Bakunin – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sun, 30 May 2021 11:50:48 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Bakunin Yoldaş 207 Yaşında! https://meydan1.org/2021/05/30/bakunin-yoldas-207-yasinda/ https://meydan1.org/2021/05/30/bakunin-yoldas-207-yasinda/#respond Sun, 30 May 2021 11:44:53 +0000 https://meydan1.org/?p=72648 “Bizler tüm resmi iktidarların keskin düşmanlarıyız; bu iktidarlar son derece devrimci olsalar bile. Bizler alenen tanımlanmış her türlü diktatörlüğün düşmanıyız; biz devrimci anarşistleriz” sözleriyle, tüm iktidarlara karşı mücadelesini belirginleştiren Mihail Bakunin, 207 yıl önce bugün, 30 Mayıs 1814’te doğdu. Mihail Bakunin’in yaşamı ve mücadelesinin anlatıldığı, Karala Dergisi’nin 1. sayısında yayınlanan yazıyı, Bakunin’in 207. doğum yıl dönümünde paylaşıyoruz. Bir […]

The post Bakunin Yoldaş 207 Yaşında! appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Bizler tüm resmi iktidarların keskin düşmanlarıyız; bu iktidarlar son derece devrimci olsalar bile. Bizler alenen tanımlanmış her türlü diktatörlüğün düşmanıyız; biz devrimci anarşistleriz” sözleriyle, tüm iktidarlara karşı mücadelesini belirginleştiren Mihail Bakunin, 207 yıl önce bugün, 30 Mayıs 1814’te doğdu.

Mihail Bakunin’in yaşamı ve mücadelesinin anlatıldığı, Karala Dergisi’nin 1. sayısında yayınlanan yazıyı, Bakunin’in 207. doğum yıl dönümünde paylaşıyoruz.

Bir devrimci anarşistin hayatı nasıl anlatılır? Doğumu, yaşayışı ve ölümü üzerine kurulu bir şablondan değil elbette. Özgürlük, eğer düşündüğünü eyleyebilmekse; devrimci bir anarşisti anlatırken düşünceleri önemli bir yerde durur. Çünkü o, düşüncelerini içinde bulunduğu anda gerçekleştirebilmenin çabası içerisindedir.

Söz konusu anarşist Bakunin ise, yaşamı üzerine bir şeyler yazabilmek daha da zordur. Üzerinde dikkatli çalışmayı gerektirir. Yazdıklarının ve eylediklerinin nelere yol açtığı, sadece içinde bulunduğu zamandan anlaşılmaz. Öngörülerinin haklılığı sonraki yüzyıllarda da kendini göstermiştir.

Bakunin, tarihte anarşist düşüncenin pratiğe dökülmesindeki en büyük isimlerden biri değildir sadece. Hareket insanı gibi gösterilmesine karşın, anarşist düşüncenin en önemli tartışmalarını vermiş; düşüncenin geliştirilmesine büyük katkılarda bulunmuş bir anarşisttir.

Bakunin’in Eylemi

1840’ta doğduğu topraklardan; Rusya’dan ayrıldıktan sonra Polonya’dan Bohemya’ya; İtalya’dan Fransa’ya, Avrupa’da devrimci düşünceyi ve hareketi gittiği her yere götürdü. Avrupa’nın dört bir yanında köylü isyanlarının en ön saflarında, işçi örgütlenmelerinin kuruluşunda, ezilenlerin özgürlüğü önünde engel olan bütün güçlere karşı savaştı. Bunu yaparken ezilenlerin örgütlenme gerekliliğini anlattı. İktidarlara karşı verilecek mücadelenin, yıkıcı ve güçlü yanını tam da buraya koydu. “Özgürlük ancak özgürlükle, halkın topyekün isyanıyla ve halkın tabandan gönüllü örgütlenmesiye yaratılabilir.

19.yüzyılda Bakunin’in Avrupa’daki etkisinin ne olduğunu anlamak açısından, Çarlık Rusya’ya karşı mücadeledeki en etkili isimlerden Alexander Herzen’in anekdotu değerlidir. “Bakunin Paris’ten Prag’a giderken Alman köylülerinin isyanıyla karşılaşır. Köylüler kalenin etrafında ne yapacaklarını bilmez halde dolanırken, Bakunin arabadan iner ve isyanın neden olduğunu sormakla zaman kaybetmeden, köylüleri örgütler. Arabasına geri dönüp yola koyulduğunda kale çoktan dört tarafından yükselen alevler içindedir.”

1847’de, Polonya Ayaklanması’nı anmak için Paris’te yaptığı bir konuşmadan dolayı Fransa’dan sınırdışı edilir. Çarlık Rusya’nın, Bakunin’i yakalamak için tüm çabalarına rağmen, Bakunin Avrupa’nın farklı şehirlerinde gizlenmeyi başarır. Buralarda boş durmaz, ayaklanmalar örgütler. Özellikle Dresden ayaklanmasıyla ismi, otorite ve baskıyla karşılaşan tüm kesimlerin dilinde dolaşmaya başlar. Sadece Slavların değil, farklı imparatorlukların zulmüne maruz kalan halkların verdiği özgürlük mücadelelerinde, Bakunin’in düşünceleri ve eylemleri bir dayanak noktası haline gelir.

1850’den 1861’deki hapishaneden kaçışına kadarki süre içerisinde Çarlık Rusyası tarafından tutsak edilir. Önce Japonya’ya, sonra ABD’ye oradan da İngiltere’ye geçerek mücadelesine kaldığı yerden devam eder. Özellikle hapisten kaçtıktan sonraki bu süreçte, Uluslararası Kardeşlik İttifakı’nın altyapısı oluşturulmaya başlanır. Gittiği farklı yerlerdeki Kardeşlik Örgütlenmeleri, Floransa Kardeşliği örneğinde olduğu gibi Enternasyonal’in yerel birimlerine dönüşür. 1869’da (sadece işçilerin uluslararası en büyük örgütlenmesi değil, ezilen halkların da bir örgütlenmesi konumunda bulunan) Enternasyonal’in Basel Kongresi’ne katıldığında, sadece Enternasyonal için yeni bir dönem başlamaz, sosyalizmin içerisindeki iki ekol anarşizm ve marksizm arasındaki temel ayrılıklar şekillenir. 1873’te Karl Marks’ın örgütlediği karalama kampanyalarıyla, ayak oyunlarıyla Bakunin ve grubu Enternasyonal’den ayrılır. Dolayısıyla İsviçre, Fransa, İspanya, İtalya ve Belçika seksiyonları da… Sonrasında St. Imier’deki Kara Enternasyonal’in yerellerini oluşturacak bu seksiyonlar, bulundukları bölgelerdeki anarşist hareketin ve düşüncenin gelişimi noktasında önemli bir yere sahip olmuşlardır.

1870’de Lyon Ayaklanması’ndadır. Ayaklanma, Paris Komünü açısından önemlidir. Çünkü ayaklanma komünün ilk adımıdır. Lyon’daki düşünce Paris’i komünleştirir. Merkeziyetçiliğe karşı özörgütlülük temelinde inşa edilen ayaklanma özellikle Paris Komünü’ndeki anarşistler tarafından ilham alınarak uygulanır. Bir yıl öncesindeki ayaklanmadaki tutuklanma kararından dolayı, Marsilya’da saklanmak zorundadır. Ölümünden iki yıl önce Bologna’da örgütlemeye çalıştığı isyan, onun son çabası olarak anarşist tarihteki yerini alır.

Bakunin’in Düşüncesi

Mücadeleyle bu kadar iç içe geçen bir yaşamının, Bakunin’i yazınsal anlamda verimli olmasına müsaade etmediği gibi yaygın bir kanı vardır. Bu yaygın kanının aksine, Bakunin düşünsel anlamda anarşist ideolojiye katkısı oldukça yüksektir. Mücadele alanındaki deneyimler onun yazdıklarına oldukça etki edebilmiş ve dönemin (ve sonraki dönemlerin) temel tartışmalarına anarşist bir perspektif oluşturmuştur.

Almanya’da Gericilik; Slavlara Çağrı; Federalizm, Sosyalizm ve Anti-teolojizm; Tanrı ve Devlet; Paris Komünü ve Devlet Düşüncesi, Özgürlük ve Devlet gibi yapıtları, yazdıklarının sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Yazdıklarında, genel olarak içerisinde bulunulan durum ya da sistemi irdelemeye çalışan Bakunin, sadece tespit yapmaz. Durumun ya da sistemin nasıl üstesinden gelineceğine ilişkin de yazar.

Hapishane yıllarından önceki süreçte, federalizm, halkların özgürlüğü, devlet karşıtlığı gibi konular üzerine en fazla yazdığı, konuştuğu ve tartıştığı konulardır. Enternasyonal’e dahil olduğu süreçte, Marks ve ekibine karşı giriştiği otoriter sosyalizm eleştirileri, sadece anarşist düşünce açısından değil, devrimci perspektif açısından da önemlidir. Sosyalizmin sonraki pratiklerinde devletin ve otoritenin rolünün ne olduğu, bu deneyimlerin nasıl olumsuzluklara yol açtığı düşünüldüğünde Enternasyonal’deki tartışmalar önemini bir kez daha ortaya koyar. Paris Komünü gibi farklı toplumsal devrim süreçlerine ilişkin değerlendirmeleri ayrıca önemlidir. Farklı deneyimlerin bizzat içerisinde yer almış bir devrimcinin değerlendirmeleri olması açısından, Bakunin’in tüm çabaları özgürlük düşüncesinin coğrafyalar arası pratikleme çabasıdır.

Düşünce ve Eylemin Uyumu

“Komünizm teoriden değil, pratik içgüdüden türer.”

Düşünce ve eylem arasındaki dengeli bir uyumdur Bakunin’in yaşamı. Nasıl ki, anarşizm sadece bir kuram ve düşünceler bütünü değilse; düşüncelerin inşasına dayanan bir eylem ve hareketse, Bakunin de anarşizmin bu özelliğini kendisine ilke edinmiştir. Bir yandan düşüncelerini dünyanın farklı yerlerindeki özgürlük mücadeleleriyle şekillendirmiş, bir yandan da anarşist ideolojinin somutlanması için Jura Federasyonu’ndan Floransa Kardeşliği’ne özörgütlülükler oluşturmuştur.

Bakunin, yaşamını özgürlüğün önünde dikilen her iktidarı yıkmaya adamış devrimci bir anarşist. Yaşamın yaratıcı kaynağı olduğu için yıkıcı tutkusunu dizginlemeden…

The post Bakunin Yoldaş 207 Yaşında! appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/05/30/bakunin-yoldas-207-yasinda/feed/ 0
Kılavuz Kavramlar (2) : DEVRİM https://meydan1.org/2020/11/19/kilavuz-kavramlar-2-devrim/ https://meydan1.org/2020/11/19/kilavuz-kavramlar-2-devrim/#respond Thu, 19 Nov 2020 09:23:18 +0000 https://meydan.org/?p=66610 İçerisinde yaşadığımız devletli ve kapitalist sistemin analizini yapmak, düşlediğimiz adil ve özgür dünyayı, bu özgür dünyanın değerlerini sade bir dille anlatabilmek için gazetemizde anarşist düşüncenin dikkat çektiği belirli kavramları ele alıyoruz. Meydan Gazetesi olarak devrimci anarşist perspektif ve eylemlerimiz sonucunda biriktirdiğimiz deneyimlerimizden hareketle yorumladığımız kılavuz kavramlardan birini daha, devrim kavramını sizlerle paylaşıyoruz. Devrim halkı yazılı […]

The post Kılavuz Kavramlar (2) : DEVRİM appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
İçerisinde yaşadığımız devletli ve kapitalist sistemin analizini yapmak, düşlediğimiz adil ve özgür dünyayı, bu özgür dünyanın değerlerini sade bir dille anlatabilmek için gazetemizde anarşist düşüncenin dikkat çektiği belirli kavramları ele alıyoruz. Meydan Gazetesi olarak devrimci anarşist perspektif ve eylemlerimiz sonucunda biriktirdiğimiz deneyimlerimizden hareketle yorumladığımız kılavuz kavramlardan birini daha, devrim kavramını sizlerle paylaşıyoruz.

Devrim halkı yazılı veya sözlü emirlerle değil eylemle özgürleştirecektir.”
M. Bakunin

Yüzyıllardır baskı, sömürü, kölelik ve katliam düzenine karşı ezilenlerin verdikleri mücadelelerin başlıca kavramlarındandır devrim. Kökten bir dönüşümü ifade eder. Yaşamlarımızı sürdürebilmenin, özgürce yaşamanın koşulları devrimle somutlanmıştır.

Fakat Bakunin’in 1880’lerde dediği gibi, Fransız Devrimi de dahil, geçmişteki tüm devrimler fevkalade önemli fikirlerden ilham alsalar dahi ayrıcalıklı sınıfların halkları egemenlik altına almak ve sömürmek üzere verdikleri kavgalardan başka bir şey olmamıştır.

Bu sebeple anarşist bir perspektifle devrimi düşünüp yaratmamız gerekmektedir. Devrim toplumun ileri gelenlerinin ve belirli düzeyde bilince sahip insanların belirleyiciliğinde ve kontrolünde, gelecekte yapılacak, gerçekleştiği anda tüm yaşamı değiştirecek bir alt üst oluş anı değil, aksine şimdi şu anda yaşamın dönüşümüdür.

Devrim Hem Bireysel Hem Toplumsaldır

Devrim, tek tek bireylerde başlayan bir süreç olup bireylerin farkındalıklar edinmesi, iktidarsız ilişkiler kurarak örgütlenmesi, otoriteye ve mülkiyete dayalı sistemi reddederek yaşamlarını dönüştürmesidir. Bencil, rekabetçi, ihtiraslı, iktidarlı alışkanlıkların dayattığı yaşama karşı geliştirilmiş bir tavırdır, zihindeki iktidarlardan kurtulabilmektir. Aynı zamanda bireyin kendi yaşamının sorumluluğunu almasıdır.

Bireylerin dönüşümü ile bağlantılı olarak devrim toplumdaki bireyler arası ilişkinin, ekonominin, doğayla kurulan ilişkinin ve tüm yaşamın iktidarlı ilişkilerden, mülkiyete ve otoriteye dayalı mekanizmalardan arındırılarak anarşist ilkelerle dönüştürülmesidir. Tüm toplumsal yaşamın yeniden yaratılmasını hedefleyen devrim kişilerin, grupların/kolektiflerin gündelik yaşamlarında var olmaya başladıkça toplumsallaşacaktır.

Devrimin Toplumsallaşması Örgütlü Mücadele ile Gerçekleşir

Anarşizm belirli ekonomik, toplumsal ve politik koşulların, kırılma anlarının oluşmasını beklemeden şimdi, şu anda politik ve yaşamsal örgütlenmeler yoluyla devrimi gerçekleştirmeye yönelik bir ideolojidir. Farkındalıklar edinmiş, adaletsizlikler sistemini yıkarak kendi yaşamını ve tüm toplumsal yaşamı yeniden örgütlemeyi hedefleyen bireyler, oluşturdukları politik ve yaşamsal örgütlenmelerle bu hedefi gerçekleştirebilir. Anarşist birey devrimcidir. Devrimci olmak anarşist bireyin yaşamsal alanları yeniden örgütlemek için mücadele etmesi demektir.

Sadece politik mücadele ve politik örgütlenmeler yoluyla mevcut toplumsal, politik, ekonomik yapıları ve bu yapıların sürdürücüsü iktidarlı ilişki biçimlerini değiştirmek mümkün değildir. Devrim, mevcut iktidar mekanizmaları daha tam anlamıyla yıkılmadan bireylerin ve toplumun gündelik ihtiyaçlarını organize edecek yaşamsal örgütlenmeler kuruldukça ve örgütlendikçe bireylerin ve toplumun iktidarlı ilişkilerden, kapitalizmin ve devletin kültürel kodlarından sıyrılarak iktidar mekanizmalarını köklü bir biçimde yıkacak niteliğe ve niceliğe ulaşacaktır. Aynı şekilde bireylerin ve toplulukların farkındalıklı ve iktidarsız bir şekilde oluşturdukları yaşamsal örgütlenmelerin devamlılıklarını sağlamaları, yaygınlaşarak toplumsal bir devrime ulaşabilmeleri için politik çalışma, mücadele, örgütlenmeler gerçekleştirmeleri gerekmektedir.

Çünkü biz anarşistlere göre devrim bir yandan özgür bir dünyanın yaratımı, bir yandan da özgür bir dünya mücadelesi boyunca içinde bulunduğumuz bütünlüklü bir süreçtir. Devrimi yaratmak için devrimi yaşamak gerekir.

Devrim Özgürlük, Özgürlük Anarşizmdir

“Özgürlük ancak özgürlükle yaratılabilir.”
M. Bakunin

Toplumdaki tüm bireylerin düşlediklerini eyleyebilecekleri, kendi iradelerini ortaya koyarak kendilerini gerçekleştirebilecekleri özgür bir dünya için toplumsal dönüşüm, devrim gereklidir. Anarşist bir devrim ise her bir bireyin şimdiden kendisini var edebileceği kararlaşma süreçleri ve örgütlü mücadele yoluyla gerçekleşebilir. Bireylerin devrimin aktif özneleri olmasının ve uyumlu bir toplumsal işleyişi yaratmasının koşulu anarşist ilke ve değerlerin pratiklenmesi, sürdürülmesi ve korunmasıdır.

Devrim süreci mevcut toplumsal işleyişin dışında bırakılan her bireyin, anarşist yaşamsal ve politik örgütlenmeler yoluyla kendini var edebildiği karar alma süreçlerine doğrudan dahil olmasını gerektirir. Bu süreç, bireylerin ve toplumun tümü için adaletin, özgürlüğün “devrim sonrası”na ertelenmeden, şimdiden sahiplenilmesi ve yaşatılması sürecidir. Bireylerin anarşist dönüşümü, devrimi içselleştirmiş bireylerden oluşan bir toplumu yaratır.

Anarşist mücadele ve toplumsal örgütlenme devrimi yaşamaktır. Anarşist devrim özgür yaşamın yaratılmasıdır. İktidarlı ilişkilerin, mülkiyete ve otoriteye dayalı mekanizmaların ortadan kaldırılmasıdır. Devrimin sürdürülmesi anarşizmin ilkelerine bağlılıkla, örgütlülükle mümkündür. Bireyin ve toplumun bu ilkelere bağlı kalması bireysel ve toplumsal dönüşümün sürekli olmasının garantisidir.

Biz anarşistler için tüm adaletsizliklerin kaynağı olan iktidarlı ilişkilerin, mülkiyete ve otoriteye dayalı mekanizmaların ortadan kaldırılmasıyla iktidarlı ilişkiler yerini anarşist ilişki biçimine bırakır. Bu ilişki, bireyin özgürlüğünü temel alan ve bireyin başka bireylerin, canlı-cansız tüm varlıkların özgürlüğünü önemsediği bir ilişki biçimidir. İktidarın olmadığı ve iktidarlı ilişkilerin sürmediği dünyada birey ve toplum tam anlamıyla özgürdür.

Ayrıntılandıracak olursak biz anarşistler için devrim ekonomik ve toplumsal adaletsizliklerin kaynaklarından biri olan mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır. Üretimden tüketime, tüketimden dağıtıma kadar tüm ekonomik işleyişin kolektifleştirilmesidir. Bireyin ve toplumun ihtiyaçları karşılanırken üretim araçlarının ve üretilen ürünlerin bir birey, grup ya da bir kurumda birikmediği, dağıtımın (herkesin verebildiği kadarını verip ihtiyacı kadarını aldığı biçimde) adaletli bir şekilde yapıldığı ekonomik işleyiştir ve anarşist bireyler tüm bu ekonomik işleyişin doğrudan öznesidir.

Biz anarşistler için devrim yöneten ve yönetilen ayrımlarının ortadan kaldırılmasıdır. Toplumun işleyişine dair tüm kararların, bu kararlardan doğrudan etkilenen ve o toplumu oluşturan tüm bireyler tarafından alınması; bireylerin, iradelerini doğrudan yansıtabilecekleri kararlaşma süreçlerine katılmasıdır. Toplumsal işleyiş komün ve komünlerin oluşturduğu federasyonlarla sağlanacaktır.

Biz anarşistler için devrim ezen ezilen ilişkisinin sonlandırılmasıdır. İktidarlı ilişkilerin, adaletsizliklerin; sömürü, baskı ve şiddetin; renge, yaşa, cins ve türe göre belirlenmiş her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasıdır. Her bir bireyin eş değerde olduğu toplumsal yaşamdır.

Biz anarşistler için devrim bilginin, bilimin toplumsal yaşamda ayrıcalık yaratmadığı bir işleyiştir. Yaşamın bilgisi ve deneyimine herkesin ulaşabileceği koşulların yaratılmasıdır.

Biz anarşistler için devrim insanın insan üzerindeki, diğer varlıklar üzerindeki yani tüm doğa üzerindeki tahakkümünün ortadan kaldırılmasıdır. Doğayı, tüm canlı ve cansız varlıkları bir kaynak olarak gören insan merkezci anlayışın yıkılması ve bu anlayışın yerine, insanı doğanın bir parçası olarak değerlendiren ekolojik uyumun gerçekleşmesidir.

Kısacası devrim özgürlüğün ifadesidir ve özgürlük anarşizmdir.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Kılavuz Kavramlar (2) : DEVRİM appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/19/kilavuz-kavramlar-2-devrim/feed/ 0
Mikhail Bakunin: Yıkmak Yaratmaktır https://meydan1.org/2020/11/11/mikhail-bakunin-yikmak-yaratmaktir/ https://meydan1.org/2020/11/11/mikhail-bakunin-yikmak-yaratmaktir/#respond Wed, 11 Nov 2020 15:42:08 +0000 https://meydan.org/?p=66469 Bakunin’in Almanya’da Gericilik Kitabı Üzerine Anarşizmin “kurucularından” olarak görülen, yaşamı ve düşünceleriyle devrimci siyaset içerisinde belki de en büyük tartışmalardan pek çoğunun tarafı olan Mikhail Bakunin, hayatının sonuna dek barikatlar arkasında bir mücadele örgütleyen cesur bir devrimciydi. Bakunin sonrasında anarşizm, komünizm, mutualizm, bilimsel sosyalizm, kooperatifçilik, blankizm, sosyal demokrasi vb. gibi çeşitli isimler alacak büyük parantez […]

The post Mikhail Bakunin: Yıkmak Yaratmaktır appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Bakunin’in Almanya’da Gericilik Kitabı Üzerine

Anarşizmin “kurucularından” olarak görülen, yaşamı ve düşünceleriyle devrimci siyaset içerisinde belki de en büyük tartışmalardan pek çoğunun tarafı olan Mikhail Bakunin, hayatının sonuna dek barikatlar arkasında bir mücadele örgütleyen cesur bir devrimciydi. Bakunin sonrasında anarşizm, komünizm, mutualizm, bilimsel sosyalizm, kooperatifçilik, blankizm, sosyal demokrasi vb. gibi çeşitli isimler alacak büyük parantez olan “sosyalizm” ortaya çıkmadan önce bile, bu dünyayı yıkıp yeniden yaratmanın felsefesini yaratmaya çalışıyordu. Bakunin’in bu erken dönem eserleri çok kez eksik bir anlatımla “anarşizm öncesi dönem” olarak yorumlandı.

Sam Dolgoff’un önemli derlemesinde sınıflandırdığı gibi “devrimci panslavizm” dönemi olarak adlandırılan ve kitap içerisinde sırasıyla “Almanya’da Gericilik”, “1830 Polonya Ayaklanması’nın 17. Yıldönümü Üzerine”, “Slavlara Çağrı” yazılarını kapsayan işbu dönem, Bakunin’in devrimci anarşizm düşüncesinin tohumlarını barındıran ve adına anarşizm demese dahi, olan bitene anarşist bir gözle baktığı kavrayışını edindiği dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Sözün özü, Bakunin bu dönemde -henüz bütünlüklü bir hareket olarak ortaya çıkmamış olan- anarşizm düşüncesinin bir savunucusu olarak yazmamıştır belki ama herkes için koşulsuz şartsız özgürlük isteği, bütün halkların “parlamenter olmayan bir cumhuriyet” yani devletsiz bir federasyon çatısı altında bir araya gelmesine dair yürüttüğü propaganda ve her şeyden önemlisi “eyleme” ve halihazırda var olan dünyamızın yıkılıp yeniden yaratılması gerekliliğine olan devrimci inancıyla, bu dönüşümün ağırlık noktası itibariyle anarşist çizgide durmaktadır.

Bir önceki paragrafta bahsedilen yazıların ilki olan “Almanya’da Gericilik: Bir Fransıza Mektuplar” (Die Reaktion in Deutschland. Ein Fragment von einem Franzosen) adıyla bilinen metin bizim için belli yönleriyle önem taşımaktadır. İlk olarak 1842 yılında, Dresden’e yanına gittiği kişi olan Arnold Ruge’un yayını “Deutsche Jahrbücher” içerisinde yayınlanan, Bakunin’in hayatında anarşist fikriyatla ve özel olarak da P. J. Proudhon’la tanıştığı yıllara denk gelmesi sebebiyle büyük bir dönüşümün başlangıcı olan bu metni, tam haliyle Türkçeye kazandıran Anarşist Gençlik oldu. Sam Dolgoff’un doğru bir saptamayla vurguladığı gibi Bakunin felsefesinin temel metni olan bu çalışmanın, günümüze dek gelen düşünce ve eylem dünyasını anlama ve gerçekleştirme yolunda önemli bir katkı sunmaktadır. Zira Bakunin burada -Slavlara Çağrı, Devlet ve Anarşi gibi eserlerinde sıklıkla yaptığı gibi- yoğunluklu olarak güncel politik durumun tahlili üzerinde yoğunlaşmamış, sıfırdan bir mantık kurgulamış ve her şeyden önemlisi -tanrı fikri ya da politik idealleri sonrasında kısmi farklılık yaşasa da- dikkate değer bir sistematik kurmuştur. Bakunin’in Tanrı ve Devlet’ten Enternasyonal Kardeşliğin Programı’na dek hemen hemen bütün eserlerinde vurguladığı “yıkım” düşüncesini bu metin sayesinde derinlikli bir şekilde anlama fırsatı yakalamaktayız.

Öncelikle Almanya’da Gericilik’in dönemin ruhunu yansıtan bir metin olduğunu söylemek gerekir. Siyasi literatürde “Genç Hegelciler” diye bilinen gruba Bakunin’in de dahil olduğu bir dönemde yazılmıştır. Metinde ağır bir dil ve Hegel felsefesine dair yüzeysel de olsa bir bilgi sahibi olmadan anlaşılamayacak bir üslup kullanılmıştır. Bunun sebebi yazının, yayınlandığı dergide, Hegel takipçilerinin Hegel’in düşüncelerini değerlendirdiği başyazılardan biri olmasıdır. Bu metin Hegel felsefesinin tarihsel materyalistler tarafından okunmasının dışında negatif bir okuması olarak değerlendirilebilir.

Bakunin en felsefi metinlerinden biri olan bu metninde de sonucuyla beraber bir devrim çağrısı yapmaktaydı. Bu felsefi metnin yazılış arka planında dahi Bakunin’in sosyalist hareketin inşasına katılımı ve yaptığı konuşmalardan dolayı karşılaştığı ağır yaptırımlar yer almaktadır. Örneğin Almanya’da Gericilik yayınlandıktan iki yıl sonra Rusya’ya geri çağrılmış ve Sibirya’ya kürek mahkumu olarak gitme cezasına çarptırılmıştır. Takip eden süreçte, 1830 Polonya İsyanı’nda katledilenleri anmak için Paris’te düzenlenen bir eylemde yaptığı Rus hükümetini eleştiren konuşması nedeniyle Fransa’dan sınırdışı edilir. Söz konusu konuşmada Bakunin şöyle demektedir:

“Arkadaşlar, bu benim için oldukça kutsal bir andır. Ben bir Rusum ve Polonya Devrimi’nin yıldönümünü kutlamak üzere burada düzenlenen büyük toplantıya geldim. Buraya teşrif etmeniz bir tür meydan okumadır. Polonya’ya zulmeden tüm zalimlerin suratına savrulmuş bir lanet ve gözdağıdır!”

1840’ların başında, yazılan onlarca makale, yayınlanan bildiriler ve birbiriyle çatışma halindeki düşüncelerle birlikte Bakunin güçlü bir analiz yayınlamaya karar verdi. Genç Hegelciler arasında günden güne daha uzlaşmasız daha radikal bir devrimciye, bir anarşiste dönüşen Bakunin’in eserinden bu kıvılcım hissedilmektedir. Hayat hikayesini yazanlar tarafından da vurgulandığı gibi Bakunin bu yazısıyla beraber yüzünü Alman idealizminden Fransız devrimciliğine çevirmişti, belki de bu sebepten yazısına imza olarak bir Fransız ismi seçmişti. “Almanya’da Gericilik” günümüzde anarşist hareket içerisinde başlığı dahi tartışmalı olabilecek pek çok kavram içermekte ve bunlar içerisinde taraf tutmaktadır. Ancak tüm bunlara rağmen önemini ve güncelliğini kaybetmemiştir. Örneğin güncel politik halk hareketlerini takip ederken bile onun negatif diyalektik yorumundan beslenen bir analizde bulunulabilir. Ya da geçmiş devrim deneyimlerini anlayıp günümüzde daha doğru tercihler yapmak noktasında iyi bir hareket noktası olabilir.

Slavlar’a Çağrı’nın Önemi

Bakunin’in “Almanya’da Gericilik” metnini kaleme aldığı dönemde, bütünlüklü bir devrim programı olmadığını önemli olmakla beraber, özgürlük adına hareket edilmesi gerekliliği noktasında en ufak bir şüpheye düşülmemesi gerektiğini vurgulanmalıdır.

Yakın dönemlerde yazılan diğer metinlerle olan organik bağını açığa çıkarmak gereken bu metinlerden “Slavlar’a Çağrı”nın hemen başında, Almanya’da Gericilik’te vurgulanan “uzlaşma” karşıtlığı kendini gösterir. Bakunin’e göre dünya iki tarafa ayrılmıştır, bir tarafta devrim öteki tarafta ise karşı devrim yer almaktadır. Bu açık seçenekler Slav halklarının ve bütün dünya halklarının önünde durmaktadır. Herkes tarafını seçmelidir, ara bir yol yoktur. Ara bir yol olduğunu söyleyenler ya halkı ya da kendilerini aldatmaktadırlar…

Demokrasi’nin zaferini ilan edecek olan tek seçeneğin, bütün halkların dertlerine çare olacak özgür bir federasyondan başka bir şey olmadığını Bakunin burada bize göstermektedir.

***

Daha önce de belirtildiği gibi metinde geçen bazı felsefi kavramları anlayabilmek, anakronik bir gözün uzağında ancak dönemin tartışmalarına dair yeterli bir kavrayışla mümkün olabilmektedir.

Gericilik

Bakunin, Almanya’da Gericilik metnine başlık seçerken saldırdığı temel düşünce eğilimlerini özetleyecek bir genelleme aracı olarak gericilik demiştir. Bugün bu “gericilik” kavramı, sol literatürde marksizmle özdeşleşen “tarihsel ilerlemecilik” savunucusu birinin ağzından kullanılan bir küfür gibi düşünülmemelidir. Çünkü Bakunin yazısının hiçbir yerinde “ilerleme” kavramını doğrudan kullanmamıştır. Gelecekte anarşist hareket bu ilerleme tartışmasını farklı boyutlarıyla pek çok vereceğini göz önünde bulundurursak Bakunin’in temkinliliğini anlayabiliriz. Yazıda da belirtildiği gibi:

“Restorasyondan kısa bir süre sonra tüm Avrupa’da ortaya çıkan gericilerdir. Siyasette buna Muhafazakarlık, hukuk biliminde Tarihsel Ekol ve spekülasyon biliminde ise Pozitif Felsefe denir. Biz işte tam da bunlarla konuşmak istiyoruz.”

Yani Bakunin için “Gericiler”, Hegel’in dünyayı artık geri dönüşsüz bir şekilde dönüştürdüğüne inanan ve pozitivizmden asla vazgeçmeyecek olan -sağ veya sol- bütün pozitif felsefe ve bu tartışmanın ortasında diyebileceğimiz “uzlaşmacılar” yani pozitifle negatifin bir sentez oluşturması için uğraşan bütün “orta yolcular”dır.

Demokrasi

Bakunin için o dönemin asıl mücadelesi özgürlüktür. Kimse özgürlük mücadelesini reddedemez hale gelmiştir. Peki bu özgürlük siyasi karşılığını nerede bulmuştur? Tabii ki demokrasi kavramı içerisinde. Tıpkı gericilikte olduğu gibi günümüzde ifade ettiği devletleşmiş, parlamenter, neoliberal ideolojinin elinde -ki hatta bu bile artık güncelliğini yitiriyor- iyi bir araç halinde olan demokrasi değil oluşmakta olan bir demokrasi kavrayışıdır. Parlamenter ve devletli demokrasiye karşı bizim önüne doğrudan kelimesi getirir bir şekilde kullandığımız demokrasiden Bakunin’in anladığı budur. Zaten metnin içinde de bunu şu şekilde ifade eder:

“Demokrasinin hükümete herhangi bir konuda karşı olmaktan ya da herhangi bir anayasal ve politik-ekonomik değişiklikle ilişkili olmaktan farklı olduğunun, aksine henüz tarihte var olmamış yeni ve özgün bir dünyanın habercisi olan toptan bir dönüşüm olduğu(…)”

Tiranların bir bir yıkılmakta, Avrupa’nın kökünden sarsılacağı bir devrim ateşiyle yanmakta olduğu bir dönemde, Bakunin’in seçtiği taraf tereddütsüz doğrudur. Yazısında hedef aldığı “uzlaşmacılar” gibi siyasal iktidarın adım adım çözüldüğü, yeni bir koşula evrildiği “aşamalar” değil toplumu kökünden sarsacak bir devrim öngörmüştü Bakunin. Öngörüleri de doğru çıktı. Pozitivizmin zaferi, dünyayı sağ ve sol mutlakiyetçi diktatörlüklerin katliamlarına, savaşlara ve “insanlığın yok oluşuna” götürdü. Totaliter rejimlerin güçlenerek, zeminini hazırlayan Hegel’lerin, Marx’ların aklına dahi gelmeyecek süper güçlere dönüşmesi, Bakunin’in ta Tanrı ve Devlet’in bile yazılmasından önce, bu yolun doğru bir yol olmadığına yönelik başarılı öngörüsü, tarihi bir uyarısı olmaktadır. SSCB’nin devrime ihanet ederek merkezi ve güçlü bir imparatorluğa dönüşmesi bunun “sol pozitivizm” bağlamında iyi bir örneği olacakken Nazizmin zaferiyle -tarihin ironik bir tesadüfü belki de- Almanya’da büyüyüp serpilen bu düşüncenin başta Alman toplumu olmak üzere bütün değerleri yok etmeye başlaması “sağ pozitivizmin” zaferine iyi birer örnek olabilir.

Bakunin’in Negatif Diyalektiği

Metnin özellikle ortasından itibaren yoğunlaşan felsefi kısmı, Bakunin’in sonrasında “Negatif Diyalektik” olarak adlandırılan düşüncesine ilişkin ayrıntılı bir kavrayış sunmaktadır. Bakunin burada pozitivistler tarafından iddia edilen, pozitifin zaferinin kendi çelişkilerini yok edeceğine olan öngörüye çıkmaktadır.

Hegel’in takipçileri Hegel’in kaldığı yerden devam ederek felsefeyi bilimleştirmeye, bilimleştirdiği bu felsefeyi din yerine yeni dünyanın mutlak gerçekliği kılmaya çalışmıştır.

Bu mantığın temeline inildiğinde iflas ettiğini anlamamızın en iyi yolu “Almanya’da Gericilik”tir. Mesele bu örneklerde olduğu gibi pozitif tarafından incelenirse tarihsel seyir içerisinde varlığını koruyan pozitifin içindeki negatif anlaşılamaz. Çünkü aslında pozitif idealin negatifi içermemesi gerekirdi. Ona ulaşıp onu yıkması gerekirdi ama Bakunin’in başarılı bir şekilde tespit ettiği gibi var olan dünya onların pozitif vaatlerini karşılamamıştır, tam tersine sürekli savaş dünyasına dönüşmüştür. Onun değerler sistemi tamamen değersizlik üzerine kuruludur, onun olumsallığı mutlak negatiftir.

Bakunin’in yöntemi bizi sersemletir, üzerinde durulan zemini kökünden söküp atmak üzerine kuruludur ancak buna rağmen tutarlılığından bir şey kaybetmez. Bütün bakış açılarını, bütün argümanları, bütün tarafları tek tek ortaya atan Bakunin ancak her şeyi “yıktıktan” sonra bize özgürlüğün yolunu gösterecek anahtarı verir.

Bununla birlikte, Polonya başta olmak üzere Dresden’de, Prag’da, Bohemya’da ve daha bir çok yerde yaşamıyla, Slavlara Çağrı’sıyla ve diğer metinleriyle paralel bir şekilde okunduğunda da yazılarıyla kanıtladığı gibi taraf tutar Bakunin. Metnin içinde şöyle demektedir:

“Kendimizi koruyamamak uğruna bile olsa, doğru tarafta kalmalıyız, kendimizi tıpkı bu tek taraflı herşeyi kucaklayan ve herşeyin tarafında olan çok az miktarda politik olan din gibi aşmalıyız.”

