arkeoloji – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Thu, 19 Nov 2020 14:49:02 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Anarşist Arkeoloji Tartışması (1): Tipolojiye Karşı – Arkeolojik Paradigmaya Eleştirel Bir Yaklaşım https://meydan1.org/2020/11/19/anarsist-arkeoloji-tartismasi-1-tipolojiye-karsi-arkeolojik-paradigmaya-elestirel-bir-yaklasim/ https://meydan1.org/2020/11/19/anarsist-arkeoloji-tartismasi-1-tipolojiye-karsi-arkeolojik-paradigmaya-elestirel-bir-yaklasim/#respond Thu, 19 Nov 2020 14:49:00 +0000 https://meydan.org/?p=66628 Toplumsal devrim süreçlerinde ve isyan hareketlerindeki aktif pozisyonlarıyla anarşistler, uzun yıllardır “eylemci” bir pratikle tarihte yerlerini alıyorlar. Bu durum, toplumsal yaşamın dinamiklerini ve insanın kendi olabilme mücadelesini en çok yaşamın içinde, özgürlük arayışının derinlerinde arayanlar için şaşırtıcı olmayan bir gerçeklik olsa gerek. Öte yandan, özellikle Kropotkin’in külliyatı ve Bakunin’in erken dönem çalışmalarında yoğunlukla hissedilen, anarşistleri […]

The post Anarşist Arkeoloji Tartışması (1): Tipolojiye Karşı – Arkeolojik Paradigmaya Eleştirel Bir Yaklaşım appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Toplumsal devrim süreçlerinde ve isyan hareketlerindeki aktif pozisyonlarıyla anarşistler, uzun yıllardır “eylemci” bir pratikle tarihte yerlerini alıyorlar. Bu durum, toplumsal yaşamın dinamiklerini ve insanın kendi olabilme mücadelesini en çok yaşamın içinde, özgürlük arayışının derinlerinde arayanlar için şaşırtıcı olmayan bir gerçeklik olsa gerek. Öte yandan, özellikle Kropotkin’in külliyatı ve Bakunin’in erken dönem çalışmalarında yoğunlukla hissedilen, anarşistleri bilimsel araştırmaların ve felsefenin de aktif bir parçası haline getirmeye yönelik çabalar o yıllardan bu yana sürmektedir. Devlet ve kapitalizmin kurumlarının yaşamın düşmanı, gereksiz birer araç olduğunu bize göstermesiyle anarşizm bilimsel çalışmaları beslerken özellikle güncel araştırmalar da geçmişin devletsiz, hiyerarşisiz örgütlenmesini bize tekrar tekrar açığa çıkarmaya devam ediyor.

Daha önce farklı başlıklar altında gazetemizde yer verdiğimiz “anarşizm ve sosyal bilimler” arasındaki temasa ilişkin önemli ve güncel tartışmaların bazılarına değinebilmek için yeni bir yazı dizisine başlıyoruz. Toplumsal yaşamın anlamlandırılması bağlamında, geçmişin materyal kültürünü açıklamaya çalışarak bize güçlü bir perspektif sunan arkeoloji ve anarşizm üzerine kuramsal yazılar ve çeviriler yayınlayacağız. Aşağıda yer verdiğimiz çalışma, American Arkeoloji Topluluğu Dergisi’nin (SAA Archeology) Ocak 2017’de yayınlanan sayısındaki “Anarşi ve Arkeoloji” başlıklı dosya konusu kapsamında kaleme alınmış. Arkeolojik paradigmadaki “tipoloji” konusuna anarşist bir yaklaşım geliştirilmeye çalışılan yazıda, post teorilerin yarattığı açmaza karşın anarşizmin önemli bir bakış açısı geliştirebileceği savunuluyor.

“Bilim aslında anarşist bir çabadır. Yasa ve düzen öngören diğer alternatiflerin aksine Kuramsal Anarşizm daha insancıl bir ilerlemeyi teşvik eder.”
Paul Feyerabend (1975)

Anarşist düşünce -ona ilişkin yaygın kabule göre- sabit, genel kabul görmüş, dogmatik düşüncelere karşı çıkmakla ilgilenir. Söz konusu determinist karakteristiğe karşı çıkmanın yanında, eldeki ihtiyaç duyulan yapılara yönelik öneriler de vardır. Bu, -arkeologlar tarafından kullanılan tipolojiler de dahil olmak üzere- kurumlar, yasa ya da kuralların sistematiği, sosyopolitik ilişkiler ve hatta analitik kategoriler için de geçerlidir. Sabit kategorilerde ısrar, güncel analize etki eden eleştirel düşüncede zayıflamalara yol açabilir. Böyle durumlarda, araştırmanın diğer yaklaşımları titizlikle ele alması gerektiği durumlarda onun normatif bilimin sınırlarında (Kuhn’un 1962’de belirttiği gibi) ilerlediğini gösterir. Tipolojiler, arkeolojik miras üzerinde söz sahibi olan otoriteler ve kabul görmüş diğer paydaşlar için arkeolojik ontolojilerde başvurduğumuz materyalleri, özellikleri, merkezleri, kültürleri ve dönemleri kurgular. Tipolojiler yalnızca düşüncemizi sınırlamakla kalmaz tarafsız ve değişmez görünür, aynı zamanda iktidar ilişkilerinin de enstrümanlarıdır.

Yazımız Paul Feyerabend’in (1975) Yönteme Karşı: Anarşist Bir Bilgi Kuramının Anahatları’yla başlıyor. Bazılarının “bilim düşmanı” olarak andığı Feyerabend, bilimsel araştırma disiplinlerindeki çoklu yaklaşımı muhafaza etmek için savunuyordu. O; kendimizi normatif bilimin olağan, alışıldık kalıplarından çıkarmamızı, bilimsel bilginin ise en iyi “anarşist” bir çalışmayla sürdürülebileceğini savundu. Feyerabend, bilimsel çalışmalara tek bir temel yöntemin kılavuzluk etmesinin gerekmesindense farklı yaklaşımların anarşisini tercih etmeyi öne sürdü. Bu tür epistemik (bilgisel) yeniden düzenlemeler anarşist bir tipoloji çalışmasını mümkün kılmaktadır. Bu yaklaşım, devletler ve hegemonik ideallere odaklanan bilgi üreten süreçlere yönelik diğer eleştirileri de tamamlar. Yönetim sisteminin görünmez adaletsizliklerinin tekrarı, bilginin oluşumu üzerinde kontrol oluşturan kavramların değişmez doğası ile örneklendirilebilir. Bu; malzemeyi, tabakayı ve insanları tasnif etme şekillerimize yansımaktadır. Sözkonusu epistemik (bilgisel) şiddetin desteklenmesi, arkeolojik yorumun baskılanmasına yol açar. Böylece arkeolojik bilgiyi tekil ya da varsayılan biçimlerde yeniden üreterek kategorize ederiz. Anarşist bir yaklaşım, basit ya da olağan tipolojilere karşı arkeolojik bilgiyi farklı şekillerde düşünmemiz için kullanışlıdır. Şimdi arkeolojik bilginin yapılanmasında anarşist felsefenin daha refleksif (düşünümsel) şekilde benimsenmesinin zamanıdır.

SAA Arkeolojik Belgeleme’nin bu sayısındaki yazılarda da gösterildiği gibi, anarşizm pek çok insanın ilişkilendirdiğinin aksine kaotik, şiddet eğilimiyle maskelenmiş bir hareket değildir. Ya da basit çağrışımların ima edebileceği türden liderliğin, otoritenin ve hükümetin mutlak reddiyle ortaya çıkması öngörülen kargaşa ortamı demek de değildir. Anarşizm, topluluk ve katılım ilkelerine dayanır. Sömürü ve iktidar karşıtıdır; otoritenin dağıtılıp tekrardan anlamlandırılmasına vurgu yapar. Bu bağlamda arkeolojinin anarşist bir incelemesi ya da (A)narkeoloji, geçmişi normatif tipolojik sınırların dışında anlamamıza katkıda bulunarak çeşitli yöntem ve perspektifleri uygulamaya odaklanır (Kara Mala Kolektifi 2016). Mikhail Bakunin (1950 [1872]), Peter Kropotkin (1972 [1902]) ya da Emma Goldman’ın (1969 [1910]) klasik eserleri ve ek olarak antropolojideki güncel çalışmaları (Barclay 1982; Graeber 2004, 2007; Morris 2014; Scott 2009) hatırlayalım. Bu eserler arkeolojide anarşist etkili çalışmalara kaynaklık edecektir (Angelbeck ve Grier 2012; Flexner 2014; Wengrow ve Graeber 2015). Normatif tipolojilere karşı olmak, önermelerin analitik bir araç olarak kullanılmasına karşı olmak anlamında okunmamalıdır.

Sorun, kolonyal sınıflandırmalara dayalı (tartıştığımız kapitalist, ataerkil ve cinsiyetçi) epistemolojilerin kurulmasıdır. Arkeolojik yorumlamanın temelinde tam da bu sınıflandırma birimleri bulunmaktadır, işte bu yüzden arkeolojik materyalin açıklanması ve çalışılması için nasıl bir çerçeve oluşturduğumuz konusunda çok dikkatli olmamız gerekmektedir. Öyle ki yakın zamanda Dakota’daki Petrol Boru Hattı ve Kuzey Dakota’daki Standing Rock’ta (ve dünyanın diğer bölgelerinde) yaşayan Siyu (Sioux) Yerlileri’nin korunması için gerçekleşen eylemlerin bize gösterdiği gibi “sit alanı” kavramı bile otoriter figürlerin araziyi, kaynakları, toprağı ve üzerinde yaşayan halkı sömürmeye çalışarak durumu manipüle etmesini engelleyemiyor. Arkeolojik yorumlamaya etki eden olayları anlayabilmek için, (A)narkeolojik çerçevenin sağladığı dekolonizasyon (sömürgeden özgürleştirme) eylemleriyle, epistemik (bilgisel) adaletsizliğe ilişkin meseleleri gündemimize almalıyız.

