The post 8 Mart’ta ve Her Gün Kadınlara Özgürlük – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir 8 Mart’ı daha ardımızda bıraktık. Ardımızda bıraktığımız yalnızca bir gün oldu. O gün tanıdığımız ya da hiç tanımadığımız yüzlerce, binlerce kadınla bir arada olmanın yarattığı güç, attığımız sloganların sokaklarda yankılanmasıyla hissettiğimiz özgüven ve örgütlü mücadelemize duyduğumuz inanç gibi pek çok şey ardımızda kalmadı. “Dünya yerinden oynar” diyoruz ya en coşkulu halimizle, işte o gün eyleme katılan her birimiz o sözü kazandık; söyleyebilme hatta düşünebilme cesaretinide.
Bizler de Anarşist Kadınlar olarak karamor bayraklarımızla, dövizlerimizle, sloganlarımızla sokaklardaydık. Ankara’da geçtiğimiz seneden bu yana kadınları “El ele özgürlüğe” çağıran her bir kadının ilmek ilmek ördüğü örgütlü mücadelemizle ve İstanbul’da 2010’dan bu yana büyüttüğümüz isyanla sokaklara taştık. Taşmak iyi geldi hepimize. Evlerden, işyerlerinden, okullardan, kapatıldığımız neresi varsa oradan… Kimliklerden, bedenlerden, kıyafetlerden taştık. Herkes olmak istediği yerde, olmak istediği haldeydi. İşte bu, umut verdi hepimize.
Umutsuzluğa Kapılırsan Bu Kalabalığı Hatırla
İstanbul’da gerçekleşen 18. Gece Yürüyüşü’nde herkes kendi sözünü yazdığı bir dövizle buluşma noktasındaydı. O sözlerden biri ise içinde bulunduğumuz süreçte hepimizin ihtiyacı olanı tek cümleyle dışa vurmuş gibiydi: “Umutsuzluğa Kapılırsan Bu Kalabalığı Hatırla”.
Kadınların yaşamını hedef alan şiddet sarmalı gün geçtikçe büyüyorken birbirimizle kurduğumuz kadın dayanışmasına, bizi harekete geçiren umuda daha çok ihtiyacımız var. Öyle bir sarmalın içindeyiz ki kadın katliamlarının arttığını biliyoruz, şiddetin -boyutu ve niteliği değişkenlik gösterse de- her bir kadını hedef aldığını biliyoruz. Biliyoruz ama bunca yıldır bize sorunlarla karşılaştığımızda başvurmamız gereken yetkili merci olarak gösterilen hiçbir devlet mekanizması yaşadığımız şiddetin önüne geçmiyorken bir çoğumuz ne yapacağımızı bilmiyoruz.
Kadınlar şiddete uğruyorken şiddetin faili olan erkekler tam da o mekanizmalar tarafından korunup kollanıyor, ödüllendiriliyor hatta. Nadira Kadirova’yı katleden erkeğin AKP milletvekili olduğu apaçık ortadayken davanın üzeri kapatılmaya çalışılıyor, Gülistan Doku 70 günü aşkın süredir bulunamadığı halde, şüpheli erkek hakkında hiçbir soruşturma yürütülmüyor. Nadira ve Gülistan gibi sayısız örnek de versek yetmiyor şiddetin boyutunu anlatmaya. Günbegün dünyayı bize dar edenlerin sarmalının içine çekiliyoruz. Bu sarmalın içindeyken her geçen gün erkeklerin tepemizde devlet kadar devletleştiğini, devletin tepemizde erkekler kadar erkekleştiğini görüyoruz. Çare ne birine katlanmak ne ötekine sığınmak, biliyoruz.
Bir Arada, Beraber Peki Ama Nasıl?
Yaşananlar karşısında umudumuz, bugüne kadar büyüyen kadın mücadelesiyle kendini var ediyor. Bugüne kadar başkalarının belirlediği yaşamlarımızı kendi ellerimize almak istediğimizde, bunun için tüm farklılıklarımıza rağmen, kadın olduğumuz için birlikte mücadele ettiğimizde hiçbir şeyin şimdiyle aynı olmayacağını,özgürlüğümüzü engelleyemeyeceklerini biliyoruz. Geçtiğimiz 8 Mart, bu umudu bir kez daha perçinlememizi sağladı.
Çünkü bu 8 Mart’ta devletin bütün bir toplumu, özellikle biz kadınları sıkıştırmaya çalıştığı çıkmazlardan sıyrılmanın türlü yollarını kadın dayanışmasının gücüyle ve örgütlü deneyimimizle yaratabildik. İstanbul’da kadınların 8 Mart Mitingi düzenlediği Kadıköy, yıllardır kadınlara türlü bahanelerle yasaklanıyordu ve devletin miting alanı olarak gösterdiği seçenekler kadınları izole etmenin ve kadın mücadelesini görünmez kılmanın bir yöntemi haline gelmişti.
Devletin kadınları izole etmek için getirdiği ilk yasaklama, 2016 8 Martı’nda karşımıza çıktı. Valilik Kadıköy’ü kadınlara tamamen yasakladığında “Özgürlük Yasaklanamaz” diyerek buna karşı koymuş ve o gün Kadıköy’ün tüm sokaklarını eylem alanına çevirmiştik. Sonraki senelerde ise en fazla kadına ulaşabilmeyi amaç edinerek farklı miting alanlarında 8 Mart eylemlerini düzenledik. Ancak bu sene farklı bir biçimi yaratmak için kollarımızı sıvadık. Yeni bir biçimi yaratma gündemi tabi ki yıllarca farklı kollardan büyüttüğümüz kadın mücadelesinin ihtiyaçları üzerinden ortaya çıktı, yürüttüğümüz tartışmalar da bu ihtiyaçla şekillendi. Ve ortaya çıkan da 8 Mart Kadıköy Kadın Buluşması oldu.
Elbette birçok konuda birbirimizden ayrı düştüğümüz birçok nokta var ancak kadın mücadelesinin gücü tam da buradan geliyor; birbirimizle ve sokağa çıktığımızda karşılaştığımız her bir kadınla, farklılıklarımıza rağmen aynı dili konuşabilmekten. Bu dil iktidarsız, kendisini dayatmayan, her parçanın bir bütünde kendini var edebildiği, ilkesi kadın dayanışması olan bir mücadele dili. Bugüne kadar bu dili ne kadar işlevsel kullanırsak o kadar kazandığımızı, bu dilden uzaklaşırsak kaybettiğimizi deneyimledik. Bu yıl bir araya geldiğimiz Kadıköy Kadın Buluşması’nın kadın mücadelesine kattığı deneyim işte böyle bir dille şekillenmiş oldu. Belki de umudunu yitirme noktasına gelmiş birçok kadının katılımı, yıllardır yasaklanan Kadıköy’de yeni bir zemin kazanmamızı sağladı.
Birlikte Olmanın, Dayanışmanın ve Deneyimin Gücü
Dayanışmayı kendisine amaç edinmiş kadınların bir araya geldiği her zemin yeni bir ilişki biçimini yaratırken her bir kadının gündelik yaşamında kurduğu ilişkileri ve kendi yaşam deneyimini de doğrudan etkiliyor. Kadın mücadelesinin yükselmesi, bir kadının metrobüste yaşadığı taciz karşısında ses çıkarmasını sağlıyor, özgüven ve cesarette kendisini var ediyor. Burada bireysel bir tepki olarak görünse de bir kadının yaşadığı tacize karşı çıkardığı ses, bir başka kadının daha yaşadığı şiddet karşısında ses çıkarmasıyla deneyim üretiyor. Kadınlar arasındaki etkileşimin birbirine dokunmak ve mücadele etmekten geçtiği kadın mücadelesini güçlü yapan bir başka nokta da bireysel deneyim ve topluluk deneyimlerinin arasında birbirini besleyen bir ilişki olması.
Her birimizin birey olarak yaşam deneyimi birbirinden çok farklı tabi. Ancak özelikle biz kadınlar arasında bilinçli ya da bilinçsiz şekilde gerçekleştirdiğimiz bir iletişim biçimi olarak deneyim aktarımı birbirimizin yaşamlarına dokunabilmenin ve birbirimizin yaşamlarını dönüştürebilmenin de bir aracı. Öyleyse deneyimi kadın mücadelesinde yer alan her birimizin de bir başka kadına değebilmek için kullandığı bir araç olarak düşünebilmeliyiz ve kadın mücadelesinin pratik ve teorik deneyimlerini de bir deneyim alanı olarak belleğimizde tutabilmeliyiz.
Deneyimlerimizi Anlamak ve Yeni Deneyimler Yaratmak
Deneyim dediğimizde, yapılan bir eylemin sonucuna işaret ediyormuşuz gibi görünebilir. Deneyim burada daha çok eylemin ortaya çıkış ve gerçekleşme sürecini sonuçlarıyla beraber değerlendirmeyi ve bir sonraki eylem için önizleme oluşturmayı kastediyor.
Birey olarak her birimizin deneyiminin birbirinden farklı olduğunu yukarıda söyledik, tabi aynı farklılık topluluk deneyimlerimiz için de geçerli olabilir. Çünkü deneyimi oluşturan ve şekillendiren ne yalnızca olay ya da durum ne de sadece sonuç. Bunları ve daha birçok etkeni birbiriyle nasıl ilişkilendirdiğimiz, yani yorumumuz her bireyin ve topluluğun deneyimini farklılaştırabilir.
Kadın mücadelesinin farklı yorumlar etrafında şekillenmesi, her bir coğrafyada, şehirde, platformda birbirinden farklı noktaların ön plana çıkması da bahsettiğimiz deneyim farklılığını ortaya koyuyor. Elbette bu deneyim alanının ötesinde bizi bir araya getiren, hepimiz için aynı geçerlilikte olan ilkelerimiz var. Ancak olaylara bakış açımız, izlediğimiz yöntemler ve stratejiler birbirinden farklı, bu farklılığın önümüze nasıl süreçlerde çıktığı, çıktığında ortak biçimde hareket etmemizi ne oranda ve nasıl etkilediği uzunca tartışmalı bir konu.
8 Mart’ı Ele Alacak Olursak…
Dünyanın pek çok yerinde uzunca bir süredir kadınların sokağı ne olursa olsun asla terk etmediğini, isyanın giderek büyüdüğünü görüyoruz. Bu görüntü 8 Mart’ın ardından internette yayınlanan, milyonlarca kadının bir araya geldiği eylem fotoğraflarıyla daha da güçlendi. Bir kıvılcımla başlayan isyanların bugüne gelmesindeki süreci kendi coğrafyalarında mücadelenin içinde yer alan birçok kadının/ kadın örgütünün yorumlarıyla okuduk. Var olan koşullarda farklı coğrafyalardaki kadınların ortak deneyimler ürettiğine de şahit olduk. Biz de kendi coğrafyamızda, kadın mücadelesini kimi zaman bu deneyimlere dayanarak kimi zaman yeni deneyimler üreterek örgütlemeyi sürdürdük. Birbirimizden örnek aldığımız mücadele biçimleri olduğu gibi, coğrafyamızın toplumsal ve kültürel gerçekleri oranında birbirimizden farklılaştığımız biçimler de oldu. Üstelik kendi coğrafyamızın her bir parçasında da eş zamanlı olarak farklı deneyimlere şahit olduk.
Bir yandan Erzincan’da yasaklanan 8 Mart’ın, bir yandan Ankara’da polisin Kolej’de toplanıp Sakarya Caddesi’ne yürüyüş gerçekleştirecek kadınların önüne kurduğu barikatların haberini aldık. İstanbul’da ise yine 8 Mart’ta İstiklal Caddesi’nde yürümenin yasaklandığı bir gece yürüyüşü söz konusuydu. Hatta İçişleri Bakanı Süleyman Soylu kadınlarla pazarlık yapmaya çalışıp “İstiklal Caddesi dışında her yerde yürüyüşe izin var.” açıklamasında bulundu.
Ancak yine binlerce kadın Taksim yasağına inat Taksim’de Sıraselviler Caddesi’nde toplandı. Bir saate yakın süren bekleyişin ardından kadınlar yine binlerce ağızdan çıkabilecek en güçlü sesle Karaköy’e doğru yürümeye başladı. Karaköy’e giden sokaklardaki evlerin pencerelerinden çıkan kadınların da eylemdeki her bir kişide yarattığı motivasyonla Karaköy’de trafik kapatıldı, yaklaşık bir saat boyunca kadınlar kalabalık halde yürüyüşü sürdürdü.
Sonrasında sosyal medyadan gördüğümüz fotoğraflardan -az önce binlerce kadının bulunduğu Sıraselviler’de- bir grup kadının gözaltına alındığını öğrendik.
Yani aynı zaman aralığında, aynı mekanda bile farklı iki deneyim söz konusuydu. Ertesi günlerde iki farklı deneyimi kıyaslayan ve birini savunurcasına öne çıkaran haberler, yazılar, yorumlar ve fotoğraflar ortaya çıktı.
Oysa bu iki farklı görüntüyü ve eylem biçimini bir başka biçimde değerlendirmek de mümkün. Ne Karaköy’e yürüyen kadınlar ne de bu yürüyüş yerine Taksim Meydanı’na çıkmak için polisle karşı karşıya gelen kadınlar… Daha iyi değiller!
Gece yürüyüşü her bir bireyin ya da topluluğun kendi iradesiyle katıldığı, toplantıları ve örgütlenmesi gönüllülük esasıyla işleyen bir eylem. Senelerdir feminist kadınların inisiyatifinde işleyen ve bugüne dek süren güçlü bir beraberlik.
Gece yürüyüşünün örgütlenme şekline ve biçimine dair birçok eleştiri yapmak elbette mümkün. Bu eleştirilerin en başında “yürüyüşün içeriğine ve yöntemine dair tartışılamaz kabul edilen bir alanın var olması”nı sayabiliriz. Ancak bu yazının amacı gece yürüyüşüne dair eleştirilerimizi sıralamak değil.
Konumuza dönecek olursak, o gün orada bulunan her birey ve topluluk kendi iradesiyle bulunmaktaydı. Tabi ki binlerce kadından söz ediyoruz ve bu binlerce kadının feminist olmadığını söylemek zorunda olduğumuz gibi her kadının eyleme katılma motivasyonunun da farklı olduğunu bilmeliyiz. Dolayısıyla bu yürüyüşte birçok farklı deneyim üretilebilir ve bu kadar heterojen bir toplulukta birbirinden farklı tepkilerin ortaya çıkması engellenemez. Bir başkasının iradesini yok saymadığı, bir başkasının eylemini engellemediği sürece “gece yürüyüşü bütün kadınlarındır” diyorsak farklı tepkilerin ve yaklaşımların olmasını engelleyemeyiz.
Diğer yandan böylesi bir yürüyüş içinde birbirinden farklı eğilimlerin ve eylemlerin kime tepki olarak ortaya konduğu da önemlidir. “Kadınlara özgürlük” için çıktığımız eylemde karşımıza aldığımız şey bütününde bize o yolu kapatanlar olmalıdır.