Bakunin bu sözcükleri felsefeyi açıklamak için kullanırken yaşamını aydınlatan bir ışık ortaya çıkardığının da bilincindeydi. Yükselen halk hareketlerinin içerisinde aktif bir özne olarak kendisini özgürlüğün sarsılmaz bir savunucusu olarak ifade ediyordu. Halkın özlemleriyle birebir örtüşmese dahi bütün devletlerin bu özgürlüğe ket vuran birer unsur olduğunun farkına varıyordu. Sonrasında anarşizm fikrini net bir tarih okumasıyla ve doğa bilimlerinin katkısıyla geliştirecek olan Kropotkin’e esin verecek şekilde, halk hareketlerinin içinde devletsizliği savunmuştu. Bakunin’e göre iktidarın ortadan kalkması, ancak onun reddedilme olasılıklarının olduğu “devrimci” anlarda ortaya çıkabilirdi. Bu yüzden yüzünü ne olursa olsun isyanlara, ayaklanmalara, devrime döndü. İşte bu yüzden şöyle seslendi: Yıkmak yaratmaktır.

Anarşist Gençlik

Bu yazı Meydan Gazetesi’ nin 54.sayısında yayımlanmıştır

The post Mikhail Bakunin: Yıkmak Yaratmaktır appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/11/mikhail-bakunin-yikmak-yaratmaktir/feed/ 0
Bakunin Marks Tartışmalarının Tarihsel Kökeni: I. ENTERNASYONAL – İlyas Seyrek https://meydan1.org/2020/04/07/bakunin-marks-tartismalarinin-tarihsel-kokeni-i-enternasyonal-ilyas-seyrek/ https://meydan1.org/2020/04/07/bakunin-marks-tartismalarinin-tarihsel-kokeni-i-enternasyonal-ilyas-seyrek/#respond Tue, 07 Apr 2020 16:07:45 +0000 https://meydan.org/?p=56915 “Marks kendisini dinleyen işçilere, işçi örgütlerinin en önemli görevinin, yasal propaganda ve seçimlerle siyasi iktidarın kazanılması olduğunu söyledi. Böylece ezilenlerin ekonomik kurtuluşunu siyasi bir hareketin arkasında bıraktı. Enternasyonal’in ilkelerini ihlal ederek işçi sınıfıyla burjuvazi arasında var olan cehennem çatlağını doldurarak yok etti. ” M.Bakunin Avrupa’da giderek büyüyen ulus devletler, yıkılmamaya ve güçlerini artırmaya çalışan imparatorluklar […]

The post Bakunin Marks Tartışmalarının Tarihsel Kökeni: I. ENTERNASYONAL – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Marks kendisini dinleyen işçilere, işçi örgütlerinin en önemli görevinin, yasal propaganda ve seçimlerle siyasi iktidarın kazanılması olduğunu söyledi. Böylece ezilenlerin ekonomik kurtuluşunu siyasi bir hareketin arkasında bıraktı. Enternasyonal’in ilkelerini ihlal ederek işçi sınıfıyla burjuvazi arasında var olan cehennem çatlağını doldurarak yok etti. ” M.Bakunin

Avrupa’da giderek büyüyen ulus devletler, yıkılmamaya ve güçlerini artırmaya çalışan imparatorluklar birbirleriyle yarışıyor; ekonomik iktidar sahipleri ve tümden kapitalist sistem, gelişebilmek uğruna vahşiliğini gerek Kıta Avrupası’nda gerek dünyanın pek çok coğrafyasındaki sömürgelerinde işçilerin, halkların üzerinde gösteriyordu. Endüstrinin ve sömürgeciliğin temelini oluşturduğu yeni ekonomik, siyasi ve toplumsal sistem sömürü, açlık, yoksulluk ve her türlü baskıyı ezilenlere reva görüyordu. Siyasi ve ekonomik iktidarların birbirleriyle mücadele ettiği veya çıkarları uğruna bir araya geldiği zamanlarda halklar zarar görüyor, sömürülüyor, katlediliyordu. Tam da böylesi bir ortamda ezilenlerin birlikte mücadelesinin gerekliliği anlaşılmaya başlamıştı.

İşte bu birliğin, Enternasyonal’in kurulması fikri, İngiliz ve Fransız işçilerinin deneyimlerini paylaşma ve birbirleriyle dayanışma amacıyla 1864’te hayata geçti.

Enternasyonal’in amacı öncelikle işçiler arasında dayanışmayı sağlamak ve işçi sınıfını kapitalizme karşı devletlerin sınırlarının ötesinde birleştirmekti. Bakunin’e göre kapitalizme karşı yürütülecek ekonomik bir mücadele için uluslararası dayanışmanın örgütlenmesi gerekliydi.

Bakunin için Enternasyonal, kapitalist girişimlerin ve devlet kurumlarının yerini alacak olan işçi, köylülerin endüstriyel ve tarımsal federasyonlarının embriyosuydu ve Enternasyonal’in yerel seksiyonları, sendika bölümleri kendi içlerinde eski dünyanın yerini alacak yeni toplumun canlı tohumlarını taşıyordu. Enternasyonal sadece fikirleri değil, geleceğin gerçeklerini de kurmaktaydı.

Neden ve Nasıl Kuruldu?

Politik, toplumsal ve ekonomik adaletsizliklerin giderek iç içe geçerek ve büyüyerek yoğunlaştığı 18. ve 19. yüzyıl, toplumsal uyumun giderek bozulduğunu öngören ve bu uyumun tekrar oluşturulmasını isteyen pek çok düşünce biçimini yarattı. Ortaya çıkış kökeni insani, vicdani, bilimsel, dini, ulusal veya politik olan birçok düşünce biçimi kendisini sosyalizm çatısı altında toplayarak ezilenlerin yaşamının ve toplumsal sistemin dönüştürülmesi için harekete geçti. İşte Enternasyonal kendisini demokrat, devrimci veya ulusalcı addeden pek çok kesimi içinde barındırarak, toplumsal uyumu bozan sisteme bir tepki olarak, düzenin değişiminin gerekliliğini dile getirdi.

1862 yılında Londra Uluslararası Fuarı’nı gezmeye gelen Fransız işçilerinin, İngiliz sendikacılarıyla ve onlara katılmış kimi İngiliz radikalleri ile karşılaşmaları sonucu, 1863-1864 yılları arasında Rus çarına karşı ayaklanan Polonyalılara destek olmak istemeleri üzerine ortak bir toplantının düzenlenmesi kararlaştırıldı. 28 Eylül 1864’te Londra’da Saint Martin Salonu’nda yaklaşık iki bin kişinin katılımıyla yapılan toplantıda genellikle Polonya halkıyla dayanışma ve işçilerin birliği konulu pek çok konuşmanın ardından Uluslararası İşçi Birliği’ni kurma kararı alındı. Birliğin kurulması önergesinde dört Fransız’ın etkisi vardı. Üçü -Tolain, Limousin ve Fribourgaz- ortodoks Proudhonculardı; dördüncüsü, otoriter sosyalizmi reddederek Bakunin’ine yakın kolektivist görüşleri savunan Eugene Varlin’di.

Adı seçkin konuklar listesinde olan ve konuşma dahi yapmayan Karl Marks haliyle kuruluşta hiç de aktif bir rol oynamadı. Hatta Marks bir mektubunda, bu toplantı sonrası “dut yemiş bülbül gibi duruyordum orada” yazmıştı.

Enternasyonal’in tüzüğü Marks’ın katılmadığı oturumlarda kaleme alındı. Daha sonraki dönemlerde Marks’ın Enternasyonal’e etkisi, Enternasyonal’in programında yaptığı değişikliklerle açığa çıkmıştı.

Anarşizm İçin Önemi: Saflar Netleşiyor!

Birinci Enternasyonal’in tarihi, sosyalizm denen büyük çatının altında mücadele eden düşünce ve hareketlerin farklılıklarının netleşmesinin de tarihidir. Enternasyonal; işçilerin, ezilenlerin ortak düşmana karşı dayanışmasının ve ortak hareketinin bir aracı olduğu kadar onların gerçek kurtuluşlarının, özgürlüklerinin hangi yol ve yöntemlerle kazanılacağının belirlenmesi; sömürü, baskı, zulüm ve katliamların ilelebet sona ermesinin tam ve gerçek yolunu gösterebilecek tartışmaların ortaya çıktığı bir araç da olmuştur.

Bunun için Enternasyonal’de öyle bir tartışma vardır ki, bu tartışma günümüzde de sürmekte olan dünya devrimci hareketlerinin içerisindeki en canlı ve en büyük ayrışmayı oluşturmaktadır: Anarşizm ve marksizm.

Devletsiz, özgür federasyonlarla toplumu örgütlemeyi savunan bir sosyalist hareketi yani anarşizmi savunanlarla politik köleliğin kaynağını oluşturan merkezi, hiyerarşik bir örgütlenmeyi yani devletli sosyalist hareketi savunanların tartışması anarşizmin bugün ortaya koyduğu ilkelerin doğruluğunu kanıtlayan, bu ilkeleri netleştiren ve sistematikleştiren bir deneyimdi. Sosyalizmin özgürlükçü ve otoriter kavranışları arasındaki uzlaşmaz fark ortaya çıktı, bu mücadelede içlerinden Bakunin’in ön plana çıktığı kesim gitgide kendisini tarihsel devrimci anarşist hareketin çekirdeğine dönüştürdü.

Kongreler ve Tartışmalar

Enternasyonal’in ilk genel toplantısı olan Cenevre Kongresi’nden önce Londra’da bir ara konferans yapıldı; bu konferansta çeşitli ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerine ilişkin raporlar sunuldu; Polonya sorunu ve Rus otokrasisinin Avrupa üzerindeki kötü etkisi gibi konularda birkaç karar alındı.

Cenevre Kongresi

1866 yılında yapılan bu kongrede özgürlükçü sosyalistler ve otoriterler arasındaki karşı karşıya gelişler başlıyordu. Kongrede Fransız işçilerinin, sadece kol işçilerinin Enternasyonel’e ya da en azından Genel Kurul’a üye olması yönündeki önerisi İngiliz sendikacılar ve entelektüeller tarafından reddedildi. Devletin bir araç olarak kullanılabileceği kararlaştırıldı. Proudhoncu karşılıkçılar bunun karşısında olarak işçi kooperatiflerinin geliştirilmesinin işçilerin özgürlük mücadelesinin temel bir parçası olarak kabul edilmesi ve karşılıklı bir kredi bankasının kurulması kararının kabul edilmesi konusunda kongreyi ikna etmeyi başardılar.

Lozan Kongresi

1867’de İsviçre’nin Lozan şehrinde Enternasyonal’in üçüncü kongresi gerçekleştirildi. İşçilerin politikaya dahil olup olmaması, sosyal hayatta kadınların rolü, sürekli orduların kaldırılması, kooperatiflerin nasıl hayat bulacağı kongrede tartışılan konulardandı. Lozan Kongresi Bakunin ve Marks çatışmasına zemin hazırlayan kongrelerden biriydi.

Bu kongrede Proudhoncular etkiliydi ve alınan son kararlarda kendi etkisini tam olarak sağlayamayan Marks bu durumdan rahatsızdı ama aynı zamanda Engels’i Enternasyonal’in yakında ellerine geçeceğine ikna etmeye de çalışıyordu. “Devrim olduğu zaman ki belki de tahmin ettiğimizden önce olacaktır, biz [Marks ve Engels] bu devasa MAKİNE’yi (Enternasyonal’i) ellerimizde tutacağız”.

Brüksel Kongresi

1868’de Brüksel’de gerçekleşen kongrede kooperatiflerden grevlere, çalışma sürelerinin kısaltılması gerekliliğinden toprak mülkiyetine pek çok konu konuşuldu. Alınan en önemli kararlardan biri madenlerin, ulaşımın ve toprağın kolektifleştirilmesi konusunda idi. Maden, ulaşım ve toprakta özel mülkiyet yerine kolektifleştirme ve ortak mülkiyet kabul edilse de, bu kolektifleştirmenin nasıl gerçekleştirileceği konusu netleşmedi.

Kongre’de Proudhocuların tartıştırıp kabul ettirdiği meselelerden biri olan kooperatifler yine gündeme geldi. İşçi sınıfının yaşadığı ekonomik adaletsizliklerle mücadelesinde dayanışmanın en önemli pratik araçlarından biri olan kooperatiflerin kullanılması savunuldu.

Ayrıca Avrupa Devletleri arasında savaş çıktığı takdirde işçilerin takınacağı tutum kongrede en çok konuşulan ve tartışılan konu idi. Kongre çıkacak böylesi bir savaşın halkları boyunduruk altına alacağını ve kardeşi kardeşe düşüreceğini açıklayarak işçileri savaşları çıkaranlara karşı mücadele etmeye çağırdı. Somut olarak da çıkacak bir savaşı etkisiz hale getirmek için genel grev bir yöntem olarak savunuldu. Marks’ın “Belçika salaklığı” olarak tanımladığı bu öneri daha sonra anarşist hareketlerin temel ilkesi haline gelecekti.

Basel Kongresi

Enternasyonal’in dördüncü genel kongresi Basel’de gerçekleşti. Basel Kongresi devrimci sendikal örgütlenmeleri ve kolektif mülkiyeti savunan, kalabalık bir biçimde işçi sınıfı en geniş düzeyde temsil eden kongreydi.

Proudhocuların güçsüzleştiği, Bakunin’in Enternasyonal’e katılmasıyla kolektivist hareketlerin güç kazandığı bir dönemde, Eylül 1869’daki Basel Kongresi’nde marksistler ile Bakuninci kolektivistler ilk kez karşı karşıya geldi. Bu kongre Enternasyonal içindeki güç dengesinde bir değişikliğe işaret ediyordu.

Bakuninciler Basel Kongresi’ne katılan yetmiş beş delege içinde görece küçük bir grup oluşturuyorlardı. Bakunin kongrede “günümüz toplumundaki bazı bireylerin büyük birikimler elde etmişlerse bunun harcadıkları emekleri değil, ayrıcalıklarıyla, yani yasal hale gelmiş adaletsizlikleriyle” elde edildiğini savundu. Ona göre devlet her türlü sömürü, ayrıcalık ve adaletsizliğin yasal hale getirilip korunabilmesinin bir aracı demekti ve bu sebeple ortadan kaldırılmalıydı.

Bakuninci kolektivistler, Brüksel Kongresi’nde alınan toprağın kolektif mülkiyeti kararının nasıl gerçekleşeceği konusu netleşmediği için miras hakkının kaldırılmasına yönelik bir öneri sundu. Sadece toprakta, madende ve ulaşım araçlarında özel mülkiyetin yasaklandığını bildirmekle sorunun çözülemeyeceğini iddia eden Bakuninciler, miras hakkının bireylerin maddi ve manevi gelişimini engellediğini ve kimileri için imtiyazlar yarattığını düşünerek kaldırılmasını istedi.

Marksistlerin, miras hakkının kolektif mülkiyete geçildiğinde ve üretim biçimi değiştiğinde kendiliğinden ortadan kalkacağı öngörüsüne karşı kolektivistler mirasın sadece mülkiyetle ilişkili olmadığını savundu. Çünkü, kolektivistler kapitalizmin ortadan kaldırılmasının otomatik olarak devletin ve diğer iktidar ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanmayacağına, devletin ve bu ilişkilerin de ayrıca ortadan kaldırılması gerektiğine inanıyorlardı, çünkü “siyasi devlet ve hukuki aile” bireysel mülkiyetin garantisi ve sürdürücüsüydü.

Bakunin miras hakkının kaldırılmasını, herkesin özgürce erişebileceği bütüncül bir öğrenim/bilgiye erişim ihtiyacına da açıkça bağlayarak, “miras hakkı kaldırılır kaldırılmaz toplum her iki cinsiyetten tüm çocukların fiziksel, ahlaki ve entelektüel gelişimi için sorumluluk sahibi olacaktır” dedi.

Ayrıca marksistler pratikte mülkiyet sahiplerinin mülkiyetlerine el konulamaması durumunda, bu mülkiyet sahiplerinin miras haklarının kaldırılmasına muhalefet edeceklerini iddia ederek -bu hakkı tümden kaldırmak yerine onlardan bir aşama olarak miras/emlak vergisi almayı önerdi. Anarşistler ise miras ya da emlak vergisinin miras hakkını doğrudan kaldırmaktan daha az muhalefet yaratacağı inancına katılmayarak kendi önerilerini savunmaya devam etti.

Sayılardan çok kişiliğinin ve hatipliğinin gücüyle Bakunin tartışmalara ve konferansa ağırılığını koydu ve marksistlerin etkisini azaltmayı başardı.

Enternasyonal’e Paris Komünü Arası

Enternasyonal’in yıllık kongresi Paris Komünü’nün patlak vermesi nedeniyle 1870’te yapılmadı. Çünkü pek çok devrimci, ezilenlerin mücadelesinin nasıl örgütlenmesi gerektiğine dair tartışmaları bir kenara bırakıp başlayan bir toplumsal dönüşümün, komünün savunulmasına ve inşasına ağırlık vermişti. Enternasyonal üyeleri ve toplamında birlik, komünü sahiplendi ve mücadelesini selamladı.

Genel Konsey ve Marks her ne kadar komünü selamlamak zorunda kaldıysa ve marksistler Paris Komünü’ne “tarihteki ilk proleterya diktatörlüğü” yakıştırmasını yapmışsa da Marks’ın komün’den aylar önce yaşanan Fransa ve Prusya Savaşı’na dair Engels’e yazdığı bir mektupta Fransız devrimci hareketine hakaretler yağdırdığı ortaya çıktı: “Fransızların büyük bir yenilgiye, köteğe ihtiyaçları var. Eğer Prusyalılar zafer kazanırlarsa, devlet gücünün merkezileşmesi Alman işçi sınıfının merkezileşmesi açısından yararlı olacaktır; dahası, Alman üstünlüğü Batı Avrupa işçi hareketinin ağırlık merkezini Fransa’dan Almanya’ya kaydıracaktır. Ve Alman işçi sınıfının kuramda ve örgütlenmede Fransızlardan üstün olduğunu görmek için hareketin 1866 ile bugünkü durumunun karşılaştırmasını yapmak yeterli olacaktır. Almanya’nın dünya sahnesinde Fransızlara hâkim olması aynı zamanda bizim kuramımızın Proudhon ve benzerlerininkine hâkim olması anlamına gelecektir”.

İşte böylesi veriler marksistlerin Komün’deki yeri ve önemini tartışmaya açmaktadır. Ayrıca yine marksistler Komün yaşam bulurken de işçi mücadelesi içerisinde entrikalar çevirmeye devam ettiler.

1871’de Genel Konsey tarafından Londra’da özel bir konferans organize edildi. Toplantıya sadece 23 kişi katıldı ve 17’si halihazırda Genel Kurul üyesiydi. Anarşistlerin ancak küçük bir azınlığı toplantıda hazır bulundu ve Genel Konsey’in kararları neredeyse oybirliğiyle kabul edildi. Kararların çoğu açık bir şekilde Bakunin ve taraftarlarına yönelikti. İşçilerin politik partiler kurması kışkırtıcı bir şekilde olumlandı. Böylece işçi sınıfı mücadelesi büyük bir hedef şaşırtmayla devletli politik arenaya sıkıştırılmaya çalışıyordu. İşçilerin kendi güncel ihtiyaçları ve sorunlarını konuşması değil iktidar olmak için çaba sarf etmeleri salık verilmeye başlanmıştı.

Sonvillier Kongresi ve Genelgesi

İsviçreli Bakuninci anarşistler de Londra konferansı kararlarını eleştirmek üzere hemen Jura’da küçük bir kent olan Sonvillier’de özel bir konferans düzenlediler. Bu konferansın esas sonucu, Enternasyonal içinde merkezileşmeye son verilmesini ve Enternasyonal’in “özerk grupların özgür bir federasyonu” olarak yeniden oluşturulmasını talep eden ünlü Sonvillier Genelgesi’ydi. Genelge’de anarşist geleneğin en önemli iktidar çözümlemeleri güncel bir olay üzerinden ele alınıyordu: “Binlerce tecrübeden ortaya çıkan tartışılmaz bir gerçek varsa eğer o da iktidarın, kendisine iktidar verilenler üzerinde baştan çıkarıcı bir etkiye sahip olduğudur. Komşuları üzerinde iktidar sahibi bir kimsenin ahlaki bir kişi olarak kalması kesinlikle imkansızdır. Genel Konsey de bu kaçınılmaz kanuna bir istisna teşkil etmedi… Otoriteryen bir örgütlenmeden eşitlikçi ve özgür bir toplumun çıkmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Bu imkansız. Enternasyonal, gelecekteki insan toplumunun embriyosu olarak, burada ve şimdi özgürlük ve federasyon ilkelerimizi içtenlikle yansıtmalı ve otorite ile diktatörlüğe meyilli bir ilkeden sakınmalıdır”.

Sonvillier’de yayınlanan bu genelgede Enternasyonal içinde otoriterlerle özgürlükçüler arasındaki temel çatışma, örgütsel bir düzeyde açık bir şekilde tanımlandı ve ayrıca genelge yalnızca İtalya ve İspanya’da değil, Belçika’daki özgürlükçü sosyalistler arasında da destek kazandı.

İşçi Sınıfı Mücadelesine Bir İhanet: Lahey Kongresi

Sonvillier Genelgesi’nin etkisi sürüyorken Genel Konsey bir sonraki buluşmanın toplantı yeri olarak başka bir kuzey şehri olan Lahey’i seçerek yine Latin temsilcilere güçlük çıkardı. Bakunin, hakkında yakalama kararı olduğu için Almanya ve Fransa’dan geçemeyerek kongreye katılamadı.

Lahey Kongresi Eylül 1872’de yapıldı. Kongre’ye Marks şahsen katıldı ve toplantıyı tıka basa taraftarlarıyla doldurmak için elinden geleni yaptı. Marksist çoğunluğu oluşturan delegelerin en az beşi var olmayan hareketleri ya da hemen hemen var olmayan hareketleri temsil ediyordu. Ancak Marks yine de yalnızca İsviçreli ve İspanyalı Bakunincilerden, Hollandalı ve Belçikalı liberter sosyalistlerden değil, aynı zamanda Bakunin’i başka hiçbir konuda desteklememekle birlikte Enternasyonal içindeki aşırı merkezileşme eğiliminden rahatsız olan ve Genel Konsey’in yetkilerinin frenlenmesi gerektiğini kabul eden İngiliz sendikacılardan da gelen etkili bir muhalefetle karşı karşıya kaldı.

Genel Konsey’in artan etkisini her fırsatta eleştiren Bakuninci kolektivistler konseyin yetkilerini bu kongrede de dile getirdi. Genel Konsey’in bir haberleşme bürosu ve istatistiki bilgi merkezinden öte bir şey olmamasını öneriyorlardı. Bu önerinin karşısında olarak ve ayrıca tek sesliliği yaratmak için marksistler Genel Konsey’in yetkilerini genişletme önerisinde bulundular. Enternasyonal’in kurucu değerlerine ve ilkelerine ihanet edercesine bölüm, seksiyon, federal konsey, komite ve federasyonlarını bir sonraki kongreye kadar geçici olarak uzaklaştırdılar. Bu karar Enternasyonal içinde apaçık bir darbe idi ve işçi mücadelesine yönelik benzer darbeler iktidar için mücadele edenler tarafından tarih sahnesinde sıkça tekrarlandı.

“Marks’ın Bakuninci İttifak Örgütü’nün gizli bir şekilde etkinliklerini sürdürdüğü şeklindeki iddialarını araştırmak için bir komite görevlendirildi. Komite kanıtlanamamış muğlak raporlarla Bakunin ve İsviçreli taraftarları James Guillaume ve Adhernar Schwitzguebel’in ihraç edilmesini sağladı.

Daha sonra Bakunin, 1872 yılında yazdığı Enternasyonel ve Marks makalesinde Lahey Kongresi’nin ihraç kararıyla ilgili olarak şu sözleri söyledi: “sahte bir kongrede oylama gerçekleştirildi ve böylece temsili sistem ve evrensel oy hakkıyla ilgili o ünlü gerçeklik bir kez daha kanıtlanmış oldu: herkesin özgür seçimi adına herkesin köleliği ilan edildi”.

Bakunin mizaç, kültür ve toplumsal/ekonomik gelişimleri farklı olan toplulukların Marks tarafından tek elden çıkan bir program içine sokulmak istenmesini despotik buldu ve işte bu saldırıların Enternasyonal’i yıktığını ilan etti.

Marks’ın, Genel Konsey’i Londra’dan, en iyi durumda bile tehlikeli müttefikler olarak gördüğü Bakunincilerden ve Blanquistlerden uzak tutulabileceği New York’a taşıma önerisi acele kabul edildi. Ayrıca sonraları Marks’ın başkalarının eline geçmesin diye Enternasyonal’i öldürdüğü anlaşıldı, çünkü New York’ta Genel Konsey zayıfladı ve ardından yok oldu.

Yukarıda da bahsedildiği gibi Enternasyonal, anarşistlerin kendi ideolojilerinin haklılıklarını yaşadıkları ve bu sebeple tek başına “sosyalizm” denen muğlak çatı bir kavram yerine kendilerine ayrıca anarşist demeye başladıkları bir dönemi yarattı.

Bakunin’in de ifade ettiği gibi Enternasyonal’in umut veren büyümesi baltalandı, birlik sonunda koca bir enkaza dönüştü. Fakat buna rağmen Lahey’den dönen anarşistler, işçi sınıfının ortak mücadelesinden alıkonulamayacaklarını ve mücadeleden vazgeçmeyeceklerini gösterdiler. Birkaç gün süren tartışmalardan sonra hepsi Jura’daki Saint-Imier’e gittiler; orada İsviçreli ve Fransız delegelerle birlikte Enternasyonal’in anti merkeziyetçi kanadının bir kongresini yaptılar. Lahey Kongresi’nde alınan kararları reddeden ve Enternasyonal’in özgür bir federasyonlar birliği olduğu ilan eden kongre, işçi sınıfının özgürlük mücadelesinin hız kesmeden süreceğinin işaretini veriyordu.

İlyas Seyrek

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.

The post Bakunin Marks Tartışmalarının Tarihsel Kökeni: I. ENTERNASYONAL – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/04/07/bakunin-marks-tartismalarinin-tarihsel-kokeni-i-enternasyonal-ilyas-seyrek/feed/ 0
POLİTİKA? – İlyas Seyrek https://meydan1.org/2020/04/07/politika-ilyas-seyrek/ https://meydan1.org/2020/04/07/politika-ilyas-seyrek/#respond Tue, 07 Apr 2020 14:39:53 +0000 https://meydan.org/?p=56889 Politika, tarihsel süreç içerisinde toplumsal ilişkilerin ve mekanizmaların değişimiyle birlikte dönüşüme uğramış, oldukça farklı biçimlerde tanımlanmıştır. Belirli bir yerleşim alanında nüfusları giderek artan topluluklar farklı istek, arzu ve ihtiyaçları yaratmış ve politikanın, toplumsal ihtiyaçların ortaklaşa giderilebilmesinin yolu olduğu giderek ortaya çıkmıştır. İnsanın toplumsal yapısının işleyiş yolu olarak politikanın önemi kimi düşünür ve filozoflar tarafından dile […]

The post POLİTİKA? – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Politika, tarihsel süreç içerisinde toplumsal ilişkilerin ve mekanizmaların değişimiyle birlikte dönüşüme uğramış, oldukça farklı biçimlerde tanımlanmıştır.

Belirli bir yerleşim alanında nüfusları giderek artan topluluklar farklı istek, arzu ve ihtiyaçları yaratmış ve politikanın, toplumsal ihtiyaçların ortaklaşa giderilebilmesinin yolu olduğu giderek ortaya çıkmıştır.

İnsanın toplumsal yapısının işleyiş yolu olarak politikanın önemi kimi düşünür ve filozoflar tarafından dile getirilmiştir. Aristoteles’in insanı “zoon politikon/politik hayvan” olarak tariflemesi de politikanın insan toplumsallığına ilişkin olduğuna dair bir görüşün yansımasıdır.

Politika temel olarak, zihinsel ve fiziksel alanlarda çeşitlenmiş ihtiyaçların toplumsal çapta giderilmesi için kararlar alma, kararların uygulanmasını sağlama çabası olarak tanımlanabilir.

Toplumsal yaşam biçimlerinin hemen hepsi için geçerli olabilecek bu işleyiş, iktidarlı yapılar ile birlikte yozlaşmış ve dönüşüme uğramıştır. Toplumsal yapıyı ve onun ürettiği avantajları kontrol altına almaya çalışan iktidarlar, baskı ve manipülasyon yoluyla politika yapma biçimini değiştirmiştir. Bu biçim bir kişi, grup ya da sınıfın/zümrenin hakimiyetine geçmiştir. Politika toplumsal bir uğraş olmaktan çıkıp ya tamamen iktidarların hakimiyetinde kalarak sadece “yönetim” olarak anlaşılmış ya da iktidarların izin verdiği ölçüde, sınırlarını iktidarın çizdiği bir çerçeve içerisine hapsedilmiştir.

Siyaset Yapmak

Toplumsal bir sorumluluk içerisinde tek tek bireylerin düşlediklerini eyleyebilmeleri olarak tanımlayabileceğimiz özgürlük halinin yolu toplumsal yaşamı sürdürmekten ve dolayısıyla politika yapmaktan geçerken iktidar ve mülkiyet ilişkileriyle sarılı otoriter mekanizmaların varlığı ile birlikte yeni politika yapma yolu köleliğe neden olmuştur.

Politika sözcüğü Türkçe’de “siyaset” olarak karşılık bulmaktadır. Arapça kökenli bir kelime olarak siyasetin “hayvan ve reayayı keyfi yönetme” anlamına sahip olması da yukarıda bahsedildiği gibi politikanın yozlaştırılmış biçiminin günümüzde kabul gören anlamını işaret etmektedir.

Günümüzde devlet, politika sahnesini tamamıyla kendisi doldurmaya çalışmaktadır. Politika toplumsal yaşamı tümüyle düzenleme iddiasına sahip devletli sistemin sınırlarına sıkıştırılmıştır. Günümüzde politika denildiğinde akıllara partiler, seçimler, anayasa vs. gelmesinin nedeni de iktidarlı mekanizmaların son üç yüz elli yılda politika alanını domine etmiş olması ve devletli bir işleyişin konusu dışındakileri politikanın dışına itmiş olmasıyla alakalıdır.

Politika ve Anarşizm

Bilimde, teknolojide ve ekonomide büyük gelişmelerin yaşandığı ve aynı zamanda büyük toplumsal sorunların ve dönüşümlerin yaşanmaya başlandığı modern dönemle birlikte toplumsal yaşamın kim tarafından ve hangi temellerle inşa edileceğine dair de önemli düşünce ve hareketler gelişmiştir.

Politikanın sınırlarının tekrar tartışıldığı, politika yapma hakkının tek bir kişi ya da zümrenin elinden alınmak istendiği dönemle birlikte siyasi hareketler ve ideolojiler “politik” arenaya etkide bulunmuştur.

Toplumsal dönüşümü öngören hareket ve ideolojilerin politikanın alanının genişlemesine dair talep ve mücadeleleri, politikanın tanımı ve uygulanmasına dair önemli tartışmaları ve çatışmaları yaratmıştır. Halkın, temsilcileri yoluyla politikaya dahil olmasını isteyen teori ve ideolojilerin yanında toplumsal üretimi sağlayan ve halkın büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının devleti kontrol ederek toplumsal yaşamı düzenlemesi gerektiğini düşünen teori ve ideolojiler ortaya çıkmıştır.

Politikayı devletli arenada konumlandıran, yönetsel bağlama sokan düşüncelerin karşısında ise anarşizm belirmiştir.

Toplumsal yaşamı düzenlemek politikanın konusu ise anarşizm de toplumun iktidarsız bir biçimde yeniden organize edilmesini savunduğu için politik bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Hem tek bir kişi ya da grubun uğraşı olan eski iktidarlı politika yapma biçimine hem de halkın temsilcileri yoluyla icra edilen politika yapma biçimine karşı çıkarak halkın tamamının toplumsal yaşamı düzenleyebilmesi için etkin birer özne olacağı politika yapma biçimini amaçlamıştır.

Toplumsal yaşamın radikal dönüşümünü, bir devrimi amaçlayan ve buna göre politika yapma biçiminin değişmesini isteyen anarşizmin bu güçlü iddiası ile birlikte, Birinci Enternasyonal, Paris Komünü, 1917 Rus Devrimi, 1921 Mahnovşçina deneyimi ve 1936 İberya Devrimi başta olmak üzere, dünyadaki toplumsal hareketlerde önemli etkileri bulunan bir hareket ve ideoloji olduğunu görmek mümkündür.

Anarşizm, toplumsal anlamda etkisi yüksek bir hareket ve ideoloji olarak politika yapma biçimlerinin tartışılmasında da oldukça büyük katkılarda bulunmuştur. Liberal politika yapma biçiminde deneyimlenen, temsili demokrasinin çıkmaza girmesi durumu ve işçi sınıfını otoriter araçlardan ayrı düşünemedikleri için politikanın tek partinin çıkar ve söylemlerine terk edildiği örnekleri yerel, bölgesel veya küresel çapta açlık, göç, savaş, sömürü gibi toplumsal adaletsizlik ve baskı pratiklerine neden olmuştur.

Tüm bu toplumsal sorunların çözümü olarak da liberal veya marksist teori ve hareketler özgürlükçü düşüncelerden beslenmeyi tercih etmektedir. Devletli toplumsal yaşama itirazı, birey ve toplum analizleri gelişmiş olan anarşist teori ve pratikten yeni politika yapma araçları ödünç alınmaya çalışılmıştır. Özörgütlenme, özyönetim gibi kavramlar bu yöntem ve araçlardan sadece birkaçıdır.

Günümüzde liberal ve marksist teorilerin etkilendiği bu kavramların kökenleri pek tabi ki klasik anarşist döneme kadar gitmektedir. Ayrıca bugün bu kavramların kökenlerini ve bir ideoloji olarak anarşizmin politikadan ne anladığını klasik anarşist düşünürlerin politikaya bakış açısına bakarsak anlayabiliriz.

Bakunin ve Anarşist Politika

Klasik, devrimci anarşizmin politika ile ilişkisini kurabilmek için yüzümüzü dönmemiz gereken kişilerden biri Bakunin’dir. Bakunin’in devrimci mücadele, anarşizm ve politika konusundaki düşüncelerini en net anlayabileceğimiz metinler ise I. Enternasyonal’e dair yazdıklarında ortaya çıkmaktadır.

Bakunin, dönemindeki politika yapma biçimini analiz etmiş ve politikayı “bugüne kadar, gerçek bir halk politikası olmadı. Bugüne kadar var olan biricik politika, sonu gelmez üstünlük mücadelesinde birbirlerini devirip birbirlerinin yerine geçmek için işçilerin fiziksel yiğitliğini kullanan ayrıcalıklı sınıfların politikası oldu.” sözleriyle eleştirmiştir.

Fransız Devrimi’nde olduğu gibi bir önceki döneme göre politikanın çerçevesinde büyük değişikliklerin meydana geldiği zamanları da yetersiz ve eksik bulmuştur: “Fransız Devrimi bile halkın konumunu esaslı bir şekilde değiştirmedi. Yalnızca yerine burjuvaziyi geçirmek üzere, soylular sınıfını ortadan kaldırdı”.

Bakunin’in, bu anlayışla birlikte, I. Enternasyonal esnasında yürütülen “Enternasyonal’deki işçilerin politik mücadele verip vermemesi” tartışmasında politika karşıtlığı yapmasını iyi anlamak gerekmektedir: “Kurtuluş söz konusu olduğunda, her türlü politika, gerici unsurlar tarafından belirlendiği için, Enternasyonal’in öncelikle kendisini bir bütün olarak politikadan arındırması ve ardından da burjuva toplumsal düzenin yıkıntıları üzerinde Enternasyonal’in yeni politikasını oluşturması gerekiyordu”.

Enternasyonal örgütlenme Bakunin’e göre sadece ekonomik nitelikte de değildir. Bu kurtuluş aynı zamanda toplumsal, felsefi ve ahlakidir. Ayrıca tüm devletleri ve sınırlarını ortadan kaldırma anlamında da negatif bir politiklik taşımaktadır. Mevcut politik düzeni yıkmak oldukça politik bir niteliktir.

Malatesta ve Politik Mücadele

Anarşist mücadele içerisinde pek çok teorik ve pratik tartışmada yer almış, anarşizmi örgütlemeye çalışmış ve politik örgütlenmelerin içerisinde bulunmuş biri olan Errico Malatesta’nın politika hakkındaki düşüncelerine bakmak da politika yapmanın anarşizm içerisinde nasıl anlaşıldığını görmek açısından önemlidir.

Malatesta politik mücadele sözüyle, devlete karşı mücadeleyi kastetmektedir ve ona göre devlet, yasaları yoluyla politika yapma meşruluğunu kendi elinde tutan bir yapıdır. Herkesi ilgilendiren tüm konularda, herkesin onayı alınmalıdır; bu nedenle Malatesta insanları yeni bir politika tarzına çağırmaktadır.

“Politik özgürlük sağlanmadan ekonomik özgürlüğe, ekonomik özgürlük sağlanmadan da politik özgürlüğe ulaşılamaz” derken de politik özgürlükten kastı -toplumun kendi yaşamını organize edebilmesi için- devletin politik arenadan silinmesidir.

