The post Soma’nın 6. Yılında Kadıköy’de Eylem: Üzüntümüz Öfkemizin Tohumudur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Siyasi partiler, sendikalar, meslek odaları, dernekler ve siyasi örgütlerin ortak katılımıyla bir araya gelen İstanbul Emek Barış Demokrasi Güçleri, Soma’da 6 yıl önce meydana gelen katliamın sorumlularının hesap vermesi taleplerini dillendirdiler.
İstanbul Emek Barış Demokrasi Güçleri’nin basın açıklaması öncesi Kadıköy Süreyya Operası önünde bir eylem gerçekleştiren Gençlik Örgütleri, Beşiktaş iskelesine sloganlar eşliğinde yürüdü. Alana yaklaşırken polis yürüyüşe müdahale edecekleri uyarısında bulunarak engel olmaya çalıştırsa da gençlik örgütlerinin kararlı tutumu ve alandakilerin protestoları neticesinde polis engeli aşıldı.
Salgın nedeniyle alanda belirli mesafelerle konumlanan katılımcılar ellerinde tutukları dövizlerle Soma katliamını protesto ettiler.
The post Soma’nın 6. Yılında Kadıköy’de Eylem: Üzüntümüz Öfkemizin Tohumudur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ”Barışımız Var Mı? Havana’dan Kolombiya’ya Giden Yoldaki Zorluklar” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Anarkismo.net editörlerinden, Meydan Gazetesi’nin farklı sayılarında yazılarına ve yorumlarına yer verdiğimiz José Antonio Gutiérrez D.’nin Kolombiya devleti ile FARC arasında gerçekleştirilen barış anlaşmasına ilişkin yazdığı ve Anarkismo.net’te yayınlanan yazısını sizinle paylaşıyoruz.
Barışımız Var Mı? Havana’dan Kolombiya’ya Giden Yoldaki Zorluklar
Üç yıl süren müzakerelerden sonra Küba’nın Havana şehrinde, Juan Manuel Santos hükumetiyle FARC-EP arasında bir barış anlaşması imzalanırken, ELN ile olan süreç çıkmaza girmiş ve EPL ile olan ise siyasetin gündeminde bile değil. Müzakerelerin iflas etmesinden korkan öngörüler boşa çıkarıldı. Bu anlaşma, bir mücadele devrini kapatarak yeni senaryoları ve yeni olasılıkları açacak. Bu isyancı hareketin silah bırakma kararı, geri dönüşsüz gözüküyor ve hareket, ne olursa olsun, “tekrar sivil hayata katılmak” denilen yolda devam edecek. Bu anlaşma yapısal değişiklikler getirmeyecek olmasına rağmen, kırsal nüfus için kayda değer iyileşmeler sunuyor. Toplam nüfusun %34’ü gibi önemli bir bölümünü oluşturduğu halde görünmezleştirilmiş olan kırsal nüfus, toplumsal harekete, önümüzdeki süreçte yapılması gereken büyük görevleri ifade etme fırsatı sunuyor. Bunların hiçbiri kesin değil. Her şey toplumsal hareketin netliğine ve örgütleme ve mobilizasyon kapasitesine bağlı.
Anlaşma, Kongrede onaylanmayı ve Eylül sonunda Kolombiya’da yapılacak olan nihai imzalanmayı bekliyor. 19 Eylül’de anlaşmanın onaylanacağı FARC-EP’nin onuncu kongresinde büyük bir sürpriz beklenmiyor. Anlaşmaların halkın onayına sunulacağı referandum için üzerinde anlaşılan tarih 2 Ekim. Referandumda anlaşmaların onaylanması için 4.5 milyon “evet” oyu alması gerekiyor ve bu yüzden, devlet ve FARC-EP [1] arasındaki topyekun savaşa geri dönüşe çıkan kapıları tamamen kapatmak için, halkı harekete geçirmek çok önemli. “Hayır” kampanyası yürüten gericilerin söylemsel yoksulluğuna rağmen, bunların henüz Uribizm’in [2] otoriter etkisinden sıyrılmamış olan kentsel kesimlerdeki cazibesini küçümsemek ahmaklık olur. Yine de en büyük zorluk, bu referandumun onaylanması için gereken hedefe ulaşmak.
