The post Sistemin Çirkinleştirdikleri – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Korkulan ya da ürkülen” anlamına gelen “çirkin” kelimesinin kökeni Orta Çağ dili eski Norsça’ya aittir. “Çirkin” kelimesi günümüze kadar pek çok kelimeyle ilişkilendirilmiş ve geride canavarca, deforme, ucube, dejenere, engelli gibi anlamlar bırakmıştır. Çirkinliğin hikayelenmiş tarihi; kadınları “deforme” erkekler olarak tanımlayan Aristoteles, cadıdan güzele dönüşenlerin anlatıldığı Orta Çağ hikayeleri, 18. yüzyıl karikatürleri ve 19. yüzyıl “ucube” şovları gibi pek çok kaynağa kadar uzanır. Çirkinlik uzun zamandır estetiğe ve beğeniye meydan okumuştur, güzel ve değerli olmanın anlamını karmaşıklaştırmıştır.
19. yüzyılda, yüzünde ve vücudunda aşırı tüylenme olan Meksikalı Julia Pastrana “Dünyanın En Çirkin Kadını” olarak “ucube” gösterilerinin afişlerinde yer aldı. Avrupa’ya getirilip Viktoryan kurallarına uygun şekilde performanslar sergiledi: Şarkı söyledi, dans etti, yabancı dillerde konuştu, halka açık bir şekilde tıbbi muayenelere tabii tutuldu. Hem yaşarken hem de ölümünden sonra “çirkin” olarak adlandırıldı.
Her değişen zamanda değişmeyen bir şey vardır. Bu şey nasıl göründüğüdür. İçinde yaşadığımız sistem nasıl göründüğümüzle oldukça ilgilidir. Bu sistemin belli güzellik sınırlamaları vardır. Bu sınırların altında kalıyorsan bir ucube, bir çirkinsindir. Alman yazar Marius Von Mayenburg, 2007 yılında kaleme aldığı “Çirkin” isimli oyunda kapitalist sistemin içerisindeki insanın, güzellik algısıyla savaşını anlatmaktadır.
“Çok Çirkinsin, Bu Suratla Hiç Bir Şey Satamazsın”
Lette, geliştirdiği yeni projesinin sunumuna hazırlanırken, “direktör”ü Scheffler, sözü edilen sunumu, konuyla ilgili hiçbir niteliği olmayan yardımcısı Karlmann’a veriyor. Lette, “Direktör”e bunun nedenini sorduğunda aldığı yanıt: “Çok çirkinsin, sen bu suratla hiçbir şey satamazsın” oluyor. Fiziksel görünüşünün, uluslararası başarısının önüne geçebileceğini aklının ucundan bile geçirmeyen Lette, kendisini ne kadar çirkin olabileceği konusunda inandırmak istiyor. Karısı Fanny’nin yanında soluğu alan Lette, ona ne kadar çirkin olduğunu soruyor. Ve karısının evlendiğinden beri onun yüzüne bakamadığını ve sadece sol gözüne baktığını öğreniyor. Ardından aynanın karşısında geçirdiği uzunca zamanın ardından “son derece çirkin olduğuna” ikna olup estetik cerrahına gidiyor.
Lette, geçirdiği operasyonla bakanın gözünü alamadığı yakışıklılıkta biri oluveriyor. Kariyeri, karısı ile olan ilişkileri, sosyal yaşamı operasyon sonucunda tamamen değişiyor. Lette, güzelliğine erişilebilmek için herkesin pek çok şeyi feda edebileceği bir kişiye dönüşüyor.
Lette’de değişen sadece dış görünüşü olmuyor, karakteri de bir o kadar değişmeye başlıyor. Karısından başka bir kadına bakmayan Lette, operasyon sonucunda üçü-beşi aşan sevgilileriyle Fanny’i aldatıyor ve bu durumun -hala onunla olmak istiyorsa- karısı tarafından kabullenilmesini istiyor. Böylelikle Lette efsanesi başlıyor.
“Bu Yüz Senin Değil”
“Çirkin” olan herkes Lette’nin doktoruna gidiyor ve onda olan “güzel şeye” sahip olmak istiyor. Lette, yeni başladığı güzel gününde ilginç bir şekilde kendisi ile karşılaşıyor. Bunun şaşkınlığının etkisinden kurtulmamışken bir, iki, üç, dört … her yerde bir Lette görüyor. Lette soluğu doktorunun yanında alıyor. Doktordan bu olanlar konusunda hesap soruyor. Lette’yi ciddiye almayan doktor, ona kızarak “O yüz benim. Onu ben yaptım” diyor. Lette’nin artık bir farkı kalmıyor. Eski yüzü onu daha farklı kılmışsa da, artık eskiye dönüşü de onun için imkansız oluyor.
Mayenburg’un bu kara komedisinin konusu Lette’de vücut buldu. Peki bu oyun bir hayalden ya da yaşamdan çok uzak birinden, bir şeyden mi bahsediyor?
