The post Anarşizm Nedir? (23): Komünist Olmayan Anarşistler – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devam etmeden önce kısa bir açıklama yapmama izin ver. Bunu komünist olmayan anarşistlere borçluyum.
Çünkü tüm anarşistlerin komünist olmadığını bilmelisin: Hepsi komünizmin -ortak mülkiyet ve ihtiyaca göre paylaşım- en iyi ve en adil ekonomik düzenleme olacağına inanmıyor.
Size ilk önce anarşist komünizmi açıkladım çünkü benim tahminime göre o, toplumun en arzu edilen ve işlevsel biçimi. Anarşist komünistler yalnızca komünist koşullar altında anarşizmin başarılı olabileceğini ve ayrım gözetmeksizin herkese eşit özgürlük, adalet ve refahın sağlanabileceğini savunuyorlar.
Ama komünizme inanmayan anarşistler var. Genel olarak bireyciler ve karşılıkçılar olarak sınıflandırılabilirler.
Bütün anarşistler şu temel üzerinde hemfikirdir: Devlet adaletsizlik ve baskı anlamına gelir. İstilacı, köleleştiricidir ve insanın gelişmesine, büyümesine en büyük engeldir. Hepsi, özgürlüğün ancak herhangi bir zorunluluğun olmadığı bir toplumda var olabileceğine inanıyor. Bu nedenle tüm anarşistler, devleti ortadan kaldırma temel ilkesi konusunda hemfikirler.
Çoğunlukla aşağıdaki noktalarda fikir ayrılığına düşerler:
Birincisi: Anarşinin ortaya çıkacağı koşullar. Anarşist komünistler yalnızca toplumsal bir devrimin devleti kaldırıp anarşiyi kurabileceğini söylerken bireyci anarşistler ve karşılıkçılar devrime inanmazlar. Mevcut toplumun giderek devletten çıkıp devlet dışı bir duruma dönüşeceğini düşünürler.
İkincisi: Bireyci anarşistler ve karşılıkçılar, özel mülkiyet kurumunu adaletsizliğin ve eşitsizliğin, yoksulluğun ve sefaletin ana kaynaklarından biri olarak gören anarşist komünistlere karşı oldukları gibi bireysel mülkiyete inanırlar. Bireyciler ve karşılıkçılar, özgürlüğün “herkesin emeğinin ürününü alma hakkı” anlamına geldiğini savunuyorlar; bu tabi ki doğru. Özgürlük bunun karşılığıdır. Ancak soru kişinin ürününde hakkı olup olmadığı değil bireysel ürün diye bir şeyin olup olmadığıdır. Önceki bölümlerde modern endüstride böyle bir şeyin olmadığına işaret etmiştim: Emek ve emeğin tüm ürünleri toplumsaldır. Bu nedenle bireyin ürünü üzerindeki hakkıyla ilgili argümanın pratik bir değeri yoktur.
Kâr sistemi kullanılmadıkça ürün veya meta değiş tokuşunun bireysel veya özel olamayacağını da gösterdim. Bir metanın değeri uygunca belirlenemediğinden, hiçbir değiş tokuş adil değildir. Bu gerçek bence toplumsal mülkiyete ve ortak kullanıma götürür; yani en uygulanabilir ve adil ekonomik sistem olarak komünizme götürür.
Ancak belirtildiği gibi, bireyci anarşistler ve karşılıkçılar bu noktada anarşist komünistlerle aynı fikirde değiller. Ekonomik eşitsizliğin kaynağının tekel olduğunu iddia ediyorlar ve tekelin, devletin ortadan kaldırılmasıyla ortadan kalkacağını savunuyorlar. Çünkü tekel, devlet tarafından verilen ve korunan bir ayrıcalıktır. Serbest rekabetin, tekeli ve onun kötülüklerini ortadan kaldıracağını iddia ediyorlar.
Stirner ve Tucker’ın takipçileri olan bireyci anarşistler ve direniş göstermemeye inanan Tolstoycu anarşistler, anarşizmde ekonomik yaşam hakkında çok net bir plana sahip değiller. Karşılıkçılar ise bir yeni ekonomik sistem önerirler. Öğretmenleri Fransız filozof Proudhon’un doğrultusunda, karşılıklı bankacılığın ve faizsiz kredinin, devlet dışı bir toplum için en iyi ekonomik sistem olacağına inanıyorlar. Teorilerine göre herkese faizsiz ve ücretsiz kredi imkanı sunulması, gelirleri eşitleme ve kârı en aza indirme eğiliminde olacak. Böylece yoksulluğu olduğu kadar zenginliği de ortadan kaldıracaktır. Açık pazardaki ücretsiz kredi ve özgür rekabet ekonomik eşitlikle sonuçlanırken devletin kaldırılmasının eşit özgürlüğü güvence altına alacağını söylüyorlar. Karşılıkçı toplumun ve bireyci toplumun toplumsal yaşamı, gönüllü anlaşmanın ve özgür sözleşmenin kutsallığına dayanacaktır.
Burada bireyci anarşistlerin ve karşılıkçıların tavrının kısa bir özetini verdim. Pratik olmadığını ve hatalı olduğunu düşündüğüm bu anarşist fikirleri ayrıntılı olarak ele almak bu çalışmamın amaçlarından değildir. Bir anarşist komünist olarak okuyucuya en iyi ve en sağlam olduğunu düşündüğüm görüşleri sunmakla ilgileniyorum. Bununla birlikte seni komünist olmayan anarşist teorilerin varlığı konusunda bilgisiz bırakmamanın adil olacağını düşündüm. Onları daha yakından tanımak için genel olarak anarşizm üzerine kitapların kaynakçadaki listesine başvurabilirsin.
Çeviri: Burak Aktaş
The post Anarşizm Nedir? (23): Komünist Olmayan Anarşistler – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşizm Nedir? (17): Devrim ve Diktatörlük – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Çünkü devrim ve Bolşevik diktatörlük birbirinden tamamen farklı hatta birbirine zıt nitelikte şeylerdi. Çoğu insanın hata yaptığı yer Komünist Parti ve devrimi aynıymış gibi düşünmeleridir.
Devrimin amaçlarını Bolşevikler’in amaçlarıyla karşılaştırırsak bu durum bizim için netleşecektir.
Devrim baskıya ve sefalete karşı güçlü bir ayaklanmaydı. Halkın özgürlük ve adalet özlemini dile getirdi. İnsana boyun eğdiren, onu bir köle ve yük hayvanına çeviren her şeyi ortadan kaldırmaya çalıştı. Devrim yeni yaşam biçimleri, gerçek eşitlik ve kardeşlik koşullarını oluşturmaya çalıştı.
Devrimin yüzeysel bir değişim olmadığını, Şubat olaylarıyla bitmediğini daha önce görmüştük. Çar lağvedilmiş ve otokrasisinin gücü kırılmıştı ancak sonuç yalnızca başka bir hükümet biçimi olmuştu. Ekonomik ve toplumsal koşullar aynı kalmıştı. Devrimin gerçekleşmesinin sebebi insanların bir şeyleri değiştirmek istemesiydi. Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesinin nedeni budur. Amacı, yaşamı yeni toplumsal temeller üzerinde yeniden inşa etmekti.
Nasıl yeniden inşa edilecekti? Romanov’u Kremlin sarayından çıkarıp yerine Lenin’i koymanın bunu yapmayacağı aşikardır. Daha fazlası gerekliydi. Toprağı köylüye vermek, fabrikaları işçilerin ve onların işçi örgütlerinin eline bırakmak gerekiyordu. Kısacası Ekim ayının amacı halka, Şubat ayında kazanılan siyasi özgürlüğü kullanma fırsatı vermekti.
İnsanlar durumu bu şekilde kurguladı. Buna göre hareket ettiler. Özgürlüğü kendi ihtiyaçları doğrultusunda uygulamaya başladılar. Barış istediler, bu yüzden her şeyden önce savaşı durdurdular. Aylar sonra Bolşevik Hükümeti Brest-Litovsk anlaşmasını imzaladı ve Almanya ile resmi bir barış yaptı. Ancak Rus orduları söz konusu olduğunda savaş diplomatik müzakereler olmadan çok önceden sona ermişti. Troçki, devrim üzerine yaptığı çalışmasında bunu açıkça kabul ediyor.[1]
Geçici olarak asker üniforması giyen Rus işçi ve köylüleri, kontrolü kendi ellerine aldı ve cepheden çıkarak savaşı sona erdirdi.
Aynı şekilde köylü ve proletarya, endüstri ve tarım sorunlarını çözme konusunda hareket ettiler. Geçici Hükümet hâlâ toprak reformlarını tartışırken halk, yerel konseyler ve Sovyetler aracılığıyla harekete geçti. Köylüler ihtiyaç duydukları toprağı aldı ve işlemeye başladı. Basit sağduyu ve içsel halk adaletiyle, siyasetçilerin ve kanun koyucuların onlarca yıldır sonuçsuz bir şekilde kafa patlattıkları tarım sorununu çözdüler. Bolşevikler iktidara geldiklerinde köylülerin zaten başardıklarını -kimsenin iznini almadan- “yasallaştırdı”.
Aynı şekilde işçiler de fabrikaları, madenleri ele geçirerek ve bunları “sahiplerin” çıkarı yerine ortak fayda için yöneterek endüstri sorununu çözmeye başladılar. Bu, Bolşevik Hükümet kapitalist mülkiyeti “yasal olarak” kaldırmadan çok önce kapitalizmin ve ücretli köleliğin fiilen ortadan kaldırılmasıydı.
Devrim günlük yaşamın diğer tüm sorunlarını benzer şekilde, insanların pratik ve doğrudan faaliyetleriyle çözüyordu. Kooperatifler ürün alışverişi için kent ve köyü bir araya getirdi; ev komiteleri konut sorunuyla ilgilendi; kentin güvenliği için sokak ve ilçe komiteleri, halkın çıkarlarını ve devrimi savunmak için başka gönüllü organlar oluşturuldu.
Durumun gerekleri halkın çabalarına yön verdi; eylem özgürlüğü, inisiyatifi devreye soktu ve insanların istekleri yaratıcı kapasitelerini günün ihtiyaçlarına göre şekillendirdi.
Bu kolektif faaliyetler devrimi oluşturdu. Devrim onlardı. Çünkü “devrim”, belirli bir anlamı ve amacı olmayan belirsiz bir şey değildir; ne siyasi ortam değişikliğini ne de yeni mevzuatı ifade eder. Gerçek devrim ne Şubat ayında ne de Ekim’de yaşandı, ikisinin arasındaydı. Bağımsız halk inisiyatifinde, ortak ihtiyaçtan ve karşılıklı çıkarlardan esinlenen yaratıcı çalışmalarda, halkın devrimci enerjisi ve çabasının özgürce iletişimi ve karşılıklı etkileşimiyle oluştu.
Rusya’daki büyük ekonomik ve toplumsal kargaşanın ruhu ve eğilimi buydu. Sorunlar ortaya çıktıkça özgürlük ve özgür iş birliği temelinde çözüldü.
Devrimin bu gelişim süreci, Komünist Parti’nin siyasi iktidarı ele geçirmesi ve yeni bir hükümet kurmasıyla durduruldu.
Devrimin amacının ne olduğunu şimdi gördük; Rusya’daki insanların ne istediğini ve bunu nasıl başardıklarını artık biliyoruz.
Öte yandan, Bolşevikler’in bir siyasi parti olarak hedefi tamamen farklı bir doğaya sahipti. Açıkça kendilerinin de kabul ettiği gibi, acil hedefleri; ülkenin yaşamını ve faaliyetlerini Komünist Parti’nin görüş ve teorilerine göre yönlendirmesi gereken güçlü bir Bolşevik Devleti’nin kurulması yani diktatörlüktü.
Bolşevikler’e hak ettiği değeri vermek için burada şunu söylememe izin ver, amacına daha fazla adanmış, onu ilerletme çabasında daha içten, amaca ulaşmada daha kararlı ve enerjik bir siyasi parti asla olmadı. Ancak bu amaçlar devrime tamamen yabancıydı ve onun gerçek ihtiyaçlarına karşıydı. Gerçekte, devrimin ruhuna ve amaçlarına o kadar aykırıydılar ki başarıları devrimin kendisinin yok edilmesi anlamına geliyordu.
Şüphesiz Bolşevikler, Rusya’nın yalnızca diktatörlükleri sayesinde işçi ve köylüler için sosyalist bir cennete dönüştürülebileceğini düşünüyordu. Nitekim, Marksistler olarak olayları başka türlü göremezlerdi. Her şeye gücü yeten bir devlete inananlar, halka güvenmiyorlardı; emekçilerin inisiyatifine ve yaratıcı yeteneklerine inanmıyorlardı. Onlara, “özgürlüğe zorlanması gereken çok renkli bir kalabalık” olarak güvenmiyorlardı. Rousseau’nun, kitlelerin “ancak zorlama ile özgürleştirilebileceği” şeklindeki alaycı özdeyişiyle hemfikir oldular.
En önde gelen komünist kuramcı Buharin, “Tüm biçimleriyle proleter zorunluluk,” diye yazıyordu, “aceleci infazla başlayıp zorunlu emeğin sona ermesi, kulağa paradoksal gelse de kapitalist dönemin insan kaynaklarını komünist insanlığa yeniden işleme yöntemidir.”
Bolşevik müjdesi buydu. Bu, bir devrimin bir Merkez Komite’nin emriyle yürütülebileceğine inanan partinin tavrıydı.
Bunu Bolşevik fikrin öngörülebilir sonucu izledi.
Devrimi sadece kendi partilerinin diktatörlüğünün gerektiği gibi yönetebileceğini iddia ederek, bu diktatörlüğü güvence altına almak için tüm enerjilerini harcadılar. Bu, ne pahasına olursa olsun, partinin tasarımlarını uygulamak için işleri sadece kendi ellerine almaları gerektiği anlamına geliyordu.
Sonunda Komünist Parti’nin üstünlüğü elde etmesiyle sonuçlanan o günlerin ayak oyunları ve politik manipülasyonlarının ayrıntılarına girmemize gerek yok. Önemli olan nokta, Bolşevikler’in planlarını gerçekleştirmiş olmasıdır. Ekim Devrimi’nden birkaç ay sonra, Nisan 1918’e kadar geçen sürede, devletin tüm kontrolünü ellerine aldılar.
Devrimci günlerin heyecanından ve kaçınılmaz karışıklıktan yararlanarak durumu kendi amaçları için istismar ettiler. Siyasi farklılıkları, şiddetli parti tutkularını uyandırmak için kullandılar; muhaliflerini halk düşmanı ilan etmek için her yola başvurdular, onları karşı devrimci olarak damgaladılar ve nihayet onları işçilerin ve askerlerin gözünde lanetlemeyi başardılar. Devrimin sözde düşmanlara karşı korunması gerektiği fikri, kendi diktatörlüklerini ilan etmeleri sağlandı. “Devrimi kurtarmak” adına, Bolşevik olmayan diğer tüm devrimci unsurları etkili konumlarından tasfiye etmeye başladılar ve onları tamamen bastırarak bitirdiler.
Kendi iktidarlarını başlatan “burjuvazinin Bolşevikler üzerindeki baskısının” yalnızca diğer tüm Bolşevik olmayan unsurları bastırma gizli amacına yönelik bir araç olup olmadığını belirlemek geleceğin tarihçilerine bırakılmalıdır. Rus burjuvazisi, devrim için tehlikeli değildi. Daha önce açıklandığı gibi örgütsüz ve güçsüz, önemsiz bir azınlıktı. Devrimci unsurlarsa herhangi bir siyasi partinin diktatörlüğü karşısında gerçek bir engeldi.
Diktatörlük burjuvaziden değil -diktatörlüğü devrimin çıkarlarının karşısında gören- gerçek devrimci sınıflardan gelen güçlü muhalefetle karşılaşacağı için, bunların ortadan kaldırılması diktatörlük arayan herhangi bir siyasi parti için birincil gereklilik olacaktı. Ancak böyle bir politika, devrimcilerin bastırılmasıyla başarılı bir şekilde başlayamazdı: Bu, işçilerin ve askerlerin hoşnutsuzluğunu arttırır ve direnişi alevlendirirdi. Bu yüzden burjuvazi üzerinde başlamalı ve bunu diğer unsurların üzerinde kullanmak için kendisine yavaş yavaş araçlar bulmalıydı. Eli kanlı kızıl terörün devrimin yaşantısına sızması için güvensizlik ve düşmanlık uyandırılmalıydı, hoşgörüsüzlük ve zulüm uyandırılmalıydı. Halkın sürekli genişleyen bir tasfiye ve bastırma kampanyasına desteğini güvence altına almak için devrimin güvenliği konusunda halk korkutulmalıydı.
Ama dediğim gibi, o günlerdeki olayları bu tür amaçların ne ölçüde şekillendirdiğini belirlemek geleceğin tarihçisinin işi. Burada gerçekte ne olduğu ile daha çok ilgileniyoruz.
Olan, çok geçmeden Bolşevikler’in kendi partilerinin diktatörlüğünü kurmasıydı.
“Bu diktatörlük neydi” diye soruyorsun, “ve neyi başardı?”
Çeviren: Burak Aktaş
[1] 1917, Leon Trotsky. Moskova, 1925.
