çıkmak ve normal kar oranını aşmaktır. Daha hızlı genişlemeyi değil, diğerlerinden hızlı genişlemeyi, en yüksek geliri elde etmeyi değil, toplamdan daha fazla pay almayı isterler. Sermayeleşen iktidarın dünyasında, ortalamanın üstüne çıkma çabaları, kârların ve varlıkların yeniden dağıtılması kendine çelişkili olduğundan, bunlar her zaman stratejik sabotajı içerirler. Kendi kazançlarını ve sermayeleşmesini diğerlerininkine göre artıran ve çoğu zaman onlarınkine zarar veren sınırlamaları, engellemeleri ve kısıtlamaları gerektirirler. Sermayeleşen iktidarın zorunlulukları topluma yayılıp ve çoğaldıkça, bu iktidarın üzerine kurulu olduğu stratejik sabotaj biçimleri de aynı şekilde yayılır ve çeşitlenir.
CasP projesi, ayrımsal birikim sağlayan birçok stratejik sabotaj yolunu tespit etti. Bu yolların bir kısmını (son yirmi yıldaki makalelerden) saymak gerekirse; işsizliğin artışı, gelir dağılımını sermayenin lehine düzenler; istihdam artışının yavaşlatılması, gelir dağılımını tepedeki bireylerin %1 inin çıkarına göre, varlıkları da tepedeki 500 şirkete kaydırır; yüksek enflasyon, gelir dağılımını genel olarak sermayenin ve özellikle de egemen sermayenin lehine düzenlerken alttaki nüfusun gelir standardını ve güven duygusunu zayıflatma eğilimindedir. Şirket birleşmeleri ve şirket satın alma furyası, gelir dağılımını egemen sermaye lehine düzenlerken gelişmemiş bölgelerdeki yatırımları engeller, tesislerin ve makine envanterinin büyümesini azaltarak, genelde bilinenin aksine, piyasa değerinin büyüme hızını artırır; silahlanma ve artan silah ticareti, gelir dağılımını önde gelen askeri şirketlerin lehine düzenlerken çatışmaları besler; Ortadoğu’da belirli aralıklarla enerji çatışmaları, bölgeyi çökertip ve dünyada çalkantı yaratırken, gelir dağılımını petrol üreten devletlerin ve önde gelen silah ve petrol şirketlerinin lehine düzenler; mülkiyetin küreselleşmesi, ayrımsal birikimi yükseltirken, yerel ve küresel eşitsizliği derinleştirip halkları karşı karşıya getirir. Yükselen gıda fiyatları ve fiyatlardaki büyük dalgalanmalar, gelişmekte olan ülkelerde kitlesel açlığa neden olurken, dünyanın başlıca tahıl ticareti şirketleri ve büyük tahıl üreticilerinin ayrımsal gelirlerini artırır; korku-ve-açgözlülük döngüsünden yararlanan yatırırım algoritmaları ile finansta otomasyonun yaygınlaşması sonucunda, finansal istikrarsızlık artarken ayrımsal kazanç sağlanır. Abur cuburun çeşitlenip çoğalması, küresel bir obezite salgını yaratırken, gıda ve ilaç sektörünün dev şirket gruplarının ayrımsal kârlarını şişirir; Hollywood’un sanatsal özerkliği üzerindeki artan kısıtlamalar, izleyicileri güçsüz bırakırken, büyük stüdyoların ayrımsal riskini azaltır; Güney Afrika’daki ırkçı rejim, yarım yüzyıl boyunca altın madenciliği yapan dev şirket gruplarının ayrımsal birikimini garantilerken, İsrail’in Filistin işgali, askeri-finansal holding grupları için aynı işlevi görür; ABD’de rekor sayılara ulaşan tutsak sayısı, derinleşen gelir eşitsizliğini güvence altına alır; reklamlar, neredeyse bütün toplumları reklam verenlerin sermayeleşen şarkısıyla dans ettirir; gösteriş amaçlı tüketimin gelirleri düzenleyen bir rolü vardır; devletin borcu, alttaki nüfusun zararına, ama tepedeki %1’in ve onların şirketlerinin lehine kullanılır; finansal denetimlerin kaldırılması, kapitalist düzeni bozar ama bankacılık sektörünün ayrımsal kârlarını artırır. Ve liste uzayıp gidiyor…
Bu örneklerin genişliği ve derinliği kuşku bırakmıyor: Kapitalizm gerçekten zincirlerle doğar ve zincirlerle yaşar. Stratejik sabotaj, onun mantığının ve günlük uygulamalarının ayrılmaz bir parçasıdır. Baktığımız her yerde, sermayeleşen iktidarın kısıtlamalar, engeller ve sınırlamalarla ilgili olduğunu görürüz.
Şimdi, bu zincirleri ve prangaları göz önünde bulundurduğumuzda, kapitalizmin, kendi var oluşunu sağlayan tuzaklara takılmasını, ekonomik durgunluk, gerileme ve zorluklar karşısında çaresiz olmasını bekleriz. Ve birçok açıdan öyle. Sayısız CasP araştırması, sermayeleşen iktidarın güçlenmesinin, dinamizmin ve büyümenin azalması ile korelasyon eğilimini gösterir. Ancak, dinamizm ve büyüme, kısıtlanmış olsalar da asla tamamen durdurulmaz. Kapitalizm muhtemelen, bu kısıtlamaları kaldırdığında olabileceğinden daha az dinamik ve daha yavaş büyümekle birlikte, diğer iktidar biçimlerine kıyasla hala göz kamaştırıyor. Öyleyse, görünüşteki bu benzersiz, hızlı toparlanma yeteneğinin kaynağı nedir? Kapitalizmin kendi iktidarının dayattığı sabotajı aşmasına ve diğer iktidar sistemlerinden daha hızlı ve daha güçlü bir şekilde genişlemesine olanak tanıyan şey nedir?
Enerji İçin Hiyerarşi?
Bulmacayı çözmek için Blair Fix tarafından yenilikçi bir deneme yapıldı. Fix, her zamanki ekonomik yoldan gitmek yerine sosyo-biyofiziksel bir yol izliyor. Termodinamiğin yasalarının, “denge durumuna uzak olan herhangi bir sistemin, bir enerji akışı ile desteklenmesi gerektiğini” belirten Fix, “insan toplulukları dengede olmayan sistemler olduğundan, enerji akışlarının toplumsal evrim içerisinde önemli bir rol oynaması beklenir” diyor.
Fix’e göre, ekonomik büyüme nasıl ölçülürse ölçülsün, bir enerji dönüşümünü içerir ve enerji dönüşümü daima dönüştürücü niteliktedir. Ekonomistler bu dönüşümü fayda açısından düşünmeye eğilimlidirler: Biyokütle, fosil yakıt, ışık, rüzgar, hidroelektrik, termal ısı ve nükleer güçten gelen enerji, ürünlere ve hizmetlere, sonra tekrar tüketim yoluyla refaha dönüştürülür. Ancak bu sürece ilişkin, ekonomistlerin sıkça görmezden geldiği başka bir husus daha var: Toplum, enerjiyi ürünlere ve hizmetlere dönüştürürken, aynı zamanda kendi yapılarını da dönüştürür.
Fix’e göre toplumsal evrim, evrimin tümü gibi, enerji akışlarına bağlıdır; dönüştürülen enerji ne kadar büyük olursa, onu yakalama süreçleri de o kadar karmaşık olmalıdır; karmaşık süreçler toplumsal koordinasyonu gerektirir ve karmaşıklık ne kadar büyükse koordinasyon gereksinimi de o kadar büyük olur. Bununla birlikte, insanlar bu görevler için kendinden donanımlı değildirler ve toplumsal hiyerarşi burada devreye girer: İnsanları dolayım yoluyla ve kişisel olmayan bir şekilde ilişkilendirerek, büyük ölçekte koordinasyonu mümkün kılar.
Hiyerarşi İçin Enerji
Fakat bu önerme, gerçeklerle tutarlı olmasına rağmen, makalemizin temel meselesini karşılamamaktadır. Fix, iktidarın büyüme odaklı bir toplumda nasıl ortaya çıkabileceğini açıklarken, CasP ters bağlantıyı, özellikle de iktidar odaklı bir toplumda büyümenin nasıl ortaya çıkabileceğini çözmek istiyor.
Başlangıç noktamızı hatırlayın. Tarihsel sistemleri analiz etmenin en iyi yolunun, onları üretim ve tüketim biçimleri olarak değil, iktidar biçimleri olarak ele almak olduğunu savunuyoruz. Ve bu iddia bir kapristen ibaret değildir.
Örgütlü iktidarın önceliği, yazılı tarihin başlangıcına, belki de daha öncesine kadar gider: kökleri tarih öncesine uzanır; Yakın Doğu’nun ilk şehir devletleri ve imparatorluklarında açık bir şekilde görülmektedir; birbirlerinden bağımsız olarak erken medeniyetlerin hepsinde yeniden ortaya çıkar ve o zamandan beri toplumun örgütlenmesinde, neredeyse her seviyede egemen olmaya devam etmiştir. İktidar biçimleri stratejik sabotaja dayanır; bu nedenle çoğunun, nispeten durağan kalması ve kişi başı enerji yakalama açısından sınırlı oranda büyümesi şaşırtıcı değil. Bu kuralın istisnası, önceki iktidar biçimlerine göre çok daha dinamik olan ve hızla büyüyen kapitalizmdir. Bu yüzden, bizim bakış açımızdan mesele, kapitalizmin büyümek için neden iktidara ihtiyacı olduğu değildir, çünkü bizim görüşümüze göre, kapitalizmin ve diğer iktidar biçimlerinin, esas yönelimi büyümek değildir.
Asıl ilginç mesele, iktidarla yönlendirilmesine ve iktidarın gerektirdiği stratejik sabotaja rağmen kapitalizmin neden büyüdüğüdür. O halde, hiyerarşi büyümeyi yönlendirmiyor, tam tersine büyüme hiyerarşiyi artırıyor olabilir mi?
Çeviri: Özgür Oktay
The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (28) Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (27)- Bir İktidar Biçimi Olarak Sermaye appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
2009’da başlayan ekonomik krizin bir etkisi de ekonomi uzmanlarını şaşkına çevirmiş olmasıydı. Ne neo-liberal, ne de Marksist ekonomistler, bugün neredeyse tüm dünyaya egemen olan kapitalizmin krizlerini verilerle açıklayamıyorlardı. Anarşist Ekonomi Tartışmaları başlıklı yazı dizimizin bu bölümünde, 80’lerden beri süren bilimsel çalışmaları ile bu iki egemen görüşün dışında bir teori geliştirip, verilere dayanarak kapitalizmi krizleri ile birlikte açıklamayı başaran Shimshon Bichler ve Jonathan Nitzan’a yer verdik. Uzun yıllar akademik çevreler tarafından dışlanmakla kalmayıp, makalelerinden yapılan intihaller, Marksist politik doğrulara uyacak şekilde düzeltilerek başka isimler tarafından yayınlanmış olan yazarlar, kısaltarak alıntıladığımız sunumda teorinin gelişim sürecini ve temellerini açıklıyorlar. Bu teori ile ilgili çalışan bütün araştırmacıların kitaplarına, makalelerine ve kullandıkları verilere CapitalAsPower.com adresinden ücretsiz erişilebilir.
1980’lerin başına, araştırmalarımıza yeni başladığımız, İsrail’deki öğrencilik yıllarımıza dönüyorum. İsrail üzerine çalışmamızın nedeni kısmen İsrailli olmamız, ama daha çok, bizim için şaşırtıcı olmasıydı.
Görünüşe göre ülke ciddi bir krize batmış durumdaydı. Ciddi bir stagflasyon, yani ekonomik durgunluk ortamında enflasyon vardı: Ekonomik büyüme düşüktü ve işsizlik artarken, yılda yüzde 400’e yakın fiyat artışları vardı. Sadece bu da değil. İsrail’in Arap komşularıyla ve işgal ettiği Filistinli nüfusla askeri çatışmaları hiç bitmeyecek gibi görünüyordu. Hızla artan askeri bütçe, ülkenin GSYİH’nin neredeyse üçte birini emiyordu. Bir yandan da dış borç yükseliyordu ve ülke ABD’ye her zamankinden daha fazla bağımlı hale geliyordu. Son olarak ve en önemlisi, bir siyasi meşruluk krizi vardı. 1977’de, sağ kanat Likud bloğu, uzun süredir iktidarda olan İşçi koalisyonunun koltuğunu kaptı. İsrail kamuoyunu şekillendirenlerin “deprem” olarak tanımladığı bu yenilgi, eski Siyonist sosyal demokrasi rejiminin sona erdiğini, radikal sağın yükselişini ve Kutsal Topraklar markalı bir dini-neo-liberalizmin oluşumunu işaret ediyordu.