Dekolonizasyon (sömürgeden özgürleştirme) süreci iktidarlı sistemleri yapıbozuma uğratarak kolonyalist tarih anlatısından dolayı arkeolojik yöntem içerisinde yer alan içsel ve sistematik çelişkilerin açığa çıkarılmasını sağlar. Postkolonyal eleştiriye duyulan ihtiyaç, arkeolojik bilginin saklanması ve tasnifine yönelik bütün bir arkeolojik pratiğin temelden incelenmesinden başlayarak tarih öncesi geçmişin yeniden yorumlanmasını gerektirir. Epistemik (bilgisel) eşitsizlik, geçmişe yönelik bilgiyi yapısallaştırması ve yeniden üretilmiş şekilde formüle etmesiyle sistematik ve yapısaldır. Yapısal eşitsizlik bağlamında, epistemik (bilgisel) adaletsizlik ortaya çıkabilir ya da oluşabilir, özellikle de adaletsizlik ve sessizlik arasındaki ilişkinin belgelenmesi noktasında (Fricker 2007). Tipolojiler için diğer seçenekleri açık tutarak, arkeolojik kayda yönelik epistemolojik pek çok yaklaşım arayabiliriz.

Ve ayrıca Feyerabend’in eleştirisiyle yazımıza başlasak da onun yaklaşımının bizimki ile doğrudan bir bağlantısı yoktur. Aksine onu yararlı bir başlangıç noktası olarak kullanıyoruz, eleştirimizin toplumsal dayanışmaya yönelik güncel gelişmelerle uyumlu olduğunu gördük, bu sebeple toplumsal arkeolojiyi özellikle yerli halklar ve ilkel topluluklara yönelen bir geçmiş kurgulamaya çağırıyoruz. Bu bizi etnik-merkezci bazı batılı yöntemler ve yaklaşımların yarattığı önyargıları kavramsal bir sorgulamaya tabii tutmaya itiyor. Bu yüzden anarşist ilkeleri, geçmişin araştırılması ve açıklanması noktasında farklı yaklaşımları bir araya getiren kullanışlı bir yöntem olarak vurguluyoruz. Bu bizi arkeolojik kayda yönelik epistemolojik yaklaşımlarda çoğulculuğu aramaya çağırıyor. Deneyimlerimiz gösteriyor ki anarşist ilkeler özellikle arkeolojik epistemolojinin üretim sürecinde (örn. yönetmelik, akademik yayın, online ilanlar ve diğer medya), arkeolojik araştırmadaki yerli ve/veya ilkel seslerin kapsanması noktasında kullanışlı olabilir. Arkeologlar pek çok yolla, “tipolojiyi” bizim kullandığımız anlamıyla vurguladılar. Neredeyse on yıldır arkeologlar çok daha iyi analizlerle kullandığımız kategorilerin sabitlenmiş doğasını eleştirdiler (Wylie 2002). 1940 yılında John Otis Brew (1946) arkeolojik çalışmalarda “Taksonomi’nin Kullanımı ve Suistimali”ni eleştirdi. Brew ayrıca yazılarında “taksonomik yöntemlere saldırıyı değil” anlaşılacağı gibi “çoğunlukla tercih ettiğimiz temel ve yerleşik arkeolojik kavramlar da dahil olmak üzere kendi yaklaşımımızın eleştirel bir incelemesini” vurguladı. Şöyle yazıyordu:

Bir arkeolog olarak, bize kullanışlı bilgiler sağlayacak bütün şekillerde materyalimizi tasnif etmemiz gerekiyor. Yeni ihtiyaçları karşılamak için az tasniften, farklı tasniften ve her zaman yeni tasniflerden çok daha fazlasına ihtiyacımız var. Bir buluntu grubunun ya da kültürel gelişim seyrinin münferit bir sınıflandırmasıyla yetinmemeliyiz, çünkü bu yöntemde dogmatizm ve bir diğerini boşa çıkarma vardır. Biz elimizdeki bütün materyali ve arkeolojik kalıntıyı araştırırız -ya da araştırmalıyız-. Tek bir analizin bizi bütün bir kalıntıya yönlendireceği basit şeylerde bile. [Brew 1946:65].

William Y. Adams ve Ernest W. Adams’ın (1991; Wylie’den alıntıyla 1992) tipolojilerimizin analitik amacımıza hizmet eden pratik ve yararlı araçlar olmaları gerektiği düşüncesindeki gibi. Sonuç olarak tipolojilerimizin “değişken olmasına ve her zaman deneysel bir boyuta” ihtiyacı var. Dahası, arkeologlar kah malzemenin tasnifi noktasında kah kültürlerin sınıflandırılması noktasında olsun tipolojilerimizle eleştirel ve diyalektik bir ilişki içinde olmalıdır. Güncel eserleri olan “Tipolojik Tiranlığa Karşı”da, Cristobal Gnecco ve Carl Langebaek (2014) bu tipolojileri bularak eleştirilmeden kullanıldığında arkeolojik düşünceler ve pratiklere yansıtılan tipolojilerin kısıtlayıcı olduğunu tartışıyor. Genellikle evrenselleştirici tipolojik kategorilerin, özsel ve tembel bir şekilde sürekli olarak kullanıldığını söylüyor. Ek olarak, tarihsel açıdan “tipolojilerin, diğer sosyal üretimler gibi, ideolojik mücadelelerden sıyrılamadığına” dikkat çekiyorlar. Bu argümanlar, hem tipolojilerin kullanımı konusunda, hem de arkeolojik düşüncemizi ve pratiğimizi iktidar ilişkilerine yayılmış bir şekilde eleştirel olarak düzenleyip keskinleştirerek bizim kendi pozisyonumuza paralel bir yerde duruyor.

Bir başka örneğe gelirsek toplumların kendisini gruplar, kabileler, şeflikler ve devletler (Service 1962) şeklinde; eşitlikçi, sıralı ve katmanlı bölünmelerle (Fried 1967) durumsal ve ilişkisel kategorilere ayırarak sınıflandırılması ile ilgilidir. Bu bölünmeler, ağırlıklı olarak şeflikler ve devletlerin merkezi ve hiyerarşik olma, genellikle gruplar ve kabilelerin de desantralize ve eşitlikçi olma durumunu beraberinde getirir. Araştırma amaçlarının ve yorumunun sınırlandırılması, araştırmanın bu sınırlar içinde halka tanıtılmasına ve bu kategorilerin çeşitlilik bolluğu ve birbirine bağlanma yollarının gözden kaçması anlamına gelir. Bir süre çoğu arkeolog toplumları uygun kalıplar içinde tasnif etmeye yöneldi (ya da zorlandı), biz de dahil. Sonuç olarak Antik Yakındoğu’nun Natufyan köylülerinden, Kuzey Amerika’nın Kuzeybatı Sahilleri’ndeki avcı toplayıcılara ve Kuzeydoğu Amerika’nın Orta Ormanlık Dönemi topluluklarına dek sayısız toplum bu tipolojilere uymadı. Bu konu etrafında hiyerarşik ve onun karşısındaki eşitlikçi topluluklara odaklanmak, sosyal yapıların engin çeşitliliğini görünmez kılmaktadır. Muhtemelen hiyerarşi ve heterarşi (denklik, hiyerarşinin zıttı) ayrımı ya da toplumların örgütlenmesinin ve otoriter sistemlerden vazgeçmesinin sayısız yoluna odaklanmak daha kullanışlı olacaktır. Eşitlikçi toplumlar nadiren gerçek eşitlerden oluşur ancak her zaman bireylerin bilgi, beceri ve deneyimle kazandığı otoriteyi yansıtan, daha doğru bir şekilde heterarşi olarak adlandırılan toplumlardır. Buna rağmen geçici ve duruma özgü olarak biçimselleşen örneğin Pasifik Kuzeybatı’nın savaş liderlerinde olduğu gibi çatışma zamanlarında gücünü artıran otoritenin çeşitli formları vardır. Aslında bu toplumların, bazıları kana dayalı pozisyonlar olmak üzere, -hatta aynı köy içerisinde bile- bir çok güçsüz (iktidarsız) şefi vardır. Buradaki mesele, heterarşik toplumların farklı biçimlerde ve çeşitli yollarla örgütlenmiş insanlar arasında ortaya çıkabiliyor olmasıdır.