Politika alanını kendi çıkarları doğrultusunda domine eden devletin karşısında halkın yaşamsal acil ihtiyaçlarının karşılanması doğrultusunda verilen hak mücadelelerini de “mücadele ederken de bir şeyler öğrenileceğine ve biraz olsun özgür olmak için başlanan mücadelenin, özgürlüğün tadına varıldığında tamamen özgür olmak için verilen bir mücadeleye dönüşeceğine inanıyoruz.” ifadesiyle politik mücadele kapsamında değerlendirmiştir.

Politik Mücadele ve Devrimci Anarşizm

Bugün her türlü bireysel ve toplumsal özgürlüğün karşısında, toplumsal yaşamın tamamını kontrol etmeye çalışan iktidar mekanizmaları tarafından icra edilen “politika” tarzı, devrimci anarşizmde kullanılacak bir yöntem değildir. Aksine devrimci anarşistlerin, toplumların bütünlüklü özgürlüğü için devletlerin politikasına karşı kendi yaşam alanlarını kurup büyütme ve nihai olarak tüm iktidar mekanizmalarını yok etme mücadelesi kendi politikalarının özünü oluşturmaktadır.

İlyas Seyrek

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.

The post POLİTİKA? – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/04/07/politika-ilyas-seyrek/feed/ 0
Kılavuz Kavramlar (1) : OTORİTE https://meydan1.org/2019/11/13/kilavuz-kavramlar-1-otorite/ https://meydan1.org/2019/11/13/kilavuz-kavramlar-1-otorite/#respond Wed, 13 Nov 2019 06:55:01 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/13/kilavuz-kavramlar-1-otorite/ İçerisinde yaşadığımız devletli ve kapitalist sistemin analizini yapmak, düşlediğimiz adil ve özgür dünyayı ve bu özgür dünyanın değerlerini sade bir dille anlatabilmek için gazetemizin bu sayısından itibaren anarşist düşüncenin dikkat çektiği belirli kavramları sizlerle paylaşacağız. Meydan Gazetesi olarak devrimci anarşist perspektif ve eylemlerimiz sonucunda biriktirdiğimiz yazınsal ve eylemsel deneyimlerimizden hareketle yorumladığımız kılavuz kavramlardan ilkini, otorite […]

The post Kılavuz Kavramlar (1) : OTORİTE appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

İçerisinde yaşadığımız devletli ve kapitalist sistemin analizini yapmak, düşlediğimiz adil ve özgür dünyayı ve bu özgür dünyanın değerlerini sade bir dille anlatabilmek için gazetemizin bu sayısından itibaren anarşist düşüncenin dikkat çektiği belirli kavramları sizlerle paylaşacağız. Meydan Gazetesi olarak devrimci anarşist perspektif ve eylemlerimiz sonucunda biriktirdiğimiz yazınsal ve eylemsel deneyimlerimizden hareketle yorumladığımız kılavuz kavramlardan ilkini, otorite kavramını sizlerle paylaşıyoruz.

“Otoritenin olduğu yerde özgürlük yoktur.”

Pyotr Kropotkin

Özgürlüğün olduğu yerde ise bütün otoriteler yıkılacaktır. Otorite, bir bireyin ya da topluluğun başka bireyler ya da topluluklar üzerinde onların iradesini şekillendirmek ve ortadan kaldırmak için bir yetkiye sahip olması olarak tanımlanabilir. Temelde otorite zora dayalı, emir alma-emir verme ve yönetme-yönetilme ilişkisinin belirleyiciliğinde şekillenir. Bu ilişki biçimi, yaşamlarımızı çalan bütün kurumlar ve kişilerde somutlanmıştır. Otorite olgusu, anarşist literatürde, özellikle Bakunin ve Kropotkin’in çalışmalarında incelenmiştir. Otoritenin toplumsal örgütlenmedeki gereksizlikleri bir yana, toplumun yapısını bozmasıyla da tarih boyunca anarşistler tarafından eleştirilmiştir.

Yasalar, Ezenlerin Sömürü Aracıdır

“Yasa, aylak zenginlerin emekçi kalabalıklar üzerindeki sömürülerinin ve egemenliklerinin amacından başka bir şey değildir.”

Pyotr Kropotkin

İnsanlığın, otoriter mekanizmaların baskısı altına alınmadan önceki yaşantısında yüzyıllar boyunca özgürce yaşadığını bilmekteyiz. Kropotkin’in de 1886 yılında kaleme aldığı “Yasa ve Otorite”de başarılı bir şekilde altını çizdiği gibi bugün dahi “insanlığın büyük bir bölümünün yazılı yasası yok”. “Balta girmemiş ormanlarda”, modern dünyanın vahşetiyle karşılaşmamış kabileler, gelenekleri ve ihtiyaçları ölçeğinde kararlaştığı ilkeleriyle, otoriter olmayan bir yaşam biçimini sürdürmeye devam etmektedir.

Diğer yandan iktidarlı ilişkiler herhangi bir kurumsallaşmış ve tanımlanmış mekanizma olmadan da ortaya çıkabilir. Tam olarak tarihlendiremesek de bitkilerin ve hayvanlarn evcilleştirildiği, yerleşik yaşamın ortaya çıkmaya başladığı çağlarda insanlar arasındaki iktidarlı ilişkiler kurumsallaşmaya başlamıştı. İktidarlı ilişkilerin kurumsallaşmasını ve iktidar olabilme yetkisini tanımlayan otorite olgusunun izleri, o yıllara dek sürülebilir.

Yaşamlarımızı Çalan Otorite, Özgürlüğün Yadsınmasıdır

“Otorite, özgürlüğün yadsınmasıdır.”

Mihail Bakunin

Otorite olma her zaman meşrulaştırılmaya çalışılır. Bu, bazen içinde bulunulan topluluğun inancına bazen otoriteyi elinde bulunduranın kişiliğine bazen de hukuka dayandırılarak yapılmaya çalışılır. Otoritenin en önemli özelliklerinden birisi mutlak olmasıdır. Otoriteler tüm uygulamalarını bireylere bilgi, inanç ya da yasalar aracılığıyla değiştirilemez ve sorgulanamaz olarak dayatır.

Otorite, zaman içerisinde itaat kültürünün içselleştirilmesiyle değiştirilemez, yokluğu tahayyül edilemez bir gerçeklik olarak dayatılmıştır. Otorite, onu tanıyıp kabul edecek bireyler ya da topluluklar var olduğu sürece vardır. Yani otorite sadece zor uygulamakla değil aynı zamanda itaatin kabulüyle de ilişkilidir. Otoritelerin varoluşunu garanti altına alan, itaatin sürekliliğidir. Çünkü iktidarlı ilişkilerin birer iktidar mekanizmasına dönüşümü otorite ile gerçekleşir ve kalıcı hale gelir.

Aileden okula, işyerinden kışlaya, ibadethanelerden sokağa kadar otorite, nerede ve nasıl yaşayacağımızdan nasıl düşüneceğimize kadar tüm irademizi yok sayar. Otoriteler, istek ve çıkarları doğrultusunda bizim adımıza kararlar almayı amaçlar. Yaşamlarımızı belirleyen bu kararlar; ebeveynler, öğretmenler, patronlar, komutanlar, din adamları yani otoriterler tarafından toplumun her alanında kendini gösterir.

Otorite Devletin Ahlakıdır, Yani Ahlaksızlıktır

“Otoriterler hepimizin temelde kötü olduğumuzu ve eğitimin, gözetimin zorunlu olduğunu düşünür ve de en çok ele geçirmek istedikleri şey olan ‘kontrol’ün kaçınılmazlığını savunurlar.”

Dave Neal

Otorite olgusu insanın özü itibariyle kötü olduğu inancına dayalıdır. Varoluşunu gerçekleştirirken şiddet, baskı, işkence, katliam gibi yolları kullanan otoriteler meşru olmadıklarından soyut varsayımlara, yalanlara başvurmaktadır.

İnsanların otorite olmadan birbirlerine saldıracakları, şiddetin artacağı ancak bir yalandan ibarettir. Zira insanlık tarihi bize her zaman tiranların, zorbaların ortadan kalktığı zamanlarda paylaşma ve dayanışmanın yükseldiğini göstermiştir. Otoritenin savunucuları, her zaman otoriteyi insanlığın ahlakı, etiği olarak kavratmaya çalışmıştır. Ancak otorite; sosyalistinden liberaline, demokratından faşistine bütün iktidarların mutlaklaşmasından başka bir işe yaramamıştır.

Bütün Otoritelere Karşı Özgürlük için Anarşizm

“Giyotin sehpalarını yakalım, hapishaneleri yıkalım, yargıçları, polisleri ve muhbirleri kovalım, öfkeyle hemcinsine kötülük yapmaya itilmiş olanlara kardeşçe davranalım… Toplumumuzda bundan böyle lafı edilebilecek çok az suç söreceğimizden emin olabiliriz. Suçu ayakta tutan yasa ve otoritedir.”

Pyotr Kropotkin

Tarih boyunca bütün otoriteler, bireylerin kendini gerçekleştirmesinin, özgürlüğünün tam karşısında olmuştur. Bizler biliyoruz ki özgürlük ancak otoritenin yıkılmasıyla gerçekleşebilir. Biz anarşistler, devrimi ertelemeden, şimdi şu anda otoriter tüm mekanizmalara karşı anti-otoriter örgütlenmeler yaratarak özgürleşiyoruz.

Yaşadığımız topraklarda otorite, bir konu üzerinde tartışarak ortak bir karara varamayacağımızı bize dikte etmeye çalışmaktadır. Biz, ancak kararlaşma süreçlerini işlettikçe kendimizi gerçekleştirebiliriz. Anarşist ilişki biçimleriyle örgütlendiği sürece toplumda adaletsizliği ve itaati kurumsallaştırabilecek herhangi bir zemin oluşamaz. Çünkü, otorite ve otoriter mekanizmaların kendini meşrulaştırabileceği araçlar yok edilmiştir.

Özgürlük İçin Anarşizmde Örgütlenmeye!

Anarşizm düşüncesi, toplum baskısıyla bireyin iradesini ezmez aksine özgürlük anlayışını birey ve toplum olarak birlikte ele alır. Peki böylesi bir toplumda hangi ilkeler toplumsal yaşama sirayet edecektir? Toplum İtaat yerine, karşılıklı uyum ve kararlaşmayla örgütlenir. Bu toplumda kimsenin kimseyi baskı altında tutmadığı, otoritenin olmadığı özgür bir ilişki biçimi oluşmaktadır. Sonuç olarak bu toplumda bireyin iradesinin iktidarlar tarafından şekillendirdiği bir ilişki biçimi olmayacaktır. Anarşist bir toplumda iradelerini özgürce gerçekleştirebilecek bireyler vardır.

Başkaları üzerinde hak iddia edenler, kazançlarını her zaman onların itaati üzerinden şekillendirdiler ve şekillendirmeye devam etmek istiyorlar. Özgürlük için bütün otoriteleri yıkmaya, anarşizmde örgütlenmeye!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Kılavuz Kavramlar (1) : OTORİTE appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/13/kilavuz-kavramlar-1-otorite/feed/ 0
Taht Yoksa Savaş Yok – Burak Aktaş https://meydan1.org/2019/06/11/taht-yoksa-savas-yok-burak-aktas/ https://meydan1.org/2019/06/11/taht-yoksa-savas-yok-burak-aktas/#respond Tue, 11 Jun 2019 14:18:47 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/11/taht-yoksa-savas-yok-burak-aktas/ “Yüz yıl önce yoldaş Bakunin’in Çar’a ve Çar’ın iktidarını kazanmak isteyenlere karşı söylediği söz adeta Game of Thrones dizisinin senaryo tartışmalarını sonlandıracak gerçeklikte. “En ateşli ejderhayı alın, iktidarı Khaleesi’ye verin bir sezon içinde Cersei’den daha beter olacaktır.” “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır” Daenerys Targaryen Kralın Şehri’nin çanlarını duyduğu halde neden devam etti ve sivilleri […]

The post Taht Yoksa Savaş Yok – Burak Aktaş appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Yüz yıl önce yoldaş Bakunin’in Çar’a ve Çar’ın iktidarını kazanmak isteyenlere karşı söylediği söz adeta Game of Thrones dizisinin senaryo tartışmalarını sonlandıracak gerçeklikte.

“En ateşli ejderhayı alın, iktidarı Khaleesi’ye verin bir sezon içinde Cersei’den daha beter olacaktır.”

“Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır”

Daenerys Targaryen Kralın Şehri’nin çanlarını duyduğu halde neden devam etti ve sivilleri katletti? Şöyle de sorabiliriz, Nazi Almanyası yenilmişken ve Japonya’nın teslim olacağı kesinken neden ABD Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atıp 240.000’e yakın sivili katletti? Aynı soru formu ne yazık ki birçok olay ve olgu için geçerli; toplama kampları, gaz odaları, insan fırınları, toplu tecavüzler, zorunlu göçler vs… Peki ortak formattaki bu soruların cevabı sizce ne?

Game of Thrones hikayesi çoğumuzun hayatına dizisiyle beraber 2011 ilkbaharında girdi. Yayınlanmaya başladığı günden beri bu dizi, insanları herhangi bir eğlence sektörü ürününden daha derin etkiledi. Hayranların kendi aralarında kurduğu teoriler ve akademisyenlerin dizi bölümlerini derslerinde kullanması bu “derinliğin” basit örneklerinden birkaç tanesi sadece. Dizi internet jargonunu, gifleri, şakaları, spoiler kültürünü (Gezi direnişindeki duvar spoilerını hatırlarsınız) genel anlamda 2010’lu yılları değiştirdi/etkiledi; bugüne kadar hiçbir televizyon işinde göremediğimiz prodüksiyon kalitesi ve sanat ekibiyle (kahve bardaklarını saymazsak) şimdiye kadar yapılmış en büyük televizyon işi oldu.

Dizinin asıl gücü finalinden sonra her kesimden insanı harekete geçirmesi ve kendisi hakkında konuşmaya/düşünmeye itmesinden kaynaklanıyor. Hatta Rus Komünist Partisi, akademinin pop yıldızlarından Zizek ve sayamayacağım binlerce farklı kişi, kurum ve oluşum dizi hakkındaki görüşlerini dile getirdi. Rus Komünist Partisi, üyeleri arasında dizinin takipçileri olduğunu ve son sezonun yeniden çekilmesi gerektiğini düşündüklerini söyledi. Zizek, dizinin liberal muhafazakarlık öğretisini desteklediğini ve hiçbir devrimin başarıya ulaşamayacağı mesajını verdiğini söylüyor. Liberal feminist kaynaklar ise dizinin kadın karakterlerin elinden gücü alarak var olan ataerkil düzeni onadığını düşünüyor. Eleştirilerin haklılık payı olsa da bizce insanların kaçırdığı nokta şu ki; aslında bütün hikâye savaş karşıtlığı ve gücün yozlaştırıcı etkisi üzerine yazılmıştı. Gücün hangi sınıfa, cinsiyete ait olduğu veya ne için kullanıldığının çok da bir önemi yoktu.

Yazarların kişiliklerinin, ideolojilerinin, yetkinliklerinin eserlerini etkilediğinin genel geçer kabul görmüş bir olgu olduğunu kabul edebiliriz. Bu etkiler bizim evrenimizde geçen hikâye ve romanlarda gerçekliğimiz, konjonktür, önyargılar gibi olgular sebebiyle yazarların oto kontrolleriyle makul seviyelere indirilir. Ancak fantastik, bilimkurgu, gotik gibi bizim evrenimizde geçmeyen tamamen kurgu evrenlerde böyle bir oto kontrole gerek yoktur. Bu evrenler yazarları için çok daha bereketli ve özgür bağlamlardır. Fantastik edebiyat türünün kurucusu sayılan J.R.R Tolkien 1. Dünya Savaşı’na katılmış, “savaş endüstrisini” birebir görmüş bir filologdu. Yüzüklerin Efendisi’nde yeni diller yaratması, endüstriyel kötülüğü bütün çıplaklığıyla göstermesi bu sebeptendir. Gelelim içinde bulunduğumuz 10 yılın en popüler kurgusunu yaratan George R.R Martin’e; yazar CBC Canada ile yaptığı röportajında Vietnam Savaşı sırasında nasıl vicdani retçi olduğunu ve kendi pasifizminin boyutlarını anlatıyor. Ki bu karar ABD gibi bir devlette ömür boyu korkak damgası yiyip müthiş boyutlarda bir sosyal baskıyı beraberinde getirebilecek bir karardı. Bu cesareti gösterebilmiş yazarın hikâyesi elbette savaş ve iktidar karşıtı görüşlerinden etkilenecekti.

Bahsettiğimiz bu durum hikâyede nerelerde karşımıza çıkıyor?

İlk bölümünden itibaren Taht Oyunları’nın oyuncularının iktidar savaşlarında trajik bir şekilde yok olduklarını görüyoruz. Robert Baratheon’un ölümünden sonra başlayan iktidar savaşına katılan 5 kral da bu savaşta öldü. Robert’in küçük kardeşi olan Renly, kendi öz kardeşinin emriyle ve kızıl cadının büyüsüyle suikaste uğradı ve 5 kraldan hayatını kaybeden ilk kişi oldu. Aslında yedi krallığın kralı olmak için savaşmayan babasının ölümü üzerine kuzeyi yedi krallıktan ayırmaya çalışan ve bağımsızlığını ilan etmeye çalışan Kuzeydeki Kral Robb Stark, Kızıl Düğün’de Freyler tarafından katledildi ve ölen 2’nci kral oldu. Bu arada eklememiz gerekiyor, Robb’a güç için ihanet edip onu katleden Freyler de daha sonra Arya Stark tarafından ortadan kaldırıldı. Babasının ölümü üzerine tahta geçen ve hemen hemen bütün Westeros halkının nefret ettiği Joffrey ise Mor Düğün’de zehirlenerek öldü ve taht kavgasında ölen 3’üncü kral oldu. Çoğu kişinin teorilerde tahta geçeceğini düşündüğü ve yanıldığı Stannis Baratheon ise Kışyarı Savaşı’nda Leydi Brienne tarafından Renly’i öldürdüğü gerekçesiyle öldürülüp taht uğruna ölen 4’üncü kral oluyor. 5’inci sırada ise yine kardeş kavgasına kurban giden Demir Adalar’ın kralı Balon Greyjoy var. Balon da Robb gibi Demir Taht için değil de kendi bölgesinin özgür kralı olmak ve doğan karışıklıktan mümkün olduğu kadar fazla yararlanmak için bu savaşa katılmıştı.

Westeros’da bunlar yaşanırken dizimizin Çılgın Kraliçesi olacak Daenerys Targaryen Essos’ta ne yapıyordu?

Rakiplerinden farklı olarak kendi ordusuna ve para kaynaklarına sahip olmayan Daenerys; savaşı için gereken unsurları 3 ejderhası ve “özgürleştirdiği” kölelerle sıfırdan kurmaktaydı. Hikâye anlatımı gereği Jon Snow’un birisini öldürürken her seferinden önce bundan duyduğu memnuniyetsizlikle Daenerys’in her can alışındaki kendini mutlak haklı görüşü arasındaki zıtlığı defalarca seyrediyoruz. Kurgu burada Jon ile Daenerys arasındaki benzer eylemlere verdikleri farklı tepkileri, zıtlığı bize göstererek ilerliyor.

Küçüklüğünden itibaren kendisini sürekli ezen ve suistimal eden abisi Viserys’in Khal Drogo tarafından öldürüldüğü sahnede yaşanan şiddet gösterisinden rahatsız olmayan bir Daenerys izliyoruz. Daha sonra ejderhaları köle efendilerini öldürürken takındığı aynı soğukkanlılığı ve vakur duruşu defalarca izliyoruz. Köle efendilerini çarmıha gererken yine aynı şekilde şiddeti idealleri uğruna kullanmaktan çekinmeyen ve haklı gören tavrı görüyoruz. Bütün bu şiddet gösterilerinde izleyici Daenerys’i haklı bulmaya başlıyordu ve dizi aslında bu sahnelerle finale hazırlık yapıyordu. Gücünü arttırdığı her olayda, her köle şehrini “özgürleştirdiğinde” kendine olan inancı artan, kendini insanları tiranların elinden kurtaracak bir kraliçe olarak gören Daenerys’i izliyoruz.

Aynı zaman dilimlerinde ise iktidarı sürekli reddetmesine rağmen iktidara/tahta doğru itilen, her can alışında Ned Stark tarafından öğretilen ilkeleri hatırlayan ve bunu bir zevk unsuru veya gereklilik olarak değil de bir ağırlık olarak gören Jon Snow’u görüyoruz.

Çoğu insanın izlerken özdeşlik kurduğu bu iki karakter birbirinin zıttı yönde bir gelişim gösteriyor. Dışsal tehditin bu iki karakter tarafından yok edilmesinden sonra da son savaşı izliyoruz. Bu savaşın hazırlık aşamasında da savaşta da aynı zıtlık görünüyor. Dönüm noktası Kralın Şehri’ndeki savaşta, şehrin teslim olmasına rağmen Daenerys ejderhasını halkı katletmek için kullanırken Jon kendi komutasındaki askerleri geri çekmeye çalıştığında yaşanıyor. Sonuç olarak savaş bitimi Jon yine istemediği halde -adeta kendi Wehrmacht’ına zafer konuşması yapmış- Daenerys’i öldürmek zorunda kalıyor. Bunun sonucunda da dizi boyunca iktidarın alegorisi olan iki varlık karşı karşıya geliyor: Drogo ve Demir Taht. Ejderha Drogo annesini öldürenin Jon değil de taht olduğunu anlıyor ve tahtı yok ediyor. Dizinin mutlak monarşinin bitişini anlatan sahnesi de tam olarak burada yaşanıyor. Ve sormak gerekir ki: Bütün bunlar yaşanırken ve bize 8 sezon boyunca bu durum hazırlanmışken Daenerys’in dönüşümü nasıl “hızlı” bulunabilir, Jon karakteri nasıl pasif ve gidişat üzerinde etkisi olmayan bir karakter olarak görülebilir? Aslında sebebi çok basit, giriş kısmındaki sorulara açıkça cevap verilmeyişiyle ve Zizek gibi marksist akademinin önemli isimlerinin meseleyi eksik okumalarının sebebiyle aynı; iktidarın ve savaşın doğasının pas geçilmesi ve/veya bu kavramların reddedilmemesi.

Toparlayacak olursak, yazarın savaş karşıtlığının hikâyenin bütün kısımlarına yansımış olduğunu görüyoruz. İktidarın yozlaşmayla olan ilişkisi ise, niyeti insanları özgürleştirmek olan Daenerys’in, halkı döneminin en büyük kitlesel imha silahıyla katletmesiyle anlatılabilir. Bakunin’in sözünün bu durumu hepimiz için özetleyeceğini düşünüyorum: “En ateşli devrimciyi alın, ona mutlak iktidar verin, bir yıl içinde Çar’dan daha zalim olacaktır.”*

7 krallığın 6 krallığa dönüştüğü, yönetim şeklinin seçimli monarşiye döndüğü konsey sahnesinden sonra ise iktidarı elinde tutan grubu görüyoruz. Güce sahip olan Bran’in yöneticilerine “Siz krallığı yönetin, ben ejderhayı bulacağım.” dediğini duyuyoruz. “Ejderhayı bulmak” size ne anlam ifade ediyor bilmiyorum ama durumun çok net olduğunu düşünüyorum. Bir ejderha varsa iktidar hep tehlike altında kalacak. Peki sizce ejderhayı bulduktan sonra kötürüm, neredeyse fani hiçbir isteği kalmamış olan Bran’ın ne yapacağını düşünüyorsunuz? Ya da daha doğrudan soralım; “Dracarys” demeyecekseniz bir ejderhayı neden bulmaya çalışırsınız?

Burak Aktaş

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Taht Yoksa Savaş Yok – Burak Aktaş appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/11/taht-yoksa-savas-yok-burak-aktas/feed/ 0
Marksizmin UPDATE’i – Basit Bir Marksizm Eleştirisi https://meydan1.org/2018/04/26/marksizmin-updatei-basit-bir-marksizm-elestirisi/ https://meydan1.org/2018/04/26/marksizmin-updatei-basit-bir-marksizm-elestirisi/#respond Thu, 26 Apr 2018 17:57:51 +0000 https://test.meydan.org/2018/04/26/marksizmin-updatei-basit-bir-marksizm-elestirisi/ “Toplumsal bir kuramı incelediğimiz zaman, bunun yalnızca bir partinin programı olmakla ve toplumu yeniden yapılandırmakla ilgili belli bir takım idealleri dile getirmekle kalmayıp, çoğu kez belli bir felsefe sistemine, doğaya ve topluma ilişkin genel bir düşünceye bağlandığını da görürüz.” der Çağdaş Bilim ve Anarşi’de Kropotkin. Marksizmi incelemeye yönelik bir kaygının, bu unsurları gözden kaçırmaması gereklidir. […]

The post Marksizmin UPDATE’i – Basit Bir Marksizm Eleştirisi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Toplumsal bir kuramı incelediğimiz zaman, bunun yalnızca bir partinin programı olmakla ve toplumu yeniden yapılandırmakla ilgili belli bir takım idealleri dile getirmekle kalmayıp, çoğu kez belli bir felsefe sistemine, doğaya ve topluma ilişkin genel bir düşünceye bağlandığını da görürüz.” der Çağdaş Bilim ve Anarşi’de Kropotkin. Marksizmi incelemeye yönelik bir kaygının, bu unsurları gözden kaçırmaması gereklidir. Marksist toplumsal yapılandırma girişimleri ve parti programlarının anlaşılması için marksist felsefi sistemi, doğaya ve topluma ilişkin düşünceleri detaylıca incelemek gerekmektedir.

Baştan vurgulayalım; yazımızın iddiası, bir toplumsal kuramın değişmemesi, farklı ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullara uygun bir söz ya da bir pratik üretmemesi gerektiği değildir. Düşüncelerin ve pratiklerin ortaya koyuldukları gibi kalmasında ısrar etmek dogmatizmdir.

Yöntemi diyalektik olan, “diyalektik materyalizmi” bilim olarak gören bir kuramdan değişmemesini beklemek abestir. Çünkü, diyalektik karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen bir akıl yürütme biçimidir. Değişim, bu akıl yürütme biçiminin merkezidir.

Ancak, düşüncedeki değişikliklerin mahiyeti önemlidir. Eğer yeni yorum, kuramın temelini değiştiren bir yorumsa; ortada yeni bir teori vardır. Diyalektik kurgulanırken, ortaya çıkan sentez, tezden de antitezden de bir şeyler taşır. Kuramı, bağlamdan koparmayan bu durumdur. Yazımızın iddiası, marksizmin içinde olduğu iddia edilen bazı yorumlamaların aslında düşüncede büyük bir kırılma yaptığı ve hatta bağlamdan koptuğudur. Bağlamdan kopan düşüncelerin durumuna içerlenen bir pozisyonda olmaktan ziyade, pozisyonumuz, anarşizmin 19. Yüzyılın ortalarından itibaren marksizmin karşısında koyduğu iddiaların, bu yorumlamalarda önemli bir referans noktasında bulunduğu iddiasında oluşumuzdur.

Yani 1800’lü yılların, I.Enternasyonal tartışmalarında konu edilen merkeziyet, iktidar, devlet vb. başlıkların marksizmin update’lerinde rastlanıyor oluşu, tartışmaların süreç içerisinde nasıl anarşizmin lehine evrildiğinin açık bir ispatıdır. Bu durumun, “biz demiştik”çilikten çok; “ayı tekrar keşfetmeye gerek yok”çuluk olduğunun altını çizelim. Marksizmin yüz yıl sonra tartışmaya başladığı başlıkların, yüzyıl öncesinde anarşist kuramın temellerini oluşturuyor olduğu gerçeği, kastımızın anlaşılmasında yardımcı olacaktır.

Bu arada, farklı dönemlerden ve farklı felsefi sistemlerden alınan unsurların kullanılmasının diyalektik olmadığını, eklektik yöntem olduğunu yeri gelmişken vurgulayalım.

Eğer update yetersiz kalınan bir alanı düzeltmeye yönelik bir çabaysa, bu updateleri anlamak düşüncenin ve pratiğin sıkıntılarını ortaya koymak; sıkıntının kuramın özünde mi, yoksa başka bir yerde mi olduğunu anlamak açısından önemlidir. Bu update’lere geçmeden önce, tüm updateleri de ilgilendiren birkaç saptama yapmak, kuramın içindeki çelişkilerden bahsetmek update’lerin neden yapıldığını anlama noktasında yardımcı olacaktır.

İktidar ve Devlet Çelişkisi

İktisadi ve sınıfsal güçlerin siyasal meseleleri genel olarak belirliyor olduğu görüşü marksizmin merkezinde yer alan düşüncedir. Marks’ın Kapital’inin de özünü oluşturan düşünce; tarihsel, toplumsal, siyasal yapıları belirleyen şeyin ekonomi olmasıdır. Her ne kadar siyaset toplum üzerinde belirleyici bir güç gibi görünüyor olsa da, temelde bir üretim tarzına dayanan toplumsal ilişkiler siyaseti belirler.

Marks, Yahudi Sorunu’nda, siyasal kurtuluşun, insanın gerçek kurtuluşu olmadığını vurgular. Ona göre ekonomik güçler topluma hükmeder. Devlet, belirleyici değildir, ekonomik güçler tarafından belirlenendir. Genç döneminde geliştirdiği bu düşünce, sadece kendi kuramında değil, sonraki yorumcularının da yorumlarında başat rol oynar. Oysa, bu yorumların ortaya çıkış nedenlerinden biri, devletin belirleyici ve özerk iktidar oluşunun fark edilmesidir.

Tanrı ve Devlet’te, Bakunin Marks’ın “sefaletin siyasal köleliğe” etkisini vurgularken “siyasal köleliğin, yani devletin sefaleti sürdürücü ve çoğaltıcı rolü”nü es geçtiğini vurgular.

Aslında, bu meselede yani devlet üst başlığında marksizmdeki ilk update, Marks’ın kendisi tarafından gerçekleştirilmiştir. Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’indeki devlet tanımı, ekonomik bir sınıfın dolayımı olmayan bir devlettir. Önceden sınıfsal tahakkümün bir aygıtı olarak tanımlanan devlet, bonapartizm update’i ile, göreli özerk bir aygıt haline gelmiştir. Devletin devrimci değişim ve kurtuluş için bir güç olarak kullanılabilmesine olanak veren bu aygıt, sonraki yorumcular aracılığıyla kapitalizme ve burjuvazinin ekonomik hakimiyetine karşı kullanılabilir kılar. Ancak bu updateler, kendi tahakküm mantığına sahip devletin varlığını reddeder; oysa bir iktidar aygıtı olarak devlet, devrim esnasında nesnel bir kurtuluş aracı olarak kullanılamaz. Devleti, sınıf çıkarlarına bağlı olmayan bonapartist yorumlara karşı, devletin sınıfsal tahakküm aygıtı olduğunu öne süren update’ler de vardır. Bu iki update’in varlığının sebebi, devlet teorisine ilişkin yorumlardaki çelişkidir.

Devlet, burjuvazinin yükselişinden bağımsız olarak kendi tarihine sahiptir. Bu tarihsel arka plan, onu devrimin önünde engel kılar. Kropotkin, Devlet: Tarihsel Rolü yazısında, “Biz, devlette, yalnızca onun fiili biçimini ve tahakküm varsayılabilen tüm biçimlerini değil ama onun hakiki özünü, toplumsal devrimin önündeki engeli görürüz.” der.

Aynı zamanda, devlet, üretim güçlerinin belirlenmesi noktasında önemli bir aktördür. Devlet, gereksinim duyduğu zor araçlarının gelişimine izin vererek kendisi için verimli olan üretim güçlerini cesaretlendirir. Bu durum, altyapı-üstyapı ilişkilerini tersine çevirir.

Devrim Çelişkisi

Hegel’deki “mutlak tin”in kendini gerçekleştirmesindeki aracı tarih; Genç Hegelciler’de bu araç, tarihsel süreci anlayan birey; Marks’taysa bu tarihsel süreci anlayan ve bunu değiştirecek bir sınıftır. Bu sınıfın kim olduğunu sorgulamadan, proletaryanın toplumdaki çelişkilerin üstesinden gelecek olan sınıf olduğunu söyleyelim.

Proletarya, kapitalist toplum ile komünist toplum arasındaki “geçiş süreci”nde siyasal iktidarı, devleti, araçsallaştırarak uygulayacak sınıftır. Marks, Komünist Manifesto’da proletaryanın siyasal üstünlüğünü tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece söküp alacağından ve üretim araçlarını devletin elinde merkezileştirmek için kullanacağından bahseder. Dolayısıyla devrimin amacı, devlet iktidarını yıkmak değil ele geçirmek ve devam ettirmektir. Devletin, geçiş sürecinden sonra alacağı hal, Engels’in Anti-Dühring’te iddia ettiği gibi “sönümlenme” olacaktır. Devrimden Sonra’da Marks, siyasal tahakkümün, sınıfsal tahakküm sonlandıktan sonra “kendiliğinden” sonlanacağından bahseder. Oysa geçiş süreci devletinin siyasal iktidar uygulayamayacağı tarihsel bir yalandır. SSCB’den Küba’ya tüm geçiş süreçleri, siyasal iktidarın kendini sadece toplumsal muhalefete değil, halka dayattığı bir süreç olmuştur.

Geçiş süreci ve üretim araçlarının devletleştirilmesi gibi başlıklar kuramın update’lerinde önemli yer tutsa da devrimci özne başlığı tartışması önemlidir. Proletarya, her ne kadar tüm toplumsal çelişkilerin üstesinden gelecek sınıf olsa da tarihsel konumunu fark edip bu gidişe dur diyecek sınıf değildir. Peki bu kimdir? Devrimci öznenin kim olduğu sorusuna verilen yanıtlar, 19. yüzyıldan günümüze çeşitlilik göstermiştir. Bu tartışmanın içinde soyut-somut emek tartışmalarından öncü parti, öncü gençlik… tartışmalarına geniş yelpazede birçok tartışma mevcuttur.

Özgürlük ve Otorite Çelişkisi

Marksist program, siyasal iktidar ve tahakkümün artması ve kapitalizmin farklı (devletli) biçimiyle sürmesiydi. Marksist işçi devleti, toplumdaki çelişkileri çözmeyecek, aksine kalıcılaştıracaktı. Emeğin bölünmesi, endüstriyel hiyerarşi ve hatta yeni bir sömürücü sınıfın doğuşu… Bakunin, Politik Felsefe’de, “Yeni bürokratik sınıf, burjuva sınıfının işçileri ezip sömürdüğü gibi, işçileri ezip sömürür.” der. Sosyalist devrim iddiasındaki tüm siyasal işleyişlerde olduğu gibi.

Marksizmde komünist toplumun tohumları kapitalizm içinde var olur ve komünizm kapitalist toplumun kurumlarından doğar. Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde Marks, devlet aygıtı gibi eski topluma ait kurumların, yeni topluma geçiş için kullanılabileceğinden bahseder. Bu, marksizmin Hegelci doğasından kaynaklanır; eski toplumun unsurları, yeninin zorunlu bir parçasıdır. Ama özgürlük asla otorite aracılığıyla gelmez.

“Bir devrim, kesin olarak, var olan en otoriter şeydir; nüfusun bir bölümünün geri kalan bölüm üzerinde silah, süngü, top yardımıyla üstün gelmesi eylemidir.” der Engels, Anarşizm Üzerine metninde. Neden marksizmin devrim anlayışıyla anarşizmin devrim anlayışının farklı olduğunun en büyük özeti.

İLK UPDATE’LER

MARKS VE ENGELS

Marksizmi keşfetmek söz konusu olduğunda Marks’ın gençlik dönemi yazdıklarına hatta en çok etkilendiği kişi olarak değerlendirilen Hegel’e yeni bir dönüş, daha doğrusu Marks’ı Hegel’le okumak söz konusudur. Bu keşif, Karl Marks’ı genç ve olgun dönemlerine dahi ayırmakta; bu ayrıma temel olarak bilimsel sosyalizm konu edilmektedir. Bu ayrımı yapanlara göre Genç Marks asıl olarak felsefeyle uğraşmakta olup özellikle bu dönemi ekonomi bilimi alanına geçiş için hazırlık olarak değerlendirilmektedir. Tarihsel materyalizmin ilkelerinin belirlendiği söylenen Alman İdeolojisi’ne doğru giden yolda 1844 Elyazmaları, Yahudi Sorunu, Feuerbach Üzerine Tezler, Sefaletin Felsefesi ve Kutsal Aile’de yazılanlar da Genç Marks’ın eserleri olarak değerlendiriliyor.

Yabancılaşma, insan doğası ve ekonomi politik kavramlarının bu dönemin ana gündem maddelerini oluşturduğu belirtilir. Ancak bu yazıda felsefi olarak değerlendirilen bu kavramları değerlendirmek yerine fiili durumlara yönelik update’ler merkeze alınıyor.

1871 Paris Komünü Update’i

“İlk kez Şubat Devrimi’nde ve daha önemlisi proletaryanın ilk kez iktidarı iki ay boyunca elinde tuttuğu Paris Komünü’nde edinilen pratik deney karşısında bu program, bazı ayrıntıları bakımından, bugün eskimiş bulunuyor.”