Tarihi, ama…
Bu anlaşma tarihi bir olay olsa da, bütün süreç boyunca ve hatta son imzalanma aşaması duyurulduğunda bile yarattığı ilginin azlığı şaşkınlık yaratmaya devam ediyor. Kutlama için nedenler yok değil ama ortada bir kutlama havası yok. Örneğin Kuzey İrlanda’da ya da El Salvador’da olduğu gibi, diğer barış süreçlerine eşlik eden genel parti bir havası olmadı, hatta 1990’larda M-19, EPL, MAQL ve PRT ile olan barış sürecinde hissedilen, demokratikleştirici coşkunun yakınına bile yaklaşılmadı. Üzülerek itiraf etmek gerekir ki, düzenin şimdiye kadar isyancılara karşı yürüttüğü medya savaşının büyük ölçüde zehirleyici etkisi olduğunu ve isyancıları nüfusun, hala Kolombiya’daki bütün kötülüklerden onların sorumlu olduğunu düşünen, büyük bir kesiminden soyutladığını gösterir şekilde, barışın imzalandığı bir dönemde, en azından kent merkezinde, FARC-EP karşıtı eylemlere daha fazla ilgi var.
Referanduma giderken “evet” çağrısı yapanların çoğu, ılımlı bir “savaş daha kötü” tavrı ya da buruk bir “acı reçeteyi uygulamak zorundayız” tavrı gösteriyor. “Evet” çağrısı yapan diğer sesler, Alvaro Uribe hükümetinin tetiklediği 2008 Şubat mobilizasyonlarının doğal bir sonucu olarak, anlaşmanın içeriğini desteklemekten çok, sadece son bir öldürücü darbe olarak, FARC-EP’nin ortadan kalkması ve silahsızlanması [3] için yapıyorlar. Çoğu kişi bir “hayır” galibiyetinin gerçekten felaket olacağını algılıyor olsa da, çok az kesim -tahmin edilebileceği gibi Sol- anlaşmanın içeriğini net bir şekilde destekleyerek oy çağrısı yapıyor. Bu, onaylamayacağımız, ama değiştirmek için anlamamız gereken bir gerçek.
Zor kurulan ilişki
Birçok faktör bu olguyu açıklayabilir gibi görünüyor. Her şeyden önce, Kolombiya nüfusunun çoğu, bu barış sürecini uzak bir ülkede, aynı derecede uzak ve bu kentsel çoğunluk için bilinmez, kırsal bir dünyanın patikalarında sonlandırılan bir çatışmayı çözen bir olay olarak algılıyor. Ayrıca medyanın, barış süreci boyunca isyancılara karşı sürekli saldırılarıyla, süreci hiç de kolaylaştırmadığını eklemek gerekir. Yavaş ilerleyen, sözde barış pedagojisi çalışmasının da pek faydası olmadı. Havana’daki anlaşmanın içeriğini popülerleştirmek ya da içeriğin tartışılması için hükumetin bir gayreti olmadı, olduğunda da çok zayıftı. İsyancılara gelince, barış sürecine “halkı katılımını” sağlama gayretleri kendi geleneksel etki alanlarının ya da çatışmanın politik çözümünü zaten öteden beri savunan politik kesimlerin ötesine geçemedi ya da nasıl geçeceğini bilemedi.
Bu barış süreci, Bogota’nın uzak gecekondularında yaşayan bir trans için ne ifade ediyor? Barış, bölgenin merkez şehrinde göç etmiş, yerli kadın için ne anlama geliyor? Taşeron işçileri ve geçici işçiler için ne anlama geliyor? İşsizlik koşullarında hayatta kalmaya çalışan binlerce insan için ne anlama geliyor? Yoksulluktan madde bağımlılığına sürüklenen insanlar için? Solun referandum kampanyasında yaptığı gibi, insanlara “barış sizinle” hatırlatmasını yapmak zorunda kalınması, sıradan vatandaşın barışla ilişkisinin açıkça ortada olmadığını, barış sürecini kendinden kopuk gördüğünü açıkça ortaya koyuyor.