Bu toplumlardan birini daha önce bahsettiğimiz kalıpların içine nasıl tıkacağımıza odaklanmanın dışında, söz konusu sosyal fenomenleri anlamak için geçerli olacak alternatif veya çeşitli modelleri ve kategorileri hesaba katmak daha kullanışlı olacaktır. Sosyal arkeolojiyle ilgili mevcut -ve on yıllardır devam eden- tartışmaları anlamak açıkça anarşist bir kapsamda bilgi üretim tarzını değiştirmesi açısından önemlidir. Erken post-süreçselci (yorumsal arkeoloji) tartışmalardaki arkeolojik çoğulculuk formuna geri dönmek, politik faydalarını yeniden düşünmemizi ve onu çağdaş bir dönüşüme, politik ve kaçınılmaz bir şekilde uğratmamızı sağlıyor. Açık bir şekilde son birkaç on yıldır geçmişe bakışımız (başka bir deyişle, postsüreçselci, post-modern, post-yapısalcı ve post-hümanist) arkeolojideki kökleşmiş eşitsizlik sorununu çözemedi. Pek çok sosyal bilimci geçmişteki ve günümüzdeki toplumları aynı anda hem kompleks hem de kompleks olmayan, hem eşitlikçi hem de hiyerarşik olma olasılıklarını pek de hesaba katmadan, karmaşıklık düzeylerini vurgulayan sınıflandırmalara soktu (Wengrow ve Graber’e referansla 2015). Kronolojik tipolojilerle uğraşmak açıkça gösteriyor ki çoğumuz kültür tarihine referans veriyoruz.

Arkeologlar olarak sosyal fenomenleri zamansal bir şekilde bölüştürüp genellikle bulanık bir “kültür” tanımına etiketlemek üzere yetiştirildik. Bu, arkeolojik teorideki dönem perspektivizminin gelişimi (Bailey 2007; Holdaway ve Wandsnider 2008), derin zaman ve tarih öncesinin kavramlarına ilişkin (Schmidt and Mrozowski 2013) eleştirel okumalar ve kronopolitik (zaman-politik) tartışmalar etrafında sorgulanmıştır (Witmore 2014). Arkeolojinin kendi tarih yazımının doğrudan bir sonucu olarak; bu tipolojilerin çoğu modern kronometrik devrim öncesinde geliştirildi. Arkeologlar yalnızca birimlerin kategorizasyonunun ötesine uzanan olanakları dikkate aldılar. Örneğin, Gavin Lucas (2005:27) “kronoloji ötesi” tartışmalara ilerlememize neden ihtiyacımız olduğunu tartıştı, o “arkeoloji yapmak ve geçmişi açıklamak noktasında yeni olasılıklara açılmak” için basit tarihsel devirlerin sınıflandırmalarını yapmayı geçmişti. Diğerleri geçmişin dinamiklerini daha açık bir şekilde incelemek için “kültür tarihçiliğin ötesine” geçmeyi tartıştı. (Örn. Ritchie ve diğerleri 2016 )

Doğrusu, geçmiş materyal dünyayı algılayışımızdaki değişimler tarihlemedeki çok sayıda gelişimin artık hız kazanmış olması nedeniyle (Karbon 14, Termoluminesans, Optik Uyarmalı Lüminesans, Bayes Teoremi) dünyanın her yerinde kültür tarihi duvarlarının esneyip parçalandığını bize gösteriyor. Basitçe söylemek gerekirse kültür tarihine ilişkin işaretlerin homojenleşmesi artık doğru değil ve literatüre katkıda bulunmasından çok kafa karıştırıyor. Bu, Kuzeydoğu Amerika ya da Adena’nın (erken ya da az kompleks) ve Hopewell’in (geç ya da çok kompleks) geleneksel ayrımındaki örneklere yansıyor (Lepper ve diğerleri 2014). Benzer bir şekilde, Geç Ormanlık Dönem Sonu (Terminal Late Woodland) ve Erken Missisipiyen (Emergent Mississippian) gibi kategorilere dair -M.S. birinci binyıl dolaylarında Amerikan Dipleri’ndeki (Amerikan Bottom) sosyal değişimleri açıklamak için kullanılan- yeni bilgiler “Missisipiyenizasyon” sürecinde meydana gelen farklı geleneklerin kaynaşmasıyla bulanıklaştı. Benzer meseleler ayrıca Güney Asya Arkeolojisi’nde, Kuzey Hindistan’daki Mikrolit ve Mezolitik kültürlere dair ayrımlara da yayıldı. Anarşist arkeolojinin, kendi yerel arkeolojik manzaramızın kelime dağarcığı için spesifik olarak yaratabileceğimiz ya da yeniden kullanabileceğimiz doğrudan müdahale yolları noktasında bir potansiyeli var. Öncelikle dönem ve tiplerin spektrumunu (görüngülerini) kabul edip aralarında bir geçişkenlik olmasına izin vermeliyiz. Bu daha hassas kronoloji ve materyal işaretlerinin ortaya çıkma potansiyeline aracılık etmektedir.

Üzerinde durduğumuz “tanımsızlık”, tanımlar ya da tipolojilerin kendi hallerinde kötü oldukları anlamına gelmiyor ancak yine de kendi analizimize yoğunlaşmak geçmişin dinamiklerini ve değişkenliğini anlamamız için yardımcı, kullanışlı bir ayrım olacaktır. Sırf tasnif için yapılan tasnif, şeyleri bir kutuya hapseder ve bükmesi ya da parçalaması zor bir hale getirir. Tipolojiye yönelik anarşist yaklaşım, malzemenin kategorize edilmesini değil ancak insan yapımı materyallerin, özelliklerin, insanların ya da merkezlerin arasındaki ilişkiyi vurgular. İlişkisel bakış açısına sahip arkeolojilere ait bu damar, geçmişe dair ilgi çekici (ve tam olarak anarşist) bir yaklaşımdır. Yine de eğer zeminimizi tipolojilerin değişkenliğinde tutarsak toplumların keşfi ya da yerel yerleşim örüntülerine dair tekil biçimlerin geçici analizinden daha iyi sıyrılabileceğimizi vurguluyoruz. Umuyoruz ki anarşist felsefenin bize sağladığı değişkenliğe yoğunlaşarak arkeolojinin geçmişi katmanlı yönleriyle öğrenmesini sağlayabiliriz. Bu şekilde geçmişi mevcut insanlara daha iyi bir yön ve konteks sağlayacak şekilde, çeşitli doğrultularda kanıtlayıp ortaya çıkarmaya niyetleniyoruz.

Edward R. Henry, Bill Angelbeck ve Uzma Z. Rizvi

Edward R. Henry, St. Louis Washington Üniversitesi Antropoloji Bölümü Yüksek Lisans Adayı

Bill Angelbeck, Douglas Yüksekokulu Antropoloji Bölümü Fakülte Üyesi

Uzma Z. Rizvi, Pratt Sanat ve Tasarım Enstitüsü Sosyal Bilimler ve Kültür Çalışmaları Bölümünde Profesör Öğretim Üyesi

Çeviri: Zeynel Çuhadar

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Anarşist Arkeoloji Tartışması (1): Tipolojiye Karşı – Arkeolojik Paradigmaya Eleştirel Bir Yaklaşım appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/19/anarsist-arkeoloji-tartismasi-1-tipolojiye-karsi-arkeolojik-paradigmaya-elestirel-bir-yaklasim/feed/ 0
Devletin Arkeoloji Politikası: Bilim ve Milliyetçilik https://meydan1.org/2020/11/04/devletin-arkeoloji-politikasi-bilim-ve-milliyetcilik/ https://meydan1.org/2020/11/04/devletin-arkeoloji-politikasi-bilim-ve-milliyetcilik/#respond Wed, 04 Nov 2020 15:05:56 +0000 https://meydan.org/?p=66170 Son yıllarda İzmir’de Katip Çelebi Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi’nde açılan Türk-İslam Arkeolojisi ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde açılan Osmanlı Arkeolojisi gibi bölümler pek çok tartışmayı beraberinde getirdi. Arkeoloji ile ilgilenen araştırmacılar arasında da geniş yankı uyandıran bu bölümler ve açılma potansiyeline sahip ardılları, tarihsel çağlara ve arkeoloji ile ilişkili yan dallara bölünmüş disiplin […]

The post Devletin Arkeoloji Politikası: Bilim ve Milliyetçilik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Son yıllarda İzmir’de Katip Çelebi Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi’nde açılan Türk-İslam Arkeolojisi ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde açılan Osmanlı Arkeolojisi gibi bölümler pek çok tartışmayı beraberinde getirdi. Arkeoloji ile ilgilenen araştırmacılar arasında da geniş yankı uyandıran bu bölümler ve açılma potansiyeline sahip ardılları, tarihsel çağlara ve arkeoloji ile ilişkili yan dallara bölünmüş disiplin içerisinde olumsuz tepkiler almaya başladı.

Devletin son yıllarda yükselen “her şeyi yerli ve millileştirme” politikasının bir uzantısı gibi görülebilecek olan bu gündem, aslında sanki hiç bu alana yönelik araştırma yapılmıyormuş da bu sayede çalışılabilecekmiş gibi pazarlanıyor. Arkeoloji denildiğinde akla sadece Yunan ve Roma Arkeolojisi geldiğini belirten Türk-İslam Arkeolojisi Bölüm Başkanı Doç. Dr. Harun Ürer, Anadolu’da daha önce varlığı tartışmalı olan ancak yapılan başarılı çalışmalar sayesinde varlığı ve ünik karakteri açığa çıkarılan Neolitik Çağ araştırmaları konusunda Anadolu’nun bir merkez haline gelindiğinden ya da alanla ilgili pek çok Hitit araştırmacısının uzun yıllardır burada neler yaptığından, hangi merkezleri açığa çıkardığından bihaber olsa gerek… Yoksa arkeoloji denildiğinde ilk akla gelenin Yunan-Roma Arkeolojisi olmadığını biliyor olurdu.

