The post Giderli Yazılar: “Buyurun Mustafa Bey?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Böyle bir konuşma ile ilk işimden atılmıştım. Yirmi yaşındaydım ve ailemden ayrı bir yerde üniversite okuduğum için çalışmam gerekiyordu.
Dinlenmeye ‘gönderildiğim’ ilk hafta durumun ehemmiyetine varamayıp, biraz çalışmamanın bana iyi geleceğini düşünmüştüm. Performansım düşüktü, anketördüm ve yeterli sayıyı sağlayamıyordum. Günlük bir kotamız vardı, elbette. Günde kaç insanla konuşursak silinmesi zor bir kalemle elimizin üstüne çentik atıyor, günün sonunda bunları raporluyorduk.
Öyle ki bazen çok insanla konuşup gerekli veriyi elde edemezsek, şefimiz bizden şüpheye düşerdi. Elimize baktığı bile olurdu, gerçekten o kadar çentik atıldı mı diye. Halen elime baktığımda bazen o çizgileri görüyorum.
En çok da şefin sokağın başında bir yerden bizi izlemesine tilt olurdum. Başımızda kendince motive edici esasında mobingvari bir şekilde bekler, bizi kontrol altında tutardı.
Otorite, iktidar, dayatmayla kuşatılmış bir denetimin varlığına kendimce en başta o yıllarda şahit oldum sanırım.
Gün sonunda yeterli sayıya ulaşamadığımızda saatlerimiz uzuyordu, çünkü onlara göre dakikada milyonlarca insan geçiyordu çalıştığımız sokakta ve birilerini durduramamamız imkansızdı. Şeflerimize göre her ne olursa olsun birini durdurmalı, görevimizi yerine getirmeli, hatta durdurduğumuz kişi bizi taciz ediyorsa dahi güler yüz göstererek konuşmayı bitirmemeliydik.
Eğer iyi bir performans gösteremediysek, çoğu zaman uzunca konuşmalara maruz kalıyorduk. İşlerin kötü gittiği ve primimizin kesileceği hatırlatılır, sık sık “isim verilmeden” aramızdan bazılarının kovulacağı öne sürülürdü.
Ve yakın yaşlardaki on kişi olan biz, her akşam içimize yerleştirilmiş bir yetersizlik duygusuyla evin yolunu tutardık.
İşte böyle günlerin bir tanesinde şef yanıma gelip benimle bir çay içip konuşmak istedi. Çaycıya yürürken aklımda canlanan ilk şeyin ailemden ayrı yerde tuttuğum ev olduğunu hatırlıyorum. Kötü bir şeyler olduğunu sezmiştim, fakat o zamanlar yapabileceğim hiçbir şey olmadığını düşünüyordum.
Şu anda o günlere dönüp tazminatsız bir şekilde işten çıkartılan kendimi bulsam, ona en başta hiçbir şey için çaresiz hissetmemesi gerektiğini anlatarak sırtını sıvazlarım. Kendini performansı düşük bir işçi, başarısız bir eleman, istenileni yapamayan bir yetersiz olarak görmemesini söylerim.
Aksine her alanda otoriteyi kıracaksın derim ona. Korkan sen değil şefin, patronun olacak derim.
Önemli olanın kafa tutmak olduğunu, hakkından vazgeçmeyip
inatla kurulacak bir mücadelenin ona hissettirilen her
kötü duyguyu içinden uzaklaştıracağını, kötülüğün uzun sürmeyeceğini hatırlatırım.
Eldeki çizikler silinir belki, ama itaate atılan çizik silinmez.
İrem Gülser – Anketör
The post Giderli Yazılar: “Buyurun Mustafa Bey?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Korkun Patronlar Genç İşçiler Örgütleniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hizmet Sektörü Nedir?
Işıl ışıl aydınlatması, ihtişamlı görüntüsü ve yüksek tavanlarıyla müşterisini kendine çeken AVM’ler. Onların içerisinde farklı tasarımlarda, farklı müşteri potansiyeline uygun kafeler, restoranlar, mağazalar… Sadece AVM’lerde değil; bazen büyük bir cadde üstünde, bazense tenha bir sokaktadır alışveriş yapılacak, oturup sohbet edilecek dükkanlar. Dükkanların içerisinde de oradan oraya koşturan işçiler.
Fabrikada, atölyede, toprakta çalışan üretim sektörü işçisine karşılık; hizmet sektöründe elle tutulur bir üretim yapmaksızın, başka bir bireye hizmet verilir. Bu hizmeti veren işçinin pozisyonu; servis elemanı, kurye, tezgahtar, temizlikçi hatta anketör olarak değişse bile, aslında hepsi hizmet sektörü işçileridir.
Hizmet Sektöründe Kimler Çalışıyor?
“Genç, dinamik, prezantable ekip arkadaşları arıyoruz.” Bu cümleyi duymayanımız ya da çeşitli eleman sayfalarındaki “vasıfsız eleman” köşelerinde görmeyenimiz yoktur. Çünkü genç, dinamik ve prezantable olmak için tahsil görmüş ve bir işte uzmanlaşmış olmaya gerek yoktur. Müşteriye daha iyi hizmet verebilmek için tercih edilen genç işçiler ise en kolay girebilecekleri sektör olduğundan, hizmet sektöründe çalışırlar.