Ne kadercilik, ne zafer gösterisi mevcut güç dengesinde bir anlaşma mümkün
Müzakereler yoluyla sosyalizmin elde edilemeyeceği biliniyordu. Çatışmaya yol açan yapısal nedenleri aşmaya yardımcı olacak bazı temel reform arayışları oldu ama bu anlaşma, müzakerelerle ilişkili toplumsal kesimlerin amaçladığı toplumsal adaletle barışık değil. Barış yok çünkü ELN ve EPL’nin yanı sıra anlaşma sonrası oluşabilecek muhalif gruplar ile çatışma hali devam ediyor, çünkü ülke çapında para-militarizm sürüyor, hala, siyasi muhalefeti ve toplumsal eylemleri suçlu ilan eden baskıcı yapı hala yerinde duruyor, çünkü açlıkla ve önlenebilen hastalıklarla öldüren yapısal şiddet, durmaksızın devam ediyor – toplumsal adalet yok. Ama bu demek değildir ki anlaşma nemli bir adım değil ya da süreç boyunca kullanılan deyimle “orta derecede bir iyimserliğe” yer yok. Ne solun “ihanet” diye bağırmasına, ne de sanrısal zafer gösterilerine yer olmamalı. Anlaşma neyse odur: FARC-EP’nin mevcut güç dengelerinde imzaya varabildiği, açıkça mevcut iktidar blokunun lehine olan her şey.
Tarihin yargısı, anlaşmayı yapan bileşenlere karşı acımasız olabilir [4]. Anlaşma varılan şeylere bir göz atmak bile, toplamında, hükumetin zaten önceden uyum sağladığı anayasal zorunluluklara uymak zorundadır demeye gelen ve bununla birlikte mevcut siyasal sistemin dönüşümünü değil, genişlemesini içeren [5] anlaşmaları elde edebilmek için gerçekte bu kadar çok kan dökülmesi gerekiyor muydu sorusunu akla getiriyor. Kısa bir dönem, kırsal kesimlerin modernleştirilmesiyle ilgili önemli adımlar atıldı, ancak Marquetalia gerillalarının toprak programı ya da FARC isyanına onlarca yıl boyunca ilham veren minimum programı bir özlem olarak kaldı: Toprağın az sayıda elde toplanması sorunu fazlasıyla canlı. Bu sorun, Tarımsal, Ekonomik ve Sosyal Kalkınmada Öncelikli Bölgeler (Zidres) aracılığıyla teşvikler alacak olan tarım endüstrisiyle birlikte daha da karmaşıklaştı. Belki de bu süreçte daha fazla dönüştürücü potansiyeli olan bir anlaşma yapılabilir ve daha fazla toplumsal coşku yaratılabilirdi. Belki.
Barışı sağlayan… Santos?
Hükümet modele dokunmayacağına söz verdi ve oligarşiye verdiği bu sözü tuttu. ELN’nin 5 Ağustos tarihli bildirisinde belirtilen, Havana anlaşması hakkındaki görüşü kayda değer: ülkenin gerçekliğini değiştirmiyor ve “şiddetin, mahrumiyetin, eşitsizliğin, adaletsizliğin ve yağmanın alçak rejimine hiç dokunmadan” bırakıyor [6]. FARC-EP 1. Cephenin karşıt görüşlü bir kesimi, süreçle ilgili bir bildirisinde anlaşmaya dair benzer ifadeler kullanıyor [7]. Ancak anlaşmaya varılan maddeler aşırı sert yargılanmamalı: toplumsal adaletle birlikte barış arzusunu gerçekten yansıtan farklı bir senaryoyu ya da anlaşmayı elde etmek, doğal olarak, sadece FARC-EP’ye bağlı olan bir şey değil. Gündemdeki bazı maddelerin dönüştürücü potansiyelini ve isyancıların her bir maddede sunduğu politik önerileri geliştirmek için bu dönüşümleri destekleyen geniş bir toplumsal mobilizasyon gerekirdi. Ancak, bu barış süreciyle 2008-2013 arasında yükselen toplumsal protesto dalgası arasında büyük bir ortaklık yaratma olasılığı gerçekleşmedi. Hükumet, mevki verme, bölme ve parçalama yoluyla bu dalgayı durdururken aynı zamanda barış sürecini nüfusun günlük yaşamından tecrit etmeyi başardı. 2013 çiftçi grevi, bu tartışmayı özgür bırakan, Havana’da tartışılan konularla ülkenin günlük gerçekliği arasında muazzam bir toplumsal sempati yaratan kilit bir andı, toplumsal kesimlerin iktidar blokuyla açıkça çeliştiği, kır ve kent arasında bir köprü yaratan bir an.