The post Anarşizm Nedir? (17): Devrim ve Diktatörlük – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kropotkin ve Gençliğe Çağrısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Küreselleşmeyle neoliberal politikaların olumsuz etkilerinin ve milliyetçi muhafazakar ideolojilerin yükseldiği bir dönemde savaşı, nefreti ve yenilmişliği değil de paylaşma, dayanışma, yerellik, doğrudan eylem, doğrudan demokrasi ve özörgütlenme gibi kavramlarla yol alan bir teori ve pratik olan anarşizm, toplumsal yaşamı dönüştürmede giderek daha da büyük bir ihtiyaç haline geliyor. Çünkü anarşizm iktidarlı, bürokratik sistemlerin hantal düşünme biçimleri yerine yaratıcı pratiklerin içinde yeşermesine imkan sağlayarak sorunlara karşı temelden çözümün ipuçlarını veriyor.
Bugün anarşizmi düşünebilmemizi, konuşabilmemizi ve eyleyebilmemizi sağlayan büyük bir gelenek var. Bu geleneği bugünden bakarak anlayabilmek ve yorumlayabilmek, bu coğrafyada yaratılmakta olan anarşist gelenek için de önemli. Anarşizmin felsefesini ve örgütlülüğünü pekiştiren her bir kişinin önemli olduğunu düşünmek, yaşamıyla ve düşünceleriyle bugüne kadar ulaşan anarşist yoldaşlardan biri olan Kropotkin’i de anlamayı gerektiriyor.
Ayrıca sosyolojiden biyolojiye ekolojiden etiğe pek çok alanda yaşanan, doğayı ve toplumsalı anlayıp yorumlama çabalarının eksikliği, çok yönlü bir düşünür olan Kropotkin’e yüzümüzü dönmemizle sonuçlanıyor.
Kalemi kuvvetli bir bilim insanı olduğu kadar önemli bir politik ajitatör ve eylem insanı olan Kropotkin’in düşünceleriyle uyumlu pratikleri, yazdığı yazılara da yansıyor. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra artan gençlik hareketlerini ve günümüzde toplumsal hareketlerin halihazırda en dinamik kesimlerinden biri olan gençlik mücadelesini göz önünde bulundurursak, Kropotkin’in belki de içinden geçtiğimiz günleri öngörürcesine 1880’de yazdığı, -bilimsel toplumsal analizleri de içinde barındıran ajitatif metni- “Gençliğe Çağrı” büyük bir önem kazanıyor.
Gençlik mücadelesinin yaratıcı özelliği ile anarşist hareketin yaratıcı ve dönüştürücü doğal özelliğinin yakından ilişkili olduğunu iddia etmemizi sağlayacak bir metin olarak Gençliğe Çağrı bugün, biriken ve giderek büyüyen sorunlara karşı mücadeleye çağrıyı yinelediği ve mücadelenin yolunun tam ve doğru bir şekilde belirlemek gerektiğini anlatması sebebiyle önemli hale geliyor.
Kropotkin’i ve çağrısı anlamak için yayınladığımız bu yazıda doğal olarak Kropotkin’i, yaşamını, düşüncelerini, Kropotkin’in yazı dilini, çevirisini, kullandığı kavramları ve metnin edebi yönünün yanı sıra, çağrıda değindiği önemli noktaları da ele alacağız.
Evrimci Bir Devrimci Anarşist: P.A. Kropotkin’in Yaşamı
Kısaca aktaracak olursak, 1842-1921 yılları arasında yaşamış devrimci anarşist Kropotkin coğrafya, biyoloji, etik ve jeoloji alanlarında çalışmalar yapmış, devrimci anarşist düşünür ve bir eylem insanı.
Kropotkin, Rusya’da, soylu bir ailenin oğlu olarak doğdu. Soylu çocukların yetiştiği okuldan sonra Çar I. Nikola’nın dikkatini çekerek askeri akademiye girdi. Ardından Çar II. Alexander’ın 1863’teki Polonya Ayaklanması’nı bastırması üzerine çarlık düzenine karşı ilk eleştirileri başladı. Rus narodnik hareketinden olan Herzen’den etkilendi.
Kropotkin askeri okula hiçbir zaman ilgi duymadı. Askeri derslerden ziyade fizik, kimya, matematik ve coğrafya dersleriyle ilgilenerek kendisini bu yönde geliştirdi. Bu sebeplerden kaynaklı 1862’de Sibirya’da görev yapmak istediğini söyleyerek oraya gitti.
Kropotkin kayıkla, vapurla, atla ve yaya olarak toplam 70.000 kilometre yol katetti. Adı sanı olmayan halkların devletten uzak bir ortamda karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma içinde yaşadıklarını fark etti. Devletin faaliyetinin toplumsal yaşamı desteklemekten ziyade engelleme olduğunu düşündü ve doğal afetlerin yoğunluğuna, çetin iklim koşulları ve yiyecek sıkıntısına rağmen küçük topluluklarda yaşayan insanların birbirleriyle gerçekleştirdiği dayanışmanın şehir ve devlet otoritesinin olduğu alanlara göre çok daha fazla olduğunu deneyimledi. Eklem bacaklılardan insanlara toplumsal anlamda iç içe ve uyumlu yaşayan, birbirleriyle dayanışma içinde olan toplulukların hayatta kalmaya yatkın olduğunu, barış içinde yaşadıklarını ve gelişkin etik değerlerinin olduğunu gördü.
Sadece evrime ve beşeri coğrafyaya yönelmedi, Alexander von Humboldt’un yanlış gösterdiği dağ kuşaklarını düzeltti ve Rus Coğrafya Derneği başta olmak üzere çeşitli dergilerde yazılar yayımladı.
Fiziksel coğrafyayı ve beşeri coğrafyayı birlikte analiz etme fırsatı bulduğu yolculuğu, “Geçmişte üzerine titrediğim devlet disiplinine olan inancımı Sibirya’da kaybettim. Artık anarşist olmaya hazırdım.” sözünün alt yapısı oluştu.
1867’de ordudan ayrılarak St. Petersburg’a dönen Kropotkin, Coğrafya Topluluğu için çalışmalar yaptı. Bu dönemde pek çok konuda okumalar yaparak kendini geliştirdi.
Paris Komünü’nün haberini aldığında heyecanlanan Kropotkin, Komün hakkında “Bu bir toplumsal devrimin habercisi; gelecek devrimlerin başlangıç noktası” diyerek Avrupa’ya gitmeyi düşündü. 1872’de, insanlar dünyanın her yerinde adaletsizliklerle karşı karşıyayken ve halklar mücadele ediyorken bilim yapmanın lüks olduğunu, doğrudan politik mücadele içerisinde olmanın gerekliliğini düşünüp Avrupa’ya geçti. Özgürlükçü sosyalistlerin, anarşistlerin Avrupa’daki hareket noktası haline gelmeye başlayan İsviçre’deki Jura Federasyonu’nu ziyaret edip, onlarla yakınlaştı. “Saat yapımcıları ile bir hafta geçirdikten sonra görüşlerim berraklaştı. Artık bir anarşisttim.” diyerek Jura Federasyonu’nun politik görüşlerinden, örgütlü ve anarşist pratiklerinden etkilendiğini belirtti.
Jura macerasının ardından Kropotkin, Rusya’ya, memleketine politik mücadele vermek için geri döndü. Narodnik hareketlerle tanıştı, 1873’te ilk politik bildirisini yazdı. Politik faaliyetler gerçekleştirdiği için 1874’te tutuklandı. Okumalarına hapishanede zor da olsa devam etmeyi başardı. Hapishanede geçirdiği seneler boyunca deneyimledikleri, onun hapishanelere ve cezalandırma sistemine karşı nefretini oluşturdu.
1876’da hapishane hastanesinde iken yoldaşlarının desteği ile kaçtı. Onun bu kaçışı Tomasello’nun Erdemin Kökenleri adlı kitabında mükemmel bir karşılıklı yardımlaşma örneği olarak anlatıldı.
Hapishaneden kaçırıldıktan sonra İskoçya, İngiltere ve oradan da İsviçre’ye geçti, 5 yıl burada mücadele etti. İsviçre’de kaldığı süreçte kendisi gibi devrimci anarşist bir coğrafyacı Reclus ile tanıştı. Onunla coğrafya çalışmaları yaptı. Reclus için ayrıca parantez açmak gerekir çünkü Reclus Paris Komünü’nde bizzat yer almış, devrimci hareketin içinde mücadele vermiş biri ve toplumsal ekoloji kavramının ve alanının oluşmasında önemli bir etkiye sahip toplumsal coğrafya kavramını ve anlayışını ortaya koymuş; insanın doğanın bir parçası olduğunu anlatan önemli bir coğrafyacıydı. Reclus’nün Nouvelle Géographie Universelle (Yeni Evrensel Coğrafya) adlı eserinin Sibirya ve Rusya Asyası’nı konu alan altıncı cildine İsviçre’de geçirdiği yıllarda Kropotkin’in de çok büyük katkısı oldu. Kropotkin’le Reclus’nün radikal coğrafya geleneğine olan katkısı, son dönemdeki canlanmaya kadar hep göz ardı edildi.
Kropotkin 1879’da Le Revolte (İsyan) gazetesinin kurulmasına katkı sağladı. 1882’de İkinci Enternasyonal’e katılmak üzereyken, Lyon’da yakalanıp tutuklandı. Dayanışma gösterdiği kadar önemli dayanışmalar da gören Kropotkin’e bir başka büyük dayanışma yine hapishanedeyken geldi. 1885’de hapishanede yazdığı yazıların yoldaşları tarafından bir araya getirilmesi sonucu Bir İsyancının Sözleri kitabı yayınlandı. Geliri Kropotkin’e dayanışma olarak gönderildi.
Rusya ve Fransa’daki hapishane günlerinden sonra hapishane ve ceza sistemini eleştiren Rus ve Fransız Hapishaneleri’nde kitabını yazdı. Modern hapishane sisteminin kritiğini, hapishanelerin rehabilite etmekten çok insanları kapatarak suçu yeniden ürettiğini Foucault’dan yıllar önce dile getirdi.
1886’da Victor Hugo ve evrim konusunda en çok tartıştığı Spencer gibi ünlü yazar ve düşünürlerin de içinde olduğu büyük toplumsal baskı nedeniyle serbest bırakıldı.
1886’da Londra’ya yerleşen Kropotkin, bu dönemde yüzlerce makale yazdı, bilimsel çalışmalarıyla giderek ün kazandı. Kraliyet Coğrafya Derneği’nin verdiği ziyafette kralın şerefine kadeh kaldırmadı, yine bu yıllarda Cambridge Üniversitesi coğrafya profesörlüğü ünvanını reddetti.
Eylemle propagandanın doğrudan bir eylemcisi değildi; daha çok “Tek bir gözü kara eylem koca devi zangır zangır titretmeye yetiyorsa; birlikte, umudu ete kemiğe büründürür gibi bir araya geldiğimizde, neden dizlerinin üzerine çökertmeyelim ki?” şeklinde düşünüyordu.
Fakat kralların, başkanların, imparatorların anarşistlerin suikastleri eylemleri yoluyla öldürülmeleri eylemlerine cephe de almadı. “Bireyler suçlu görülemezler. Çünkü dehşet verici koşullar, onları bu eylemlere sürükledi” dedi.
Devrim fikrinin yaşam bulması gerektiğine inanıyordu, devrimi evrim kadar insan toplumunun doğasına uygun buluyordu.
1890’ların sonuna doğru okyanusun ötesine geçti; Kanada ve ABD’de birçok konferans verdi, konuşmalar gerçekleştirdi. Bu dönem Kropotkin’in düşünsel anlamda büyük gelişimler gösterdiği, kitaplar yazdığı, dünyanın dört bir yanında değer gördüğü yıllar oldu.
Nasıl ki Kropotkin askerlik mesleğini bırakmış, Sibirya’dan dönmüş, orada edindiği deneyimler çerçevesinde kendisini geliştirdiği, bilimsel çalışmalar yaptığı esnada dünyada vuku bulan devrimci, büyük toplumsal dönüşümlerden etkinerek o hareketlere destek vermek için yaptığı çalışmalarını bıraktıysa; 1917’de de Rusya’da bir devrim olduğuna dair haberler aldığında da hiç düşünmeden yeteneğini, devrimin hizmetine sunmak için memleketinin yolunu tuttu. Fakat Rusya’ya büyük bir heyecanla gelen Kropotkin’in karşılaştığı devrim, umduğu gibi değildi. Gerçekleşen devrimin gidişatıyla ilgili olarak Lenin’le görüşmesine, defalarca ona taleplerini ve kaygılarını dile getirdiği mektuplar yazmasına rağmen görüşleri dikkate alınmadı.
Kropotkin Şubat 1921’de Rusya’da, -yaşlılığının da etkisiyle çabaları yetersiz kalınca bilimsel çalışmalarına devam ederken- Etik kitabını yazdığı süreçte yaşamını yitirdi. Kitabın ikinci cildi tamamlanamadan kaldı. Kropotkin’in cenaze töreni ise anarşistlerin Rusya’da kalabalık olarak yaptığı son eylem oldu. Bu tören sadece ünlü bir devrimci anarşiste son veda değil aynı zamanda devrimci dahi olsa tüm iktidarların yozlaşacağına ve devrime ihanet edeceğine yönelik büyük anarşist ilkenin bir kez daha haykırıldığı ve tüm iktidarlara karşı mücadelenin bitmeyeceğini gösteren büyük bir gövde gösterisiydi. Bu dönemden sonra da kimi anarşistler baskı altında tutuldu, hapishanelere gönderildi; kimileri de katledildi.
Kropotkin’in Önemli Eserleri
Yaşamını yitirse de yazdıklarıyla devrimci anarşist hareketler ve toplumsal eleştirel düşünceler tarihine nefes vermeye devam edecek olan Kropotkin’i, düşünceleriyle de anlamak gerekmektedir. Yaşamı boyunca farklı dillerde, yüzlerce makale ve birçok önemli kitap yazan Kropotkin’in temel düşüncelerini anlamada etkili olacak birkaç kitabından bahsetmek yeterli olacak diye düşünüyoruz.
Ekmeğin Fethi: Le Revolte dergisinde yayınlanan makalelerden ortaya çıkan Ekmeğin Fethi kitabı, anarşist komünizm ilkeleri üzerine bir toplumsal devrimin nasıl gerçekleştirileceğinin taslağını çizmeye çalışmaktadır. Uzmanlaşmaya, emeğin ücretlendirilmesine, kafa ve kol emeği ayrımının yapılmasına karşı “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesini anlatmaya çalışılmıştır.
Tarlalar Fabrikalar Atölyeler: Bu kitapta Kropotkin üretim sürecinin desantralize edildiği bir biçim ve mekansallık kurgulamıştır. Ona göre merkeziyetçi üretimin sorunlarına karşı her bir birimin kendine yeter çeşitlenmiş üretimi, gereksiz pek çok harcamanın önüne geçecek ve herkes için gerçek “refah” ve “zenginlik” böylece yaşam bulacaktır.
Karşılıklı Yardımlaşma: Kropotkin’in ünlü bir evrimci ve bilim insanı olarak görülmesinde etkili olan Karşılıklı Yardımlaşma, eklem bacaklılardan modern insan toplumuna tüm topluluklar ve toplumlar içindeki ilişkinin doğasına inerek önemli tartışmalar açmıştır. Kropotkin’den önce hayvanlar arası karşılıklı yardımlaşma fikrini Goethe ve Kessler ileri sürse de bu fikrin tam ve detaylı bir şekilde ortaya çıkarılıp sistematikleştirilmesi Kropotkin ile olur. Kropotkin, Darwin’e karşı olarak değil evrim teorisinde bulunan “en güçlü şekilde adapte olan hayatta kalır” ilkesindeki güçlü olmayı “karşılıklı yardımlaşabilen türler” olarak yorumlamaktadır. Ayrıca bu teoride türlerin gelişimini sağlayan faktörün daha çok karşılıklı yardımlaşma olduğuna inanan Kropotkin, en toplumsal türün hayatta kalmasının daha mümkün olduğunu savunmaktadır. Evrimin en önemli faktörü olarak karşılıklı yardımlaşma teorisi, devletsizliği savunan anarşist düşüncelerin toplumsal yaşamın hangi ilkeler çerçevesinde ve nasıl örgütleneceğine dair en önemli dayanaklarından birisidir.
Etik: Karşılıklı yardımlaşma, toplumsallık ve adalet kavramlarından hareketle geliştirdiği gerçekçi, yeni bir ahlak felsefesi anlatımını yaptığı kitapta Kropotkin, evrimsel süreçte edindiğimiz toplumsal ilişki kurma yetimizi ahlaki davranışımızın kökeni olarak ilan etmektedir. Ve tümüyle bizi bu ilişki kurma biçimine iten doğanın, ilk etik öğretmemiz olduğunu söylemektedir. Toplumsal yaşamın bir türün fiziksel ve zihinsel gelişiminin yanı sıra etik alanında da gelişimine fırsat yaratacağını açıklamaktadır. Fakat bu anlayışıyla Kropotkin bundan önce yapılan toplumsal ahlak tanımlamalarının da dışına çıkmaktadır: “Ahlakçıların hep uygulamak istedikleri o hakkı reddediyoruz, tek tek bireyleri bir ideal adına sakatlamayı.”