Ve bu çok yönlü krize rağmen, borsa patlama yaşıyor ve büyük İsrail şirketleri, daha önce hiç olmadığı kadar zenginleşiyordu. İş sektörünün geri kalanı ve tabandaki nüfus krizin altında ezilirken, onlar büyük karlar elde ediyorlardı.
Bize göre, makro-ekonomik ve politik krizin ortasında büyük şirketlerin zenginleşmesi, bu ikilik son derece anormal görünüyordu. Krize rağmen birikim nasıl olabilirdi? Yoksa gerçekten, kriz yoluyla birikim mümkün müydü?
Arayışımız, Michal Kalecki, Joseph Steindl, Shigeto Tsuru, Paul Baran-Paul Sweezy ve Harry Magdoff ‘un başını çektiği Tekelci Sermaye Ekolünün yenilikçi çalışmalarından ilham almıştı. Tekelci Sermaye teorisyenlerine göre, kapitalizmin kademeli olarak rekabetçi yapılardan (birkaç şirketin tekel oluşturduğu) oligopol yapılara kayması, bir yandan sürekli bir enflasyon eğilimi yaratmakta, diğer yandan da maliyeti düşürmektedir; bu eğilim, sermayenin milli gelirden aldığı payın artmasına neden olur ve bu artış, eğer bir şekilde “mahsup” edilmiyorsa, eksik talep ve dolayısıyla enflasyon ortamında durgunluk, yani stagflasyon yaratır. Tekelci Sermaye Okulu’nun savunduğu bu eğilime karşı kapitalist çözüm, özellikle finans ve askeriye gibi ziyankar harcamalarla fazlalığı “emmek” oldu.
Leonard Cohen’in “Everybody Knows” (Herkes Bilir) isminde bir şarkısı vardır. Çoğu sosyal bilimcinin dünyayı nasıl gördüğünü bununla açıklayabiliriz. Günümüzde “şok terapisi” ve “felaket kapitalizmi”ni herkes biliyor; herkes, krizin “zenginleri zenginleştirdiğini” ve tepedeki %1’lik servetin sürekli büyümeye devam ettiğini biliyor ve en önemlisi “bölüşümün önemli olduğunu” herkes biliyor – eşitsizliğin büyüme, refah ve demokrasiyi baltaladığını. Her nasılsa, bu iddiaların tümü, aniden, aşikar “gerçekler” ya da uzmanların eskiden beri bildikleri şeyler haline geldi. Fakat 1980’lerin başında İsrail’de kimse bilmiyordu. Kimse bilmiyordu çünkü gerçeklerin kendileri ortada yoktu. Ve gerçekler olmamasının en büyük nedeni, reddetmek şöyle dursun, hiç kimsenin bu gerçekleri kazıp araştırmak gibi bir amacı bile yoktu.
Büyük İsrail Holding gruplarının – varlıklar, net kârlar, satışlar ve hisse sahipleri gibi temel mali verilerini harmanlamaya çalışarak tam iki ay geçirdik. Aslında şirketlerin mali raporları hiçbir bir yerde mevcut değildi, Merkezi İstatistik Bürosu, İsrail Bankası, Maliye Bakanlığı veya Vergi Denetleme Dairesinde bile. İsrail yasalarına göre, ülkedeki her basılı yayının iki kopyasını alması gereken Milli Kütüphanede bile sınırlı sayıda rapor vardı. Hatta, şirketlerin kendilerinde bile verinin tamamı yoktu – kendi finansal raporları!
Egemen Sermaye ve Ayrımsal Birikim
En başından beri, “Egemen Sermaye” kavramı, hakim olan algılardan temelde farklıydı. Üretimle ilgili ya da ekonomik bir kategori değildi; siyasi bir varlık değildi; borsa ya da pazarlarla da hiç ilgisi yoktu. Bize göre egemen sermaye, modern politik ekonominin merkez üssü idi. Egemen sermaye kendini dayatarak diğer her şeyi sürekli dönüştürüyordu. Yalnızca sosyal bilimcilerin “ekonomi” olarak tanımladığı dar alanda değil, aynı zamanda toplumun tümüne tahakküm kuruyordu.
Egemen sermayeyi analiz edebilmek için, birikimi, hem liberaller hem de Marksistler tarafından kullanılanlardan çok farklı terimlerle düşünmek zorundaydık. Bunu ne faydacı bir süreç, ne de teknolojik veya bir emek süreci olarak değil, daha çok bir iktidar süreci olarak düşünmek zorundaydık.
(1) Sermaye birikiminin ve egemen sınıfın oluşumunun birlikte nasıl evrildiğini araştırmak için, sürecin merkezindeki egemen sermaye gruplarına ve bu gruplarla iç içe geçen devlet kurumlarına odaklanmamız gerekir. (2) bu soruşturmanın başlıca yöntemi temelinde kıyaslamadır: mutlak büyümeye ve refaha değil, bölüşümdeki farklara (yani ayrımsal birikime) ve yeniden bölüşüme odaklanmamız gerekir.
Politika ve Ekonomi
En başından beri, İsrail’in egemen sermayesinin, C.Wright Mills’in “iktidar eliti” dediği, egemen sınıfının geri kalanıyla birlikte, askeri çatışmaya derinden karıştığını açıkça görüyorduk; politikaların oluşturulmasında yer alıyor ve en önemlisi, askeri bütçenin büyük bölümünü alıyor ve askeri ihracatın kontrolünde müdahil oluyordu.
Tek başlarına düşünüldüğünde, bu farklı ilişki biçimlerini birlikte incelemek zordu. Ancak egemen sermayenin gerçek finansal geçmişini ele aldığımızda, nihayet egemen sermayenin dahil olduğu süreçleri, en önemli olan şeyle, sermaye birikimiyle ilişkili olarak incelemeyi başardık.
Ve bulduğumuz şey dikkat çekiciydi: Egemen sermayenin kârının milli gelirin içindeki payı, askeri harcama ve silah ihracatının GSYİH içindeki oranıyla pozitif ve sıkı bir şekilde ilişkiliydi. Başka bir deyişle, askeri harcamalar ve silah ihracatının GSYİH payları arttıkça egemen sermaye milli gelirden daha çok pay alıyor; askeri harcamalar azaldıkça daha az pay alıyordu.
Enflasyon ve Stagflasyon
David Hume tarafından ifade edilen ve o zamandan beri çoğu ekonomist tarafından kabul gören “klasik bölünmeyi” ele alalım. Bu bölünmeye göre ekonomik hayat iki alana ayrılabilir: gerçek ve nominal (parasal değer). Klasik ayrımcılığa göre, parasal değer, gerçekliğin sadece bir aynası olduğu için, çok da önemli değildir. Bu yüzden, enflasyon tamamen “tarafsızdır”: Sözde reel (gerçek) ekonomi üzerinde sistematik bir etkisi yoktur.
Ancak araştırmamızda bulduğumuz sonuç hiç de böyle değil. Verilerimize göre, İsrail’in enflasyonu en azından nötr değil. Tıpkı askeri harcamalar ve silah ihracatında olduğu gibi, enflasyon, egemen sermayenin kârı ve ayrımsal birikimi ile de pozitif ve sıkı bir ilişki içinde. Milton Friedman ünlü yasasında “enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir olgu” olmuştur der. Fakat önce İsrail’de ve daha sonra başka ülkelerde keşfettiğimiz şey, enflasyonun her zaman ve her yerde yeniden bölüşümle ilgili bir olgu olmasıydı.
Dahası ve doktrinin aksine, enflasyonun büyümeyle değil, durgunlukla birlikte artma eğiliminde olduğunu fark ettik. Başka bir deyişle, stagflasyon olarak görülüyordu. Ekonomistler, bu kombinasyonun anormal olduğunu kendilerini ikna etmeyi başardılar, ancak inançlar gerçekleri nadiren değiştirir. Stagflasyon, tarihsel bir istisna değildir. Olsa olsa tarihsel bir kuraldır.
Sonunda, enflasyonun gerçek hikayesinin ders kitaplarında yazanın tam tersi olduğunu anladık. Birincisi, enflasyon hiçbir zaman tarafsız değildir; Aksine, her zaman yeniden bölüşüm ile ilgilidir. Ve bu yüzden, genel olarak enflasyonu değil, enflasyondaki farklılığı konuşmalıyız. İkincisi, enflasyonist yeniden dağıtım, büyümeyle değil, sabotajla, özellikle durgunluk ve işsizlik dolayımlarıyla düzenlenmekte ve dayatılmaktadır.
Gerçek ve Nominal
Enflasyonun birikimdeki önemli rolü, “reel’’in kapitalizmdeki anlamını sorgulamamıza neden oldu. Ekonomistler, cevabın kendi tekellerinde olduğunu iddia ediyorlar. Diyorlar ki, kapitalist gerçeklik ekonomiktir, ve ekonomik gerçeklik ise nesnel olarak verilmekle kalmaz, kolayca ölçülebilir de: kendi birimleri ile – yani neoklasik “fayda” veya Marksist TGEZ (toplumsal olarak gerekli emek zaman). Bu görüşe göre, üretim ve tüketim, üretkenlik, refah, birikim ve sömürü ile ilgisi olan her şey gerçek terimlerle ifade edilebilir.
Ne yazık ki, bu boş bir övünme. Pratikte, ne neo-klasikçiler ne de Marksistler gerçeklerini nasıl ölçebileceklerini bilmiyorlar, hem de çok basit bir nedenle: bu gerçeğin sözde birimini ölçemezler.
Teorilerini harfi harfine takip edersek, ekonomistlerin gerçek miktarları doğrudan ölçmeleri ve bu gerçek miktarların nominal fiyatlarla orantılı olduğunu göstermeleri gerekecektir. Ancak yaptıkları bu değil. Bunun yerine, tersten gidiyorlar. Gözlemlenebilir fiyatlardan başlıyor ve daha sonra bu fiyatların, esas alınan fayda veya TGEZ miktarları ile orantılı olduğunu varsayıyorlar; gerçek gibi gösterilen inkar edilemez bir kurgu. Bu anlamda hem Marksist hem de neo-klasik olan politik ekonomi, havada asılı bir yapıdır.
Sermayeleşen İktidarın Temel Birimi
Birincisi, kapitalizm, bir üretim ve tüketim biçimi olarak değil iktidar biçimi olarak daha iyi anlaşılır. İkincisi, sermayeyi, mutlak üretken bir varlık olarak değil, farklı niteliklerdeki iktidar ilişkilerini tekil bir niceliğe dönüştüren, evrensel bir sembolik ritüel olarak düşünmek daha bereketlidir. Ve üçüncü olarak, bu nitelik-nicelik dönüşümü, iktidar olarak sermayenin iki değil, bir niceliğe sahip olduğunu ve bu niceliğin finansal ve sadece finansal olduğunun göstergesidir.
Sermayeleştirme ritüeli, gelecekte beklenen kazançların risk faktörü ile birlikte bugünkü değerine indirgenmesinden oluşur. İndirgeme dört temel faktörü içerir: (1) gelecek kazançlar, (2) bu kazançlarla ilgili yatırımcıların abartması, (3) tahmini kazançlara ilişkin algılanan risk ve (4) normal getiri oranı. Ayrımsal olarak ölçüldüğünde her faktör, kapitalist iktidarın belirli bir boyutunu yansıtır. Ve birlikte ele alındıklarında, kapitalizmin yaşamı sürekli yeniden düzenlemesinin nasıl nicelleştirildiğini gösterirler.
Kapitalizm iktidarının temelleri ile ilgilenenler için bu bakış açısının üç avantajı vardır: (1) iktidarı ile dolaylı bir dış ‘etki’ değil doğrudan sermayeyi oluşturan şey olarak ele alır; (2) yalnızca iktidarın sözde ekonomik yönlerini değil, aynı zamanda sermayeleştirme ile ilişkili bütün iktidar ilişkilerini kapsar, ve (3) yalnızca kapitalistleri ve şirketleri yönlendiren güçleri değil, daha genelde kapitalist iktidar biçimini yaratan ilişki biçimleriyle ilgilenmektedir. Bu perspektiften bakıldığında, iktidar olarak sermayenin mantığını çözmenin yolu, temel faktörlerinden başlayıp, kökenlerini ve gelişimlerini incelemek, etkileşimlerini ve karşılıklı yeniden üretimlerini teorik, tarihsel ve ampirik olarak analiz etmektir.