Marks ve Engels,

Komünist Parti Manifestosu

1848 Devrimleri’nin (Fransa’da Şubat ayında başladığı için Şubat Devrimi olarak da adlandırılır) öneminin marksizm açısından büyük olmasının sebebi, devrimin nasıl gerçekleşeceği konusunda başlattığı tartışmalardır.

18 Mart 1871 günü ilan edilen ve 71 gün boyunca süren, yalnızca Fransa’yı değil tüm dünyayı etkilemiş ilk özyönetim deneyimlerinden biri olan Paris Komünü ise marksizmin en büyük update’i almasına neden olur.

Marksizmin 1871’e gelmeden hemen hemen nihai şeklini aldığını vurgulamak gerekir. 1864’te kurulan Uluslararası İşçi Birliği (I. Enternasyonal) çalışmalarına katılan Marks ve Engels’in teorileri ışığında proletaryayı örgütleme çalışmalarına girişmesi ve Kapital’in ilk cildinin 1867’de çıkması gibi marksizm açısından önem taşıyan “büyük olaylar”ın yaşanması, buna kanıttır.

Paris Komünü üzerine Marks’ın yazdıklarından öne çıkan husus, Komün’den parlamenter özellikler değil hem kuralları belirleyen hem de belirlediği kuralları uygulayan bir kurul olarak bahsetmesidir. Ancak update’leri incelerken dikkat edilmesi gereken bir mesele burada açığa çıkmaktadır. O da özellikle Paris Komünü söz konusu olduğunda bu devrimci hareketin gerçekte ne olduğu ve neyi kanıtladığıdır. Paris Komünü marksistlerin iddia ettiği otoriter bir yönetimi kanıtlamaz, aksine devrimin otoriter olduğu veya olacağı söylemlerini bizzat yanlışlar. Paris Komünü değerlendirilirken marksizmin update’e ihtiyaç duyduğunu bizzat Marks ve Engels’in dahi kabul ettiğini akıldan çıkarmamak gerekir.

Sınıf Update’i

Komünist Parti Manifestosu’nun ünlü girişinde Engels’le birlikte “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.” diyen Marks, sınıfın açık bir tanımını yapmamıştır. Hatta zaman içinde değişen durumlara kendi update’ini kendisi yapmıştır. 1844 El Yazmaları’nda “genel olarak nufüsun artık sadece iki sınıfı var: işçi sınıfı ile kapitalistler sınıfı” denilirken ve Kapital’in Engels tarafından hazırlanan ve Marks’ın ölümünden sonra basılan üçüncü cildinde Marks, ücretli-emekçiler, kapitalistler ve toprak sahiplerini üç büyük sınıf olarak tanımlamaktadır. Marksizmin önemli iddiaların biri örneğin kapitalizmin ilerleyen aşamalarında orta sınıfın yok olacağı savıyken günümüzde en çok dile getirilen ve sürekli update ihtiyacı duyulan konuların başında orta sınıf geliyor.

Engels’ten Marks’a giden bir mektupta da burjuva ulus, burjuva aristokrasisi ve burjuva proletaryasından söz edilmektedir.

Sömürgecilik Update’i

“Öyle görünüyor ki sanki tarih bu halkın tamamını, içinde bulunduğu kalıtsal budalalıktan çıkarabilmek için önce sarhoş etmek zorunda kaldı.”

Karl Marks,

Çin’de Avrupa’da Devrim

(Afyon savaşı sırasında Çinliler için)

Marksizmde enternasyonalizm her fırsatta vurgulansa da hiçbir zaman farklı “uluslar” arasındaki sorun çözülememiştir. Marks ezilen halkların kaderiyle “devrimden önce” ilgilenmemiş, ardından gelen marksistler de karşılaştıkları sorunları bir türlü çözememişlerdir.

Marks, İngiltere’ye yerleştikten sonra New York Tribune adına muhabirlik yaparken Hindistan özelinde sömürgecilik uygulamalarına ilişkin yazılar yazmıştır. Marks, başta ileri kapitalist olarak işaret ettiği devletlerin ekonomik anlamda gördüğü ilerletici gücünü vurgularken “uygarlaştırıcı güçlerin” yaptıklarını kavramaya başlayınca kendisi update getirmiştir. Çünkü Marks ve Engels, esas kurtarıcı gücün Avrupa ülkelerindeki işçi hareketi ve sosyalist hareket olacağına inanıyorlardı. Bu hareketler, henüz sosyalizmi benimseyecek kadar gelişmemiş olan sömürgeleri de kurtaracaktı.

Marksizm ancak daha sonra update getirerek yayılmacılığa karşı bütün hatlarda direniş ve emperyalizmin yerleştiği bölgelerde sömürgeci hâkimiyetine mümkün olduğu kadar çabuk son verilmesi çağrısında bulundu.

“Bohemya’da yeni bir kan banyosu hazırlanıyor. Avusturya askeriyesi Bohemyalılar ile Almanların barış içinde bir arada yaşamaları olanağını Çek kanına bulamıştır… Ayaklanmanın sonucu önemli değil; Almanların Çeklere karşı bir imha savaşı artık yegâne mümkün çözüm olarak kalıyor.”

Engels,

“Die Polendebatte in Frankfurt” Neue Rheinische Zeitung

Hegel’in “tarihsiz halklar” kavramından etkilendiği açık olan Marks ve Engels, sadece proleter devrimin ileri gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşeceğini ve dünyanın geri kalanını sosyalizme götüreceklerini iddia etmiyor; bu ülkelerin dayatmalarına maruz kalan “tarihsiz halklara” karşı ön yargıyla yaklaşıyorlardı. Örneğin Engels, yukarıdaki satırda görüldüğü üzere, Çeklere karşı bir imha savaşının yegane çözüm olarak kaldığını belirtebiliyor.

Erken yazılarında Marks ve Engels küçük devletleri gelişme yolunda bir engel olarak gördüler. Engels, küçük devletleri lanetlemede İsviçre’nin geçmişte Avusturya’dan bağımsızlığını kazanmasını kınayacak kadar ileri gitti; Engels’e göre tarihinde ilk kez ileri bir devlet olan Avusturya’nın önünde hiçbir engelin olmaması gerekiyordu.

LENİN

Emperyalizm Update’i

Marksizmin iddia ettiği üzere ileri gelişmiş kapitalist devletlerde sosyalist devrim gerçekleşmemişti. Aksine bir avuç “ileri ülke” dünyanın büyük bir çoğunluğunu sömürgeleştirdi. Birçok marksist bu durumun, Marks ve Engels’in hayatlarının sonuna doğru ortaya çıktığını söyleyerek onların bunu görememelerini normal karşıladı. Marksistler tam olarak burada Lenin’in söylediklerini öne çıkarmaktadır.

Lenin eski ve bugünkü diyerek kapitalizmi dönemlere ayırdı. Ona göre bugünkü kapitalizmde serbest rekabetin yerini tekellerin hüküm sürmesi almıştır. Lenin bu duruma emperyalizm diyerek emperyalizmi, en kısa tanımıyla kapitalizmin tekelci aşaması olarak adlandırdı. Bugünkü kapitalizmi belirleyen temel özellik, en büyük girişimcilerce kurulmuş tekel birliklerinin egemenliğidir. Yani kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmin kaçınılmaz sonucu, en büyük kapitalist güçlerce toprakların bölüşülmesidir.

İlginç olarak değerlendirilebilecek bir nokta da Lenin’in sömürge politikasını değerlendirmesinde yatmaktadır. Lenin’e göre sömürgecilik de emperyalizm de kapitalizmin çağdaş döneminden hatta kapitalizmden önce vardı.

Devrim Update’i

“Öncü uygar ülkelerin birlikte davranmaları, en azından proletaryanın ilk kurtuluş şartlarından biridir.”

Marks

“Bugünkü Rusya’da özgün olan şey, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü iktidarı burjuvaya vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarı proletaryaya ve köylülüğün yoksul katlarına devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir.”

Lenin

Lenin emperyalizm tanımıyla “zayıf halka” teorisini geliştirmektedir. Bu teoriye göre geri kalmış ekonomiler ve emperyalist güçler arasında geri kalmış ekonomilerin sömürülmesine karşı bir mücadele verilmektedir. Geri kalmış ekonomilerdeki emperyalist politikalara karşı mücadelelerle emperyalist ülkeler arasında diyalektik olarak bir ilişki bulunmaktadır. Bu diyalektik ilişkiyi bir zincir olarak değerlendiren Lenin, zincirin en zayıf halkasının devrimci dönüşümü tetikleyebileceğini iddia eder. Tahmin etmek zor olmamakla birlikte bu halka Rusya’dır. Yani devrim, en ileri gelişmiş kapitalist ülkelerden değil tam anlamıyla kapitalist olarak değerlendirilemeyecek bir ülkeden de başlayabilir.

Sosyalist devrimin Rusya’dan da başlayabileceğini söyleyen Lenin’in önünde çözmesi gereken bir sorun olarak devrimin hangi yolla gerçekleştirileceği çıkıyor. Nisan Tezleri’nde Lenin ikili iktidar olarak adlandırdığı geçici hükümet ile işçi ve asker vekilleri sovyetlerinin varlığına atıfla burjuva devriminin tamamlandığını iddia ederek geçici hükümete destek verilmemesini savundu. Böylece marksizmin yanına leninizm kelimesini getiren başlıca update, Lenin’in devrime giden yolda parlamenter uygulamalar kullanmayı dışlaması ve şiddeti öne çıkarması oluyor. Böylece iktidar, iddiasına göre proletaryaya geçiyordu.

“Ama Rusya’da, hızla gelişen kapitalist vurguna ve henüz gelişmekte olan burjuva toprak mülkiyetine karşılık, toprağın yarısından fazlasına köylülerin ortaklaşa sahip olduklarını görüyoruz. Şimdi sorun şudur: Büyük çapta zayıflamış olsa bile, gene de, ilkel bir ortak toprak sahipliği biçimi olan Rus obşina’sı, doğrudan doğruya komünist ortak mülkiyetin üst biçimine geçebilir mi? Ya da tersine ilk önce Batının tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme sürecinden mi geçmelidir?

Buna bugün verilebilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus Devrimi, Batıdaki bir proleter devriminin habercisi olur ve bunlar böylelikle birbirlerini tamamlarlarsa Rusya’daki mevcut ortak toprak sahipliği, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir.”

Marks ve Engels

Komünist Parti Manisfestosu

Rusya o zamanlar marksizm sözlüğünde bütün Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü olarak değerlendiriliyordu. Rusya’da yaşanan devrimci sürecin bir şekilde marksizme bağlanması gerekiyordu. Sonraki marksistler, Rusça basım için Rusya özelinde söylenen bu sözü alarak Batıdaki proleter devrim için işaret fişeği verildiğini iddia ettiler.

1917 Devrimi gerçekleşirken dünya savaşı da bir yandan devam ediyordu. Rusya’nın savaştığı devletlerden devrimcilerin de azımsanmayacak güce sahip olduğu Almanya’yla savaş söz konusuydu. Lenin, 1915 yılında yayınlanmış olan bir makalesinde, Rusya’da devrimin proletaryayı iktidara getirmesi halinde proletaryanın tüm savaşan ülkelere ezilen bütün uluslara özgürlük tanınması koşuluyla derhal barış önereceğini yazıyordu. Reddedileceği açıktı. “O zaman” diyordu Lenin, “savaşacağız. Ve Avrupa’nın sosyalist proletaryasını kendi hükümetlerine karşı ayaklanmaya teşvik edeceğiz.”

Ama öyle olmadı. Bolşevikler arasında görüş ayrılıkları vardı. Almanya’da devrimsel süreci başlatacak bir devrimci savaşın sürdürülmesinden yana olanlardan derhal barış yapılmasından yana olanlara kadar birçok isim vardı. Lenin ikinci gruptandı.

Avrupa’da sosyalist devrimin gerçekleşmesi zorunlu ve gerçekleşeceği de şüphesiz diyordu “Ayrı ve İlhakçı Bir Barış Anlaşmasının Derhal Sonuçlandırılması Sorunu Üzerine Tezler”de Lenin. Ancak devamında “Bununla birlikte, Rus sosyalist hükümetinin taktiklerinin Avrupa ve özellikle de Alman sosyalist devriminin önümüzdeki altı aylık zaman dilimi (ya da buna yakın bir süre) içinde gerçekleşip gerçekleşmeyeceği sorusunu belirlemeye yönelik girişimlere tabi kılınması bir hata olur.” diye de ekledi. Rus ordusunun durumundan da dem vurulmakla sonuç olarak Almanya’da gerçekleşecek bir devrime umut bağlamama üzerine kurulan bir gerekçelendirme söz konusu oldu.

Başta devrimci bir savaşın sürdürülmesinden yana olanlar çoğunluktayken ve Lenin’in barış önerisi kabul edilmezken Almanya’nın ilerlemesi üzerine proletarya diktatörlüğü Sovyetler ile emperyalist Almanya arasında “teslimiyetçi” bir barış yapıldı. Devrim, gelişmiş kapitalist devletlerde başlamadığı gibi onlara da sıçrayamamış gibi duruyordu. Peki devrim nasıl başarılı olacaktı?

Proletarya Diktatörlüğü Update’i

İşçi sınıfı, hazır bir devlet makinesini ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemez.

Marks

Fransa’da İç Savaş

Lenin, Devlet ve Devrim kitabında devletin niteliği üzerine ihtiyaç duyulan update’i getirmektedir. Lenin’e göre zora dayanan devrim olmaksızın, burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek olanaksızdır.

Lenin, Komünist Manifesto’da yıkılan devlet makinesinin neyle değiştirileceğine yönelik sadece soyut çözümler olduğundan dem vurmaktadır. Asıl olarak temel alınması gerekenin 1871 Paris Komünü sonrası Marks’ın yazdıkları olduğunu belirterek update’ini gerçekleştirir: “Biz işçiler, kapitalizm tarafından daha önce yaratılmış bulunan şeyi hareket noktası alıp, kendi işçi deneyimize dayanarak, sert bir disiplin, silahlı işçilerin devlet iktidarı tarafından korunan demirden bir disiplin kurarak, büyük üretimi, biz kendimiz örgütleyeceğiz.”

Lenin, Devlet ve Devrim’de Marks’ın Paris Komünü üzerine yazdıklarından yola çıkarak anarşistleri çürüttüğünü ilan ettiği zaman bilmeden marksizmin çürümüşlüğünü ortaya koyuyordu. Marks’ın hayranı ve resmi biyografyacısı olan Franz Mehring’e kulak vermek gerekiyor: “Komünist Manifesto’daki düşünceler, asalak devletin yok edilmesine yönelik şiddetli bir üslupla başlayan Fransa’da İç Savaş adlı çalışmada düzülen övgülerle bağdaşmıyordu … Hem Marks hem de Engels bu çelişkinin farkındaydı ve Komünist Manifesto’nun Haziran 1872’de yapılan yeni bir baskısına yazdıkları önsözde düşüncelerini tekrar gözden geçirdiler … Anarşistlerle mücadele halinde olan Engels, Marks’ın ölümünden sonra, tekrar orijinal Manifesto’yu esas aldı … eğer bir ayaklanma birkaç basit emirle devletin baskıcı mekanizmasını tamamen ortadan kaldırmayı başarabilmişse, bu Bakunin’in hiç ödün vermeden savunduğu yaklaşımının doğrulanması anlamına gelmez mi?”

Zamanında Marks’ın yaptığı update temel gerçeği görmezden geldi. Aynı gerçeği görmezden gelmekte ısrar eden Lenin’le birlikte böylelikle özgürlüğe nefes aldırmayan en büyük bürokratik devletlerden birinin oluşumunu görmek kaçınılmaz oldu.

Ekonomi Update’i

“Savaş Komünizmi’nin özüne uygun olarak aslında köylünün yalnızca artı ürününe el koymamız gerekirken zaman zaman yalnızca artı ürününe değil fakat köylünün yiyeceği için gerekli olan hububata el koyduğumuz da olmuştur. Ordunun ihtiyaçlarını karşılamak ve işçileri beslemek için bu yola başvurduk.”

Lenin

Savaş komünizmi, Rus İç Savaşı döneminde Sovyetler Birliği tarafından yürürlüğe konan ekonomik politikalara verilen bir isimdir. İç savaşın kazanılması için uygulamaya konulduğu belirtilen bu politikalar büyük bir update anlamına gelmektedir. Bu politikalar kapsamında grevler yasaklanmış, işçi olmayanlara gösterilen işlerde çalışma zorunluluğu getirilmiş, halkın aç kalmaması için köylünün elindeki tarımsal fazla ürüne el konulması kararlaştırılmış ve gıda başta olmak üzere diğer birçok ihtiyaç maddesinde karne uygulanmasına başlanmıştır. Elinde kendisi için ayırdığı gıdayı dahi almak isteyenlere rıza göstermeyecekleri göz önüne alındığında askeri politikaların en ücra yerlere kadar dayatıldığını rahatça söylenebilir. Köylülerin ürünlerine el koyulması da büyük tepki toplamış, köylüler de bu dayatmalara karşılık topraklarını ekmeyerek veya daha az ekerek karşılık vermeye çalışmıştır.

Tambov Köylü Ayaklanması gibi ciddi bir ayaklanmanın yanında devrimcilikleriyle ünlü Kronştad denizcilerinin kanlı bastırılan ayaklanması direkt olarak Savaş Komünizmi’ni bitirmemiş olsa da iktidarı tehditkar hale gelmesi nedeniyle etkisinin yüksek olduğu açıktır. Ürünlerin zoralımı durdurulmuş ve bunu yerine vergi uygulaması getirilerek köylünün elindeki artı ürünü piyasaya sokması sağlanmaya çalışılmıştır. NEP’in (Yeni Ekonomi Politikası) bazı bolşevikler tarafından dahi eleştirilen yönü budur, piyasa ekonomisi olarak adlandırılan uygulamaların devreye sokulması.

Savaş Komünizmi uygulamalarının aksine NEP, Lenin tarafından geçici bir önlem olarak adlandırılmamış; köylülüğü yeniden biçimlendirme aracı olarak değerlendirilmiştir. Marksizmin tarihsel materyalizm söylemleri altında belirttikleri ilerleme silah zoruyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. NEP’in komünist ilkelere ihanet olduğunu iddia eden bir muhalefet de oluşmuştur. Lenin’in ölümünden sonra Stalin ile birlikte sanayileşme hamlesine geçilmek adına NEP uygulamalarına da son verilmiştir. Stalin döneminde ekonomi poltikalarının komünist ilkelere ihanet olduğunu iddia edecek bir muhalefet de kalmamıştır.

TROÇKİ

Sürekli Devrim Update’i

Sürekli devrim, Troçki’nin marksizmin üzerinde çok da fazla kalem oynatmadığı sömürge ve yarı sömürge olarak adlandırılan ülkelerdeki marksistlerin devrim stratejilerini belirlemeye yönelik bir update’dir. Troçki, sürekli devrim update’ini sürekli olarak Lenin ve Marks’a dönerek meşrulaştırmaya çalışmakla birlikte ileri kapitalist ülkelerde sosyalist devrime giden devrimci sürecin başlamamasından dolayı ortaya çıkan ihtiyaç üzerine geliştirilmiştir. Buna göre ileri kapitalist ülkelerde olsun sömürge-yarı sömürge olarak nitelendirilen ülkelerde olsun devrimci süreç ancak proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilebileceği söylenmektedir. Buna göre burjuva devrimlerinin gereklerini de ancak proletarya yerine getirebilir.

STALİN

“Tek Ülkede Sosyalizm” Update’i

“Devrimin tek ülkede yer alması olanaklı olacak mıdır? Hayır, Dünya pazarını yaratmış olan büyük sanayi, yeryüzündeki bütün halkları ve özellikle de uygar halkları öylesine birbirine bağlamıştır ki her halkın başına gelecekler bir ötekine bağlıdır… Komünist devrim, bu yüzden, hiç de salt ulusal bir devrim olmayacaktır; bu, bütün uygar ülkelerde, yani en azından İngiltere, Amerika, Fransa ve Almanya’da aynı zamanda yer alan bir devrim olacaktır.”

Engels

Stalin denilince akla gelen ilk update tek ülkede sosyalizmdir. Stalin, Sovyet iktidarını ele geçirip zaman içerisinde iyiden iyiye kendisine bağlarken marksizme ihtiyaç duyduğu update’leri getirmekten geri kalmadı. Ekonomi update’i beş yıllık planlar olurken sosyalizm update’i de tek ülkede sosyalizm oldu. Beş yıllık planlar, tek ülkede sosyalizme uygun olarak yalıtık bir ekonomi modeli oluşturulabileceği iddiasıyla ortaya atılmış ve sürdürülmüştür.

Tek ülkede sosyalizm update’i Stalin tarafından ortaya atılmasına rağmen bu update’in detaylarını Buharin hazırlamıştır. Bu update’e göre az gelişmiş olmasına rağmen Rusya gibi tek bir ülkede sosyalizmin geliştirilebileceğini savunulmaktadır.

Stalin liderliğindeki Sovyetler sonraki yıllarda tek ülkede sosyalist devrimin değil komünist devrimin de gerçekleştirildiğini duyurmuşlardır.

Ekonomi Update’i

Stalin, iktidarı ele geçirdikten sonra sürekli olarak gelecek saldırı ihtimallerini öne çıkararak ona göre update geliştirmiştir. Beş yıllık planlarla getirilen ekonomi update’i direkt olarak tek ülkede sosyalizm ve faşizmle ilgilidir.

Stalin, iktidarını iyice sağlamlaştırdığına emin olduktan sonra Lenin’in köylülüğü dönüştürmede bir araç olarak kullandığı NEP’i yeterli sermayenin biriktiğini belirterek kaldırdı. Bunun yerine Sovyetleri tek ülkede sosyalizm update’i doğrultusunda sanayileşmiş bir ülkeye dönüştürme hedefini koyduğunu belirterek beş yıllık planla ekonomik alanda atılımlar yapmaya girişti. Tahmin edileceği üzere beş yıllık planın süresi bitmeden planın başarıyla uygulandığı duyuruldu.

Faşizmle Uzlaşı Update’i

Molotov-Ribbentrop Paktı olarak da bilinen Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı, İkinci Dünya Savaşı’ndan 1 hafta önce Sosyalist Sovyetler ile Faşist Almanya arasında imzalanmıştır. Bu anlaşma sadece marksistleri değil liberalleri dahi şok etmiştir.

Stalin’in faşist olmayan emperyalist güçlerin faşist Almanya’ya saldırmamasını Almanya’nın Sovyetler Birliği’yle savaşa itildiği olarak yorumladığı bilinmektedir. Anlaşmanın yapılmasına giden süreçte Yahudi olan Rus Dışişleri Bakanı Litvinov’un görevden alınarak yerine Molotov’un getirilmesi, Sovyetler’in Faşist Almanya’yla müzakere için herhangi bir engel çıkmamasını amaçladığı açıktır.

Saldırmazlık paktıyla birlikte gizli bir protokol imzalanmıştır. Bu protokole göre Batı Polonya’nın, Almanya tarafından işgaline Sovyetler herhangi bir tepki vermeyecek; karşılığında Sovyetler’e de Doğu Polonya bırakılacaktı. Ayrıca bu gizli protokolde Baltık devletleriyle de ilgili çeşitli pazarlıkların olduğu bilinmektedir.

1917 Devrimiyle Rus marksistlerle Batılı marksistler arasında çeşitli update’lerle görülen uzaklaşma bu saldırmazlık paktıyla deyim yerindeyse öldürücü darbeyi yemiştir.

ORTODOKS UPDATE’LER

Marksizmin update’leri içerisinde belki de Marks ve arkadaşlarıyla hem teorik hem pratik anlamda en organik ilişkiye sahip, adeta “Marks’ın idealleri gerçek olsaydı işte böyle olurdu” dercesine savunulan deneyimlerin başında 1917 Ekim’i, Lenin ve Leninistler gelir. Marks’ın devrimin nereden başlayacağı konusundaki kehanetlerinin yavaş yavaş boşa düşmeye başladığı bir yüzyılda dünyanın ezilen halkları bir isyan dalgasıyla sarsılmaktaydı. Bölgesel reaksiyonlardan uzun soluklu adalet mücadelelerine, reform hareketlerinden halkların kurtuluş mücadelelerine kadar birçok alanda ezilenlerin dünyası özgürlük ve devrim fikirleriyle çalkalanmaktaydı.

Tarihsel sıraya uygun düşecek şekilde önce Lenin ve Rus Devrimi’nden kısaca bahsedecek (zira yazının ana iskeletini şekillendiren marksistler yoğunluklu olarak Leninist akımdaki kişi ve örgütlenmeler) sonrasında Mao Zedong ve Çin Devrimi, ulusal kurtuluş mücadeleleri başlığı altında Enver Hoca, Tito, Ho Chi Minh, Güney Amerika’da Fidel Castro, Che Guevara ve Avro-komünizmin marksizmi update ettikleri kısımlara yoğunlaşacağız.

Devrim Burada Ama İşçi Sınıfı Nerede?

“Daha başından itibaren liberal atın Rus devrimci yarışının koşucularından biri olmadığı sonucuna vardı.”

Eric Hobsbawm

Kısa 20. Yüzyıl Tarihi

Lenin’in belki de Marks’ın aşamalı devrim anlayışından ilk kopuşunu simgeleyen bu sözler, devrim düşüncesiyle ilk karşı karşıya gelişi simgeliyordu. O zamana kadar toplumsal dönüşüme yönelik şaşmaz bir kılavuz olduğu iddia edilen yetmezmiş gibi geleceğin toplumuna ve dönüşümün nasılına dair kehanetlerde bulunan Marks’ın düşüncelerinde ters giden bir şeyler vardı. Avrupa’da, işçi sınıfının ve sanayileşmenin geniş bir ölçeğe yayıldığı bir coğrafyadan beklenen devrimler tarihi tam tersi bir seyir izliyor, devrimci dalga feodalizmle boğuşan Rusya’dan duyuluyordu.

Ancak Rusya’da henüz işçi sınıfı yoktu. Rus köylüsü sömürülmekten bıkmış usanmış otoritelere bir son vermeye, ekip biçtiği toprağı eline almaya karar vermişti. Marksizmin kalıplarına sığmayan devrim, marksizmi değiştirdi. Köylü update’ini tamamına erdirecek isim ise Çin tarihine bir anarşist olarak dahil olup sonrasında dümeni marksizme kıran Mao Zedong olacaktı.

Bu düşünsel değişimler marksizmin pratiğindeki ilk büyük update’leri oluşturdu. Daha sonra Mao ve Castro tarafından bir hayli törpülenecek ilkelerdeki değişimin ilk habercileriydi.

MAO

“Marksizm-leninizm hiçbir zaman bütün doğrular üzerine olan bilgiyi özet halinde vermemiştir. O, yalnızca pratik yoluyla doğru bilgiye çıkan yolları açmıştır.”

Mao Zedong

Teori ve Pratik

Mao’nun iktidarı döneminde Marksizme bir çok update oldu. “Büyük İleri Atılım”, “İki Çizgi Mücadelesi”, “Kültür Devrimi”, “Antagonist Çelişki”, “Yeni Demokrasi” ve “Üç Dünya Tezi” başlıkları altında inceleyeceğimiz bu update’ler ideolojinin birçok değişmezini nesnel koşullar nedeniyle revize etmek zorunda kaldı.

Sınıf Update’i

“Çin gibi yarı sömürge ülkelerde baş çelişki ile (proletarya ve burjuva) öteki çelişkiler arasındaki ilişki karmaşık bir durum gösterir.”

Mao Zedong

Çinli otoriter komünistler, iktidarı ele geçirdiğinde Rusya’dakine benzer bir manzarayla karşılaştı. Nüfusun büyük bir kısmı, geçimini toprağa bağımlı olarak sürdürüyordu. Ancak burada işçi sınıfının devrimci gücünü bırakın, varlığından bahsetmek neredeyse imkansızdı. Pekin’de başlayan büyük bir sanayi hamlesine girişildi. Köylüler topraklarından koparılıp işçileştirilmeye başladı. Sonrasında mülk sahipleri (milli burjuvazi diye adlandırılıyor) ile beraber ılımlı bir dönüşüm gerçekleştirebilmek için işçileştirilen işçilerin emeği üzerinden bir kar payı üretildi. Ezen ezilen ilişkisi “devrim” yıllarında “komünist” devlet aracılığıyla yeniden üretildi.

İki Çizgi Mücadelesi Update’i

Çin’in dönüşüm sürecindeki temel uğraklardan biri de “geçici demokratikleşme hamlesi” olarak da nitelendirilebilecek “Yüz Çiçek Açsın, Yüz Fikir Birbiriyle Yarışsın” kampanyasıydı. Komünist Parti’nin teröründen bunalan halka bir nefes alma şansı tanıyan bu süreç bir yandan geçici bir özgürlük alanı yaratmış olsa da sonrasında “karşı-devrimci” olarak suçlanacaklar için bir tuzak olarak kullanılma amacı taşıdığı anlaşıldı. Bu dönemde gelişmesine izin verilen parti içi muhalefet sonrasında sistematik bir biçimde ortadan kaldırıldı.

Kültür Devrimi: İlk Gençlik Update’i

Maoizm ideolojisinde kavram olarak belki de en çok kulaklarımıza çalınan “Kültür Devrimi” hadisesi, mücadele yöntemlerine ilişkin bir düşünce değişiminden ziyade belli amaçlar doğrultusunda pratik bazı uygulamalar dizisinden ibaretti. Mao’nun talimatıyla harekete geçen Kızıl Muhafızlar isimli gençlik örgütlenmesi bütün bir Çin genelinde Kültür Devrimi’ni başlattı. Ülkede feodalizmi simgeleyen eski olan her şeyin yok edildiği bu dönemle birlikte marksizme sonrasında 68 gençlik hareketleriyle devrimci yönü keşfedilen gençlik update’i eklenmiş oldu.

Antagonist Çelişki Update’i

“Bizim halk hükümetimiz halkın çıkarlarını gerçekten temsil eden ve halka hizmet eden bir hükümettir. Böyle olduğu halde hükümet ile halk kitleleri arasında hala belli çelişkiler vardır. Bu çelişkiler şunlardır; devletin çıkarları ve ortak çıkarlar ile kişisel çıkarlar arasındaki çelişkiler, yöneticiler ile yönetilenler arasındaki çelişkiler; bazı devlet memurlarının halk kitleleriyle ilişkilerinde bürokratik uygulamalardan doğan çelişkiler. Bütün bunlar halk arasındaki çelişkilerdir.”

Mao Zedong

Antagonist (uzlaşmaz) çelişki işçi-patron çelişkisinin temel çelişki olmadığını “zamanın somut koşulları” ışığında coğrafyadan coğrafyaya değişebilecek çelişkiler olduğunu söylüyordu. Çin toplumunun antagonist çelişkisi ise toprak sahipleri ile köylüler arasındaki çıkarlar kavgasıydı. Toplumsal mücadeleler içerisinde, anarşizmin ezen ezilen arasındaki uzlaşmazlığa yaptığı vurgu bir yanda dururken bir coğrafyanın gerçekliğine ve devrimci dönüşümüne göz yummanın imkansızlığı Marksizmin ilkesel açmazlarının pratik sonuçları olarak sürekli düzeltilmeye çalışıyordu.

Aşamalı Devrim Update’i

“Diktatörlüğümüz, işçi sınıfı önderliğinde işçi-köylü ittifakına dayanan bir halk demokrasisidir.”

Mao Zedong

Marks’ın öngörülerinde sınıf savaşımları tarihi içerisinde feodalizmden sonra bir burjuva devrimi gerçekleşmesi gerekir. Ancak Çin’de burjuvalardan önce komünistlerin iktidarı ele geçirebilmesi, en çok komünistleri şaşırtmıştı. İlk kez Lenin’le form değiştirmeye başlayan devrim düşüncesi, Mao’yla ortodoks anlamındaki son noktalarından birine ulaştı.

“Yeni Demokrasi” ya da “Yeni Demokratik Devrim” tezleriyle anlatılmak istenen şey basitti. “Komünistlerin yardımıyla” halkı kapitalist bir üretim-tüketim-dağıtım ilişkisine ardında komünizme ulaştırma çabasıydı. Bu amaca hizmet etmesi için dörtlü bir ittifak kuruldu; işçi sınıfı, köylü sınıfı, şehir küçük burjuvazisi ve milli burjuvazi. Yani komünist iktidar, halkın yaşantısını bir avuç sömürgenin eline “kontrollü bir şekilde” aldığı gibi iade ediyordu.

Üç Dünya Tezi: Emperyalizm Update’i

Uzun yıllar sosyalist blok devletler olarak ekonomik ve siyasi ilişkilerini sürdüren SSCB ve Çin, Stalin’in “tek ülkede sosyalizm”i ilan etmesiyle sarsılmaya başladı. Komintern’in sosyalist dünya devrimine hizmet etme amacından çıkarılıp, SSCB’nin devlet çıkarlarına hizmet eden ülkeler haline getirilme çabası birçok parça için iplerin koptuğu nokta oldu. Çin, artık SSCB’yi emperyalist olarak görmeye başladı. Bu minvalde, üç dünya tezi şekillendi. Üç Dünya Tezi’ne göre dünya, ABD’nin temsil ettiği kapitalist emperyalist dünya, SSCB’nin temsil ettiği sosyal emperyalist dünya ve geriden kalan ezilen ülkeleri sınıflandırmak için kullanılıyordu.

Maoist düşünce, marksizmi bir çok açıdan update etti. Bu update’ler tanımını yaptığımız üzere mücadele biçimlerini şekillendirip geliştirmekten ziyade ideolojinin temelindeki açıklıkları kapatmak üzerine kuruldu.

ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİ UPDATE’İ

Sosyalistlerin “ulusal kurtuluş mücadeleleri” biz anarşistlerin ise “halkların özgürlük mücadeleleri” olarak ele aldığımız bazı deneyimlerde marksizmin update’i meselesinde önemli uğraklar oldu. Ho Chi Minh, Enver Hoxha, ve Josip Broz Tito’dan bahsedilecek bölümde yoğunluklu olarak devrimler tarihi ve pratik olan bu deneyimlerin ışığında update’lere bir yenisini eklemekten çok var olan update’lerin bir parçası olan isimlerle karşı karşıya kalıyoruz.

Arnavutluk’ta verilen özgürlük mücadelesinden sonra iktidarı ele geçiren Enver Hoxha, “Tek ülkede sosyalizm” ve “anti-revizyonizm” başlıkları altında alternatif bir sosyalist hat çizmeye çalıştı. Stalin sonrası değişen SSCB’nin karşısında daha tutucu ve politik çıkarları kapsamında destalinizasyon karşıtı tavır alan Enver ve partisi, yeni iktidarların SSCB’de devrime ihanet ettiğini ilan etti. Marksizme getirilen update’ler noktasında, ulusal kurtuluş mücadeleleri meselesinden beslenen ve Leninist parti modelini birebir kopyalayan Hocaizm, 1967 yılında devlet gibi bir kuruma ilk kez “ateist” takısını getirdi. Enver Hoxha’nın anti faşizm, Titoculukla mücadele, Yugoslavya’yla olan siyasi karşı karşıya gelişlerle daha milli çizgideki bir komünizm anlayışı oturtuldu.

Yugoslavya’da ise benzeri bir süreç Josip Broz Tito eliyle gerçekleşti. Tek ülkede sosyalizme muhalefet, SSCB gölgesinde bağımsız bir güç olmaya çalışan diğer tüm öteki devletler için olduğu gibi Tito’da da sabitti. Tito’nun marksizmi update ettiği yegane kısım ayrı bir federasyon çağrısı oldu. Balkan ülkelerinin kendine ait ayrı bir federasyon kurması gerektiğini öneren Tito, SSCB’yle de arayı açmamaya çalışarak ayrı bir mücadele hattı oluşturmaya çalıştı.

Asya kıtasına yüzümüzü çevirdiğimizde ise yine bir halk hareketi karşımıza çıkar; Ho Chi Minh ve Vietnam. Ho Chi Minh’in ayrıksı bir siyaset üretme noktasındaki kısırlığı onu Komintern’in anti-emperyalist halk cephesi siyasetlerinin yalnızca bir uygulayıcısı olmaktan kurtaramadı.

CASTRO-KOMÜNİZM

Marksizme ortodoks updateler içerisindeki hem silahlı mücadelenin karakteri konusunda, hem de işin felsefi kısmındaki en büyük değişiklikler Mao’yu saymazsak Fidel Castro ve Che Guevara eliyle eklendi. Devrimci anarşist Sam Dolgoff’un “Castro-Komünizm” olarak tariflediği bu akım, öncelikle devrimin nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin fikir ayrılıklarıyla başladı.

Devrimci Savaş Update’i

“İzole edilmiş, ulusal örgütlenmeden ve politik çalışmadan yoksun, sadece askeri patlayıcı rolünü üstlenen yalın ve iskelet halinde foko teorisi oldukça ütopik bir anlayıştı.”

Regis Debray, 1967

İberya’da Franco faşizmine karşı savaşmış bir gerilla olan Regis Debray, temelindeki foqoismo’nun temelindeki isimdi. Küçük, 15-20 kişilik gerilla gruplarına verilen bu ismin teorisi ise devrimin fokoist grupların eylemleriyle gerçekleşebileceğine yönelik bir bakış oldu. Sonrasında Debray, kendi modelinin bazı noktalarına eleştiriler getirecek olsa da özellikle Guevara’nın Güney Amerika ve Afrika ülkelerinde halk mücadelelerine yaklaşımı, foko teorisinin başarıya ulaşacağına yönelik mutlak bir inanç üzerinden şekillendi. Sonrasında Guevara’nın Bolivya’daki başarısızlığı, Küba yönetiminin de bu yaklaşıma olan inancını değiştirmesini destekledi.