Söz konusu durum tarihsel örnekleriyle beraber değerlendirildiğinde, göründüğünden daha absürd bir konuma düşüldüğünü anlamamızı sağlıyor.

Tevrat Arkeolojisi ve Milliyetçi Muhafazakar Arkeolojiler

19. yüzyıl fizikçileri ve biyologları nasıl bir bilimsel sorunun çözümünü aradıklarında yüzlerini Aristoteles’e dönüyorlarsa, bir zamanlar Yakın Doğu Arkeolojisi alanında çalışanlar için de Tevrat böyle bir yönelişe mazhar olmaktaydı. Bu kaynakların izi ise Orta Çağ’a dek sürülebiliyor. Katolik Kilisesi’nin tek elde topladığı “bilimsel çalışmalar” geçmişe ve bilinmeyene yönelik bütün çalışmaların da kilisenin doğrularına göre hareket etmesini öngörüyordu. Bu bağlamda Kitab-ı Mukaddes sadece insanlık için değil bütün bir yaratılış için de yegane rehber olarak görülüyordu.

Kitab-ı Mukaddes’e dayanarak hesaplanmaya çalışılan dünyanın yaşı, MÖ 2500 olduğu iddia edilen Nuh Tufanı’na ilişkin kanıt arayışı, dünyanın merkezi olarak kabul edilen Ortadoğu’nun farklı dillere ayrılmış kavimler aracılığıyla dünyaya yayıldığı gibi inançlar yakın zamana dek varlığını sürdürmüş Biblical yani Tevrat Arkeolojisi’nin çalışma sahasını oluşturuyordu. Ana akım haber kaynaklarında da iki üç senede bir ısıtılıp ısıtılıp piyasaya sürülen “Nuh’un gemisi bulundu.” şeklindeki arayışlar da bu çalışmaların kalıntıları olarak yorumlanabilir. İroniktir ki bu oryantalist çalışmalar Avrupa-merkezci bir tarih anlayışının da kurulmasını sağlıyordu. Kitab-ı Mukaddes’te ismi geçen şahsiyetlerin Avrupa kültürünün kökleri olduğu ileri sürülerek Ortadoğu’nun sömürülmesine rasyonel sebepler üretilmeye çalışıldı.

Mezopotamya ve Mısır’ın geçmişine dair ilginin devletli siyasete bu kadar içkin olması bizi şaşırtmamalı. Zira söz konusu coğrafyanın geçmişinin dinler tarihiyle olan organik ilişkisi bu sürecin başlıca devindiricisi belki. Ancak bahsedilen çalışmalar bir şekilde arkeoloji öncesi ve Trigger’a göre “modern arkeolojiyi önceleyen” çalışmalardı. Bütün bu süreç modern arkeolojinin kuruluşuna zemin hazırlayan ilk girişimler olarak arkeoloji tarihinde yer aldı. Zaman içerisinde bu alanda çalışmalar yapan arkeologlar dinsel metinleri kurucu kaynak olarak almayı bırakarak isim değişikliğine gittiler. Kitab-ı Mukaddes Arkeolojisi’nin çözülüşünde Charles Darwin’in büyük bir kırılma yarattığı evrimci bakış açısının gelişimi de anahtar bir rol oynamaktaydı. Bu bağlamda Üç Çağ Sistemi ile dört başı mamur bir kimliğe kavuşmaya başlayan arkeolojik araştırma metodolojisi, Tevrat Arkeolojisi çalışanların da Yakın Doğu Arkeolojisi, Protohistorik Çağ Arkeolojisi, Eskiçağ Araştırmaları gibi başlıklarda çalışılmalarını sürdürmeleriyle değişiklik gösterdi.

Milliyetçi muhafazakar eğilimlerin arkeolojideki etkisi Mezopotamya ile de sınırlı kalmadı tabii ki. Önceki paragraflarda bahsedilen antikacı kuruluş döneminde, Leibniz’in koleksiyonerlere yaptığı çağrıyla başlayan Alman tarihini materyal kültüre dayanarak yazma girişimleri, Kossina ile zirvesine ulaşan ırkçı ideolojiyi besleyen bir resmi tarihe kadar sürdü. Faşist rejimlerin ortadan kalkmasının ardından bilimsel araştırmalardaki popülerliğini yitiren bu görüşler şimdilerde günahları ile beraber anılarak arkeolojik düşünce tarihinin “antikaları” olarak yer yer referans alınmaya devam ediyor. Sürecin ilerleyişinde görece modern bir sorun olarak yeniden devletli siyasete alet edilmeye çalışılan bir diğer faktör Doğu Avrupa ve SSCB’nin yıkılışı ardından kültür tarihçi ve etnisite vurgulu arkeoloji arayışlarının tekrardan palazlanması oldu. Marksist indirgemeci tarih anlayışının hegemonyasından çıkan coğrafyalarda kurulan arkeoloji disiplinleri “yerli ve milli” takıntısının başka coğrafyalardaki yansımaları olarak karşımıza çıktı.

Türkiye Arkeolojisinin Konumu, Tarihsel Çağlara Bölünme

Coğrafyamızda yapılan arkeolojik çalışmalar ise bu konuda haklı eleştirilere uygun, ideal formuyla kurumsallaşmaya başlamasıyla öne çıkmaktadır. Başından beri Prehistorya (Tarih Öncesi) Arkeolojisi, Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi, Klasik Arkeoloji olarak disiplinlere ayrılan Arkeoloji geleneği, bu alanda yapılan Arkeometrik çalışmaların gelişimiyle beraber Arkeobotani, Arkeozooloji gibi ilişkili alanların yanında antropoloji, jeoloji, coğrafya gibi disiplinlerle de ortak çalışmaları güçlendiren bir yapıya kavuşmuştur.

Yerli ve milli savaş ekipmanlarından yerli ve milli içeceğe, yerli ve milli gençliğe kadar her şeyi kendi ideolojisine yamamaya çalışan AKP’nin gözünü bilimsel araştırmalara dikmiş olması bu işe yıllarını vermiş arkeologlar dışında, farklı alanlardan pek çok araştırmacının ve takipçinin de tepkisini almaya yetiyor. Bütün bunlarla birlikte olası bir niyet okumayı da önlemek adına şunları söylemek gerekiyor. Osmanlı ve Türk Tarihi’ne ilişkin yapılacak olan çalışmaların bir başka çalışmaya göre değersiz ve yersiz olduğunu iddia etmek de en az bu yapılan girişimler kadar absürd olurdu.

Geçmişin aydınlatılmasına yönelik yapılan çalışmalar arasında arkeoloji disiplini materyal kültüre dayanmasıyla gerçeklerin açığa çıkması için en değerli araçlardan biri olma özelliği taşıyor. Türk tarihi ve Osmanlı üzerine yapılan çalışmalar ise halihazırda Sanat Tarihçileri ve Eskiçağ Tarihi araştırmacıları tarafında on yıllardır gerçekleştiriliyor. Bu alanların turizm ile olan organik bağı da düşünüldüğünde onca şeye rağmen iç yapısına dokunulmasına hala çekinilen arkeoloji disiplini açısından Türk İslam Arkeolojisi’nin daha itaatkar, devlet ideolojisine amade bir argüman bilimselleştirme aracı olarak disipline entegre edilmeye çalışıldığını söylemek herhalde yanlış olmayacak. Zaman bize tersini göstermediği müddetçe.

The post Devletin Arkeoloji Politikası: Bilim ve Milliyetçilik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/04/devletin-arkeoloji-politikasi-bilim-ve-milliyetcilik/feed/ 0
Neandertaller Ölülerini Gömüyorlarmış https://meydan1.org/2020/02/20/neandertaller-olulerini-gomuyorlarmis/ https://meydan1.org/2020/02/20/neandertaller-olulerini-gomuyorlarmis/#respond Thu, 20 Feb 2020 19:52:44 +0000 https://meydan.org/?p=54955 Bundan yaklaşık 50.000 yıl önce kasten gömülmüş yeni bir Neandertal iskeleti Irak’ta keşfedildi. Neandertallerin ölülerini gömdüğüne dair ilk kanıtlar, arkeolog Ralph Solecki’nin 1950’lerde kuzey Irak’taki Şanidar mağarasını kazmasının ardından ortaya çıktı. Bu mağarada vücudun kasıtlı olarak bir mezara yerleştirildiği ve çiçeklerin üzerine serpildiği on adet Neandertal kalıntısı bulundu. Bulgu, Neandertallerin, daha önceki kaba insanlar olduğu […]

The post Neandertaller Ölülerini Gömüyorlarmış appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Bundan yaklaşık 50.000 yıl önce kasten gömülmüş yeni bir Neandertal iskeleti Irak’ta keşfedildi. Neandertallerin ölülerini gömdüğüne dair ilk kanıtlar, arkeolog Ralph Solecki’nin 1950’lerde kuzey Irak’taki Şanidar mağarasını kazmasının ardından ortaya çıktı.

Bu mağarada vücudun kasıtlı olarak bir mezara yerleştirildiği ve çiçeklerin üzerine serpildiği on adet Neandertal kalıntısı bulundu. Bulgu, Neandertallerin, daha önceki kaba insanlar olduğu düşüncesinin aksine, son derece zeki olarak yeniden değerlendirilmesine yol açtı.