İktidarın Asimtotları
Sermayeleşen iktidarın sınırlarına odaklandığımızda bu mantığı çözmek zorunlu hale gelir. “İktidar olarak sermaye” terimi, “her şeye gücü yetme” kavramlarını ve bunun büyüdükçe daha da karşı konulmaz ve nihayetinde yenilmez olduğu görüşünü çağrıştırıyor. Ama böyle mi? En azından, tarih bunun tam tersi önermektedir: tarihteki rejimler, (ya da kendi dilimizle) iktidar biçimleri, bir kez tepe noktalarına ulaştıklarında, bozulma hatta çökme eğilimindedir. Ve eğer bu diğer iktidar biçimlerine olmuşsa, kapitalizme neden olmasın?
Sermayenin iktidarının sınırları nelerdir ve bu iktidarı zayıflatacak ve hatta parçalayacak neler vardır?
Bu soruya iki düzeyde -mantıksal ve sosyal- tarihsel olarak yaklaşabiliriz. Mantıksal olarak, sermayeleşen iktidar doğası gereği sınırlandırılmıştır. Sermayeleşen iktidar göreli ve dolayısıyla da bölüşümsel olduğu için mutlak ve analitik bir sınırı vardır. Hiçbir sermayedar ya da kapitalist grup, sahip olunabilenlerin yüzde 100’ünden fazlasına sahip olamaz. Bu matematiksel bir asimptot veya sınırdır.
Ancak bu asimptot pratikte ulaşılabilir mi? Bizim görüşümüze göre, cevap hayır. Ayrımsal bir ilişki olarak iktidar, yalnızca iktidara olan direnişe karşı anlamlıdır. Gerçekten de, toplumsal iktidar kendi direncini yaratma eğilimindedir. İktidar, doğası gereği var olan her şeyi sürekli olarak aşan ve dönüştüren iç çelişkiler üretir. Bu kendini sürekli yeniden yaratan düzen, durmadan bunu yapmaya çalışsa da, hiçbir zaman toplumun tamamını kapsayamayacak demektir. Ve her şeyi kontrol etmek konusundaki bu yetersizliği, sermayeleşen iktidarın, mantıksal sınırlarına ulaşamadan sosyal-tarihsel sınırlarına çarpmaya mahkum olduğunu ima eder.
Bu nedenle, önemli sorular, sermayeleşen iktidarın belirli sosyal-tarihsel sınırlamaları ile ilgilidir. Sermayeleşen iktidarın yol açtığı karşıt güçler nelerdir? Bu karşı güçler, sermayelendirilmiş iktidarın daha fazla genişlemesini nasıl engelliyor? Ve sermayeleşen iktidarın yükselişini durdurabilir ya da tümüyle tersine çevirebilirler mi?
ABD’de egemen sermayenin uzun vadeli yükselişini inceleyerek bu konuda bazı ön çalışmalar yaptık. Bu araştırmaya dayanarak, bu yükselişin ABD’deki kapitalist iktidar biçimini pratik asimtotlarına oldukça yakın bir noktaya itmiş olabileceğini ve daha fazla yükselişin rejimi tamamen farklı bir yönde etkileyebileceğini, tereddütlü de olsa, önermiştik. Ancak, yine, bu sadece tek bir ülke hakkındaki tek bir çalışma; bu analizin daha sağlam ve anlamlı olması için daha geniş bir görüntüye ihtiyacımız var.
Shimshon Bichler ve Jonathan Nitzan
Çeviri: Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (27)- Bir İktidar Biçimi Olarak Sermaye appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (26): Sermaye, Teknoloji ve Proletarya – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşist Ekonomi Tartışmaları başlıklı yazı dizimizin bu bölümünde, önceki sayıda ilk bölümünü yayımladığımız, anarşist militan, tarihçi ve teorisyen Miguel Amorós’un, kapitalizm-teknoloji-ilerleme ilişkisini incelediği konuşmasına devam ediyoruz. Amorós bu bölümde, geçen yüzyılda muhalif kesimler arasında yaygın olan işçici ideolojiyi eleştirirken, ilerleme karşıtı teorisinin perspektifinden özgürlük mücadelesini anlatıyor.
Altmış ve yetmişli yılların isyanları, eski işçi hareketinin kısıtlarına işaret ederek, devrimi, yaşamın bütünsel ve yıkıcı bir dönüşümü olarak tanımladı. Sitüasyonistlerin “Proleter, hayatı üzerinde hiçbir gücü olmayan ve bunu bilen kişidir” tanımı, sınıf mücadelesini günlük hayatın zeminine taşısa da, Amerikalı radikallerinin daha uyumlu olan mücadeleci toplumları ya da kardeşlikleri ile karşılaştırıldığında, Situasyonist Enternasyonal’in konseyci işçiciliği ile bir ölçüde çatışıyordu. Avrupa’da, endüstriyel proletarya hala üretimin merkezindeydi ve yeni sınıf bilinci eskisi ile anlaşmazlığa girdi. Genç radikaller, kendilerini sıklıkla fabrikalardaki eski militanlarla çatışma içinde buluyorlardı. İşçici ideal, her türlü özgürlüğü, deneyim serbestliğini ve tüm toplumsal ön yargı ve sözleşmelerin kaldırılmasını talep eden yaşam biçimlerinin yaygın şekilde ortaya çıkmasıyla tamamen geçersiz hale geldi. İşçi hareketinin son dalgaları, modernleşme sürecinin krizine tepki olarak, bir tür “işçi özerkliğinin” yenilenme ya da ikinci bir hareketlenme yanılsaması yaratabiliyordu. Ancak bunlar, bir bütün olarak çok daha ileri gitme potansiyeline sahip olan hareketin, en kati yenilgiye uğrayan kesimlerinden geliyordu. Fabrikalardaki isyan, gündelik hayatın isyanıyla el ele gittiği sürece, bir ölçüde yeniden keşif ve otonomi imkanı vardı, ama bu birliktelik kısa sürüyordu. Sonraki yıllarda, yenilginin acı tadı, önceki yılların gerçekçi olmayan iyimserliğini bastırdı. Kurumsallaşma, devlet yardımları ve seçim mekanizmaları ile birlikte işçi bürokrasi, radikal işçilerin giriştikleri küçük çaplı çatışmalarla önleyemeyen, son derece gerici bir unsura dönüştü. Nadir istisnalar dışında, bu hareket aynı arazide kaldı; ücretler, mesai saatleri ya da iş güvenliği konusundaki mücadeleler, ne kadar meşru ya da ne kadar şiddetli olursa olsunlar ve mücadelelerinden ne kadar çok sayıda meclis oluşursa oluşsun; sermayenin sınırlarını aşmadılar ve bu nedenle, ne siyasal-sendikal kayırmacılığı yıkabildiler, ne de günlük yaşamın sömürgelikten kurtulmasına katkıda bulundular. Kapitalizme karşı değil, kapitalizmin kendi kendini tasfiye sürecine giren belirli bir biçimine karşı savaştılar. Dahası, sermayenin seksenlerdeki saldırısı, gümrükleri açtı, tüketimini genelleştirdi ve fabrikalardaki radikal isyanlara son verdi. Otomasyon, ücretli emekçi kitlelerini inşaat, dağıtım ve turizme yöneltti. Sendika sözleşmeleri ise, eski, dikey müzakere modelini geri getirdi ve isyanlarda sınıf bilincinin üzerini örttü. Geri kalanı da baskı halletti. İş yerindeki mücadele, kapitalist felaketlerin olmadığı, kısıtlanmayan bir yaşam için olan mücadeleden kesin olarak ayrıldı. Devrim fikri tümüyle itibarsızlaştırıldı ve ütopyalar müzesine gönderildi. İşçiciliği savunanlardan arta kalanlar, tüketici, uysal ve yönlendirilebilen bir ücretli emekçi kitlesinin gözetimi ve evrensel kurtuluş ideallerinin taşıyıcısı olan soyut bir işçi sınıfının hayali arasında gittikçe daha fazla sıkıştı. Bu kesim, bu noktadan sonra kendini gettosuna kapattı; dogmaları, simgeleri ve ritüelleri ile birlikte fraksiyonlar biçiminde hayatta kaldı; yetersiz bir toplumsal analiz ve pratikten doğan basit bir ideoloji olmaktan vazgeçti ve teknolojik çağda ona ayrılan yere yerleşti.
İşçicilik (Uvriyerizm):
Ücretli emeği ve onun yol açtığı sömürü ve yabancılaşmayı fark etmiş olan bireylere propagandasını yapmayı savunan ideoloji. Stalinizm ve Nazizm gibi birçok devlet ideolojisinde bu tür bir işçi hayranlığı vardır. İşçiler, ulusun, ekonominin ve kapitalin inşasındaki rolleri nedeniyle onurlandırılırlar. İşçicilik sadece “üretken” emeği destekler.
Proletarya devrimini savunanlar gibi, emeği, toplumun tamamının ortak, örgütleyici ilkesi olarak düşünenler, sosyalizmi, sermayeden kurtarılmış evrimsel süreçler yoluyla toplumsal reform arayışında olan bir işçi rejimi olarak sunarlar. Bu perspektifle bakıldığında -ilerlemenin ya da burjuvazinin perspektifiyle- sosyalizm, kapitalizmin düzeltilmiş bir halinden başka bir şey değildir ve işçi hareketi modernleşmenin bir aracıdır. Bu yolculuk çok fazla toparlanma gerektirmiyordu ve işçici bürokratlar tüm sonuçlarını bilerek bunu seçtiler: adına ister “refah devleti” densin, ister “üst düzeyde gelişmiş toplum”, gerçek kapitalizm gerçekte mümkün olan tek sosyalizmdi. Bu görüşe göre, asıl tehlike, entegrasyon değil, dışlanmadır; yani çok fazla kapitalizm değil, çok az kapitalizmdir. Geçmişte, sosyalizm sıklıkla, kapitalizmin tutarlı biçimi olarak ortaya atılıyordu; artık daha “insan” (ve daha Keynesçi) uyarlamasının mümkün olduğu düşünüldüğüne göre, kapitalizm, sosyalizmin tutarlı biçimi olduğunu kanıtladı. Anti-kapitalizm, eğer bir çelişkide sıkışıp kalmak istemiyorsa, üretim güçlerine ve piyasanın yasalarına temelden bir tepki vermelidir. Malların üretimi ve dağıtımı, sırf üretim ve dağıtım işçilerin eline geçti diye, malların üretimi ve dağıtımı olmaktan çıkmayacaktır; ve eğer bu gerçekleşirse, tam olarak yok etmek istediği şeyleri, şu ya da bu biçimde yeniden üretecektir: patronlar, özel mülkiyet, sanayi, pazar ve devlet. Emek, tamamen gelişmiş bir tüketim toplumunun içine yerleştirildiğinde, artık özgür toplumun temellerini oluşturmak bir yana, bir ezilenler toplumu bile oluşturamaz. Özgür toplumun temeli, ancak yaşam olabilir.