Anti-Dogmatizm Update’i

Diğer tüm marksizm update’leri gibi Che Guevara da Marks’ı gelecek için yazdıklarından çok genel geçer çözümlemeleri bağlamında değerlendiriyordu. Onun için Marks, “gelişebilen, gelişmek zorunda olan” bir bilimin kurucusudur.

Marks ve Engels’in Güney Amerika üzerine düşünceleri hakkında ise rahatça “günümüz için kabul edilemez olan bazı ırk ve milliyet teorileri” olduğundan bahseder. Hümanizm konusunda ise öncüllerinden farklı olarak ısrarlı bir vurgu yapan Guevara ve Castro, devrimci ya da marksist bir hümanizme ihtiyaç duyulduğunu söylüyordu. Fidel Castro 1959 yılında halka açık bir konuşmasında Küba Devrimi’ni hümanist bir devrim olarak nitelemişti.

Guevara ve Castro’nun özgün bir eklentisi olmayan, Mao’nun pratik çözümlemesi üzerinden Çin’de hayata geçirdiği sanayi hamlesine benzeyen bir atılım da fokoculukda olduğu gibi sonrasında rafa kalkan bir proje olarak yarıda kaldı.

Avro-Komünizm: Demokrasi Update’i

“Sosyalizm, eğer demokratik yoldan, kapitalist devletin kurumlarından yararlanılarak kurulabilecekse, -proletarya diktatörlüğü- kavramı elbette gereksiz hale haşe geliyordu. (…) Avrokomünist partilerin tamamı her türden diktatörlük kavramının kabul edilmez olduğunu ilan ederek proletarya diktatörlüğü hedefini 70’lerde programından çıkardı.”

Daryl Glaser, David M. Walker

Marksizmin update’leri arasında devlet başlığı altında ilk pratik düzenlemeler Avrupa’nın göbeğinde ortaya çıkan birkaç komünist partiyle gerçekleşti. Ortaya çıkışları 1960-70’li yıllara tekabül eden İtalyan Komünist Partisi (PCI), İspanya Komünist Partisi (PCE) ve Fransız Komünist Partisi (PCF) ile bu akımdan etkilenen bazı İsveç, Belçika ve Britanya’daki bazı komünist partiler Avro-komünizm kategorisinde değerlendirildi.

“Sovyet sosyalizmine ve Batı Avrupa sosyal demokrasisine üçüncü bir alternatif” şeklinde tanımlanan bu örgütlerin ortak özellikleri SSCB tipi sosyalizme eleştirel bir bakış farklı uluslar için farklı yöntemler kullanılmalı düşüncesi sosyalist toplumun demokratik olması gerektiği ve insan haklarını korumak zorunda olduğu şeklinde özetlenebilir.

Avro-komünizm, o döneme kadar radikal marksizm içerisinde yalnızca dönemsel/stratejik tartışmalarda konuşulmuş demokratik düzen, parlamento, gibi aygıtları mücadelesinin merkezine koymasıyla ayrıksı bir yerde durdu.

Bu bir anlamda devlet tanımını da bütünüyle değiştirmek anlamına geliyordu çünkü Marks’ın proletarya diktatörlüğüne geçişte bir araç olarak gördüğü devlet aygıtı avro-komünistlerde amaç haline gelmişti.

Avro-komünizm bir kavram olarak söz konusu partiler tarafından benimsenmedi. Ancak bu partiler siyasetlerini dönemsel koşullara uydurmak olarak nitelendiriyordu. Yıllar içerisinde çoğu güçlerini kaybederek ya seçim aldatmacası arasında eriyip gitti ya da sağ siyasete yakınlaşıp ilkelerini tümüyle yitirdi.

BATI MARKSİZMİ

Marksizm, özellikle Ekim Devrimi’nden sonra devrimciler ve entelektüeller tarafından sorgulanmaya başlamıştır. Ortodoks marksizm olarak adlandırılan diyalektik materyalizm, yapısal olarak diyalektik olan değişmez ekonomik yasaların tarihin başlatıcısı olduğunu söyler. Bu anlayışa göre insanların amaçlarının rolünü dikkate almamak gerekir çünkü bunlar da maddi nedenlere bağlı olarak açıklanan şeylerdir. Böylelikle bir tarihsel aşamadan diğerine doğru -komünizme varmasıyla doruk noktasına ulaşan- ilerleme doğal bir gereklilik olarak görülür. Kendi içerisinde pek çok çelişkiyi barındıran kapitalizm, işçi sınıfının (proleterya) ezilmişlik koşullarına karşı yekpare ayaklanmasına neden olacaktır. Bu ayaklanma proleterya diktatörlüğünü getirecek ve proletarya diktatörlüğünün ardından komünizme geçilecektir.

1. Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiğinde, gelişmiş bir kapitalist toplum olan Almanya’nın toplumsal devrim sürecine girmesi beklenirken, 1920’li yıllardan itibaren Avrupa’da, özellikle İtalya ve Almanya’da faşizm yükselişe geçmiştir. Keza 1917’de Rusya’da pratiklenen Ekim Devrimi, Marks’ın teorisinin tamamen zıddını söylemektedir. Tarıma dayalı bir ekonomisi bulunan ve devrimci özne olarak işçilerden çok köylülerin yer aldığı bir pratik deneyimlenmiştir. Update edilen marksizm, ortodoks marksizmin reddini bu temellere dayandırmaktadır.

GRAMSCİ

Antonio Gramsci (1891-1937)’ye göre merkezi insan etkinliği, ekonomi değil politikadır. 1922 yılında, yaşadığı İtalya’da faşizmin zaferini görmüş olan Gramsci devrimci işçi hareketinin de büyük bir yenilgisine tanık olmuştur. İtalya Komünist Partisi’nin kurucularından olan Gramsci, Mussolini’nin iktidara gelmesinin ardından 1926’da bir suikast girişimi bahane edilerek tutuklanmıştır. Marksizme “çeşitli katkılar” yaptığı ileri sürülen Hapishane Defterleri’ni hapishanede geçirdiği 11 yıllık süreçte yazmış ve yayımlamıştır. Bu eser Gramsci’nin düşünsel değişimini ve Marksizme getirdiği “alternatif” yaklaşımı açıkça göstermektedir.

Hegemonya ve İktidar Update’i

Gramsci, marksizmde o zamana değin geçmeyen bir kavramı kullanmıştır: hegemonya. Bu kavram, burjuva değer ve normlarının bağımlı sınıflar üzerindeki ideolojik hakimiyeti anlamına gelmektedir.

Marksist teoride altyapı, ekonomik temeli; üstyapı ise hukuki, siyasal, ahlak, din vb. oluşumları içerir. Altyapı, yani ekonomik temel, üstyapıyı etkiler. Gramsci’nin burada ortaya koyduğu tez ise sınıf bilincinin gelişmesinde üstyapının önemidir. İşçileri sınıfsal rollerini anlamaktan alıkoyan sadece ekonomik süreçlerdeki konumlarına ilişkin kavrayış eksiklikleri değildir. İşçi sınıfını kendini gerçekleştirmekten alıkoyan sadece din gibi özel kurumlar da değildir. Devlet sadece burjuvazinin baskı aygıtı anlamına gelmez, aynı zamanda burjuvazinin hegemonyası anlamına da gelmektedir. Yöneticilerin baskısının değil “dünya görüşünün” yönetilenler tarafından kabul edilmesinde yattığına ilişkin görüştedir. Yani Gramsci’ye göre Marks’ın burjuva sınıfının devlet aygıtını baskıyla elinde tutması tamamen yanlış veya eksik bir çözümlemeydi!

Gramsci’nin geleneksel Marksizmi iki şekilde tersine çevirdiği savunulur. Bunlardan ilki, Gramsci’nin üstyapının altyapıyı etkilediğini söylemesi, diğeri ise sivil toplumun politik toplum üzerindeki önceliğini vurgulamasıdır. Hegemonya kavramına ilişkin bir diğer önemli nokta, egemen sınıfın bir aygıtının, ahlaki ve entelektüel liderliği yoluyla diğer aygıtları üzerinde denetim uyguladığı bir süreçtir. Aynı zamanda, egemen sınıfın kendi dünya görüşünü kapsayıcı ve evrensel olarak yerleştirmek için siyasal, ahlaki ve entelektüel liderliğini kullanmaya, bağımlı grupların çıkar ve gereksinmelerini biçimlendirmeye yönelik başarılı girişimlerini içerir.

Gramsci’nin “hegemonya”sı belli başlı bir kaç aygıttan oluşmaktadır. Bunlar; okul aygıtı, kültür aygıtı, (müze, kütüphane gibi), enformasyon örgütlenmesi, yaşam çerçevesi, kentleşme. Gramsci bu aygıtları yalnızca yönetsel ve teknolojik olarak görmez, tıpkı üretim sistemindeki gibi siyasal içerikle var olduğunu söyler.

Gramsci’nin Marks’tan farklılaştığı bir nokta da devlet kavramına ilişkindir. Üstyapı olarak devlet, kapitalizmin aşılmasında ikincil olmaktan ziyade birincil bir konumda bulunmaktadır. Ona göre devlet, burjuva sınıfının potansiyel açıdan tümüyle kapsayıcı bir grup olarak oluşumundan hareketle, bireylere sanki burjuvazinin içine alınacaklarmış gibi normlar ve yasalar dizgesine yükselen hegemonya aygıtıdır. Yani Marks’ın söylediğinin aksine, devletin varlığı, tarihsel olarak kapitalizmin aşılmasının önünde bir engel teşkil ediyordu!

Diyalektik Update’i

Gramsci’nin Marks’tan ayrıştığı bir diğer nokta, Hegel’in diyalektiğini kullanmış olmasıdır. İnsanın tarihte benzersiz bir özne olduğunu düşünmektedir ve gerçekliğin gelişiminde insanın rolünün Marks’ın tarif ettiği gibi pasif değil, etkin olduğunu söylemektedir. Marksizmin özellikle Engels gibi evrimci-pozitivist bir anlayışta olmasının tamamen karşısında duran Gramsci, Marks’ın materyalistler tarafından yanlış yorumlandığını, Marksizmin tamamen hümanist bir ideoloji olduğunu öne sürer.

Gramsci, tüm bunlar değerlendirildiğinde; Marks, Engels ve Lenin’den tamamen farklı bir şey söyleyerek marksizme bir update yapmıştır. Burjuvanın varlığını korumasında şiddet tekelini elinde bulundurmasıyla değil, proletarya üzerinde hegemonya kurmasıyla açıklar. Sınıfların varlığını sürdürmesinde ve “sınıf bilinci”nin sürdürülmesinin engellenmesinde üstyapının rolünü vurgular. Bu bağlamlarda Gramsci’nin hegemonya alt başlığında “devlet” anlayışına tamamen bir update yaptığı görülür.

LUKACS

Georg Lukacs marksizmin Engels tarafından evrimci- pozitivist bir çizgiye çekilmesine karşı çıkmıştır. 1923’te yayınladığı Tarih ve Sınıf Bilinci kitabında Hegel’in etkisi açık olarak görünür. Lukacs’a göre tarihin öznesi ve nesnesi arasında bir ayrım bulunmamaktadır. Marks, insanı nesneleştirerek tarih sürecinin çok dışında bırakmıştır. Lukacs, Marks’ın Hegel’deki devrimci yönünü ortaya çıkardığını söyler. Böylece Marks aracılığıyla da tarih teorisini materyalist bir konuma sokmayı amaçlamıştır.

Proletarya Update’i

Lukacs, işçi sınıfının devrimci hareketini öngören -toplumsal devrimin işçi sınıfı tarafından gerçekleştirileceği- marksizm anlayışını reddeder. Ortodoks marksizmi eleştirerek başladığı Tarih ve Sınıf Bilinci’nde, Rus Devrimi deneyimi ile işçi sınıfının haricinde bir öznenin (köylüler) devrimi gerçekleştirdiğini söyleyerek, yegane devrimci özne olduğunu reddetmiştir. Lukacs’ın yaklaşımına proletaryasız devrim denebilir, ancak devrimci özne olarak herhangi bir kesimden söz etmez. Aynı zamanda marksizmin salt ekonomizm olarak görülmesine de şiddetle karşı çıkar. Her ne kadar altyapı üstyapıyı belirliyor da olsa, Marks’ın kuramının merkezi olarak ekonomi politiği görmez.

Marks’ın kuramını marksizm yapan ekonominin toplumsal ilişkilerin merkezinde olması ve ekonominin (altyapının) üstyapıyı (devlet, ideoloji, hukuk, ahlak, din) etkiliyor olduğu tezine karşı çıkmak, marksizmin kendisine karşı çıkıp yerine bambaşka bir tez koymak anlamına gelir. Aynı şekilde işçi sınıfının olmadığı bir devrim düşüncesi de marksizmin tamamen baştan yazılması, update edilmesine denk düşmektedir.

Şeyleşme Update’i

Marks’ın “yabancılaşma” kavramını geçirdiği özellikle 1844 Elyazmaları, Lukacs’ın kitabı yayımladığı yılda henüz farklı dillere çevrilmemiştir. Bu yüzden marksizm içerisinde, özellikle ortodoks marksizmin de yükseltilmesiyle birlikte, yabancılaşma kavramının marksizme dahil olup olmadığı büyük bir tartışma konusu olmuştur. Lukacs’ın “şeyleşme” kavramını yaratırken Marks’ın Kapital’inde geçen “meta fetişizmi”nden etkilendiği düşünülür.

Lukacs’ın “şeyleşme”si ile en basit haliyle kast edilen; kişinin kendi faaliyetini, kendi emeğini, onun kendisine nesnel, insandan bağımsız bir şeymiş gibi gösterendir. Şeyleşmenin, işçi sınıfı için bir kişilik bölünmesine yol açtığını söylemektedir. Bu ilişkiler çerçevesinde işçi, emeğini piyasada özgürce, yine kendi özgür iradesiyle satıyormuş gibi düşünür. Ancak öte taraftan, toplumsal ilişkilerin bütününün şeyler arası ilişkiler haline gelmesiyle işçinin kendisi de bir meta, bir “şey” halini almıştır. Bu nedenle, işçi sınıfı diye bir özne toplumda bulunmamaktadır. İşçi sınıfı denilen bir özneden bahsedebilmek için “bilinç sıçraması”na ihtiyaç vardır. Bu noktada Lukacs, psikolojik bilinç ile potansiyel bilinç olarak iki ayrım koyar. Psikolojik bilinç, işçinin günlük yaşam mücadelesini temsil eder. Eve ne kadar ekmek götüreceği, ne yiyip ne giyeceği, ne kadar maaş alacağı vb… Potansiyel, yani aşılanmış bilinç ise sınıf bilincinin aktif yanını ortaya koyar. Psikolojik bilinç yanlıştır ve aşılması gerekir. Ancak Tarih ve Sınıf Bilinci’nde proleterin psikolojik bilinci nasıl aşıp potansiyel bilince ulaşacağına değinilmez.

2. Enternasyonel’in ardından Lukacs, “ideoloji” kavramını Marks’ın aksine pozitif olarak kullanmaya başlar. Marks’ta ideoloji “doğru duruma ilişkin yanlış düşünce” iken Lukacs’ta ideoloji “yanlış duruma ilişkin doğru düşünce”dir. Bu durum Lukacs’ın ortodoks marksizmi tamamen reddetmesi, bu anlayışın ekonomizmi ve siyasi pasifliği getirmesinden kaynaklanır. Siyasi pasiflikten kastı ise revizyonizmdir.

FRANKFURT OKULU

Frankfurt Okulu, 1923 yılında kurulan Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün sosyoloji, siyaset bilimi, psikanaliz, tarih, estetik, felsefe, müzikoloji gibi farklı disiplinlerden bir araya gelen bir düşünce akımının ifadesidir. Kurucusu Max Horkheimer (1895-1973) tarafından “Eleştirel Teori” olarak adlandırılır. Eleştirilen ise, geleneksel marksizmdir. 1930’lu yıllardan itibaren çevrilmeye başlayan Marks’ın elyazmaları ve “yabancılaşma” kavramını geçirdiği yazıları Frankfurt Okulu için önemli bir dayanak noktasıdır. O zamana değin diyalektik materyalizmin ve pozitivizmin haricinde marksizmin felsefi de bir temeli olduğu Frankfurt Okulu temsilcilerince söylenmiştir. Frankfurt Okulu’nun hala marksist çevrelerce eleştiriliyor olmasının nedeni ise, kendisini tamamen akademik bir alanda var etmesi, siyasi hiçbir dayanağının ve pratiğinin olmamasıdır.

Kültür Update’i

Frankfurt Okulu’nun, marksizme bir “kulturkritik” aşıladığı iddia edilir. Marksizmin o güne değin felsefi olarak ifade edilmemesi, sanata ilişkin herhangi bir açılımının olmaması Frankfurt okulunun temsilcilerinin başlıca kaygılarını oluşturmuştur. Bu nedenle marksizmde eksik kalmış olan “kültürün” Frankfurt okulu aracılığıyla marksizme eklendiği savunulur. Eleştirel Teori’nin tüm temsilcileri, insanı tarihin öznesi ve yaratıcısı olarak gördüklerinden, Gramsci ve Lukacs’ın devamcıları olarak yorumlanırlar. Aynı zamanda marksizmin şiddetle karşı çıktığı idealizmi Kant’tan bu yana benimsediklerini söylemektedirler.

Devrimci Özne Update’i

Marks ve Engels’in teorisi devrimci özne olarak proletaryayı gösterir. Ancak Lukacs gibi, Horkheimer da bu konudan emin değildir. Proletaryayı, toplumu harekete geçirici ve dönüştürücü görmekle beraber yekpare devrimci öznenin proletarya olmadığını söyler. Bu noktada Horkheimer sınıfın “ileri gelenleri” ile sınıfın geri kalanı arasındaki ilişkiyi vurgulayarak Lenin’e bir update yapar. İleri gelenden kasıt, bir parti ve onun liderliğidir. Horkheimer’ın odağı parti değil, eleştirel teoridir. Yani önemli olan öncü sınıf değil, felsefi temeldir.

Aydınlanma Update’i

1930’lu yılların başında Frankfurt Okulu ve özellikle Horkheimer’ın doğal bilimlerle ilgili benimsedikleri Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’nde ana hatları çizilenlerle çoğunlukla aynıydı. Horkheimer Bilim ve Buhran Üzerine Açıklamalar’da şöyle söylemektedir: “Marksist toplum kuramında bilim, insani üretim güçleri arasında sayılır… Bilimsel bilgi, üretici güçlerin ve diğer türde üretim araçlarının kaderini paylaşır: Onların uygulama ölçekleri hem onların gelişim düzeyleriyle hem de insanların gerçek ihtiyaçlarıyla derin bir karşıtlık içindedir. Aydınlanmayı da hakimiyetine almış olan daha iyi bir topluma yönelik ilgiyi, mevcut toplumu ebedi olarak kurma teşebbüsü ile ele geçirildikçe, bilimin içine sınırlayıcı ve örgütsüzleştirici bir an katıldı. Olmaya değil de, varlığa yönelen bir yöntem, toplumun verili biçimini eşit ve kendini yineleyen bir mekanizma olarak görme eğilimine karşılık geldi.”

Horkheimer ve Theodor Adorno (1903-1969)’nun birlikte yazmış oldukları 1944’te yayınlanan Aydınlanmanın Diyalektiği, açıkça marksizmin beslendiği Aydınlanma’ya meydan okumuştur. İtalya’da faşizmin, Almanya’da nazizmin yükselişte olması hatta zafer kazanmasını sorumlusu olarak Aydınlanma düşüncesini gösterirler. Onlara göre Aydınlanma Avrupa’yı karanlığa, barbarlığa sürüklemiştir. Bilimin ve teknolojinin gelişmesinin Aydınlanma’dan bu yana yükseltilmesi nazizmi yaratmıştır.

Aydınlanmanın Diyalektiği’nde Marksist pratiklerden farklı olarak değinilen bir başka konu ise “genel oy hakkı” düşüncesidir: “Her halükarda, oy pusulası düşüncesine yol açan gelişmelerin temeli, bütün özel enerjileri film stüdyosundan savaş alanına, emeğin bir tek, eşit ve soyut bir biçimine evrensel olarak indirgenmesidir. Ancak bu tür koşullardan daha insani bir koşula geçiş gözlenmiyor, çünkü kötüyü de iyiye de aynı şey oluyor.”

Diyalektik Update’i

Adorno’nun 1966’da yayımladığı kitabı Negatif Diyalektik hem Hegel’in hem Marks’ın diyalektiğinin radikal bir yorumlaması olarak görülür. Günümüz marksistlerinin sıklıkla örnek gösterdikleri Adorno’nun bu kitabı özellikle “otonomist marksistler” tarafından çok “devrimci” bir kitap olarak görülmektedir.

Avrupa’daki 68 hareketini etkilediği öne sürülen bu kitapta diyalektiğin temel kavramlarından biri “özdeşsizlik”tir. Özdeşsizlik bütüne katılmama, kitle ve tüketim toplumuna katılmamak demektir. Hegel ve Marks’tan farklı olarak “bütünsellik” düşüncesinin zıttıdır. Yine aynı kitapta Adorno, Marks’ı sınıfsız bir topluma tarih aşamalarla ulaşacak tezine tamamen karşı çıkmaktadır. Hegel’den bu yana süren pozitif diyalektik anlayışının toplumsal mücadeleler kapsamında bir uzlaşma yarattığını söylemektedir. Bu bağlamda Adorno sadece marksizmi değil, marksizmin örgütlenme tarzına da karşı çıkmaktadır. Ekoloji, LGBTİ mücadelesi gibi farklı mücadele alanlarının yaratılması Adorno’nun tarih içerisindeki “sürekli mücadele” anlayışına denk düştüğüne dair yorumlanmıştır. Kitle ve tüketim toplumuna katılmayan birey kendi özgür iradesiyle her zaman bir mücadele içerisinde var olacaktır.

Adorno, Lenin’in “öncülük” anlayışını eleştirir. Önderin izinden gitme düşüncesinin bireyin bağımsız düşünmesini engellediğini ve bireyleri tek bir kişiye bağımlı kıldığını savunuyor. Tıpkı Lukacs gibi, partinin bütünlüğü ve partinin öncülüğüyle proletaryanın bütünlüğüyle kapitalizmin aşılamayacağını savunmaktadır. Yani kapitalizmi devirecek olan işçi sınıfı ve işçi sınıfının bilinci değildir!

Yeni Sol Update’i

Bugün marksist tartışmaların temelinde duran “yeni sol” kavramı Herbert Marcuse (1898-1979) ile başlamıştır. Marcuse’nin Frankfurt Okulu’ndaki yeri Horkheimer ve Adorno’ya kıyasla daha farklı bir pozisyondadır. Marksizme Freudyen bir açılım getiren Marcuse, özellikle son dönem çalışmalarında ekonomik ihtiyaçların bütünleşme ve baskı aracı haline geldiği düşüncesinden hareketle, ekonomik ihtiyaçlardan daha fazla “insani” ihtiyaçlara yönelmiştir.

Marcuse’e göre Marks’ın teorisinde proletaryanın rolü kapitalizmin mutlak bir yansımasıdır. Marks işçi sınıfının sefilleşmesinden kaynaklanan toplumsal kutuplaşmanın proleter devrim açısından yaşamsal olduğunu söyler; diğer taraftan kapitalizmin dönemsel krizini basit bir siyasi çelişki olmaktan öte yapısal bir çelişki olduğunu ileri sürer. Üretici güçler, onunla birlikte, onun altında ilerlediği örgütlü teknik koşullara işaret eder. İmalat, makine sanayi, otomasyon endüstrisi üretim güçlerinin farklı düzeyleridir. Bunların sahiplenilmesiyle çelişki içerisinde bulunan üretici güçler; bilimi, gelişmiş iletişimi, yüksek eğitim düzeyini ve içselleştirilmiş disiplini barındırır. Böyle olduğunda, Marks’ın söylediğinin aksine bu bir sefilleşme değildir. İşçi sınıfının denetim altına alınması ve örgütlenmesi için gerekli olan koşulların ortadan kaldırılmasıdır. İşte bu noktada Marcuse, devrimi gerçekleştirecek bir işçi sınıfından bahsetmenin olanaksızlığını vurgular.

1964’ta yazdığı Tek Boyutlu İnsan ve 1972’de yazdığı Karşı Devrim ve İsyan, toplumsal hareketler noktasında el kitabı niteliğinde olan kitaplardır. Tek Boyutlu İnsan 68 öğrenci hareketlerinin önemli bir kaynağı olarak görülür.

Tek Boyutlu İnsan’ın doğrudan öğrenci hareketi içerisinde kendini var etmesinin nedeni okulların kapitalizmin içselleştirilmesini sağladığı ve okulların bu işlevi terk etmesi gerektiğini savunmasıdır. Marcuse, toplumdaki her türlü varlığı reddetmektedir. Toplumu bir bütün olarak ele almamak gerektiğini, ancak proletarya diye bir varlık olmadığını, bu kavramların artık iç içe geçtiğini söylemektedir. Etnik ve ırksal mücadele verenlerin, kendi yerel bölgelerinde ekoloji üzerinden mücadele edenlerin veya gay ve lezbiyenlerin de toplumsal yaşamın adaletsizliklerinden muzdarip olduğunu ve bunun mücadelesinin özgürleştirici olduğunu savunmaktadır.

ALTHUSSER

Altyapı-Üstyapı, İktidar Update’i

Louis Althusser, Lukacs ve Gramsci’nin geliştirdiği, ardından Frankfurt Okulunun doruk noktasına ulaştırdığı Hegelci marksizmi ve hümanizmi doğrudan reddeder. Devlet ve Devletin İdeolojik Aygıtları’nda açıkça belirttiği üzere “marksizmde eksik kalan yerleri tamamlama” çabası içerisine girerek marksizmi update etmiştir.

Marks toplum yapısını özgül bir belirlenmeyle eklemlenmiş düzey ya da kertelerden oluşmuş biçimde tasarlamıştır: Altyapı ya da ekonomik temel (üretici güçler ile üretim ilişkilerinin birliği) ile hukuk ve devlet, çeşitli ideolojiler, ahlak, aile, din gibi kavramları içeren üstyapı. Marksizme göre, üstyapının altyapıya göre özerkliği vardır ancak altyapı üstyapıyı etkilemektedir. Yani ekonomik ilişkiler nasıl şekilleniyorsa devlet, hukuk ve ahlak da ona bağlı olarak şekillenecektir.

Althusser, bu noktada Marks’ın bir durumu gözden kaçırdığını iddia eder. Hukuk, devlet ve ideolojinin yani üstyapının ekonomik temeli yani altyapıyı etkilediğini söylemektedir.

Althusser’in Devlet ve Devletin İdeolojik Aygıtları’nda söylediği üzere “Marksizme eklemek istediğim bu tez, tüm yapıların birbirini etkilediği, birbirinden bağımsız düşünülemeyeceği tezidir.” Yine aynı kitapta, üstyapının önemini şu şekilde vurgular: “Başka bir söyleyişle okul, (fakat aynı zamanda kilise gibi devlet kurumları, ordu gibi başka devlet aygıtları da ) bir sürü beceri öğretiyor. Fakat bunu yönetici ideolojiye boyun eğmeyi ya da bu ideolojinin ‘pratiğinin’ egemenliğini sağlayan biçimde yapıyor. Tüm üretim, sömürü, baskı görevlileri ve Marks’ın deyimiyle ‘ideoloji profesyonellerinin’ görevlerini ‘bilinçli olarak’ yerine getirmek için şu ya da bu oranda ideolojiyi benimsemiş olmaları gerekir. Ya sömürülenler yani proletarya ya sömürücüler yani kapitalistler, ya sömürünün yardımcıları yani yönetici kadrolar, ya da hakim ideolojinin büyük papazları, yani devlet memurları…”

Devlet, marksist kuramda Marks’ın Paris Komünü Üzerine ve Lenin’in Devlet ve Devrim metinlerinde devlet aygıtı adını verdikleri şeydir. Baskı yoluyla devletin kontrolünü elinde bulundurmaktır. Buradan anlaşılması gereken ise, hukuki pratiğin gereklerine ilişkin olarak zorunluluğu ve varlığı tanınan, özelleşmiş bir aygıt. Yalnızca polis, mahkemeler veya hapishaneler değil, polis “olaylarla başa çıkamadığında” duruma el atacak olan ordu, devlet başkanı ve hükümeti de kapsar. Marksizme göre devlet, yalnızca devlet iktidarının bir işlevi olarak anlam kazanır. Tüm siyasal sınıf mücadeleleri devlet iktidarını ele geçirmek üzerine kuruludur. Tam da bu noktada Althusser bir ayrıma gitmek gerektiğini söyler: devlet iktidarı ve devlet aygıtını ayırmak gereklidir. Bu kavrama Althusser “devletin ideolojik aygıtları” adını verir. Marksist teoride devlet aygıtı hükümet, yönetim, ordu, polis, mahkemeler ve hapishanelerdir. Althusser’e göre bunlar yalnızca devletin baskı aygıtlarıdır. İdeolojik aygıtlar ise; dini (çeşitli kiliseler sistemi), öğretimsel (değişik, özel ve devlet okulları), aile, hukuk, siyaset (çeşitli siyasal partiler), sendika, haberleşme (basın, radyo, tv), kültür (edebiyat, sanat, spor vb.). Tüm bunlar devletin baskı aygıtı aygıtı ile aynı şeyler değildir. İşleyiş mekanizmaları birbirinden tamamen farklıdır. Devletin baskı aygıtı ele geçirilmiş olsa dahi ideolojik aygıtlar varlığını sürdürmeye devam eder. Üstelik baskı aygıtları “kamusal” alanda yer alırken, ideolojik aygıtlar tamamen “özel” alanda yer alır. Devletin baskı aygıtı “zor kullanarak” bir başka deyişle şiddet tekelini elinde bulundurarak işler, ideolojik aygıtlar ise “ideoloji” kullanarak işler. Devletin baskı aygıtlarına dair iktidarın bir yasa çıkarması oldukça kolayken, devletin ideolojik aygıtlarına değinen yasalar çıkarmak oldukça zordur.

Bu bağlamda değerlendirildiğinde Althusser’in marksizmi update ettiği iki temel nokta vardır: İlki üstyapının da altyapıyı belirlediği veya belirleyebileceği, diğeri ise devlet iktidarına yöneliktir. Marksizmin savunduğu tezlerin tamamen dışında bir söylem geliştirerek “teorinin eksikliklerini kapatma” çabasında olan Althusser, görece birtakım marksistler değerlendirildiğinde bunu başarmış olsa gerek.

OTONOMİST MARKSİZM

NEGRİ VE HARDT

Otonomist marksizmin önde gelen temsilcilerinden İtalyan felsefeci A. Negri ve Amerikalı edebiyat kuramcısı M. Hardt’ın da marksizme yönelik ciddi update’leri bulunmaktadır. Özellikle İmparatorluk ve Çokluk kitaplarında küresel kapitalizmin ve devletin post modern dönemde geçirdiği dönüşümlere, devrimci özne olan proleteryanın anlamındaki değişikliğe, üretim biçiminin ve emeğin dönüşen yapısına yönelik update’ler bulunmaktadır.

Kapitalizm ve Devlet Update’i

Negri ve Hardt’ın oluşturdukları teorinin ana hatları ulus-devlet ve emperyalizm kavramları üzerinedir. Negri ve Hardt’a göre “üretim ve mübadelenin asli unsurları -para, teknoloji, insanlar ve metalar- ulusal sınırları giderek daha kolay geçiyor; dolayısıyla ulus-devlet bu akışı düzenleme gücünü ve ekonomi üzerindeki otoritesini günden güne yitiriyor.” Bu sebeple ulus devletler ve emperyalizm giderek önemini yitirmektedir. 1970’lerde açığa çıkan yeni egemenlik biçiminin adı İmparatorluk’tur; “Dünya Bankası gibi ulus-aşırı birimlerden, ulus devletlere ve oradan yerel ve bölgesel sivil toplum kuruluşlarına kadar görece otonom farklı tipte yapılar ve örgütler”in var olduğu bütünlüklü bir küresel kuruluştur.

Negri ve Hardt, Lenin’in 1916 yılında yazdığı kitapla Marksist teoriye kapitalizm ve devlet update’i olarak eklediği ve kapitalizmin en yüksek tekelci aşaması olarak tanımladığı emperyalizm teorisinin sonunun geldiğinden, “emperyalizmin artık küresel iktidar yapılarını anlatmakta yeterli bir kavram olmadığı”ndan bahsetmektedir.

Üretim Biçimi, Altyapı-Üst Yapı ve Emek Update’i:

Üretim biçiminin, altyapı-üst yapı meselesinin, emek kavramının değiştiği söylemleri açıkçası günümüzün sorunlarını analiz etmede marksist teoriye can simidi değerinde önemli eklemeler sağlamıştır.

İmparatorluk döneminin üretim tarzını betimlerken Foucault’un tanımı olan “biyo-politik” kavramını kullanmışlardır. Ayrıca, “kontrol toplumu ve biyo-iktidar kavramları İmparatorluk kavramının merkezi özelliğini betimler.” sözleri, Foucault’cu bir update’in izlerini taşır.

“Küresel ekonomideki servet yaratımı giderek daha fazla bizim biyo-politik üretim dediğimiz üretim tarzına, yani ekonomik, politik ve kültürel alanların giderek örtüştüğü ve birbirini sardığı, bizatihi toplumsal hayatın üretimine meylediyor.” sözleri, altyapı ve üstyapı meselesine dair bir update’i de içermektedir. Onlara göre, toplumsal üretim ve tüzel meşruluk birer altyapı-üst yapı öğeleri olarak değil birbirlerine paralel bir şekilde yan yana var olmaktadır; ekonomik üretimle politik kuruluş zaman içinde örtüşme eğilimine sahiptir.

“Postmodernleşme ve İmparatorluğa geçiş eskiden beri altyapı ve üstyapı olarak adlandırılan alanların reel olarak birbirine yakınlaşmasıyla ilgilidir.”

Biyo-politik üretim aynı zamanda “üretici emeğin yeni doğası”nı da ortaya koymaktadır. Emeğin biyo-politik boyutu olarak, artık-değer üretiminde önceleri kitlesel fabrika işçilerinin emeğinin oynadığı merkezi rol, günümüzde giderek daha fazla entelektüel, maddi olmayan ve iletişimsel emek gücüne geçmektedir. Maddi olmayan ürünler –bilgi, enformasyon, iletişim, dilsel ya da duygusal ilişkiler− üreten emek aynı zamanda “kendi eğilimini başka emek biçimlerine ve toplumun kendisine kabul ettirmiştir.”

Negri ve Hardt bu yeni kapitalist değer birikimi meselesini sömürü mekanizmasının merkezine konumlandırabilen yeni bir politik değer teorisinin geliştirilmesi ve yeni değer teorisinden sonra asıl olarak bilgi, iletişim ve dil yoluyla işleyen yeni bir öznellik teorisi kurmak gerektiğinden bahsetmişlerdir.

Devrimci Özne Update’i

Bu yeni üretim ve iktidar biçimi yeni bir öznellik tanımlamasında da bulunmuştur. Maddi olmayan emek zemininde yer alan öznelerin oluşturduğu bütün olarak tanımlanan “çokluk”, küresel düzeyde imparatorluğa karşı bir alternatif olarak sunulmaktadır.

Çokluk kavramı bir tekilliğe veya tek bir özdeşliğe indirgenemeyecek sayısız içsel farklılıklara sahiptir; kültür, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya görüşlerini, farklı arzuları da kapsar.

“Halk” kavramı gibi yekpare bir bütünlük oluşturmayan ve “güruh, kalabalık ve kitle” kavramları gibi edilgen olmayan, etkin ve çok boyutlu “çokluk” kavramı otonomiyi gerçekleştirebilme yeteneğine sahip bir öznelliği tariflemektedir.

İkilinin Marks’ın sınıf teorisinin temelindeki devrimci özne/proletarya tanımına getirdikleri update, oldukça açıktır. “Emeğin ve devrimin öznesinin temelli olarak değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor. Proletaryanın bileşimi değişmiştir, dolayısıyla bizim proletarya anlayışmız da değişmelidir. Biz kavramsal olarak proletaryayı emeği kapitalist üretim ve yeniden üretim biçimleri tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan herkesi kapsayan geniş bir kategori olarak anlıyoruz. Bundan önceki bir devirde proletarya, erkek kitlesel fabrika işçisi olan ‘endüstriyel işçi sınıfı’ olarak tanımlanıyordu.” sözleriyle “sömürülen ve kapitalist tahakküme tabi olan herkesin proletarya kategorisi altında olduğunu” belirtmişlerdir.

Negri ve Hardt proletarya kavramını genişletmiş olsalar da kavram, sahip olduğu anlam ve genişletildiği biçim sebebiyle yetersiz bir “özne” tarifi yapmaktadır. Bu tanım, küresel kapitalist sistemin, devletlerin ve dini yapıların yani, siyasi, ekonomik, erkek egemen ve dini iktidarların baskı, sömürü ve tahakkümü altındaki ezilenleri kapsamamaktadır.