Kropotkin’in Günümüzdeki Önemi
Anarşizmin bilimsel temellendirmelerle ilişkili bir toplumsal dönüşüm teorisi olarak görülmesinde katkıları olan Kropotkin’in, doğayı ve toplumları incelerken önemli bilgi sistematikleri kurduğunu iddia etmek yerinde olacaktır. Doğanın ve toplumun gelişimini, evrimini ele alırken ve bilim yaparkenki determinist olmayan, bütünsel bakış açısı hala canlı ve geçerliliği olan düşüncelerinin varlığının nedenidir.
Bugün Kropotkin’in düşüncelerinin yeniden önem kazanmasının ve özellikle sosyal bilimlerde yeniden canlanmasının nedeni de bahsettiğimiz yöntemsel özelliğinden kaynaklanmaktadır. Devletli komünizme dair öngörülerinde ortaya çıkan sonuçlar onun siyasi öngörülerini sağlamlaştırırken, karşılıklı yardımlaşmanın güçlü ilkeleri antropolojiden radikal coğrafyaya, davranışsal psikolojiden etiğe pek çok alandaki bilimsel öngörüleri ve tezlerinin de canlı ve geçerli olduğunu kanıtlamıştır.
Kısacası Kropotkin mekanı, doğayı, coğrafyayı ve insan toplumunu beraber incelerken dikkate alınması gereken bir konumdadır.
Anarşist antropoloji ve arkeoloji geleneğinin “otorite uygulanmasıyla düşmüş olan toplumların ahlaki düzeyini yükseltmek için özgür komünizm kurumlarına olan inancımızı tarihten alıyoruz.” şeklindeki söylemleri bu alanda Kropotkin’in ismini geçerli kılıyorsa, Tomasello’nun “İnsan Ahlakının Doğal Tarihi” ve Mat Ridley’in “Erdemin Kökenleri” kitaplarındaki Kropotkin referansları da günümüzdeki davranışsal psikoloji ve insan bilimlerindeki Kropotkin etkisini bizlere göstermektedir. Ayrıca Simon Springer gibi günümüz anarşist coğrafyacıların da radikal coğrafya alanında Kropotkin ve Reclus’e yönelik referansları bu alanda da Kropotkin’i hatırlatmakta, onu güncel tartışmalara cevap verir olduğunu göstermektedir.
Bu coğrafyacılar Kropotkin’in “Coğrafya Nasıl Olmalıdır?” makalesindeki öngörüyü, geçerli ve güçlü söylemle yöntemi bize hatırlatmaktadır: “Coğrafya, insanlık için değeri olan duyguları yaratma yollarını sağlayan bir bilim olmalı; ırkçılığa, savaşa ve baskılara karşı mücadele etmeli; cehalet, haddini bilmezlik ve egoizmden doğan yalanları dağıtabilmelidir”.
Metne Geçmeden Önce: “Çeviren İhanet Edendir” –
Kropotkin’in Gençliğe Çağrı metnini daha iyi anlayabilmek için metnin daha önce Türkçe’ye yapılan çevirisi ve metnin dilini ele almak istedik.
“Traduttore Traditore”
İtalyanca konuşulan coğrafyalardan doğan bu söz, bugün bütün dillerde kendi anlamını var etmiştir.
Dil, en basit tabiriyle iletişimimizi sağlayan ve düşüncelerimizi, duygularımızı, hislerimizi karşı tarafa aktarmamızı sağlayan araçtır. Her düşünür, ideoloji, topluluk vs. dile ve içindeki kelimelere ayrı anlamlar yükler; haliyle kelimeleri ve dili dönüştürür. Bu sebeple çok fazla kavramı veya kavramları kendi anlamlarını aşarak kullanan düşünürlerin eserlerini çevirmek zahmetli ve zor bir süreçtir. Çünkü bu çevirileri yapabilmek için, çevirmenin kendi diline ve kaynağın diline hakim olmasının yanı sıra düşünürün dönüştürdüğü, yeniden anlam verdiği veya ürettiği kavramlara da aşina olması gerekir.
Yaşadığımız coğrafyada konuştuğumuz dile çevrilen çoğu anarşist eser, bu yetkinliklerden uzak bir şekilde çevrilmiştir. Kropotkin’in Gençliğe Çağrı’sı da ne yazık ki bir istisna değildir. Anarşist metinlere özgü ayrı bir çeviri sıkıntısı da şuradan gelmektedir; çoğunlukla eski otoriter sosyalizm destekçisi marksistlerin askeri darbe sonrası anarşizmi “keşfetmesi” ile başlatılan çeviri süreçlerinde, eski alışkanlıklarından ve kelime dağarcıklarından vazgeçmemeleridir. Bu hem anlamda kayma hem anarşistlerin kullandığı kavramları bilerek veya bilmeyerek tahrip etmeleri anlamına gelir.
Metnin çevirisinde gördüğümüz ve öne çıkan sıkıntıları iki ayrı kategoriye ayırabiliriz: Teknik ve içerik.
Teknik anlamda söylenecek şeylerin başında metnin dili geliyor. Çevirinin dili sürekli salınıyor, öz türkçe felsefi kavram kullanımından –bulunç bunun en öne çıkan örneklerindendi- hemen sonra Osmanlıca sayılabilecek kavramlar gözü ve kulağı tırmalıyor -eşhaş kelimesi-. Metnin diliyle ilgili bir diğer sıkıntı ise Fransızca’nın uzun cümle kurmaya elverişli yapısını Türkçe’nin uzun cümle yapısına uyarlanmadan direkt olarak çevrilmesidir.
Orijinal metinde olan bir cümlenin de Türkçe’ye çevrilirken “unutulduğunu” hatırlatmamız gerekiyor. Hem cümle yapısı hem kelime seçimleri tutarsız ve Türkçe’ye uyumsuz olduğundan, aslında çok sade ve heyecan dolu bir metin yerini okuması oldukça zor bir metne bırakmış.
Öncelikle metinde sıklıkla geçen “ruh” ve “yürek” sözcüklerinin iyi anlaşılabilmesi, metnin hakkıyla okunabilmesi için gerekli. Kropotkin’in kullandığı ruh kavramı, felsefede sıklıkla kullanılan, Hegelci bir “ruh” değildir. Kropotkin’in “ruh” kavramı, Aydınlanmacıların “akıl” kavramına benzer ve onu aşar. Her şeyi anlamlandırabilen “akıl”, Kropotkin’de düşüncenin soluk ışığından kurtularak, taraf seçme özelliğini/zorunluluğunu da kendine katarak “ruh”a dönüşür. Yürek ise coğrafyamızda da hakim olan anlamıyla yani cesaret ve tutkuyla eşdeğer kullanılmıştır.
Metnin yazıldığı dönemde “sosyalizm” kavramı henüz Marksistler tarafından işgal edilmemişti. Devrimler tarihinde görülen, Kronştadt’ın insan onuruna sığmayacak şekilde bastırılması, Mahnovist Kara Ordu’nun Kızıl Ordu tarafından arkasından vurulması, İberya devriminde bütün dünya faşistlerinin desteklediği Franco karşısında SSCB’nin tutumu gibi olayların hiçbiri henüz yaşanmamıştı. O zamanlar sosyalizm, içindeki bütün hatlarıyla toplumcu mücadeleyi anlatmak için kullanılıyordu. Kropotkin de bu hatları kabaca otoriter ve özgürlükçü olarak ikiye ayırırsak, sosyalizmi “özgürlükçü sosyalizm”i anlatmak için kullanıyor. Özgürlükçü sosyalizm, bugün hâlâ özellikle Avrupa kıtasında anarşizm ile eş anlamlı kullanılıyor. Metindeki sosyalizm gördüğünüz her yerin üstünü çizip yerine anarşizm yazıp okuyabilirsiniz, herhangi bir anlam karmaşası olmayacaktır.
Metinde vurgusu yapılsa da önemli kavramlardan biri olan “adalet”i tekrar etmekte fayda var. Adalet, günümüzde sıkça kullanılan hatta partilerin isimlerinde yer alan “adalet”ten farklıdır. Kropotkin’in “adalet”i, yasal olanla alakalı değildir. Çoğu zaman yasallık, adaletin değil tam tersine adaletsizliğin temelini oluşturur. Buradaki adalet, yasal olan değil insanın doğasına uygun olarak meşru olandır. Metinden örneklendirirsek yasa aksini söylese de grev yapan işçilerin yanında durmak adalettir.
Bahsedeceğimiz en son kavram, Kropotkin’in en önemli eserlerinden biri olan Ekmeğin Fethi’nin merkezini oluşturacak kadar değerli olan “ekmek”. Ekmek kavramını anlamak için tıpkı sosyalizm kavramı gibi o dönemin koşullarına hakim olmak gerekir. İş sahibi ve sağlıklı bir işçi kanını ve kemiğini verdiği işinden kazandığı parayla –ki çoğu zaman bu para ya geç gelir ya da gelmez- ailesini doyuramıyor. Ekmek o yüzden temel gıda malzemesi olarak bu aileleri hayatta tutmaya yarayan besinleri. Temel anlamının yanında “ekmek” karnının doyması, barınabilmek, korkmadan ve gelecekten endişe etmeden yaşamayı sağlayacak nesnel koşullar bütünü için de kullanılıyor.
Gençliğe Çağrı
Kropotkin, Gençliğe Çağrı metnini 1880 yılında kaleme alır. Kropotkin’in çok da genç olmadığı bir yaştan bahsediyorsak da onun, çağrısında yaşlı bir kişinin kendinden gençlere nasihat edermişçesine konuşmadığını baştan söylemek gerekir. Aksine, metni okuyan herkesin anlayacağı üzere Kropotkin gençlere seslenirken kendisi de gençtir ve bir gencin yüreğinde taşıdığı heyecanla başlar sözlerine. Bunu, okuduğumuz her bir cümlede görebilir, hatta hissedebiliriz. Ancak “Gençliğe Çağrı” yalnızca bizlerde uyandırdığı hislerle de sınırlı kalmaz, aynı zamanda Kropotkin’in yaşadığı döneme dair gözlemleriyle bezenen ve yüzyılı aşkın süredir geçerliliğini koruyan teorik bir metindir; çağrıya kulak vermenin bir önemi de buradadır. İçinde bulunduğu yüzyılı sarsmış birçok teorinin bile çöktüğü günümüzde “Gençliğe Çağrı” tespitlerdeki tutarlılığıyla ve sorun edindiği şeye ürettiği çözümlerle karşımızda durmaktadır.
Bu Çağrı Neden Gençliğe?
1800’lerin dünyasında “çağrı”nın önemli bir yeri vardır. Halkın ezildikçe ezildiği, ezenlerin ise ezilenlerin sırtından geçindiği bir yüzyılın sonunda devrimci mücadele dünyanın dört bir yanında yükselir ve devrimciler bütün ezilenleri, özellikle de işçileri, ezenler karşısında örgütlenmeye çağırır.
Kropotkin’in kaleme aldığı çağrı ise kendi yüzyılı içinde bile farklı bir karakter taşımaktadır. Kropotkin tüm ezilenlerin sesinden yükselen çağrıyı o dönem ezilmişliğiyle göz önünde olmayan, farklı bir kategori olarak pek görülmeyen gençlere yapmıştır. Çağrının neden gençlere yapıldığı ise metnin girişinde kendisini açık eder: “On sekiz ya da yirmi yaşında olduğunuzu, öğreniminizi ya da çıraklığınızı tamamladığınızı ve hayata henüz başlayacağınızı farz ediyorum. Sizi bastırmak için uydurulan batıl inançlardan arınmış bir aklınızın olduğunu, şeytandan korkmadığınızı, rahiplerin ve devlet adamlarının yalanlarını, boş laflarını dikkate almadığınızı varsayıyorum… Daha bu yaşta ne pahasına olursa olsun sadece kendi sefasını düşünen ve çürümekte olan toplumun yitip giden ürünleri olan züppelerden biri olmadığınızı, tersine yüreğinizi tam da olması gereken yere koyduğunuzu varsayıyor; bu nedenle sizinle konuşuyorum.”
Bu kısımda yer alan bir ifade önemlidir: “hayata henüz başlamak.” Kropotkin’in çağrısı gençleredir çünkü gençler devletin, patronların, dinin yalanlarıyla henüz çürütülmemiştir. Ancak aynı zamanda genç hayatın öyle bir noktasında durmaktadır ki bu nokta bir yol ayrımı anlamına gelir; ya kendisinden önce çürüyenler gibi yalanların bir parçası olarak, kendi çıkarlarını korumak adına ahlaki olarak çürüyecek ya da ne olursa olsun yaşamı boyunca karşılaştığı bütün yol ayrımlarında şimdi yaptığı gibi “adaletli” olanı seçecektir.
Kropotkin, yine metnin girişinde, “…yaşlılar (yürekte ve ruhta yaşlılar elbette) kendilerine hiçbir şey söylemeyecek bu satırlarla boş yere gözlerini yormaksızın bu kitabı bir yana bıraksınlar.” dediğinde de kastettiği ayrım budur. Kropotkin’in çağrısı yol ayrımında çürümeyi seçmiş, seçtiği yolda yürürken umutsuzluğa kapılarak “böyle gelmiş böyle gider”cilere değildir; çünkü onlar adaletsizlikleri görmemek için kendilerini kandırdıkları yalanlarla bu çağrıya da bir kılıf bulur ve yaşamlarını sürdürürler. Ona göre bu sözlerin ancak, ruhta ve yürekte genç olanlar için bir anlamı olabilir.
Kropotkin’in Düşüncesinde Yol Ayrımı
Çağrı metninin dayandığı temel, Kropotkin’in birçok kitabında bahsettiği temel düşüncelerden ayrı değildir. Hatta onlarla bütünlüklü halde düşünülünce esas anlamı ortaya çıkar.
Kropotkin, insanlık tarihinin iki farklı eğilimle şekillendiğini düşünür: Özgürlükçülük ve otoriteryenlik. Bu eğilim, yalnızca şartları belirleyen iktidarlar tarafından değil, kendi şartlarını oluşturma etkisine sahip bireyler tarafından da belirlenir. Metinden hareketle, bir meslek özgürlükçü eğilimle de otoriter eğilimle de gerçekleştirilebilmektedir. Kişi, elinde bulunan bir aracı adaleti sağlamak için de kullanabilir, adaletsizliği yol açmak için de… Kropotkin çağrı boyunca iyi bir edebiyatçı gibi betimlediği 1880’in sokaklarında ve evlerinde bu iki eğilim arasında bir karara varmak üzere şu soruyla karşımıza çıkar: “Pekâlâ, ne yapacaksınız?”
Pekala, Ne Yapacaksınız?
Gençliğe çağrı, iki farklı yaşamın içinde doğmuş çocukların gençlik dönemlerine dair varsayımlarla yazılır. İlki kendi ilgilerine, yeteneklerine yoğunlaşabileceği bir öğrenim görmüş, burjuva bir anne-babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve bulunduğu yol ayrımında sistemde “kafa emeği”ni icra edecek gençler. İkincisiyse yaşamını sürdürebilme gayesi sebebiyle hiçbir zaman kendisinin ilgilerine ve yeteneklerine yoğunlaşamamış, çocukluğundan itibaren hep çalışmak zorunda kalmış, işçi anne-babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve bulunduğu yol ayrımında sistemde “kol emeği”ni icra edecek gençler. Kropotkin birbirinin zıt kutuplarında, birbirinden apayrı görünen iki yaşamı aynı soruda bir araya getirir.
Metin boyunca farklı sokaklarda, farklı üniformaların içinde, farklı uğraşlar arasında buluruz kendimizi. Kropotkin varsayımlar üzerine kurduğu örneklendirmeleri iyi bir betimlemeyle, dönemin toplumsal yapısına ve ruhuna ayna tutacak şekilde yazmıştır.
İlk varsayımı doktorlar üzerinedir. Diyelim ki doktorsunuz… “Günün birinde iş tulumlu bir adam, bir hastayı görmeniz için sizin yanınıza gelecek ve sizi -karşılıklı komşuların gelip geçenin başları üzerinden neredeyse el ele değebildikleri- o daracık sokaklardan birine götürecek. Işığı titrek bir lambayla aydınlanan boğucu bir ortama gireceksiniz. Oldukça pis haldeki iki, üç, dört, beş kat merdiven çıktıktan sonra hasta kadını, soğuk ve karanlık bir odada, kirli bir paçavranın kapladığı bir paletin üstünde uzanmış halde bulacaksınız. Soluk, morarmış çocuklar ince giysilerinin içinde titreyerek oturuyor, gözlerini dört açmış bakıyorlar. Kadının eşi, hayatı boyunca ne olursa olsun günde on iki on üç saat çalışmış, son üç aydırsa işsiz.”
Paragrafın devamında betimlenen ev karşımıza “Peki şimdi ne yapacaksın?” sorusuyla çıkar. Bu sorunun nedeni ise açıktır. Hasta kadının hastalık sebebi yaşadığı yoksul hayattır ve muhtemelen yapılacak herhangi bir teşhis, önerilecek herhangi bir ilaç, yazılacak herhangi bir reçete onu sağlığına asla kavuşturamaz. Onu hasta eden şartlar var olduğu sürece, hastalık da var olacaktır. Üstelik bu ev, bir doktor için gittiği birçok evden yalnızca birisidir. Yoksulların hastalıklarına şahit olduğu gibi zenginlerin de “milyonda bir görülen” hastalıklarına şahit olacak ve bu iki yaşam arasındaki adaletsizliği gözlerini bağlamadıysa fark edecektir.