Proletaryayı kaldırmadan kapitalizmi ortadan kaldırmak, kapitalizmin başka bir biçimini ve sonuç olarak başka bir egemen sınıfı ve bir başka devleti yeniden üretmeye eş değer olurdu. İlerleme ideolojisini reddetmeden proletaryayı ortadan kaldırmak da aynı sonuçlara götürür. Emtianın saltanatını sona erdirmek istiyorsan, emeği de, onun varlığını sağlayan teknolojiyi de ortadan kaldırmalısın; kısacası, bireyleri işçi olma durumundan özgürleştirmelisin, onları ücretli emekçilere, makinenin aksesuarlarına ve tüketimin kölelerine dönüştüren nesnelleştirilmiş toplumsal ilişkilerden özgürleştirmelisin. Emeğin nesnelleştirilmesi öncelikle üretim araçlarında engellenmelidir, ama bu, üretim araçlarının kolektif olarak ele geçirilmesi ya da otomasyon yoluyla değil, kent-fabrika sisteminin sökülmesi ve merkezileştiren makinelerinin terk edilmesiyle gerçekleştirilmelidir. Bu süreç aynı zamanda dolaşımda da gerçekleştirilmelidir, ama sadece paranın ve pazarın değil, yeni emek biçimi olan teknolojik boş zaman eğlencelerinin de kaldırılmasıyla. Emekten kurtarılan bir yaşam, boş zaman değildir; diğer şeylerin yanında, üretken faaliyetlerin, “doğayla metabolizmanın”, ihtiyaçları karşıladığı ama sosyal işlevselliği belirlemediği, “evrensel kardeşliği” hiçbir şekilde değiştirmediği (diğer bir deyişle, özgür toplumsal ilişkilerin yeniden üretilmesini engellemediği) bir yaşamdır. Devrimin peşinde olduğu şey, bireylerin yaşamı geri almak için, yaşamın bütün anlarını özgürce inşa ederek, emek zincirlerini —özellikle de teknolojik olanları— kırmasıdır. Yapaylaştırmaya son verdiğinde, ihtiyaçların, erotizmin, arzuların ve hayallerin manipülasyonuna son verdiğinde, gücün ve teknolojinin özerkliğinin getirdiği kısıtlamalarına son verdiğinde, yaşam engellerden ve dayatmalardan kurtulacak ve kendi hizmetinde olacaktır: emek ve tüketim alanından, yani zararlı olgulardan ve teslimiyetten kaçacaktır. İnsan ile makine arasındaki, insanlık ile doğa arasındaki veya daha doğrusu bireyler ve şeyler arasındaki ilişkilerin yeniden keşfedilmesi gerekecek ve toplumun ahlaki olarak ve hiyerarşiler olmaksızın, tarımı, sanatı ve gerçek ihtiyaçların ve arzuların karşılanmasını esas alan çok yönlü bir teknolojinin yardımıyla, karşılıklı birlikte yaşamanın gereklerine göre yeniden yapılanması gerekecek. Toprağın dengesini geri getirmek, şehirlerin büyüklüğünü azaltmak ve çevreyle, tahakküme dayalı olmayan, yeni ilişkiler kurmak. Özgür toplumlar oluşturmak. Geçmişte ve bugün toplumsal gelenekler, sosyal yaşamın ritmini düzenlese de; bu paradoksal olarak, geçmişin o ya da bu anına geri dönüleceği anlamına gelmez. Bilakis, bugün temiz bir sayfa açmak gerekir.
Çeviri: Özgür Oktay
Miguel Amorós
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (26): Sermaye, Teknoloji ve Proletarya – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (25): Sermaye, Teknoloji ve Proletarya appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Proletaryanın kökenleri, feodal toplumun kendini ekonomiye dayalı örgütlediği ve kapitalist topluma dönüştüğü tarihsel dönemde aranmalıdır. Bu dönüşüm, emtia dolaşımına egemen olan sermayenin, teknoloji ve uzmanlaşmanın başrol oynadığı bir “sanayi devrimi” vasıtasıyla üretim alanını işgal ettiği zamana denk düşer. Emtia, yani parayla değiş tokuş edilen ürün, tarih boyunca çeşitli dönemlerde, her seferinde ticaret ile bağlantılı olarak ortaya çıktı, ancak daha önce hiçbir zaman toplumda merkezi bir yere sahip değildi ve onun mantığı bu nedenle daha önce toplumsal düzeni asla belirlememişti. “Aydınlanma Yüzyılı” denen 18. yüzyılda, devletlerin askeri ihtiyaçları ile ortaya çıkan muazzam talep, yeni bir üretim sistemi doğurdu: Fabrika ve onun bilime ve seri üretime dayanan, tek taraflı teknolojisi. Üretimin mal üretimi haline geldiği gerçeği başlı başına önemlidir çünkü ham maddeye değer katan özel bir emtiayı ima eder: Bu emtia emektir. Kısacası, emtia üretimi, bir proletarya oluşturulmasını gerektiriyordu. Belli bir teknoloji ve devletin amaçladığı belli bir kalkınma planı tarafından yaratılan koşullar altında, sermaye kendi karşıtını, ücretli emekçiyi yarattı. Sanayi proletaryası da bu iki faktörün ürünüdür. Somut olarak, buhar makinesinin olduğu kadar, askeri-endüstriyel modeldeki emek tasnif sisteminin de meyvesidir.
Modern çağ boyunca bu dönüşümü haber veren değişikliklerin öncesinde, düşünce yavaş bir evrim süreci geçirmiş ve dinin yerine akıl gelmiştir. Dünyevileşen adam, göklerden yeryüzüne indi. Dünya, doğru bakıldığında, ruhani rehberler olmadan, kendi terimleriyle açıklanabiliyordu. Gelenek ve otoritenin yerine geçen bilim, en yüksek düşünce biçimi olarak kabul edildi. Yeni bir inanç ortaya çıktı, ilerlemeye olan inanç, bilimsel bilgi ve teknolojik yeniliklerin yayılmasıyla, neredeyse otomatik olarak insanlığın iyileşeceğine dair inanç. Ancak ilerlemeci akıl, bilmenin tatmini ile yetinmedi ve tahakküm burcunda ilerlemek istedi. İlerleme doktrini, doğanın güçlerini tahakküm altına almanın ve onları egemen çıkarlarının hizmetine koymanın yanı sıra, neredeyse bir cennet olarak tasvir edilen geleceği ve sefil bir geri kalmışlık olarak algılanan geçmişin tümüyle yıkılmasını bir amaç olarak ima eder. Bilim ve teknolojinin temel dayanak noktalarından birisi olan sürekli değişim, ahlaki bir görev statüsüne yükseltildi. Değişime karşı çıkmak demek, ilerlemeye karşı olmak, yoksulluğu ve cehaleti savunmak demekti. Güç dengesi, makinelerin ve rasyonelleşen şirketlerin lehine kaydı çünkü doğanın tahakkümü, bir başka deyişle, ilerleme, bilim ve teknoloji altında köleliğe dönüştü. Düşünceyi araç olarak gören bu zihniyet, kapitalizmin önünü açtı ve gelişmesi için elverişli koşullar yarattı. Emtianın dayattığı yeni durumda işçi, endüstriyel mekanizmanın bir parçası, artı değer kaynağı ve makinenin bir kölesiydi. Mal ve dolayısıyla emeğin üretimi, rasyonelleşme ve teknolojik yeniliğe gittikçe daha fazla tabi olacaktır. Gerçek kapitalist tahakküm kişisel değildir çünkü onu uygulayanlar her zaman, kendi koymadıkları kuralları, sonucu ne olursa olsun uygulayanlardır. Bu tahakkümün esası, şeylerin insanlar üzerindeki gücüdür, ya da, daha doğrusu, bu gücün kurbanlarına karşı nasıl kişiselleştiğinden bağımsız olarak, bireyin, şeyler arasındaki aracı, bir mekanizmanın ikincil bir parçası, yabancı yasaların bir oyuncağı olarak gözükmesi sayesinde soyutlamanın sosyal ve ekolojik gerçeklik üzerindeki gücüdür. Bu soyutlama, son derece teknik araçlar vasıtasıyla somut bir biçim alır. Teknolojiye giderek daha bağımlı hale gelir. Tahakküm, somut ekonomik alandan koparak gittikçe daha fazla teknik bir yapıya sahip olurken, teknolojinin kendisi, soyutlamanın kalbindeki ekonomik alanın içinde büyüdüğü için, giderek sınıflar üstü, fütürist bir fetişe dönüşecekti. Bilimsel – teknolojik kriterler içselleştirilerek, özel ve kamu işlerinin yönetiminde ideolojik ve siyasi kriterlerin yerine geçecekti. Son olarak, baskın kültürün ve ekonominin iyiliği için, bilim ve teknoloji, bireysel ve kolektif varoluşu örgütleyen rehberler olarak, bir ideoloji şeklini almaya başlayacaktı.
İlk aşamasında, kapitalizmin temel çelişkisi, sermaye ile ücretli emek arasındaki çelişki, burjuva sınıfı ve işçi sınıfı arasındaki çelişki oldu. Kapitalizmin özü olan, şeylerin bireyler üzerindeki gerçek tahakkümü, başlangıçta kişisel ya da sınıf sömürüsü görünümündeydi. Sınıf mücadelesinin kapitalizmin sınırları içinde devam ettiği gerçeğine ve sermaye ve emeğin birlikte, aynı ilişkinin iki kutbu gibi, özel bir çıkarlar topluluğu teşkil ettiği gerçeğine rağmen burjuvazi ve proletarya arasında mutlak bir uyumsuzluk varmış gibi görünüyordu. Aslında onların aşırı zıtlığı, emtianın topluma hızlı girişinin sonucuydu; Kapitalizm, ona uyumlu olan, oy hakkı, örgütlenme özgürlüğü ve grev hakkının gibi adli ve siyasi biçimlerin gelişmesinden daha hızlı, onların gelişmesini geride bırakarak büyüdü. Eski rejimin, sınıfları hala etkileyen kalıntıları tarafından engellenen bu biçimler, çatışmayı hafifletmekten acizdi. Bu nedenle işçi hareketi, sadece emek reformlarıyla değil, aynı zamanda siyasi haklar talep etmeye başladı ve aşılması imkânsız engellerle karşı karşıya kaldığında, bu engelleri aşmak için toplumsal devrim dışında hiçbir yol olmadığı sonucuna vardı. Burjuva ihtiyaçlarına uyum sağlayan tarihsel biçimler kuruluş süreci içindeyken, işçi hareketi yöntemler meselesi üzerinde bölündü ve sadece hedefler konusunda birlik oldu. Hem reformistler, hem devrimciler, kullandıkları araçlar farklı olsa bile, aynı amaçların peşinde olduklarını iddia ettiler. Bununla beraber, zanaatkârlığın gerilemesi ve sisteme entegrasyonu ile varoluşu mümkün olan emek bürokrasisi ve onun müşterileri, reformizm ve Jakobenliğin uygulamaları sonucunda yaratıldı. Siyasi-ekonomik gelişmenin bir sonraki aşamasında, işçi partileri, sendika işbirlikçiliği, Fordizm, vb., sermaye ve emek arasındaki çelişkinin daha önce göründüğü kadar mutlak olmadığını ortaya çıkardı. Sosyal reformlar, işçi devletine ya da işçi toplumuna yol açmadı, ama gelişen bir tüketici toplumu meydana getirdi.
Devrimci proletarya gerçekten de, hareketin yenilmeyen bölümünü ve gelecekteki devrimlere bıraktığı mirası oluşturan, komünler, fabrika komiteleri, bölünmez sendikalar, işçi konseyleri, milisleri ve kolektifleri yaratmıştır. Ancak, Rusya’da totaliter devlet kurulması fiyaskosu, bir zamanlar uluslararası işçi sınıfına atfedilen, kapitalizmin mezar kazıcısı şeklindeki tarihi rolün sorgulanmasına yol açtı. Parlamento seçimlerindeki kitlesel katılım, kitlesel tüketim ve eğlence endüstrisi gibi gerçekler, burjuva ahlakını benimseyen bir emekçi nüfusu ortaya çıkardı. Hizmet sektörünün genişlemesi ya da otomasyon gibi gerçekler ise, üretim ve proletarya arasında genişleyen uçurumu ve hepsi birden, çözünme sürecinde olan bir sınıf toplumunun, bir kitle toplumunun varlığı vurguluyor. Nasıl ki sınıflar, olgunlaşmamış kapitalizmin eseridir, kitleler de olgunlaşmış kapitalizmin eseridir. Bunların nedeni, üretimde ve yönetilen tüketiminde teknolojinin baskınlığı karşısında işçi sınıfının düşüşüdür. Sınıfların aksine, kitleler kendilerini özgürleştirmekten acizdir. Köklerinden sökülmüş bireylerden oluşan kitleler, propaganda veya gösteri dolayımı olmayan her tür dayanışma ya da ilişkiden kopmuşlardır. Sosyal düzlemde bunun anlamı, artık tüm hayatın, tüketimin telkin edildiği, gözlemlendiği ve zorlandığı bir özel hayat haline gelmesidir. Kitle toplumunda kumanda teknolojidedir; insan makinenin ham maddesidir, bir sosyal mekanizmanın kendinden daha mekanik bir diğerini inşa etmek için kullandığı bir alettir. Baskın değerler, doğrudan teknik değerler haline gelmiştir çünkü teknoloji, hem sermaye oluşumu açısından, hem de güç aygıtı olduğu için belirleyicidir. Kitle toplumunun aynı anda bir fabrika, bir alışveriş merkezi, bir hapishane ve bir laboratuvar olma eğilimi, ya da diğer bir deyişle, otonom güç aygıtının, iradesiyle, yaşamı bu dört alt sisteme denk düşen kriterlere göre belirleyebilecek hale gelmesi, kapitalizmin gerçek temel çelişkisini ortaya koymaktadır, yani emtianın teknosever mantığının, kendi biyolojik çevresi dâhil, kontrolünü ele geçirdiği toplumsal yaşamla arasındaki çatışmanın ürettiği çelişkiyi. Mesai bittiğinde sömürü sona ermez. Yaşamın tamamına el konulmuş durumdadır ve bunun ekolojik sisteme etkisi göz önüne alındığında, tüm yaşam doğrudan tehdit altındadır. Çelişki, türlerin yaşamını tehdit ederek zirveye ulaşır. Kapitalizm, ileri evresinde, siyasi, ekonomik ve ahlaki ideallerin bir teknolojik ütopyaya yol açacağını ve sonuçta teknolojinin, ya da “ölü emeğin” tüm yönleriyle yaşamı kucaklayacağını iddia eden araçsallaştırma dönemini kapatıyor, çünkü “ölü emek” giderek daha yapay ortamlara yayılıyor. En-son teknoloji, ileri kapitalizmde insanın kaderidir. Böyle bir rejimde, teknolojik yeniliğin yolunda devam etmesi dışında hiçbir umut yoktur. Ancak bu yolda, -adına ister teknokrat oligarşi deyin, ister basitçe mega makine- güç aygıtının talepleri nedeniyle, insani özelliklerin hepsi kaybolacak ve gezegen yok edilecektir.