DİĞERLERİ

TARIK ALİ

Pakistanlı marksist tarihçi, özellikle üniversite yıllarındayken politik eylemliliğin içerisinde aktif bir şekilde yer almış Tarık Ali ise marksizme “fundamentalizm” kavramı üzerinden bir update uygulamıştır.

Fundemantalizm Update’i

Tarık Ali, 11 Eylül 2001’de ABD’deki İkiz Kuleler’e gerçekleştirilen saldırının ardından ABD’nin Ortadoğu’daki halklara yönelik düşmanca davranışlarını ve Irak İşgali dönemini klasik bir marksist söylemle tariflememiştir.

Güncel siyasi analizi ortaya koymak için Marks’ın ekonomik söylemleri ve emperyalizm anlatıları yetersiz bulan Tarık Ali “yeni” dünya atmosferinde söz konusu olanın, sınıf çelişkisi, emperyalist sömürü ya da “medeniyetler çatışması” değil de, bir “fundamentalizmler çatışması” olduğunu, en büyük tehlikenin ise “baş fundamentalist” ABD olduğunu belirtmiştir.

“Allah bizden yana” ve “Tanrı Amerika’yı korusun” gibi dinsel sloganların temel olduğu bir savaş çılgınlığının geri getirildiğini düşünmektedir. Yaşadığımız dönemde ABD’nin emperyalist fundemantalizminin karşısında İslami fundamentalizmin olduğunu düşünen; Yahudi ve Hristiyan fundamentalizminin tarihte İslami fundamentalizmden çok daha kan dökücü ve zalim olduğunu söyleyen Tarık Ali, küresel boyuttaki çatışmaların çeşitliliğine rağmen çok genel olgulardan bahsetmekle yetinmiştir.

ALAIN BADIOU

Fas doğumlu Fransız felsefeci marksist Alain Badiou, modern sofistler olarak adlandırdığı post modernistlere karşı kendisini hakikatin savunucusu bir Platoncu olarak tanımlamaktadır. Aynı zamanda Mao’nun kültür devriminin ve 60’lı yıllarda Fransa’da artan maoculuğun etkisiyle Sovyetlerin parti-devlet sistemine eleştiriler getirmiştir.

Komünizm Update’i

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve marksist pratiklerin etkisini büyük oranda yitirmesinin ardından komünizmin öldüğü şeklindeki savlara karşı ölenin sonlu ve sınırlı olan Parti-Devlet olduğunu; -Marks’ın düşüncelerinden ve marksist yazından farklı olarak ve Platon’un bir kavramı olan- “idea” olarak komünizmin sonsuz, sınırsız ve ölümsüz olduğunu ileri sürmektedir.

Komünizm update’inde, verili üretim tarzlarından komünizme “geçiş sorunu” da bulunmaktadır. Badiou, “sosyalist devrim” ya da “millî demokratik devrim” pratikleriyle sağlanacak olan komünizme geçiş tezlerine karşı çıkmış, doğrudan komünizme geçmeyi gündemleştirmiştir.

ÉTIENNE BALIBAR

Althusser’in öğrencisi olan ve siyaset felsefesi üzerine yoğunlaşan Fransız marksist Etienne Balibar da marksizme yurttaşlık ve demokrasi update’i yapmıştır.

Demokrasi ve Yurttaşlık Update’i

Toplumsal, siyasi ilişkileri ve dönüşümleri ekonomik bir temelden ziyade siyaset felsefesinin kavramları olan demokrasi ve yurttaşlık kavramları üzerinden anlatması sebebiyle Balibar’ın düşüncesi başlı başına bir update olarak karşımıza çıkmaktadır.

Demokrasinin hep gelmekte olduğunu, ideal bir şey olmadığını ve kökleri Antik Yunan polisine giden yurttaşlıkla çatışkı içerisinde olduğunu düşünmektedir. Yapılması gerekenin demokrasinin demokratikleştirilmesi ve yurttaşlık haklarının genişletilmesi için mücadele olduğunu belirten Balibar, mücadele edilmediği takdirde yurttaşlık haklarının genişletilemeyeceğini ve -klasik marksizmin ilerlemecilik anlayışından farkını ortaya koyan bir biçimde- yurttaşlığın her zaman ilerlemeyeceğini de belirtmektedir.

19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında verilen mücadelelerin “ulus-devletin sosyal yurttaşlığı”nı ortaya çıkarttığını, ardından gelen neo-liberal politikalarla birlikte yurttaşlık haklarında gerilemelerin olduğunu ifade etmektedir.

Balibar, sınıf mücadelesini -“devrimin kaynağı” olarak gören marksist anlayışa karşı- bir yurttaşlık biçiminin yaratıcısı olarak tanımlamaktadır ve sınıfı idealize etmemektedir. Sınıfın yaşanan neo-liberal dönüşümlerle devrimci ruhunu kaybettiğini belirten Balibar, günümüzde özellikle Batılı devletlerin göçmenlere yaptıklarına karşı işçi sınıfının çoğu zaman duyarlı olmadığını, göçmenlerle dayanışmadığını da aktarmıştır.

Ona göre, demokrasinin demokratikleştirilmesi bir süreci anlatır. Sürecin bir sonu yoktur. Bu sürecin faili başlı başına tek başına işçi sınıfı değil, “etkin yurttaş”tır. İşte bu nedenle etkin yurttaşın her zaman ayaklanma ve devrim kavramlarıyla bağı anlatılmaktadır.

Ayrıca, “siyasi bir güç ya da hareketin toplumu demokratikleştirmesinin koşulu, bunların kendilerinin hem hedefleri hem de içsel işleyişleri bakımından karşı çıktıkları sistemden daha demokratik olmalarıdır. Kendisi anti-demokratik olan sistem ya da toplumun, demokratik olmayan yollardan kökten dönüşümü sağlanamaz.” cümlelerini kapitalist ve marksist pratikleri de yetersiz görmesi sebebiyle kurmuştur.

HENRI LEFEBVRE

Neomarksist olarak bilinen Fransız sosyolog ve felsefeci, marksizme mekan ve kent meselesi üzerinden update’ler yapmış Henri Lefebvre, son dönemlerde mekan ve kent sorunlarının tahlilinde en çok okunan isimlerden biri olmuştur. Mekanı bir üst yapı olmaktan çıkaran, kenti sanayileşme için anahtar bir kavram olarak ele alan update’leri bulunmaktadır.

Mekan ve Üstyapı Update’i

Lefebvre, mekânın toplumsal değerler ve anlamlara dayalı olan ve mekânsal algı ve uygulamaları belirleyen bir toplumsal ürün olduğunu savunmuştur. Oysa marksizmde toplumsal mekan bir üstyapı olarak görülmekte ve hem üretici güçlerin hem de yapıların, mülkiyet ilişkilerinin sonucu olarak kabul edilmektedir. Lefebvre için mekan, üretici güçlere, iş bölümüne dahildir ve mülkiyetle ilişki içerisindedir. Mübadeleyle, kurumlarla, kültürle, bilgiyle ilişkilidir. Mekanın mübadele değeri ve kullanım değeri vardır; alınıp satılır.

Mekanın üst yapı olarak görülmesiyle ilgili olarak marksizme bir update yapan Lefebvre, Marksist devrim anlayışına bir ekleme yaptıklarını da belirtmiştir. Ona göre baş aşağıda, ayakları havada duran yalnızca Hegel’in felsefesi ve diyalektiği değildir: “Marks’ın baş aşağı olarak tanımladığı şey toplumdur. Baş aşağı çevrilen dünya teorisine sanayi örgütlenmesi içindeki marksist devrim projesini bir ‘kentsel devrim’ projesiyle tamamlayan birkaç nokta ekledik.”

Kent ve Sanayileşme Update’i

Lefebvre, kent ve kentleşmeyi sanayileşmeyi anlamak için anahtar fenomenler olarak görür: “Marks, şehirleşmenin ve kentin, sanayileşmenin anlamını içerdiğini gösteremedi. Sanayi üretiminin toplumun kentleşmesini içerdiğini ve sanayinin potansiyellerine hakimiyetin şehirleşmeyle ilgili özgül bilgiler gerektiğini görmedi. Sanayi üretimi, belli bir büyümeden sonra, şehirleşmeyi yaratır; bunun koşullarını sağlar, olasılıklarını açar. Böylece sorunsal yer değiştirir ve kentsel gelişme sorunsalı olur.” Marks’ın eserlerindeki şehire dair bilgilerde kent sorunu değil sadece konut sorunu ortaya konmuştur.

Lefebvre’nin mekanı üstyapı öğesi olmaktan çıkarması aslında güncel sorunlardan biri olan mekan ve kente dair marksizmin yorum yapabilmesini sağlamıştır. Fakat kentleşmeyi büyük oranda sanayi üretimi ve modern kapitalizmle birlikte ele aldığı için aslında kente dair analizinde eksik kalmıştır.

MARKS’TAN ETKİLENİP KENDİLERİNE MARKSİST DEMEDEN MARKSİZMİ ETKİLEYENLER

Kapitalist düzeni, toplumsal ilişkileri ya da döneminin ekonomik, sosyal, kültürel ve politik sorunsallarını çözümlemeye kalkışan pek çok düşünür Marks’ın ortaya koyduğu düşüncelerden etkilenmiştir. Marks’ın “sınırsız sermaye birikimi” gibi özellikle ekonomik alandaki görüşlerinden etkilenip kendi teorilerini ortaya koyan ama kendisini Marksist olarak tanımlamayan düşünürlerin görüşleri marksist teoriye eklemlenmekte ya da “marksist kuramı doğrulayan” düşünceler olarak sahiplenmektedir. Bu düşünürlerin tezleri doğrudan Marks’a olmasa da marksizme eklemlemeler/update’ler içermektedir.

IMMANUEL WALLERSTEIN

Amerikalı bir sosyolog olan ve “dünya-sistem” analizini ortaya koyan I. Wallerstein, Marks’ın temel birkaç düşüncesini kabul edip belirli noktalarda onun görüşlerinden ayrılan düşünürlerden biri.

Dünya Sistem Analizi

Wallerstein’a göre şimdiye dek iki tür dünya-sistem var olmuştur: Dünya-imparatorluk, dünya-ekonomi.

Bir dünya-imparatorluk, tek bir politik merkezin, fakat çok sayıda kültürün var olduğu büyük bir bürokratik yapıyken; bir dünya-ekonomi ise çok sayıda politik merkezin ve çok sayıda kültürün olduğu yapıdır. Analize göre, kapitalizm de modern bir dünya-ekonomi olan dünya-sistemdir.

Wallerstein’ın kapitalizmi modern dünya-sistem olarak tanımlamasında Marks’ın görüşlerinin etkisi büyüktür. Marks’ın kapitalizmin gelişmesinde ortaya koyduğu “sınırsız sermaye birikimi” düşüncesini analizinin temel dayanak noktası yapmıştır. Bir farklılık olarak sermaye birikiminde artık-değerden ziyade ağırlıklı olarak kâr kategorisini ön planda tutmuş, kâr ile artık değer arasındaki ilişkiyi incelememiş ve kapitalizmin kökenini pazar ilişkilerine dayandırmıştır. Bu sebeple kapitalizmin ilk olarak on altıncı yüzyılda Avrupa’da “pazar ticaretinin” gelişmesi sonucunda ortaya çıktığını düşünmektedir. Marks ise temel eserlerinde 18. ve 19. yüzyılda Batı Avrupa’da ve özellikle İngiltere’de ortaya çıkan kapitalist toplumsal dönüşümü ve sermayenin toplam döngüsünün nasıl gerçekleştiğini incelemiştir.

Marks ve Marksizm Hakkındaki Yorumları

Wallerstein analizini kurarken yüzünü döndüğü Marks’a ve marksizme yönelik yorum yapmaktan ve eleştirmekten de geri durmamıştır. 1883 ile 1950 yılları arasındaki marksizmi “ortodoks marksizm” olarak tanımlamış, bu dönemdeki marksist partilerin devlet iktidarını “elde etmeye kilitlenmiş” partiler olduğunu söylemiştir. “Sınıf çatışmalarının asli olduğunu ve diğer tüm çatışmaların yan olgular olduğunu” iddia eden ve dolayısıyla; “milliyetçi, etnik, feminist ve diğer tüm benzeri hareketlere düşman” bu partileri eleştirmiştir.

Wallerstein’ın devlet iktidarı düşüncesi marksist altyapı-üst yapı ilişkileri ile bağlantılı olmuş ama ekonomik çatışmaların dışındaki sorunların görmezden gelindiği yorumunda bulunmuştur. Ona göre devlet iktidarı kapitalizmin yarattığı iktidar biçimlerinden sadece bir tanesidir. Kültürel, toplumsal ve ekonomik iktidar biçimleri de kapitalizm içinde var olmaktadır. Ortodoks marksizmin en temel hatası, kentli işçi sınıfını öncelikli kılmak ve kapitalizmin ortaya çıkardığı diğer çatışmaların taraflarını ötekileştirmektir. Ayrıca marksistlerin analizlerini ulus devlet içine sıkıştırdıkları iddia etmiştir.

Ekonomik temelli olmayan çatışmaların görmezden gelindiği meselesinde haklı bir yorumda bulunurken ne var ki bu çatışmaların kapitalizmin yarattığı iktidar yapılardan geldiğini söylemesi ve çatışmaların kaynağı olarak kapitalizme yüzünü çevirmesi radikal bir eleştiri olarak görülemez.

Ortodoks marksizme yönelik tümden eleştirilerine rağmen Wallerstein, Marks’ın görüşlerinde hem savunduğu hem de eleştirdiği yönleri ortaya koymuştur. Wallerstein, Marks’ın toplumsal yapıyı diyalektik biçimde algılamak gerektiğine; sermaye birikiminin sistemin temel mekanizması olmasına; artı-değer kavramına; kapitalizmin yaşamın toplumsal örgütlenmesini kutuplaştırmasına; sosyalizmin devletin sönümlenmesini içermesine; kapitalizmden sosyalizme geçişin evrimci biçimde değil devrimci biçimde gerçekleşeceğine dair düşüncelerinin son 150 yılın ve hatta son 400 yılın gerçekliğini açıkladığını düşünmektedir. Bu konularda Marks’a hayranlık beslerken “Kapitalizmin önceki toplumlara göre bir ilerlemeyi temsil ettiği ve sınıfsız toplumun ortaya çıkmasıyla sona ereceği düşüncesi”nin “kuşkuya yer bırakmayacak kadar hatalı” olarak tanımlamıştır.

Marksizmden tümden uzaklaştığı bir mesele ise hiçbir sınıfa veya toplumsal gruba “özne” rolü vermemesidir.

DAVID HARVEY

Britanyalı bir coğrafyacı ve antropolog olan, son dönemlerde kent üzerine yaptığı çalışmalarla kendinden söz ettiren David Harvey; marksizmden etkilenip kendisine Marksist demeyen ama Marksist kent kuramcıları dendiğinde ilk akla gelen isimlerden.

Harvey, “mekân”ı, ontolojik bir kategori olarak ele almamakta; mekansal ilişkilerin bağımsız niteliklere sahip olduğunu reddetmekte ve mekanı, insanı biçimlendiren ve onun tarafından biçimlendirilen toplumsal bir boyut olarak tariflemiştir. Mekan, kentsel mekan üzerine Lefebvre ile birlikte marksist kuramda ciddi değişikler, eklemeler gerçekleştiren isimlerden biridir.

Marksist Kuramın Mekansallaştırılması

Harvey’in önce Sosyal Adalet ve Şehir ardından Sermayenin Sınırları çalışmalarında belirlediği gündemlerden biri “marksist kuramın mekansallaştırılması ya da toplumsal mekan sorununun marksist kurama bağlanması ve karmaşık kapitalist kentsel sürecin anlaşılması” olmuştur.

Harvey’in Sermayenin Sınırları kitabındaki sınır kavramının ikili anlamı vardır. “İlkinde sınırlar sermayenin diyalektik gelişimiyle ilgili iken ikinci durumda ise Marks’ın Kapital’inin sınırları ifade edilmiştir.” Harvey’e göre “toplumsal mekan” sorunu marksizmde de başlangıcından beri geri plana atılmıştır.

Harvey’in tüm çalışmalarında başvurduğu sermaye akımları ve yatırım döngüleri, toplumsal mekanın üretilmesi, dönüştürülmesi ya da yıkılmasında, eşitsiz coğrafi gelişmede, temel kuramsal araçlardır. Harvey’e göre Marks’ın sermaye kuramının eksikliği de zaten sermaye dolaşımındaki mekansal olguyu ele almamış olmasıdır.

Marks Kapital’de sermayeyi bir süreç olarak görmüştür ama bu sermaye kavramı mekansal boyut içermez. Onun için Kapital’de doldurulacak “boş kutular” ile açılması gereken “pencereler” bulunmaktadır. Kısacası, Harvey’in önerdiği şey marksist kuramın mekansal olgu ve süreçler dahil edilerek geliştirilmesidir: “Siyasi stratejimizin merkezine devrimin kentleşmesini koymaktan başka bir seçeneğimiz bulunmuyor.”

Kapitalist Kriz ve Kent

Harvey’in kapitalist kriz ve kent mekanı üzerindeki söylemleri de marksizmin kapitalist kriz söylemine ve genel olarak marksizme önemli eklemlemeler içermektedir.

Harvey, yapılı bir çevre olarak kent mekanının kapitalizmin doğurduğu krizin atlatılmasında önemli ve merkezi bir rol oynadığını söylese de kente kapitalist birikim süreçlerinden bağımsız bir yapı ve özgünlük atfetmenin yanlış olduğunu söyleyerek kente dair yorumlarında marksist kapitalist birikim teorisinden çok da “bağımsız”laşamamıştır.

Harvey’e göre marksist öngörünün aksine, kapitalizmin krize meyilli yapısı karlılığın/kar oranlarının düşmesinden daha çok üretim sonucu elde edilen artı değerin tekrar üretime çevrilememesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, kapitalizmin krizden kurtulup kendini devam ettirebilmesinin koşulu artı değerin kent mekanında sürekli olarak üretim döngüsüne dâhil edilmesinden geçmektedir. Kentleşme hem tüketimin arttırılması yoluyla artı ürünün soğurulmasını hem de, büyük çaplı yatırımlar isteyen altyapı-üstyapı faaliyetleri vasıtasıyla, artı değerin yeniden üretim döngüsüne dâhil edilmesini sağlamaktadır.

MARKSİZMİN KADIN UPDATE’İ

İdeoloji, felsefe, mücadele yöntemi olarak da görülen bir ekonomik modelin; marksizmin, özünde neredeyse hiç değinmediği, değindiğindeyse tek bir açıdan -ekonomik açıdan- ele aldığı için derinlemesine yorumlayamadığı, dolayısıyla çözüm üretmekten uzak kaldığı, ne kadar güncellense de yetemediği kadın özgürleşmesi konusuna dair update’lerini incelemek bu yazının ereğidir.

Marks ve Engels’te Kadın Update’leri

Marks, başlangıçta -bir çok on dokuzuncu yüzyıl sosyalisti gibi- kadınların ikincil konumuyla, bu ikincillikten toplumun genel durumunu sembolize etmek için yararlandığı ölçüde ilgilendi. 1843’te yazdığı Yahudi Sorunu Üzerine adlı kitabında ve 1844 El Yazmaları’nda kadın- erkek arasındaki ilişkiyi, “toplumsal gelişme” düzeyini temsil ettiği iddiasıyla tartışma konusu yaptı. Özel mülkiyet ve sahiplik ilişkisinin hakim olduğu yerde, “tür ilişkisinin kendisi, erkekle kadın arasındaki ilişki vs. bir ticaret nesnesine dönüşür. Kadın alınıp satılır.” diyordu.

1845’te yayınlanan Kutsal Aile’de ise Genç Hegelciler’e mizahi bir atıfta bulunan başlığa rağmen, aile konusuna değinmemişti. Ancak birkaç pasajda, erkeğin kadınla olan ilişkisi hakkında yaptığı vurgunun değiştiği gözlenebilir. Bu vurgunun, marksizmde kadına ilişkin ilk update olduğu söylenebilir. Fourier’in kadının durumunu toplumsal ilerlemenin koşulu olarak sunduğu sözünü serbestçe alıntılayarak “tarihsel bir çağdaki değişim daima kadınların özgürlüğe doğru ilerleyişi tarafından belirlenebilir, çünkü burada, kadının erkekle, zayıfın güçlüyle olan ilişkisinde, insanal doğanın yabanıllık karşısındaki zaferi açıktır. Kadının özgürleşme derecesi, genel özgürlüğün doğal ölçüsüdür.” sözleriyle Fourier’in aksine, kadının durumunu toplumsal ilerlemenin ölçüsü olarak betimlemiş; kadını, sıradan bir örnekten bir şeylerin ölçüsü olma konumuna taşımıştır.

Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da, kadın erkek ilişkilerini şöyle değerlendirmiştir: “Burjuva için karısı üretim aracıdır. Bu nedenle o, ortaklaşa mülkiyet deyince kadınların da ortaklaşmasını anlar. Oysa bugün burjuva evlilik kadınların ortaklaşa kullanılışıdır zaten. Biz olsa olsa kadınların ortaklaşa kullanılmasını açığa çıkarmış olmakla ve açık gizli fuhuşun ortadan kaldırılmasını hedeflemiş olmakla suçlanabiliriz…” Proletarya cephesinde ise yine aynı metinden alıntıyla: “Cins ve yaş farklarının işçi sınıfı için artık hiçbir toplumsal geçerliği yoktur. Yalnızca, yaş ve cins farklarına göre farklı giderlere yol açan emek araçları vardır.” Temel ayrım hala sadece burjuvazi ile proletarya arasındadır.

Yıllar sonra Alman İdeolojisi’nde “Bütün bu çelişkileri içeren ve kendisi ailedeki kaba iş bölümüne ve toplumun tek tek ve birbirine karşıt ailelere ayrılmasına dayanan iş bölümü ile, aynı zamanda iş bölümünün ve ürünlerinin paylaşımı, üstelik hem nitel ve hem de nicel eşitsiz paylaşımı, ve kadının ve çocukların erkeğin kölesi olduğu ailede çekirdeği, ilk biçimi bulunan mülkiyet doğdu.” gibi bir çok pasajla, cinsiyete dayalı iş bölümü tanımı yapmış ve bu tanımı özel mülkiyetin kaynağıyla ilişkilendirmiştir. Ancak bununla sınırlı kalmıştır; belirlenim ve analizler ne yazık ki sorunun çözümü için yeterli değildir.

Kapital’de Marks “Emekçi kendine aittir ve zorunlu yaşamsal işlevlerini üretim sürecinin dışında gerçekleştirir. …emekçinin kendini yeniden üretmesi için onun öz savunma ve türünü sürdürme güdülerine güvenebilir… Sermaye ev içi alanıyla ilgilenmez.” demiş, derinleştirmediği için yüzyıllarca defalarca yeniden update edilecek update’lerden birine, “ev içi emek” meselesine değinilmiştir.

Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında ifade ettiği “Kadının kurtuluşunun ilk koşulu, bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesidir ve bu koşul, karı-koca ailesinin, toplumun iktisadi birimi olarak ortadan kaldırılmasını gerektirir.” sözleriyle, “kadın sorunu” olarak nitelenen ataerki sorununun çözümüne yönelik indirgemeci yaklaşımı gözler serilmiştir. Aynı kitapta Engels’in görüşlerinde, dönemin kadın hareketlerinin yükselmesinin etkisi, Engels’in kendi update’i de açıkça görülmektedir: “Erkeklerin artık kurulmuş olan tartışmasız egemenliğinin ilk etkisi, o sırada ortaya çıkan ataerkil ailenin ara biçiminde kendini gösterdi.” Salt sınıfsal çelişkinin, kadın sömürüsünün kökenini açıklamakta yeterli olmayabileceği endişesiyle yeni analizler yapma ihtiyacı hissedilmiş ancak yapılmamıştır.

Proleter Kadın Hareketi’nin Aklama Update’leri

“Elbette, Marks kadın sorunuyla ‘doğrudan’, ‘yalnız onun üzerinde durarak’ uğraşmadı. Bununla birlikte, kadının hak eşitliği için eşsiz olanı, en önemli olanı yaptı. Materyalist tarih kavramıyla bize kadın sorunu üzerine eksiksiz formüller vermediyse de, daha iyisini verdi; onları bulmak ve kavramak için doğru, güvenilir yöntemi…”

Clara Zetkin

Marks ve Engels’in, yazılarında “kadın sorunu” dedikleri meseleyi derinlemesine irdelemediği, marksist kadınlar tarafından dahi kabullenilen bir gerçektir. Marks ya da Engels’in “kadın özgürleşmesi” meselesinde yol göstermekle yetinerek kadınlardan kendi yollarını çizmelerini istediklerini düşünmek, ya fazlaca saflık olacaktır ya da devamcısı olduğu teorisyenleri aklama çabası…

İkinci seçenekten taraf olanların, açıkça ekonomik bir öncelik koyan Engels’i aklama çabalarında yaptıkları alıntılar, elbette bu söz gibi apaçık olanlar değildir: “Kadınlar ile erkekler arasındaki gerçek eşitliğin, ancak her ikisinin de sermaye tarafından sömürülmesi ortadan kalktığı ve ev işi kamusal bir sanayiye dönüştürüldüğü zaman gerçekleşebileceği inancındayım.” Üstü kapalı sözleri yorumlayarak farklı anlamlar çıkarmak, özellikle bir dönemin Proleter Kadın Hareketi’ni kuran kadın ve erkeklerin(!) benimsediği yöntemlerdendir.

Marks, Engels ve Lenin’den seçme pasajları içeren Kadın ve Aile kitabına yazdığı önsözde Clara Zetkin Lenin için “Savaşım ve kuruluş sırasında bir tek gücün fazla olmadığını ve her şeyin devrime ve komünizme yararlı kılınabileceğini kuvvetle duyuyordu.” der. Kadınların özgürleşmesinin değil, proleter devrimin başarısının hedeflendiğini vurgulamak yerine kadınları mücadeleye katılmaya teşvik ettiği gerekçesiyle Lenin’i över.

Kadın özgürlük hareketinin etkisini arttırdığı bir dönemde ortaya çıkan Proleter Kadın Hareketi, 19. yüzyılda SPD ve SDAPR gibi sosyal demokrat partiler etrafında toplanmıştı. Düzenledikleri etkinlikler, proleter kadınların yaşam standartlarını daha iyi hale getirme amacını taşımaktaydı; çalışma saatlerinin kısaltılması, sağlık sigortası, işsizlik… Kadınların hem evde, hem de iş yerinde çalışıyor olmaları da konulaştırılarak o güne dek ilgilenilmeyen başlıklar, update’lerle marksizmin temellerindenmiş gibi gösterilmeye çalışıldı.

Bu hareketin teorisyenleri arasında öncelikli olarak Clara Zetkin, August Bebel ve Aleksandra Kollontay sayılabilir. Rosa Lüksemburg ise, marksistlerin kimine göre bu ekipteyken kimine göre değildir. Lüksemburg feminizm karşıtıdır, kadınların kurtuluşunu belirgin bir biçimde sosyalizmin kurulmasına endekslemiştir. Ancak kadınların sosyal ve ekonomik haklarını da savunmuş, örneğin kadınlara oy hakkı konusunda teoriyi update etmiştir. Reformizmi sonuna kadar eleştiren bir marksistin, tarihteki büyük toplumsal değişimlerinin hiçbirinin oy vererek gerçekleşmemiş olduğunu görmezden gelerek “evrensel oy hakkı”nı savunması, bu update’in en büyük çıkmazıdır.

Clara Zetkin’se -Lenin‘i oldukça tedirgin eden- 1970’lerin “bilinçlendirme grupları”na benzer gruplar oluşturarak işçi sınıfından kadınlarla yaptığı çalışmaları ile tanınır. Kadın örgütlenmesi update’ini onun getirdiği söylenebilir.

Kollontay, ismi geçen kişiler arasında meseleye en eleştirel yaklaşan, kadınlarla evlerde yaptığı toplantılarla işçi kadın kongrelerinin belki de temellerini atan kadın olarak kendi partisindeki erkeklerle bu meselelerde en çok çarpışandır. Ancak “…Oysa gerçekten özgür olabilmek için kadın, bugünkü biçimiyle zaman aşımına uğramış ve engelleyici hale gelmiş olan ailenin ona yüklediği zincirlerinden kurtulmak zorundadır. Kadın için aile sorununun çözümü, ekonomik bağımsızlığın tam olarak elde edilmesi ve siyasal eşitliğin kazanılmasından daha az önemli değildir.” gibi eleştirileriyle update’ler getirmeye çalıştığı marksizmin eksikliğini yamamaya çalışır.

Marksist Feministler ve Sosyalist Feministlerin Kesişim Update’leri

Proleter Kadın Hareketi’nden sonraki en keskin dönemeç 60’lı yılların sonunda yer alır. Bahsi geçen bu dönemeçte politize olan pek çok kadın, marksist kuramı keşfettikleri dönemde, yükselmekte olan “kadınların özgürlük mücadelesi”nin de etkisi altındaydı. Kısa zaman içinde karşılarına büyük bir sorun çıktı; marksist kuramda “kadın sorunu” adı verilen meselenin incelenmesi ve bu meseleye değinen belli başlı on dokuzuncu yüzyıl metinleri üzerine yapılan okumalar, kuramsal geleneğin oldukça hatalı, çelişkili ve yetersiz olduğunu gözler önüne serdi.

Başlangıçta pek çokları, marksizmin temellerinin “kadınların özgürlüğü” savunucularının sorduğu soruları yanıtlayacak şekilde genişletilmesinin yeterli olacağını düşündü. “Ancak bunun fazlaca mekanik bir çözüm olduğu ve geriye açıklanması gereken pek çok nokta bıraktığı kısa sürede kavranıldı. Karşımızda duran Marksist kuram ve kadınların ezilmişliğine dair sosyalist çalışma mirası, kapsamlı bir dönüşüm ihtiyacı sergiliyordu. Durumun kavranmasıyla birlikte, bazıları Marksizm’den büsbütün koptu. Bazılarıysa Marksist kuramı, sosyalist geleneğin yetersizliklerini aşacak bir ‘sosyalist-feminist’ sentez geliştirmek üzere kullanmakta ısrarcı oldu. Ben Marksist kuramı genişletmek şeklindeki ilk amaca sadık kaldım.” sözleriyle anlatıyordu yaşanan ayrışmaları ve kendi ‘tarafını’ Lise Vogel, Marksizm ve Kadınların Ezilmişliği isimli kitabında.

Feminizmin kimi özelliklerini marksizme eklemleyen marksist feminizmde asıl amaç, yine marksizmdeki gibi, işçi sınıfıyla birlikte kapitalizmin üstesinden gelebilmektir. Geleneksel Komünist Parti ya da Sosyal Demokratların sol kanadına da yakınlığıyla bilinen marksist feminizmin update’lerinden biri, kadının temel üretici fakat ikincil tüketici olarak tanımlanmasıdır. Kadının özgürleşmesi için çocukların yetiştirilmesinden ve ev işlerinden kurtulması gerektiğini savunurlar. Bunun yolu, onlara göre ev işlerinin sosyalleştirilmesinden geçmektedir.

Getirdikleri diğer update ise ev içi üretimin üretici bir faaliyet olmadığı görüşüne karşı çıkmalarından doğar. Bu görüşe göre, kadının üreticiliği erkeğin üreticiliğinin temelidir. Sermaye birikiminin de temelinde kadının ev içi emeğinin yattığını savunurlar. Kadının ücretli işçi haline getirilmesi projesi ile sınıfsız topluma geçiş için işçi sınıfına katılmak hedeflerindendir. Ayrıca, kadının ucuz emek gücü haline getirilmesinin, erkek egemenliğinin getirilerinden faydalanan erkek işçilerin tepkilerini soğuran bir mekanizma olduğunu söylerler.

Öncülleri gibi onlar da, kadını “proleter” ortak kimliği içinde tanımladıklarından ötürü, erkek egemenliği gibi kadını ezen devasa iktidar biçimini ve baskı mekanizmalarını görmezden gelmişlerdir.

Sosyalist feministlerden Heidi Hartmann, Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği yazısında onları “Marksizmle feminizmin evliliği, kocayla karısının İngiliz örfi yasasında tanımlanan evliliği gibi olmuştur. Marksizmle feminizm tek bir şeydir ve o bir şey de Marksizmdir… çünkü bunlar, feminist savaşımı, sermayeye karşı yürütülen o ‘daha büyük’ savaşımın içine katmaktadırlar… Gereksinmemiz olan ya daha sağlıklı bir evlilik ya da boşanmadır.” sözleriyle, marksist feminizmin net bir eleştirisini yapmıştır:

“Üstelik, bizim Marksizm türümüzde, bir ‘kadın sorunu’ yok, çünkü biz kadınları asla öncelikle ‘üstyapıya’ ya da başka bir yere kompartımanlaştırmadık.”

Barbara Ehrenreich’in 1975 yılında “olduğu şey olması için çok kısa bir tanımlamadır, nihayetinde, gerçekten sosyalist, enternasyonalist, ırkçılık ve heteroseksizm karşıtı feminizm” olarak tanımladığı sosyalist feminizm, toplumsal sınıflaşmayı kadınların yaşamlarının odağında görür, aynı zamanda cinsiyetçi ve ırkçı baskıyı ekonomik sömürüye indirgememeye çalışarak marksizme yeni bir update getirir. Radikal feministlerin sıklıkla kullandıkları “kişisel olan politiktir!” sloganını sahiplenir, aile içi olay denilerek kadına yönelik cinsiyetçi tahakkümün geçiştirilemeyeceğine inanırlar. “Sınıf çelişkisi”nin yanı sıra toplumsal yapıyı şekillendiren, toplumun kurucu bir ilişkisinin bir başka hakimiyete, toplumsal cinsiyet hakimiyetine yer açmadığı için marksizmi eleştirseler ve Marks’ı kimi zaman “cinsiyet körü” olarak niteleseler de, marksizmi kurtarma çabası içindelerdir.

Marksizmin temel kavramlarını kadınların durumunun analizine uygulamaya ve bu kavramlara yeni bir içerik kazandırmaya çalışır. Hayatlarının farklı alanlarının, birbirinden ayrılmaz ve sistematik bir şekilde bağlı olduğunu söyler ve bu bağlılığı tanımlamak için “kesişim” kavramını kullanırlar. Heidi Hartmann ve Christine Delphy’ye göre kadınlar ataerki altında ortak biçimde ezilirler ve bu ortak ezilmişlikleri kadınları bir sınıf haline getirir. Sosyalist feminizm, marksizme “kadınların sınıfı” update’ini getirmiştir.

Josephine Donovan, gerçekte marksist feminizmin artık katışıksız bir marksizmden çok temelde radikal feminizm tarafından değiştirilmiş bir marksizmi temsil ettiğine işaret etmek için artık ikisinin orta yolunun sosyalist feminizm olarak adlandırılmasının uygun olacağını belirtmiştir.

İki kuramdan da alıntıyla oluşturulan “kapitalist ataerkillik” kavramıyla ataerkil pratiklerin, toplumsal ilişkilerin ve ideolojilerin, zihniyet yapılarının aile içindeki ve dışındaki ekonomik sömürüyü nasıl yoğunlaştırdığını açıklamaya çalışan update’leri de; marksizmin temelleriyle çeliştiğini bile bile girişilen kurtarma çabalarındandır.

Marks ve Engels’ten günümüz marksizminin farklı eğilimlerine kadar farklı dönemlerde, sayamadığımız birçok kadın update’i getirilmiştir marksizme. Yaşamın her alanındaki bütün adaletsizliklerin temelini ve çözümünü ekonomide gören, politik ve sosyal iktidar biçimlerini yok sayan ve iktidarın kendisini bir sorun olarak görmekten ziyade sahiplenen bir ideolojinin update’lerle sıvanarak varlığını sürdürmekten ya da yok olmaktan başka şansı yoktur.

MARKSİZMİN LGBTİQ UPDATE’İ

Almanya’da Nasyonal Sosyalist Parti, 1928’de LGBTİ meselesine bakışını açıklamıştı: “Erkekler ya da kadınlar arası aşkı onaylayanlar düşmanımızdır.” 1933’te Hitler’in siyasi iktidarı ele geçirmesinin ardından “cinsel açıdan yozlaşmış” denilenler -tarihçilerin kimilerine göre 10 bin, bazılarına göre 50 bin, diğerlerine göre 100 bine yakın kişi- eşcinsel oldukları gerekçesiyle toplama kamplarına gönderildi ve büyük çoğunluğu türlü aşağılamayla, işkenceyle ölene kadar çalıştırıldı, eşcinselliği ortadan kaldırmaya yönelik araştırmalarda denek olarak kullanıldı, katledildi.

1936’daki İberya Devrimi’nin ardından General Franco’nun faşist İspanyası’nda “geleneksel değerler”e geri dönüldü; eşcinsellere karşı geleneksel düşmanlığa. Eşcinseller çeşitli yasalara göre (aleni rezillik, serserilik ve adice davranış) yargılanıp hapsediliyordu. Eşcinselleri çeşitli tiksindirme terapileri (kusturucu ilaçlar, elektroşok ve türlü işkence yöntemi) ile “tedavi” etme çalışmaları yapılıyordu.