2014 yılında mağaradaki kazılar, bölgedeki IŞİD tehdidi nedeniyle sıkı güvenlik altında yeniden başladı. Amaç, Neandertallerin bulunduğu tabakaları incelemek, olanları açıklığa kavuşturmaktı. Bununla birlikte, arkeologlara göre yeni kalıntılar da bulundu. Bu kalıntılar; bir Neandertal’in üst yarısı, kemikler hala anatomik pozisyonlarındaydı. Arkeologlar, Neandertal’in kasıtlı olarak gömüldüğüne dair çok sayıda kanıt buldu. Vücudun etrafındaki tortu tabakasının altındaki tabakadan gözle görülür şekilde farklı olduğu gerçeği de bu kanıtlara dahildi. Dahası, vücudun altındaki tortu, kazarak bozulduğunun izlerini taşıyordu.

Ekip, vücudun hemen altındaki katmanın sıkıştırıldığını, ancak daha derin katmanlarda bunun olmadığını tespit etti. Arkeologlar, “Bir şeyin kazıldığına ve vücudun içine konulduğuna dair oldukça iyi bir kanıt.” diye ifade etti.

Kalıntıların yeni bir bireye mi yoksa birçoğu eksik olan önceki bulgulardan birine mi ait olduğu açık değil. Kazıyla ilgilenen arkeologlar, vücudun büyük olasılıkla büyük bir kaya bloğundaki çiçekli mezarı açığa çıkaran ilk ekip tarafından yanlışlıkla yarıdan kesildiğini söylüyor.

Modern insanlar en az 100.000 yıl önce ölülerini gömüyordu. Neandertallerin bu davranışı kendileri mi tasarladıkları veya insanlardan mı öğrendikleri bilinmiyor, ancak Neandertallerin ve insanların Şanidar mezarları zamanında birbirleriyle karşılaştıkları biliniyor.

The post Neandertaller Ölülerini Gömüyorlarmış appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/02/20/neandertaller-olulerini-gomuyorlarmis/feed/ 0
Bir Politik Arkeoloji Tartışması: Savaşın Kazısından Barış Çıkar mı? – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2019/06/24/bir-politik-arkeoloji-tartismasi-savasin-kazisindan-baris-cikar-mi-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2019/06/24/bir-politik-arkeoloji-tartismasi-savasin-kazisindan-baris-cikar-mi-zeynel-cuhadar/#respond Mon, 24 Jun 2019 13:18:15 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/24/bir-politik-arkeoloji-tartismasi-savasin-kazisindan-baris-cikar-mi-zeynel-cuhadar/ Fransız ressam Maurice Orange’ın “Bonapart piramitlerin önünde, bir kralın mumyasına bakıyor” (“Bonaparte devant les pyramides contemplant la momie d’un roi, 1797”) adlı resminde Napolyon’un Mısır Seferi’ni tıpkı benzer konuları işleyen diğer eserlerde olduğu gibi çarpıcı bir gerçeklikle konu edinmiştir.[1] Ellerinde silahlarıyla, gezintiye çıkmış Napolyon’u ve beraberindekileri koruyan askerleri, orduyla birlikte gelen koltuğunun altında kitabı ve elinde […]

The post Bir Politik Arkeoloji Tartışması: Savaşın Kazısından Barış Çıkar mı? – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Fransız ressam Maurice Orange’ın “Bonapart piramitlerin önünde, bir kralın mumyasına bakıyor”, adlı resmi. (1797)

Fransız ressam Maurice Orange’ın “Bonapart piramitlerin önünde, bir kralın mumyasına bakıyor” (“Bonaparte devant les pyramides contemplant la momie d’un roi, 1797”) adlı resminde Napolyon’un Mısır Seferi’ni tıpkı benzer konuları işleyen diğer eserlerde olduğu gibi çarpıcı bir gerçeklikle konu edinmiştir.[1] Ellerinde silahlarıyla, gezintiye çıkmış Napolyon’u ve beraberindekileri koruyan askerleri, orduyla birlikte gelen koltuğunun altında kitabı ve elinde şemsiyesiyle “bilim insanlarını”, mumyanın durduğu lahiti tutan Mısırlı’nın yanında şapkası ve baştan ayağa giyinişiyle kendini belli eden “batılı kaşif” figürünü ve son olarak belki de kendi tarihinin Napolyon’larından birinin çürümeden korunmuş cesedini tutarak Napolyon’a bakan Mısırlı’yı başarılı bir şekilde tasvir etmiştir.

Yalnızca bu resim bile (istemeden de olsa) kolonyalist işgalci ve kaşif arkeolog arasındaki tarihsel ilişkiyi açığa çıkarmaya yeter de artar bile. Ama gelin biraz da diğer örnekleri inceleyelim. Arkeolojinin tarihi bugün pek çok arkeolog tarafından keşifler tarihi ve insanlık tarihinin anlamlandırılması sürecine katkıda bulunmuş önemli kaşiflerin maceralarının idealize edilmesiyle anlatılır. Erken dönem arkeologlardan Heinrich Schliemann’ı hatırlayalım örneğin. Gemicilik, esnaflık ve Amerika’da “definecilik” gibi pek çok iş yapan, Anadolu’ya esasen tüccar olarak gelen ve Helen Kültürü’ne (özellikle de Homeros’un metinlerine) yakın ilgisi olan Schliemann, zengin olma hayalleriyle Troya’nın hazinesini bulmaya gelmişti. 1868 yılında Pınarbaşı ve Hisarlık Höyüğü’nü inceleme fırsatı bulan Schlimann, okuduklarıyla kurdukları benzerliklere binaen Hisarlık Höyüğü’nde karar kılmıştı. Yaptığı tercih onu “Priamos’un hazinesi”ne götürdü. Bugün “yağmacı arkeoloji” olarak sınıflandırılan ve akademik camiada belli bir anlamda politik olan içeriğinden yoksun olarak anlatılan hikayenin sonu, Troya hazinesinin dünyanın pek çok yerine dağılmasıyla ve günümüzde devletler arasındaki gerilimlerden bir diğerini yaratan konu başlığı olarak tekrar pek çok kişinin gündemine düşüyor.[2]

Yağmacı Arkeologdan Bilim İnsanı Çıkaran Arkeoloji Tarihçiliği

Schliemann bir örnek. Peki ya diğerleri? Öjeniklerle ilişki kuran Flinders Petrie[3], bir İngiliz bürokratı olan Henry Layard ve Arthur Evans gibi dolaylı yoldan kolonyalizmle ilişkide olan erken dönem arkeologları gözümüzün önüne getirecek olursak, arkeolojinin dünya çapında ortaya çıkışı ve bir bilimsel disiplin haline gelişi sürecindeki sorunları tekrar hatırlayabiliriz. Bu insanların ortaya çıkardıkları eserlere ve neticesinde açığa çıkan bilgiye değil de yaptıkları işlemler sırasında kolayca gözlemlenebilecek kirli bağlantılar ve beraber yürüyen devlet ideolojisinin yayılışı, üzerinde durulması gereken önemli bir konu olarak güncelliğini koruyor.

Koruyor çünkü bu sefer daha organize ve “bilimsellik” kisvesi altındaki meşrulaştırmalarını daha farklı şekilde kurgulayabilen bir modern “yağmacılık” söz konusu olmaya devam ediyor. Çok geriye gitmemize gerek yok, yakın tarihte arkeolojik kalıntıların bolluğuyla ve görkemiyle meşhur mezopotamya coğrafyasında yaşanan Suriye Savaşı ve Irak İşgali süreçlerine yakından bakıldığında arkeolojinin devletin ve işgalin maşası olarak hala sahada olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Çatışmalar sırasında yıkılan Emevi Camisi, El Medine Çarşısı, Krak des Chevaliers, Jobar Sinagogu ya da bizzat IŞİD tarafından zarar verilen Palmira Antik Kenti ve Ninova Arkeoloji Müzesi’ne[4] yönelik saldırılardaki asıl sorumlunun ilk bakışta görünen birincil failler mi yoksa bu savaşı başlatan küresel kapitalistler mi olduğu sorusu şimdilik bir kenarda kalsın. Ondan önce ticari bir nesne olarak arkeolojik eserlerin silah pazarını nasıl şekillendirdiğine dair güncel bir örnekle sizi başbaşa bırakalım ve “yağmacılık” bugün nasıl sürüyormuş biraz daha yakından bakalım:

“İtalya basını, IŞİD’in ele geçirdiği arkeolojik kalıntıları ve sanat eserlerini, İtalyan Camorra ve ‘Ndrangheta mafya örgütleri aracılığıyla satarak karşılığında silah aldığını, çalıntı sanat eserlerinin de Türkiye üzerinden İtalya’ya ulaştırıldığını iddia etti. La Stampa’nın dünkü haberinin ardından Il Mattino gazetesinde bugün yer alan bir haberde de “İtalya ve Avrupa pazarına gönderilen eserlerin Türkiye üzerinden doğrudan (İtalya’nın güneyindeki) Gioia Tauro Limanı’na getirildiği” iddiasına yer verildi.”[5]

Batılı işgalcilerin “egzotik kültürlere yönelik” saldırılarına ilişkin bir başka örnek için 2000’lerin başına gidelim. Mezopotamya’nın Mona Lisa’sı olarak ün salmış Warka Başı’nın bulunduğu coğrafyadan kaçırılışı basında epey yer bulmuştu. 2003 yılının Eylül ayında tekrardan müzeye geri götürülüşüne kadarki süreçte “kültürel mirasın korunumu” amacıyla orada bulunan arkeologlar için gerçek bir mücadele(!) olmuş olsa gerek. Yanı başlarında bir Babil yerleşiminin askeri üs haline getirilmesi söz konusuyken hem de… Warka Başı’nın döndüğü yıllarda, MÖ 575’te inşa edilen ve 1900’lerin başlarında yürütülen kazı çalışmaları ile ortaya çıkmış Babil’in ünlü İştar Kapısı’nın bulunduğu arkeolojik alanın ortasına inşa edilen askeri üs konusunda tarafsız kalarak işgali savunucu pozisyonuna düşen arkeologlar dahi mevcuttu.