Bir başka varsayım, hukukçular içindir. Diyelim ki hukukçusunuz: “İşte bir diğer olay… Günün birinde adamın biri Paris’te bir kasabın çevresinde dolanıp durmakta. Derken bifteği kaptığı gibi kaçmaya koyulur. Lakin adam yakalanır, sorgulanır. İşsiz biri olduğu ve ailesinin dört gündür yiyecek hiçbir şeyinin olmadığı öğrenilir. Kasaptan adamı bırakması ve şikâyetçi olmaması istenir; ne var ki kasap ille de adaletin tecellisini ister. İşsiz hakkında dava açılır ve işsiz 6 ay hapse mahkûm edilir. Ne yaparsınız ki şu kör Themis bunu böyle istiyor işte. Ve bilinciniz -benzeri mahkumiyetlere her gün karar verildiğini görerek- bu topluma ve bu yasaya karşı isyan etmeyecek, öyle mi?!”
Bu örnek Kropotkin’in bu bölümde verdiği üç örnekten biridir. Örneklerin her birinde genç hukukçuya yasanın adalet demek olmadığını göstermeye çalışır. Aksine devletin ve hukukun her zaman güçlü olanı koruduğunu, adaletsizlik demek olduğunu gözler önüne serer. Gerçekten de verdiği her bir örnekte yasanın suçlu ilan ettiği kimseler, ezilenler olur. Köylü ve toprak ağasının çatışmasında köylü, işçi ve patronun çatışmasında işçi, işsiz ve zengin çatışmasında işsiz olmuştur. Kropotkin’e göre bunlar bir tesadüf değildir elbette. Genç bir hukukçunun karşısındaki soru onun seçeceği yolu belirleyecektir: Peki şimdi ne yapacaksın?
Yasanın adalet demek olmadığını görürken, yasaları çiğnemek pahasına -bu mesleği edinirken söylediğin gibi- “adaletin” peşinden mi gideceksin? Yoksa adaletsiz olduğunu bildiğin halde herkes gibi yasalara uyarak ezilenlere “suçlu” olduklarını mı anlatacaksın?
Benzer şekilde mühendislere de seslenir Kropotkin. Bir demiryolu yapımını örnek verir, kendimizi bütün enerjimizle o yol çalışmasının içinde bir parça olarak buluruz. Ancak yol çalışması bittiğinde demiryolundan geçen araçların devletin silahlarını taşıdığını, savaş araçlarının geçmesi için yolu yaptığımızı görmüş oluruz.
Kropotkin’in varsayımda bulunduğu bu üç alan diğer alanlardan bir yönüyle farklı denebilir. Çünkü tıp ve hukuk, ezilenlerin yaşamında doğrudan yeri olan iki alandır. Mühendislik ise ezilenlerin yaşam alanlarını yok ederek ezenler için yaşam alanı var edebilmektedir. Buraların içine girildiğinde ezen ile ezilen arasındaki adaletsizliğin nasıl da sürüp gittiği gözler önündedir. Ancak sonraki iki varsayımında durum farklılaşır. Ezilenlerin yaşamına doğrudan teması olmayan iki alandaki gençlere seslenir Kropotkin. Bu alanlardan ilki bilim, ikincisi sanattır. İlk olarak genç bilim insanına seslenerek, ustaca bir benzetmeyle, ona ne için bu alanda çalışmayı seçtiğini sorar: “Gökbilimci, fizikçi ve kimyacı gibi kendimizi saf bilime verelim. Bunlar sadece gelecek nesiller için verimli işlerdir. Bu, doğanın gizemlerinin incelenmesinin ve düşünsel yeteneklerimizin kullanılmasının bize verecekleri -kuşkusuz çok büyük- bir haz olmayacak mı düpedüz?.. O zaman ben de yaşamını hoşça geçirmek gayesiyle bilimi kendine iş edinen bilgini, bir ayyaştan, o da doğrudan hazzı aramaktan başka bir şey yapmayan ve bunu şarap kadehinde bulan bir sarhoştan neyin ayırdığını soracağım size… Bilge, hazlarının kaynağını kuşkusuz daha iyi seçmiş, zira kaynağı ona daha yoğun ve uzun süreli hazlar sağlıyor, hepsi bu! Her ikisi de, bilge de ayyaş da, aynı bencil amacı, kişisel haz amacını güdüyorlar.”
Bu benzetme, Kropotkin’in alaycı tavrını da ortaya koyar. Metni okurken onun genç birisi için fazlaca acımasız bir üslubu olduğunu düşünürüz. Öyle ki bilimi uğraş edinmiş bir gençle ayyaşı aynı kefeye koyması bizi rahatsız edebilir. Burada Kropotkin’in bunu özellikle tercih ettiğini söylemek yerindedir. Acımasız şekilde alaya aldığı, hatta küçümsediği, sivri biçimde eleştirdiği şey bencillik ve iki yüzlülüktür. Ona göre adaletsizliği yaratanlar yalnızca kendi çıkarları ve hayatı peşinde koşanlardır. Onlar, gördükleri adaletsizlikleri görmemek için kendilerini safsatalarla kandıranlardır. Benzetmenin hemen ardından konuşmayı farklı yönde sürdürür: “Fakat hayır, istediğiniz bu bencil yaşam değil. Bilim için çalışmaktan insanlık için çalışmayı anlıyorsunuz.” der.
Bununla da kalmaz, Kropotkin’in düşüncesinde yalnızca kişinin “iyi” bir amaçla yola koyulmuş olması yetmemektedir. Aynı zamanda içinde bulunulan durumun da sorgulanması ve ondaki “kötü” yanların da ortaya konması gerekir. Kropotkin’e göre insanlığa hizmet etmek için bilimle uğraşmaya kalkışan her kimse, yalnızca kendisini kandırmakla yetinmiş olacaktır. Bilim insanının önünde sorular ardışık olarak sıralanır. Yüce bir istekle hizmet ettiğimiz “insanlık” nedir?
Kropotkin insanlığa hizmet için bilimle uğraşacak gençlere cevabı vermekte gecikmez. Bilim çevrelerinde pek kabul gören, meşhur “insanlık” dedikleri şey, gerçekte toplumun onda birinden başka bir şey değildir. Çünkü sistem öyle bir haldedir ki bilgiye ulaşmak, bilgi üretmek, bilgiyi işlemek yalnızca bir grup azınlığın eline kalmıştır. Üstelik bu azınlığın ürettiği hiçbir bilgi, ezilenlerin yaşamında daha fazla sömürü dışında bir anlam da taşımaz. Kropotkin bu bölümde çok fazla örnek verir ve dahası etrafına dikkatlice bakan herkes için örneklerin sınırsız olduğunu söyler. Bilginin herkes için erişilemez olduğunu görmemek için gözlerimizin bağlanmış olması gerekir.
“Peki öyleyse ne yapacaksın?” sorusu tekrar karşımıza çıkmış olur. Bilgi üretmemekte midir çözüm? Kropotkin yine cevabı vermekte hızlı davranır: “Şu anda söz konusu olan, bilimsel gerçekleri ve keşifleri üst üste yığıp biriktirmek değil artık. Önemli olan, bilim tarafından kazandırılmış gerçekleri yaymak, onları hayata geçirmek ve onlardan ortak bir alan oluşturmaktır her şeyden önce. Önemli olan, bunu herkesin, bütün insanlığın onları özümsemeye ve uygulamaya yetenekli hale geleceği biçimde yapmaktır, bilim artık bir lüks olmaktan çıkmalı ve herkesin yaşamının bir temeli haline gelmelidir. Adalet bunu böyle gerektiriyor.”
Bilim insanlarıyla benzer bir yerden ele aldığı “sanatçı” varsayımına geçelim. Diyelim ki sanatçısınız: Kropotkin sanatı ele alırken onda bulunan ruha dikkat çeker. Bu ruh, yaratıcı ruhtur ve özgürdür. Sanatçı ise bu özgür ve yaratıcı eylemi gerçekleştirmesi yönüyle ondaki özellikleri barındırır. Ancak sanat, bayağılaşmakta ve yozlaşmaktadır. Sadece kendisi değil, sanatçı da bu yozlaşmanın ve bayağılaşmanın kurbanı olur. Özgür olmayan bir toplumda, özgür olmayan bir sanatçının, sanatını özgürce gerçekleştirmesi de beklenemez. Kropotkin onlara da şöyle seslenir: “…Fakat yüreğiniz insanlığınkiyle beraber çarpıyorsa ve gerçek bir şair olarak yaşamı duymak için bir kulağınız varsa o zaman çevrenizde dalga dalga kabaran şu acılar okyanusunun karşısında … duracak ve güzelin, soylunun kısacası yaşamın gelecek uğruna, insanlık ve adalet uğruna mücadele edenlerin yani ezilenlerin yanında saf tutacaksınız!”
Düşüncede ve Eylemde Tutarlı Olmak
Kropotkin doktorlara, hukukçulara, mühendislere, bilim insanlarına, sanatçılara seslenirken her bir uğraş için farklı örneklerle karşılaşmış olsak da hepsinin birbiriyle kurduğu teması görmek, çağrıyı anlamak için faydalıdır. “Gençliğe Çağrı” daha çok toplumdan bireye doğru şekillenen, yönelen bir metindir. Toplumsal ilişki biçimleri, sistemler, adaletsizlikler, yozlaşma gözlemlenmiş ve bireyin tüm bunlar içinde nasıl bir konumda kendisini var edeceği tartışılıyordur. Ancak hem örneklerin birbiriyle temas kurduğu hem de Kropotkin’in dikkat çektiği bir nokta daha vardır: Düşüncede ve eylemde tutarlılık.
Kropotkin bu noktayı, bireyle alakalı bir mesele olarak karşımıza koyar. Dikkatle okunduğunda “Pekala, ne yapacaksın?” sorusu da yalnızca toplum içinde bireyin nasıl konumlanacağına dair bir soru olmaktan çıkar. “Birey olarak kendini nasıl tamamlayacaksın?” sorusuna yakınlaşır.
Kropotkin’in düşüncesinde birey bütünlüklü olmalıdır. Bu bütünlüğün sağlanması ise bireyin düşündüğü şekilde eylemesiyle mümkündür. Her bir örnekte Kropotkin gençlere adaletsizliğin açığa çıktığı yerleri işaret etmiştir, haliyle metni okuyan bir genç artık adaletsizlikleri fark eder durumdadır. Çünkü yaşanan bir durumu adaletsiz olarak nitelemek, onun adaletsiz olduğuna karar vermiş olmak, bu şekilde düşünmüş olmak demektir. Bu, bir tür lanetlenmedir denilebilir. Çünkü bireyin zihninde yer eden bu düşünce ona yönelik bir eylemde bulunmasını da gerektirir. Bu eylem hiç değilse, adaletsizliğin “kötü” olduğunu varsayan bir zihnin adaletsizlik yapmamasındadır, adaletli olmasındadır.
Bu tabi ki kolay değildir. Kropotkin’e göre safsatalarla kendisini kandırmış, kendi çıkarları peşinde koşan hiç kimse bu bütünlüğe erişememektedir. Ancak bu, aynı zamanda, herkesin istediğinde gerçekleştirebileceği bir bütünlüktür. Yalnızca istemek ve göze almak gerekir. Bu yolun kolay olmadığının, düşünce ve eylemde tutarlı olanların devlet tarafından nasıl da tehlike olarak görüldüğünün o da farkındadır. Bunu en iyi şekilde, öğretmen varsayımıyla anlatabiliriz: “Herkes için yaygın, geniş ve insanca eğitim isteyecek, ama bunun bugünkü koşullarda ne okulda ne okul dışında olanaksız olduğunu görerek burjuva toplumun bizzat temellerine saldıracak, bu temelleri eleştireceksiniz. O zaman bakanlık tarafından açığa alınmış olacağınızdan, okulu terk edecek ve gelip aramıza katılacaksınız; bizimle birlikte bilginin çekiciliğini, insanlığın olması gereken halini ve ne olabileceğini, yetişkin ama sizden daha az bilgili insanlara anlatacaksınız. Bugünkü düzenin eşit, dayanışma ve özgürlük yönünde eksiksiz dönüşümünde sosyalistlerle birlikte çalışmaya başlayacaksınız.”
Eylemin Düşünceyle Uyumlu Olduğu Bir İş
Kropotkin metnin bu kısmına kadar halen cevaplanmamış bir soru olduğunu bilir. Bu soru, çağrıya kulak vermekle beraber nasıl bir yol izleyeceğini bilmeyen kişinin sorusudur. Haklı da bir sorudur. Çünkü Kropotkin buraya kadar, bugüne dek görmediğimiz, görsek dahi üzerine kafa yormadığımız, kendimizi bir parçası olarak görmediğimiz “adaletsizlik”i açıkça ortaya koymakla yetinir. Bireyin düşüncede ve eylemde bütünlüklü olması bile karşılaşacağı zorluklarla beraber düşünüldüğünde bazılarımız için oldukça soyut kalabilir. Bu noktada Kropotkin lafı fazla uzatmaya niyeti olmadığını belirterek “eylemin düşünceyle uyumlu olduğu bir iş” önerir bizlere. Bu iş, tabi ki devrimci olmakla tamamlanabilir. Metnin devamında devrimci olmanın adaletsizlikler karşısında adaletin safını tutmak; iktidarın karşısına halk olarak dikilmek ve iktidarı yok etmek anlamına geldiğini görürüz.
Halkın Gençlerine
Kropotkin, “halk” üzerinde özellikle durur. “Bir avuç insansınız” diyerek göz korkutmaya, inanç kırmaya çalışanlara ve umutlarıyla yola çıkmış genç devrimcilere hatırlatır: “Bize, bir avuç olduğumuzu, hedeflediğimiz bu devasa amaca ulaşmak için haddinden fazla zayıf olduğumuzu söylemek için gelmeyin. Bizi, adaletsizlikler yüzünden acı çekenleri bir sayalım bakalım kaç kişiyiz… Başkaları için çalışan ve has buğdayı efendilere bırakmak için yulaf ekmeği yiyip yulaf çorbası içen biz köylüler milyonlarca canız; halk denen olguyu tek başımıza oluşturacak kadar kalabalığız. Yırtık pırtık kıyafet giyinmek için ipekli kumaşları ve yumuşacık kadifeleri dokuyan biz işçiler de çok kalabalığız, fabrika düdükleri kısa bir mola yapmamıza izin verdiklerinde uğuldayan bir deniz misali meydanları ve sokakları sel gibi istila edip dolduruyoruz. Sopa zoruyla güdülen biz askerlere; subaylarının göğüslerini nişanlarla süslemek, omuzlarına bir iki yıldız, bir iki apolet daha eklemek için mermilere hedef olan bizlere, bugüne kadar hep kardeşlerine kıymış olan biz şu zavallı aptallara da bize emreden birkaç omzu kalabalığın bet benizlerinin attığını görmek için onlardan yüzümüzü çevirmemiz, silahlarımızı da onlara çevirmemiz yetecektir. Acı çeken ve hakaret edilen bizler, hepimiz, çok büyük bir topluluğuz. Her şeyi yutacak, sularına gömecek bir iradeye sahip olduğumuz andan itibaren adaletin gerçekleşmesi için kısa bir zaman yeter bize.”
Ve son bölümde halkın gençlerine seslenir. Halkın gençleri, “Gençliğe Çağrı”da seslenilen iki genç grubundan biridir. Kropotkin, diğer bölümün aksine bu bölümü çok uzatmaya gerek görmediğini belirtir. Çünkü halkın gençlerine -halkın gençleri, hayatı boyunca çalışmak zorunda kalmış ezilenlerdir- adaletsizlikleri göstermeye ihtiyaç yoktur. Onlar ki bu adaletsizlikler içinde çocukluğunu geçirmiş ve adaletsizliği yaşamışlardır. Çalıştığı işte, oynadığı oyunda, giydiği elbiselerde, insanlarla kurduğu ilişkilerde… Adaletsizliğin ne olduğunu iyi bilirler. Kropotkin onlara yalnız bir şey için seslenmek ister: Cesaret! Halkın gençlerinin ihtiyacı olan, ailesinin ve kendisinin katlanmak zorunda olduğu yoksulluk ve sömürü sisteminden kurtulmak için cesaret etmesidir. Bu cesaret ise ancak kendisi gibi milyonlarca ezilenin olduğunu görmekle mümkündür.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kropotkin ve Gençliğe Çağrısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (6) : Pratikte Anarşist Ekonomi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi’nin Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizisinin bu sayıdaki yazısını, yine anarşist ekonomi üzerine yakın zamanda yapılan bir derleme kitap çalışmasından aldık. “Özgürlüğün Birikimi-Anarşist Ekonomi” adıyla AK Yayınları’ndan 2012 yılında çıkan bu kitap, küresel kapitalizmin derinleşen krizinin analizi ile yetinmeyip, anarşizmin tarihini ve günümüzdeki pratiklerini de göz önüne alıyor ve kapsamlı anarşist ekonomik bir vizyon oluşturuyor. Kitap aynı zamanda, anarşist geleneğe uygun olarak, ekonomi teorisyenlerini, farklı uzmanlıkları olan yazarlarla, tarihçilerle ve eylemcilerle buluşturuyor. Özellikle ekonomi deneyimleri barındıran bölümden çevirdiğimiz Uri Gordon’un yazısının, Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizimizle benzer kaygıları taşıyor oluşu bu sayıda yer vermemizin temel nedenleri arasında. Kitapla ilgili devam etmekte olan başka bir çalışmamızı, yakın bir zamanda sizlerle paylaşmayı hedefliyoruz.