Yukarıda bahsi geçen faşistlerin her yönüyle karşısında olma, faşizmin panzehiri olma iddiasındaki örneklerinse faşizmle ve faşizan yöntemlerle uzlaştığı en önemli nokta LGBTİ’ler konusundaydı.

(Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, İngiltere ve ABD’den Rusya’ya kadar tüm devletler ve resmi ideolojiler bu konuda benzer yaklaşımlar gösteriyordu. Biz bu yazıda marksizmin LGBTİ+ ve queer update’ini konu edindiğimiz için, marksizmi resmi ideolojisi ilan eden devletlerden örnekleri ele alıyoruz.)

Rusya’da 1905 ile 1917 Şubatı arasında, gey kültürü/ edebiyatı ve politikasının yeşerdiği kısa bir dönem yaşandı. 1920’lere gelindiğindeyse bu hareket zayıflamıştı. Ne Lenin ne de Troçki’nin eşcinsellik fikrini desteklediği olmuştu. Yeni Sovyet Rejimi eşcinselliği tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak görüyordu. Günden güne yükselen düşmanlık, 1933’te çıkarılan, 34’te tüm sovyetlerde yürürlüğe giren bir yasa ile zirveye vardı. Bu yasayla erkekler arasında cinsel ilişki yasaklandı ve beş yıl ağır çalışma cezası getirildi. Stalin döneminin Sovyet hukuku eşcinselliği kamu ahlakına karşı bir suç haline getirdi ancak bununla yetinmedi. On çocuk doğuran kadınlara madalya veren Stalin’in cinsel çeşitliliğin tamamen karşısında olması pek şaşırtıcı olmamalıdır. Eşkiyalık, karşı devrimci çalışmalar, sabotaj ve casusluk gibi devlete karşı işlenen suçlardan biri ilan etti.

Maocu Çin’in uygulamaları da oldukça katıydı. 1949 Devrimi’nden sonra Çinli geyler toplanıp vuruldular. Lezbiyenler göç etmek zorunda bırakıldılar. Eşcinselliğin “var olmadığı” resmi olarak ilan edildi.

Küba Devrimi’nin ilk yıllarında Sosyalist Küba Devrimi Birleşik Partisi, toplumsal cinsiyet rolleriyle kalıplaşmış heteroseksüel kadın ve heteroseksüel erkeğin dışındaki bütün cinsel kimlik ve yönelimlere karşı ön yargıları besledi. Castro, bunları “yozlaşmış Batista döneminin bir kalıntısı” olarak kınıyordu, yok edilmeleri gerekiyordu. Birinci Ulusal Eğitim ve Kültür Kongresi’nde “eşcinsel sapıkların sosyal patolojik karakteri” ele alındı ve “eşcinsel sapıkların tüm dışavurumlarının kesin bir şekilde reddedilmesi ve yayılmalarının önlenmesi”ne kadar verildi, geyler rehabilitasyon kamplarına kapatıldı. 1983’te ise “toplumda istenmeyen unsurlar”ın Küba’dan ABD’ye gönderildiği Mariel sürgünüyle uzaklaştırıldılar.

Sayılabilecek örneklerin bir kısmını sıraladıktan sonra vurgulamamız gereken bir nokta var. Marksistlerin de dediği gibi, bir ideoloji yalnızca pratikteki “yanlış uygulamalar” üzerinden eleştirilemez.

Marksizmin Temelinde LGBTİ’lere Bakış

Öncelikle belirtilmelidir ki, iddia edilenin aksine, Marks ve Engels’in kitaplarında, mektuplarında ya da başka metinlerinde LGBTİ “mücadelesi”nin esamesi okunmaz. İki yüzyıllık bu ideolojide, bu konuda farklı kesimlerin farklı görüşleri olmuştur, fikir birliği yoktur.

Marksizmin kuramsal kurucularından Karl Marks ve Friedrich Engels yayınlanmış çalışmalarında LGBTİ konusuna dair çok az şey söylediler ve genel olarak cins, cinsiyet, cinsel kimlik ve yönelim ya da cinselliğe nadiren yorum yaptılar; yaptıklarında da çoğunlukla ekonomiyle ilişkilendirerek. Örneğin Marks, “özgür kişilikten kastın, insanın kendi manevi ve erotik güçlerinin bilincine vararak, onları ‘dengeli’ bir tarzda kullanması” demek olduğunu söyler. Marks’a göre kapitalist ilişkilerin özgür ve özgün kişiliği engellediği ortadadır. Hatta gelişmiş meta ekonomisinde, ancak bazı insanlar, o da özel ve uygun koşullarda, kişilik kazanabilir.

Engels ise Anti Dühring’de şunu söyler: “Kapitalizm, insanların arasındaki her türden doğal ve insani ilişki yanında, cinsler arası ilişkileri de yıkıma uğratmaktadır.” Çoğu metninde -o dönemde bu şekilde adlandırılmasa dahi- heteronormativitenin de keskin bir savunucusudur. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında, “İlk iş bölümü, erkekle kadın arasında, döl verme bakımından yapılan iş bölümüdür.” der ve ekler “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir.” Bununla birlikte Engels’in erkek eşcinselliğini eleştirdiği ve bu durumu “antik Yunan oğlancılığı” ile ilişkilendirdiği yazıları, mektupları da mevcuttur.

İçinde bulundukları dönemde, Weimar Cumhuriyeti’ndeki Alman Komünist Partisi, Magnus Hirschfeld’in önerdiği yetişkinler arasındaki özel ve rızalı eşcinsel ilişkileri yasallaştırma çabalarını desteklemek amacıyla sosyal demokrat gruplarla bir araya gelmiştir. Engels, Marks’a yazdığı 22 Haziran 1869 tarihli mektubunda bu olaydan şöyle bahseder: “Doğu Avrupa’da Ulrichs ve Hirschfeld önderliğindeki eşcinsel hakları hareketleri midemi bulandırıyor. Eşcinseller doğaya karşı çıkan sapkın asalaklardır ve yok edilmeleri gerekir. Çünkü komünal hayatın devamı için gereken yeni bireylerin üretimini gerçekleştiremezler. Komünistler ve bu sapıklar asla bir ittifak yapamaz.” Bu ve benzeri örneklerle Engels’in metinlerinde sıklıkla karşılaşılabilir ancak bütün örnekleri sıralamak gibi bir niyetimiz yoktur.

“Marks ve LGBTİ” başlığında bulunabilecek olanın, bu konu üzerinde düşünüp taşınmayı reddediş, “Engels ve LGBTİ”de karşılaşılanın ise dahil olan bireylere açıkça düşmanlık olduğu açıktır.

Gökkuşağının Kızılı mı, Kızıla Gökkuşağı Update’i mi?

“Aşkta özgürlük, sekste özgürlük demek değildir.”

Lenin

Marksist geleneğin devamcılarının neredeyse tümü, 1960’lara dek eşcinselliği ve heteronormatif ailenin sınırlarına girmeyen bütün cinsel yönelimleri “ahlaksızlık” ya da “hastalık” olarak görmeyi sürdürdü. 68’in ardından bu durumun yüzde yüz değişip değişmediğiyse başka bir tartışmanın konusudur.

LGBTİ ve Queer hareketlerinin öncülü diyebileceğimiz eşcinsel hareketi, 1960’lara gelindiğinde radikal ve yüzünü toplumsallaşmaya dönen bir hareket haline geldi. 1969 Haziranı’nda New York’taki Stonewall Barı’nın polis tarafından basılması olayında, eşcinseller saatlerce polisle çatıştı. Literatürümüze “Stonewall İsyanı” olarak giren bu olay, yüzlerce-binlerce örgütlenmenin doğmasında ve cinsel özgürlüğün toplumsal değişimin maddelerinden biri haline gelmesinde oldukça etkili oldu.

Güncel duruma bakıldığındaysa gökkuşağının kızılı benzetmesinden marksizm ve LGBTİ mücadelesi başlıklarına, ve hatta queer marksizm denilen bir kurama dair pek çok şey yazıp çiziliyor. LGBTİ ve queer mücadeleleri, sınıf gibi çok daha büyük(!) temelleri ve amaçları olduğu iddia edilen marksizme eklemlenmeye çalışılıyor; bu update’lerin teorisyenleri, “Marks ve Engels’in … [LGBT’nin] ezilmesinin analizi ve buna karşı verilecek başarılı bir savaş için gerekli kavramsal araçları sağladığı”nı bile iddia edebiliyor.

Marksizmin eşcinsellik kavrayışının “burjuva toplumundaki bozulmanın ve çöküşün ifadesi” olarak işaretlenmekten çoğu zaman öteye gidememişken yükselen ve toplumsallaşan hareketlerin etkisiyle, yükselme ve toplumsallaşma kaygısının getirdiği bir popülizmle LGBTİ+ ve queer update’lerine ihtiyac duyduğunu söyleyebiliriz.

LGBTİ hareketin Marksizme yönelttiği belki de en temel eleştirilerden biri, her türden çatışmanın ancak sınıf çatışmasıyla ilişkilendirilmesi üzerineydi. Son derece yeni diyebileceğimiz yukarıda sayılan update’lerin en büyük çelişkisi ise, yıllardır yapılan eleştirileri hala karşılayamıyor oluşunun yanında sorulması gereken soru şu: “İki yüzyıllık teorinin üzerine teorinin temeliyle tamamen çelişen update’ler getirilerek bu çelişkinin aşılması mümkün müdür acaba?”

MARKSİZMİN EKOLOJİ UPDATE’İ

Son yarım yüzyılda ekolojiyi gündemleştirenler, marksizmin ekoloji mücadelesini kapsadığını iddia edenler ve marksizmin ekolojiyle ilişkisini genişletme eğiliminde olup ekososyalizm ya da ekolojist marksizm savlarını ortaya atanlar, bir bütün olarak marksizmin ekoloji update’ini gerçekleştirmişlerdir. Savlarını dayandırdıkları nokta, doğrudan Marks’ın yazdıkları olduğu için, biz de bu yazımızın merkezine Marks’ı, onun savunucularını ve eleştirisini aldık. Bu update’in güncel toplumsal hareketlenmelerden uzak kalmamak, eski hareketliliğe yeniden ulaşmak, yeni ve yerel örgütlenmeler başlatarak toplumsallaşmaktan başka bir amacının olabileceğini iddia etmek pek mümkün değildir.

Marksizmi Yeşile Boyamak

“…Özgürlük ancak doğanın kör güçlerinin önüne katılmak yerine, doğayla olan karşılıklı ilişkilerini rasyonel bir biçimde düzenleyen ve doğayı ortak bir denetim altına sokan toplumsal insan, ortaklaşa üreticiler tarafından gerçekleştirilebilir…”

Marks

Kapital III. Cilt

Marks’tan alıntılanan sözdeki “kör” ve “bilinmeyen doğa” imgelerinin, doğayı kötüleyen-küçümseyen bir ima taşıdığı ortadadır ve böyle bir doğa tarafından yönetilmenin kabul edilemezliği, onun egemenlik altına alınması gerektiğine işaret eder.

Marks’ın doğayı egemenlik altına alma öngörüsünün temel düşünce kaynaklarından birisi, onun “ilerlemeci” oluşudur. “Hindistan’da Britanya Yönetiminin Gelecekteki Sonuçları” adlı makalesinde ilerlemecilik oldukça açıktır: “Tarihin burjuva dönemi, yeni dünyanın maddi temelini yaratmak zorundadır… Bir yanda insanoğlunun karşılıklı bağımlılığı üzerine kurulmuş bulunan evrensel karşılıklı ilişkiyi ve bu ilişkinin araçlarını; öte yanda, insanın üretici güçlerinin geliştirilmesini ve maddi üretimin doğal araçların bilimsel bir biçimde yönetilmesine dönüştürülmesini…” Marks, yine doğayı fetihin gerekliliğini vurgumakta, uygarlık için gerekli gördüğü sermayeyi yükseltmektedir ve en önemlisi, bu süreci “doğal ve zorunlu” karşılamaktadır. Bu yaklaşımın ekolojik düşünceye yakınlığından değil, olsa olsa karşıtlığından söz edilmesi gereklidir.

Karşıtlığı görmezden gelenlerden ve ekososyalizmin büyük isimlerinden olan John Bellamy Foster, “Marks’ı ekolojiye gereken ilgiyi göstermediği için kınamanın uzun bir geçmişi varsa da, tartışmalarla geçen on yılların sonunda, bu görüşün olgularla uyuşmadığı açık biçimde ortaya çıkmıştır. Tersine, İtalyan coğrafyacı Massimo Quaini’nin gözlemlediği gibi, ‘Marks… modern burjuva ekoloji bilincinin ortaya çıkmasından önce doğanın sömürülmesini kınamıştı.” demiş ve marksizme ilk ekolojik teorik temel olma durumunu atfetmiştir.

Marks’ın doğa anlayışının, onun ekolojik görüşünün kanıtı olduğu iddia edilir. Bu tarz bir bağ kuranlar, doğa ve insan arasındaki kopmaz bağlara, bu bağlardan kaynaklı uyarılara dikkat çekseler de; bu temel felsefenin doğa üzerinde egemenlik kuran, bütün dünyayı insanın emek dolayımıyla oluşmuş bir yere çevirmeyi (belki büyük bir üretim tesisine dönüştürmeyi) arzulayan, insanlık ile doğa arasında kaçınılmaz bir karşıtlık olduğunu düşünen “üretimci” ya da “Prometheusçu” bir görüşü savunan düşünceleri görmezden gelirler.

Foster gibi düşünürler, Marks’ın düşüncelerinin bağlamını değiştiren Marks yorumlarıyla, ideolojiyi güncele uyumlu hale getirmeye çalışmışlardır. Bu tarz çabalar, marksizmin ilerlemeci varlığını değiştirmekte yetersizdir. Bu tarz bir ilerlemecilik, kapitalizmin üretimcilik zihniyetinden kopamayışı gösterir. Üretimsel değişimin olabilmesi için, kapitalizm aşaması gereklidir. Hatta bu gereklilik, onun yarattığı teknik olanaklar sayesinde doğaya fazla yük bindirilmemesine neden olacaktır. Bu ilerlemeci anlayışın kutsadığı çalışma fikri, kökenini Protestan ahlakının çalışmayı yüceltmesinden, bunu insanın özü olarak görmesinden alır. Çalışma meselesine ilişkin temel itirazlar, Marksistler tarafından emek-iş ayrımı yapılarak da ortaya konmuştur. Emek doğayla bütünleşmeyi gerektiren tüm faaliyetlerin adıysa, tüm kapitalist süreç boyunca insanın doğayla “emek” dolayımıyla ilişki kurduğu iddiasının altı boştur. Kapitalist süreç, tamamıyla doğadan kopuşa neden oluyorsa, kapitalist ilişkilerin ortaya çıktığı bir ortamda emek ortaya çıkamaz.

Enrique Leff “gerek geleneksel iktisadın, gerekse tarihsel materyalizmin doğayı bir kenara ittiğini, bu yüzden iş ekolojik tahribata geldiğinde her iki yaklaşımın da kuramsal sorunlarla sorunlarla yüz yüze geldiğini” söyleyerek güncellenmeleri gerektiğini vurgular. Bunun, marksizmin materyalist ve sınıf temelli yaklaşımının mantıksal sonucu olduğunu söyleyebiliriz.

Bununla birlikte Marks taraftarları, bir “olgu” olarak ekolojik sorunları bilmese de Marks’ın çözümlemelerinde bugün ekolojik sorunlar altında dile getirilen bazı sorunları vurguladığını ileri sürerler. Marksizm ve Ekoloji isimli kitabında Gunnar Skirberkk, “…bugün ekolojik olarak tanımlanan yetersiz beslenme, hava ve su kirliliği, gürültü, çevrenin bozulması ve nüfus artışı Marks döneminde proletaryanın sorunlarıydı ve Marks bunları çok iyi analiz etti.” demiştir. Bir kuramın ekoloji tabanlı olup olmadığı sorusu, -başkaca belirleyiciler olsa da- en çok doğanın nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgilidir. İnsanı merkeze koyan, ekolojik yıkımın sonunda insanı ve onun etkinliklerini de etkileyeceğinden dolayı yakınan algı, ekoloji mücadelesinde çevreci olarak adlandırılır. Çevrecilerin dert edindiği mesele de “çevre sorunu”dur. Marks’ın bahsettiği sorunların “ekolojik sorunlar”ı değil, en fazla “çevre sorunu”nu ifade ettiğini unutmamak gerekir; salt ekonomik anlamda kapitalizmle ilişkilendirilen “çevre sorunu”…

Marksistlerin Marks’a Yaptıkları Eleştiriler de Eleştirilmelidir

Marks’a ekoloji konusunda eleştiri yapan marksistlerin bu eleştirilerini yaparken kullandıkları düşünme biçiminin, Marks’ınkinden ne kadar farklı olduğu sorusu, bu noktada oldukça önemlidir.

Örneğin, Marks’ın doğa anlayışına yapılan eleştirileri çürütmeye yönelik tezlerini sıraladığı Marks ve Doğa: Al Yeşil Bir Perspektif kitabında Paul Burkett, en yaygın eleştirilerden birinin şu olduğunu söyler: “Marks’ın kapitalizm tahlili, doğanın üretime olan katkısını ya tümüyle göz ardı eder ya da bu katkının önemini küçümser; bu durum, özellikle de onun emek değer kuramı için geçerlidir.” Burkett bu eleştiriyi “Marks’ın doğanın üretime olan katkısını elbette önemsediği”ne dair kanıtlarla çürütür. Ancak asıl meseleye yani doğanın sadece üretime olan katkısına değer atfedilmesine dair herhangi bir eleştirisi yoktur, olması da beklenmemelidir.

Engels, Aralık 1882’de Marks’a yazdığı, Podolinsky’nin tarımdaki enerji kullanımının ölçülebilirliğiyle ilgili önerisine dair mektubunda şunları söylemişti: “Enerji rezervlerini, kömürü, mineralleri ve ormanları nasıl kötü bir biçimde tükettiğimizi sen benden daha iyi bilirsin.” John Bellamy Foster, bu mektupla ilgili Ekoloji ve Ekonomi isimli kitabında “…Marks ve Engels’i, üretici güçlerin geliştirilmesi dedikleri meseleye gereğinden fazla heves duymaları sebebiyle eleştirmek mümkün.” der. Marks ve Engels enerji rezervleri, kömür, mineraller ve ormanların kaynak olarak görülüp tüketilmesinden değil “kötü bir biçimde” yani sürdürülemez biçimde tüketilmesinden rahatsızlardır; asıl eleştirilmesi gereken de budur.

Ekolojik hareketin felsefi temeli olma iddiasında olan marksistler, varlık-kaynak tartışmasında, kaynak ekonomisi dilinden konuşur. Doğa, kapitalizm için olduğu kadar onlar için de “üretim ve tüketim sarmalında hammadde sağlayacak bir depo” yani “kaynak”tır. Kaynak ekonomisinin, literatüre liberal ekonominin meşhur sınırlı kaynaklar-sınırsız ihtiyaçlar denkleminden girmiş olduğu düşünülürse, ekososyalizmin ekolojik mücadeleye felsefi kaynak olma iddiası bir yana, liberal kökenlerini sorgulamaya başlaması şarttır. Her şekilde “mülk edinilecek” bir kaynak olan doğa, özel mülkiyetin olmaktan çıkacak, ama kamu mülkü haline gelecektir.

Bu noktada yapılması gereken, insan dolayımından arındırılmış bir şekilde, doğa ve içerisindekilerin varlık olarak görülmesidir. Marksist bakış açısı, varlıkları insan etkinlikleriyle ilişkilendirip kaynak olarak görmekte ısrarcıdır. Bu, faydacı bir bakış açısıdır. Bu faydacı bakış açısı ise iktidarlı ilişkilerin kurulmasındaki temel nedenlerden biridir. Dolayısıyla ekolojik krize neden olan bir bakış açısıyla çözüm ortaya konamaz.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.

The post Marksizmin UPDATE’i – Basit Bir Marksizm Eleştirisi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/04/26/marksizmin-updatei-basit-bir-marksizm-elestirisi/feed/ 0
Devlet ve Kapitalizm Hırsızlıktır – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/#respond Thu, 21 Dec 2017 07:23:10 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/   İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak bir kenara, yaşamlarını idame ettirme noktasında dahi sıkıntılar içerisinde oldukları bir zamanda; sadece kapitalizmin vahşiliği ile değil, devletin zorbalığı ile uğraşıyor olduğu bir çağda; 19. yüzyılın ilk yarısında, Pierre Joseph Proudhon’un “Mülkiyet hırsızlıktır” önermesi sadece içinde bulunulan yüzyıla değil, önceye ve sonraya yönelik bir tespitti. Önceye yönelik bir tespitti, çünkü kapitalizm […]

The post Devlet ve Kapitalizm Hırsızlıktır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak bir kenara, yaşamlarını idame ettirme noktasında dahi sıkıntılar içerisinde oldukları bir zamanda; sadece kapitalizmin vahşiliği ile değil, devletin zorbalığı ile uğraşıyor olduğu bir çağda; 19. yüzyılın ilk yarısında, Pierre Joseph Proudhon’un “Mülkiyet hırsızlıktır” önermesi sadece içinde bulunulan yüzyıla değil, önceye ve sonraya yönelik bir tespitti.

Önceye yönelik bir tespitti, çünkü kapitalizm ulaştığı aşamaya uzun bir tarihsel süreç içerisinde gelmişti. Ve bu geliş yıkımın, sömürünün ve katliamın tarihiydi. Sonraya yönelik bir tespitti, çünkü kapitalizmin varlığı ve büyümesi arasında doğrudan bir ilişki vardı. Büyümeden, yani daha çok yıkmadan, sömürmeden ve katletmeden varlığını devam ettiremezdi.

Proudhon’un şiarı kapitalist düzene ilk karşı çıkış değildi ve sözü önceki yüzyılların kapitalizm karşıtı mücadele geleneğini de içinde barındırıyordu. Ama şiarı radikaldi, mülkiyeti ve mülkiyet sisteminin ekonomisini tarihsel bir zorunluluk olarak gören tüm “muhalefete” bir yanıttı.

Proudhon mülkiyeti “zorunlu bir tarihsel aşamanın gereklilikleri” diye meşrulaştırmadı. Tarihsel bir olumsuzlamaydı. Tıpkı, bu sözle beraber yer alan “Kölelik cinayettir.” şiarında olduğu gibi… Kıta Avrupa’sında liberaller ve sosyal-demokratlar, toplumsal refahlarının kaynağı olan köleliğe ve mülkiyete tarih yazmakla, felsefik köken aramakla meşgulken; o, her zaman ve her mekan için genelleştirmekten kaçınmadığı siyasal düşünceleri toplumsallaştırmaya çaba gösteriyordu.

“Mülkiyet hırsızlıktır” bir iddia ya da tez değil, bir tespittir. Sadece modern kapitalist bir ekonomik işleyişe yönelik değildir. Mülkiyet ilişkilerinin ilk ortaya çıkışından başlayan ve içinde bulunulan dönemde karmaşıklaşan bu ilişkileri kendine sorun edinir. Mantıksal önermelerle, iddia kanıtlamaya çalışan “bilimcilik oyunu” değil, ezilenlerin içerisinde bulunduğu koşullardan kurtulmaya yani özgürleşme sürecine yönelik bir şiardır.


Kapitalizm Hırsızlıktır

“Mülkiyet yoksun bırakma hakkıyla eşitliği, despotizmle özgürlüğü ihlal eder ve hırsızlıkla tam bir özdeşliği vardır.”

“Mülkiyet Nedir?”- Proudhon

Kapitalizm ve mülkiyet arasındaki ilişki, sadece ücretli emeğin ortaya çıktığı bir dönemle sınırlandırılamaz. Bunun bir öncesi vardır. Ancak modern kapitalizm ve mülkiyet arasındaki ilişkiyi irdelemek, bu önceki kısmı anlamak açısından da kullanışlıdır. Modern kapitalizmden önceki ilişkileri değerlendirmeyi sonraya bırakıp, kapitalizmin modern kısmına baktığımızda bir nedensellik gözümüze çarpar.

Ücretli emeğin yani işçinin varlığını zorunlu kılan nedensellik özel mülkiyet (ve devlet mülkiyeti) ile kavranır. Mülkiyete sahip olan ve mülksüz arasındaki ayrım, sadece üretim araçlarının mülkiyetinin sahipliği ile açıklanamaz. Çünkü üretim araçlarının özel (veya devlet) mülkiyeti, şiddet mekanizmaları ve zor yöntemleri kullanılmadan var olamaz. Özel mülkiyete dayalı bir ekonomi, ekonomik iktidarı elinde bulunduran sınıfın ayrıcalığının kaynağıdır. Bu ayrıcalık sadece baskıcı ve otoriter bir şekilde kendini var edebilir. Bu baskı ve otoriter yöntemden, modern kapitalizm öncesi dönemden bahsederken değineceğiz.


Özel Mülkiyet Devletin Özel Biçimidir

“Bugünkü biçimiyle mülkiyet nedir, sermaye nedir? Kapitalist ve mülk sahibi açısından bunlar, devletçe güvence altına alınmış, çalışmadan yaşama gücü ve hakkı demektir. Bir başkasının çalışmasını sömürerek yaşamını sürdürme gücü ve hakkı…”

Kapitalist Sistem, Bakunin

Özel mülkiyet, mülk sahibinin kendi mülkiyeti üstünde bir yönetici olarak davrandığı küçük bir devlet gibidir. İşçi onların mülkiyetini kullanırken onların emirlerine, yasalarına ve kararlarına itaat etmek zorunda olan kapitalistin vatandaşları gibidir.

Özel mülkiyet, devletin özel biçimidir. Sahip olan kişi “sahip olduğu” alan dahilinde neler olduğunu belirler. Bu nedenle bunun üzerinden iktidar tekeline sahiptir.

Ancak bu durum, yani liberallerin “iradi iş sözleşmeleriyle” olumladıkları ilişki biçimi, tam anlamıyla özgürlüğün reddidir. Aynı liberallerin, özel mülkiyeti “mutlak bir hak” olarak tanımlayarak yaptıkları, ihtiyaçların karşılanması hususunda adaletsizliklere neden olmaktır. Ekonomik adaletsizlikler, özel mülkiyet aracılığıyla meşrulaştırılmış olur. Ve aynı adaletsizlikler yüzünden mülksüzler, mülk sahiplerinin emrinde çalışmaya zorlanır.

Mülkiyet bir iktidar kaynağıdır. Proudhon “Mülk sahibi ya da hırsız” der, “kendi iradesini yasa olarak dayatır; yani hem yasama hem de yürütmeymiş gibi davranır.” Böylece mülkiyetin despotizmi ortaya çıkardığını vurgular. Yani mülk edinmek için, zor kullanma, diğerlerinin iradelerini yok sayma yöntemleri kapitalizmi bir zorbalık ve hırsızlık olarak tanımlamamıza olanak verir.


İlk Tartışma

Mülkiyet ve ekonomik sistemi olan modern kapitalizmin bu zora dayalı ilişkiler ağı, temellerini ilk mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıktığı zamanlarda ve coğrafyalarda bulur. Bunları nasıl isimlendirirsek isimlendirelim (erken kapitalizm, ilkel kapitalizm, mülkiyet ilişkilerinin ilk çıktığı zamanlar), ortada olan durum Errico Malatesta’nın “Jandarma olmadan, mülk sahibi var olmaz.” diye altını çizdiği bir ikiliktir. Biri olmadan diğeri var olamaz.

Tam da bu kısım, tarihsel okumalar açısından önemli bir yerde duruyor. Tüm tarihsel okumayı mülkiyet ilişkilerinin gelişimi üzerinden yapan liberalizm ve sosyalizm; iktidarı ekonomik sömürünün, toplumsal adaletsizlikleri ve siyasal şiddetin merkezine koyan ve buna bağlı tüm gelişimlerde iktidar ve onun merkezileşmesinin önemini vurgulayan anarşizm…

Mülkiyetin mi yoksa iktidarın mı önce var olduğu sorusuna ilişkin verilecek bir cevabın, muhakkak iyi bir tarihsel verilendirme yapması gerekecektir. Öte yandan, Malatesta’nın ortaya koyduğu zorunlu ikilik; “mülkiyet sahibi olduğunu” iddia edenin, “her şeyin herkesin olduğu” bir durumda, meşruluğunu sağlayabileceği yegane unsurun şiddet ve zor olabileceğini göstermek açısından önemlidir.

Keza, M.Ö. 4000’lerin hem mülkiyete dayalı merkezi bir ekonominin ortaya çıktığı hem de siyasal iktidarın merkezileştiği dönemler olması rastlantı değildir. Mülkiyete dayalı ilişkilerin sistematikleştiği coğrafyaların ilk devletlerin ortaya çıktığı coğrafyalar olması da bize “meşru şiddet tekelini” elinde tutan güç olmadan mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkamayacağını göstermektedir.

Bu açıkça şu demektir; mülkiyet ve ilişkilerinin siyasalı belirlemesindeki rolü, siyasi iktidarın mülkiyet ilişkilerinin belirlenmesindeki rolünden daha azdır. Dolayısıyla tarihin bu dönemindeki en büyük hırsızlar da mevcut siyasal iktidarlarını, yani şiddet kullanma tekelini emirlerinde bulunan kolluklarla uygulayarak mülkiyet sistemini yaratanlardır. Üretim-tüketim-dağıtım ağını kontrol eden merkezi devlet yapılanmalarıdır.


Sömürgecilik ve Çitleme

Tarihteki özellikle iki büyük sürecin mülkiyet ilişkilerinin şimdiki altyapısını oluşturmasında önemli etkisi olmuştur.

15. yüzyılda başlayan sömürgecilik hareketleri, bir yanda devletlerin siyasi sınırlarını genişlettiği ve sömürge altına alınan coğrafyanın bir merkez tarafından kontrol edildiği yeni bir uluslararası siyaset ortaya çıkarırken; öte yanda sömürgeleştirilen coğrafyalardaki tüm varlıklar sömürülmüş ve modern kapitalizmin en büyük birikimi elde edilmiştir. Avrupa dışında kalan neredeyse tüm coğrafyalar, bu süreçte bu siyasi ve ekonomik saldırıya maruz kalırken sömürü, köleliğin yaygınlaştığı ve her şey gibi insanın da metalaştığı bir biçim halini almıştır. Yüzyıllar boyunca devam eden (ve hala daha etkilerini sürdüren) bu süreç, Sanayi Devrimi’ne ilk kaynaklık eden sermayenin oluşturulmasında kullanılmıştır.

Modern kapitalizmin oluşmasında bir milat niteliğinde bulunan Sanayi Devrimi’ne etki eden diğer büyük gelişme, 18. yüzyılda İngiltere’de başlayıp yaygınlık kazanan topraksızlaştırma hareketi; çitlemeydi.

“Çitleme kanunları, tarımsal nüfusu sefalete itti ve onları toprak sahiplerinin insafına terk etti; işçiler olarak imalatçıların insafına terk edilecekleri kentlere büyük sayılarda göç etmeye zorladı.”

Pyotr Kropotkin

Çitleme hareketi, toprağın yeniden örgütlenmesi süreciydi. Ortak kullanımda olan topraklar, krallık tarafından özel şahısların mülkiyetine verildi ve toprağa dayalı ekonominin zora girmesine yol açtı. Yani köylülerin ihtiyaçlarını karşılamak için kullandıkları toprakları ellerinden alındı. Çitleme hareketi sadece zengin toprak sahipleri yaratmadı, aynı zamanda bir süre sonra ihtiyaç hissedilecek olan işçilere topraksız köylülerden hammadde sağlandı.

Toprak, ihtiyaçlarını karşılamak için kullananların elinden alındı ve toprak sahipleri tarafından kar için üretim yapacak şekilde kullanıldı. İnsanları, ihtiyaçlarını karşılamak için kullandıkları topraklardan “yasal” olarak men edebilen toprak sahibi bu sınıf, modern hırsızların kökeni konumunda.

Tarihteki tüm bu zor girişimleri, yaratılan “zenginlik”in temelini oluşturan önemli olaylar. Bu tarihsel süreçlerin yarattığı yeni sınıf tarih sahnesine çıktı ama, tabi ki devlet korumasında. Kapitalizmin gelişim süreci, bu kaba hatlarıyla bile düşünüldüğünde şu sonuca ulaşmak çok da yersiz değil: Kapitalizm hırsızlıktır.


Devlet Hırsızlıktır

Devletin, mülkiyet ilişkilerinin kapitalist evrimi içerisindeki rolüne yukarıdaki bölümlerde değinmeye çalıştık. Mülk sahipleri ve mülksüzler arasındaki ekonomik ilişkide, mülk sahipleri lehine kurucu ve koruyucu rolünün yadsınamayacağının altını çizmeye çalıştık. Devlet mekanizmasının bu rollerinin dışında, doğrudan ekonomik sömürüde özne olarak yer aldığı, yani hırsız rolünü oynadığı; kapitalizmle ilintili unsurların (burjuvazi vb.) devre dışı kaldığı ekonomi modellerini irdelemek bir başka açıdan önemli.

Bu önem, kapitalist sömürü sisteminin alternatifi olarak gösterilen “devletli” çözümleri doğru değerlendirmekle ilgili. Özel olanın karşısına “kamusallığı”; kapitalizmin karşısına “sosyalizmi” koyanların ısrarlıca üstüne düşünmesi gereken, ekonomik artığı (yani emeği) yağmalamak için muhakkak kapitalizmin özel biçiminin gerekmediğidir.

“Yaşam devam ediyor, her gün duygu ve düşüncelerime yeni çelişkiler ekleniyordu. Beni en çok etkileyen ise çevremde tanık olduğum açık eşitsizlikti. Petro-Sovyet Birinci Sınıf Konukevi (Astoria) ahalisine ayrılan pay fabrikalarda çalışan işçilerinkine oranla çok fazlaydı. Emin olun, bu işçiler yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak oranda bile pay almıyorlardı. Astoria’daysa durum çok farklıydı. Burada öbeklenen ve Smolni’de çalışmalarını yürüten Komünist Parti üyeleri, Petrograd’ın en iyi imkanlarına sahipti.” ve ekliyor Emma Goldman Bolşeviklerin Devrime İhanetinin Öyküsü’nde; “Bu adaletsizliği haklı kılan tek bir gerekçe göremiyordum. Mutfak ziyaretlerimde hizmetçilerin sayısız memur, yoldaş ve müfettişler tarafından denetlendiğine tanık oluyordum. Hizmetçilerin yemeklerinin hazırlandığı ayrı, küçük bir mutfak daha mevcuttu ve burada hengameyi aratmayan yemek kavgaları yaşanıyordu. Komünizm böyle bir şey miydi?”

Elbette komünizm böyle bir şey değildi, olamazdı. Ama komünizm adı altında devlet kapitalizmi programını uygulayanların kaçınamayacağı ya da kaçınmak istemediği şey, mülkiyet sisteminin ortaya çıkardığı “ekonomik artığa” el koymak olacaktı.

Dün ve bugün, sosyalizmin pratiğe geçtiği tüm coğrafyalarda, ekonomik adaletsizliklere ilişkin bir türlü bulunamayan çözüm, tam da özel mülkiyet ilişkilerinin devlet mülkiyeti altında devam ettiriliyor oluşudur. Ortaya çıkan yeni hırsızlar, o devlet yapılarının korumasında mülkiyet ilişkilerini yeniden üreten bürokratik sınıf olmuştur.

Özel mülkiyetin devlet mülkiyetine dönüştürülmesi (kamulaştırma ya da millileştirme), mülkiyet ilişkilerini değiştirmez. Değiştirdiği sadece patronların yerine geçen bürokratlardır. Mülkiyet ilişkilerinden özgürleşmek, mülk sahiplerinin değişmesi değildir.


Yeniden Düşünmek

Mülkiyet ve hırsızlık arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmek, her zaman olduğu gibi bugün de önemli. Karşısında mücadele ettiğimiz ekonomik, siyasi ve toplumsal yapıyı anlamak ve yaratacağımız yeni dünyanın tüm bu biçimlerden uzak bir şekilde inşa edilmesi için önemli. Ama en önemlisi, asıl hırsızların ve asıl hırsızlığın, kim ve ne olduğunu anlamak ve anlatmak…

1840’tan bu yana “Mülkiyet hırsızlıktır” şiarı, coğrafyadan coğrafyaya, toplumsal devrim mücadelelerinde yayılmakta. Bugün birilerinin unutturmaya çaba gösterdiği bu şiarı, şimdi dillendirmekten daha uygun zaman yok. Kapitalizm hırsızlıktır, devlet hırsızlıktır.


Hüseyin Civan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.

