The post Hayatımızdan Eksik Olun – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz Ekim ayı meme kanseri farkındalık ayı olarak, tüm dünyada olduğu gibi bu topraklarda da farklı kampanyalarla gündeme geldi, “Sakin ol, mücadeleye devam”, “Kanser yanlış kıza çarptı” ya da “Mücadele edenleri destekle, hayatta kalanları takdir et, memesi alınanları onurlandır ve asla umut etmekten vazgeçme” diyen cesaretlendirici ve sahiplenici birçok slogan ve afişle kampanyalar gerçekleşti… demek isterdik; fakat böyle olmadı!
Densiz bir tasarımcının tek memesi alınan bir kadın figürü üzerinde yer verdiği “eksik olmayın” sloganı bir yarışmada birinci seçildikten sonra, özellikle kanserle mücadele eden birçok kadın tarafından tepkiyle karşılandı ve eleştiri yağmuruna tutuldu. Kanser gibi tedavi süreci oldukça zorlu ve yorucu olan bir hastalığa dikkat çekerken bu hastalıkla mücadele eden kadınları “eksik” olarak tanımlamanın ne hastalığa ve tedavi sürecine dikkat çekme ne de mücadele edenleri cesaretlendirme gibi bir kaygı taşımadığı da ortada. Yapılan eleştirilerin çoğu haklı olmakla birlikte, bazılarında “eksik” olan bir şeyler vardı.
Kime Göre “Eksik”?
Bir “norm” üzerinden “eksiklik”ten bahseden bu afiş, aslında bedeninde herhangi bir uzvu olmayanlara da eksiklik duygusu yaratmaktan geri durmuyor. Doğuştan herhangi bir uzvu olmayan engelli insanların ya da sonrasında felç geçirip sakat kalan insanların da eksik olduğu mesajını içinde barındırıyor. Tek bir memenin kaybedilmiş olması bile eksik yapıyorsa bir kadını; birinin örneğin görme ya da işitme engelli olması nasıl bir “eksikliktir” bu anlayışa göre? Ya da vücudunda bazı uzuvları doğuştan olmayan ya da sonrasında sakat kalan bir insan, yarım insan mı oluyor öyleyse!
Ableizm; engellilere karşı duyulan nefreti tanımlamak için kullanılan bir kavram. Türkçe karşılığı olmayan bu kavram engellilere karşı işlenen nefret suçlarıyla birlikte anılıyor. Aslında birçoğumuza yabancı olan bu kavramın ne ifade ettiğini düşündüğümüzde, bize hiç de yabancı olmayan durumlar ve örneklerle ne anlama geldiğini apaçık anlayabiliyoruz aslında.
Bazen engelli insanların devletten engelli maaşı alması, bazen kendi “durumlarını” insanların duygularını istismar etmek için kullandığı düşüncesi, bazen ise sadece engelli/farklı olması bu nefret için bir bahane olabiliyor… Bir bireyin fiziksel yada zihinsel engelli bireylere karşı nefret duymasının altında birçok psikolojik neden olabilir ama bu nedenlerin hiç biri, birinin kendisinden farklı/“eksik” olanlara duyduğu nefreti haklı göstermez. Bununla birlikte sorgulanması gereken bir diğer durum ise o kişinin “kendine has” inançları ya da travmalarından ziyade, bireylerde bu nefret “psikoloji”sini besleyen sosyolojik etkileşimlerin neler olduğudur.
“Eksiksiz” İnsanlar Yaratmak
Öjeni, insanların genetik açıdan seçilerek veya ayıklanarak, ırkın iyileştirilmesi. Tanımın ortaya çıkışına dair bir netlik olmasa da bu düşünce MÖ 400’lere, Platon’un devletin eş seçimine müdahil olarak üst bir sınıfın yaratılması fikrine kadar uzanıyor.. Kavramın daha popüler olması ise 19. ve 20. yüzyılı buluyor.. Bu kavramdan en çok etkilenen, saf ve mükemmel ırkı yaratmak için en çok “çaba” sarf ederek sistematik yöntemler geliştiren karakterlerden biri ise Adolf Hitler.