Kapitalizmi eleştirmek, açıkça anarşist bakış açısıyla bile olsa yeterli olamaz. Sadece özgür ve eşit ekonomik düzenlemelerin modellerini kurmak da, ne kadar ilham verici ve gerçekçi olsa da yeterli olamaz. Bunlara ek olarak, anarşist ekonomi tartışması buradan oraya gitmenin yollarına bir bakışı da içermelidir. Diğer bir deyişle, anarşist ekonomiyi günümüzdeki pratikler açısından incelemek ve bunların daha genel bir devrimci anarşist strateji bağlamındaki rollerini değerlendirmek gerekir.
Bu bölümde anarşistlerin ve sempatizanlarının bugün uyguladıkları mevcut ekonomik pratikleri tarayıp değerlendirerek böyle bir tartışmayı başlatmaya çalışıyorum. Anarşistler, geleneksel, kar-odaklı kapitalist ekonomiden ayrılan ekonomik pratikleri faaliyete geçirmek için nasıl örgütleniyorlar? Toplumsal mücadelenin güncel durumunda anarşist ekonomilerin karşısına çıkan zorluklar ve fırsatlar nelerdir? Ve toplumun devrimci dönüşümüne ve kapitalizm yerine hiyerarşik olmayan, yabancılaşmamış üretim ve paylaşım biçimlerinin konmasına ne derece anlamlı bir katkı sunuyorlar?
Ardından, kapitalizme direnmenin bir biçimi olarak anlamlı olan, anarşistlerin günlük işlerin örgütlenmesinde sergiledikleri çeşitli ekonomik pratikleri incelemeye başlıyorum. Daha sonra bu pratikleri devrimci anarşist düşünce içindeki birkaç önemli güncel kavram çerçevesine yerleştirmeye çalışacağım: doğrudan eylem, faaliyetle propaganda ve yıkıcı politika. Kuşkusuz çoğu anarşist geleneksel ekonomiye de katılır—ücretli çalışır, satın alır, hizmet ücreti öder. Fakat burada bizi ilgilendiren şey anarşistlerin bu yaygın üretim, tüketim ve değişim biçimlerine karşı giriştikleri pratiklerdir.
Anarşistlerin uyguladıkları çeşitli ekonomik pratiklerin bir taramasına dönmeden önce seçilen örneklerin geniş yelpazesine dikkat çekmek gerekir. Bazı okurlar buradaki bazı örneklerin aslında anarşist olmadıklarını öne sürerek dahil edilmesine itiraz edebilirler. Örneğin alternatif para birimleri sembolik değişim aracı olduğu için ve işçi kooperatifleri ücret ödendiği için, anarko-komünistler tarafından eleştirilecektir. Bu yüzden bahsedilenler kapitalizmin içinde birer ada olmakla kalmayıp, ücretlerin olmadığı ve ürünlerin değişimle değil ihtiyaca göre paylaşıldığı, bir anarşist-komünist toplum öngörüsü olmak için de yeterli değildir. Benzer şekilde, uygarlığın primitivist eleştirisini kuvvetle savunan anarşistler burada verilen çoğu örneğe, evcilleşme ve akılcılık temelinde devam ettikleri için kesinlikle itiraz edecektir.
Bunlar kesinlikle temelli itirazlardır. Yine de yelpazeyi olabildiğince geniş tutmayı seçtim, çünkü en azından anarşizmle yeni tanışan ve iç tartışmalarına aşina olmayan okurlar bu alandaki pratiklerin tüm çeşitlerinin tanıtılmasını ve kararın kendilerine bırakılmasını hak ederler. Fakat daha genel olarak pratikteki anarşist ekonomi tartışmasının tamamının mükemmelliğe uzak ve deneyselliğe yakın bir mercek altında gerçekleşmek zorunda olduğunu vurgulamak isterim. Bu, Terry Leahy’nin tasfiyeci ve karma stratejiler arasında yaptığı ayırımdır, yani anarşist idealleri tümüyle içeren stratejiler ve bazı yönlerden kapitalizme dayanmaya devam edenler arasındaki ayırım.[1] Karma stratejiler her zaman toplumsal direnişin anarşist repertuarının bir parçası olmuşlardır. Ama önemli olan karma stratejilerin, arzulanan toplumsal değişimin amacını (yani kapitalist sistemin bir reformunu) zaten içeren bir strateji olarak mı, yoksa kapitalist toplumsal ilişkilerin her yere nüfuz etmiş olması karşısında zorunlu ama geçici bir ödün, daha kapsamlı toplumsal değişime doğru bir sıçrama tahtası olarak mı görüldüğüdür. Leahy’nin savunduğu gibi,
Karma stratejiler bir ölçüde kapitalizmle ortakyaşar. Kapitalizmin bazı aşırılıklarını iyileştirdiği için kapitalist sınıfın işine yarıyor gibi görülebilir. Fakat aynı zamanda bir sistem olarak kapitalizmin kültürüne ve ekonomisine karşıttırlar. Yeterli zaman ve yaygınlık sağlandığında kapitalizm yerine tamamen farklı bir şey getirirler… Anarşist ütopyanın sunduklarının en iyisinden başka bir şey istemeyenler için yapılacak şey, seyyar olmak ve karma fırsatları çıktıkça yakalamak ve tükendiklerinde tekrar yola devam etmektir.[2]
Aşağıdaki örnekleri bu kapsayıcı ve deneysel ruhla sunuyorum. Yer sınırlı olduğu için tartışma yüzeysel kalsa da, bu sergileme boyunca ilgili kaynaklara referans verdim ve okuyucuyu daha fazla bilgi ve analiz için buralara yönlendiriyorum.
Anarşist Ekonomik Pratiğin Çeşitleri
Çekilme
Belki de bir pratikten ziyade bir “pratik etmeme” olarak daha iyi tanımlanabilecek olan, “çekilme” terimi anarşistlerin çeşitli şekillerde kapitalist ekonominin merkezi kurumlarına —öncelikle de ücret sistemine ve satılan malların tüketimine— katılmaktan imtina etmesini belirtir. Böyle bir stratejinin amacı, kapitalizmin girdileri olan insan emeği ve kültürel meşruiyeti azaltmak ve enerjisini bitirerek kapitalizmi zayıflatmaktır. Kuşkusuz kapitalizm ilişkilerin yaygınlığı yüzünden çekilme seçenekleri en iyi halde bile kısmi kalıyor. Çoğumuz hayatta kalmak ve başka bir şekilde elde edilemeyen ihtiyaçları satın almak için başka birine çalışmak zorundayız. Yine de kapitalizme katılımı önemli ölçüde azaltılabileceği ya da kapitalizmin farklı nitelikteki boşluklarını bulmanın yolları vardır. Anarşistler tam zamanlı iş aramak ve hayat boyu bir kariyer peşinde olmaktansa yarı zamanlı ya da gezici işleri tercih edebilirler. Belki de zorunlu olarak ve yabancılaşmış üretimde çalışmanın kaldırılması yolunda, temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar kazanırlar ama çok gerekli olmadıkça ücretli işlere fazla zaman ayırmazlar.[3] Barınma konusunda, bir yaşam alanını kiralamak yerine işgal etmek de kapitalizme katılmaktan imtina etmektir. Gerçi bu seçenek çoğu ülkede daha kısa sürdürülebilir çünkü neredeyse kesin olarak boşaltma ile son bulur. Anarşistler ayrıca dayanıklı malları tekrar kullanarak ve geri dönüşüme sokarak, yiyecekleri marketten satın almak yerine atıkları değerlendirerek ya da kendi yetiştirerek metaların parayla dolaşımını azaltabilirler.[4] Böyle pratikler tek başlarına hiçbir zaman kapitalizmi yok edemezler çünkü son tahlilde kişisel yaşam şekli seviyesinde kalırlar ve kapitalizmin boşluklarında var olmak ve artıklarını tüketmek için onu varlığının devam etmesine bağlıdırlar. Yine de çekilme stratejileri, kapitalizmden ayrı bir alan yaratmanın yanı sıra mutluluğun yolunu işyerine ve tüketime adanmak olarak gösteren kapitalizm ideolojilerin reddini ifade ettikleri için diğer pratiklerle iyi bir bütün oluştururlar.
Anarşist sendikalar
Çoğumuz ücretli emekten kaçamıyoruz ama haklarımızı korumak ve kapitalist işyerindeki koşulların iyileştirilmesi için mücadele etmek için anarşist bir sendikaya katılmak yaralı olur. Bugün en büyük anarşist sendikalar İspanya’da (CNT, CGT) ve Fransa’dadır (CNT-AIT). İngilizce konuşulan ülkelerdekilerin en önemlisi Dünyanın Endüstri İşçileri (IWW) dir. 2000 üyesinin çoğu ABD’dedir ama Kanada, İngiltere ve Avustralya’da üyeleri vardır.[5] Yüzyıl önceki şatafatlı günlerine kıyasla çok küçülmüş olsa da IWW —çoğunlukla matbaa, geri-dönüşüm, perakende ve sosyal hizmetler sektörlerindeki— birçok küçük ve orta ölçekli firmada çok aktiftir. Son on yılda, New York şehrindeki göçmen antrepo işçilerini örgütlemenin yanı sıra örgütlü Starbucks kahve zincirinde çalışan baristaların mücadelesi ile öne çıktı. Anarşist sendikalar üyelerinin gözünde sadece kapitalist sistemde işçilerin adına mücadele eden örgütler değil, daha çok, sistemi ortadan kaldırmayı amaçlayan radikal toplumsal hareketin parçasıdır. IWW’nin anayasasının girişinde belirttiği gibi, işçi sınıfı ve işveren sınıfı arasındaki mücadele “dünyanın tüm işçileri sınıf olarak örgütlenip üretim araçlarını alıp ücret sistemini kaldırarak dünya ile uyumlu yaşayana dek sürmelidir.”[6] Bu anarko-sendikalizmin stratejisidir.[7] Bütün sektörlerde işçilerin çoğunluğunun militan işyeri örgütlerine katılmaları, örgütlü güçleriyle kapitalizmi zayıflatıp genel grev yapmaları. Bu noktada işçiler üretimi sadece daha iyi şartlarla pazarlık etmek için durdurmayacaklar, aynı işçi sendikalarının ekonomiyi komünlerle birlikte demokratik planlama ile çalıştıracakları, anarşist bir toplum kurmak için fabrikaları ve arazileri işgal edecektir.
Uri Gordon:
Loughborough Üniversitesi’nde Politik Teori konusunda öğretim üyesidir ve anarşist hareketin güncel tartışmaları üzerine araştırmaları vardır. “Anarşi Yaşıyor! Pratikten teoriye Anti-otoriter politika” (Pluto yayınları, 2007) kitabının yazarı ve “Duvara Karşı Anarşistler: Doğrudan Eylem ve Filistin Halk Mücadelesiyle Dayanışma” (AK, 2013) nın editörlerindendir. İngiltere ve İsrail başta olmak üzere Avrupa’daki birçok mücadeleye aktif katılmıştır.
İşyeri ve üniversite işgalleri
Eylemin “üretim noktasında” gerçekleştirilmesi açısından sendikalizmle ilişkili başka bir taktik de işyeri işgalidir. Bu tip eylemlerde, işçiler —işten atılmalara direniş aracı olarak, grev sırasında grev kırıcıların işe alınmasını engellemek için, daha yaygın ekonomik kriz ve toplumsal ayaklanma koşullarında üretimi kendi eline alıp yönetmek için—kendilerini fabrikaya kapatırlar. Geçen yüzyıl boyunca işyeri işgaller dalga dalga gerçekleşti. En önemlileri İtalya’da 1920 “sıcak yazı”,[8] Fransa’da 1968 Mayıs olayları,[9] ve 2002 Arjantin ayaklanmasıdır.[10] Yakın zamanda, son finansal krizin ardından gelen işten çıkarmalar ve fabrika kapatmalarına tepki olarak —İngiltere’de ve Kuzey İrlanda’da Visteon otomobil fabrikaları (önceden Ford) Kanada’da yedek parça üreticisi Aradco, ve Şikago’da Republic Pencere ve Kapı fabrikası dahil olmak üzere— daha şimdiden birkaç fabrika işgali oldu. Bu işgaller sonunda yönetimle anlaşarak işçilere daha iyi tazminatlar sağlasa da, aynı zamanda dayanışmanın güçlü bir örneğini gösterdiler ve işçilerin militanlığının yükseldiğine ve bunun genişlemesinin mümkün olduğuna işaret etti.
İşyeri işgalinin mantığını “bilgi fabrikasına” genişleterek,[11] üniversite işgalleri de yüksek öğretimin şirketler tarafından işgaline karşı direnmeleri ve öz-yönetim uygulamaları ile birer anarşist ekonomik pratiği olarak görülebilir. Üniversite işgalleri, Fransa 1968 Mayısı ve 2008 kışındaki Yunan isyanlarında olduğu gibi geniş çaplı protesto dönemlerinin özelliklerindendir. 2008’de New York şehrindeki New School, yöneticisinin yeniden yapılanma politikalarını protesto etmek için işgal edildi ve İngiltere’de otuzu aşkın üniversite, İsrail ordusunun Gazze saldırısını protesto etmek için işgal edildi. En son, İngiliz öğrenciler harçlardaki artış ve eğitim bütçesindeki kesintilere tepki olarak ülke çapında işgaller gerçekleştirdiler.
Kooperatifler ve komünler
Kooperatifler üretim, tüketim ya da barınma için kurulabilen, demokratik olarak çalıştırılabilen birliklerdir. Bu şekilde işçilerin kooperatifleri, işçilerin sahip olduğu ve yönettiği işletmelerdir. Üretim, harcama ve ücret hakkındaki kararları yöneticilerin otoriter olarak verdiği ve işçilere zorla kabul ettirildiği, normal özel firmalardan farklı olarak kooperatiflerde bu kararlar demokratik olarak, her bir işçinin eşit söz hakkı olan toplantılarda alınır. Tüketici kooperatifi ise düzenli olarak toptan mal almak (çoğunlukla gıda) ve düşük fiyatla üyelerine dağıtmak için bir araya gelen bir grup insandır. Barınma kooperatifleri genellikle üyelerinin odalarda kaldığı ve komünal kaynaklarını paylaştıkları bir binaya sahiptir. Kooperatifler genellikle İngiltere’deki ilk tüketici kooperatiflerinden Rochdale Eşitlikçi Öncüler Cemiyeti’nin 1944’te kabul ettiği yedi “Rochdale Prensibi”ne benzer prensiplere bağlı kalırlar. Güncel örneklerinden birinde şöyledir: Açık ve gönüllü üyelik; üyeler arasında eşit kontrol; faiz ya da temettü olarak sınırlı yatırım getirisi; karın üyeler arasında adaletli dağılımı; ticari amaçlara ek olarak eğitim ve toplumsal amaçlar; diğer kooperatiflerle işbirliği ve toplumsallık.[13] Komünler, üç tipteki kooperatifleri tek düzende birleştiren, amaca yönelik topluluklar olarak görülebilir. Üyeler tek bir evde ya da köydeki ayrı hanelerde birlikte yaşarlar, üretken kaynakları (tarım arazisi ve atölyelerin yanı sıra kolektif işletilen hizmet ya da turistik birimleri) ortaklaşa sahiplenirler ve tüketimlerini kolektif olarak yönetirler. Komünler belki de anarşist ekonominin en iddialı çeşididir çünkü anarşist ekonominin özel bir eylem olarak değil geniş çapta, günlük hayatın her alanında uygulanabileceği ortamlardır.
Yerel para birimleri
Katılanların kar etmeden ya da standart ulusal para birimini kullanmadan mal ve hizmet değişimi yapabileceği gönüllü, öz-yönetimli ağlar, son iki onyılda dünya çapında hızla çoğaldılar. Otuz iki ülkeden böyle 152 sistem, Bütünleyici Para Birimi Bilgi Merkezi’ne kayıtlı gözüküyor ve bunların toplamda yaklaşık 338.000 üyesi ve yıllık 56 milyon doları aşan işlem hacmi bulunuyor.[14] Bu sistemler, yasal ulusal para yerine bağımsız değişim aracı olarak yerel para birimi ve kredilerin değişik biçimlerini kullanırlar. Bu krediler, kupon ya da notlar ulusal paraya denk olabilirler ya da çalışma saati gibi farklı bir standarda dayalı olabilirler. İngilizce konuşulan ülkelerde en yaygın çeşidi Yerel Takas Ticaret Sistemi’dir (LETS). Bir LETS üyelerine her yıl, her birinin becerilerini, sundukları hizmetleri ve iletişim bilgilerini bildirdiği bir rehber gönderir. Her yeni üye, normalde bir saat çalışmaya karşılık gelen “kredi”lerden bir miktar alır ve diğer üyelerden hizmet alarak bunları harcayabilir ya da hizmet vererek kazanabilir. Yerel para birimleri, yerel üretimin tüketimini teşvik eder ve zenginliğin büyük şirketler tarafından kaçırılması yerine topluluk içinde dolaşmasını sağlar. Yaratılan değişim ağı aynı zamanda topluluktaki dayanışmayı ve karşılıklı yardımlaşmayı artırmaya yarayabilir. Böyle sistemler genelde açıkça anti-kapitalist değildir ve standart ekonomin tamamen yerini almaktan ziyade tamamlayıcı olarak tanıtılırlar, ama anarşistler bir karma strateji olarak böyle sistemleri başlatıp katılırlar.