The post Devlet ve Kapitalizm Hırsızlıktır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/feed/ 0
Anarşist Yayınlar Dizisi (16): Rusya’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2017/11/15/anarsist-yayinlar-dizisi-16-rusyada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2017/11/15/anarsist-yayinlar-dizisi-16-rusyada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/#respond Wed, 15 Nov 2017 09:04:42 +0000 https://test.meydan.org/2017/11/15/anarsist-yayinlar-dizisi-16-rusyada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/ Farklı coğrafyalardaki özgürlük mücadeleleri içerisinde gelişmiş anarşist yayıncılık üzerine yaptığımız araştırmanın on altıncı bölümündeyiz. Anarşizm tarihinde yazıları ve mücadeleleriyle hepimizin için belki de en büyük ilham kaynakları olan Mihail Bakunin ve Peter Kropotkin’in doğup büyüdükleri, daha sonrasında Bolşevik Parti tarafından yozlaştırılan ancak ezilenlerin mücadele tarihine hala ışık tutmaya devam eden Rus Devrimi’nin yaşandığı topraklardaki anarşist […]

The post Anarşist Yayınlar Dizisi (16): Rusya’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Farklı coğrafyalardaki özgürlük mücadeleleri içerisinde gelişmiş anarşist yayıncılık üzerine yaptığımız araştırmanın on altıncı bölümündeyiz. Anarşizm tarihinde yazıları ve mücadeleleriyle hepimizin için belki de en büyük ilham kaynakları olan Mihail Bakunin ve Peter Kropotkin’in doğup büyüdükleri, daha sonrasında Bolşevik Parti tarafından yozlaştırılan ancak ezilenlerin mücadele tarihine hala ışık tutmaya devam eden Rus Devrimi’nin yaşandığı topraklardaki anarşist yayıncılığı inceliyoruz. Devrimin 100. yıl dönümünün konuşulduğu bu günlerde, sosyalist bir devletin sansürüyle baskılanmış anarşist yayıncılığın tarihini anlatmak bizim için tarihsel bir önem taşıyor.

 

Rusya’da Anarşizm

İşçi hareketinin karakterinde, doğmaya başladığı ilk yıllardan günümüze dek süregelen, biri otoriter diğeri anarşist olmak üzere iki karşıt eğilim olmuştur. Enternasyonal İşçi Birliği’nin içerisinde mücadele eden devrimciler arasında belirginleşen bu ayrışma, daha sonrasında mücadeleyi toplumsallaştırmak adına dünyanın farklı yerlerine dağılan bu insanların bulundukları yerlerdeki örgütlenme biçimlerine ve ideolojilerine doğrudan etki etmiştir.

Tabii ki söz konusu etki bu topraklardaki alışkanlıklar ve yaşam biçimleriyle de paralel bir form kazanır. Yıllarca Obşçina ismini verdikleri dayanışma ilkesine dayanan komünal topluluklarda yaşayan, Mir ismindeki köy konseyleri aracılığıyla kendi yaşamları üzerinde söz sahibi olan bir halkın devrimci geleneği tabii ki anarşizm geleneğiydi.

Ruslardan oluşan ilk anarşist örgüt Uluslararası Kardeşlik örgütünün bir parçası olarak İsviçre’de kuruldu. Rusya’da kurulan ilk örgütler ise 1890’lı yıllarda ortaya çıkmaya başladı.

O dönemde Bakunin, işçi birlikleri ve köy komünlerinden oluşan bir federasyon kurmak için farklı farklı yerlerde isyanlar örgütlüyor, Cenevre’deki Devrimci Rus Anarşistleri Topluluğu’nun Narodnoe Delo (Halkın Davası) isimli gazetesine yazılar yazıyordu. Kropotkin ise sürgündeydi, Khleb i Volya (Ekmek ve İrade) gazetesine yazılar gönderiyordu.

1917 yılına kadarki süreçte anarşistler Rusya ve çevresinde özellikle sendikalar içerisinde örgütlendiler, Şubat Devrimi’ne bu sendikaları ve öz örgütlenmeleriyle katıldılar. Volin ve birçok anarşist, devrimin etkisiyle Rusya’ya döndü. İlk sovyetlerin kuruluşunda yer aldılar. 1918 yılında Harkov’da kurulan Nabat Konfederasyonu’yla birlikte anarşist örgütler bir federasyon çatısı altında birleşmiş oldu.

Bolşeviklerin iktidarı ele geçirdiği dönemden itibaren anarşistlere yönelik büyük bir şiddet dalgası başladı. Sadece 11-12 Nisan baskınlarında 500’den fazla anarşist tutuklandı. 40 kişi yaralandı; birçoğu sürgün edildi, direnenler ise infaz edildi. 1925 yılından sonra Sovyet iktidarının egemen olduğu yerlerde hiçbir anarşist faaliyete izin verilmedi.

Anarşist Yayınlar

Rusya’da anarşist yayıncılığın tarihine bir başlangıç noktası belirlemek güçtür. Kropotkin ve Bakunin’in ilk dönem yazıları biliniyor, kitap formatında ise 1873’te Bakunin’in “Devlet ve Anarşi”si ve birçok broşür basılıp dağıtılmaya başlandı.

1917’ye kadar elden ele dağıtılan yasaklı yayınlar, bu yıldan itibaren devrimci dönüşümün etkisiyle daha rahat dağıtılmaya başlandı. Anarşist yayınlar içerik anlamında geniş bir çeşitliliğe sahipti. 1918 yazında Rusya genelinde 130 bölgede faaliyet yürüten örgütler ve gruplar tarafından çıkarılan 55 gazete ve dergi bulunuyordu. Özellikle Kiev, Kharkov ve Krasnoyarsk’ta geniş bir dağıtım ağı vardı.

Golos Truda (İşçi Sınıfının Sesi)

1911 yılında ABD’de yaşayan göçmen Rus anarşistleri tarafından yayınlanmaya başlayan Golos Truda ilk yıllarında New York’ta Anarko-Sendikalist Propaganda Birliği’nin yayın organı olarak kullanılırken, Rus Devrimi’nin etkisiyle yazar kadrosu politik aftan yararlanarak Petrograd’a gittiğinde politik alanda da kendi ismiyle hareket etmeye başladı. Anarko-sendikalizm; fırıncılar, nehir ulaşım işçileri, dok ve tersane işçileri, posta/telgraf işçileri, metal işçileri, tekstil işçileri, matbaacılar ve demiryolu işçileri arasında önemli bir etkiye sahipti.

Golos Truda, Rusça yayın yapan anarşist yayınlar arasında en geniş okur kitlesine ulaşmış gazetelerden biri olarak sayfalarında bölge anarşizmi üzerinde etkili isimlere yer verdi. G.P. Maksimov, A.M. Shapiro, Anna Vladimirova, N.I. Pavlov, Gregory Rayva gibi isimlerin yazıları düzenli olarak yayınlandı. Amerikalı anarşist çizer Robert Minor’ın toplumsal adaletsizliklere dair çizimleri de gazetenin görsel gücünü artırıyordu.

Golos Truda gazetesi ve yayın kolektifi, 1911 ila 1917 yılları arasında New York, 1917–1918 yılları arasında Petrograd ve 1918 yılında Moskova’da farklı zamanlarda aylık, haftalık ve günlük periyotlarda olmak üzere üç ayrı bölgede yayın yapmış dinamik bir ekibe sahipti. Birkaç yıl Sovyet iktidarının baskısı altında anarşist propagandanın diğer yayın organları gibi el altından dağıtıldıktan sonra 1929 yılında Stalin tarafından yayın hayatına tamamen son verildi.

Volin 1917’de gelecek günleri öngörüyor; “Devlet sosyalistleri, yani merkezi ve otoriter liderliğe inanan insanlar olan Bolşevikler; bir kez kendi güçlerini pekiştirip yasallaştırdıklarında ülkenin hayatını ve halkı tepeden yönetmeye başlayacaklar. Sizin Sovyetleriniz zamanla merkezi hükümetin basit araçları haline gelecek. Kısa süre içinde her türlü muhalefeti demir yumrukla ezecek otoriter bir siyasetin ve devlet aygıtının kurulduğunu göreceksiniz… -Bütün iktidar sovyetlere- sloganı bir süre sonra -bütün iktidar parti önderliğine- sloganına dönüşecek…”

Golos Truda’dan


Nabat

Yayın hayatı boyunca Nabat Anarşist Örgütler Konfederasyonu’nun sesi olan Nabat, Mahnovist hareketin siyasi çizgisini belirginleştirdiği bir yayın organıydı. Nabat’ın yayın ekibinde E. Zaidner-Sadd, Volin, P. Moglia gibi isimler inisiyatif aldı. Nabat’ta Ukrayna’nın Özgür Toprakları’ndan haberler, Anarşist Gençlik Kongresi bildirileri, döneme dair farklı örgütlenmelerin siyasi tartışmaları da içerikte önemli bir yer tutuyordu. Nabat Konfederasyonu’nun dağıtılmasıyla birlikte bu yayın da sona ermiş oldu. Yayın yönetmeni Aaron Baron tutuklandı.

“Biz Ukrayna gençliği, kendimizi çeşitli çevrelerde örgütleyerek, etkili bir üretici çalışma uğrunda birleşmeliyiz. Karşılıklı yardım ve dayanışma -insanlığın ilerlemesinin güçlü motorlarıdır bunlar- adına böyle bir birlik zorunludur. Ve buna ulaşmak için Ukrayna’daki tüm anarşist gençlik gruplarının kongresini toplamalıyız.

Varsın altında toplandığımız kara bayrak, bizleri köleleştirmiş olan eski ve çürümüş tüm kurumların yıkımı ve ölümü anlamına gelsin! Varsın sözlerimizin ve ortak özlemlerimizin gücü, şimdi dağılmış ve devrimci yaratıcılıktan yalıtılmış olan tüm gençliği birleştirsin. Dünya gençliği, devrimci ve kültürel çalışma için birleşelim!”

Nabat’tan

 

Burevestnik (Fırtına Kuşu)

1917 ve 1918 yılları arasında yayın yapan günlük gazete Burevestnik, kardeş gazetesi Anarhiya (Anarşi) ile birlikte Moskova Anarşistler Federasyonu’nun yayın organı oldu. Maksim Gorki’nin “Fırtına Kuşunun Şarkısı” isimli şiirinden esinlenerek bu ismi aldı. Apollon Karelin, Iosif Bleikhman, Abba Gordin ve V. L. Gordin, A.A. Karelin, Ya Masalski ve Viktor Triuk’un yazılarının yayınlandığı gazetenin yoğunluklu olarak Vyborg, Kronştad, Kolpino ve Obukhovo bölgelerinde olmak üzere 25.000 civarı bir tirajı vardı. Başkentin Petrograd’dan Moskova’ya kaydırılmasıyla Anarhiya ve Burevestnik merkezi yerlerde yayın yapan iki büyük anarşist yayın haline geldi. Gazetenin ideolojik hattını geliştirdikleri Pan-Anarşizm teorisiyle bilinen Gordin kardeşler ve Bakunin takipçilerinin radikal görüşleri belirliyordu.

“Her şeyi kendi ellerine almadığı sürece, şimdiye dek olduğu gibi, köle kalacağını bil. Ancak özel mülkiyeti ortadan kaldırarak, ancak evleri, fabrikaları ve dükkanları kendi eline alarak köleliğin baskısından kurtulacaksın.

Tüm üretim işçilere! Kahrolsun Kurucu Meclis! Kahrolsun Otorite! Yaşasın Anarşist Komün; Barış, Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik!”

Burevestnik’ten


Vol’ nyi Kronstadt ve Svobodnaia Kommuna

Svobodnaia Kommuna, Petrograd Anarşist-Komünistler Federasyonu’nun yayın organıydı ve bölgedeki anarşist eğilimler arasında anarşist-komünizmin temsilcisiydi. I. S. Bleikhman ve E.Z. Dolinin gibi yazarların yazıları yayınlandı. Vol’nyi Kronstadt ise özgür Kronştad denizcilerinin yayınlandığı bir gazeteydi. Ne yazık ki uzun süre yayınlanamayan bu gazetede N. Petrov, Stepan Stepanov gibi yazarların ağırlıklı olarak edebiyat ve anarşist propaganda ağırlıklı metinlere yer verildi.

Sovyet iktidarı döneminde Rusya’da 1980’li yılların sonlarına kadar anarşist hareket büyük bir baskı ve yok etme politikasıyla karşı karşıyaydı. İlk kez yıllar sonra 1987’de Moskova’da Anarko-Sendikalist Obşçina kuruldu, sonrasında 1989’da öğrenci ve öğretmenler tarafından Anarko-sendikalistler Konfederasyonu (ASK) ve daha sonra Anarşist Komünist Birlik (AKRU) faaliyete geçti. Günümüzde hala irili ufaklı yayıncılık faaliyetleriyle söz konusu örgütlenmeler ve gruplar Rusya’da anarşizmin propagandasını yapmaya devam etmektedir.


Zeynel Çuhadar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşist Yayınlar Dizisi (16): Rusya’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/15/anarsist-yayinlar-dizisi-16-rusyada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/feed/ 0
Anarşist Yayınlar Dizisi (15): Arjantin’de Anarşist Yayınlar https://meydan1.org/2017/10/01/anarsist-yayinlar-dizisi-15-arjantinde-anarsist-yayinlar/ https://meydan1.org/2017/10/01/anarsist-yayinlar-dizisi-15-arjantinde-anarsist-yayinlar/#respond Sun, 01 Oct 2017 08:51:43 +0000 https://test.meydan.org/2017/10/01/anarsist-yayinlar-dizisi-15-arjantinde-anarsist-yayinlar/ Arjantin’de Anarşizm Arjantin’de anarşist hareket -aynı dönemde dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi- dönemin toplumsal mücadelelerine şekil veren sendikalar içerisinde kendi karakterini buluyordu. 1922 yılında Bakunin’in düşünceleri etrafında bir araya gelen Arjantinli işçiler, Birinci Enternasyonal’in ilkelerini benimsedi. Daha sonrasında anti-otoriter saflarda kalarak St. Imier Kongresi’ne katıldılar. Arjantin’in anarşist-sendikalist işçi örgütlerinin hepsi temelde “devrimci sendikalizmin” karşısındaydı.* […]

The post Anarşist Yayınlar Dizisi (15): Arjantin’de Anarşist Yayınlar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Arjantin’de Anarşizm

Arjantin’de anarşist hareket -aynı dönemde dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi- dönemin toplumsal mücadelelerine şekil veren sendikalar içerisinde kendi karakterini buluyordu. 1922 yılında Bakunin’in düşünceleri etrafında bir araya gelen Arjantinli işçiler, Birinci Enternasyonal’in ilkelerini benimsedi. Daha sonrasında anti-otoriter saflarda kalarak St. Imier Kongresi’ne katıldılar.

Arjantin’in anarşist-sendikalist işçi örgütlerinin hepsi temelde “devrimci sendikalizmin” karşısındaydı.*

Anarşist Yayıncılık

Arjantin’de anarşist yayıncılık iki başlıkta sınıflandırabileceğimiz bir doğrultuda ilerlemiştir. İtalyan göçmen işçileri örgütlemek ve bölgede yaşayan işçilere hitap etmesi hedeflenen, yine göçmen işçiler tarafından çift dilli yayınlanmış dergi ve gazeteler bir yanda, Arjantin’de yaşayan anarşist örgütlenmelerin çıkardığı İspanyolca yayınlar diğer tarafta.

Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü (IISH), “Latin Amerika’da Anarşist Gazeteler” başlığı altında oldukça kapsamlı, zengin bir arşive sahiptir. Bu arşivin büyük bir kısmı Max Nettlau’nun arşivinden aktarılmıştır. Bu arşivin Arjantin kısmında -ve hatta Güney Amerika’nın genelinde diyebiliriz- çok fazla yayın bulunmaktadır. Broşürler, bildiriler, elyazmaları dışarıda tutulduğunda 971 ayrı anarşist gazete ve dergi bulunmaktadır. Bunların içinde en geniş kısmı 413 adet yayınla Arjantin kaplıyor. Bu yayınların hepsini anlatacak yerimiz olmadığından dolayı bu çalışma özelinde başlıca olanlara yer veriyoruz.

Anarşist yayıncılığın başlıca ilkelerinden olan, herkesin rahatça anlayabilmesi ve özgürlükçü fikirlerin işçiler arasında rahatça tartışılabilmesi için sade ve anlaşılır bir dil kullanma kaygısı, burada yayınlanan yayınların da genel karakterini oluşturuyordu. Gazetelerin isimlerini ve mizanpajını da bu amaca uygun bir şekilde belirlediler.

Arjantin’de yayınlanan anarşist gazetelerin çoğu, yazılardan oluşuyordu. Ancak gazetelerinde bazılarında -orantısı değişmekle birlikte- ezen ezilen ilişkisindeki çarpıklıklara dikkat çeken politik karikatürler de yoğunluktaydı.

Aynı şekilde Arjantin’de yayınlanan anarşist gazetelerde din karşıtlığı yoğunluklu işlenen temalardan biriydi. Özellikle politik karikatürlerde dini figürler, karikatürlerde özgürlüğün ve gelişimin düşmanı olarak resmediliyordu. İçeriğinin önemli bir kısmını çizimlerin oluşturduğu yayınlara en büyük iki örnek, 1918 ve 1930 yılları arasında yayınlanan haftalık El Burro (Eşek) ve iki haftalık El Peludo’ydu.

Yazıların ağırlıkta olduğu anarşist yayınlarda ise anarşizmin ideolojisi geniş bir yer tutuyordu. Bu yayınlar -özellikle La Protesta (Protesto)- çalışma grupları örgütlüyor; propaganda materyallerinin hazırlanması sürecinin örgütleyici yapısını kullanıyorlardı. Anarşizmin toplumsallaştığı topraklarda bu önemli bir ayrıntı olarak karşımıza çıkar. Bu topraklarda yüzlerce gazete, dergi, bildiri ve broşürler bulunmasının açıklaması, insanların kendini gerçekleştirdiği özgür alanları yaratmasıyla ve zihinsel özgürleşmesini sağlayacak materyalleri kullanması arasındaki paralellikte yatar.

Anarşist Yayınlar isimli yazı dizimizde bu ay, anarşizmin dünya çapında, en geniş ölçekte toplumsallaştığı İspanya, Ukrayna gibi topraklardan biri olan Arjantin’deki anarşist yayıncılığı inceliyoruz. Yaptığı tarih çalışmaları ve günümüzde anarşist mücadelelerin tarih yazımında en büyük kaynak diyebileceğimiz kapsamlı arşiviyle Max Nettlau bu çalışmada faydalandığımız başlıca isim oldu.

 

La Protesta

1897 ve 2015 yılları arasında aralıklarla yayınlanmış La Protesta, resmi anlamda olmasa da karakteri itibarıyla Arjantin’in en büyük anarşist örgütlenmesi olan FORA’nın (Federación Obrera Regional Argentina) sesi olmuştu. Gazetede anarşist tarihin bilinen simalarının yazıları yayınlandı. Bunlardan bazılarına örnek vermek gerekirse; Pietro Gori, Antoni Paraire, Alberto Grihaldo gibi yerel karakterleri ve Errico Malatesta, Magon Kardeşler gibi bilindik isimleri bir çırpıda sayabiliriz. La Protesta’da makalelerin yanı sıra yayınlanan anarşist kitapların tanıtımları, kültür sanat yazıları da kendine yer buluyordu. Dünya çapında örgütlenen “Sacco ve Vanzetti’ye Özgürlük” kampanyasının Arjantin ayağı da yine La Protesta gazetesi üzerinden örgütleniyordu. FORA bünyesinde ortaya çıkan La Organización Obrera (İşçi Örgütü) isimli gazete daha sonra farklı anarşist gruplarca çıkarılmaya devam etti.

“Bugün bizi baskı altında tutan bütün tiranlar evrensel adaletin zafer kazandığı gün işçilere hesap verecek. Sosyal devrim ile adalet kazanacak ve proletaryanın düşmanları olan burjuvazi, devlet, kilise ve ordu kaybedecek!”

La Protesta’dan

La Questione Social

Errico Malatesta’nın 1884’te Firenze’de yayın hayatına başlayan La Questione Social (Sosyal Soru) isimli gazetesi, sonrasında 1895 yılında Arjantin’de almanak şeklinde yayınlandı. Malatesta’nın bölgeden ayrılmasıyla 1899 yılında Arjantin’deki yayın hayatı sona eren La Questione Social’in içeriğini anarşist düşünürlerin yazıları, şiirleri ve işçi hareketi için önemli tarihleri içeren bir ajanda bölümü oluşturuyordu. İtalyanca/İspanyolca yayınlanan gazetelere bir örnek olan bu yayın ve diğer İtalyanca yayınlara ulaşmak için gazetemizin 27. ve 39. sayılarında yayınlanan yazıları inceleyebilirsiniz.


Acción Libertaria

İspanya, Fransa ve Arjantin’de olmak üzere 3 ayrı ülkede yayınlanan Acción Libertaria (Özgürlükçü Eylem), yayınlandığı ülkelerdeki anarşist-komünist örgütlenmelerin yayın organı olarak hareket etti. Arjantin’de önce CRRA (Anarşist İlişkiler Bölgesel Komitesi) sonra FACA (Arjantin Anarşist Komünist Federasyonu) ve en son FLA (Özgürlükçü Arjantin Federasyonu)’na bağlı editörler tarafından yayınlandı. 1933’te yayın hayatına başlayan gazete, 1971’te 14 yıllık bir ara verdikten sonra 1985’te tekrar yayınlanmaya başladı.


La Voz de la Mujer

Dünyanın ilk anarşist kadın yayını olmasıyla da özel bir yerde duran La Voz de la Mujer (Kadınların Sesi), “Ne Tanrı, Ne Patron, Ne Eş” alt başlığıyla yayınlandı. Virginia Bolten’in editörlüğünü yaptığı gazetede Louise Michel ve Emma Goldman gibi tanınmış anarşistlerin yazıları yayınlanıyordu. Yayın hayatı boyunca bütün yazıları kadınlar tarafından yazıldı. 1896–1897 yılları arasında Buenos Aires’te, 1899’da ise Rosario’da yayınlanan gazete yazarları kendilerini ideolojik olarak anarşist-komünist olarak nitelendiriyordu.

 

Diğerleri…

Arjantin’de yayınlanan ve en çok bilinen bu yayınların yanı sıra istikrarlı bir şekilde yayınlanmış ve ismini anmadan geçemeyeceğimiz diğer yayınlara da Centro de Propaganda Obrera’nın(İşçi Propaganda Merkezi) yayın organı El Descamisado (Gömleksizler), Mobilya İşçileri Sendikası tarafından yayınlanan ve “Sendikayla Güçlüyüz” mottosuna sahip Acción Obrera, “Yöneticiler ve rahipler sınıfına doğru yükselmiş bir bıçak” alt başlığıyla yayınlanan El Azote (Kırbaç), 1 Mayıs 1909’da Alberto Grihaldo’nun editörlüğünde yayınlanmaya başlayan Ideas y Figuras ve La Voz del Campesino (Köylü’nün Sesi), L’amico del Popolo (İt. Halkın Arkadaşı), Solidaridad Obrera (İşçi Dayanışması), El Emancipado (Özgürleşmiş), Idea Libre (Özgür Düşünce), Juventud Libre (Özgür Gençlik), Libre Iniciative (Özgür İnisiyatif), Tierra Libre (Özgür Yeryüzü), Liberacion (Özgürleşme), Claridad (Berraklık), La Antorcha (Meşale), La Aurora (Şafak), Adelante (İleri), Despartar (Uyanmak), El Pervenir (Gelecek), La Nueva Era (Yeni Çağ), Voluntad (İrade) gibi gazeteleri örnek gösterebiliriz.

*

Bu tartışmayla ilgili daha ayrıntılı bilgi için; bkz. Meydan Gazetesi Sayı 28, Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları(2) : ” Devrimci Sendikalizm ve Anarşizm” – Halil Çelik

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. Sayısında yayınlanmıştır. 

The post Anarşist Yayınlar Dizisi (15): Arjantin’de Anarşist Yayınlar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/10/01/anarsist-yayinlar-dizisi-15-arjantinde-anarsist-yayinlar/feed/ 0
Kötü İktidardır – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2017/09/22/kotu-iktidardir-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2017/09/22/kotu-iktidardir-huseyin-civan/#respond Fri, 22 Sep 2017 10:04:23 +0000 https://test.meydan.org/2017/09/22/kotu-iktidardir-huseyin-civan/ Felsefi önermeleri net bir şekilde ortaya koyabilmek; bu budur diyebilmek hiçbir zaman kolay olmamıştır. Genellikle doğru ya da yanlış olarak kabul gören önermeler dahi, doğru değil mi, yanlış değil mi sorgulamasından kaçınamaz. Bu felsefenin bir gerekliliğidir. Ortaya konulan önermenin doğruluğunu ya da yanlışlığını etraflıca tartışır. Sadece bilimsel verilere uygun ya da uygun değil demek, felsefe […]

The post Kötü İktidardır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Felsefi önermeleri net bir şekilde ortaya koyabilmek; bu budur diyebilmek hiçbir zaman kolay olmamıştır. Genellikle doğru ya da yanlış olarak kabul gören önermeler dahi, doğru değil mi, yanlış değil mi sorgulamasından kaçınamaz. Bu felsefenin bir gerekliliğidir. Ortaya konulan önermenin doğruluğunu ya da yanlışlığını etraflıca tartışır. Sadece bilimsel verilere uygun ya da uygun değil demek, felsefe için tarihin hiçbir döneminde yeterli olmamıştır ve olmayacaktır. Bu düşünce ve düşünmenin kendisiyle ilgilidir. Daha önce ele alınan bağlamlardan farklı bağlamlar zaman içerisinde belirginleşebilir. Bu da bazen aynı meseleleri, aynı kavramları, aynı önermeleri hiç bitmeyen bir şekilde felsefi düşünce ve düşünmenin konusu yapmaktadır.

Felsefe düşünce tarihi boyunca bu şekilde ele alınan kavramlardan birisi de kötülüktür.

Neden Kötülüğü Tekrar Sorguluyoruz?

Kötülüğün kaynağını bulmaya yönelik sorgulama, içerisinde onunla mücadele etme ve böylelikle onu ortadan kaldırma isteğini de taşır. Özellikle aydınlanma etkisiyle, metafizik nedenlendirmelerden ziyade daha maddi temelde nedenlerle açıklanmaya çalışılan kavram, bu isteğin mümkün olduğundan hareket eder. Yani kötülük, bilimsel bir şekilde açıklanabilirse, onu oluşturan etmenler yok edilebilir. Ancak bu tarz düşünme sadece bireye odaklanır. Bu anlayış kötülüğü suçla eşitler, yok etmenin yolu iyi bir ceza sistemi yaratmaktır. Bugün suç ve ceza sisteminin, kötülüğün engellenmesinde işe yaradığının düşünülmesi bir yana, tam tersi bir etkiye sahip olduğu açıktır. Öte yandan, “eylemi” suç diye niteleyenin de ceza verme yetkisine sahip olanın da varlığı tartışılmadan kötülüğü bu basitlikte ele almak açık bir indirgemeciliktir. Ve tabi ki bunu yapmak birilerinin işine gelir!

Kötülüğe yönelik farklı felsefi yaklaşımlar, hep deneyimlenmiş bir kötülükten yola çıkar. “Kötü olan eylem” i eyleyen ve bu eylemden muzdarip olan… Dolayısıyla mesele (kendi eylemi üzerine düşünebilen) birey, eylemlerini gerçekleştirmesindeki iradesi ve eylemlerinin sorumluluğu üzerinden şekillenir.

Bu tarz örneklendirmelerin farklılığı, kötülüğü ele alırken sadece kötülüğü eyleyen ve bundan etkilenen ikiliğinden çıkarmaya yardımcı olmuş, meselenin daha geniş bir perspektiften ele alınmasını sağlamıştır. Ancak yine de bu daha geniş perspektif, toplumsal olan ile eşitlenmiş, kötülük ve buna kaynaklık eden nedenler etraflıca konuşulmadan bir oldu bittiye getirilmiştir. Ya da bu (ortaya çıkan kötü durumun toplumsal ve psikolojik değerlendirmeleriyle sağlanan) daha geniş perspektif kötülüğün kurumsallaşmış hallerini soyut bir biçimde ele almaya meyletmiştir.

Kötülük Probleminin Siyasallaştırılması

Kötülük probleminin siyaset ile ilişkilendirilmesindeki en büyük örneklerden birisi II. Dünya Savaşı olmuş; bu süreçte yapılan katliam benzeri toplu kötülük örneklerine referanslı birçok yazı kaleme alınmıştır. II. Dünya Savaşı’ndaki “Rasyonalize edilmiş katliamlar”, kötülük meselesinin sadece dinsel kökenlerinden kurtarılmasının yetmeyeceğini açık bir şekilde göstermiştir. Bu durumu açık bir şekilde ifade eden birçok düşünür, böylelikle kötülük problemini başka toplumsal durumlarla ilişkilendirmeye çalışmıştır.

Ancak burada bir başlangıç noktası sorunu vardır. Keza insanlık, II. Dünya Savaşı öncesinde de katliamlar yaşamıştır. II. Dünya Savaşı’nda yaşanan “büyük kötülükler” rasyonel bir şekilde nedenlendirilerek felsefi düşünmenin bir konusu yapılıyorken; bundan önceki “büyük kötülükleri” metafizik motivasyonlarla nedenlendirip, başka boyutlarla ele almamak bir çelişkidir. Dinsel ya da rasyonel nedenlendirmeler, açığa çıkan bu toplu kötülük durumlarını açıklamada güdük kalıyorsa; bunlar arasında bağ kurabilmek, durumu açıklayabilmek için başka bir dayanak noktasına ihtiyaç vardır.

Kropotkin ve Anarşist Ahlak

“Büyük kötülükler”in henüz toplumsal ve psikolojik ilişkilendirmelerle ele alınmadığı; ortada ne eleştirel teoricilerin ne postyapısalcıların olduğu; kötülüğe ilişkin örneklendirmelerin ne Arendt’in Nazi Subayı Eichmann örneğine ne de Foucault’nun Riviere örneğine referans verilerek yapıldığı bir dönemde; 19. yüzyılın sonlarında Pyotr Kropotkin Anarşist Ahlak’ı kaleme alıyordu. Ve sanıldığının aksine metafizik nedenlendirmelerle ya da dogmatik ilkelerle ahlaka konu olan kavramları değerlendirmiyordu.

Daha önce bahsettiğimiz gibi kötülüğe ilişkin yazılanlar deneyimlenmiş kötülük örneklerinden yararlanırlar. Anarşist Ahlak’ta bu örnek, dönemin en ünlü seri katillerinden Karındeşen Jack’tir.

İşlenen cinayetler üç ayrı çerçevede ele alınır. İlki Jack ve katlettiği kişi arasındadır. İlk değerlendirme doğrudan iki birey arasındaki eyleme odaklanır. Bir birey diğerinin yaşamına son vermiştir. Eylemde bulunanın davranışı diğer bireyin varlığını ortadan kaldırmaya yöneliktir.

İkincisi, Jack’i cinayetlere yönelten nedenlerdir. Bunda içinde yetiştiği kültürden okuduğu kitaplara, düşüncesini şekillendiren “dış etmenler” vardır. Bu noktada birey ve içinde bulunduğu nesnellik ve deneyimleri söz konusudur. Şüphesiz bu çerçeve önemlidir. Çünkü bireyin içerisinde yaşadığı sistem söz konusudur.

Ama tam da bu aşamada bir üçüncü çerçeve belirir. Bu üçüncü çerçeve yine “dış etmenler” ile ilişkilidir. Üçüncü çerçevede Kropotkin, “Jack ve bütün Jacklerin katlettiğinin on katından da fazla sayıda kadın, erkek ve çocuğu soğukkanlılıkla katletmiş bir yargıç” sorunsalını ortaya koyar.

Bireyin düşüncesini şekillendirebilen, hareketlerini belirleyebilen “dış etmenler”, Kropotkin’in Anarşist Ahlak’ında nesnel bir veri ya da kaçınılmaz bir gerçeklik değildir. Öte yandan birbirinden bağımsız da değildir. Sistematik bir şekilde işleyen kötülük söz konusudur üçüncü aşamada. Bu ilişkisellik “dış etmenler”in politik bir çözümlemesiyle anlaşılabilir.

Kötü Olan İktidardır, İktidarlıdır

Daha önce vurguladığımız gibi, bu alt başlıkta olduğu gibi iddialarda bulunmak o kadar kolay değildir. Anarşizm nasıl mevcut düzene ilişkin bir eleştiri, özgür bir toplumu gerçekleştirmek için bir ideoloji ve hareket, bu topluma ulaşmak için bir yöntem ve örgütlenme biçimiyse aynı zamanda felsefi bir bakış açısıdır. Ve bu bakış açısının temelinde iktidar ve iktidarlı olanı incelemek önemli yer tutar.

Kötülüğü sadece birey, iradesi ve sorumluluğu üzerinden ele almak bir alanı görünmez kılacaktır. O da bireyin içerisinde bulunduğu nesnel gerçekliktir. Ancak burada gözden kaçan, nesnel gerçekliğin içindeki iktidarın ya da kötülüğün kurumsallaşmış halleridir. Önemli olan, nesnel veri gibi kabul edilen kurumsallaşmış iktidara/kötülüğe odaklanmaktır. Kropotkin’in yapmaya çalıştığı, kötülük meselesinde, bireyin eylemlerini gerçekleştirdiği, eylemlerini gerçekleştirirken etkilendiği, eylemleriyle etkilediği, onun dışındaki dünyada doğal gibi anlaşılan, ancak hiç de öyle olmayan iktidar ve iktidar ilişkilerine odaklanmaktır.

Hobbesçu Varsayım

Ahlak felsefesinin konusu gibi görünen kötülük meselesi, aslında siyaset felsefesi açısından da önemlidir. Bir doğal durumda kaçınılmaz olarak ortaya çıkan Hobbesçu evrensel savaş düşüncesi, insanın özünde kötülük olduğu varsayımına dayanır. Seçimlerinde özgür olan bireyler, kötülüğe meyilli olduklarından ve böyle bir durumda birbirlerine kötülük yapacaklarından dolayı bu özgürlüğü kısıtlayacak bir kuruma ihtiyaçları vardır. Bu devlettir. “Kötü insan” oldukça devlete ihtiyaç vardır. Devlet toplumsal çatışma temelinde kurulduğu için, ontolojik olarak kötülüğe ihtiyaç duyar. Hem de bu kötülüğün ebedi olması lazımdır ki, devlet de varlığını sürdürebilsin. İnsan doğasına kötülük yüklenmesinin sebebi işte budur.

Sözde özünde kötü olanı kontrol altında alan bu kurumsallaşma, yine sözde meşruluğunu bireylerin “varlılığını” devam ettirebilme kaygısıyla kazanır. Ancak ne pahasına? Özgürlük! İktidar ve kurumsallaşmış bir iktidar biçimi olarak devlet “özgürlük” yiyen canavarlardır.

Anarşist felsefe, iktidarı, ister bireyler arasındaki ilişkilerde ortaya çıkmış olsun, isterse de kurumsallaşmış biçimleri olan devlet ve kapitalizm olsun; özgürlüğün tezatı olarak ele alır. İktidar ve iktidarın biçimlerinden kurtulmadan özgürlüğün gerçekleşebileceğini düşünmez.

Burada özgürlük meselesine ilişkin bir ayrımı ortaya koymak, hem “kötüyü eyleme özgürlüğü” gibi bir çelişkiyi fark etmeye olanak sağlayacaktır hem de kötüyü ısrarlıca insan doğasına yıkmaya çalışan bir iktidar fikrinin de altını boşaltacaktır. Bu ayrım özgürlüğün toplumsallığı fikridir.

Özgürlüğün Toplumsallığı

Bakunin’in “insanın sadece özgür insanlar arasında özgür olacağı” önermesi tam da bu duruma odaklanır. Bir kişinin bile özgür olmadığı bir toplumda iktidar ilişkileri devam ediyordur ve bu yüzden, doğrudan ya da dolaylı bu iktidar ilişkisinin sürdürülmesi sağlanıyordur. İşte, özgürlüğün tam da bu kolektif niteliği, onu önümüze “bireyin her istediğini yapma serbestliği” olarak değil de “kolektif bir sorumluluk” olarak çıkarır. Dolayısıyla, Hobbesçu doğal durumda birbirini öldürmeye odaklanan insanlar fikri, özgür olmayan insanları zorunlu kılar.

Bunun nedeni açıktır; özgürlüğün olduğu bir durumda iktidarın varlığı anlamını yitirir. Özgürlük gerçekleşmeden kötü ve kurumsallaşmış kötülükten kurtulunamaz.

Kötülük probleminde, Kropotkin’in üzerinde durduğu işte tam bu meseledir. İktidar ve iktidar ilişkilerinin var olduğu toplumda, dolayısıyla özgürlüğün olmadığı bir toplumda kötülük zorunludur. Ancak burada Kropotkin’in bireyi ve bireyin toplumsal olan ile ilişkisini es geçmeden üstünde durduğu mesele, iktidar kurumları meselesidir. Yöneticiler ve halk, mülk sahipleri ve mülksüzler gibi zorunlu olarak dayatılan ikiliğe dayalı siyasi ve ekonomik sistemler yok edilmediği takdirde “kötülüğün sürdürüleceği”ni savunur. Bu, tabi ki bir öncelik sonralık ilişkisi değildir. Bireyler arasındaki iktidarlı ilişkilerin değişmesi için mücadeleyi, kurumsallaşmış kötülüklerden kurtulma mücadelesiyle eş zamanlı kılar.

Kötü, kötülük gibi kavramlar tartışılırken; varlığının sebebini bu kötülükten alan kurumsallaşmaların es geçilmemesi; bu kavramların özgürlükle ilişkisinin açıkça ortaya konması; ve meselenin sadece psikolojik, toplumsal açılardan değil de siyasal bir perspektifle ele alınması, kötülüğün kaynağını sorgulamakta bize iyi bir çerçeve sağlayacaktır. Tabi anarşist bir bakış açısıyla bu üçünün ilişkisi kurulduğu sürece…


Hüseyin Civan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Kötü İktidardır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/09/22/kotu-iktidardir-huseyin-civan/feed/ 0