Miguel Amorós
Çeviri: Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 38. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (25): Sermaye, Teknoloji ve Proletarya appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (24): “Sivil Toplum Vebası: Orta Sınıf Ve Orta Sınıf Memnuniyetsizleri” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İspanya’da 2008 küresel finansal kriziyle birlikte başlayan ekonomik kriz halen sürmektedir. Anarşist Ekonomi Tartışmaları başlıklı yazı dizimizin bu bölümünde, Miguel Amorós’un, ekonomik krizi ve kemer sıkma politikalarına karşı gelişen toplumsal hareketleri analiz ettiği, 30 Nisan 2015’te Murcia şehrindeki Cafetería Ítaca’daki konuşmasını aktarıyoruz. Bu metnin özellikle ekonomik krizi, krizin etkilediği sınıfları, sınıfların (özellikle orta sınıfların) ortaya koydukları siyasi yapıları ve ezilenlerin mücadelesinin tüm bunlarla ilişkilerini anlamak açısından önemli olduğunu düşünüyoruz. Miguel Amorós, kriz sonrasında ortaya çıkan, Syriza ve Podemos tarzı partilerin ekonomik alt yapısını ortaya koyuyor ve toplumsal mücadelenin nasıl manipüle edildiğini deneyimlerden yola çıkarak oldukça iyi yansıtıyor.
Miguel Amorós: Valencia’lı anarşist militan, tarihçi ve teorisyen, 1968’den itibaren Kara Bayrak, Özgür Dünya, Barikat, Kontrol Edilemeyenler, Özyönetimi ve Toplumsal Devrimi Savunan İşçiler gibi birçok anarşist grubun kuruluşunda yer aldı. Bir süre tutsaklıktan sonra sürgün gittiği Fransa’da işçi mücadelesinin ve endüstri karşıtı hareketlerin içinde yer aldı. Franco sonrası geçiş döneminde işçilerin öz örgütlülüğünü savundu. Özellikle 1936 İspanya Devrimi ile ilgili biyografi kitapları ile bilinen Miguel Amorós, aynı zamanda kalkınma karşıtı ve özgürlükçü dergi Argelaga’nın editörlüğünü yapmaktadır.
Ekonomi ve politikanın yakından ilişkili olduğu temel bir gerçektir. Bu ilişkinin mantıksal sonucu olarak, fiili politikaların temelde ekonomik olması gerekir: pazar ekonomisinin de bir pazar politikası vardır. Dünya pazarlarını yöneten güçler, hem iç hem dış politikalara ilişkin devlet üzerinde fiili baskı uygular. Bu baskı, ülke düzeyinde olduğu gibi yerel düzeyde de aynı şekilde uygulanır. Bu baskıyı uygulayabilmelerini sağlayan şey şudur: ekonomik büyüme, kapitalizmin politik istikrarı için gerek ve yeter şarttır. Kapitalizmdeki parti sistemi, ekonomik gelişme hızıyla uyumlu olarak serpilir. Gelişme vites artırdığında politika genelde iki-partili sistem biçimini alır. Gelişme durakladığında politik panorama, sanki bir homeostatik mekanizmaya bağlanmışçasına çeşitlenir.
Kökeni emeğin sömürülmesine dayanan, toplumsal bir ilişki olan kapital, insanın tüm eylemlerini ve her alanını gasp etti: kültür, bilim, sanat, günlük hayat, dinlence, politika… Toplumun köşe bucak nesi varsa metalaştırılmış olması, hayatın kendisinin, her yönüyle ticari standartlara göre işlemesi demektir, başka bir deyişle, hayatın her yönü kapitalizmin mantığıyla yönetiliyor demektir. Bu özelliklere sahip bir pazar toplumunda, kelimenin klasik anlamıyla sınıf (çatışma halindeki ayrı dünyalar) yoktur. Birbirinden farksız ve uysal bir kitlenin içinde, sermaye sınıfının -burjuvazinin- sınırının nerede başladığı belirsizdir. İdeolojisi ise genele yayılmıştır ve sınıf farklarına rağmen bütün davranışlar buna göre düzenlenir. Sınıflar arasındaki sınırların bulanık olması, bu özel durumda, toplumsal eşitsizliğin azalması nedeniyle değildir; Tam tersine, toplumsal eşitsizlik daha da artmasına karşın paradoksal bir şekilde algılardaki netliği azalır ve bunun sonucunda gerçek mücadelecilik seyrekleşir. Burjuva yaşam tarzı, burjuva olmayan sınıflara sızdı ve radikal değişim arzusunu sulandırıyor. Ücretli çalışanlar başka bir yaşam şekli ya da başka tür bir toplum istemiyorlar, ya da istedikleri en fazla, var olan toplumun içinde daha iyi bir pozisyon yani daha fazla alım gücü. Şiddetli çatışma hali, uç bölgelere taşındı: artık en büyük çelişkilerin temelinde sömürü değil, dışlama var. Tarihsel ve toplumsal dramın oyuncuları artık pazarda sömürülenler değil, kovulanlar ya da pazardan ayrılmayı seçenler: “sistemin” dışında konumlanan ve genelde ona zarar verecek şekilde hareket edenler.
Kitle toplumu standart ama son derece hiyerarşik bir toplumdur. Onun hakim tepelerindeki kadrolar, bir mülk ve rant sahipleri sınıfı değil, tam bir idareciler sınıfı oluşturan üst düzey yöneticilerdir. Yani güç, kişinin sahip olduklarından değil kişinin görevinden gelir. Karar süreci, toplumsal hiyerarşinin en yüksek kademelerinde yoğunlaşırken; baskılar, genelde güvencesiz iş ve dışlanma yoluyla, toplumsal hiyerarşinin en alt kısmını ezer. Ara kademeler ne ezilmenin acısını hissederler, ne de bununla ilgilenirler, sadece kabullenirler. Fakat ekonomik kriz dönemlerinde ezici güçler toplumsal terazide yükselirken onları aşağı çeker. Daha sonra, orta sınıflar denilen bu tabakalar, parti sisteminin temelini oluşturan duyarsızlıklarından uyanırlar, toplumsal hareketleri kirletirler ve yeni ittifaklar ve partiler biçiminde politik girişimlerde bulunurlar. Amaçları hiç kuşkusuz, proletaryanın kurtuluşu, ya da özgür üreticilerden oluşan özgür bir toplum değildir. Çok daha yavan hedefleri vardır, çünkü elde etmek istedikleri şey sadece orta sınıfı kurtarmaktır, yani onu proletaryalaşmaktan kurtarmak.
Kapitalizmin coğrafi ve toplumsal genişlemesi, üretim sürecinin örgütlenmesiyle ilişkili ücretli emek sektörlerinin genişlemesine, ekonomide üçüncü sektörün gelişmesine ve toplumsal yaşamın profesyonelleşmesine ve devletçi bürokratikleşmeye yol açar: memurlar, danışmanlar, uzmanlar, teknisyenler, beyaz yakalı idari kadrolar, gazeteciler, serbest meslek sahipleri, vb. Statüleri, üretim araçlarının sahipliğinden değil, akademik eğitimlerinden gelir. Klasik sosyal demokrasi, bu yeni “orta sınıfları”, ılımlı reformcu politikaları mümkün kılan bir denge unsuru olarak algıladı ve tabii ki bu sınıfların daha da gelişmesi, küreselleşme sürecinin çok zorlukla karşılaşmadan en yüksek düzeyine erişmesine izin verdi. öğrenci sayısının katlanarak artması bu sınıfların gelişiminin anlamlı bir göstergesiyken; üniversite mezunları arasındaki işsizlik eğitimlerinin değer kaybettiğini ortaya koydu ve birdenbire proletaryalaştıklarını gösterdi. Buna verdikleri cevap, tabii ki, doğalarına tamamen yabancı olan, anti-kapitalist bir karakter değil, geçmişteki sosyal demokrat reformculuğa ateşli bir bağlılıkla birlikte politik sahnenin ılımlı bir revizyonu oldu.
Orta sınıf, modern bilinçsizliğin tam ortasında dururken, bu haliyle, kendi özel durumuna kafa yormuyor; kendi gözünde, durumu evrensel. Her şeyi, krizin etkisiyle numarası artan gözlüğünden görüyor. Onun anlayışında herkes orta sınıf ve herkes kendini ifade etmek için düşünürlerinin (Negri, Gramsci, Foucault, Deleuze, Derrida, Baudrillard, Mouffe, vb.) onlara sağladığı prefabrik dili kullanmak zorunda. Politikası ise, herkes vatandaştır, yani bir seçmen toplumunun üyesidir ve herkes coşkuyla, seçimlere ve seçmen katılımını mobilize eden teknik mekanizmaya katılmalıdır: bir yanda post-modern ideolojik az gelişmişlik, diğer yanda teknolojik-donanımlı parlamenter az gelişmişlik. Dünya görüşü, taraftarlarının toplumsal çelişkileri sınıf mücadelesi olarak görmesini engeller; onlara göre, böylesi çelişkiler varlıkların hatalı dağıtılmasından kaynaklanır; bu sorunun çözümü devletin elindedir ve bu yüzden orta sınıfı en iyi temsil eden siyasi oluşumların politik hegemonyasına bağlıdır. Orta sınıf politik kimliğini kapitalizme karşı değil, “kast”a, yani devleti babasının çiftliği yapan siyasi oligarşiye karşı yeniden oluşturur. Diğer çürümüş kesimler, bankerler, emlak müteahhitleri ve sendika liderleri ikinci seviyeye düşer. Orta sınıfın özelliği korkak olmasıdır; onu hareket ettiren korkudur; kendinden emin ve sakin olmasının yanı sıra, hırs ve gösteriş özellikleri de bulunur. Sınıf coşkusu parlamentarizm içinde tamamen tükenir; vermeyi düşündüğü tek kavga seçim kavgasıdır çünkü planlarında, korkularının kaynağı olan iktidarla karşılıklı cepheleşmeye yer yoktur ve ilk önceliği 2008 öncesi statüsünü geri kazanmaktır.