Bomba Değil Gıda
ABD’de yaygın olarak düzenlenen Bomba Değil Gıda etkinliklerinde, anarşistler besleyici vegan yemekler pişirip kamusal alanlarda parasız dağıtırlar. İlk BDG grubu, 1980’de Cambridge, Massachusetts’te nükleer ve diğer silahlara karşı kampanyaya eşlik etmek için kuruldu. Bu pratik hızla yaygınlaştı ve bugün dünyada faal 400’den fazla gruba ulaştı. BDG etkinlikleri açıkça yardımseverlikten ziyade bir protesto eylemi olarak sunulur. BDG, bir yandan ödeme gücünden bağımsız temel insan hakkı olarak gıda fikrini desteklerken, diğer yandan toplumsal ihtiyaçlar yerine ordu ve silah endüstrisine akıtılan devasa yatırımlara karşı toplumsal muhalefet yaratır. Hareketin elkitabına göre, “Bombaları durdurmaya en çok katkı sağlayan şey bizim ölüm kültürünün ekonomik ve politik yapılarından çekilmemizdir. Bireyler olarak çoğumuz savaş-vergisi direnişine katıldık; örgütlü olarak, yaygın ekonomik paradigmanın dışında çalışıyoruz. Kar için çalışmıyoruz; aslında dağıttığımız gıdanın değeriyle karşılaştırıldığında çok az parayla faaliyet gösteriyoruz.” Tümüyle şiddetsiz doğasına rağmen BDG etkinlikleri çoğu zaman, çoğu yerel yönetimin yoksullara ve evsizlere karşı düşmanlığını yansıtan, engellemelere ve gözaltılara maruz kalır. BDG grupları düzenli etkinliklere ek olarak aktivist toplaşmaları ve protesto kampları için de yiyecek sağlarlar ve San Francisco depremi ve Katrina Kasırgası gibi büyük afet bölgelerine ilk gidenlerden olmuşlar ve felaketzedelere yemek sağlamışlardır. Bu ağ aynı zamanda, aktivist gruplarda oybirliği ile karar-alma pratiğinin yaygınlaşmasına büyük katkılar sunmuştur.
Bedava dükkanlar ve “gerçekten, gerçekten bedava pazarlar”
Bunlar giysi, kitap, alet ve ev gereçleri gibi malların —yanı sıra bisiklet tamirinden tarot falına kadar servislerin— para kullanmadan alınıp verilebildiği geçici ya da sabit mekanlardır. Bedava dükkanlar genelde işgal edilmiş mekanlarda ve kültür merkezlerinde sabit bir yerde kurulurken, “gerçekten, gerçekten bedava pazarlar” genelde her ayın son haftasonu yapılan düzenli etkinliklerdir. Bu iki inisiyatif de —Bomba Değil Gıda gibi— bir hediye ekonomisini ortaya koyar ve yayarlar. Hediye ekonomisi, antropolojide kabile ve geleneksel toplumlar bağlamında geniş olarak araştırılmıştır, ama herhangi bir aile ya da arkadaşlık ağı içerisinde de kolayca görülebilir.[16] Hediye ekonomilerinde bireyler diğerlerine bedava mal ve hizmet verirler ve karşılığında anında hiçbir şey almazlar. Fakat davranışlarında hediye verme pratiğini sürdürürken yaygın karşılıklılık kültürünün bir parçası olarak onlar da hediye alacaklarını bilirler. Bir anarşist pratik olarak hediye ekonomisi, tümüyle farklı bir değişim kültürünü başlatarak kapitalizme en uzak yerde duruyor ve onun yapılarına katılımı en aza indiriyor.
Kendin-Yap kültürüyle üretim
Anarşizmin, Dada ve soyut dışavurumculuktan beat şiiri ve bilim-kurguya kadar, sanatsal ve karşıt-kültür hareketler ile ilişkili uzun bir tarihi vardır. Daha yakın zamanlarda, anarşistlerin görsel sanatlar, tiyatro ve müzik alanlarında öne çıkan bir etkisi, kültür üretiminde kendin-yap ruhunun yükselmesi olmuştur. Bu yaklaşımda, sanat ve kültür üretimi, halka ait ve profesyonel olmayan, şirket çıkarlarından ve kapitalist kültür endüstrisinin baskılarından bağımsız bir etkinliktir. Ekonomik bir pratik olarak KY etiği, kültürel üretimde ulaşılabilirlik, kamu, özerklik ve kendine-yeterlik gibi anarşist değerleri sergiler. Politik pratik olarak çoğu zaman anarşist mesajlar ve toplumsal eleştiriye eşlik eder ve güncel anarşist aktivizmin yükselişinde başlıca ilham kaynaklarından biri olmuştur.[18] Bu yaklaşımın geliştirildiği belki de en önemli alan punk hareketiydi. Çoğu punk grubu kendi müziklerini kendi kaydedip bağımsız etiketle üreterek yola çıkar, gösterilerini ticari yerler yerine evler ve garajlarda yaparlar. KY kültürü, punk hayranları arasında albüm ve konser yorumları yanı sıra şiir, çizgi roman, makale ve tarifler içeren, fotokopi ve kolajla oluşturulan resimler, elle çiziktirilmiş ve baskı harflerin karışımı ile üretilen amatör fan dergi (fanzin ya da zin olarak bilinir) akımını yarattı. Punk müzikten bağımsız olarak KY etiği, kamusal alanlarda gösteri yapan sokak tiyatrosu topluluklarının çalışmalarında, işgal mekanlarında sergi açan anarşist sanat kolektiflerinde ve internette ortaklaşa web tasarımı yapılan projelerde açıkça görülür.
Elektronik Kolektifler
Kendi başına bir anarşist inisiyatif olmasa da, yorumcuların dikkati çektiği üzere, internetin özgürlükçü ve komüniter özellikleri vardır: “hiyerarşik olmayan bir yapı, düşük işlem giderleri, küresel arama, ölçeklenebilirlik, hızlı cevap süresi ve müdahale-atlatmaya yarayan (dolayısıyla sansürü engelleyen) alternatif bağlantılar.”[20] Madalyonun diğer bir yüzü (e-tüketimcilik, gözetleme ve sosyal yalıtım) olsa da, internetin merkezsizleşmiş yapısı “kolektife dayalı, denklerle ortak üretim” ve “gruba genelleştirilmiş değişim”e dayalı özgür bilgi ekonomisine önayak olmuştur.[21] GNU/Linux işletim sistemi ve Wikipedia projelerine katkıda bulunanlar parasal karşılık almadan bilgiyi üretip dönüştürürler. Motivasyonları “hacker etiği” ile ifade edilen itibar ve yaptığı işten aldığı keyiftir.[22] Birçok anarşist elektronik kolektifin gelişmesinde aktif katılımcıdır ve Avrupa’da ayrıca gelişmiş bir HackLab —toplama bilgisayarlar ile bedava internet erişimi ve programlama eğitimi sağlayan kamusal alanlar— ağı vardır.
Anarşist Ekonomi ve Devrimci Strateji
Günümüzde uygulandığı şekliyle anarşist ekonominin somut örneklerine baktığımıza göre, tartışmanın ikinci aşamasına geçebiliriz: Böyle örnekler daha geniş devrimci anarşist hedeflere nasıl bağlanabilir ve bu bağlamda karşılaşılabilecek fırsatlar ve zorluklar nelerdir? Bu soruları netleştirmek için bu pratikleri yorumlayabileceğimiz üç farklı stratejik bakış açısı önermek istiyorum: yapıcı doğrudan eylem, faaliyetle propaganda ve yıkıcı politika.
Anarşist politikanın ana unsurlarından doğrudan eylem ruhu çoğu zaman sadece yıkıcı ve önleyici biçimiyle tanınır. Örneğin eski bir ormanın kesilip tarla yapılmasına karşı çıkan anarşistler kendilerini ağaçlara zincirleyip buldozerleri engelleyerek ya da çalışmalarına sabotaj yaparak doğrudan eylemde bulunurlar. Bu anlamda doğrudan eylem çoğu zaman, imza toplayan politikacılar ya da mahkemeler aracılığıyla hukuki engelleme oluşturmak —adaletsizliği düzeltmeleri için anarşistlerin karşı çıktığı kurumlara başvurarak sembolik meşruiyeti aynı kurumlara genişleten bir “talep politikası”—gibi başka eylem yollarına karşı yapılır. Yine de doğrudan eylemin, anarşist ekonominin şimdiki zamanda yapılan pratiğinde görülen, yaratıcı ve yapıcı bir yönü de vardır. Yapıcı doğrudan eylem demek, farklı toplumsal ilişkilere dayalı bir dünya arayışında olan anarşistlerin bu dünyayı kendilerinin inşa etmesi demektir. Bu bağlamda, toplumsal değişimin başarılı olması için mevcut kurumlara saldırmanın yanı sıra (yerine değil) kapitalizmin, devletin, ataerkilliğin vb. yerine gelecek örgütlenme biçimlerini hazırlayıp geliştirmek gerekir. Bu yüzden, bugün anarşistlerin uyguladığı kooperatifler, Kendin-Yap kültürü ve hediye ekonomileri kapitalizmin yerine geçecek gerçekliklerin alt yapısı olarak görülebilir. Tanıdık Wobbly sloganını kullanırsak, “yeni toplumun yapısını eskisinin kabuğunda oluşturulması.”[23]
Bu bağlamda, anarşist ekonomik pratiklerin sonuçta kapitalizmin dışında değil içinde işlediği anlayışı önemlidir. Yukarıdaki taramada görüldüğü gibi, anarşist ekonomi pratik biçimlerinin çoğu hiçbir şekilde kapitalist ekonomiden tamamen kopmuş değildir. Aslında çoğu, kapitalizmin içinde olsa da farklı bir iç mantık ile işleyen ve insanlar arasında alternatif toplumsal ilişkileri yayıp çoğaltarak egemen sistemi sürekli içeriden çökertmeye çalışan adalar olarak görülebilir. Oyunun adı bulaşmadır, ama kapitalizme bulaşma girişimi, aynı zamanda karşılığında bulaşılma, dahil olma süreci, ya da Situasyonist terimi kullanmak gerekirse geri-entegrasyon tehlikesini taşır. Anarşist ekonomik pratikler, projenin finansal sürdürülebilirliği zamanla politik öneminden daha öncelikli hale geldiği ve sadece başka bir tür işletme olduğu durumu engelleyebilir mi? Bu cevaplaması kolay bir soru değil. Ama Andy Robinson’un yorumunda dediği gibi, anarşist kalmak için, anarşist işletme bir araç olarak çalışır, sistemden dışarı doğru bir akışın aracı olarak, hiçbir zaman kendinde bir amaç olarak değil. Bir anlamda sistemin içinde çalışıyor, egemen biçimleri ve araçları kullanıyor olabilir; ama niyet ve arzu seviyesinde dışarıda kalmalıdır ve hiçbir zaman bu biçimlere ve araçlara indirgenememelidir. Bunlar her zaman, bir amaç için kullanılıp amaca hizmet etmediğinde atılacak stratejik tercihler saymalıdır. Şüphesiz, geri-entegrasyon tehlikesinin gergin ipi, onu böyle ifade ederek yok olmaz… Ama bu riski az çok yaratıcı yollarla, dışarıya olan isyankar arzuyu sürdürmek konusunda az çok etkili yollarla aşmak mümkündür.[24]
Geri-entegrasyon konusundaki yapılan bu yorumlar, iki yoruma daha yol açıyor. İlk olarak; anarşist ekonomik pratikler, stratejik boyutunun yanı sıra anarşistler arasındaki daha geniş, “öncü politikaya” etik bağlı olmalıdır—yani kullanılan araçların kendileri, anarşist toplumsal geleceğin embriyo halindeki temsilleri olmalıdır. Böylelikle anarşist değerler günlük eylem ve pratikte ifade bulurlar ve eşitlikçi toplumsal ilişkilerin sadece “devrimden sonra” geçerli olmasını beklemek yerine hareketin kendi evinde gerçekleştirilmesi vurgulanır.[25] İkinci olarak; yapıcı doğrudan eylem içinde, stratejik ve etik boyutlarından çok ayrı, bireyci anarşist bir motivasyonun işbaşında olduğu görülebilir. Bireyci bakış açısıyla aktivistler anarşist pratiklere, sadece toplumu değiştirmek için değil, basitçe böyle farklı toplumsal ilişkiler içinde yaşamak ve kapitalist toplumun beklentilerine uyum sağlamaktansa yoldaşları ile eşitçe yaşamak arzusu ile katılırlar.
Fakat stratejik boyuta dönersek, hemen bir soru ortaya çıkar: Eğer yeni toplumun inşası anarşistlerin kendi işi olacaksa, katılanların sayıca az olması bunun ümitsiz bir beklenti olduğunu gösterir. Güncel anarşist ekonomik pratikler kitle hareketine dönüşmedikçe, ilham verici fakat önemiz çabalar olarak kalacaklardır. Bu aşılabilir mi?
Bu bizi, anarşist ekonomi pratiklerine bakabileceğimiz ikinci prizmaya getiriyor—faaliyetle propaganda. Bu terimin on dokuzuncu yüzyıl sonunda bombalamalar ve suikastlar ile dar açıdan ilişkilendirilmesi ile kazandığı kötü şöhretine rağmen, faaliyetle propaganda, daha geniş anlamda, anarşist eylemin olası örnek niteliğindeki doğasına işaret eder. Bu bağlamda, en etkili anarşist propaganda, anarşist toplumsal ilişkilerin gerçekten uygulanması ve sergilenmesidir. Halka görünür şekilde anarşist ekonomi pratiği, geniş bir izleyiciye alternatif ekonomik düzenlemelerin ne kadar mümkün ve arzulanır olduğunu göstermeye yarar. Kaynak ve gelir paylaşımının yaşayan pratikleri, hediye ekonomileri, vb. insanlara örnek yoluyla doğrudan ilham verebilir ve onları bu pratikleri uygulamaya teşvik edebilir. Sınırlı ölçekte de olsa, insanların patronsuz ya da lidersiz yaşayabileceğini güncel pratikte göstermek, insanları kağıt üzerinde ikna etmekten daha kolaydır. Gandi’nin de savunduğu gibi, “reformcunun işi, kendi davranışıyla imkanlı olanı açıkça göstererek, imkansızı imkanlı yapmaktır.”[26] Ya da, “gerçekten, gerçekten bedava pazarlar” pratiği konusunda yorum yapanlardan birinin sözleriyle: Bedava Dükkanlara uzun süre katılmak, insanların işe yaramaz şeylere erişimi kısıtlandığında onu şiddetle arzulamasına neden olan materyalist şartlanmayı ortadan kalkıyor, ve anarşist alternatifin ne kadar mümkün ve doyurucu olduğunu gösteriyor. Bu aynı zamanda ilerideki mücadeleler için bir başlangıç noktası sunuyor: Eğer ulaşabildiğimiz kıt kaynaklarla bunu yapabiliyorsak, toplumun tüm zenginliği ile neler yapabiliriz?[27]
Aynı zamanda, bütün bu stratejilerin doğalarından gelen bazı sınırları var gibi gözüküyor. Sonuçta bu bölümde tartışılan çeşitli anarşist ekonomik pratikler son kırk yılda Batı toplumlarında sürekli vardı. Yine de, amaçladıkları geniş çapta toplumsal dönüşümün yakınına bile yaklaşamadıkları görülüyor. Bir yandan, anarşist hareket o kadar küçük ki en kararlı ve görünür çabaları bile okyanusta bir damla gibi. Diğer yandan politik elit, gerek aktivistleri doğrudan engelleme ve öcü gibi gösterme olsun, gerek kamunun dikkatini güvenlik ve ulusalcı gündemlere kaydırmak ya da en iyi durumda bile, sistemin bütününde direncini artırırken kapitalizmin en sömürücü yanlarını düzelten ufak ödünlerle, toplumsal değişim hareketlerinin tekerine çomak sokmakta çok becerikli olduğunu kanıtladı. Görünüşe göre toplumsal adalet ve insan özgürlüğünün artırılması için etik sorumluluk, görece az sayıda insan için motivasyon sağlıyor ve nüfusun geniş kesimlerinin gerçek maddi çıkarları olmaksızın, mevcut toplumsal, ekonomik ve politik yapılardan ayrılışı müjdeleyen bir kitle hareketinin ortaya çıkması için bir umut yok.