Bu düşüncenin Nazi Almanyası’nda nasıl bir pratik karşılığının olduğuna kısaca bakacak olursak 1920’de Adolf Hitler, Alman işçi partisinin 25 maddelik programını yayınladı ve parti programı ırksal saflık istiyordu.. 1933’lere geldiğinde ise “ırksal saflık” kaygısıyla kalıtsal hastalığa sahip çocukların engellenmesi yasası çıkarıldı ve engelli insanların zorla kısırlaştırılmasının önü açıldı. 1939’da bu düşünceler yüz binlerce taraftar buldu. Gerhard Kretschmar adında fiziksel engelli bir çocuğun ebeveynleri, çocuklarının öldürülmesi isteğini Alman hükümetine ulaştırdı ve bu talep hızlıca yerine getirildi. “Tiergartenstrasse 4” isimli bir evde gerçekleşen cinayetin ardından, uygulamalar hız kazandı, bu katliam operasyonuna T4 adı verildi. Ve Almanya teslim olup, toplama kampları boşaltılana kadar yüzbinlerce engelli insan, yüzbinlerce eşcinsel ve trans, ve milyonlarca “ari” ırktan olmayan insan korkunç deneylerde kullanılıp katledildiler.
Empati Yoksa Bir Şey Eksik
Ayrımcılık ve nefret söz konusu olduğunda akla gelen ilk örneklerdendir Nazi Almanyası. Örneklerin çok uç örnekler olması bir neden olabilir, fakat başka bir noktayı gözden kaçırmamak gerek. Bu katliamların ve “deney” adı verilen sistematik işkencelerin birebir uygulayıcısı olan Nazi subayları yaptıklarından kendilerini sorumlu görmezler. Ne Joseph Mengele, ne Eichmann, ne Karl Höcker, yaptıklarından dolayı vicdan azabı duymadılar. Çünkü doğru olanı, yapmaları gerekeni yaptıklarını düşündüler. Eksiksiz insan yaratmaya çalışıyorlardı ama empati eksikti, vicdan eksikti…
Bireyi “eksikliği” üzerinden tanımlayan zihniyet her yerde karşımıza çıkıyor. Fiziksel ya da zihinsel engelli insanlar, -varolan “engeli” o işi yapmasına engel oluşturmasa bile- işe alınmıyor. Bu noktada devletin verdiği engelli maaşı bir sus payına dönüşüyor. Bir de -adaletsizlik bu insanların maaş almasından kaynaklıymış gibi- bu maaşı da bir nefret sebebine dönüştürenler ortaya çıkıyor. Bütün yaşam alanları, toplu taşımalar, eğitim, sağlık kamu kurumları engelli insanlar için engellerle dolduruluyor, fakat bu “detaylar” görünmüyor, engel kişinin engelli olmasına indirgeniyor. Engelli insanlar tüm bunlarla her gün karşı karşıya gelirken kimi zaman intiharın eşiğine geliyor, kimi zaman ise nefret saldırılarının ve cinayetlerinin kurbanı oluyorlar…
Ve bu “eksiklik” durumu sadece engelli olma durumunda ortaya çıkmıyor. “Norm” üzerinden “eksik”i tanımlayan zihniyet heteronormatif bir toplumda “norm”un dışında olanı da eksik görüyor. Bir trans, seks işçiliği dışında bir iş aradığında çoğu kez kapılar yüzüne kapanıyor. Ve tabi hayattan payına düşeni alamasa da nefretten payına düşeni fazlasıyla alıyor.
Biz Birbirimizin Hayatından Eksik Olmayız Ama…
Norm dışında olanlar için empatininin “e”si bulunmazken, “eksiklik”leri her seferinde yüzlerine bir tokat gibi çarpıyor. Belki de bu yüzden “eksik” olanlar birbirini çok iyi anlıyor ve birbirinin hayatından eksik olmuyor…
Oysa bu normlar üzerinden kişilere eksiklik atfeden “akıl”, aslında “eksik” olanın kişiye neler kazandırdığını ne sorgular ne de görür. Görmeyen gözlerin keskin kulaklar ve güçlü bir mekan hafızasını beraberinde getirdiğini anlayamaz. Ya da kolları olmayan bir insanın bacaklarını, ayaklarını mükemmel bir koordinasyonla kullanabileceğini hesaba katmaz. Bir zihinsel engellinin olayları algılama biçimini ve hayal gücünü hayal bile edemez. Yaşam alanlarının farklı fiziksel ihtiyaçlar ve koşullara göre düzenlendiği ve toplumun bu duyarlılıkla yaklaşması halinde bu engellerin hiçbirinin gerçek birer “engel” olmadığını düşünemez. Ve bilmez ki meme kanseriyle mücadele ederken alınan memesi, artık eksikliği değil, onurudur o kadının. Onu kavgası güçlendirir. Ve birileri tüm bunları düşünmeden “eksik” olmayın diye akıl verir bize utanmadan.