Başka örneklerde kendi yağmacı tavrını ortaya koymasına rağmen, söz konusu ABD olduğu zaman hızlıca harekete geçen British Museum, yaptığı çalışmada tahribatı “hayli talihsiz” şeklinde değerlendiriyordu. “Alanın yaklaşık 300 bin metrekarelik bir alanı çakıl taşı ile kaplandı. Çivi yazılı tuğla parçalarını etrafa saçarak arkeolojik dolguların içine siperler kazıldı. Başka bir alan ise helikopter inişi için düzleştirilerek tahrip edildi. Portatif tuvaletler ve otopark inşası gibi birçok amaç için bu alan tahrip edildi.”

Devletlerin Savaşında Form Değiştiren Ama İşlevi Değişmeyen Arkeoloji

Geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Arkeoloji: Tarihin ve Kültürün Yeniden Yapılandırılması” başlıklı kitapta, Ayşe Boren’in derlediği makaleler arkeolojinin etiğine, politikasına ve özellikle de pratiklerine eleştirel bir yaklaşımla kaleme alınmış.[6] Aralarından Tarihöncesi Arkeolojisi üzerine yoğunlaşmış arkeolog Oscar Moro Abadia’nın “Bir Kolonyal Söylem Olarak: Arkeoloji Tarihi” isimli yazısı konuya dair kapsamlı bir bakış açısı sunuyor ve önemli sorular soruyor. Yannis Hamilakis ise Irak işgali sırasında yukarıda örneklerini verdiğimiz olgulara ilişkin birincil gözlemlerini aktarırken arkeolojinin kapitalizmle olan ilişkisine de eğiliyor.

Abadia’nın belirttiği gibi: “Arkeoloji pratiği, milliyetçiliğin altın çağında, yeni şekillenen ulusal imgelemi maddi kanıtlarla desteklemiş; kolonyal güçlerin medeniyet anlatılarına dayanak sunmuş, kolonileştirilen halkların maddi kültürlerinin gasp edilmesini meşrulaştırmış ve muasır medeniyetler arasında yer edinmek isteyen eski sömürgelerin, kökenlerini dayandıracakları şanlı ve (formu itibariyle “modern”) “bir geçmiş inşa etme[lerine]” yardımcı olmuştur”. Arkeoloji bununla birlikte dönemin ruhuna göre işgal pratiğini değiştiren devletlerin de stratejisinin bir parçası olarak kapitalizmin kültürel inşa sürecine hizmet etmeye devam etmektedir. Hamilakis şöyle söylüyor: “Savaş makinesinin kültür kolu gibi çalışan bir arkeoloji. Birçok bakımdan 19. yüzyılın kolonyal arkeolojisini canlandıran ‘yeni bir arkeoloji’.”

Peki ya disiplinin kendi içinde geliştirdiği savaş karşıtı tavır, politik bir araç olarak arkeolojinin savaş alanına sürülmesini engelleyebilir mi? Yeraltından çıkan buluntuların “mülkiyeti” evrensel bir bilgi nesnesi olarak insanlığa mı yoksa çıkarıldığı coğrafyada bulunanlara mı ait? Peki ya adeta askeri bir disiplinle işleyen kazı pratiğinin içindeki iktidarlı ilişkiler?

Yalnızca Savaşa Değil, Savaşları Yaratan Devletlere Karşı Bir Arkeoloji?

Arkeolojinin politikası ve etiğine ilişkin henüz cevaplanmamış soruları hatırlatmak ve yeni sorular üretmek mümkün. Bütün bu soruları cevaplayacak yeni, özgürlükçü bir arkeoloji etiğinden bahsetmek için de henüz erken ancak halihazırda yoğunlaştığımız sorunun çözümüne dair aklımıza gelen düşünceleri ilk elden serimlemek faydalı olacak. Eğer savaş karşıtı bir arkeolojiden bahsedeceksek, onun özü itibariyle politik bir faaliyet olduğunu kabul etmemiz gerekecek. “Bilimsel nesnellik” ısrarına karşı, sosyal bilimlerin hemen her alanında olduğu gibi her arkeolojik araştırmanın politik anlamlar ifade ettiğini kavramak durumundayız. Diğer yandan devletin savaşlarda arkeolojiyi kullanmasını önlemek istiyorsak -en yalın anlamda- savaşları ortaya çıkaran gerçek sorumluyu yani devlet düşüncesini reddetmemiz gerekecek. Geçmişin yorumlanmasında karşılıklı yardımlaşmayı, ekolojik duyarlılığı ve iktidarsız ilişkileri açığa çıkaran; kralların, efendilerin değil sıradan insanların hikayesini anlatan ve bir araç; işgalin değil, insanın geçmişini anlama sürecinin hizmetindeki bir arkeolojiye ancak bu şekilde ulaşabiliriz.

Dipnotlar:

  1. 1. https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Orange,_Maurice_-_Bonaparte_momie.jpg
  2. 2. https://rcac.ku.edu.tr/tr/kahramanlar-caginin-izinde-heinrich-schliemann-ve-troya-kazilari
  3. 3. https://www.academia.edu/756522/_You_Call_this_Archaeology_Flinders_Petrie_and_Eugenics
  4. 4. https://bianet.org/biamag/toplum/163014-suriye-nin-savasta-yok-olan-kulturel-mirasi
  5. 5. http://www.diken.com.tr/italyan-basini-isid-calinti-sanat-eserlerini-italyan-mafyasina-silah-karsiligi-satiyor/
  6. 6. http://www.e-skop.com/skopbulten/arkeolojinin-politikasi-ve-etigi/4352

Zeynel Çuhadar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır. 

 

The post Bir Politik Arkeoloji Tartışması: Savaşın Kazısından Barış Çıkar mı? – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/24/bir-politik-arkeoloji-tartismasi-savasin-kazisindan-baris-cikar-mi-zeynel-cuhadar/feed/ 0
IV. İstanbul Arkeoloji ve Sanat Tarihi Öğrenci Sempozyumu Çağrısı Yayınlandı https://meydan1.org/2018/11/19/iv-istanbul-arkeoloji-ve-sanat-tarihi-ogrenci-sempozyumu-cagrisi-yayinlandi/ https://meydan1.org/2018/11/19/iv-istanbul-arkeoloji-ve-sanat-tarihi-ogrenci-sempozyumu-cagrisi-yayinlandi/#respond Mon, 19 Nov 2018 17:59:22 +0000 https://seninmedyan.org/?p=45531 Öncesinde 2012, 2014 ve 2018 yıllarında yapılan İstanbul Arkeoloji ve Sanat Tarihi  Öğrencileri Sempozyumu’nun  2019 çağrısı yayınlandı. Yapılan çağrıda: “…Bizler arkeoloji ve sanat tarihini “eser toplayıcılık” olarak gören, sadece form analizi ile yetinen ve bunu aktaran ekollerin dışında disiplinlerimizin sosyal bilimlere dâhil olduğunu vurguluyor, kültür bağlamında  interdisipliner çalışmanın öneminin bir kez daha altını çiziyoruz; yaşadığımız […]

The post IV. İstanbul Arkeoloji ve Sanat Tarihi Öğrenci Sempozyumu Çağrısı Yayınlandı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Öncesinde 2012, 2014 ve 2018 yıllarında yapılan İstanbul Arkeoloji ve Sanat Tarihi  Öğrencileri Sempozyumu’nun  2019 çağrısı yayınlandı.

Yapılan çağrıda: “…Bizler arkeoloji ve sanat tarihini “eser toplayıcılık” olarak gören, sadece form analizi ile yetinen ve bunu aktaran ekollerin dışında disiplinlerimizin sosyal bilimlere dâhil olduğunu vurguluyor, kültür bağlamında  interdisipliner çalışmanın öneminin bir kez daha altını çiziyoruz; yaşadığımız coğrafyanın ve şehrin uğradığı tahribata rağmen hala sahip çıkılabilecek kadim mirasının ve belleğinin olduğunu biliyoruz. Tüm bu sebeplerden toprak altından çıkardığımız, sanat bağlamında yorumladığımız materyallerle birlikte kentin hafızasında var olan “sinemalara, bostanlara, hanlara, caddelere, meydanlara ve muhtelif hafıza mekânlarına” sahip çıkıyoruz. Bu bağlamda 1, 2, 3, MART 2019 tarihlerinde düzenleyeceğimiz IV. İstanbul Arkeoloji ve Sanat Tarihi Öğrencileri Sempozyumu’nun çerçevesini yukarıda bahsettiğimiz geleneğe adıyoruz… ” denildi.