Ve son noktaya geliyoruz: Neyse ki ya da maalesef, böyle motivasyonların koşulları hızla oluşuyor. 21. yüzyılın bileşik krizleri—iklim değişikliği, finansal erime ve petrol üretiminde yaklaşan zirve—geniş-çaplı toplumsal dönüşüm için tek umut olabilir. Kapitalizm, gittikçe azalan enerji rezervleri ve iklim dengesizliği ile gerçekten sürdürülemez hale gelirken, Batıdaki anarşist azınlığın çağırdığı halklar belki de sistemden kopmanın kendi maddi çıkarları olduğuna karar verebilirler. O zaman anarşistlerin ve destekçilerinin görevi, kademeli ve yavaş yavaş bir toplumsal değişim değil, halkların endüstriyel çöküş sürecini devrime dönüştürmesini sağlayacak inisiyatifleri yaratmasıdır. Böyle girişimlerin başarılı sonuçları, ne (belki de kapitalizmden çok feodalizmi andıran) hiyerarşik toplumsal ilişkilerin daha yerel kendine-yeterli biçimlerde devamı, ne de barbarlık ve çete savaşları ile bir Mad Max senaryosuna doğru çürümedir; bilakis, hem önemli ölçüde özerklik oluşturan, hem de bunu yaşama şeklini değiştirmek için kullanabilen insanların olduğu yerlerde farklı nitelikte toplumların ortaya çıkmasıdır. Fakat bunların hiç birinin garantisi yok. Kristal küre hala bulanık görülüyor.
Dipnotlar
1 T. Leahy, Anarchist and Hybrid Strategies, The Gift Economy, Anarchism and Strategies for Change http://www.gifteconomy.org.au/page25.html (24 Eylül, 2011’de bakıldı).
2 Aynı yerde.
3 Karşılaştırma B. Black, The Abolition of Work and Other Essays (Port Townsend, WA: Loompanics, 1986).
4 See J. Shantz, “One Person’s Garbage…Another Person’s Treasure: Dumpster Diving, Freeganism and Anarchy,” Verb 3, no. 1 (2005).
5 F. S. Lee and J. Bekken, introduction to Radical Economics and Labor, ed. F. S. Lee and J. Bekken (London: Routledge, 2009).
6 Bkz. Industrial Workers of the World, Preamble & Constitution of the Industrial Workers of the World (Cincinnati, OH: IWW, 2009).
7 Bkz. R. Rocker, Anarcho-Syndicalism (London: Pluto, 1989).
8 Bkz. P. Spriano, The Occupation of the Factories (London: Pluto, 1975).
9 Bkz. R. Gregorie and F. Perlman, Worker-Student Action Committees: France, May ’68 (Detroit: Black & Red, 1970).
10 Bkz. J. A. Gutiérrez, “Workers Without Bosses,” Red and Black Revolution 8 (2004) http://www.struggle.ws/wsm/rbr/rbr8/argentina.html (accessed September 24, 2011).
11 Bkz. S. Aronowitz, The Knowledge Factory: Dismantling the Corporate University and Creating True Higher Learning (Boston: Beacon, 2001).
12 Inoperative Committee, ed., University Occupations: France, Greece, NYC (2009) http://zinelibrary.info/files/university%20occupations.pdf. (24 Eylül, 2011’de bakıldı).
13 Radical Routes, How to Set Up a Workers’ Co-op (2008), http://www.radicalroutes.org.uk/publicdownloads/wc.pdf. (24 Eylül, 2011’de bakıldı).
14 CCRC, Online Database of Complementary Currencies Worldwide (2009) http://www.complementarycurrency.org/ccDatabase/ (accessed September 24, 2011).
15 C. T. Butler and K. McHenry, Food Not Bombs: How to Feed the Hungry and Build Community (Tucson, AZ: See Sharp Press, 2000), http://www.foodnotbombs.net/bookindex.html (accessed September 24, 2011).
16 Bkz. M. Maus, The Gift (London: Routledge, 1969), and J. Carrier, “Gifts, Commodities, and Social Relations: A Maussian View of Exchange,” Sociological Forum 6 (1991): 119–136.
17 Bkz. A. Antliff, Anarchy and Art: From the Paris Commune to the Fall of the Berlin Wall (Vancouver: Arsenal Pulp Press, 2007); and J. MacPhee and E. Reuland, Realizing the Impossible: Art against Authority (Oakland: AK Press, 2007).
18 Bkz. G. McKay, DiY Culture: Party & Protest in Nineties Britain (London: Verso, 1998).
19 Bkz. T. Triggs, “Scissors and Glue: Punk Fanzines and the Creation of a DIY Aesthetic,” Journal of Design History 19 (2006):69–83; and S. Duncombe, Notes from Underground: Zines and the Politics of Alternative Culture (London: Verso, 2008).
20 Bkz. R. Hurwitz, “Who Needs Politics? Who Needs People? The Ironies of Democracy in Cyberspace,” Contemporary Sociology 28 (1999): 655–661.
21 Bkz. Y. Benkler, “Coase’s Penguin, or, Linux and The Nature of the Firm,” Yale Law Journal 112 (2002):369–446; and T. Yamagishi and K. Cook, “Generalized Exchange and Social Dilemmas,” Social Psychology Quarterly 56 (1993): 235–248.
22 Bkz. P. Himanen, The Hacker Ethic and the Spirit of the Information Age (New York: Random House, 2001).
23 Industrial Workers of the World, Preamble.
24 A. Robinson, “Thinking from the Outside: Avoiding Recuperation,” Anarchy: A Journal of Desire Armed 64 (2007): 37–49.
25 Karşılatırma E. Goldman, afterword to My Disillusionment in Russia (New York: Doubleday, 1923).
26 M. K. Gandhi, “On Another’s Land,” Young India, February 5, 1925, 68.
27 Bkz. CrimethInc, “The Really Really Free Market: Instituting the Gift Economy,” Rolling Thunder 4 (2009): 34–42.
Uri Gordon
Çeviri: Özgür Oktay
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 14. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (6) : Pratikte Anarşist Ekonomi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (5) : Patronsuz İşçiler- İşçilerin Öz-yönetimi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Arjantin’de İşçilerin Öz-Yönetimi
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (5) : Patronsuz İşçiler- İşçilerin Öz-yönetimi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları(4) : Komünleştirme Nedir? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1960’ların sonunda, Avrupa’da toplumsal hareketlenmeler bir krize girdi. Toplumsal devrim, hem teorik olarak hem de pratikte darbeler aldı. Özellikle bu durumu, proletaryanın kapitalist üretim içindeki yerinin olumlanmasından kaynaklandığını vurgulayan kesimler ortaya çıktı. İçine girilen krizin nedenini sınıfların olumlanmasına bağlayanlar, bu durumun toplumun diğer ezilen kesimlerinin görmezden gelinmesine yol açtığını vurguladı. Bu kesimler, bu olumlamadan ziyade işçi kontrolünde üretim yerlerini, işçi otonomilerini, işçi konseylerinin yaygınlaşmasını savundular.
Bu teorik sorgulama, komünleştirme sorunsalını ortaya çıkardı. Devrimci bir eylem olarak, koşulların ve insan eyleminin dönüştürülmesi… Komünizmin komünist üretimi olarak tanımlanan bu süreç, bir geçiş sürecini ifade etmez. Kapitalist üretim sistemiyle aynı anda yarışacak bir eylem kurmaz. Daha çok kapitalist üretim sisteminin iç çelişkilerinden yola çıkarak onu yok etmeyi ister.
Anarşist Ekonomi Tartışmaları’nın bu dizisinde, Avrupa’da tüm toplumsal muhalif çevrelerce önemsenen bir tartışmayı sizlerle paylaşmayı uygun bulduk. Komünleştirme tartışmaları, kökeni üstte belirttiğimiz gibi 60’lara dayansa da; 2008’de kendini iyice belirginleştiren ekonomik kriz, bu tartışmaların daha güncel bir biçimde yapılmasına neden olmuş. Tartışmaların en güzel tarafı, farklı coğrafyalardan kolektiflerin ortak bir şekilde bu tartışmayı yürütmesi.
Bu tartışmaların yazınsal mecrası olan SIC dergisi, 2004 Eylül’ünden 2008 Haziran’ına kadar aynı işlevi gerçekleştiren Meeting dergisinin devamı niteliğinde. Orijinali Fransızca olan derginin uluslararası edisyonu İngilizceye çevrilerek tartışmaya daha fazla bireyin katılması hedeflenmiş. Bu dergide/tartışmada yer alan yazılar, farklı coğrafyalardan kolektiflerin yayınlarından hazırlanmış bir derleme. Bunlar arasında, İngiltere ve ABD’den Endnotes, Fransa’dan Théorie Communiste, İsveç’ten Riff-Raff ve Yunanistan’dan Blaumachen gibi dergiler yer alıyor.
SIC: Internatonal Journal for Communisation’ın uluslararası edisyonundan çevirisini yaptığımız yazı, Leon de Mattis’in “What is communisation?” isimli yazısıdır. Yazı anlam bütünlüğü korunarak, çevirmenin inisiyatifinde kısaltılmış bölümlerden oluşuyor. Yazının, orijinalinden çevirisinin yapıldığı başka bir çalışma hali hazırda yürütülüyor olduğundan, bu çevirinin kısaltılmış olmasından kaynaklı bir olumsuzluk hissetmedik. Dahası gazete sınırlarını göz önünde bulundurduğumuzda, komünleştirme tartışmalarına yalın bir giriş olduğu kanaatindeyiz. Derginin diğer yazılarıyla beraber, komünleştirme tartışmalarını değerlendirdiğimiz mevzu bahis çalışmamıza ilişkin bilgilendirmeyi, yine Meydan Gazetesi’nin Anarşist Ekonomi Tartışmaları bölümünden yapacağız.
KOMÜNLEŞTİRME NEDİR?
Artık kesin olan tek bir şey var: Kapitalist dünyada durumumuz sadece daha kötüye gidebilir. Önceden “sosyal haklar” olarak kazanılmış kabul edilen her şey yeniden sorgulanıyor. Fakat bu dönüşümün nedeni ekonominin kötü yönetilmesi, patronların aşırı aç gözlülüğü ya da uluslararası finans üzerindeki denetim eksikliği değil. Bu, sadece kapitalizmin küresel evriminin kaçınılmaz bir sonucu.
Ücretler, iş olanakları, tazminatlar, sosyal hizmetler ve gelir yardımların hepsi bir şekilde bu evrimden etkilendiler. Süreç her yerde aynı: Yeni reformlar, tam olarak eski reformların durduğu yerden saldırıya devam ediyor. Bu dinamik hiçbir zaman, “ekonomik kriz”den refaha döndüğümüzde bile tersine dönmedi.
Bütün bunlara rağmen dünya çapındaki kapitalizmin bu hızlı dönüşümü karşısında solun solunda verilen karşılık dehşet verici derecede zayıf oldu. Çoğu patronların ve politikacıların aşırı neo-liberalizmini suçlamakla yetindiler. Kapitalizmin krizi ve yeniden düzenlenmesi neden mücadelenin eski koşullarına dönmesini imkansızlaştırıyor? Ve bugünkü mücadele için bu gerçekten hangi sonuçları çıkarabiliriz?
Bu soruları cevaplamak için kısa bir teorik gezinti yapmalıyız. Kar, kapitalist toplumun parçalarından herhangi biri değildir. Kar, bu toplumsal alanda ana lokomotif, herhangi bir şeyin var olma nedenidir. Kar, insanların faaliyetlerine aşılanabilen ve parazit bir kapitalist için emek ürününü çalan bir şey değildir. Kar olmadığında bu faaliyetler o kadar farklı şekilde var olurlar ki, şimdi gözlediklerimize hiç benzemeyeceklerdir.
Mesele bu durum hakkında ahlaki bir hüküm vermek değil, bunun tüm sonuçlarını anlamaktır. Sorun sistematik olarak kar uğruna toplum için kullanışlı, iyi ya da yararlı olan şeylerin harcanması değildir. Sorun kar olmaksızın “kullanım”ın var olamamasıdır.
—–
Kapitalizm paylaşma değil sömürüdür. Üretilen tüm değeri tekrar paylaştırma mümkün değildir çünkü değer sadece emek ve onun ürünü birbirinden ayrıldığında ortaya çıkar ve böylece bu ürünün eşitsiz paylaşımına izin verir. Toplumsal zenginliğe “el konulmasını” mümkün kılan budur.
Bir şeyin “değeri” doğada değil toplumsal olarak yaratılır. Ayrıca, bazılarının inanmamızı istediğinin tersine, “değer” sadece kolaylık sağlayan doğal bir yaratım değildir. Belli bir toplumda insan hayatı için vazgeçilmez olanları üretmek için en az bunun kadar kolay olan başka birçok yol vardır. Sınıflı toplumunun başından beri para ve değer, otoritenin simgesi olmuştur. Kapitalizmde ise bunun en büyük aracı haline gelmiştir. Dolaysıyla kendi varlığı eşitsizliğe dayanan bir aracın kullanarak eşitliğin sağlanması beklenemez.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, savaşın neden olduğu yıkım ve ertesindeki uzun buhran dönemindeki değer kayıpları, ekonomistlerin “büyüme” dediği şeye uygun bir durum yarattı. Bu büyüme, emek gücünün mutlak değeri artarken göreceli değerini azaltan çelişkili bir yarıştan başka bir şey değildir. O dönemde baskın olan Fordist uzlaşma ile ücretleri artırarak “yaşam standardının” yükseltilmesi karşılığında devasa üretkenlik ve sürekli ağır iş elde edildi. İstihdam edilen emek gücünün değeri, daha fazla işçiye dağılsa da, mutlak olarak artarken üretilen şeylerin toplam değeri, üretkenliğin artması sayesinde çok daha fazla artıyordu. Bütün bu metaların satışı—o zamanlar “tüketim toplumu” denen şeyin temeli—üretimde oluşan artı değerin, kapitalist karın kaynağının, ilave kapitale dönüşmesine izin verdi. Bu ilave kapital tekrar yatırım yapılarak, üretim sürekli genişletildi. Fakat bu genişlemenin içsel bir sınırı vardır: Bir noktada değer biçilmesi gereken kapital miktarı, üretilenleri karla satmayı sürdürmek için gerekenden çok daha fazla olur. Gerçekte bu dinamik denge yirmi yıldan fazla sürdürüldükten sonra, 1960’ların ortalarında başlayan ve arka arkaya gelen gerilemeler 1970’lerin sözde “petrol krizi”ne yol açtı.
“Refah” sadece Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya ile sınırlıydı ve hatta buralarda da yoğun sömürü ve düşük ücretle çalıştırılan göçmenler gibi bazı proleterler de dışarıda kalıyordu. Ayrıca Batı refahı, proleterin kapitalist toplumsal ilişkideki ezilen taraf olduğunu ve buna göre pay aldığını gizleyemedi. Alım gücündeki artışlar ile birlikte kalitesiz standart metalar kitlesel olarak satıldı. O dönem ortaya çıkan “tüketim toplumu” ifadesi talihsizdir çünkü toplum bir o kadar da “üretim toplumu”dur. Yukarıda bahsedilen toplam değerin büyümesi için sürekli daha fazla sayıda metanın dolaşıma sokulması gerekir. Kitlesel üretim ile her bir metanın değerinin düşmesi emek gücünün değerinin göreli olarak düşürülmesine izin verdi. O dönemde analiz edilen ve eleştirilen bir konu olan gündelik “yabancılaşma”, değerin dolaşıma girmesinin bir sonucundan başka bir şey değildi.
Bir zamanların popüler kavramı yabancılaşmaya bugünün dağarcığında rastlanmıyor. “Üretim için üretim” deyimi kapitalist yabancılaşmanın bir göstergesidir. Maddi üretimin kendi dışında hiçbir amacı yokmuş gibi görünür. Fakat kapitalizm her şeyden önce sömürü ve otorite ilişiklerini üretir. Amaçsız maddi üretim olarak gözükmesinin nedeni kapitalizmin bireyler arasındaki ilişkileri, şeyler arasındaki ilişkiye dönüştürmesidir. Üretim için üretim saçmalığı ve şeylerin insanlar üzerinde gücü olduğu yanılgısı, bir sınıfın diğeri üzerindeki otoritesini, yani kapitalist sınıfın proletaryayı sömürüsünü, meşru kılan bir görüntüden başka bir şey değildir. Kapitalizmin esas amacı kar ya da “Üretim için üretim” değil, bir grup insanın diğer bir grup üzerindeki otoritesini korumaktır.
1980’lerde başlayan değişimlerle yabancılaşma kaldı ama “refah” uçtu gitti. 60’lar ve 70’ler, emek ve çalışma koşullarının yanı sıra kapitalist toplumun diğer özelliklerini de eleştiren geniş protestoların geliştiği bir dönemdi. En yaşamsal konuda uzlaşı reddedildi: Yaşam standardının yükselmesi ile proletaryanın üretim ve tüketimdeki bütünsel itaati arasındaki ödünleşme. Sendikalar ya da resmi komünist partiler gibi işçi hareketinin yerleşik aracıları ile mücadele aynı anlama geliyordu: “Fordist uzlaşı”nın işçi sınıfına biçtiği rol sorgulandı.