Biz birbirimizin hayatından eksik olmayız, ama siz bizim hayatlarımızdan “eksik olun” lütfen!
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.
The post Hayatımızdan Eksik Olun – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Finlandiya’da Irkçı-Ayrımcı Kısırlaştırma Politikası appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Filandiya’da 1929’da yürürlüğe giren “Evlenme Yasası”, doğuştan işitme engeli olan insanların birbiriyle evlenmesini cumhurbaşkanı onayına bağlarken, evlenenlerin kısırlaştırılması şart koşuyordu.
Bu yasanın devamı niteliğindeki “Kısırlaştırma Yasası”yla, 7 bin beş yüz kadından fazlası “akıl sağlığının yerinde olmaması, farklı cinsel eğilimlerinin olması” gibi gerekçelerle kısırlaştırıldı. “Sağlıklı nesillerin yetişmesi” niyetiyle yapıldığı iddia edilen devletin bu ırkçı uygulamalarına, kiliselerin de destek verdiği biliniyor. Evlenmek isteyen işitme engelli çiftlerden, kısırlaştırma işlemini yapmayanlara kilisede nikah kıyılmıyor. Finlandiya’da konuyu gündeme getiren İşitme Engelliler Federasyonu, bu ırkçı uygulamanın sona ermesi için büyük bir çaba gösteriyor.
Bu ırkçı ve ayrımcı uygulamaların bir muhattabı da LGBTIQ bireyler. Finlandiya’da bu politikalara maruz kalan binlerce kişi bu durumu farklı zamanlarda protesto ediyor. LGBTIQ örgütler, uygulamaların devletin normal olarak görmediği “normal cinsel eğilimi” olmayan bireylere yönelik bilinçli bir politika olduğunun altını çiziyor.
Finlandiya’daki bu ırkçı uygulama, İsveç ve Norveç’teki benzer uygulamaları da gözler önüne sermişti. İsveç 1935-75 yılları arasında kısırlaştırdığı 63 bin kişiden özür dilemişti. Norveç ise II.Dünya Savaşı’nda Alman askerleriyle evlenen kadınlara benzer bir uygulama da bulunmuş ve dönemin politikalarından dolayı mağdurlardan özür dilemişti.
Dilenen özürlerle, devletlerin ırkçı politikalarının sonunun gelmeyeceği açık. Toplumda “eksik olarak görülen” engellilere, “anormal olarak görülen” LGBTİQ bireylere yönelik, bu ırkçı ve ayrımcı uygulamaların sürdüğü coğrafyalar, Batı demokrasisinin beşiği diye tabir edilen yerler. Liberallerin kutsadığı bu demokrasinin gerçekte ne olduğunu görmek açısından önemli örnekler. Bireylerin yaşamları üzerinde son söz söyleme yetkisi olan devletler ortadan kaldırılmadıkça, benzer uygulamalar dünyanın her yerinde vuku bulacaktır.
The post Finlandiya’da Irkçı-Ayrımcı Kısırlaştırma Politikası appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 21.yy Teslimiyet Teorileri ve Pratikler : “BM’ye Barış, Kadına Tecavüz” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Birleşmiş Milletler, kuruluş aşamasında eşitlik ve ayrımcılık karşıtlığı üzerine inşa edilen uluslararası bir kurum ve kadına yönelik ayrımcılık ve şiddet meselesinde en duyarlı örgütlerden biri olarak anılır. Bununla beraber, kadın haklarına ilişkin dünya üzerinde onaylanan en büyük sözleşmelerden biri, 1945’te Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanmıştır. 1946’da BM Genel toplantısında Eleanor Roosevelt: “Bütün devletleri, ulusal ve uluslararası düzeyde kadınları daha aktif olmaları noktasında teşvik edici olmaya davet ediyorum.” diyerek BM’nin bu konuya da el attığını dinleyenlerin endişeli bakışları altında ilan etmiştir.