Aslında bahsettikleri bize çok yakın. Sokakta, iş yerlerinde, televizyonlarda hemen yanı başımızda. Anlatılan bazen bizzat gördüğümüz, bazen gazetelerden okuduğumuz, bazen de televizyonlarda anlamsız bir şaşkınlıkla izlediğimiz. Bunlar; kepçe kulaklarını japon yapıştırıcısıyla yapıştırmak, kavisli olan burnunu duvara kafa atarak kırıp ardından estetik olmak, fazla yağlarından kurtulmak adına hasta olup yaşamdan olmak…
Aslında bunlar bize çirkinliğin insanda değil, güzellik algısını yaratan ve bu algı uğruna insanların yaşamlarından olmasına neden olan “ucube” sistemin kendinde olduğunu göstermez mi? Ne dersiniz?
Didem Deniz Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sistemin Çirkinleştirdikleri – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kötünün ve Kötülüğün Farkında Mıyız? – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kötülüğün meşrulaşması, onun toplumun büyük kesimi tarafından coşkuyla desteklenmesi, kötülüğü kötülük olmaktan çıkarıyor mu? Onu normal ya da katlanılabilir mi yapıyor? Cevabımız hayırsa neden katlanıyoruz? Çünkü iktidar, (en sık kullandığını söyleyebileceğimiz için bu yazıda yoğun olarak bahsedeceğimiz) “korku ve manipülasyon”la ve (daha az bahsedeceğimiz) bir çok farklı yöntemle kötülüğün tanımını yeniden yapıyor.
Korkuyu Yükselten İktidar ve Yükselen Kötülük
Foucault’nun da bahsettiği, iktidarın disiplin altına alarak denetlediği, gözetlediği bireyi, “terbiye etme” yani istediği noktaya yöneltme işlevinde kullandığı yöntemlerden biridir korku. Binlerce yıl önce yaşayan Aristoteles, “kötülüğün beklentisi” olarak gördüğü korkuyu, “ilerideki yıkıcı ya da acı verici kötü bir şeyin zihindeki tablosuna bağlı bir acı ya da rahatsızlık olarak” olarak tanımlar. Zihindeki tablo denilen; daha önce görülen, duyulan ya da yaşananlar temel alınarak oluşur.
Günümüzde yapılan pek çok araştırma, iktidarların sesi olan medyanın, korku dolu bir gelecek tahayyülünde en önemli etkenlerden biri olduğunu ortaya çıkarır. İktidarını kaybetme korkusuyla dolu olan iktidar, birey ona karşı çıktığında ve toplum kötülüğü reddettiğinde neler yapabileceğini; şimdiye dek yaptıklarını hatırlatarak yani korkutarak anlatır. Bunun yanı sıra, art arda verilen “üretilmiş iç ve dış düşmanların şiddeti”, doğal afet denilen ancak doğal olmayan “kapitalizmin afetleri” bireyi günden güne tedirginleştirirken katliam, cinayet, işkence, tecavüz haberleri de korkuyu yükseltir.
Niccolò Machiavelli ve Thomas Hobbes’un ise korkuya dair vurguladıkları nokta, bir toplumda korkuyu kontrol edenin tüm toplumu da kontrol etme yetisine sahip olduğudur. Toplumsal korkuyu kontrol edenler, toplumu kontrol etmek isteyen iktidarlardır.
Bu koşullarda, politik iktidarların “korku politikaları”, ekonomik iktidarların güvenliği bir endüstri haline getirmesi, sosyo-kültürel iktidarların beslediği gözetim kültürünün etkisi düşünüldüğünde ve iktidarın bütün biçimlerinin kötülük yaptığı-yaydığı göz önünde bulundurulduğunda, bireylerin korkuyla edilgenleşmesi olağan hale gelir. Korkunun işe yaramadığı durumlarda etkili yöntemlerden biri ise manipülasyondur.
Manipülasyonla Sıradanlaşan Kötülüğün Kavranamazlığı
Manipülasyon genel olarak sözlük anlamıyla “yönlendirme, etkileme” demektir. Psikolojide “insanları kendi bilgileri dışında veya istemedikleri halde etkileme veya yönlendirme” anlamına gelir. Sosyoloji ise bu tanımı açar: Manipülatör, bilgiyi ya da olayı gösterirken, gösterilen hakkında yapılacak yorumların ve verilecek tepkinin iradi ya da özgür olmasını etkileyecek şekilde hareket eder; bazı yerleri öne çıkarır, bazı yerleri saklar, yorumunu katar. Ve sonuç olarak gösterilenle görünen arasında bir fark ortaya çıkarır. Bunun etkisiyle toplumda kanaat değişikliği, hatta davranış değişikliği oluşur. Toplumsal kötülük, bu kısımla ilgilidir.