——
Kapitalizm önceki dönemde, onu kapitalizm yapan şeyin özünü tasfiye etmeliydi. Bunun aslında temelde aynı olan iki nedeni vardı: Kar oranın düşmesi ve toplumsal mücadelenin büyümesi. Kriz ve yeniden düzenleme, muhafazakar ve baskıcı “neo-liberal” dalga eşliğinde bu amaca hizmet etti. Fakat yeniden düzenlemenin nedeni “neo-liberalizm” değildi: Tersine yeniden düzenleme, kapitalist sömürünün devam etmesi için zorunluydu ve “neo-liberalizm” ona eşlik edecek olan en uygun ideolojiydi. Fransa gibi sıradışı ülkelerde, kapitalist uyarılara itaat etmek zorunda kalanlar sosyalistler oldu.
Şimdi yeniden düzenlemeler ilerlediği için bütün parçaları açıkça gözüküyor. Amaç toplam emek maliyetini azaltmak ve bu amaçla Batı ülkelerinin dışında işçi hareketinin uzun tarihi ile lekelenmemiş, ucuz işgücü bulmaktı. Hong Kong ve Tayvan gibi birkaç “atölye ülke” öncü oldu. Gelişen finans ve para değişimi kapitalizmin küresel olarak entegre olmasını sağladı: Bazı bölgeler imalata, bazıları tüketim ve/veya ileri imalata yönelirken kalanlar terk edildi çünkü sonuçta değer dolaşımı açısından gereksiz hale geldiler. Kürenin bölgelere ayrılması hızlıca gelişti ve bugün gelinen noktada tüm dünyada fraktal gibi her ölçekte yeniden üretiliyor. Dünya çapındaki akışlarda, karlılığın nasıl baş edeceğini bilmediği, kapatması ve gözetim altında tutması gereken bir insan taşması var. Merkezdeki yoksullaştırılmış varoşlar, bu akışların uçlarında bulunan ülkelerin bir görüntüsüdür. Küresel rekabet, batı proletaryasının önceki tarihsel ödünleri sonucunda kazandığı bütün faydalarda göreli bir düşüş dayatıyor. Ve hiçbir iyileştirme anlayışı olmadığı için devletin kaybolan ümitlere cevabı, polis ve baskıcı söylemden oluşuyor. 1970’lerdeki krizin ardından kapitalizmin yeniden düzenlenmesi, temelde kapitalin kendini değerlendirmek için emeğin maliyetini düşürerek yeni bir yol bulduğu anlamına gelir.
Böyle bir evrimin kaçınılmaz olarak Batı ülkelerindeki mücadeleye son derece önemli etkileri oldu. 1970’lerin krizi ve yeniden düzenlemelerinden önceki dönemde proletarya mücadelesinin ikili bir anlamı vardı. Bunlar şüphesiz birbiriyle çelişkiliydi ama sonuçta temel aldıkları önerme aynıydı. Bir yanda, mücadele çalışma koşullarının iyileşmesi, ücret artışı ve sosyal adalet gibi yakın vadeli hedeflerin peşine düşebilirdi. Diğer yanda, mücadele sonuç olarak ve bazen hedef olarak emeğin sınıfını, kapitalin sınıfına göre güçlendirmeyi ve hatta burjuvazinin devrilmesi alabilirdi.
Bu iki özellik çelişkiliydi ve “reform” yanlıları ile “devrim” yanlıları arasında sürekli bir uzlaşmazlık vardı. Fakat en sonunda mücadele iki şekilde de olabilirdi. Yakın vadedeki çıkarlar için mücadele de, gelecekte komünizm için mücadele de aynı fikir etrafında oluşturulmuştu: zafer yalnızca işçi sınıfının ve kavgasının güçlenmesi ile mümkündü. Tabii ki, tartışmalar işçi sınıfının ötesinde tüm ideolojik bölünmeler arasında yaşanıyordu—yani, Leninistler, solcular, anarşistler, vb. Fakat tümünün paylaştığı mücadele deneyiminde, proletarya sınıfı, müttefik ve hatta birlik olmadığı halde (zaten hiçbir zaman olmadı) görünür bir toplumsal gerçeklikti ve bütün işçiler kendilerinin bu sınıfa dahil olduğunu kolayca görebiliyordu.
—–
Peki şimdi? Otuz yıldan beri “reform” ve “devrim” arasındaki tartışmanın tamamen kaybolmasının nedeni, ona anlam veren toplumsal temelin ezilmiş olmasıdır. Partiler, sendikalar ve sol kanat birlikleri artık, işçi hareketi öncesindeki bir dönemden, Fransız Devrimi’nden alınmış bir ideoloji ile “vatandaş” ya da “demoktratik” partiler vb. oldular. Şüphesiz, ne proletarya, ne de kapitalizm ortadan kalktı. O zaman eksik olan ne?
Kısmi zaferler ve sendikanın rolünün kurumsallaşması komünist anlayışı gittikçe uzaklaştırıyor. Yıllar geçtikçe bu anlayış daha da uzak ve bir varsayım hale geldi. Fakat mücadelelerin, tüm sınırlarına rağmen, ana çatısı işçilerin patronlar karşısında güçlenmesiydi.
Hepsi bu da değil. Bu son otuz yılda, kitlesel işsizliğin baskısı altında çalışma hayatındaki dönüşümler, işçilerin iş ile ilişkisini ve dolayısıyla proletaryanın kendisi ile ilişkisini değiştirdi. İnsanlar artık hayat boyu bir iş tutturmuyorlar. Hiçbir kariyer gelişimi hafife alınamıyor. İşçinin “gelişmesi”, eğitim alması, işyerini ve görevini değiştirmesi gerekiyor. Güvencesizlik genel geçer hale geliyor. İşsizlik artık işin olmaması değil, onun geçici hallerinden biri: Bütün işçilerin tekrar tekrar geçmesi gereken dönemler. İşlerin dışarıya verilmesi, taşeronluk ve geçici işçi ajansları işçileri birçok kategoriye ayırıp bölüyor. Sonuçta mücadeleyi sürdürmek zorlaşıyor çünkü birliğin var olduğu 1970 öncesi dönemin tersine, beraber mücadele etmesi gerekenlerin birliği daha baştan sorunlu. Mücadeledekilerin birliği, amaçları gerçekleştirmek için vazgeçilmez olduğu için, artık mücadele tarafından oluşturuluyor. Bu birlik sağlansa bile eskiden olduğu gibi bölünme ile karşılaşabiliyor.
Bu birlik sadece mücadele edenler arasında ve mücadele boyunca sağlanıyor ve sosyal bir sınıf ortaklığına ihtiyaç duymuyor. “Sınıf bilinci” politik propaganda ile tekrar yaratılabilecek somut bir şey değildir, çünkü kapitalist toplumsal ilişkilerinin belirli bir durumu üzerinden var olmuştur. Bu ilişki değişti, dolayısıyla bilinç de değişti. Bunu teslim etmeliyiz.
Bugün, hem reformist hem de devrimci anlayışın çıkmaza girdiğini anlayabiliyoruz çünkü komünist devrimi sınıfların ortadan kalkması olarak değil, bir sınıfın diğer bir sınıf karşısında zaferi olarak anlamışlardı. Buradan, proletaryanın zafer sonrasında toplumu yöneteceği bir geçiş dönemini öngören geleneksel fikir çıktı. Bu tarihsel olarak, pratikte burjuva yerine komünist partiye bağlı bürokrat sınıfının geçtiği Sovyet stili devlet kapitalizmine denk düşer. Reformistler (seçim sandığından gelen güç ile) ve anarkosendikalistler bile (sendika yapıları ile kazanılan güç ile) bu düşünce akımına yabancı değillerdi. Onlar için de proletaryanın zaferi, otoritesi ile toplumu dönüştürecek bir zaman verecekti. Anarşist ve Marksist kampın muhalifleri zamanla devrim ve komünizmin dolaysızlığının teorisini oluşturdular. O dönemdeki teorik keşiflerin temelinde ve kapitalizmin yakın zamandaki dönüşümünü göz ardı etmeden komünizmin yalnızca toplumsal sınıfların aynı anda ortadan kalkması olabileceğini anlamak durumundayız.
Eğer komünist devrim bugün mümkünse, sadece bu bağlamda doğabilir: Bir yanda proleter olmak kendinin dışında olarak deneyimlenir, diğer yanda kapitalizmin varlığı bireyi emek gücünü satmaya zorlar ve bu satışın biçimi ne olursa olsun birey proleter olmak dışında bir şey olamaz. Bu durum kolayca, komünizmi başka bir yerde, alternatif bir hayat tarzı ile yaratabileceğimiz yönündeki yanlış düşünceye yönlendirebilir. Özellikle Batı ülkelerinde belirginleşmeye başlayan bir azınlığın hevesle bu tuzağa düşmesi ve kapitalizme bu şekilde karşı durup savaşmayı hayal etmesi tesadüf değildir. Fakat kapitalist toplumsal ilişkiler dünyamızın bütünleştirici dinamiğidir ve bundan kolayca kaçabilecek hiçbir şey yoktur.
—–
Var olan koşulların hepsinin üstesinden gelmenin tek yolu, mücadele biçimleri ile gelecekteki hayat biçimlerinin tek ve aynı süreç içinde ete kemiğe büründüğü ve birbirinden farksızlaştığı yoğun mücadele aşamasıdır. Bu aşama ve onun özel faaliyetlerine komünleştirme demeyi öneriyoruz.
Komünleştirme henüz yok ama mücadelelerin geldiği aşama komünleştirmeden bahsetmemize izin veriyor. Arjantin’de 2001 isyanlarını takip eden mücadele sırasında, bu toplumda proletaryayı bir sınıf olarak belirleyen etkenler sarsıldı: Mülkiyet, değişim, işbölümü, erkek kadın ilişkileri… Kriz bu ülke ile sınırlı olduğu için mücadele hiçbir zaman sınır dışına çıkmadı. Ancak komünleştirme sadece
sınırsız büyüme dinamiğinde var olabilir. Durduğunda sönümlenir, en azından o an için. Fakat 2008’deki finansal kriz sonrası kapitalizmin görünümüne bakarak paranın bir sonraki çöküşünün Arjantin’le sınırlı olmayacağını söyleyebiliriz. Esasında güncel durumda birçok başlangıç noktası mümkündür ve her an olabilecek derin bir parasal kriz şüphesiz bunlardan biridir.
Bize göre mücadele kendi devamlılığını sağlamak için komünizmin dolaysız üretimini mümkün kıldığı anda komünleştirme olacaktır. Komünizm dediğimiz, halihazırda bireyleri ilişkilendirerek topluma hizmet eden para, devlet, değer, sınıf vb. tüm aracılardan kurtulmuş kolektif bir örgüttür. Bu aracıların tek işlevi sömürüyü mümkün kılmaktır. Herkese dayatılırlar fakat sadece birkaç kişiye fayda sağlarlar. Buradan hareketle bireyler, birbirleriyle kurdukları ilişkiler herkesin itaat ettiği kategorilere indirgenmeden, doğrudan ilişki kurdukları anda komünizm olacaktır.
Bu bireyin bugün bildiğimiz, kapitalist topluma ait birey olmadığını söylemeye gerek yok. Bu birey, değişik biçimler alan bir hayatın ürettiği farklı bir bireydir. Tekrar hatırlayalım, insan bireyi “insan doğası”ndan türeyen dokunulmaz bir gerçeklik değil, toplumun ürünüdür ve tarihteki her dönem kendi birey tipini üretmiştir. Kapitalin bireyi toplumsal zenginlikten aldığı paya göre belirlenir. Bu belirlenme, kapitalist üretim biçiminin temel iki sınıfı arasındaki ilişkileri üretir. Bu iki sınıf arasındaki ilişki önce gelir ve sınıfların zaten var olan bireylerin gruplaşması ile oluştuğu yolundaki genel kanının aksine bireyi üreten budur.
aksine bireyi üreten budur. Sınıfların ortadan kalkması ile birlikte kapitalin bireyini, kendisi yapan özellikler de ortadan kalkar, yani ortak üretilen toplumsal zenginlikten bireysel ve bencilce pay alma özelliği. Tabii ki kapitalizm ve komünizm arasındaki tek fark bu değildir ve komünizmde yaratılan zenginlik türü kapitalizmin yaratabileceğinden çok farklıdır. Komünizm bir üretim tarzı değildir çünkü toplumsal ilişkiler, yaşamsal ihtiyaçların üretim biçimleri tarafından belirlenmezler. Tersine, bu ihtiyaçların üretim tarzını belirleyen komünist toplumsal ilişkilerdir.
Komünizmin nasıl olacağını bilmiyoruz, bilemeyiz ve bu yüzden onu somut olarak tanımlamaya çalışmıyoruz. Onu sadece negatif olarak, kapitalist toplumsal biçimleri yok ederek olacağını biliyoruz. Komünizm parasız, değersiz, devletsiz, sınıfsız, otoritesiz ve hiyerarşisiz bir dünyadır ve ataerkillik gibi kapitalizmin işleyişine entegre olmuş otorite biçimlerinin ve erkeklik ve kadınlık durumlarının birlikte aşılmasını gerektirir. Cemaatçi, etnik, ırkçı ya da diğer herhangi bir ayrımcılığın, daha baştan küresel olan komünizmde aynı derecede imkansız olduğu aşikardır.
Somut komünizm biçimlerini öngörüp karar veremiyorsak, bunun sebebi toplumsal ilişkilerin, ne kadar zeki olursa olsun tek bir beyinden tastamam tanımlanamaması, fakat sadece kitlesel ve genelleşmiş toplumsal pratiklerin sonucu olarak ortaya çıkmasıdır. Bizim komünleştirme dediğimiz işte bu pratiktir. Komünleştirme bir amaç değildir, bir proje değildir. Bir yoldan başka bir şey değildir. Fakat komünizmde amaç yoldur, araç amaçtır. Devrim tam olarak, kapitalist üretim tarzının kategorilerinin dışına çıktığınızda olur. Mevcut mücadeleler zaten bu çıkıştan bahsetmişlerdir ama onların içinde gerçekten bir çıkış yoktur. Sadece kitlesel ve geçerken her şeyi yok eden bir çıkış, gerçek bir çıkıştır.
Komünleştirmenin kaotik olacağından emin olabiliriz. Sınıflı toplum, kendini birçok yolla savunmadan ölmeyecektir. Tarih, gücünü korumaya çalışan bir devletin vahşetinin sınırsız olduğunu göstermiştir—insanlığın doğuşundan bu yana en zalim ve insanlık dışı olayların faili devletlerdir. Herkesin özgürleşme sürecine katılmasıyla açığa çıkan sınırsız yaratıcılık, tek bir harekette kapitalizmle savaşmak ve komünizmi yaratmak için gereken kaynakları ancak bu ölümüne mücadele ve bu mücadelenin gerekleri içerisinde bulabilir. Kapitale karşı savaşta devrimci pratikler olan değer, para, değişim ve tüm metaa ilişkilerinin reddedilmesi, dışlananların çoğunu yani orta sınıfları ve köylü kitleleri —komünleştirme önlemleri ile—birleştirmek için, ya da kısaca proletaryada artık var olmayan birliği yaratmak için etkili silahlardır.
Ayrıca komünizmin yaratılması ile temsil edilen itkinin kesintiye uğradığında sönümleneceği açıktır. “Devrimin kazanımlarının” kapitale dönüştüğü herhangi bir biçim, herhangi bir sosyalizm biçimi, komünizm öncesi bir ara aşama, bir “duraklama” olarak görülen herhangi bir “geçiş”, devrimin kendi kendine ürettiği bir karşıdevrim olur. Kapitalizm ölürken bu karşıdevrime yaslanmaya çalışacaktır. Örneğin ataerkilliğin aşılması için devrimci kampı bölen, temel bir yarılma olacaktır çünkü amaçlanan kadın ve erkek arasında bir “eşitlik” değil, daha çok cinsiyete dayalı toplumsal ayrımların radikal biçimde ortadan kaldırılması olacaktır. Tüm bu nedenlerle komünleştirme “devrim içinde devrim” olarak görülecektir.
Bu devrime uygun örgütlenme biçimi sadece komünleştirme önlemlerinin çoğalmasıyla sağlanabilir. Bu önlemler belli bir duruma uygun tepkiyi verdiği ölçüde kendiliğinden genelleşir ve her yerde her çeşit insan tarafından alınabilir. Komünleştirme demokratik olmayacaktır çünkü “doğrudan” olanı dahil demokrasi, birey ile kolektif olan arasında kurulan ilişki biçimlerinden sadece birine denk düşer, tam olarak kapitalin dayattığı biçimin aşırı halidir ve komünizm tarafından reddedilir. Komünleştirme önlemleri hiçbir birim tarafından, herhangi birinin herhangi bir şekilde temsiliyeti ile ya da herhangi bir dolaylı yapı ile alınamaz. Mücadelenin bir problemine kendilerince yeterli bir çözüm aramak için inisiyatif alan insanlar tarafından, tam da o anda alınır. Mücadelenin sorunları aynı zamanda hayatın sorunlarıdır: Nasıl yemeli, nerede kalmalı, herkesle nasıl paylaşmalı, kapitalle nasıl savaşmalı, vb. Tartışmalar var, ayrılmalar var, içeride görüş ayrılıkları var. Tartışmalı konularda karar alacak bir birim yok. Kararı durum verecek ve kimin haklı olduğunu, olgudan sonra, tarih bilecek.
Bu sonuç fazlasıyla beklenmedik gözükebilir ama bir dünya yaratmanın başka yolu yoktur.
Leon de Mattis, Temmuz 2011
Çeviri Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları(4) : Komünleştirme Nedir? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>