Grev sonrasında hükumetin sözleşmeyi ihlaliyle karşılaşan toplumsal mobilizasyonun sokakta engellenmesi, ki bazı kesimler bunu “talihsizlik” olarak değerlendirdi, Santos’un “istiktrarını” bozarak barış sürecini zayıflatır (ve Uribizmi güçlendirir) şaşırtıcı bahanesiyle, sol için felakete yol açan bir seçim stratejisi hedeflenerek yapılmıştı. Bu bağlamda, barış süreci sonuçta kendini, tarihteki en sevilmeyen başkanlardan biri olan Santos’un şahsına mahkum etti ve o da bunu kullanarak hem tekrar seçildi hem de barış şartlarını tekrar tanımlayarak saldırıya geçti. Barışın anahtarı, halka ait olduğu konusunda o kadar ısrar edildikten sonra gümüş tepsiyle Santos’a sunuldu. Santos’un “barışı sağlayan irade” olarak ve “demokratik güvenliği” kalıcı hale getirme göreviyle iktidara gelen bir Başkan olarak tanınması, barış sürecinin büyük ölçüde 2012-2013’te zirvesine ulaşan toplumsal mobilizasyon sayesinde elde edildiği gerçeğini çarpıttı [8]. Herkesin zihninde barış süreci Santos’un şahsına daimi olarak bağlanmakla kalmadı, referandum eski politikanın bilinen şahsiyetleriyle lanse edildi. O zaman coşkusuzluğun şaşırtıcı bir tarafı var mı?
Çatışma sonrası yeni direniş; toplumsal ve politik muhalefetin oluşması
Hükümetin baş müzakerecisi, Humberto de la Calle’nin, bunun “mümkün olan en iyi” anlaşma olduğunu iddia etti [9]. Bu muğlak ifade, anlaşmanın çoğu maddesini belirleyebilmiş olsalar da her şeyi belirleyemediklerini gösteriyor. Anlaşmalar, hem oligarşinin, hem de toplumsal kesimlerin yararlanabileceği, açık bir kapı gibidir. Oligarşi, kapitalin tarım ve maden endüstrisinde yayılmasını hızlandırmaya çalışacaktır. Bu senaryonun gerçekleşip gerçekleşmemesi toplumsal kesimlere, mücadelelerine ve örgütlenmelerine bağlıdır. Devletin anlaşmaya uyması da toplumsal kesimlere bağlıdır çünkü – Catatumbo, Putumayo toplumlarının ve bölgenin kendisi teyit edebilir – devlet, tuzaklar kurup faturayı ezilenlere çıkarmak konusunda uzmandır, ve BM’nin uluslararası gözetimi ya da garantisinin devletin anlaşmaya uymasını sağlayacak bir garanti olduğunu düşünenlerin suçu aşırı saf olmaktır.
Maalesef, mücadelelerde hala çok fazla örgütsüzlük ve bölünme var. Yeni bir sol oluşurken yeni kolektif yol açıcılık oluşmalı ve geniş bir örgütlenme ve toplumsal mobilizasyon süreci yaratılmalıdır. Solda birlik konusunda büyük ısrarlara rağmen, her şeyden önce gerekli olan şey, bütün ezilen kesimlere, dışlananlara ve aç olanlara, yeni modele ihtiyacı olanlara ulaşmak için büyük bir yapıcı faaliyettir. Solun, cesarete, vizyona, kararlılığa, çok fazla diyaloğa, başkalarını dinlemeye ve çok fazla örgütlenmeye ihtiyacı var. Ancak geniş bir örgütlenmeye ve aktif bir şekilde, memnuniyetsizliğin yapıcı olarak ifade edilebileceği alanları yaratma arayışına dayalı olduğunda bir birliktelikten bahsedilebilir. Bu da, aynı eski liderlerin toplamından çok daha fazladır. Bir birlik, en azından ortak eylem ekseni etrafında ve insanların günlük olarak geliştirdikleri binbir mücadele önerilerinden organik olarak oluşmalıdır. Ayrıca bu birlik, farklı bir siyaset anlayışı ve politik eylem biçimi gerektirir: sahiden tabandan ve toplumsal dünyadan olmayı, geleneksel siyasetin eski kötülüklerini, sanki olgunluk göstergesiymiş gibi azar azar kabul etmeyi değil, hastalıktan kaçınır gibi onlardan kaçınmayı gerektirir. Bütün bunlar için Santos şahsiyetinden ayrı durmak ve solun görevini (Uribizmin hileyle elinde tuttuğu politik alanı) geri alması gerekir. Bu temel adım, bir kez daha, bir mobilizasyon ve toplumsal dönüşüm sürecine bağlı olarak, toplumsal adaletle birlikte barışı inşa etme fikriyle halkın gönlünü çalmaya doğru gidebilir.