Hepsinden önemlisi tüm yaşananların o günle sınırlı kalmadığını, kadın mücadelesinin sürecini şekillendirdiğini, o gün orada başkaca bir deneyim üretildiğini görmemizdir. Bu deneyimi ancak yukarıda bahsettiğimiz, kadın mücadelesine bugüne dek kazandıran dili kullanarak şekillendirebiliriz.
Bahsetmeden geçmeyelim: O gün orada kimse Süleyman Soylu’yla anlaştığı için İstiklal Caddesi’nden “vazgeçmedi”. Kimse bir diğerinden daha cesur olduğu için gözaltına alınmadığı gibi, kimse korkarak kaçmadı da. O gün orada, kim kadın mücadelesinin nasıl yükseltileceğini düşünüyorsa, öyle eyledi. İstiklal Caddesi’ni zorlamak gerektiğini düşünen, her bir kadını ve bütününde kadın mücadelesini bu şekilde güçlendireceğini öngören kadınlar toplandığımız noktayı terk etmediler. Diğer yandan “Siz bize İstiklal’i vermezseniz, tüm sokaklar bizimdir. Trafiği de durdururuz, geceleri de terk etmeyiz!” diyerek kadınları olabildiğince kalabalık ve bir arada tutmayı amaç edinen kadınlar saatlerce sloganlarıyla yürüyüşü sürdürdüler. Bu iki farklı yorumun, öngörünün ve haliyle oluşan iki farklı görüntünün ortaklaşması, bir sorun olarak görülmesindense yeni bir tartışmanın önünü açması ve bir deneyim olarak mücadelemizi şekillendirmesi önceliğimiz olmalıdır. Yalnızca 8 Mart’tan önce başlayan ve sonrasında biten bir tartışma değil mücadelemizin sürekliliğini pekiştiren bir tartışma. Buna ihtiyacımız var.
Ve son olarak: O gün orada kadınlar her halleriyle direndi, beraberdi ve karşımızda olan, sesimizi kısmaya çalışan erkek-devletti.
Şeyma Çopur
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post 8 Mart’ta ve Her Gün Kadınlara Özgürlük – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Mansplaining Bir Açüklama- Zeynep Tan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Çok yönlü bir yazar ve akademisyen olan Rebecca Solnit 2008 yılında bir davete katılır. Solnit’e katıldığı bu davette tanıştığı orta yaşlı bir erkek hangi alanda çalışma yaptığını sorar. Solnit şöyle bir düşündükten sonra henüz yeni tamamlamış olduğu son çalışmasından söz etmeye başlar. Ancak karşı taraf Solnit’in anlattıklarına çok kısa bir süre kulak verdikten sonra Solnit’in lafını keser ve o yıl bu konuda çıkan bir kitaptan söz etmeye başlar. Solnit aslında kendi yazmış olduğu kitaptan söz eden erkeği hayretler içinde dakikalarca dinler. O sırada konuşmaya şahit olan bir diğer kadın, erkeğe defalarca müdahale eder. Erkek, araya girmek isteyen kadını da duymaz.
Bu erkek her şeyin en iyisini bilen, bir kadına temelsiz karşı çıkma özgüvenini her zaman kendinde bulan, bir kadın konuşurken dinleme ihtiyacı hissetmeyen bir erkektir. Dakikalarca küçük dağları nasıl yarattığını anlatır gibi konuşmaya devam eden bu erkek, konuştuklarının yaratıcısı olan kadının araya girmesine, yorum yapmasına izin vermez ve hatta yazarının karşısında olduğunu bile fark etmez. Solnit o günden sonra biz kadınların sıkça yaşadığı bu olay üzerine çalışmaya başlar ve bir kavram yaratır. Man (erkek) ve explaining (açıklamak) kelimelerinin birleşiminden oluşan bu kavram mansplaining’dir.
Mansplaining: “Bir erkeğin, bir kadına, karşısındaki bir kadın olduğu için herhangi bir konuda ondan daha fazla bilgi sahibi olduğu ön kabulüyle, küçümseyici veya büyüklük taslayan biçimde bir şeyler anlatması”dır. Türkçe’ye “açüklama” olarak çevirenler mevcuttur.
Yaşamın her alanında egemen olan, yeryüzünde üretilen her şeyin ebedi yaratıcısı ve sahibi olan bu büyük erk, elbette ki bilgiye de kadından fazla sahip olur ön kabulü… Ne kadar tanıdık değil mi? Ne kadar çok karşılaşıyoruz bu bilgiçlerle günlük yaşantımızda? Aslında ne kadar çok müdahaleye maruz kalıyoruz?
Kendini her konuda tamamlayıcı, üstün gören erkek elbette söz konusu olan her ne durumsa hemen müdahil olmalı ve kadının konuşmaya başlamasıyla ortaya çıkan krizi müthiş bir dokunuşla ortadan kaldırmalıdır(!) Karşısındaki bir kadın olunca bir anda politika, tarih, kuantum, edebiyat, evrim, felsefe hepsinden anlar. Öyleyse bizi olduğumuz yere, yaptığımız şeye yabancılaştırmaya; öteki, eksik, yarım görüp tamamlamaya; özgüvenimizi kırıp kendimizi savunamayacak bir hale sokmaya çalışan erkeklere cevabımızdır:
Söz konusu biz kadınlar olunca her şeye müdahale eden bu çok bilmişlerin açüklamalarına da daha fazla tahammül etmeyeceğiz!
Biz kadınlar yaşamın her alanında var olmayı, yaratmış oldukları ve yaratmaya devam ettikleri egemenliklerini yıkmayı, sözümüzü esirgemeden her alanda söylemeyi sürdüreceğiz!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Mansplaining Bir Açüklama- Zeynep Tan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Dijiseksüel – Evrim Demirci appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yeni Bir Cinsel Yönelim mi Yoksa Aldatmaca mı?
Son günlerde internette dolaşan haberler, gün aşırı yayınlanan bilimsel makaleler, yayınlanan filmlerle yaklaştığı söylenen bir gerçekliğin hayatımızda yaratacağı değişiklikler üzerine konuşuluyor. Yapay zekalardan bahsediyorum. Elon Musk ve Mark Zuckerberg gibi popüler karakterlerin konuyla ilgili bahsettikleri belli başlı bazı başlıklar (pek çoğu on yıllar önce çeşitli bilim kurgu filmlerinde çok defa söylenmiş olan) bir yana, meselenin felsefi/politik bir kısmını işgal eden ve bu şekilde gündemimize giren farklı tartışmalar da söz konusu.
Dijiseksüel/Roboseksüel
Kelimenin ortaya çıkışı Manitoba Üniversitesi’nden Neil McArthur ve Wisconsin Üniversitesi’nden Markie Twist’in bir makalesine dayanıyor. Zaman içerisinde yapay zekaların ve farklı robotların hayatımıza girmesiyle yeni bir cinsel yönelimin ortaya çıkabileceğinden bahsediliyor. Gerçek insanlardan uzaklaşan ve yalnızca robotlarla ve yapay zekalarla ilişki kuran insanların yeni bir cinsel yönelim üretebileceklerine değiniliyor. 2017 yılında MIT Press’ten çıkan “Robot Seks; Etik ve Sosyal Öneriler” adlı kitabında ise Neil McArthur, meseleyi genişletiyor ve “Artık sanal seks döneminin başladığını kendimizden emin bir şekilde söyleyebiliriz” diyor.
Konu hakkında yazılıp çizilenler, yoğunluklu olarak iki ana başlıkta toplanarak değerlendiriliyor. Birinci dalga dijiseksüelllikte cinsel ihtiyaçların Tinder, Skype, Snapchat vb. dijital ortam aracılığıyla giderilmesine ilişkin tartışmalar yapılırken ikinci dalga; sanal gerçeklik, geri bildirime dayalı farklı sosyal etmenleri de içinde barındıran bir süreci öngörüyor. Sanal ortamların bir araç olarak ya da tatmin sürecinin kendisi olarak değerlendirildiği birinci dalga dijiseksüelliğe dair yazılar yayınlamış ABD’li gazeteci Emily Witt, araştırmasında yaygın bir eğilim keşfetmiş. Witt’e göre bu tür platformların kullanılması yoğunluklu olarak kişinin cinsel ihtiyaçlarını karşılayacak kişiyle karşılaşması ve süreci hızlandırması esasına dayalı. Sanal platformların bu şansı artırmasıyla ya da halihazırda kurulan ilişkiyi hızlandırmasıyla doğru orantılı olarak gün geçtikçe kullanımının da yaygınlaştığından bahsediyor. Witt, sanal ya da gerçek bunun etik bir sıkıntı yaratmadığı konusunda ikinci nesil dijiseksüellerle hemfikir.
İkinci nesil dijiseksüelliğe ilişkin konuşulanlar ise pek çok soru işaretini beraberinde getiriyor. Öncelikle söylemek gerekir ki henüz bu sürecin tamamlanması bütünsel bir gerçeklik taşımıyor. Zira cinselliğin sağlanacağı yapay zekalı robotlar üretilebilmiş değil. “Real Doll Company” gibi birkaç şirket gerçekçi robotları üretmeye çabalıyor ancak pek bir ilerleme kaydettikleri söylenemez. Bir robotu standart bir insan gibi yürümesi, hareket edebilmesi için tasarlamak robot teknolojisinin karşısındaki en büyük sorun olmayı sürdürüyor.
Gerçek Zekaların Çözemediği Sorunlara Çare Yapay Zeka Mı?
Peki ya henüz gerçekliği dahi yokken yapay zekaya sahip seks robotlarının insan cinselliğini değiştireceği yorumları ve yeni cinsel yönelim tespitleri yapmak ne anlama geliyor? Bir reklam kampanyası mı yoksa erkek egemen toplumla ilgili sorunlara ilişkin çözüm umudu mu? Belki de her ikisi birden, ancak biliyoruz ki içerdiği anlamlar itibariyle daha fazlası…
Olasılıklar üzerinden yapılan konuşmalar irade tartışmalarını gündeme getiriyor. “Robotların iradesinin tanınıp tanınamayacağı” konu hakkında akla gelen ilk tartışmalardan biri. Kanadalı astronom David Levy 2007 yılında yayınladığı “Robotlarla Aşk ve Seks” isimli kitabında, 2050 yılında robotlarla ilk evliliğin yapılabileceğini iddia ediyordu. Ama o kadar uzaklara gitmeden de buna benzer girişimlere rastlamamız mümkün. 2012 yılında Seattle’da, Angela Marie Vogel ile bir heykel arasında gerçekleşen evlilik çok gündem olmuştu. Çağrılan papazın herhangi iki insan arasındaymış gibi kıydığı nikahın ardından, üst makamların araya girmesiyle evlilik iptal edilmişti. Sonrasında Vogel’in tepkileri pek yankı uyandırmasa da “cansız bir varlıkla” evlenilebileceği hatta bunun belki toplumsal bir meşruluk kazanabileceği bile gösterilmiş oldu. Geriye irade meselesi kalıyordu, konuşamayan ve “iradesi”ni belli edemeyen bir varlıkla ilişki kuramıyoruz tamam, peki ya sözkonusu “evet” diyebilen bir varlıksa?
Bütün bunların yanında dijiseksüel kavramı terkedilmiş, depresif kişilere ya da partner bulmakta zorlananlara da başarılı bir alternatif olarak sunuluyor. Bu robotlar endüstrinin bir parçası haline gelip seri üretime geçtiğinde öncelikli tüketicilerini oluşturacak olan bu insan grubuna yapay zeka robotlar, yalnızlıklarına çare olarak sunuluyor.
Peki robotlar başka ne için kullanılabilir? Acaba insanların “kontrol edilemez” olduğu iddia edilen cinsel isteklerine, karanlık arzularına tatmin sağlayacak araçlar olabilir mi? Şiddetin cinselliğin bir parçası olarak görüldüğü, aynı şekilde deneyimlendiği ve aktarıldığı sürece bu tip soruların soruluyor olmasına da şaşmamak gerek. Kadınların erkek iktidarlar tarafından her gün katledildiği, taciz/tecavüze uğradığı bir gerçeklik içerisinde, bu eğilimleri ortadan kaldırmak yerine alternatiflerini yaratmaya çalışmak tam da erkek egemenliğinin sürdürücüsü olmak anlamına geliyor.
Hatta farklı bir pazar olarak “normal” insanlar için de bir tercih olabilmesi amacıyla robotlar; “asla sahip olunamayacak deneyimlere” ulaşmada bir araç olarak sunulmaya başladı bile. Çekilişi amacıyla böyle yorumlar yapmanın fazla olacağını kabul etmekle beraber, “Her” ya da “ExMachina” gibi filmlerle, her gün yayınlanan sansasyonel haberlerle, “bilimselliğine” vurgu yapılan çalışmalarla anlatılmak istenen nedir?
Dillendirilmeyen gerçeklik erkek egemenliğinin alt edilemeyeceğine (ya da edilmemesi gerekliliğine) ilişkin bir önkabulden başka bir şey değildir. Çünkü eğer taciz/tecavüz ve şiddet tamamen ortadan kalkarsa, bunu siyasi iradesini korumanın bir parçası olarak yapan devletin “kirli işlerini” yaptıracağı kimse kalmaz.
Yapay zekaların kurtaracağı ilişkilere, vaadettiği “farklı” deneyimlere karşı ise hayatın gerçekliğini savunmak, mücadele etme sorumluluğuyla bizi bir kez daha düşünmeye davet ediyor. Yapay zekalarla görünmez kılmaya çalışmak yerine taciz/tecavüzün kendisiyle hesaplaşmalı; onu insanlar arası ilişki biçimlerini dönüştürerek yıkmalıyız. Bu tip yeni nesil söylemleri kadın mücadelesinin temel savlarından biri olan “taciz,tecavüz ve şiddetin erkek egemenliğiyle ilişkili olduğu” savına yönelmiş bir tehdit olarak görmek gerekiyor. Kendi yaşamına, kendi ilişkilerine yabancılaşmış insana verilebilecek tek gerçekçi çözüm önerisi hayatının üzerine tekrar düşünmesi ve mücadele etmesinden geçiyor.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Dijiseksüel – Evrim Demirci appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ataerkil Ritüeller (1):Sünnet- Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kadınlar hep masallarda anlatıldığı gibi prensler tarafından kurtarılmadı. İnsan soyunun ağaçlardan inip yaşamını iki ayak üzerinde sürdürmeye başladığı zamanlarda bile kadınlar, doğurganlığıyla ayrıcalıklı bir konumdaydı. Yaşamı temsil eden birer tanrıçaydı kadın. Doğayı, bereketi, toprağı, canlılığı ve verimliliği simgelerdi. Topluluğun ihtiyaçlarının temininde ve adaletli bir biçimde dağıtılmasında söz sahibiydi.
Cinsiyet ayrımı olmadan yaşanan binlerce yılın ardından ne zaman ki merkezi iktidarlar toplumsal yaşamı kontrol etmeye ve üretim ilişkilerini yönlendirmeye başladı; kadın da toplumdaki konumunu yitirdi, erkeğin boyunduruğu altına alındı. Bereket Tanrıçası Kibele de yerini Bereket Tanrısı’na bıraktı. Yunan mitolojisinde Dionysos ile Afrodit’in oğlu olan Bereket Tanrısı Priapos, Roma uygarlığında fiziki aşkın ve erkekliğin sembolü oldu.