İşçi sınıfı toplumları sermaye tarafından yok edildiğinde, “vatandaşlık” kavramı yedek bir kimlik sunar. Vatandaş, oy hakkına sahip bir varlıktır ve görünüşte düşmanları ne sermaye ne de devlettir. Onun düşmanları, çaresizlikle kuşatılmış orta sınıfın devlet kurumlarına doğru yürüyüşünün önünde duran en büyük engel olan eski çoğunluk partileridir. Fakat küresel pazarın kötü davrandığı orta sınıfın ideolojisi olan sivil toplum ideolojisi, sadece Stalinist işçiciliğin bir çeşidi olmanın ötesinde; burjuva radikalizminin post-modern çeşididir ve bu yüzden toplumsal gerilemenin öncü koludur. Toplumsal imajı yararına bile olsa, modası geçmiş kabul ettiği anti-kapitalizm içinde yer almaz, onun yerine az çok popülist türde bir sosyal liberalizmi benimser. Çünkü her ne kadar, dışlanma riski olan ama otonom hareket edemeyecek kadar yönlerini şaşırmış kitleleri ve sivil toplumun ekonomi ve devletin dışında yeniden örgütlenmesini dayatamayacak kadar zayıf toplumsal hareketleri desteklemek onların yararına olsa da, sivil toplum ideolojisinin özü, orta sınıfların düşüşü ve orta sınıfın gerçek arzularıdır. Bu anlamda, IU, MC ve IC1 ile başarısızlığa uğrayan neo-Stalinizm’inin halefi ve mirasçısı olan sivil toplum ideolojisi; kendine özgü bazı otoriter antikalıkları koruyup kimlik oluşturmak için şu ya da bu sembolü kullanmasına karşın yok olmayan aşağılık komplekslerine ve liderlik arzularının hüsrana uğramasına rağmen devam etmekte. Sivil toplum programı, bir sonradan görme programıdır: son derece esnektir, ilkelerin önemi yoktur; stratejisi bilinçli bir şekilde çıkarcıdır, çünkü neredeyse bütün işsiz siyasi maceracıları kullansa da, saflarını dolduranlar genelde siyaset sahnesinde yeni, sadece kısa vadeli hedefleri olan kariyer sahipleridir.
Sivil toplum programlarının hiçbirinde, yaşamın araçlarının toplumsallaşması, öz-yönetimin genelleşmesi, siyasi uzmanlaşmanın engellenmesi, mahalle meclisleri, komünal sahiplik ya da bölge nüfusunun dengeli dağılımı çağrıları yok. Sivil toplum partileri ve ittifakları basitçe, kemikleşmiş tabanını genişletecek şekilde, “zenginliğin” yeniden dağıtılması çağrısı yapıyor, yani güvencesiz işçiliğin önüne geçmek ve işsiz üniversite mezunlarının büyük kısmının iş gücüne katmak için belli kurumlara bütçeden pay ayrılması konusunda ajitasyon yapıyor; bu niyetler hiçbir şekilde geçmişle bağını koparma tehdidi içermiyor. Siyaset arenasına düşman olarak bile girmiyorlar; [Ç.N. faşist diktatör Franco’nun ölümünden 3 yıl sonra yapılan referandumla kabul edilen] 1978 anayasasını değiştirmek konusundaki söylemleri samimi değil. Daha ringe ayak basmadılar ama bolca gerçekçilik ve ılımlılık gösteriyorlar, küfür ettikleri “kast”a köprüler kuruyor, partilerinin bazılarıyla anlaşma bile yapıyorlar. Örgütler olarak birleşip medyada yeterince etki sahibi oldukları zaman, bir sonraki adımda, var olan sistemi eskisinden daha net ve etkili şekilde yönetecekleri gerçeğinin farkındalar. İstikrarı bozacak hiçbir önlemi onaylamıyorlar çünkü sivil toplum hareketinin liderleri, devlet gemisinde dümene geçtikleri zaman ekonominin daha düzgün gelişeceğini göstermek istiyorlar. Kendilerini ekonominin kurtuluşu için umut olarak sunmak zorundalar ve bu yüzden projeleri, ilerlemeyi üretkenlik olarak tanımlıyor, yani kalkınmacı. Bu yüzden, vergi sistemindeki reformlar ya da çevresel kaynakların yoğun sömürüsü yoluyla elde edilecek bile olsa, istihdam yaratacak, gelir dağılımını yeniden düzenleyecek, ihracatı artıracak olan endüstriyel ve teknolojik büyümeyi savunuyorlar. Bu öneriler söylenebilecek en hafif şey, yaratılacak olan işlerin toplumsal olarak faydasız olacağı ve gerçek ihtiyaçları karşılamayacağı. Politik gerçekçiliklerini tamamlayan ekonomik gerçekçiliğin buyruğu altındalar: politikanın dışında hiçbir şey ve pazar dışında hiçbir şey — her şey pazar için.
Ulusalcı türleri dâhil, sivil toplum hareketinin görece yükselmesi, ekonomik krizin şiddetlendiğini gösteriyor. Ancak bu yükseliş, toplumsal ayrışmayı derinleştirerek örgütlü protesto hareketine yol açmak şöyle dursun, ezenleri saklayıp örtbas ederek yalancı bir muhalefetin ortaya çıkıp gelişmesini sağladı. Bu muhalefet, tahakküm sistemini sorgulamak bir yana, onu destekleyip güçlendiriyor: yarı yolda durdurulan bir kriz. Yine de, toplumun ezilmesi ve yabancılaşmayı çok şiddetli ve uzun vadede politik meseleler olarak kamufle edemeyip toplumsal meseleler olarak ortaya çıkacaklar. Toplumsal meselelerin patlaması, gerçek toplumsal mücadelenin geri dönüşüne bağlıdır. Medyaya ve politikaya yabancı olan bu mücadele, yerinden yurdundan en çok koparılan kesimlerin içinden doğan inisiyatiflerle doludur. Bu kesimler, kendilerini orta sınıfın gemisine bağlayan ipleri kesmeye ve doğayla ilgili burjuva ön yargılarını bir kenara bırakmaya karar verdiklerinde kaybedecek pek bir şeyi olmayanlardır. Fakat bugün, potansiyel olarak sistem karşıtı kesimler tükenmiş ve otonom olarak örgütlenemiyor gibi görünüyor. Bu yüzden sivil toplum hareketi alt kademelerde at koşturuyor ve mevcut kurumların kapısını tıklatarak girmek için izin istiyor.
1) IU: Izquierda Unida—Birleşik Sol — kuruluşu 1986.
MC: Movimiento Comunista—Komünist Hareket—kuruluşu 1971.
IC: Iniciativa per Catalunya—Catalonia İçin İnisiyatif—kuruluşu 1987.
Yazar tarafından sağlanan ingilizce çeviri: https://libcom.org/library/civil-society-plague-middle-class-its-discontents-%E2%80%93-miguel-amor%C3%B3s
Miguel Amorós
Çeviri: Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (24): “Sivil Toplum Vebası: Orta Sınıf Ve Orta Sınıf Memnuniyetsizleri” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (23): Zapatistlerin Perspektifinden Ekonomi Politik – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bütün bu anlattıklarımdan sonra, kendi tarihimize baktığımızda, sorduğumuz soru şudur: Kapitalizm altında, gittikçe daha fazlasını almak için, bizim üstümüzde tahakküm kurma şekillerini neden değiştirdiler? Biz ezilenler neden aynı şekilde devam ediyoruz?
Bu soruları kendimize soruyoruz çünkü partici kardeşlerimiz -onlara böyle diyoruz çünkü bize zarar vermeyen, kardeşlerimiz- dediğimiz particileri diğerlerinden ayırıyoruz. Lanet olası paramiliterlere kardeşlerimiz demeyeceğiz.
Neyse, partici kardeşlerimizin durumu böyle. Halk tarafından bilinir olduğumuzda, yoldaş Vilma’nın dediği gibi, biz Zapatistler Toprak Ana’mızı iyileştirdik. Sanki anamızı bizden ayırmışlardı ve bizim onun olduğu yeri bulmamız gerekiyordu ve onu bulduğumuzda onu geri almamız gerekiyordu. Bunu söylemenin birçok yolu var ama mesele onu geri almaktır, kendi aramızda kavga etmek değil.
Anamızı bizden ayırdılar ve örgütlenmeye başladık. Önce örgütlenmek gerekir ve biz de bunu yaptık. Onu geri alabilmek için kadınlar ve erkekler olarak örgütlenmek zorundaydık. Bunu söylemenin başka bir yolu yok.
Her şey Toprak Ana’dan kaynaklanır. Bu yüzden onu kurtarmamız gerekiyordu ve onu nasıl işleyeceğimizi bulmak için örgütlenmeye başladık. Yıllar geçtikçe, kötü hükümet, patronlar ve toprak sahipleri bizlerin, Zapatislerin yüzünden, bu toprakların, bu binlerce hektarın artık üretken olmadığını söylemeye başladılar. Ve biz Zapatistler bunu kabul ediyoruz: Bu topraklar toprak sahipleri için ya da kapitalizm için üretken değil. Bizim için üretken, çünkü şimdi üretilen şey, eskiden toprak sahiplerinin ürettiği binlerce büyük baş hayvan değil. Şimdi üretilen aynı bunun gibi binlerce ve binlerce mısır koçanı.
Toprak sahiplerinin bizden ayırdığı topraklarda, Toprak Ana bize önce bunun gibi ufak mısır koçanları verdi. Ve onları bizden aldılar. Bizim bu toprakları herhangi birinden ayırdığımız yalandır. Toprak Ana’ya o kadar kötü davranmışlar ki, ilk aldığımız hasatlar ufaktı. Dedelerimiz toprağı nasıl işleyeceklerini biliyorlardı ve biz de adım adım kendi yolumuzu baştan bulduk, yine Toprak Ana’yla birlikte.
Bu kurtarılmış toprakları kolektif olarak işliyoruz. “Kolektif olarak” diyoruz ama bunun nasıl yapılacağını bulmak için çok pratik yapmak gerekiyor. Örneğin başta toprağı hepimiz birden kolektif olarak işlemeye başladık. Yani, kimsenin kendi milpası (mısır tarlası) yoktu. Hepimiz tamamen birlikteydik. Sonra, çok fazla yağmur, kuraklık ya da fırtına sorunlarıyla karşılaştık ve kayıplardan çok zarar gördük. Yoldaşlar böyle yapmamamız gerektiğini söylemeye başladı. Neden kendimiz örgütlenip, kaç gün kolektif işleri, kaç gün kendi işlerimizi yapacağımız konusunda bir karara varmıyoruz?
Her şeyden önce bu fikir kadın yoldaşlardan geldi. Kolektif olarak çalıştıkları için, bir kadın yoldaş çocuğunu milpaya bir şey almaya gönderdiğinde, herkes gidiyor ve orada ne varsa toplanıyordu; çünkü milpa herkese aitti ama bir anlaşma yoktu.
Kadın yoldaşlar bunu bir sorun olarak görmeye başladılar ve işleri yapmanın çeşitli yollarını keşfettiler. Örneğin birisi kolektif milpadan mısır almak istediğinde ne yapılacağını bilmiyordu, çünkü o zaman mısırın hepsi hızlıca bitiyordu. Nasıl kullanılacağı üzerine bir anlaşma olmadığı için kolektif biçim bozuluyordu. Böylece kadın yoldaşlar bir anlaşma yaptılar—x gün hep beraber kolektif olarak çalışacağız ve x gün kendimiz için çalışacağız.
Kolektif çalışma köy seviyesinde yapılıyor, yani yerel seviyede, toplulukta; ayrıca bucak dediğimiz seviyede, 40, 50, 60 köyden oluşan bucaklarda yapılıyor ve ayrıca belediye seviyesinde, 3, 4, 5 bölgeyi kapsayan İsyandaki Otonom Zapatist Belediyeler’de kolektif çalışma yapılıyor. “Bölgenin kolektif işleri” dediğimizde ise, Realidad ya da Morelia ya da Garrucha gibi 5 bölgeden birinin tüm belediyelerinin işlerinden bahsediyoruz.
Yani bölgelerden bahsettiğimizde yüzlerce ve yüzlerce köyden bahsediyoruz ve belediye dediğimizde düzinelerce köyden bahsediyoruz. Kolektif işler böyle yapılıyor ve kolektif işler sadece Toprak Ana üzerinde yapılmıyor.
Size daha net bir örnek vereyim. Şehirden gelen bir kadın yoldaş vardı ve Zapatist yoldaşın eşine bağırdığına ve sarhoş olduğuna şahit olduğunda çok öfkelenmişti. Yoldaşa sakin olmasını, çünkü kadın yoldaşımızın bu konuyu gündem edeceğini ve yarın ya da öbür gün bağıran yoldaşa yönelik bir yaptırım olacağını söyledik. Biz “temiz” kelimesini kullandık diye, mucizevi bir şekilde her şeyin temiz olacağını düşünmemeniz gerekir ya da “siyah” dediğimizde her şeyin siyah olacağını. Hayır, bu, durumu idealize etmek olur. Ama evet, kadın yoldaş bunu bildirecek ve ardından bir yaptırım söz konusu olacak.
Mesele örgütlü olmaktır. Çünkü önceden, kadınlara kötü davranıldığında, hiçbir yetkili, meclis üyesi ya da vali, kadınların sorunlarını çözmüyordu. Ve dahası, yetkililer, meclistekiler ve vali daha da kötüydü; sorunu çözmeleri mümkün müydü?