1976 Aralık ayında, BM Kadın Geliştirme Fonu ya da bilinen diğer adıyla UNIFEM kuruldu. Özellikle “Doğu Asya, Güney Afrika, Güneydoğu Asya, Doğu Afrika’da kadınların içinde bulundukları ekonomik ve sosyal sıkıntıları ortadan kaldırmak, kadının bu bölgelerdeki konumunu güçlendirmek, cins ayrımcılığını ortadan kaldırmak amacıyla” oluşturulan fon, 2011’in Ocak ayında UN Women olarak ismini değiştirdi. 76’dan beri söz konusu coğrafyalardaki gelişmeler göz önüne alındığında, kurumun ne derece başarılı olduğu aşikardır(!)
UN Women’ın iş ortaklarına bakınca, kurumun ne ya da kim için çalıştığı berraklaşıyor. Cherie Blair Vakfı, Coca-Cola Şirketi, The L’Occitane Vakfı, Mara Vakfı, Microsoft, Rockefeller Vakfı, William ve Flora Hewlett Vakfı gibi isimlerle beraber kadınları kurtarmaya girişen BM, söz konusu vakıf ve şirketlerin sömürmek ve katletmek konusunda “kadın-erkek” ayrımı yapmamasını, ayrımcılık karşıtlığı olarak yorumlamış olmalı!
BM’nin, kadın meselesinde ne kadar samimi ya da güvenilir olduğu, kendi içinde yaşanan ve kurulduğu günden bu yana devam eden taciz vakalarının 1988’de deşifre olmasıyla görüldü. Olaydan sonra, sorumlular emekli edildi. Fakat BM’deki taciz vakaları son bulmadı. (1)
Ayrımcılık, Taciz ve Tecavüze Karşı Mücadele
1945’teki gelişmelerden sonra 1975-1985 arası “kadın onyılı” olarak belirlendi. 1990’larda Avrupa ve Afrika’da birçok insan hakkı ihlali yaşandı. Yugoslavya’nın dağılma sürecinde BM görevlileri, birçok tecavüz-sistematik cinsel şiddet ve tabi ki katliam tespit etti. Bir yıl sonra Ruanda’da meydana gelen katliamda da benzer vakalar yaşandı: zorla kürtaj, tecavüz, cinsel istismar… Bunlardan sonra, BM insan hakları komisyonu, tecavüzü ilk kez soykırım aracı olarak tanıdı. 1994’te ilk kez ev içi şiddet de, toplum içi şiddet de (seks işçiliği, pornografi, tecavüz), devlet şiddeti de (cezaevlerindeki istismar) BM tarafından kadına yönelik şiddet kapsamına alındı. 1995’te Bejing’te düzenlenen konferansta kürtaja zorlama, kadın sünneti, cinsel istismar gibi konuların önüne geçilmesi hedeflendi. Yine 2000 yılında kadına yönelik ayrımcılığın engellenmesi için yeni kararlar alındı. Bu kararların uygulanması kısmında etkisiz kaldığı noktasında eleştiriler, aynı dönemde farklı STK’larca dile getirildi. 2008’de Genel Sekreter Ban Ki Moon, UNITE isimli kadına şiddete karşı mücadele kampanyasını duyurdu. 2015’te bu çağrı yinelendi. BM kadın meselesi hakkında aldığı kararlarla, problemlerin çözümü için büyük adımlar attı(!)
Peki BM ile Kim Mücadele Edecek?
Taciz, tecavüz ve cinsel istismar konusunda kararlar alan ve yaptığı her toplantıda ahkam kesen BM’nin, girdiği her coğrafyadan bu vakaların asıl sorumlusu olarak çıkması, kurumun kirli çamaşırlarının etrafa saçıldığı andı.