Peki erkeklik ne? Çağlar boyunca erkeklik savaşlarla, kahramanlıklarla eş tutulmuş. Toplumdan topluma küçük farklılıklar taşısa da genelde “zayıf” olan kadının koruyucusu ve aşığı, “güçlü” olan devletin bekası için savaşan bir askeri, “yüce” tanrının sadık bir kulu olarak anılır erkek. “Namus” ve “şeref” ile anılır.
Ama erkeğin erkekliğini kanıtlaması şartıyla. Çıktığı avdan iyi bir avla dönecek! Eşine karşı iktidar olacak, kanlı çarşafı getirecek!
Çocukluktan erkekliğe geçişte de sünnet olacak. “Oldu da bitti” denecek!
Sünnet’in Kökeni
Sünnetin ataerkil dönem öncesinde Afrika kıtasında ana tanrıçaya adak adamak için toplanan erkeklerin cinsel organlarını keserek sunağa atmasıyla başladığı düşünülüyor. Bu gelenek Hititlerde, Azteklerde, İbraniler ve Fenikelilerde, Sümerlerde ve eski Mısır’da da sürer. Eski Mısır’da toplumsal statü belirlemek için bir araca dönüşür ve yalnızca tutsaklara ve kölelere uygulanır. Ayrıca kesme işleminde de değişikliğe gidilerek yalnızca penisin ucu kesilir. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan mumya ve mezar kalıntılarında bu değişiklik çok net olarak görülmektedir.
Firavunun sarayında bir soylu olarak doğan Musa -ki soylu olduğu için sünnet olmamıştı- kendisine inananları, tanrının vaat ettiği topraklara erişmek için tanrıyla bir anlaşma yapmaya ve anlaşmanın işareti olarak da sünnet olma geleneğini yahudilere taşır. Bu durum yahudilerin kendilerini seçilmiş olarak görmelerine yol açar.
Yahudilikte Lilith ile ilgili anlatılara da rastlanır. Bütün kötülüklerin anası kabul edilen Lilith’in sünnetli erkeklere dokunamadığı düşüncesi, yeni doğan erkek çocukların 8. günde sünnet edilmesinin gerekçesine temel yapılmıştır. Ayrıca sünnetin mastürbasyonu önlediği ve şeytan olarak kabul edilen Lilith’in çocuklarının doğmasına engel olduğu inancı bugün bile mevcuttur.
Hristiyanlıkta İsa sünnetlidir ama onun getirdiği din sünnetli olmayı emretmez. Hristiyanlığın ilk zamanlarında din büyüklerinin yaptığı bir tartışmada “kurtuluş için tanrısal hukuka bağlı olmanın gerekmediği” kararı alınınca bu hukukun bir parçası olan sünnet de İsa’ya inananlar için şart olmaktan çıkar.
İslamiyette ise sünnet, peygamberin söz ve davranışlarına verilen bir isim aynı zamanda. Muhammed’in sünnet olup olmadığı net olmamakla birlikte ve bu yönde dini bir emir olmamasına rağmen sünnet olmak, bu dine inananlar için olduğu kadar bu dinin yayıldığı topraklardaki her erkek için zorunlu hale gelmiştir. Sünnet olmayan müslüman bir erkek düşünülemez!
Erkekliğin Olmazsa Olmazı!
Peki nasıl oldu da ana tanrıçaya adak adamakla başlayan ve farklı dinlerde farklı uygulamalarla gerekli dahi bulunmayan sünnet bizim coğrafyamızda erkekliğin vazgeçilmezi halini aldı?
Orta Asya’dan Akdeniz’e kadar yayılan ve Batı’nın “barbar”, kendisinin ise “savaşçı” diye nam saldığı bir toplum elbetteki militarist davranış kalıplarıyla hareket edecektir. Başta her zaman ulu bir hakan ya da sultan ve onun altında sorgusuz sualsiz uygulayıcı teba. Günümüzde de reis ya da başkan ve yine devletin bekası için kurşun yiyen ya da kurşun atanlar… Bütün bu motivasyonu eksiksiz sürdürmek, savaşan insanların -ki bunlar yalnızca ve yalnızca erkeklerdir- sefere, cenge, harbe gidişlerini, ardından da gazi ya da şehit oluşlarını normalleştirmek gereklidir. İşte erkekliğe ilk adım atmak olarak lanse edilen sünnet ve bunun seremonisi hiç sorgulanmadan tekrarlandıkça hem süregiden erkek egemen anlayışa bir çivi daha çakmakta hem de sünnet edileni bir sonraki büyük seremoniye, askerliğe geçişe hazırlamakta.
Sünnet, bu topraklarda kanunen zorunlu; dinen de farz olmadığı halde toplumsal olarak öyle kuvvetli bir karşılık bulur ki kendine göre bir ritüel olmanın çok ötesinde erkeğin ve ailesinin sonraki yaşamını belirleyen bir hal alır. Kişi günümüzdeki adıyla söylersek mahalle baskısı yüzünden evlenemez bile. Alay ve utanç konusu olur.
Oysa sünnet olan erkek çocuk böylesi bir yaptırımla karşılaşmadığı gibi aksine ilgi ve övgü ile karşılanır. Çocuk, “pipi”sini rahatlıkla gösterebilme meşruluğunu edinir. Ailesi bunu, onur ve gurur kaynağı görür.
Vücut Bütünlüğüne Saldırı
Sünnet, çoğu zaman sağlık ya da hijyen gibi gerekçelerle savunulmaya çalışılsa da günümüzde birçok ülkede tartışıldığı gibi “kişinin vücut bütünlüğüne bir saldırı”dır. Penis üzerindeki derinin kesilip atılması olan sünnet en başta doğal olana bir müdahale anlamını taşır. Oysa regl, doğal bir döngü olmasına rağmen ayıp sayılmakta, gizlenmekte, konuşulması bile istenmemektedir. Bu bile sünnetin cinsiyetçi bir ritüel olduğunu bariz bir şekilde göstermektedir.
Vücut bütünlüğüne saldırı konusunda bir mahkeme kararı tartışmayı alevlendirdi. Almanya’nın Köln şehrinde görülen bir dava sonucunda mahkeme, din kaynaklı erkek sünnetini “beden yaralaması” olarak tanımladı. Bu karar, ülke içinde olduğu kadar ülke dışında yaşayan müslüman ve yahudilerde “infial” uyandırdı. Öyleki bu kararın din düşmanlığı yaptığını düşünenlerin sayısı hiç de az değil.
Sünnet Şeytani Arzuları Törpülüyor!
Benzer bir düşünceyle yola çıkan İzlanda, sünneti ülke içinde komple yasaklamayı hedefliyor. Kaygı Almanya’dakine benzer. Çocuğun haklarının, dini haklardan önde geldiğini düşünen İzlanda meclisine seçmen de destek verirken bir tek dini kesimlerden tepki geldi “doğal” olarak!
Sünnet için yapılan müdahalenin kişinin cinsel arzusunda belirli bir azalmaya yol açtığı ile ilgili yapılan araştırmalar sünnetin bu “şeytani” arzuları törpülemek için din büyüklerince uygulatıldığını da düşündürmektedir. Bazı coğrafyalarda bugün hala uygulanan ve pek çok kadının kan kaybından ölümüne yol açan kadın sünneti de böyle bir dini amaç taşımaktadır.
Sünnetin şeytanla ilişkilendirilmesi yalnızca din otoritelerinin değil zaman zaman devlet yetkililerin ve siyasetçilerin de başvurduğu bir yöntem. Devlet, başta Kürt özgürlük mücadelesi olmak üzere tüm toplumsal muhalefeti halkın gözünde zayıf ve güçsüz göstermek, aşağılamak ve değersizleştirmek için katlettiği devrimcilerin sünnetsiz olduğu şeklinde haberler servis etmekte, bu yönde açıklamalarda ve beyanlarda bulunmaktadir. Böylece sünnet, devletin en yüksek makamınca da savunulmakta; sünnet olmama durumu ise “resmen” kötülenmektedir.
Bu ve benzeri söylemlerle devlet iktidarı, erkeğin “iktidar” olması için erkek, erkek olması içinse sünnet olması gerekliliğini yineler durur.
Sünnet Lobisi
Sünnet derisinin kimi cilt hastalıklarında ve estetik amaçlı sağlık sektöründe kullanıldığını da düşünürsek bir “sünnet lobisi”nden de söz edilebilir. Her sünnet sünnet derisi, her sünnet derisi de para demek diye düşünen şirketler sünnetin sağlıklı olduğuna dair zaman zaman sağlık kuruluşlarının araştırma sonuçlarını paylaşıyorlar. Elbette bu araştırma sonuçları kesin bir bilgi taşımıyor ama bu tür açıklamalar defalarca yinelendiğinde sünnet olunması yolunda bir etki yapıyor ister istemez. Günümüzde ABD’de sağlık amaçlı sünnetlerin oldukça yaygın olmasının bir nedeni de bu.
İster sünnetli ister sünnetsiz olsun, erkekler bu ataerkil, bu cinsiyetçi sistem sürdüğü sürece kadınlar üzerindeki iktidarlarını sürdürmeye devam edecekler. Bu iktidar, erkeklere kadınları taciz etme, onlara tecavüz etme ve hatta katletme meşruluğunu sağlıyor. “Erkekliğime laf etti” demesi erkeğin yüksek ceza almasının da önüne geçebiliyor. Bu noktada devlet de erkekle aynı tarafta. Dinler açısından da durum farketmiyor. Hristiyan, yahudi veya müslüman ağırlıklı olup olmadığı fark etmeksizin neresi olursa olsun kadınlara yönelik şiddet hız kesmeden devam ediyor; erkeğin “pipi”sinin sünnetli olup olmaması fark etmiyor.
Erkekler Farkında Mı?
Devletlerin, dinlerin ve kapitalizmin kıskacında kalan kadınlar olarak farkındalıklarımızı geliştirip onların zorlamalarına karşı mücadele yürütüyoruz. Ama erkekler sistemin iktidarını kendi bedenleri üzerinden yeniden yeniden var ettiklerinin farkına varmadıkça ve hatta paylaştıkları iktidar onlara tatmin de sağladıkça bu durumun değişmesi için bir çabaya girişmiyorlar. Cinsiyetçiliğin ve ataerkinin ortadan kalkması kadınların yanı sıra elbette erkekleri de özgürleştirecek. Sünnet ile ilgili yapılan tartışmalar bunun için değerli.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Ataerkil Ritüeller (1):Sünnet- Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Travma Sonrası Büyüme: Acının Dönüştürücü Gücü-Esra Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kökleri evrensel ataerkil kültüre dayanan, kadın ve erkek arası eşit olmayan hiyerarşik ilişkilerin bir yansıması olan kadına yönelik şiddet, medeni olduğu iddia edilen toplumların bile ortaklaştığı tarihsel öğelerden biridir (Ertürk, 2007). Şiddet hangi formda gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin erkekler tarafından kadına yönelik korkutma, sindirme, kontrol etme yoluyla yaptırım aracı olarak kullanılmaktadır. (Yllö, 2005). Birleşmiş Milletler’in 2015 yılı raporlarına göre yaşam boyu en az bir kez partnerleri tarafından fiziksel ve cinsel şiddete maruz bırakılan kadınlar Türkiye’de kadın nüfusun %38’ini oluşturmaktadır.
Şiddet örseleyici bir yaşam olayıdır ve bu duruma maruz bırakılan kadınlarda pek çok psikolojik belirti görülebilmektedir. Golding (1999) tarafından yapılan bir çalışmada şiddete maruz bırakılan kadınların %64’ünde travma sonrası stres bozukluğu, %48’inde depresyon belirtileri görülmüştür. Alkol ve madde kullanımı, intihar eğilimi, migren atakları, fobiler, kaygı bozukluğu da partner şiddetinin diğer psikolojik sonuçları olarak gösterilmektedir (Mechanic, Weaver ve Resick, 2008). Ana akım psikolojide, psikolojik bozuklukları odak alan yaklaşımların çokluğuna rağmen, bazı araştırmacılar travmatik yaşam olaylarının ardından tanısal olarak travma sonrası stres belirtilerinin yanı sıra, bazı olumlu gelişmelerin de ortaya çıkabileceğini vurgulamışlardır.
Tedeschi ve Calhoun (1995), travmatik olaylardan sonra, travmanın neden olduğu acıyla başa çıkma girişimlerinden kaynaklanan bilişsel ve davranışsal olumlu değişimleri travma sonrası büyüme terimi ile ifade etmişlerdir. Bu değişim travmatik yaşantının doğal bir sonucu olarak değil, kişinin olay sonrası bu stresle baş etme sürecinde, stresle eş zamanlı olarak ortaya çıkmaktadır. Büyümenin derecesi kişiden kişiye değişmektedir. Travma sonrası büyüme, travmatik olay öncesi iyi oluş haline dönüşü değil, psikolojik işlevselliğin, hayata dair farkındalığın gelişimini ifade eder. Young (2007) tarafından şiddete maruz bırakılan kadınlarla yürütülen bir çalışmada, kendilerini daha güçlü hisseden ve kişiler arası ilişkilerinde düzelme belirten kadınların oranı %71.6 olarak bulunmuştur.
Bu süreçte stresli yaşam olaylarına maruz kalan kişilerin psikolojik sağlıkları açısından sosyal desteğe dair algıları ve başa çıkma tarzları da önemli faktörlerdir. Sosyal destek, kişilerin travmatik olay sonrası kendilerini açmalarına yardım ederek travmatik olayı anlamlandırmaya yardımcı olabilir. Partner şiddetine maruz bırakılan kadınlarla yürütülen araştırmalar sonucunda, çevrelerinden sosyal destek algılayan ve başa çıkma çabaları da çevreleri tarafından destek gören kadınların daha az psikolojik belirti gösterdikleri bulunmuştur (Prati ve 19 Pietrantoni, 2010; Beeble, Bybee, Sullivan ve Adams, 2009; Meadows, Kaslow ve Thompson, 2005). Kujipers, Knaap ve Lodewijks’in (2011) yaptığı bir çalışmada, algılanan sosyal desteğin “tekrar mağdur olma” (revictimization) durumuna karşı koruyucu bir faktör olarak işlev gördüğü de ortaya çıkarılmıştır.
Tedeschi ve Calhoun’un modeline göre kişiler travmatik yaşantılarının ardından üç boyutta gelişim gösterebilirler. Bu alanlar, “kendilik algısında yaşanan değişim”, “kişilerarası ilişkilerde yaşanan değişim” ve “yaşam felsefesinde yaşanan değişim” olarak ifade edilir.
Travma Sonrası Büyümenin Boyutları
Travma sonrası büyüme boyutlarının her biri; acının dönüştürücü gücüne işaret eder. Kişi bu üç alandan birinde büyüme ifade ederken, diğer alanlarda bu büyüme gerçekleşmeyebilir.