Öte yandan sempozyumun hangi başlıklar altında yapılacağı da  duyuruldu:

İstanbul Araştırmaları

Yüksek Lisans ve Doktora Çalışmaları

Kurtarma Kazıları ve Kent Arkeolojisi

Disiplinler Arası Çalışmalar

Kültürel Miras ve Kentsel Dönüşüm

Teorik Çalışmalar

Mesleki Deneyimler

Arkeologlar ve Sanat Tarihçilerinin Mesleki Açıdan Sorunları ve Çözüm Önerileri

Sit Alanlarında Ekolojik ve Kültürel Koruma

Arkeolojik Kazı Bölgelerinde Sürdürülen Sosyal Projeler ve Öneriler

Kent Hakkı

Kültür Endüstrisi ve Politikaları

Arşivcilik Çalışmaları

Sanat, Müze, Kamusal Alan İlişkileri

Sanat Tarihi ve Arkeoloji bağlamında Cinsiyet Çalışmaları

Arkeoloji ve Sanat Medyasının Durumu

Göç, Savaş, Etnisite ilişkisinde Kültürel Mirası Korumak

*Sempozyuma kendi imkânlarınızla şehir dışından katılım sağlayabilir ve bildiri gönderebilirsiniz.

* Bildiriler İstanbul teması barındırmak zorunda olmamakla birlikte sempozyum çerçevesine bağlı kalmak zorunda olup cinsiyetçi, homofobik, ırkçı ve türcü bildiriler kabul edilmeyecektir.

The post IV. İstanbul Arkeoloji ve Sanat Tarihi Öğrenci Sempozyumu Çağrısı Yayınlandı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/19/iv-istanbul-arkeoloji-ve-sanat-tarihi-ogrenci-sempozyumu-cagrisi-yayinlandi/feed/ 0
Yerleşik ve Göçebe: Körtik Tepe – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2018/10/09/yerlesik-ve-gocebe-kortik-tepe-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2018/10/09/yerlesik-ve-gocebe-kortik-tepe-ozgur-erdogan/#respond Tue, 09 Oct 2018 10:13:56 +0000 https://test.meydan.org/2018/10/09/yerlesik-ve-gocebe-kortik-tepe-ozgur-erdogan/ Batman Çayı ile Dicle Nehri’nin tam kesişim noktasında, Bismil ilçesinin sınırlarında, eski adıyla Ancolini, yeni adıyla Ağıl köyünün civarında… Köylülerin Körtik Tepe dediği yani hem çukur hem tepe olan yerin altında bir yerleşim: Körtik Tepe… Belki torunlarının binlerce yıl yaşadığı Hasankeyf ile aynı kaderi paylaşıyor bu yerleşim. Ilısu barajının suları altında kalacak belki iki ay […]

The post Yerleşik ve Göçebe: Körtik Tepe – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Batman Çayı ile Dicle Nehri’nin tam kesişim noktasında, Bismil ilçesinin sınırlarında, eski adıyla Ancolini, yeni adıyla Ağıl köyünün civarında… Köylülerin Körtik Tepe dediği yani hem çukur hem tepe olan yerin altında bir yerleşim: Körtik Tepe…

Belki torunlarının binlerce yıl yaşadığı Hasankeyf ile aynı kaderi paylaşıyor bu yerleşim. Ilısu barajının suları altında kalacak belki iki ay belki 6 ay sonra… Hasankeyf ondan daha şanslı diyebiliriz. Çünkü onun için ağıt yakabilecek birileri var, Hasankeyf’e uğrayan herkese “Babamın mezarı sular altında kalacak anlayabiliyor musunuz?” diyen Çoban Ali’si var hiç olmazsa…

Fakat Körtik Tepe’nin son yerleşimcileri ortaçağda burayı terk ettiler. Hele ilk yerleşimcilerinden neredeyse 12.000 yıldan bu yana ses yok. Neyse ki 2000 yılında burada kurtarma kazıları başladı ve dünyanın ilk kalıcı yerleşim birimlerinden biri olduğu düşünülen Körtik Tepe, bünyesinde barındırdığı müthiş bilgi hazinesi ile gün yüzüne çıkarıldı.

Körtik Tepe’de iki büyük kültür evresi tespit edildi. Bir tanesi kalıntıları yüzeyde bulunan Orta Çağ Evresi, bir diğeri ve asıl merak uyandıran kısım olan Akeramik Neolitik Evre. Bulgulara bakılacak olursa burası M.Ö 10.000’e tarihleniyor, ki bu dönemde henüz insanlık “Neolitik Devrim”i ateşlediği sanılan tarıma henüz geçmemiş. Fakat bununla beraber gelmekte olan uygarlığın tüm ilksel biçimlerini içinde barındırıyor.

Höyükte, çapları 2.30–3.00 metre civarında olan ve doğrudan toprak zemin üzerine inşa edilen 77 tane ev bulunmuş. Ayrıca yapılan kazılarda Akeramik döneme ait 433 iskelet bulunurken bunların büyük bir bölümü buradaki evlerin altına gömülmüş. Bulunan mezarların 281 tanesinde farklı sayıda ve türde gömü hediyelerinin bulunması ve diğerlerinde bu tarz hediyelerin olmaması ise ekonomik ya da dini hiyerarşinin Körtik Tepe’de gelişmiş olabileceğini gösteren en önemli kanıtlardan biri oluyor. Öte yandan gömü hediyelerinin bulunmuş olması, kişilerin gömülürken ısrarlı bir şekilde uygulanan ritüeller ve ölülerin bedenlerine kireç ve bunun gibi koruyucu maddelerle sıvanması, burada devamlı ve güçlü bir dini inanış olabileceğine dair kritik kanıtlar sunuyor.

Bununla beraber, burada bulunan bir çok objenin üzerindeki “usta işi” işlemeler, döneminin çok çok ötesindedir. Yapılan bezemelerde geometrik desenlere rastlandığı gibi aynı zamanda sıklıkla dağ keçisi, akrep, kuş ve çeşitli hayvan figürleri tekrarlanıyor. Ortaya çıkarılan objelerin işlenmesi kolay olan florit taşından yapıldığı, yongalama ve oymanın da sert bir maden olan obsidyenle gerçekleştirildiği fark edilmiştir. Burada ilginç olan şey ise bölgede obsidyen taşının olmaması ve muhtemelen obsidyenin kilometrelerce öteden sırf bu iş için getirilmiş olmasıdır. Bu da gösterir ki söz konusu topluluk, çevresindeki diğer topluluklarla ilişki halinde oldukça sosyal bir yapıya sahiptir, ortada ticari bir ilişki olması muhtemeldir.

Körtik Tepe’yi benzerlerinden farklı kılan şey ise, buranın ilksel insanlar için gelgeç bir konaklama noktası değil kelimenin tam anlamıyla bir yerleşim yeri olması. Peki bu neyi değiştirir? Burada sözü Kazı başkanı Vecihi Özkaya’ya bırakırsak daha iyi anlayabiliriz: “Tarımın keşfiyle insanların yiyecek aramaktan vazgeçip bunun yerine yiyecek üretimine başladığı, bunun da yerleşimi zorunlu kıldığı gibi bir kural vardır. Çok genel geçer olan bu kural, Körtik Tepe ile geçerliliğini kaybetmiştir. Burası, bilinenlerin yeniden ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Çünkü Körtik Tepe’de avcılık ve toplayıcılık yapıp yerleşik düzende yaşayan bir topluluk var.”

Bundan yaklaşık 10.450 yıl öncesine tarihlenen ilksel bir yerleşim, yaklaşık 12.000 eser çıkartılıp müzelerde sergilenmek için hazırlanıyor. Bundan farklı 20.000 obje insanlığın “ilk”lerine dair sorduğumuz sorulara cevap arıyor. Nihayetinde Körtik Tepe Hasankeyf ile beraber en geç 4 ay içinde sular altında kalıyor. Sahi, insan yerleşik yaşama neden geçmişti? Muktedirler onları oradan oraya sürsün diye mi? Yoksa binlerce yıl öncesinin insanlarının izlerini baraj sularının altına gömsün diye mi?

Sahi yerleşik yaşama neden geçmiştik?

Özgür Erdoğan

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.

The post Yerleşik ve Göçebe: Körtik Tepe – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/10/09/yerlesik-ve-gocebe-kortik-tepe-ozgur-erdogan/feed/ 0
Çankırı’da 8.5 Milyon Yıllık Gergedan Fosili Bulundu https://meydan1.org/2018/08/18/cankirida-8-5-milyon-yillik-gergedan-fosili-bulundu/ https://meydan1.org/2018/08/18/cankirida-8-5-milyon-yillik-gergedan-fosili-bulundu/#respond Sat, 18 Aug 2018 13:51:47 +0000 https://seninmedyan.org/?p=42175 Çankırı Çorakyerler Fosil Lokalitesi’nde, bir tanesi 8.5 milyon yıllık bir gergedanın kafasına ait olan 140 tane fosil bulundu. Y aklaşık 20 yıldır süren kazılarda bu yıl 15 farklı türe ait 140 parça fosil bulundu ve bunlardan birisi 8.5 milyon yaşında bir gergedana ait. Kazı çalışmalarında daha önce de gergedanlara rastlanmıştı ve 3 farklı türe ait […]

The post Çankırı’da 8.5 Milyon Yıllık Gergedan Fosili Bulundu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Çankırı Çorakyerler Fosil Lokalitesi’nde, bir tanesi 8.5 milyon yıllık bir gergedanın kafasına ait olan 140 tane fosil bulundu.

Y

aklaşık 20 yıldır süren kazılarda bu yıl 15 farklı türe ait 140 parça fosil bulundu ve bunlardan birisi 8.5 milyon yaşında bir gergedana ait. Kazı çalışmalarında daha önce de gergedanlara rastlanmıştı ve 3 farklı türe ait 500’e yakın kafatası çıkartılmıştı. Ancak en son bulunan kafatası, şimdiye kadar bulunanların en yaşlısı olarak kabul görüyor. Kazı alanında gergedan fosilinin bulunması, bölgenin bir zamanlar sulak olduğuna işaret ediyor.