Çoğunluğu genç olduğundan, işçi sirkülasyonu oldukça fazladır. Bunun nedeni, hizmet sektörü işçisi gençlerin, genellikle yaz tatillerini değerlendirmek ya da okul ile birlikte yarı zamanlı çalışıp harçlıklarını çıkartmak için çalışmasıdır. Böylelikle çalışmakta olan genç işçi -sınav döneminin yaklaşması gibi- kendisiyle ilgili bir durumda ya da işyerinde yaşadığı herhangi bir sıkıntı karşısında kolayca işten çıkabilir ve kısa süre sonra başka bir işe girebilir. Bu durum da hizmet sektörünü “geçici” bir sektör olarak tanımlar.
Sömürü Düzeni
Geçici olarak görülen bir sektör, yani işçilerinin sürekli değiştiği bir sektör de tabi ki patron tarafından olumsuz olarak görülmüyor. İşçilerin sürekli değişmesi demek; kıdemsizlik demek, sendikasızlık demek, hatta işçi tarafından işyerindeki sorunların önemsenmemesi demektir.
Sektör geçici olsa da, sömürü kalıcı olmaya devam etmektedir. AVM’ler gibi sömürünün kalıcı olarak var olduğu alanlar ise dışardan bakıldığında “kusursuz” düzenlenmiştir. Her şey rahatça alışveriş yapabilmek için tasarlanmıştır; bu tasarım, hızlı ve sorunsuz bir şekilde işlemektedir. Oysa ışıltılı bir AVM, orada çalışan bir hizmet sektörü işçisi için bir çirkinlik abidesidir, çünkü o ihtişamlı görüntü bir AVM’nin bacasız bir fabrika olduğu gerçeğini asla örtemez. Bir fabrika işçisi kadar sömürülen hizmet sektörü işçileri, esnek çalışma saatleri ile yoğun bir tempoda çalıştırılır. Ekipler halinde çalışılan bu sektörde, taciz ve mobbing kimi zaman hat safhaya ulaşır ve işçilerin çalışma şartları zorlaşır. Maaşların geç ödenmesi, mesai ücretlerinin yatırılmaması gibi problemler olağanlaşmış, sektörün olmazsa olmaz sıkıntısı haline gelmiştir.
GİDER’de Örgütlen!
Biz genç işçiler, her gün bu sıkıntılara maruz kalıyoruz ve bu sıkıntıları kendi aramızda kulaktan kulağa konuşarak sineye çekiyoruz. Artık vakit, yaşadığımız bu adaletsizlikleri kulaktan kulağa değil; öfkeyle haykırmanın vaktidir. Tıpkı bundan birkaç yıl önce Kafe Kafka İşçileri’nin esnek çalışma saatlerine ve kötü çalıştırılma koşullarına karşı verdiği mücadelede olduğu gibi. O gün, Kafe Kafka işçilerinin, genç işçiler olarak verdiği örgütlü mücadele nasıl ki patronlara geri adım attırdıysa, bugün de her genç işçi örgütlenerek duracak adaletsizliklerin karşısında. Patronlar, müdürler, şefler ya da bir statü üstte olan herkes korksun artık genç işçilerden. Çünkü artık genç işçiler tek başlarına değiller. Genç İşçiler Derneklerini Kuruyor, Genç İşçi Derneği (GİDER) Örgütlenmeye Çağırıyor!
– Genç İşçi Derneği –
Bu yaz Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.
The post Korkun Patronlar Genç İşçiler Örgütleniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Ayağın Kabıyla Dinmez Ağrısı” – Serhat Yaşar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ot tabandan, apartman topuklu ayakkabıya…
Bunlardan belki de en önemlisi giydiğimiz ayakkabıdır. Bilindiği üzere ayakkabının icadı da diğer tüm icatlar gibi insanlığın yararına yönelik düşünülmüştür. Dağda, taşta, bayırda yalınayak dolaşmanın zorluğuna karşın insan, düzleştirilmiş otları veya deriyi iplerle ayaklarına bağlayarak var olduğunu sandığı bu zorlu çileden kurtulmuş olduğunu sanmıştır. İlkel dönemin ilkel yöntemiyle ayakları sarmalayan ayakkabı, Mısır’da sandalete, Mezopotamya’da çizmeye ve bota, Eski Yunan’da altın boncuklarla süslenen potine, 16.yüzyılda Türk takunyası olarak bilinen Chopin’e, 16. yüzyıl sonlarına doğru ise yüksek ökçeli muleye bürünerek günümüze kadar gelmiştir. Tarihsel olarak ayakkabı, yoksulun da zenginin de, köylünün de, işçinin de, kadının, çocuğun, erkeğin de, kimliğine, yaşına, işine, bütçesine ve zevkine uygun çeşitlerde üretilmiş ve tüm bu kesimler tarafından kullanılmıştır.