Kendilik algısında yaşanan değişim; şiddete maruz bırakılan kişinin kendini mağdur ve çaresiz olarak değil zor olaylarla baş edebilen, mücadeleci, her şeye rağmen hayatta kalan (survivor) olarak nitelemesi kendilik algısında yaşanan değişim için bir adım olmaktadır. Bu mücadelenin içinde hayatta kalan kadınlarda “Bu durumdan kurtulduysam hayattaki her türlü zorlukla baş edebilirim” düşüncesi oluşmaktadır. Kendisini, yaşadığı olayların mağduru ve çaresiz olarak değil, karşılaştığı zorluklarla başa çıkabilen, ayakları üzerinde durabilen güçlü biri olarak görmektedir. Bu eksende kişinin kendine güveninin artması ve güçlü kendilik algısı oluşması, sosyal destek kaynağı edinmek için de girişimde bulunmasını kolaylaştırmaktadır (Calhoun ve Tedeschi, 1999).
Kişilerarası ilişkilerde yaşanan değişim; travma sonrası büyüme üzerine yapılan araştırmalar stresli durumlarla başa çıkabilen kişilerin, diğerleriyle daha sağlam ve anlamlı ilişkiler geliştirdiklerini ortaya koymuşlardır. Benzer zorlu deneyimleri yaşayan insanların bir araya gelerek duygularını paylaşmaları; şefkat, merhamet duygularını güçlendirmekte ve empatik yaklaşımı ortaya çıkarmayı kolaylaştırmaktadır.
Yaşam felsefesinde değişim; yaşanan travmatik olaylar, varoluşsal deneyimin derinleşmesini de sağlayabilir. Şiddet gibi büyük bir tehditle karşılaşan kişiler hayattaki önceliklerini belirleyebilir, gerçekçi bir bakış açısı geliştirerek; ulaşılabilir amaçlar ile ulaşılamayan amaçlar arasında ayrım yapabilir, hayatta anlam bulabilirler.
Yaşanan travmatik olayın ardından, içinde bulunduğu olumsuz durumla başa çıkmaya çalışan kişi bu durumu olumluya çevirmek için kendine dair düşüncelerinde, insan ilişkilerinde ve hayata bakış açısında bir dönüşüm yaşar. Bu dönüşüm bu alanlardan birinde olabileceği gibi bir domino taşı etkisi de yaratabilir.
Peki bu büyümeyi etkileyen değişkenler nedir? Travma sonrası büyümeyi etkileyen eğitim düzeyi, başa çıkma stratejileri, yaş gibi değişkenler arasında en anlamlı ilişkinin gözlendiği alanlardan biri sosyal destek olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna göre travma yaşayan kişi sosyal izolasyona maruz bırakıldığı ölçüde daha az; sosyal destek aldığı, yalnız olmadığını ve kendisine destek olan arkadaşlarının varlığını hissettiği sürece, travma sonrası büyüme yaşamaya daha fazla eğilim gösterir. Kadına yönelik şiddete karşı mücadele içerisinde her zaman vurgu yaptığımız kadın dayanışması, yaşadığımız travmaları aşabilme noktasında da pratik ve hayati bir ihtiyaç olarak karşımızda durmaktadır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Travma Sonrası Büyüme: Acının Dönüştürücü Gücü-Esra Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Mizojinin Dönüşen Mekanları Kapatılan Kadınlar- Özlem Arkun&Esra Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
1- Erkeğin Mülkü, Bakıcısı ve Hizmetçisi olarak Eve Kapatılan Kadınlar
“Evimde mutluyum, kocam hiçbir şeyimi eksik etmez. Sera bitkisi gibi özen gösterir bana.”
Maria, hayatı ev işlerinden ibaret olan, eve kapatılmış yalnız bir kadındır. Aynı zamanda iki çocuk annesi olan bu kadın, aslında erkekler tarafından kuşatılmış bir kadındır. Dario Fo ve Franca Rame tarafından yazılan Yalnız Kadın oyununda hayat bulan karakter Maria, aslında toplumdaki çoğu kadın gibidir. Bir hizmetçi, bir bebek bakıcısı, bir hasta bakıcıdır. Çünkü erkeğin, erkek egemen zihniyetin ona biçtiği roller bunlardır.
Erkek egemen bir toplumda, kadın olmak, her zaman bir erkeğin mülkü olmayı beraberinde getirir; kadın her zaman erkeğe aidiyeti ile tanımlanır ve tek başına bir kimliği yoktur. Doğduğunda babasının kızı, evlendiğinde kocasının karısı, doğurduğunda erkeğin soyunu devam ettiren çocukların annesidir. Dolayısıyla kendine ait bir kimliği yoktur, hayatını tabi olduğu erkeklere adamakla yükümlüdür.
İktidarlı ilişki biçimleri, yerleşik hayat ve cinsiyete dayalı işbölümünün belirginleşmesi arasında oldukça sıkı bir ilişki seyretmiştir. Ataerkil toplumda kadının ikincil pozisyonu, kadının toplumsal varlığının ev içine sıkıştırılmasıyla gitgide daha da somutlaşmıştır. Dinin ortaya çıkışı, özellikle de Eski Yunan panteonu kadın düşmanlığını meşrulaştırmış, her fırsatta kadınları türlü şekillerde kandırarak tecavüz eden baş tanrı Zeus’u panteonun en tepesine yerleştirmiş, insanoğluna bir ceza olarak bir kadını Pandora’yı yaratmıştır. Hristiyanlık Meryem kültüyle kadını cinsiyetsizleştirerek kutsallaştırmış, diğer taraftan Havva kültüyle kadına, cennetten kovulmanın sorumluluğunu yüklemiştir. İslam da Havva’yı şeytana uyan, zaafları olan taraf olarak tanımlamış ve kadının erkeğin mülkü olduğu söylemini sürdürmüştür.
Ortaçağ boyunca çitlemelerle ortak alanları kaybeden kadın giderek yoksullaşmış, ev içerisinde pozisyonu giderek daha da erkeğe bağımlı hale gelmiştir. Bu süreçte geçimini sağlayamayan kadınlara genelevlerin yolu gösterilmiş ve hayatta kalabilmek için kendilerini erkeklerin hizmetine sunmaları beklenmiştir.
Yine aynı dönemde -sanayinin gelişmesiyle birlikte- artan işgücü ihtiyacı için kadınlar devletin nüfus politikaları ile kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Bu noktada kadının evdeki pozisyonu, sanayi için işgücü yetiştirmek ve yaşamın yeniden üretilmesi noktasında kendisini evine ve ev halkının bakımına adamak olarak belirlenmiştir. Kadının ev dışında bir alanda çalışmak durumunda kalmasında ise aynı işte daha düşük ücrete razı gelmesi, yine bu noktada evin ve çocukların sorumluluğunu taşımaya da devam etmesi beklenmiştir.
Bugün bile hala aynı sosyal ve ekonomik sömürü döngüsüne kapatılan bir kadının ev içindeki varlığı ve emeği görünmezleşmeye devam ediyor. Ev dışında bir pozisyon kazanarak “özgürleşmesi” de yine başka bir kadının eve kapatılması ya da sömürülmesi ile mümkün oluyor. Bugün temizlik işçisi, bebek bakıcısı, hasta bakıcı olarak çalışan kadınlar çoğu zaman sosyal ya da ekonomik bir güvence olmaksızın bu işlerde çalışıyor.
Tüm bunların dışında, kadının evde olması ya da olmaması ahlak çerçevesinde de bir baskı mekanizmasına dönüştürülüyor ve kadının “dizini kırıp evinde oturması” gerektiği ya da “o saatte sokakta ne işinin olduğu” kalıplarıyla yaftalanıyor ya da yargılanıyor.
2- Erkek Aklın Karşısında Akıl Hastanelerine Kapatılan Kadınlar
Tanınmış bir doktor, hele bu kocanızsa, arkadaşlarınızı ve akrabalarınızı sizin hiç bir şeyiniz olmadığına, yalnızca geçici bir sinirsel depresyon, hafif bir histeri eğilimi geçirdiğinize ikna etmişse, elden ne gelir?
Erkek kardeşim de doktor, o da tanınmış bir doktor ve o da aynı şeyi söylüyor. Sonuç olarak, fosfat mı, fosfit mi her ne ise, ondan alıyorum, şuruplar içiyorum, yürüyüşlere çıkıyorum, hava alıyorum ve egzersiz yapıyorum; iyileşene kadar “iş görmem” yasak.
Kişisel olarak, onların fikrine katılmıyorum.
Charlotte Perkins Gilman, doğum yaptıktan sonra geçirdiği depresyonun ardından yaşadıklarını, boşandıktan sonra kaleme aldığı Sarı Duvar Kağıdı hikayesinde bu kelimelerle anlatmıştı. Ortaçağ’da kilisenin kadın düşmanlığı konusundaki söylemlerinin yerini, 18 ve 19. yüzyıl boyunca bilim ve psikiyatri eline aldı.
Aydınlanma, akılcılık, tıp ve psikiyatri, böyle bir dönemin içerisinde şekillendi ve gelişti. 18. ve 19 yüzyıl boyunca tıp, özellikle psikiyatri, kadınların davranışlarına yönelik bilimsel açıklamalar getirmeye başladı. Neyse ki artık kadınların davranışları şeytanla ilişkilendirilmiyordu, doğrudan kadının kendi doğasına bağlanıyor ve bilimsel olarak açıklanıyordu!
Aslına bakılırsa bu dönemde başı çekenlerden olan Sigmund Freud’un bazı tezleri Afrikalı büyücülere benzetilebilir. 1925’te yayınladığı bir makalede Freud klitorisi kadın cinselliği içerisinde erkek bir öğe, klitoris mastürbasyonunu ise “erkeksi” bir eylem olarak tanımlamıştı. Değişen tek şey, kadınları akıl hastanelerine kapatmak ve sakatlamak için kullanılan bahanelerin “bilimsel” olmasıydı. Kadınlar doğaları gereği “zayıf” ve histeriye yatkındı. Cinsel istekte bulunmak, mastürbasyon yapmak, “anormal” davranışlarda bulunmak delilik göstergesiydi ve tedavi yöntemleri ise “klitoridektomi”den (klitorisin kesilerek vücuttan alınması) zorunlu yatak istirahatine, bu süre boyunca ziyaretçi kabul etmemeye ve aşırı kilo almaya neden olan ağır diyetlerden akıl hastanesine kapatılmaya kadar çeşitleniyordu.
Yukarıda ismi geçen Charlotte Perkins Gilman; heykeltraş Rodin tarafından akıl hastanesine kapatılan Camille Claudel, İngiltere Suffolk Country Akıl Hastanesi’ne çevrelerindeki erkekler tarafından “deli” oldukları iddiasıyla yatırılan isimsiz kadınlar, “hayatım üzerinde çok fazla denetimi vardı” diyerek Andy Warhol’u vuran Erkekleri Doğrama Cemiyeti Manifestosu’nun yazarı Valerie Solanas… Hepsi farklı zamanlarda farklı gerekçelerle, ama aslında aynı nedenden kaynaklı olarak -erkek aklın “normlarına” uymadıkları için- bu ithamlardan ve kapatmalardan nasibini aldı.
Bugün ise kadın düşmanlığı yine şekil değiştiriyor, psikolojik manipülasyonun bir biçimi olan “gaslighting” olarak karşımıza çıkıyor. Karşısındaki kadını manipüle ederek kendi gerçekliğinden şüphe duymasını, özgüvenini yitirmesini ve “sen bunları kafanda kuruyorsun” gibi söylemlerle, kadının kendi kendisini deli olduğuna inandırmasını hedefleyen bir psikolojik şiddet halini alıyor.
3- Erkeğin Sarsılmaz Otoritesi Karşısında Hapishanelere Kapatılan Kadınlar
“Hiçbir şey beklemiyorum
Hiçbir şey istemiyorum
Hiçbir şeyden korkmuyorum
Özgürüm ben.”
Bu sözler, kendi yaşamının sonuna gelmişken bile iktidara boyun eğmeyen, içinde yaşamak zorunda bırakıldığı toplumun kadına biçtiği rollere karşı başkaldıran “Sıfır Noktasındaki Kadın” Firdevs’e ait. Firdevs, “…yaşamının son anlarına tanık olan herkese, kendilerini gerçek özgürlük haklarından mahrum bırakan bütün güçlere karşı direnme azmi kazandırmıştır.”
Firdevs’in hikayesi bize yabancı değil. Bu bizim hikayemiz. Yasemin, Namme, Nevin, Çilem, Esra, Buse… Her birinin adı hafızamıza kazınmış, mücadeleye devam eden sayısız kadın var. Kadınlar her gün yok sayıldıkları bu toplumda iktidarın saldırısına karşı kendi güvenliklerini, kendi adaletlerini sağlamaya çalışırken kendilerini yine yok sayıldıkları ataerkil hukuk sisteminin içinde buluyorlar. Kadınları, çocukları, delileri tarih boyunca “kısıtlı” sayan, erkek bakış açısına dayalı oluşturulmuş ataerkil hukuk elbette erkek otoritesinin kurumsallaştırıldığı bir alan. Suç iddiasının varlığından itibaren kadınlarla erkeklere muamelede farklılıklar ortaya çıkıyor. Kadın suç işlediğinde ayıplanır, “namus”a halel getirdiği düşünülünce tecrite maruz kalırken, erkekler özellikle bazı suçlarda toplum tarafından desteklenmekte, kadın için aşağılayıcı olan suç olgusu erkek için gurur verici görülmekte. Hukukun toplumsal normların bir yansıması olması nedeniyle cinsiyete dayalı eşitsizlik yargı kararlarında da kendini gösteriyor, eşitsizlik her kararda yeniden üretiliyor.
Kadınlar gözaltı süreçlerinden yargılama ve kapatılma/cezalandırma süreçlerine kadar yalnızca kadın oldukları için ve toplumsal rollere itaat etmedikleri için iktidar tarafından şiddete maruz bırakılıyorlar. Kadın hep olduğu gibi bu sistem içinde de her zaman “öteki”. Bu yüzden kadınlar, ihtiyaçları görmezden gelinerek erkeklerin ihtiyaçları temelinde inşa edilmiş hapishanelere kapatılırlar. Çocuklarıyla birlikte kalmak zorunda olan anneler, gebeler, pembe kimliği olmayan trans kadınlar “yok”tur. Tutuklanarak toplumsal ahlaka, kadınlık rollerine aykırı davrandığı düşünülen kadın, hukuki cezalandırmanın ötesinde, yargısal bir kurum olmayan hapishane yönetimi tarafından da türlü yaptırımlara maruz bırakılarak aşağılanır. Çıplak arama ve jandarma nezaretinde jinekolojik muayene ile güvenlik gerekçeleri adı altında kadına artık hapishanede olduğu ve otoriteye itaat etmesi gerektiği dayatılır.
***
Jinekolojik rahatsızlığı nedeniyle haftalarca hastaneye gitmeyi beklemiş olan, sevki yapıldığında da jandarmanın gözetiminde muayene edileceğini öğrenen Angelina, muayene olamadan hapishaneye geri dönmek zorunda kaldı.
Kolluk tarafından zaten üstü aranarak hapishaneye getirilen Aynur, girişteki çıplak arama uygulamasını kabul etmediği için yerlerde sürüklendi..
Trans tutsak Esra, erkek hapishanelerinde her türlü transfobik şiddete,tecrit içinde tecrite, erkek gardiyanlar tarafından tecavüze maruz bırakıldı.