Kolektif çalışmaya geri dönelim. Biraz önce bahsettiğim şeyin satışı gibi başka tip kolektif işlerimiz de var. Ve bunu sevdiğimiz için yapmıyoruz, çünkü biz Zapatistlere göre, kapitalizmi durdurmak için onu yok etmek zorundayız. Ve onu yok etmenin yollarından biri üretim araçlarını kendi elimize almak ve onları kendimiz yönetmek. O zaman, bir şeyler satarsak — mesela toprak gibi, ama oradaki şey de ne? İçinde çiçeklerin olduğu? Kapitalizm tarafından üretildi, değil mi? Ya taktığın gözlükler? Onlar ne olacak? Üstündeki her şey?
Ama evet, bunu kapitalizme bir çizik atmanın bir yolu olarak düşünüyoruz. Evet, onun karını biraz düşüreceğimiz doğrudur. Yalan değil, anlıyoruz. Ama biz bir şey yapıyorsak, her birimiz arasındaki iletişim yoluyla bir karara vardığımız için yaparız ve söylemek başka, yapmak başkadır. Mesela, Chedrahui (süpermarket zinciri) buraya geldiğinde (San Cristóbal de las Casas), burada birçok STK’nın “izin vermeyeceğiz” dediğini hatırlıyorum. “Buradan satın almayacağız” dediler. Verdikleri sözü iki hafta bile tutamadılar. O yüzden, söylemek başka, yapmak başkadır.
Şimdi sizlerle, Toprak Ana’yla ilgili işlerin yanı sıra çeşitli kolektif işleri yaparken keşfetmeye başladığımız bazı şeyleri tartışmak istiyorum. Direnişimizle ilgili bazı şeyleri görmeye, bir şeyler keşfetmeye başladık.
Bu direnişe toplumlarımızdaki yoldaşlarımızla başladık ve direnme fikrinin nasıl doğduğunu size anlatmak istiyorum. Kötü hükümet, ona karşı ayaklandığımız günlerde, bize karşı casusluk yapmaları için insanları kullanmaya ya da onlardan faydalanmaya başladı. Zapatistlerin ne yaptıklarını ve nasıl hareket ettiklerini dinleyen bu insanlara “kulaklar” diyorduk. Yoldaşlar, öğretmenlerin böyle kulak olarak çalıştığını fark ettiler ve onları kovdular.
Böylece yeni bir sorunumuz oldu — artık öğretmenimiz yoktu. O zaman yenilik yapmalı, hayal etmeli ve yaratmalıydık. Sonra, daha önce anlattığım gibi, hükümet herkese birçok proje dağıtacağını söylemeye başladı. Sanki diğerleri bize imrenmeye başlamıştı, çünkü hükümetin bu projeleri, Zapatist olmasınlar diye dağıttığını açıkça görüyorduk. Böylece bizim yüzümüzden bu şeyleri veriyorlardı. “İyi madem” dedik.
Ve o zaman yoldaşlar “Hayır” dediler, isyancı ve militanlar ’94 te öldükleri için. “Eğer silahlanıp oraya gittiysek ve yoldaşlarımız orada öldüyse, kötü hükümetin verdiği artıkları, sadakaları, kırıntıları neden kabul edelim? Henüz Zapatist olmayanları, Zapatist olmasınlar diye satın aldığı gibi, bizi de satın almak istiyor.”
Böylece kötü hükümetten bir şey kabul etmemenin savaşçı olmakla aynı şey olduğu fikri büyüyüp çoğalmaya başladı. Sonra, bunun sadece bir şey kabul etmemekten daha fazla olması gerektiğini keşfetmeye başladık. Size bunu anlatıyorum çünkü biz ne zaman Toprak Ana’yı işlemeliyiz demeye başladık, hükümet o zaman particilere projeler dağıtmaya başladı. Biz böyle konuşmaya başlayınca yoldaşlar, “Evet tabii ki, çünkü bizim büyük dedelerimiz ve büyük ninelerimiz hayattayken, fasulyeyi, pirinci, yağı ve sütü sadaka olarak mı alıyorlardı?” Hayır, tam tersine, emeklerinin hepsi doğrudan patrona gidiyordu. Hükümet size neden bir kilo minsa (mısır unu), maseca (mısır unu), fasulye, vs. versin? Ve bunlar genetiği değiştirilmiş ve kimyasal olmakla kalmıyor, gerçek süt bile değil.
İşte o zaman Toprak Ana’yı işlememiz gerektiğine karar verdik. Ve direnişi gerçekten güçlendirmeye başladık. Bunu hemen anlayan yoldaşların şimdi fasulyesi, mısırı, kahvesi, hindileri ve diğer hayvanları var. Partici olanlar oluklu teneke çatı, çimento ve diğer ucuz inşaat malzemesi alıyorlar. Onlar toprağı işlemediği için ve yoldaşların kaynakları olduğu için, yoldaşların bir ihtiyacı olduğu zaman ve particilerden el arabası ya da oluklu çatı almak istedikleri zaman, particiler anında satıyor. Yoldaşlar toprağı işlediği için bunları alacak kaynakları var.
Yoldaşlar neler olduğunun farkına vardı, biz ne yapacağımızı bulduk. Çünkü biz yerliler çok pratik insanlarız. İşe yarayan bir şey gördük mü, “işte şimdi onları hakladık” deriz ve hepimiz onu yapmaya başlarız ve işe yaradığı için devam ederiz. Bu yüzden yoldaşlar toprağı daha da fazla işlediler.
Hükümet tam bu zamanlarda birçok proje dağıtacağını söylemeye başladı. Herkese “şu kırmızı oluklu çatılara bakın” diyorlardı, çünkü verdikleri çatılar hep kırmızıydı. Ama yoldaşlar da evlerine bu çatıları döşemişlerdi. Hükümet “Bakın, bunlar bizim projelerimizden geliyor” derken yalan söylüyordu; çünkü o çatıları yoldaşlar satın almışlardı. Sonra hükümet ne olduğunu anladı ve insanları kontrol etmeye çalıştılar. Evlerini hükümetin verdiği malzemeyle yaptıklarını göstermeye zorladılar. Particiler de aynı kontrolleri yapmaya başladılar çünkü onların da ev projeleri vardı ve aksi halde malzemeler Zapatist’lerin eline geçiyor diyorlardı.
Bizler, Zapatist toplumlarda yaşayanlar, partici kardeşlerimizin şartlarını görüyoruz ve dürüstçe, yoldaşlar, nasıl yaşadıklarını görmek insanı üzüyor. Acı bir üzüntü duyuyoruz çünkü tanıdığımız gençlerin çoğu artık orada değiller. Amerikan rüyasının peşinde, yeşil paraları, dolarları bulmak için gitmişler. Çoğu hiç dönmemiş ve dönenlerin eski benliklerinden bir şey kalmamış ve kötü yoldalar, madde bağımlısı olmuşlar, esrar içiyorlar. Ve esrar içmeyenler de farklı bir kültürle dönmüşler. Artık pozol (Meksika kırsalında öğle yemeği olarak tüketilen, sulandırılmış darıdan yapılan bir içecek) içmek istemiyorlar ve daha kötüsü, ne olduğunu bile bilmiyorlar.
Çocukları anne ya da babalarının evine döndüğünde anne ve babalarının durumu iyi değil çünkü hükümet onları elleri kolları bağlı oturmaya alıştırmış. Beyinleri, Oportunidades (hükümet programı) yardımlarını ne zaman alacaklarına programlanmış. Şimdilerde Prospera diyorlar sanırım. Yani partici kardeşler işe yaramaz hale gelmiş çünkü artık toprağı işlemiyorlar. Sanırım onları tanımlayan terim “itaatkar”.
Kölelik döneminde, en azından patronun seni köleleştirdiğini biliyordun. Ama artık hayır, çünkü şimdi seni alıştırdı, çipini yani beynini programladı. O yüzden neler olduğunu anlamıyorsun ve bunun arkasındaki yüzleri, seni kandıracak olan Peña Nieto ya da Velasco ya da bir başkası görmüyorsun.
Bunu neden yapıyorlar? Çünkü bunlar, istediklerini almak için kullandıkları öbür yüzleri ve istedikleri Toprak Ana, çünkü onun bütün zenginliklerini söküp almak istiyorlar. Toprak Ana’yı almalarının tek yolu zorla almak değil. Ordunun ve polisin öldürmek zorunda olduğu durumu istemiyorlar, ama gün gelecek, yaptıklarına izin vermeyecek olan halkla çatışacaklar. Şimdilik, bütün o projeler halkı onlara alıştırmak için, toprağı işlememeye alışmaları için. Halk bu şekilde alışıyor ve tapuya başvuranlar için durum daha kötü çünkü onu satabilirler.
Sonuçta toprakları ellerinden alınabilir ve partici kardeşlerimize olan budur. Kapitalizmin elde etmeye çalıştığı şey budur—Toprak Ana’da olanlar.
Partici toplumlarda bunu söylediğimizde durum gerçekten üzücü, size örnek vereyim. Umarım o kardeşlerimiz de şimdi buradadır ve söylediklerimizi teyit edebilirler. La Realidad yakınlarında bir toplum var, Nuevo Momón köyüne doğru, sanırım adı Miguel Hidalgo. Birkaç ay öncesine kadar, oradaki kardeşlerimiz, öğretmen yoldaşımız Galeano’yu katleden CIOAC-H içindeydi. Öğretmen yoldaş Galeano’ya olanlardan haftalar sonra, o kardeşlere bir şey oldu. Artık CIOAC olmak istemiyorlardı ve ayrıldılar, farklı parti politikaları, farklı siyasi ideolojiler ve projeleri yüzünden. “Kenara çekilmek, sonunda birbirimizi öldürmekten iyidir” diye karar verdiler. Toplumları, onları şiddetle kovduğunda sığınmak için 94’te (Zapatistlerin) geri aldığı topraklara geldiler.
Orada saygı görmüyorlar. Bunun sorumlusu bir ölçüde o toplumsal örgütlerin liderleri çünkü kendilerini savunmuyorlar, satıyorlar ve bir ölçüde de o örgütün kendilerini örgütlenmeyen erkek ve kadınları.
Bahsettiğimiz felaket durum bu. Hükümet, o partici toplumları bu duruma alıştırmış ama size bir, bir buçuk ay önce olan bir şeyi anlatayım. Biliyorsunuz, hükümet, sosyal yardımlarda kesinti yapmak zorunda kalacağını açıkladı ve o toplumlarda öğrenciler okuma yazma bilmediği halde burs alıyorlar. Her öğrenci 1000 ya da 1200 pezo alıyordu ve örneğin okula giden dört çocuğu olan bir aile 5000 pezo alıyordu. Anne babalar buna alıştılar.
Artık bu aile, dört çocuk için toplam 800 pezo alıyor. Şimdi bu aile “Şimdi bizi oyuna getirdiler” diyor. Evet kardeşlerim, sizi oyuna getirdiler. Size ne diyebiliriz?
Subcomandante Insurgente Moisés’ın Konuşması
4 Mayıs 2015
Çeviri: Özgür Oktay
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (23): Zapatistlerin Perspektifinden Ekonomi Politik – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (22): Zapatistlerin Perspektifinden Ekonomi Politik – 1 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Zapatista Hareketi, 80’li yıllardan bu yana, Orta Amerika’da sürdürdüğü anti-kapitalist mücadelesi ve sahip olduğu öz-örgütlü karakteriyle, en önemli güncel deneyimlerden biridir. EZLN, Ocak 1994’te Chiapas’ı özgürleştirdikten sonra dünya çapında görünür olmuş; uzun yıllar boyu, yoğun devlet şiddetine ve katliamlara karşı sürdürdüğü direnişle küresel bir dayanışma ağının oluşmasına zemin sağlamıştır.
Zapatista Hareketi, 2015 yılının Mayıs ayında Chiapas’ta düzenlediği seminerde, kadın mücadelesinden ekonomik örgütlenmeye kadar birçok konuda deneyim aktarımı gerçekleştirdi. Şimdiye kadar, hareketin dışından birçok yazar ya da akademisyen Zapatista deneyimini yazmış olsa da, hareketin içerisinden aktarılan bu deneyim, bizler için oldukça önemli.