Ayakkabı günümüz teknolojisiyle sevdiğimiz renge ve beğendiğimiz tasarıma uygun seçeneklerde, giyilmesi zorunlu bir ihtiyaca dönüşmüşse bile aynı zamanda çekilmesi zorlu ağrılara da sebebiyet veren bir çiledir. Özellikle Leonardo Da Vinci‘nin Floransa’da aristokrat kızı Catherina’ya göre tasarladığı topuklu ayakkabıyla birlikte, bu ağrının çilesi kendini ikiye katlamıştır. Topuklu çilesi kısa zamanda asaletin, cazibenin ve gösterişin bir simgesi olduğu iddiasıyla kadınlar tarafından hızla kabul görmüş, günümüz modern hayatının da hızıyla moda serüveninde yerini sağlamlaştırmış, apartman topuklar, iğne topuklar, platform topuklar derken ağrılı ayak hastalıklarını da beraberinde getirmiştir.
Nasırlaşmış ayaklar
Ayakkabıya bağlı olarak görülen ayak hastalıklarının başında nasırlar gelir. Nasır, ayakkabının kemikleri zıt yönde itmesi ve basınç yapmasından kaynaklanan sertleşmedir. Sertleşen deri, altındaki dokuları tahriş ederek yapılaşır. Eğer ayakkabınız çok darsa, ayağınızı artan bir basınçla sıkıştırır. Çok bolsa, bu kez de ayağınız ayakkabının içinde kayar ve ayakkabıya sürtünür. Nasır acılı ve ağrılı olmakla birlikte, aynı yerde defalarca nüksedebilir.
Batık tırnak
Tırnak batması da ayakkabıya bağlı olarak en çok karşılaşılan ayak hastalığıdır. Ayağa uymayan sivri burunlu ve dar ayakkabılar tırnak yatağında bozulmaya, tırnağın doğal yapısının ve uzama şeklinin kaybına, dolayısıyla da batığa neden olur.
Mantar
Mantar en iyi karanlık, nemli ve ılık ortamlarda büyür yani ayakkabının içinde. Genellikle soyulma, kepeklenme, çatlama, ayak tabanında ve parmak aralarında kızarıklık, su toplayan yaralar şeklinde görülür. Ayak dışında tırnakta da görülen mantar, tırnakta kalınlaşma, ufalanma, renk değişikliği ve hatta tırnağın düşmesine neden olmaktadır.
Hallux valgus, topuk dikeni, topuk siğili gibi adını sayamadığımız birçok ayak hastalığı da giydiğimiz ayakkabıya bağlı olarak oluşur ve ayak ağrısını şiddetle arttırır.
Hastalık geliyorum demez
Ayakkabının icadı ve gelişen günümüz teknolojisiyle kimin aklına gelirdi ki giydiğimiz ayakkabı bir gün çileye dönüşecek, türlü hastalıklara sebebiyet verecek. Tabi ki bu öngörü tahmin edilemezdi. Çünkü ayakkabı zaten ayakları güvence altına almak adına düşünülmüştü. Oysaki şimdi giydiğimiz ayakkabı ayağımızı ne toprağı işlerken batan dikenlerden, ne de bastığımız zeminin sıcağından ya da soğuğundan korunmak adına tasarlanıp, üretiliyor. Artık bir çift ayakkabı, moda denilen ve bize ne giymemiz gerektiğini söyleyen etiket ve şıklık yarışında iki ayak daha fazla olsun diye tasarlanıyor ve üretiliyor. Gelişmeye devam eden sonsuz teknoloji, tüketim endüstrisi ve moda ayaklarımız için yeni ayakkabılar tasarlamayı ve üretmeyi sürdürdükçe bizler de ağrıları çekmeyi sürdüreceğiz. Bu öngörü kaçınılmaz!
Ağrılara karşı yalınayaklar
Ayak ağrılarından kurtulmanın belirli yöntemleri var. Ancak görüyoruz ki ağrıyı tetikleyen nedenlerin en başında giydiğimiz ayakkabı geliyor. Günümüzde tasarımıyla, fonksiyonuyla ve fiyatıyla olağanüstü hale getirilmiş bir ayakkabı, pazarlama gücüyle de ayaklarımıza kolayca sahip olabiliyor. Ancak bu ayakkabı ister air-jordan, ister gore-tex, ister ortopedik olsun, en pahalısı olsun, ayaklarımzı ağrılardan ve sayısız hastalıklardan kurtaramıyor. “Sağlıklı ayaklar için kaliteli ve pahalı ayakkabı giymek gerekir” yalanını üretenler de, pazarlama gücünün etkisi düşünülürse, bizleri tabiri caizse “ayaküstü kandırıyorlar”. Sözün özü; bir ayakkabının içine sokulmuş ve sağlıklı kalmış hiçbir ayak yoksa ki yoktur, ağrılardan kurtulmanın yöntemi betonlaşan ayakların çıplakça toprağa değmesiyle, ayağı kabından tamamen kurtarmak olmasın. Ne dersiniz?
Serhat Yaşar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Ayağın Kabıyla Dinmez Ağrısı” – Serhat Yaşar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>