2017 verilerine göre 624 çocuk oynayacak, emekleyecek alanları olmadan, dışarıyı görmeden anneleriyle birlikte her yeri beton ve yüksek duvarlarla örülü olduğu hapishanelere kapatıldı.
Bu sayılar birer istatistikten ibaret değil. Bunları yaşayan yalnızca ismi geçen kadınlar değil. Daha önce eve kapatılan ve bağımsız bir kişiliği olduğu görmezden gelinen kadınlar, hapishanelere kapatıldıklarında da her gün, her dakika yine ataerkil bir yapı ve bir otoriteyle karşı karşıya kalıyorlar.
Bu kadınlar, erkek iktidara her karşı çıkışları, her itirazları, her direnişleri için sindirilmeye, kişiliksizleştirilmeye, ve ceza içinde cezaya maruz bırakılıyor.
***
İktidarın her dönemde değişen biçimleri, kadına yönelik baskı ve saldırıların biçimini değiştirse de, kadını her dönemde değişen mekanlara fakat değişmeyen bir anlayışa tutsak ediyor. Tutsak edildiği yerler değişse de değişmeyen bu anlayış; kadının kapatılması gerektiği anlayışı. Ataerkil toplum içerisinde kalıplaşan ikincil pozisyonlarının değişmemesi için, kadınların kendi potansiyellerini keşfetmelerinin, kendi hayallerini ve hayatlarını yaşamalarının önüne dini, siyasi, ekonomik, kültürel engeller konuluyor. Bu yazıda somutlaşan kapatılma mekanları aslında daha kapsayıcı bir mecazi kapatmanın göstergesi oluyor, çünkü kadınlar zaman zaman mekansal olarak fakat çoğu zaman sosyal olarak izole ediliyor.
Kadınları ataerkil sistemin yarattığı bu anlayış içerisinde hapsederek yalnızlaştırmaya, sindirmeye çalışanların karşısında ise çakmak çakmak parlayan gözler duruyor. O gözler bize bakıyor ve biz bu bakışları biliyoruz. Bu bakış Suffolk’taki kadınların gözünde parlayan bakış; bu bakış Nevin’in bakışı; bu kardeşimizin gözünde, annemizin gözünde, aynadan yansıyan suretimizde gördüğümüz bakış. Ve biliyoruz ki bizi yalnızlaştırarak tutsaklaştırmaya çalışanların karşısında, gözümüzdeki ışığı kaybetmediğimiz sürece, birbirimizin gözündeki ışıkla daha da parlayacağız.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Mizojinin Dönüşen Mekanları Kapatılan Kadınlar- Özlem Arkun&Esra Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Şiddete Çare Mücadelemiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ataerki her yerde. Ataerkiyi var eden iktidar her yerde. İktidarının sarsılmazlığını şiddetle sağlayan erkek her yerde. Erkek şiddetinin farklı halleri her yerde. Gel o zaman KADIN, katıl mücadelemize!
Bir çöp kutusundan, dere kenarından, merdiven altından görünen el, ayak KADIN. Hunharca işlenen cinayetlerin maktulu olan, tanığı olan bazen kıl payı kurtulunca sanığı olan ama her defasında mağduru olup ölen de KADIN mahkum olup tutsak düşen de. Tecavüzcüsüyle evlendirilen, 12 yaşında bebeğini emziren, önce babasının sonra kocasının alıp sattığı, alıp satıldıkça yıpratılan, yıpratıldıkça kaybolan ruh da KADIN. Hastane koridorlarında, karakollarda, komşu kapılarında ağlayan gözler KADIN. Sevgiye inanan, inanıp da her şeyi göze alan, yaşama sarılan, sarıldıkça aldatılan, çaresizce katlanmak zorunda kalan, aldığı her darbeyle kırılan kalp KADIN.
Otobüsün sıkışıklığında bunalan, gecenin karanlığında korkan, üzerine dikilen iki çift gözle tedirginleşen, istemediği kollarda çırpınan vücut da KADIN. Yemek pişiren, çamaşır yıkayan, çocuk doğuran, hasta bakan, üstüne başka bir işte çalışıp eve katkı diye sömürülen, yine de beğenilmeyen, ne yapsa eleştirilen, aptallıkla yaftalanan akıl da KADIN. İş yerinde beceriksiz, toplumda her daim yetersiz, her konuda aciz görülen de KADIN.
Seçmediği rollere sıkıştırılan, kalıplarla etiketlenen, kadın olduğu için nefret edilen de, katledilen de KADIN. Her daim belirlenen kadınlık, erkeklik vb. toplumsal rollere hapsedilmeye çalışılan yine KADIN…
Bizim neyimiz kaldı geriye KADIN, mücadele vermekten başka? Bize dayatılanlara “yeter artık” demekten başka? Bizim kimimiz var ki birbirimizden başka? Ne çaremiz var birbirimize ve kendimize güvenmekten başka? Hayatımızı çileye çevirenlere beraber direnmekten başka çare var mı KADINIM diyene? Şiddete çare mücadelemiz, biz birbirimize çareyiz KADIN.
Biz Birbirimizin Çaresiyiz KADlN!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Şiddete Çare Mücadelemiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Mini Etek Kaza Sebebi Olarak Şikayete Uğradı! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Sürücünün aracı polis merkezine götürmesi sonrası, araçtaki insanlardan da gördüğü tepkiyle geri adım atan kişi, olay yerini terk etti.
The post Mini Etek Kaza Sebebi Olarak Şikayete Uğradı! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ha Müftü Ha Memur, Nikah Kıyımı Kadın Kıyımıdır – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Emma Goldman
Evliliğin Tarihsel Gelişimi
Kadın ve erkek yüzyıllardır birbirini tamamlayan iki unsur olarak anlatılır. Çağlar boyunca kimi zamanlarda değişkenlik gösteren cinsiyet rollerine rağmen kadın ve erkek hep bir aradadır. İlkel topluluklarda avcılıkla uğraşan erkek ve toplayıcılık yapan kadın, yaşamın sürdürülmesinde zorunlu bir ilişki halindedir. Bu zorunlu ilişki aynı zamanda ruhsal ve bedensel birleşmelerle soyun devamlılığını sağlamak için sürdürülmüştür. İlkel toplumlardan günümüze farklılık gösteren bir çok ritüel, tören, seremoni ile kadın ve erkek birbirine bağlanmıştır. Günümüzdeki anlatımıyla evliliğin tarih, antropoloji, ve sosyoloji gibi alanlarda ne zaman ortaya çıktığına ilişkin tartışmalarsa uzun yıllardır incelenmektedir.
İlkel toplulukların yerleşik yaşama geçişiyle, devletsi yapılar beraberinde mülkiyet ilişkisini getirmiş ve hiyerarşik ilişki biçimleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Toplumsal ilişkilerin değişmesine neden olan yerleşik yaşam, kadın ve erkek arasındaki toplumsal roller üzerinden başka bir hiyerarşiyi de açığa çıkarmıştır: Erkeğin üstün konumda bulunduğu bir hiyerarşi. “Yabanıl toplumlarda toplumsal ve cinsel ilişkilerin, ortaklaşa üretim ve ortak mülkiyet uygulaması sonucu eşitlikçi bir nitelik gösterdiği görülür. Bu özellikler özel mülkiyete ve sınıf ayrımına dayanan çağdaş toplum anlayışına ters düşmekteydi. Demek ki kadınlara onurlu bir yer veren anasoylu klan dizgesi, her iki cins insanında eşitlik içinde yaşadığı, baskı ya da cins ayrıcalığı görmediği bir ortaklaşmacı (kolektivist) düzendi.” (Evelyn Redd, Kadının Evrimi)
Yerleşik yaşamda çeşitli madenlerin bulunmasıyla da birlikte, avcı olan erkek, diğer avcı olan erkeklerle yarışmaya başlamıştır. Bedensel gücü ve avlanmak için kullandığı silahlar bir başka erkeğe veya bir başka kabileye yönelmeye başladıkça; gücün belirlediği iktidar ve iktidarlı ilişki biçimleri açığa çıkmaya başlamıştır. Kadın ise, gezer-göçer oldukları dönemde daha fazla söze sahipken, yerleşik yaşamla beraber ev ve evin çevresindeki işlere hapsedilmiştir. Kadın ve erkeğin biyolojik farklılıklarından dolayı olduğu iddia edilen iş bölümüyle kadının eve kapatılması, özel alanın içinde tanımlanmasına neden olmuştur. Özel alanda var olan özne olarak kadın ve kadının erkek ile kurduğu yine iş bölümüne dayanan ilişki biçiminde, toplumsal cinsiyet rolleri oluşmaya ve zaman içerisinde belirginleşmeye başlamıştır. Toplumsal cinsiyet, kadın ve erkekte biyolojik olarak bulunan farklılıkların dışında, yaşamsal olarak bulunan farklılıklar ve bu farklılıklar sonucu kadın ve erkeğe yüklenen rollerdir. Bu farklılıkların nasıl ortaya çıktığı ve biyolojik farklılıklarla ilişkisi olup olmadığı yine bir tartışma konusudur. Toplumsal cinsiyet, adı üzerinde toplum ve dolayısıyla kültür tarafından belirlenir. Her toplum ve kültürün özelinde değişkenlik gösterir ve bu özellikler dahilinde belirlenir. Ancak ataerkinin var olduğu tüm toplumlarda koşulsuz olarak bulunur.
Ataerkiyle birlikte kadın ve erkek, bir bütünü oluşturan ilişki biçimini değil de erkeğin kadından üstün olduğu bir ilişki biçimini sürdürür. Ataerkillik, her şeyden önce hiyerarşik bir ilişkidir ve hiyerarşi olmadan kendini var edemez. Babanın iktidarı, onun bir adım gerisinde olan oğul tarafından sürdürülmek durumundadır. İşte bu noktada devreye giren “erkeğin soyunun devam etmesi”, zorunlu hale gelir.
Soyun Devamı ve Namus Olgusu
Soyun devamı kaygısının bir sonucu olarak kadının tek eşliliği şartı konulmuştur. Soyun devamını sağlayan yegane varlığın erkek olduğu düşünüldüğünden, bu durumda kadın sadece bir araç olmuş ve varlığı doğurganlığa bağlanmıştır. Kadının bedeninin doğurganlığa bağlanmasıyla birlikte, kadın bedeni bütünüyle cinsellikle dolup taşan bir beden olarak tanımlanmış, nitelenmiş ve saf dışı bırakılmıştır. Bu beden, kendisine içkin patolojinin etkisiyle tıbbi uygulamalar alanıyla bütünleştirilmiştir. Düzenli doğurganlığı sağlamak zorunda olduğu toplumsal bünye esas ve işlevsel öğesi olmak zorunda kaldığı aile düzlemi ve ürettiği biyolojik-ahlaksal bir sorumluluk çerçevesinde eğitimi boyunca güvence vermek zorunda olduğu çocukların yaşamıyla organik bir ilişkiye sokulmuştur. (Foucault, Cinselliğin Tarihi)
Kadının eve kapatılması ve doğurganlıkla eş değer tanımlanması, zaman içerisinde bunun bir mülkiyet ilişkisi olmasını da garantilemiştir. Bu mülkiyet ilişkisi, toplumsal cinsiyet rollerine dayandırılarak “namus” kavramının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Erkeğe ait olan ve korunması gereken kadın tanımı, kadının toplumsal ilişkilerdeki hal ve hareketlerini de kapsayan “kadının namusu” denilen kavramı yaratmıştır.
Aile ve Evlilik
Tüm bu belirlenimlerin bize gösterdiği, kurum olarak evlilikten önce, kurum olarak ailenin varlığıdır. Ailenin kurumsallaşması, toplumun merkezi devlet yapılanmalarına doğru evrildiğinin bir göstergesi olarak gerçekleşmiştir. Devletler, yaşamın tamamına nüfuz edebilmek için aile kurumunun belirleyicisi olmuştur.
Tarihte somut olarak “dini bir ritüel” biçiminde karşımıza çıkan evlilik, kurumsallaşmış dinler öncesinde, insanların “Tanrılar onları kutsasın” diye yaptıkları bir törendi. Anadolu’da, Mezopotamya’da ve Antik Yunan’da evlilik törenleri birbirinden farklı özellikler gösterse de, temelde Tanrının bir ödülü olarak düşünülüyordu. Örneğin Antik Yunan’da -bugünkü Batı toplumlarının temelini oluşturur- genellikle 15 yaşından itibaren evlendirilen kız çocukları 3 gün süren bir şölenle evlendirilir, tanrıya çeşitli adaklar adanır veya “kurban” kesilirdi. Evlilik, aile olabilmenin en kutsal adımı olmuş ve yerine getirmek Tanrılara karşı bir sorumluluk ve zorunluluk haline gelmişti. Ancak bu evliliği kutsal kılan tabi ki erkekti. Meşru evlilikten doğan meşru çocuklar babanın soyunun devamı olmakla birlikte, babanın iktidarının da devamıydı. Erkeğin iktidarı böylelikle süreklileşecekti. Erkeğin kutsal addedilen soyunun bozulması kaygısı, kadının üzerinde aşırı sahiplenme (mülkiyetçilik) ve kıskançlık olarak kendisini var etti. Önce kendi babasına, sonra evlendiği erkeğe bağımlı kılınan kadın, ailenin bir parçası olmaktan ziyade iktidar tarafından ezilen bir kimliğe büründürüldü.
Kadının toplumsal yaşantıdaki yeri sadece çocuk doğurmak, yetiştirmek -o da erkeğin onay verdiği şekilde- ve evin çekip çevrilmesini sağlamakla sınırlı kaldı. Tabi ki bu dönemlerde de toplumsal cinsiyet rollerini, aileyi, evliliği reddeden kadınlar olmuştur. Bunların bir kısmı birer efsane gibi hafızalarımızda bulunsa da, hem yazılı kaynak olmamasından hem de erkeğin gerçekleri çarpıtmasından dolayı, elimizde çok az belge bulunmaktadır.
Kurumsallaşmış Din ve Evlilik
Kurumsallaşmış dinlerin ortaya çıkışıyla birlikte, kadının toplumdaki pozisyonu giderek erimiş; zaten mevcut olan kurallar, yasaklar ve baskı bu sefer “semavi” olduğu iddia edilen dinler tarafından uygulanmaya başlamıştır. Babanın üstün gücüyle elde ettiği iktidar, Hristiyanlık tarafından desteklenmiştir. İktidar, iktidarını “oğullarına” devretmiştir. Oğulların çoğalması, bir sürünün çoğalması gibidir, çoğalma çiftçi için nasıl önemliyse oğullar için de o kadar önemlidir. (İncil, Markos) Tanrı, insanlara bunu öğütlemiştir. Batı toplumlarında Roma İmparatorluğu ile başlayan -adaleti ve eşitliği getireceği iddia edilen- Hristiyanlık, pek çok farklı devlete savaşlarla, asimilasyonla ve çeşitli kültürel etkileşimlerle yayılmıştır.