BM’nin kalkıştığı cinsel istismar ve tecavüzler, ilk kez Bosna ve Kosova’da 1990’da belgelendi. Sonrasında Mozambik, Kamboçya, Doğu Timor ve Liberya’da da benzeri vakalar belgelendi. (2) Cinsel istismarların içeriğinde saldırı, pedofili ve pornografi gibi durumlar yer alıyordu. 1997’de BM Barış Güçleri’nin Somali’de yerli kadınlara tecavüz vakaları tespit edildi. 1997’de aynı “barış” güçlerinin çocuk fuhuşu için ticaret çetesi kurduğu iddia edildi. Fakat, bu vakaların hiçbiri Kongo’da olduğu kadar ön plana çıkmadı. Kongo’daki iç savaş sırasında yaşanan birçok tecavüz belgelendi.(3) Dönemin Genel Sekreteri Kofi Annan “BM adına utanç verici bir durum. Bu durumu detaylarıyla ortaya çıkaracağım. Cinsel sömürü ve istismara yönelik toleransımız sıfır.” açıklamasında bulundu. Vakalarda daha rahatsız edici olan şey, tecavüze ve istismara maruz kalanlar seks işçisiymiş gibi gösterilmek istendiğinden, tecavüz sonrası para ve hediyeler verilmiş gibi gösterildi. Bir diğer rahatsız edici şey ise, “barış” güçlerince istismara maruz kalanların özellikle aileleri tarafından terkedilmiş ve savaş mağdurlarından seçilmiş olmasıydı.
2005 Ekimi’nde BM’nin 60. yılı anısına The New York Times gazetesi, BM Barış Güçleri’nin cinsel istismarlarını eleştiren bir makale yayınlandı. Makalede “Kongo’daki insanlık suçları ortaya çıkalı tam bir yıl olmuştu ki, aynı cinsel şövenizm, istismar BM Barış Güçleri eliyle sürdürüldü.” ibareleriyle eleştirildi.(4) 2007 Ocak’ında medya, BM Barış Güçleri’nin Sudan’daki tecavüz raporlarını yayınladı. Bu tecavüzler arasında 12 yaşındaki çocuklara yönelik sistematik istismar da vardı.(5) Ban Ki Moon BM’nin bu meselelerdeki “sıfır tolerans” politikasını hatırlatıp, bu işin içinde olanlara tolerans gösterilmeyeceğini vurguladı. Fakat, BM’nin “Sıfır Tolerans” politikasının BM’deki etkisi sıfırdı! Benzeri vakaların ardı arkası kesilmedi. Ban Ki Moon’un açıklamasından sonraki yıl, BM Barış Güçleri’nden 100 asker Haiti tarafından iade edildi. Wall Street Journal’in haberine göre Barış Güçleri 10-16 Yaş arasında en az 9 çocuğa BM kampında cinsel tacizde bulunmuştu. Karşılığında yiyecek almaları için her birine 75 cent verilmişti. BM Barış Güçleri BM’nin misyonunun ne olduğunu, savaş ortamında, aileleri katledilmiş, ekonomik ve psikolojik zorluklar içinde olan kadın ve çocuklara göstermiş; 2010 yılının ilk yarısında tespit edilen 45 cinsel istismar vakasının 18’inin 16 yaş altındakilere yönelik olduğu belgelenmişti.
Barış Gücü, Tecavüz Ordusu
BM erkek kültürün uluslararası ifadesidir. BM tüm bu yaşanan durumları disiplin problemi olarak ele almış, meselenin aslına odaklanmamıştır. BM’nin 4 kıtada toplamda 124 bin çalışanı bulunmaktadır. Bu çalışanların başında askerler gelmektedir. BM dünyanın en büyük ordusuna sahip bir yapılanmadır. Ordu, erkek egemen zihniyetin sürekli üretildiği kurumlardan biriyken, benzeri vakaların olmamasını beklemek anormaldir.
BM ve benzeri kurumlar, eğildiklerini söyledikleri problemlerin aslında yaratıcılarıdır. 2008 yılında BM Barış Gücü tarafından mağdur edilenler için yine BM tarafından oluşturulan yardım programı, ironik olmakla beraber bunun en açık örneğidir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.
The post 21.yy Teslimiyet Teorileri ve Pratikler : “BM’ye Barış, Kadına Tecavüz” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>