Anarşist Ekonomi Tartışmaları başlıklı yazı dizimizin bu bölümünde, söz konusu seminerde, Zapatistlerin ekonomik pratiğini ve özgün çözümlerini içeren bir konuşma yapan Subcomandante Insurgente Moisés’in sunumuna yer vereceğiz. Gelecek sayıda ikinci kısmını da yayınlayacağımız bu sunumla, Zapatistlerin 30 yıl önce içinde bulunduğu durumu ve Meksika devletinin Zapatistleri kapitalizme “yeniden” entegre etmeye yönelik çabalarını irdeleyeceğiz.
Subcomandante Insurgente Moisés’ın Konuşması
4 Mayıs 2015
İyi akşamlar yoldaşlar,
Size anlatacaklarım -okuyacaklarım değil- halklarımızın ekonomisinin dünü ve bugünü hakkında; size kapitalizmden bahsedeceğim. 30 yıl önceki, 20 yıl önceki ve son birkaç yıl içindeki durumdan bahsedeceğim. Anlatacaklarımı üç bölüme ayırdım; halkların 30 yıl önce nasıl yaşadıkları, Zapatista olmayanların nasıl yaşadıkları ve bugünün Zapatistleri olan bizlerin nasıl yaşadığımız.
Yüzyıllar önce nasıl olduğunu bilmediğimizi sanmayın; biliyoruz. Fakat 30 yaşında olduğumuz için meseleyi buradan -83 yılından başlatmak istiyoruz. Bir grup yoldaşın buraya geldiği 1983 yılından bugüne otuz küsur yıl oldu.
EZLN kurulmadan önce, kapitalist sistem için biz Chiapas’lı yerliler yoktuk. Onun için bir halk değildik; insan değildik. Onun için çöp olarak bile varlığımız yoktu. Coğrafyamızın geri kalanındaki diğer yerli kardeşlerimiz için de durumun benzer olduğunu tasavvur edebiliyoruz. Ve yerlilerin var olduğu herhangi bir coğrafyada da böyle olduğunu tahmin edebiliyoruz.
Yaşadığımız yerleri; yani dağlık bölgeleri, tepeleri koruma alanı olarak belirlemişler. Orada, Montes Azules Biyosfer dedikleri bölgede, yerlilerin yaşadığını bilmiyorlardı. Bu yüzden kimse orada doğan küçük erkekleri ve kadınları saymadı. Yani kapitalizm bizim hakkımızda hiçbir şey bilmiyordu; kimse sayım yapmadı, çünkü onlar için biz yoktuk.
Peki orada nasıl hayatta kalıyorduk? Tabii ki Toprak Ana ile… Hiçbir hükümet, hiçbir vali ya da belediye başkanı bizi dikkate almazken Toprak Ana bize hayat verdi. Unutulmuştuk. Önemli buldukları tek şey halklarımızın çevresinde çok iyi toprakların olmasıydı ve bu yüzden orada birkaç toprak sahibi ya da büyük işletme sahibi yaşıyordu.
Binlerce hektarlık iyi toprak, iyi su ve iyi nehirlerin sahibi onlardı. Bu yüzden bizi o bölgeden attılar; dağların içlerine sürgün ettiler, çünkü onlar için bu tepeler yararsızdı -onlar için bir faydası olmadığı için- bizi orada bıraktılar.
Neden binlerce ve binlerce hektar iyi toprağı kendilerine alıyorlar? Binlerce ve binlerce büyük baş hayvan sahibi olabilmek için. Nasıl oldu da bu kadar uzun süre orada kalabildiler? Çünkü beyaz bekçiler dediğimiz iyi silahlanmış adamları vardı ve bizi o topraklara sokmuyorlardı.
Eğer o dönemde unutulduysak, halkın ekonomisinden nasıl bahsedebiliriz? Bu büyük işletmelerin tek yaptığı dedelerimizi, ninelerimizi, büyük dedelerimizi ve büyük ninelerimizi sömürmekti. Bize gelince, biz yaratıcı olmak zorundaydık; toprak ve işletme sahiplerinin önümüze çıkardığı bütün kötülüklere direnerek nasıl yaşayabileceğimizi, Toprak Ana ile nasıl hayatta kalabileceğimizi hayal etmek zorundaydık.
Hiçbirimiz otobanları bilmiyorduk, klinik ve hastane denilen şeylerin olduğunu bilmiyorduk, okul ya da derslikte eğitimden de haberimiz yoktu. Sağlık kampanyası, programı, fonu, hiçbir şeyi yoktu. Unutulmuştuk.
Bütün erkek kardeşlerim ve kız kardeşlerim, bugün örgütlü olan yoldaşlarım adına konuşuyorum. Şimdi halklarımızın içinde kapitalist ekonomiyi görüyoruz, çünkü şimdi yukarıdakiler halklarımızla ilgilenmeye başladılar. Bu ilgi, halkların kendisinden çok, yaşadığı bölgeye, yaşayageldiği bölgeye yönelik –çünkü burası aynı zamanda bir zamanlar yaşamını yitiren kardeşlerimizin, yoldaşlarımızın yaşadıkları yer.
En iyi toprakları aldıkları ve yıllarca kullandıkları yetmedi, şimdi tepelerle, dağlarla ilgilenmeye başladılar; Birçok kez söylediğimiz gibi, bu -doğanın zenginliği- onlar için satılacak bir başka maldan farksız. Böylece daha önce bizi sürdükleri yerden çıkarmanın yollarını aramaya başladılar. Şimdi bizi buradan atmak istiyorlar. Burayı elimizden alıp bizi tahliye etmek istiyorlar, çünkü bu zenginliği istiyorlar.
Biz ve büyük-büyük-dedelerimiz ve ninelerimiz, orada bulunan zenginliğe iyi baktık. Ve onlar da bu yüzden orayı almak ve zenginliğini söküp çıkartmak istiyorlar. O kapitalistler, Toprak Ana’nın milyarlarca yılda yaptığını sadece birkaç yılda yok edecekler.
Bu nasıl olacak? Kapitalist sistemin yaptığı numarayı hatırlayın; kurdukları tuzak, kanunun 27. maddesini değiştirerek “ejido”ların (komünal toprakların) özelleştirilmesine izin vermekti. Çünkü Toprak Ana’yı satılabilir ve kiralanabilir yapmaya çalışıyorlar.
Hafızanızı biraz zorlamanızı istiyorum, çünkü 20 yıl kadar öncesinden -görünür olmaya karar verip ortaya çıktığımız zamandan- bahsedeceğim.
Bunu gören hükumet, değişik birçok yoldan kendini gizleyerek bu bölgeye gelmeye başladı. Kötü hükümetin ilk yolu, otoban inşaatı yapmakla taleplerimizi karşıladığını söyleyerek etrafta dolaşmaktı. Fakat otoban yapmalarının nedeni bu değil -27. maddedeki değişiklikle ejido’ların özelleştirilmeye açılması. Böylece hükümet iki yönden avantaj sağlıyor: Bizim ayaklandığımızı gördü ve şimdi otobanlar döşeyip projeler fonlamakla taleplerimizi karşılıyormuş gibi davranıyor. Ama onlar bu projelere bir ya da iki milyon pezo aktardıklarını söylerken; bu miktar yüz, iki yüz, üç yüz projeye bölündüğünde, her birine yetersiz miktar kalıyor, o da halklara gitmiyor. Elbette çeşitli seviyelerdeki hükümetlerin ceplerine gidiyor. Fakat yine de bunu başarı olarak ilan ediyorlar. Bize söyledikleri bu.
Yoldaşlarımızın ve kardeşlerimizin bu projeler hakkında nasıl konuştuklarını bir duysanız. Bu projelere “pececito” (küçük balık) diyorlar, ne demekse… (Tek başına bir peso anlamına gelen “pesesito” ile eşsessli). Bu yüzden biraz para alıyorlar ve bir sürü proje yapıyorlar diyorum.
Ayrıca orada burada birkaç okul ve klinik ortaya çıktı. Bunlarda okumayı bile sökmemiş ama burs kazanan öğrenciler var. Ve diyorlar ki, kliniklerde yeni halk sağlığı sigorta kimliğini gösterirsen sana iyi bakarlar. Ama gerçekte kliniğe gittiğinde hiç doktor yok diyorlar; eğer bir doktor varsa, hiç ilaç yok diyorlar; eğer hem bir doktor, hem ilaç varsa, ilaç eski tarihli oluyor. Ama okumayı bilmediğimiz için, doktor yine de ilacı veriyor; hastalık iyileşmiyor. Amaç sadece seni ilaçla tedavi ediyormuş gibi göstermek; senin hastalığına iyi gelen ilacı alıp almadığını bile bilmiyorsun.
Size anlattığım gibi, yıllar geçtikçe buna benzer yeni projeler ortaya çıkmaya başladı. Kötü hükümetin biraz para dağıtarak uygulamaya koyduğu bu projeler, hükümetin birer Zapatista olacak olanları kontrol etmesine yaradı. Sanırım buna “isyan karşıtı kampanya” ya da “düşük-yoğunluklu savaş” deniyor. Adı önemli değil, ama seni kontrol ediyor ki artık mücadele etmiyorsun. Çünkü diyor ki “Buyur al, artık taleplerini karşılıyoruz. Ve eğer Zapatistlere katılmayı aklından bile geçiriyorsan, silahlı kuvvetlerime şöyle bir bak, çok daha hazırlıklılar. Yaptığın şey, kendi kendini ölüme göndermektir.” Bunların hepsi, onları kontrol etmek için yapılan bir kampanyanın parçaları.
Böyle diyorum, çünkü “ejido”larının özelleştirilmesine izin veren halklar -evet, bazıları buna izin verdi- şimdi evsizler. Tiner ve benzeri madde bağımlılarıyla dolu şehirlere benziyorlar. Aynen böyle oldular, çünkü topraklarını sattılar; sanki çiftlik sahibiymiş gibi tapu belgelerini aldılar ve mülkiyeti alınca gidip onu sattılar. Şimdi sokakta kaldılar. Şimdi mısır ya da fasulye yetiştirecek hiçbir yerleri yok.
Bazıları ise bu projelerden birini aldı ve şimdi kapitalizmin kurallarının gerektirdiği faizi ödemek zorunda. Birkaç örnek vermek gerekirse, La Realidad bölgesinde Jataté nehrinin aktığı yerde Agua Perla adında bir halk var. Bu halk, hükümet projelerine girdi ve şimdi bir grup “caxlanes “(yerli olmayanlar) ya da “mestizos” (melezler) gelip onlara şöyle diyor: “Beyler biliyor musunuz, borcunuz şu kadar. Toprak artık sizin değil ve problem çıkmasını istemiyorsanız ya Escarcega’ya taşının ya da Oaxaca’ya.
Partidista’ların (parti üyelerinin ya da takipçilerinin) gönderdikleri yerler buraları. Onlara “partidistas” demek zorundayım, çünkü bizimle uğraşanlar önce sadece PRI-istas (PRI takipçileri) idi, ama şimdi bütün siyasi partiler aynı şeyi yapıyor, o yüzden artık onlara “partidistas” diyoruz.
Roberto Barrios’ta Chulum Juarez adında bir başka halk da projelerden faydalandı. Aynı şey… Onlara otoban yapmayı teklif ettiler ve kabul edildi. Asfalt döşenmeye başlamıştı bile. Otobanı bitirmeleri sadece birkaç ay sürdü ve iyi bir otoban yaptılar. Artık otoban var, onlar da “domo”larını (ondulin teneke çatı ve diğer şeyler) aldı. Halkın yollarına çakıl döşendi. Otoban da bittiğinde geliyorlar ve diyorlar ki “Beyler biliyor musunuz, gitmek zorundasınız. Çünkü bu tepede uranyum var ve hükümet onu çıkaracak. Yaşamak istiyorsanız gitmek zorundasınız. İsterseniz Oaxaca’ya gidin ve kendiniz gitmezseniz, zorla götürüleceksiniz.”
İşte 20 yıl önce hazırlamaya başladıkları şey buydu, şimdi de uyguluyorlar. Şimdi kapitalist sistemin kanunlarını değiştirdikleri için daha da fazla uygulanıyor. Her şey kağıt üzerinde, anlaşma yapılmış, imzalanmış. Buna karşı diyoruz ki, “İmzalanmış, onaylanmış ama halk buna direndiğinde ne olacak henüz görmedik. Ve Zapatista buna direndiğinde ne olacak, göreceğiz.”
Çeviri: Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (22): Zapatistlerin Perspektifinden Ekonomi Politik – 1 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>