Evlilikle ilgili olarak tek eşlilik kuralını getiren kilise, kadın ve erkek arasındaki toplumsal farkları daha da belirginleştirmiştir. Erkeğin birden fazla kadınla birlikte olması kutsal kitap tarafından yasaklanmıştır. Ancak erkek başka bir kadınla birlikte olduğunda rahibe gidip günah çıkararak günahlarından arındırılmış olur. Kadın ise dince yasaklanan benzer bir suçu işlediğinde dinden aforoz edilir. Bu, aynı zamanda toplumdan da aforoz edilme anlamını taşır. Sadece aforozla yetinilmediğinde, kadın çoğunlukla “cadı” veya “büyücü” yaftalamasıyla idam edilir. Boşanmak ise yasaktır. Ama kadın bir günah işlediyse, erkeğin kadını dilediği gibi boşayabilme ve başka bir kadınla evlenebilme hakkı vardır.
Din ve devlet ittifakının doruk noktasına ulaştığı 9. yüzyılda zaten eğitimli olan rahipler, nikah kıyma yetkisini edindiler. O dönemde kiliseler her yerdedir, bu yüzden nikah kıyacak olanlar -Tanrı izin verdiği sürece- rahipler olacaktır. Zaman içerisinde nikahlar sayesinde büyük bir zenginleşme yaşayan Kilise, akraba evliliklerini yasaklamıştır. Kadının miras hakkı zaten olmadığından, bölünerek miras kalan küçük arazi ve tarlalardan elde ettiği gelirle daha da zenginleşmiştir. Devletin karşısında daha güçlü bir konuma ulaşan Kilise’nin toplum üzerindeki etkisi arttıkça devletle çatışmalar yaşamaya başlamıştır. Toplumsal ve siyasal yaşamın düzenleyicisi artık Kilise’dir. Devletle Kilise arasındaki ittifak zamanla bozulmuş, bu bozulma büyük bir kırılma noktası yaratarak 18. yüzyılda Kilise Reformu’nu beraberinde getirmiştir. Böylelikle evlilik ve aile tekrar devletin denetimine geçmiştir. Ancak Kilise’de nikah kıyma geleneği günümüzde bile devam etmektedir.
İslamiyet’in kurumsallaşması Hristiyanlığa oranla daha farklı seyretse de, ortaya çıktığı coğrafyada kadının siyasal ve toplumsal hiçbir konumu bulunmamaktadır. İslamiyet bu kültürün devamına hatta perçinlenmesine neden olmuştur. Bugün bile İslam Hukuku’nca yönetilen devletlerde tartışılan, “kadınlara araba kullanma hakkının verilmesi”dir.
“Her kim ki bir kız çocuk doğduğunu görürse, üzüntüden yüzü simsiyah kesilir.” (Kuran, Nahl Suresi) İslamiyet’in kadına bakış açısı bu ayetle gayet iyi özetlenmektedir. İslam toplumlarında kadın, sosyal ve siyasal anlamda yaşamın hiçbir yerinde bulunmayan, çoğunlukla satın alınan, yalnızca erkekle var olabilecek bir nesnedir. Kadının eve kapatılması dışında fiziksel olarak da kapatılmasını “emreden” Kuran, yine kadına yönelik birçok şey öğütler. Kadın ve kadın bedeni, korunulması, kapatılması gereken ve sadece tabi olduğu iktidarın yanında sergilenebilecek bir nesne olarak var olabilir.
İslam’da evlilik, imamın yetkisindedir ve “bir erkeğin en fazla 4 kadın alabilmesi şartı” konulmuştur. Ancak erkek tek seferlik cinsel ilişki yaşayabilmesi adına gerçekleştirdiği muta nikahı(1) sayesinde dilediği kadar kadınla cinsel birliktelik yaşayabilir, sonrasında ise rahatlıkla boşanabilir. Bu İslam Hukuku’nca yaratılmış bir olgudur. Ancak kadın evli olduğu erkeğe karşı gelmesi, “kadınlık görevini” yerine getirmemesi, başka bir erkekle cinsel ilişki yaşaması durumunda erkek tarafından hemen sözlü olarak beyanla terk edilir; kadının ve evli olduğu erkeğin akrabaları tarafından veya evli olduğu erkek tarafından genellikle recm(2) edilerek öldürülür. İslamiyette boşanma yetkisi erkektedir, kadın çok nadir istisnalar dışında erkeği boşayamaz. Boşanma, erkeğin sözlü olarak beyanıyla gerçekleşir.
Yahudilik’te ise durum biraz farklıdır. MÖ iki binli yıllara dayandırılan Yahudilik, tek bir halka (İsrailoğulları) gelme özelliğini korumakla birlikte, bu dine dahil olan herkesin bu halka da dahil olması şartıyla varlığını sürdürmüştür. Anaerkil olduğu iddia edilen kutsal kitabı Tevrat’ta tek eşlilik esastır, ancak bu kural sadece kadın için geçerlidir. Erkeğin birden fazla cariye alabilmesi normal kabul edilir. Ancak evliliği gerçekleştirme yetkisi bulunan kişi, evleneceği kişiyi seçme yetkisi diğer kurumsallaşmış dinlerden farklı olarak kadına verilmiştir. Yahudiliğin diğer kurumsallaşmış dinlerden daha eski olduğunu düşünürsek, kadının toplumda biraz daha önemli bir konumda bulunduğu zamanlarda ortaya çıkmıştır. Bunun dine yansıması olarak, kadının dinde belirlenen pozisyonunda farklılık olduğu yorumu yapılabilir.
Dinin topluma -kapitalizm ve modern devletlerin varlığıyla birlikte- etkisi bazı değişikliklere uğrasa da, iktidarlar toplumun kontrolünü sağlamlaştırdığı aile ve aileyi oluşturmak için yaratılan evlilik özelliklerini korumaya devam etmiştir. Her ne kadar Batı -modern- toplumlarında kadın ve erkek arasındaki farklılıkların azaldığı iddia edilse de, evliliğin varlığının kadın üzerinde bir otorite olduğu, kadının devletin ve dinin sürdürülebilmesi için kurulan bu kurumun parçası olmak zorunda olduğu gerçeğini değiştirmez. Doğu ve Batı toplumlarında farklı özelliklerde olsa da, pek çok toplumda dinin kadın üzerinde yarattığı büyük baskı, kurumsallaşmış dinlerin ortaya çıkışında olduğu gibi sürmektedir.
Evlilik bir mülkiyet midir? Ve bu mülkiyet aile içinde nasıl devam eder?
Evlilik, iki insanın birbirini severek beraber yaşamasının dışında, bir mülkiyet ilişkisidir. Her iki taraf için de bir mülkiyet ilişkisi olsa da, genellikle mülk edinilen özne kadın olmaktadır. Mülkiyet ilişkisi sosyal olduğu kadar ekonomik bir bağlayıcılıktır. Kadının tüm davranışlarını belirleyen ve kontrol eden erkek olurken, evlilik ile birlikte yapılmış olan ekonomik sözleşme kadının lehine gibi görünür. Ekonomik yaşantısını erkeğe bağlamak zorunda kalan kadının, boşanma durumunda alacağı tazminat bir kazanım olarak görülse de, bu kadın ve erkek arasındaki mülkiyet ilişkisinin devamını, aynı zamanda algısal olarak kadının erkeğe bağımlı olmasının devamını sağlar. Bu mülkiyet ilişkisini topyekün reddetmek, aynı zamanda kadın ve erkeğin arasında iktidarlar tarafından oluşturulan hiyerarşik ilişki biçimini de reddetmek ve ortadan kaldırmak anlamına gelecektir.
Eşitlik ama hangi anlamda?
Evlilik ile ilgili olarak uzun zamandır tartışılan kadın ve erkeğin -genellikle ekonomik olarak- toplumun her alanında olduğu gibi evlilik rollerinde de eşit olabilmesiydi. Kadın ve erkek eşitliği, erkeğin kapitalizm ve devlet içerisinde aldığı pozisyonda kadının da var olabilmesi savunusudur. Eğitim, ekonomi, siyaset gibi alanlarda erkeğin pozisyonunda olabilmek, aynı zamanda erkeğin iktidarına ortak olabilmektir. Yaşadığımız sistemdeki eşitlik isteği, erkekle aynı konumda bulunabilmek isteğidir. Erkek egemen bir sistemde erkekle eşitlenerek erk olmak, özgür olduğunu sanmaktan başka bir şey değildir.
Bu Coğrafyada Evlilik
Evlilik, her toplumun kendi toplumsal gerçekliğinde ve değer yargılarında değerlendirilmesi gereken bir kavramdır. Dinin etkisinin yoğun olduğu bu coğrafyada evliliği değerlendirmek, toplumun özelliklerini değerlendirmeye de denk düşecektir.
Giderek sadece biçimsel değil, algısal olarak da muhafazakarlaşan/muhafazakarlaştırılan toplumumuzda namus denilen kavram yüzyıllardır önemini korumaktadır. Başlık parası, berdel, töre, töre cinayetleri, küçük yaşta zorla evlendirilmeler, tecavüzcüsüyle evlendirilmeler bu coğrafyanın gerçekliğidir. Her gün taciz, tecavüz ve kadın katliamının yaşandığı coğrafyamızda kadın üzerinden tartışılan bir başka konu ise şimdilerde “müftülere nikah kıyma yetkisi veren yasa” oldu. İktidarın bu yasayla belli bir amacı temsil etmesiyle birlikte, iktidarların tarih boyunca kadınlara yöneldiğini göz önünde bulundurursak, bu durum şaşırtıcı olmamalıdır.
Hukuk içerisinde hak mücadelesi mi, adalet için özgürlük mücadelesi mi?
Evlilik gündemi bu coğrafyada yalnızca şimdiye ait bir gündem değil. Daha önce, 2000’li yılların başında, imam nikahının kaldırılması için mücadele eden kadınlar, kadınların “resmi” evlilik sayesinde çeşitli kazanımlarının olduğunu savunmuş ve bu konuyla ilgili Medeni Kanun’da düzenlemeler yapılması gerektiğini önermiştir. Benzer şekilde, yeni yasa ile müftülere nikah kıyma yetkisinin geçersiz olduğunu söyleyenler, AİHM’ye başvuru yaptılar.
Devletin koyduğu yasalar çerçevesinde toplumdaki her insan için olduğu gibi, toplumda ezilen pozisyonunda olan kadınlar için de yasalar bulunmaktadır. Bu yasalardan yararlanmak ve “meşru haklar” çerçevesinde meşru hakları elde edebilmek için sadece hak mücadelesi vermek, tek çözüm olamaz. Devletin yasalarıyla oluşturulan hukuk içerisinde hak elde etmek üzerinden kurulu bir mücadeleyi tek başına yürütmek, bir kazanım olmadığı gibi; bu yasaları yaratanların ve erkek devletin meşruluğunu sağlamaktadır. Anarşist Emma Goldman’ın mücadelesi, hak mücadelesi dışında bir mücadele hattı yürütebilmenin en iyi örneklerindendir. Kürtajın yasallaşması ve doğum kontrolü için uzun yıllar mücadele veren Goldman, ezilmişliğin kökeni olarak gördüğü ataerkinin ortadan kaldırılmasına yönelik bütünlüklü bir mücadele hattı yürüterek hem devlete hem de kapitalizme karşı örgütlenmenin gerekliliğini savunmuştur.
Bugün tartışılan yasada, yasanın yürürlükten kaldırılması için “yasal” kampanyalar yürütmek dışında, bu ve benzer yasaları koyanları ortadan kaldırmaya yönelik mücadele vermek de bir gerekliliktir.
Özgürlük mücadelesi varoluşu tehdit eden tüm unsurlara karşı girişilmiş bir hayatta kalabilme mücadelesidir. Dünyanın hemen her yerinde kadının hayatta kalabilmesi kendisine karşı olan ataerki, devlet, din ve kadına karşı olan toplumsal değer yargılarıyla mücadele etmesine bağlıdır ve mücadele sadece kendisi için değil tüm kadınlar için de olmalıdır.
1) İslam’da para karşılığında bir erkek ve kadının sözlü beyanına dayanarak imam tarafından gerçekleştirilen geçici nikah.
2) Taşlamak anlamındadır ve İslam Hukukunca “zina” yapan kadın veya erkek taşlanarak öldürülmesidir.
Ece Uzun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Ha Müftü Ha Memur, Nikah Kıyımı Kadın Kıyımıdır – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Popülist Muhafazakarlık – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yeni muhafazakarlığın coğrafyamızdaki temsilcisi AKP iktidarının kadın politikasının amacı; toplumda kadının, kendini değerli bulduğu ve kendisi için özel alanlar talep ederek özgür olduğu hissiyatına kapılmasını sağlamaktır. AKP iktidarı uyguladığı kadın politikasıyla yalnızca siyasi tabanına, muhafazakar kadınlara hitap etmeyerek toplumdaki tüm kadınları bu politikaya sıkıştırmak istemektedir. Yeni muhafazakarlığın cazibesine kapılarak yaratılmak istenen özgürlük illüzyonuna sıkışan birçok kadın; hem yeni muhafazakarlığın, hem de ataerkilliğin birer uygulayıcısı haline gelir.
Ece Uzun
Muhafazakârlığın Kadındaki Siyasi Sembolü Olarak Başörtüsü
Kadının başörtüsü yıllardır siyasi olarak sürdürülen en yoğun ve uzun soluklu tartışmalardan biriydi. AKP ve benzeri muhafazakar tabanlı yapılanmaların içerisinde kesik bir yara gibi kanayan bu mesele, başörtüsü serbestliğinin getirilmesiyle kurumsal anlamda sona erdi. Bu tartışma öyle uzun soluklu bir tartışma oldu ki; her kesimden kadın ister istemez bu tartışmaya dahil oldu. Bir kesim bunu sekülerizme karşı olarak gördü, diğeri dini referansları savundu, bir diğeri kadının beyanını esas aldı ve bir de bu tartışmaya girmeyenler oldu. Çünkü mevzu bahis örtü kadının başındaydı. Öznesi kadın olan bir tartışmanın eyleminde de kadınlar vardı tabi ki. Görmezden gelinmemeli, başörtülü de olsa bu kadınlar ülkedeki değişen siyasi rejimler sonucunda çok sert uygulamalarla karşı karşıya kaldı. Tartışma, AKP iktidarının uygulamalarıyla şimdilik sona erdi, başörtülü kadınlar artık devletin en görünür mekanizmalarında yer alıyor, mecliste koltuk kapıyor, TSK’da ve emniyet teşkilatında görev alıyor, üniversitelerinde ders veriyor, medya kanallarında politika yapıyor… Bir taraf kazandı gibi görünüyor, bir taraf kazanmak için hala savaşıyor, bir diğer taraf olanı biteni sadece izliyor.
AKP iktidarı gelenekçi muhafazakar bir yapılanma ve tabanını da bu çoğunluk oluşturuyor, bu anlamda hitap ettiği bir kesim var. Yani en azından uzun bir süre bu böyleydi. Sonra işler yavaş yavaş değişti, muhafazakar taban önce çatırdadı sonra bozuldu, gelenekçiler ayrıştı, yenilikçiler ayrıştı, can ciğer bilinen cemaatle kanlı bıçaklı olundu; yani şimdilik böyle.