İktidarın propaganda araçlarıyla gerçekleşen manipülasyon, kötülüğü sıradanlaştırıyor. “Yok canım, o kadar da olmaz” diyeceğimiz her şey üst üste önümüze konuluyor ve biz her seferinde bir öncekine alışmış olarak devam ediyoruz yaşamaya. Medyanın, eğitimin, devlet ve benzerlerinin manipülasyonu; haber bültenlerini meşgul eden, algılarımızı körelten bir hali aşarak sıradanlaşıyor. Toplumun ta içine, gündelik yaşantımıza, sokağımıza, evimize soframıza ve bizzat içimize sızıyor.
Kötülük her alana bu kadar sızmışken, içinde yaşadığımız toplumda günden güne artan gariplikleri artık anlamaya çalışmıyoruz bile. Yaşanan bütün adaletsizlik ve baskılar toplumun gerilimini günden güne arttırdıkça, muhakeme etme yetisi tıkanan toplumda anlamlandırılması zor kötülüklerin doğması da daha olağan hale geliyor.
Kötülük kavranamıyor. Hiç bir akıl 12 yaşındaki çocuğun tecavüze uğramasını anlamlandıramıyor. Ve üstüne bu çocuğu tecavüzcüsüyle evlendirmeyi öngören yasa tasarısı gündemleştiğinde, toplumun büyük kesimi yaşadığı duyarsızlaşmayla hareketsiz kalıyor, vurdumduymaz davranabiliyor. Apaçık kötülük diyebileceğimiz iktidar uygulamaları, her gün, her an, tekrar tekrar, aklımızı ve algılarımızı bombardımana tutarak bizleri edilgenleştiriyor, yaşananlar ya da olanlar karşısında hareketsiz, sessiz kılıyor. Ve kesinlikle bu sessizlik, bu hareketsizlik iktidarın yani kötülüğün işine geliyor. Bütün bunlar olurken, bireyden ve bireylikten söz etmemiz pek de mümkün gözükmüyor.
İktidarın İstediği: “Bireyliksiz Toplum”
İktidar bunu neden yapıyor, neyi amaçlıyor? Bireylik ortadan kalktığında, söz konusu hedef milyonlarca birey yerine sadece toplum – bir nesnellik olduğunda, şekillendirmenin ve toplumun dinamiklerini belirlemenin kolaylaştığını söyleyebiliriz. Böylece iyi ve kötüyü de, diğer bütün kavramlar gibi, yönettiği toplum için yeniden tanımlıyor iktidar. Kötülüğü kavranamazlaştırması da, sıradanlaştırması da bundandır; bu yazının konusu çerçevesinde baktığımızda, kötü olana “kötü” demeyelim diyedir.
Ortaya çıkan bu kötülük atmosferinde, kötülük yapmak ve kötülüğe sessiz kalmak kaçınılmaz olarak rutine dönüşmüş gibi gözüküyor. Peki bizler, bütün bunları yapanların ne kadar kötü olduğunun ve yapılanların ne büyük kötülükler olduğunun farkında mıyız?
Zerre kadar değerimizin olmadığı sistemde, sayemizde var olan iktidarın -manipülasyonla- kendi çıkarına göre oluşturduğu kuralları sessizce kabul mü edeceğiz? Yaşamlarımızı sınırlama ve sonlandırma yetkisine sahip olduğunu iddia eden devletin kontrol mekanizmalarına -korktuğumuz için- karşı duruş sergilemeyecek miyiz? Baskının ve zulmün bütün biçimlerine susarak ortak mı olacağız? Biz de mi kötü olacağız?
Kötülük Sarmalından Çıkmak?
Kötülüğün meşrulaştıkça toplum için bir rutin, gittikçe derinine indiğimiz bir sarmal haline geldiğini söylemiştik. Rutin olan, değiştirmesi zor olandır, bireye alıştırılmış olandır. Birey bir kez kötülük yaptığında, ikinci kez yapması kolaylaşır. Çünkü bir değer yitimi yaşamıştır. Birey bir kez kötülüğe sessiz kaldığında, ikinci kez de hareketsiz kalması kolaylaşır. Kötü olan durumun devam etmesinde pay sahibidir. Bu rutini bozmanın, kendisiyle çelişkili olduğu yanılgısına kapılır. Bir kere girmiştir sarmala, dün kabul ettiğini bugün reddetmek, olmayan bir seçenek gibi görünebilir.
Devletlerin ürettiği katliamlar, savaşlar, açlık ve sürgünler arasında; kapitalizmin ortaya çıkardığı yalnız, bencil, rekabetçi, sorgusuz sualsiz talep eden ve sürekli tüketen bireylerden oluşan bir toplumda; yani genel olarak “iktidarın kötülüğü” dört bir yanımızı sarsa da rutini bozmak, bu sarmaldan çıkmak nasıl mümkün olabilir?
Ve tekrarlıyoruz, asıl sorumuz şu; korkuyla sindirildiğimizin, manipülasyonla yanıltıldığımızın, günden güne kötülük sarmalında çürütüldüğümüzün yani kötünün ve kötülüğün gerçekten farkında mıyız?
The post Kötünün ve Kötülüğün Farkında Mıyız? – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>