 

The post Çankırı’da 8.5 Milyon Yıllık Gergedan Fosili Bulundu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/08/18/cankirida-8-5-milyon-yillik-gergedan-fosili-bulundu/feed/ 0
Galiçya’da 300.000 Yıllık El Baltası Bulundu https://meydan1.org/2018/03/28/galicyada-300-000-yillik-el-baltasi-bulundu/ https://meydan1.org/2018/03/28/galicyada-300-000-yillik-el-baltasi-bulundu/#respond Wed, 28 Mar 2018 18:47:13 +0000 https://seninmedyan.org/?p=33737 Yapılan arkeolojik kazıda bulunan 300.000 yıllık devasa el baltaları, o bölgede birçok farklı popülasyonların bu aletleri aynı zamanlarda kullandığını gösteriyor. Galiçya’da Porta Mair olarak bilinen alanda bulunan aletler araştırmacılar tarafından bir makale yazılarak yayımlandı. Porta Mair’deki arkeolojik kazısında elde edilen aletlerin aslında  Aşölyen kültür olarak tanımlanan erken Paleolitik Çağ, alet endüstrisinden kalma çok sayıda taş alet kalıntısını içinde […]

The post Galiçya’da 300.000 Yıllık El Baltası Bulundu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yapılan arkeolojik kazıda bulunan 300.000 yıllık devasa el baltaları, o bölgede birçok farklı popülasyonların bu aletleri aynı zamanlarda kullandığını gösteriyor.

Galiçya’da Porta Mair olarak bilinen alanda bulunan aletler araştırmacılar tarafından bir makale yazılarak yayımlandı.

Porta Mair’deki arkeolojik kazısında elde edilen aletlerin aslında  Aşölyen kültür olarak tanımlanan erken Paleolitik Çağ, alet endüstrisinden kalma çok sayıda taş alet kalıntısını içinde barındırdığı söyleniyor. Biçimlendirilen, şekilli, simetrik taşlar Aşölyen kültürün simgesi haline gelmiş.  Aşölyen kültürü Avrupa’da erken insan yerleşimlerince geliştirilmiş ilk sofistike el baltası teknolojisi olarak kabul ediliyor.

 

 

 

 

 

The post Galiçya’da 300.000 Yıllık El Baltası Bulundu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/03/28/galicyada-300-000-yillik-el-baltasi-bulundu/feed/ 0
Göbeklitepe Yeniden Ziyarete Açıldı https://meydan1.org/2018/02/21/gobeklitepe-yeniden-ziyarete-acildi/ https://meydan1.org/2018/02/21/gobeklitepe-yeniden-ziyarete-acildi/#respond Wed, 21 Feb 2018 07:41:31 +0000 https://seninmedyan.org/?p=29635 Arkeolojik bir çok ön kabulü yıkan ve hatta insanlık tarihinin baştan yazılmasına neden olabilecek öneme sahip, 12.000 yıllık tarihi olan, tarımsal faaliyetlerden ve hatta çanak çömlek yapımının icadından bile daha eski olan ve hayvan figürleriyle yontulmuş taşları ve T biçimli sütunlarıyla bir inanç merkezi olan Göbeklitepe yeniden ziyarete açıldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Göbeklitepe’nin çatı örtüsü […]

The post Göbeklitepe Yeniden Ziyarete Açıldı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Arkeolojik bir çok ön kabulü yıkan ve hatta insanlık tarihinin baştan yazılmasına neden olabilecek öneme sahip, 12.000 yıllık tarihi olan, tarımsal faaliyetlerden ve hatta çanak çömlek yapımının icadından bile daha eski olan ve hayvan figürleriyle yontulmuş taşları ve T biçimli sütunlarıyla bir inanç merkezi olan Göbeklitepe yeniden ziyarete açıldı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Göbeklitepe’nin çatı örtüsü ve canlandırma merkezi yapımı nedeniyle 13 Haziran 2016 – 31 Aralık 2016 tarihleri arasında ziyarete kapalı olacağını duyurmuştu. Fakat daha sonra çatı koruma projesi bu tarihlerde bitirilememiş ve açılış günümüze kadar defalarca kez ertelenmişti.

12.000 yıllık geçmişi ile “dünyanın en eski tapınağı” olarak kabul edilen Göbeklitepe üzerine çatı ve canlandırma merkezi yapılması için 18 ay önce ziyarete kapatılmıştı.

The post Göbeklitepe Yeniden Ziyarete Açıldı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/02/21/gobeklitepe-yeniden-ziyarete-acildi/feed/ 0
Guatemala Ormanlarında Mayalara Ait Yerleşim Yerleri Bulundu https://meydan1.org/2018/02/03/guatemala-ormanlarinda-mayalara-ait-yerlesim-yerleri-bulundu/ https://meydan1.org/2018/02/03/guatemala-ormanlarinda-mayalara-ait-yerlesim-yerleri-bulundu/#respond Sat, 03 Feb 2018 12:40:33 +0000 https://seninmedyan.org/?p=28214 Guetamala’da yaklaşık 2 yıldır araştırmalar yürüten arkeologlar, havadan-lazer sistemli tarayıcılarla yer altında kalmış, Maya dönemine ait yüzlerce yapı buldu. Perşembe günü açıklama yapan arkeologlar, bölgede geniş çaplı tarım arazileri ve sulama kanalları bulduklarını söyledi. Bugüne kadar Maya halkının nüfusunun daha düşük olduğu düşünülüyordu. Ancak, elde edilen yeni bulgularla beraber bu sayının kabaca 10 milyon olabileceği […]

The post Guatemala Ormanlarında Mayalara Ait Yerleşim Yerleri Bulundu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Guetamala’da yaklaşık 2 yıldır araştırmalar yürüten arkeologlar, havadan-lazer sistemli tarayıcılarla yer altında kalmış, Maya dönemine ait yüzlerce yapı buldu.

Perşembe günü açıklama yapan arkeologlar, bölgede geniş çaplı tarım arazileri ve sulama kanalları bulduklarını söyledi.

Bugüne kadar Maya halkının nüfusunun daha düşük olduğu düşünülüyordu. Ancak, elde edilen yeni bulgularla beraber bu sayının kabaca 10 milyon olabileceği açıklandı. Bu sayı günümüz koşullarına göre düşük bir sayı olarak görülebilir ancak Mayaların yaşadığı dönemlerde dünya nüfusunun 100 ile 300 milyon arasında olduğunu hesaba katarsak bu büyük bir yerleşim demek.

Araştırmalar aynı zamanda, tarımla uğraştıkları hali hazırda zaten bilinen mayaların bulundukları toprakların düşünülenden çok daha büyük bir bölümünü tarım için kullandıklarını açığa çıkardı.

Şehrin içerisinde piramitlerin bulunduğu 4 büyük ayin merkezi ve 60 binden fazla ev bulunuyor.

Günümüze Kadar Saklanmış

Pek çok antik şehir günümüze kadar çeşitli sebeplerle tahribata uğrasa da, keşfedilen bu yeni yerleşim yeri ormanda bulunmasının bir getirisi olarak günümüze kadar neredeyse hasarsız bir şekilde gelmeyi başarmış. Bölgede yetişen ağaçlar, şehrin göz önünde durmasını engellemiş ve zamanla yükselen toprak tabakası şehrin yapısını güvenceye almış.

The post Guatemala Ormanlarında Mayalara Ait Yerleşim Yerleri Bulundu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/02/03/guatemala-ormanlarinda-mayalara-ait-yerlesim-yerleri-bulundu/feed/ 0
Antik Kent’te Oda Mezarlara Rastlandı https://meydan1.org/2018/01/02/antik-kentte-oda-mezarlara-rastlandi/ https://meydan1.org/2018/01/02/antik-kentte-oda-mezarlara-rastlandi/#respond Tue, 02 Jan 2018 20:03:54 +0000 https://seninmedyan.org/?p=25324 2017 yılında tamamlanan İzmir’in Torbalı ilçesinde bulunan Metropolis Antik Kenti’nde oda mezarlara rastlandı. M.S 1. yüzyıl tarihine dayanan tonozlu oda mezarlarında aile, akraba ve dostların ölümünü ardından yapılan ritüel olduğunu işaret eden kandil, ayna, bronz ve kaşık, cam ve seramik gözyaşı şişesi gibi mezar hediyeleri olarak adlandırılan aletler bulundu. Metropolis’teki kazılar, aile kavramı hakkında fazlaca […]

The post Antik Kent’te Oda Mezarlara Rastlandı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

2017 yılında tamamlanan İzmir’in Torbalı ilçesinde bulunan Metropolis Antik Kenti’nde oda mezarlara rastlandı. M.S 1. yüzyıl tarihine dayanan tonozlu oda mezarlarında aile, akraba ve dostların ölümünü ardından yapılan ritüel olduğunu işaret eden kandil, ayna, bronz ve kaşık, cam ve seramik gözyaşı şişesi gibi mezar hediyeleri olarak adlandırılan aletler bulundu.

Metropolis’teki kazılar, aile kavramı hakkında fazlaca bilgi verirken aynı zamanda buluntular bir halkın kültürünü de göz önüne seriyor.

The post Antik Kent’te Oda Mezarlara Rastlandı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/01/02/antik-kentte-oda-mezarlara-rastlandi/feed/ 0