AKP iktidarının şimdilerde bilinen en önemli özelliği tek başkan rejimi savunuculuğu yani “Erdoğancılık”. AKP’de kim varsa artık “Erdoğancılığı” benimsemek zorunda, yoksa bu iktidarın masasına asla oturamaz. Aslında “Erdoğancılık” o kadar da muhafazakar değil, sadece yıllar önce üzerine oynadığı bu kesimi kaybetmeme derdinde. Şu gerçeği göz ardı etmemek gerek, yaşadığımız toplumun yapısı gereği, büyük bir çoğunluk muhafazakarlıktan besleniyor. Dolayısıyla “Erdoğancılık” da bunu kullanıyor, söylemlerini bu muhafazakar geleneğin üzerine inşa etmesi gerektiğini çok iyi biliyor. Ancak yine de her yerde her fırsatta vurguladıkları gibi bir yeninin peşindeler. Ve işte tam da burası çok önemli; çünkü içinde bulunduğumuz sisli hava yüzünden göremediğimiz bir buz dağı var. Dümendekiler çarpmaya odaklı rota aldılar bile. Çarpacağız ve tepetaklak olacağız. Biz buna boğulma süreci diyelim. Uzun bir süre çırpınacağız yani. Çünkü karşı karşıya kaldığımız şey eskiden daha da beter bir hal alabilir.
Peki, Geleneksel Muhafazakarlıktan Daha Beter Olan Nedir?
Şimdilerde; yeni bir muhafazakarlık, yeni bir anlayış örgütlenmek isteniyor. Yani sadece kılık kıyafete indirgenmeyen, eğitim gibi köktenci uygulamaları yadsımayan, algısal bir muhafazakarlık. Kadını örtmek, dinsel eğitimi zorunlulaştırmak dışında hem algısal hem bütünsel bir kapatılmadan bahsediyoruz. Belki de uzun yıllar kurtulamayacağımız bir kapatılma. Bu yüzden yıllarca muhafazakarlık başlığında sürdürülen başörtüsü tartışması gibi aynı eksene tekrar tekrar dönmek büyük hata olur. Bizi sadece tek bir odağa sıkıştırır, hareketsiz kılar. Meseleye başka bir açıdan bakmak gerek, bu kaçınılmaz.
Nedir Bu “Yeni Muhafazakarlık?”
Bahsettiğimiz bu yeni muhafazakarlığın, siyasi literatürdeki neoconservatism diye adlandırılan muhafazakarlık anlayışıyla karıştırılmaması gerekir. İkisi arasındaki farkın anlaşılmasındaki işe yarar örnek, neo-con’ların Bush yönetimi ABD’si ile yeni seçilen başkan Trump ABD’si arasındaki farktır. Dolayısıyla bugün burada da, başka bir coğrafyada da, yeni muhafazakarlık denilen bu olguyu anlamak için özellikle günümüzün ilerici/laik-gerici/dinci çerçevesi yetmeyecektir. Dünyadaki liberal demokrasi kültürünün, değerlerinin ve işleyişinin bir krizde olduğu gerçektir. Toplumun kültürel değerlerini belirleme noktasında ortaya konulan bütün iddiaların sahte olduğu ortaya çıkmıştır. Birbirinden farklı yaşam tarzlarının meşruluğu, barış içinde birlikte yaşam, bireysel özgürlüklerin değeri, adaletin sağlanması, kadın özgürlüğü, kadın-erkek eşitliği gibi “erdemler”, liberal demokrasinin iddia ettiği gibi gerçekleşmiyor. Böyle bir krizin yarattığı boşluğu ise, yine iktidarlı düşünceler ve yapılanmalar doldurmaya çalışıyor. Bahsettiğimiz bu yeni muhafazakarlık anlayışı yeri geldiğinde geleneksel muhafazarkarlığın siyasal ideolojisini ve söylemlerini kullanarak dine referans verse de, amacı dinsel değerler üzerinden topluma yapacağı bütünsel etkidir. Dünyanın farklı coğrafyalarında özellikle yeni sağ ile birlikte yükseltilen, yeni muhafazakarlık kültürünü yaymaya çalışan tüm yapılanmaların “ırkçı”, “ayrımcı”, “kadın düşmanı” söylem ve politikaları, bu olgunun küresel ölçekte örgütlendiğini görmek açısından önemlidir.
Muhafazakarlar ve Karşıtlarının Sıkışmışlığı
Yaşadığımız coğrafya özelinde muhafazakarlık tartışmaları gericilik-ilericilik, sekülerlik-dincilik ikiliklerine sıkıştırılmakta ve meselenin özünden uzaklaşılmaktadır. “Laiklik savunucuları” tarafından sadece din ile ilişkilendirilen ve adeta paranoyaklaşmış bir kaygı olarak topluma yansıyan bu mesele, İran benzeri devletlerin rejimlerine dönüşme şeklinde vurgulanmaktadır. Diğer taraftan “muhafazakar elitler” ekonomik ve sosyal yaşamlarını sürdürebilmek için muhafazakar yaşam tarzını topluma geleneksel değerler olarak dayatırlar. Özellikle her iki tarafın da yaşam tarzı dediğinde hedef aldığı asıl özne kadındır. Bu, özünde devlet yapısı ve yaşam tarzına odaklanan orta ve üst sınıfların kaygılarını barındırdığı bir tartışma olarak görülebilir. Ancak kadın tüm bu tartışmalara sıkışarak eriyen bir kimlik olarak ezilmeyi sürdürür. Erkek-egemen sistemin en temel dinamiklerinden olan devlet, herhangi bir yapısal değişiklikle iyileştirilemeyeceği gibi; orta ve üst sınıfların “yaşama tarzı” talepleri de ezilenlerin talepleriyle örtüşmeyecektir. Diğer yandan, bu tartışmalarda görünmeyen ya da görülmek istenmeyen bir diğer şey de, yeni muhafazakarlık denilen bu anlayışın tüm kadınlara; yani başı açık ya da kapalı olana da erişebilmesidir.
Değişen Ne Olursa Olsun Ezilen Kadın
Yaşadığımız coğrafyanın yeni muhafazakarları değişimi öncelikli olarak “kadın” üzerinden tartışmaktadır. Son dönemlerde yapılan araştırma sonuçlarına göre, muhafaza edilmesi gereken en önemli şeyin “aile kurumu” olarak görülmesi de değişimin asıl öznesinin kadın olduğunu göstermektedir. Toplumda “ideal kadın” şöyle tanımlanmaktadır: “Erkeklerle hukuken eşit, gerektiğinde çalışıp para da kazanan, ama aile içerisindeki anne ve eş rollerini asla aksatmayan ve ev içi görevlerini aksatıyorsa işini bırakan; namus kodlarının dışına çıkarak kocasının şerefine laf getirmeyen kadın tipi.” Dolayısıyla kadın toplumda ona biçilen tüm rolleri içselleştirmelidir.
Yeni muhafazakarlığın merkezinde yer alan kadının beklentileri ve talepleri de bu yeni anlayışın çerçevesinde şekillenmektedir. İnançlarıyla doğru orantılı olarak aile kurumunu yükselten, dünya trendlerini kendilerine uyarlayan, ekonomik refaha ulaşabilmenin imkanlarını yaratan, yaşam tarzına uygun olanı alternatifler üreterek gerçekleştiren kadınlar yeni muhafazakarlığın kabulündedirler. Ancak burada kadınlık rolü tamamen içselleştirilmiştir. Diğer taraftan bu “muhafazakar kadınlar” toplumda sosyalleşebilecekleri özel alanlara ihtiyaç duyarlar. Bu anlayış ise hem dışlamayı içeren, hem de ataerkil toplumda dışlanmayı içselleştirmiş bir kadın profili yaratır. Dışlama ve dışlanma yoluyla sosyalleşebilen bu kadınların toplumdaki erkeklerden daha fazla muhafazakâr olması eğilimi belki de bu sebepten ötürüdür. Çünkü sadece muhafazakârlığın araçsal kullanımı yoluyla sosyalleşebilmektedirler. Ötekinin var olması, bizim de ötekiler arasında bir diğer “öteki” olmamız olanağını doğurur. Bu durum kaçınılmaz olarak, bireyin yalnızlaşmasına neden olduğu gibi, yeni bağlamlar türeterek kendini ifşa edebileceği alanlarda yer almasına neden olmaktadır. Yeni muhafazakâr kadın profilindekilerin yaşamakta olduğu durum tam olarak budur.
Yeni muhafazakarlığın coğrafyamızdaki temsilcisi AKP iktidarının kadın politikasının amacı; toplumda kadının, kendini değerli bulduğu ve kendisi için özel alanlar talep ederek özgür olduğu hissiyatına kapılmasını sağlamaktır. AKP iktidarı uyguladığı kadın politikasıyla yalnızca siyasi tabanına, muhafazakar kadınlara hitap etmeyerek toplumdaki tüm kadınları bu politikaya sıkıştırmak istemektedir. Yeni muhafazakarlığın cazibesine kapılarak yaratılmak istenen özgürlük illüzyonuna sıkışan birçok kadın; hem yeni muhafazakarlığın, hem de ataerkilliğin birer uygulayıcısı haline gelir. AKP’nin tetiklediği bu uygulamalar dinsel referanslar alınarak gerçekleşiyor gibi yapılır, ancak bu sadece birkaç istisna olarak kalır. Bu uygulamalar yeni muhafazakar anlayışın özellikle de “muhafazakar elitler” tarafından toplumu değiştirme çabasıdır. Bu değişim kendinden olmayanı türlü yöntemlerle kendine uydurma, uyduramadığında da yok etme üzerine kuruludur.
Yeni Muhafazakarlık Kadını Nasıl Etkiliyor?
Yeni muhafazakar anlayışın kadına yansıması olarak değerlendirebilecek sürecin başlangıcı, 2011’de Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlık’ın adının Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirilmesidir. Tam bu sıralarda kadına yönelik “radikal söylemler” de peşi sıra dillendirilmeye başlanmıştır. Erdoğan’ın “Ben kadın erkek eşitliğine inanmıyorum, kadınlar ve erkekler birbirinden farklıdır, birbirinin mütemmimidir” açıklamasını kadın örgütleriyle yaptığı bir toplantıda sarf etmesi, sonraki süreçlerde de bu denli cüretkar olmasını normalleştirmeye başlamıştır.
Devletin ekonomik kaygılarla gündeme taşıdığı “kürtaj” ve “doğum kontrol” tartışmaları; geleneksel muhafazakarlığın argümanı olan dini değerler yükseltilerek yapıldı. Bu stratejinin bir nüfus, yani ekonomi politikası olduğu böylece absorbe edilmiş oldu. Altı boş söylemler öylesine kullanıldı ki, dini değerler yükseltilerek nüfus politikası yapmamak gerektiği savunusuyla kürtaj ve doğum kontrolüne dair bilimsel açıklamalar da yapıldı. 2016 yılında “doğum kontrol ihaneti” ve “anne olmayanın eksik, yarım kadın” olması; 2012’deki kürtaj yasası girişimi gibi.
Bahsettiğimiz gibi bu anlayışın hedefinde tüm kadınlar var. Geleneksel muhafazakar anlayışa uygun yaşam tarzı olmayan kadınlar da yeni muhafazakarlık rüzgarının bilinçli/bilinçsiz birer sürdürücüsü olmaktadır. Dini ve manevi değerlerle ideolojik ve yaşamsal hiçbir ortaklığı bulunmayanlar dahi, tıpkı iktidarın yaptığı gibi, söylemlerinde muhafazakarlaşmıştır. Önceden muhafazakarlığın siyasi simgesi başörtüsüyken, şimdi “modern imajlı” kadın da muhafazakar olabilmektedir. Mecliste anayasa oylaması sırasında kavga eden AKP’li ve CHP’li kadın milletvekillerinin dış görünüşü arasında herhangi bir farklılık olmaması bize “hangisi acaba kimden?” sorusunu sordurmuştur. Ama bu yeni muhafazakar anlayışın, bu örnek dışında dış görünüşte değil algılarda örgütlendiğini tekrar hatırlatmakta fayda var.
Amaçlanan; dış görünümü veya kimliği ne olursa olsun; her kadının bu “muhafazakarlığı” benimsemesidir. Geleneksel muhafazakar kesimin değer yargılarına paralel olarak iktidarının öncesinde ve iktidarının ilk döneminde gündemine aldığı “İmam Hatip Liseleri” eğitim alanında bir reform olmaktan çok, bu kesime verilen sözün tutulduğuna dair bir gösterge olarak yorumlanabilir. Keza, imam hatip liselerinde yaratılan ve örgütlenen “kadının toplumdaki pozisyonu” yeni muhafazakar anlayışla paraleldir.
Yeni Muhafazakarlık, kadına yönelik ekonomik stratejileri de beraberinde uygulamaya sokmuştur. 2015’te yapılan yasal düzenlemelerde “ekonomik ve sosyal hayatta erkeklerle eşit şekilde kadınların da dahil olması amacıyla” geliştirilen istihdam projelerinden biri “annelik teşviki”ydi. Annelik izninin bitiminden sonra ilk çocuk için 2, ikinci çocuk için 4 ay olmak üzere yarı zamanlı çalışma izni getirildi. Eğer anne isterse, çocuk ilkokula başlayana kadar yarı zamanlı çalışabilecek, her anneye, 1. çocuk için 300, 2. çocuk için 400, 3. çocuk için 600 lira ödeme yapılacak. Kadının toplumsal hayatta var olması gerektiğini savunurken, annelik teşviki ile ekonomik yaşantının dışında bırakan istihdam uygulamaları yeni anlayışın bir çelişkisi.
Sonuç
Yeni muhafazakarlık, kadını belli söylemler üzerinden geliştirdiği politikalara sıkıştırmayı ve bu söylemleri kadına benimsetmeyi amaçlar. Burada, yaratılan bu muhafazakar anlayışın dışına çıkmak kadınlar için büyük önem taşımaktadır. Verilmesi gereken mücadele hattı, muhafazakarlık karşıtlığı üzerinden laiklik savunusu yapmak; kadının muhafazakarlıktan sıyrılışını referandumda “hayır” demeye koymak, seçimlerde muhalif partilere oy atmak olmamalıdır. Kadının ister laik, ister muhafazakar, ister yeni muhafazakar; anlayışı ne olursa olsun devlete karşı verdiği öz-örgütlü mücadelesi, muhafızların da muhafazakarların da üstesinden gelecektir.
Ece Uzun
Bu sayı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.
The post Popülist Muhafazakarlık – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kapitalizmin Şovu, Ataerkinin Namusu Katletmek İstedi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>19 yaşındaki Mutlu Kaya, Diyarbakır’ın Ergani ilçesindeki bir ilköğretim okulunun kantininde çalışarak yaşamını sürdürüyordu. Bir ses yarışmasına katılmak için İstanbul’a gelen Kaya, düzenlenen şov programı ardından döndüğü Diyarbakır’da, eski erkek arkadaşı tarafından katledilmek istendi.
Ergani’deki evinde silahlı saldırıya uğrayan Mutlu’nun tedavisi, ağır yaralı olarak kaldırıldığı Diyarbakır Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde devam ediyor.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kapitalizmin Şovu, Ataerkinin Namusu Katletmek İstedi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kadınlar Çileden Çıkınca appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kadın doğmak yeter, daha küçücükken pembeler içinde bizi korumayı vazife edinir; yanıbaşımızda ki erkekler, biraz büyünce de eve hapsederler… Okulda eteğimizin boyuna karışırlar, evlenmeden babaya tapulanmış namusumuza, evlenince kocaya … Çocukluk, genç kadınlık, kart analık çare olmaz baskıdan kurtulmaya. Temizleriz, toplarız, doyururuz, büyütürüz ama nedense bu erkek dünyaya yettiremeyiz. Ne yaptığımız işi beğenirler, ne doğru düzgün emeğimizin karşılığını verirler… İçimiz öfke dolar dolar taşar, dişlerimizi sıkarız, daralırız, bazen ise dolu dolu bir YETTİ BE! çekeriz yaşama ve bizi çileden çıkaranlara..
BULAŞIK MAKİNESİ / Halime (40)
Bir restoranda sabah 8’den akşam 8’e kadar bulaşık yıkıyorum. Yemek molam dışında, bulaşık tezgahından uzaklaşamıyorum. Çalıştığım yer işlek bir caddede olduğu için çok yoğun oluyor. Evde eşim ve 2 oğlum var, onlar da ev işlerinde bana yardım etmiyorlar. Ben zaten diğer işleri yapıyorum, en azından bulaşıkları siz yıkayın dedim defalarca. En sonunda artık yeter dedim ve madem onlar evde bulaşık yıkamıyor; ben de bulaşık çıkarmalarına fırsat vermiyorum; çünkü evde hiç yemek yapmıyorum. Böylece yemek yiyip bulaşık çıkaramıyorlar. Onlar anlayana kadar evde yemek yok!
SANA AFİYET OLSUN! / Aynur (52)
Ben çok titizimdir, dolaplarım derli toplu, ortalık pırıl pırıl olmadan içim rahat etmez, sabahtan akşama derlerim toplarım. Ama bazı gün gelir – öyle dediysem 40 yılda bir – bir yorgunluk çöker üstüme, kafam kalkmaz hiç, canım hiçbir şey yapmak istemez. İşte öyle bir günde, salonda çekyata uzandım, perdeleri bile açmadım. Akşam adam gelince, baktı yatıyorum ben; “Hayırdır” dedi, “Noldu sana?” Valla dedim; hiç kafam kalkmıyor sabahtan beri doğrulamadım yerimden, yemek bile yemedim… Hıı dedi geçti mutfağa, (Bizimki öyledir öküzdür biraz. Ne geçmiş olsun demek ne de bir ilaç vermek gelmez aklına.) Bağırıyor mutfaktan:
-Yemek yok mu ya ne yicez?
-Yok dünkü bittiydi, yapamadım bugün.
-Hee, o zaman iki yumurta kırıver de yiyelim valla çok açım, dedi; onu demesiyle bana bir kuvvet geldi, doğruluverdim hemen. Kalktım gittim mutfağa, yanına; buzdolabının kapağını açtım. Ben bir yumurtayı aldım kapaktan, başladım söylenmeye, söylenirken de çaldım yumurtaları yere.
– Yıllardır, her sabah sizden önce kalktım, kahvaltınızı koydum, sofranızı kaldırdım, bulaşığınızı yıkadım! (paat)
– Siz gittiniz arkanızı yine ben topladım, yıkadım pakladım… (paat)
– Yokken oldurdum, sizi bir akşam aç koymadım! (pat)
– Bir gün hasta yattım, geçmiş olsun demeden ne yemek var diyosun! (pat)
– Yapamadım dedim, iki yumurta kır diyosun! (pat)
– Al kırdım sana yumurta! (pat)
– Al kırdım buyur! (pat)
– Sana afiyet olsun! Pat, pat, pat diye dolapta kaç tane yumurta varsa hepsini attım yere. Sonra öylece bıraktım gittim odaya, vurdum kafayı yattım. Ben hayatımda öyle huzurlu uyku uyumamışım, ta sabah uyandım. Yerdeki yumurtalar aklıma geldi – aman olsun dedim ben hıncımı aldım ya yerler batsa da olur, nasıl olsa hep ben temizliyordum bu sefer en azından kendi batırdığımı silerim- Mutfağa gittim bir de baktım bizimki toplamış yumurtaları, temizlemiş, bir de tarhana pişirmiş. İki günün açlığıyla oturdum afiyetle içtim. Ee ne değişti derseniz; herif aynı herif ama artık ben boşuna yormuyorum kendimi.
İŞ BAŞVURUSU / Seher (67)
Bir keresinde bir iş başvurusuna gittim; 9-10 aylık bir bebeğe bakıcı olarak. Görüşmeye gittiğimde çocuğun annesi, babası ve ananesi birlikte karşıladılar beni. Oturduk, neyse adam başladı anlatmaya… Sabah 7 buçuktan akşam 7 buçuğa, çocuk uyurken geliyorsun, süpürge takıyorsun, uyanmadan kahvaltısını hazırlıyorsun, yediriyorsun… Oyna, uyut, ortalığı toparla… Banyoları temizle…Uyanınca da parka götür… Adam hızını aldı konuştukça konuşuyor, sonunda bitirince ben adama dönüp bu işleri kaç kişi yapacağız diye sordum, kasıla kasıla sen yapıcaksın, aylık da 550 lira deyince benim tepem attı, (O zamanlar bu işin karşılığı 750 -800 lira civarındaydı) Ben de; temizliği sen yap çocuğa da annesi baksın, 550 lirayı da paylaşırsınız, dedim kalktım gittim.
BAHARATLI YEMEKLER / Kader (38)
Ben yıllardır benim adamdan çok çektim, her gün, bugün ne uydursam da bu geceyi atlatsam diye düşünmekten harap olurdum. O yatmadan yatıp uyuyor numarası yapardım, ancak adet olduğum zamanlar rahata kavuşurdum. Her gece beni zorlardı, artık vajinam yara oluyordu. Ben de artık dayanamadım, yemeklerine şap katmaya başladım, bizimki zaten tuzlu yer hiçbir şey anlamıyordu, bir vakit denedim ama çok faydasını görmedim. Sonra biraz daha araştırdım hayıt otu diye bir şey buldum, şimdi kaynatıp onu karıştırıyorum, yemekleri biraz daha baharatlı yapıyorum ki tadını alamasın. Bayağı bir rahatladım, bizimki de bu durumu yaşına verdi, son zamanlarda pekmez içip, macun yiyip duruyor…
MİNİBÜSTE / Melike (26)
Ben lisedeyken, okula her sabah minibüsle giderdim. Bir sabah yine şoförün arkasındaki koltuğa oturdum, sabahları erken saatte boş olduğundan hep oraya otururdum. Biraz gittikten sonra minibüse orta yaşlı bir adam bindi, her yer boşken geldi benim yanıma oturdu. Oturmadı aslında yayıldı, beni de iyice sıkıştırdı. Ben cama doğru kaçtıkça iyice yapıştı bana. Bacağının değmesinden çok rahatsız oldum, sonra çantamdaki su şişesi aklıma geldi, çıkarıp içiyormuş gibi yaparken, sanki minibüs kasise girmiş gibi zıplayıp suyu adamın üstüne boca ettim. Adam da ıslanınca neye uğradığını şaşırdı. Söylene söylene kalktı yanımdan sonra da indi minibüsten.
AL SANA ÇAY! / Sevgi (42)
Bulmaca çözmeyi çok severim. Bir gün evin işlerini bitirdim, balkona oturdum, bir yandan kahvemi içip bir yandan bulmacamı çözerken, eşim de bahçeden sürekli balkona doğru bağırıyordu.
– Sevgiii su getir!
– Sevgiii yemek ısıt!
– Sevgiii üstüme hırka ver!
– Sevgiii çay getir!
Bir, iki, üç derken artık sabrım taştı. Kalktım üzerine oturduğum sandalyeyi kaptığım gibi, balkondan aşağıya fırlattım. “Al sana çay!” dedim; çektim öteki sandalyeyi, oturup bulmacama devam ettim.
SULAR KESİLDİ! / Aysel (30)
Benim eşim tam bir baş belası. Her gün duş alıyor, tıraş oluyor, kremleniyor. Kendine iyi bakıyor ama banyonun halini bir de bana sorun. Lavabonun içinde kıllar, yerlerde köpükler, şampuan bir tarafta, tıraş bıçağı bir tarafta. Elli kere uyarmama rağmen hala inatla aynı şeyi yapıyordu. Ta ki sular kesilene kadar! Bir gün o yine banyodayken aşağıya inip suyu vanadan kapattım ve ona sular kesildi dedim. Kendine titiz olduğu için de banyosunu tamamlamadan çıkamadı. Bayağı bir beklettim ve sonunda suyu benim kapattığımı söyledim. “Banyoyu temizlemeden çıkarsan artık hep böyle yapacağım .’’ dedim. Ohh canıma değsin!
ABİYİ ÇÖPE ATMAK! /Elif (16)
Bizim evimiz iki oda bir salon. Bir odasında annem ve babam. Diğer odasında ise (ne yazık ki) abim ve ben kalıyorum. Annem çok titiz bir kadın değil. Abim de çok dağınık ve pasaklı. Yani sizin anlayacağınız evi temizlemek evin kızına yani bana düşüyor. Odada hiç benim dağınıklığım olmamasına rağmen iğne atsan yere düşmez. Abimin bütün eşyaları ortalıkta. Pis çorapları yatakların altından çıkıyor. Yatağın altında zaten bir oda daha var. Her gün temizliyordum o yine pisletiyordu. Abimin kendine has bir kokusu var. O kadar kötü bir koku ki ve o kadar sinmiş ki odaya her tarafı temizlememe rağmen koku çıkmıyor. Küçüklüğümden beri hep onun pisliğini topladım. Arkadaşlarıyla geldi batırdı ben arkalarını topladım. Ama artık yeter ! Daha fazla dayanamazdım. Ben de abime dedim ki ortalıkta duran bütün eşyalarını çöpe atacağım. Ya yerlerine düzgünce koyarsın ya da çöpten toplarsın! Küçük kardeşinin bunu yapacağına ihtimal vermediğinden umrunda bile olmadı. Ben dediğimi yaptım ve ortalıkta ona ait ne var ne yoksa topladım çöpe attım. 1 hafta boyunca böyle devam etti. Sonunda hiç eşyası kalmadı. O bir pantolon bir gömlekle kaldı. Ben de rahatladım. Çünkü artık ortalığa savuracak eşyası yok.
ADET OLMAK! /Gamze (17)
Lise öğrencisiyim. Geçen sene yaşadığım bir şeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Liseliler bilir, okulda adet olmak zor iştir. Eteğine kan geçmesini bırak, çantandan ped almak bile büyük bir dert. Bizim sınıftaki erkekler hep adet olmamızla dalga geçiyorlardı. Ama Samet (okulun en züppelerinden) diğerlerinden daha sinir bozucuydu. Adam resmen dedektör gibi kim çantadan ped çıkardı, kim arkadaşından eteğini kontrol etmesini istedi, bunu kolluyor, sonra da pis pis konuşuyordu. Bir keresinde yine bir arkadaşın eteğine kan geçmesini alay konusu yapıp, bütün sınıfa ilan etmişti. Arkadaşımız utancından yerin dibine girmişti, bu da pişkin pişkin gülüyordu. Bende bir intikam planı yaptım. Bir sonraki adet günümü bekledim. Beklenen gün gelip çattığında uzun süre pedimi değiştirmedim. Sonra tuvalete gittim ama pedimi çöpe atmadım. Onun yerine Samet’in çantasından aldığım harita metod defterinin açıp arasına koydum. Sonra da sınıf boşken defteri çantasına geri koydum. O gün bugündür Samet’in sesi çıkmıyor. Ben de arkadaşlarım da çok eğlendik.
ACI DİL TAVŞANI YOLDAN ÇIKARIR! / Berna (15)
Benim direnişim bir haftadır sürmekte. Babam çok küfürlü konuşur. Ağzı çok bozuktur. Ben de bir kadınım ve babamın kadınları aşağılayan küfürler etmesi beni çok rahatsız ediyor. Bir hafta önce bir şey düşündüm ve halen uyguluyorum. Babam hep benden bir şeyler ister. Hayatta kalkıp kendisi almaz. Tavşan su ver, Tavşan çay ver, Tavşan bir kahve yap da içelim… (gıcık olduğum halde bana taktığı lakap). Ben de bir haftadır babamın bütün istediklerine tuzu basıp veriyorum. Sorduğunda ise “Senin dilin tatlanana kadar benden sana tatlı içecek yok!’’ diyorum. Şimdilik gülüp geçiyor ama kararlıyım. Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarmaz belki ama acı dil tavşanı yoldan çıkardı.
ARABADA SAPIK VAR! / Canan (25)
Lisedeyken sınıf arkadaşım Nuray’la birlikte giderdik okula her sabah; her akşam eve birlikte dönerdik. Sabah okula giderken, her gün peşimize bir araba takılırdı; beyaz lüks bir araba. İçindeki adam bize laf atardı. Bir süre sonra o araba, okul çıkışlarında beklemeye başladı. Bir gün yine Nuray’la birlikte eve dönerken aynı arabayı gördük; bu kez içinde kimse yoktu ve etraf boştu. Bize de arabadaki sapıktan intikamımızı almak için nalburdan gidip kırmızı sprey boya aldık ve arabanın dört bir yanına “arabada sapık var” yazdık.
DİZİ BAHANE, DAYANIŞMA ŞAHANE! / Medine (53)
Ben Medine, ya da biz Başıbüyük Mahallesi kadınları.
Neden böyle diye sorarsanız bir diziyle başlayan hikayemiz bir mahalle geleneğine dönüştü çünkü. Ben bütün bir hafta evin salonunda sessiz sakin oturan, sadece haftada bir gün dizi izlemek isteyen bir kadındım. Ama eşim televizyonu her gün işgal ediyor, kumandayı bana katiyen vermiyor, televizyonun başında uyuya kalsa bile sıkı sıkı tutuyordu kumandayı. Bir dizim var, onu da izletmiyordu. Düşündüm taşındım aklıma bir fikir geldi. Ertesi hafta, dizi günü mahalledeki bütün kadınları bizim eve davet ettim. Hep beraber oturduk diziyi izlemeye başladık. Eşim eve geldiğinde evde tam 13 kadını görünce çok şaşırdı. Masada kekler, börekler, kısırlar …. O gün değil kumandayı almak, televizyonun karşısına oturamadı bile.
O gün güzelce dizimizi izledik. Bu böyle üç hafta devam etti. Sonra arkadaşlarımla birlikte düşündük taşındık ve dedik ki biz bunu her hafta başka bir evde yapalım, görsünler bakalım el mi yaman, bey mi yaman? Bir süre sonra bırakın kumandayı evi bile bize bırakıp gider hale getirdik erkekleri. Biz ise her hafta dizi günü hep beraber çok güzel vakit geçiriyoruz. Şu an dizinin 3.sezonu ve her hafta Salı günlerini iple çekiyoruz. Hatta artık diziyi izlemiyoruz bile. Sohbet ediyor eğlenceli vakit geçiriyoruz. Bütün kadınları bizim salıya bekleriz. Dizi bahane, kadın kadına olmak şahane!
Dilan Yaman – Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kadınlar Çileden Çıkınca appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>