Yokuş yukarı bir mücadele, deneyimli ve sebatlı bir halk
Şimdilik zarlar egemen blokun lehine. Bu kesimlerin zafer gösterileri Kolombiya ordu komutanı General Alberto Mejia’nın, eski gerillalarının güvenliğini sağlamak için ordunun hazır olduğunu söylediği açıklamasında açıkça görülüyor. “Bu bizi küçük düşürmez, hatta gurur verir çünkü onları koruyanlar savaşı kazananlardır, çünkü onları koruyanlar silahlarını muhafaza edenlerdir, onları koruyanlar, Cumhuriyetin üniformalarını taşırlar.” [10]. Açıkçası, FARC-EP’nin yenilip yenilmediği tartışılır, ya da ordunun sözde zaferinin ne kadar pahalıya patladığı; ama isyancı grup ne düşünürse düşünsün, bugün hegemonya egemen bloktadır, toplumsal kesimlerde değil. Oligarşik devletin elinde tuttuğu “güç tekeline”, onun ordusu ve silahlarından daha da büyük bir güçle karşı koymak gerekir: örgütlü halkın gücüyle. Silahsız siyaset yapılmayacağını söyleyen çok olsa da, Afrikalı devrimci Amilcar Cabral’in söylediği gibi kapitalizmde bütün mücadeleler silahlıdır: Devlet silahlıdır ve çıkarları ve egemenliği tehdit edildiğinde onu insanlara karşı kullanır [11]. İnsanlar sokaklarda siyaset yapma hakkını kullandıklarında, ESMAD, polis ya da ordu, onlara güçle ve silahlarla siyasi baskı uygular. Bu baskı ABD’nin (başka kim olabilir?) çatışma sonrası, iç güvenlik güçleri için gerçekleştirdiği yeniden yapılanma ve yeni polis kanunu ve vatandaş güvenliği kanunu ile desteklenir.
Referandumdaki “evet” desteği, ne süreci sona erdirecek, ne de yeni bir toplumun inşasını başlatacak. Ancak, radikal demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir alternatif biçimi oligarşik kesimlere dayatabilecek olan yeni bir toplumsal blokun biçimlenmesine doğu giden uzun yolda, bu uzun direniş tarihinde bir başka adım olacak. Barışın doğası ya da sistemin özündeki yapısal şiddet tartışmalarının ötesinde, ELN ya da EPL olmadan barışın inşasının mümkün olmadığını ve bu yüzden siyasi çözümün bu diğer isyancı ifadeleri de kapsamasının siyasi, etik ve ahlaki bir zorunluluk olduğunu görmek gerekir Bugün, toplumsal güçlerde ve siyasi akımlarda, içinde faaliyet yürütmek zorunda oldukları karmaşık coğrafi, ulusal, bölgesel ve uluslararası bağlamda eleştirel düşünmek [12], hataları düzeltmek için öz-eleştiri uygulamak ve bu şekilde toplumsal kesimlerin aleyhine olan bu güç dengesini tersine çevirmek önemlidir. Bugün, sloganları değiştirip basit formüllere gömülmektense, Gramsci’nin aklın karamsarlığı – çünkü nesnel zorluklar devasa boyutta – ama iradenin iyimserliği ilkesini uygulamak daha uygundur; Kolombiya halkının mücadelelerinin muazzam potansiyelinin yanı sıra bir yüzyıla yakın süren direnişte biriken değerli deneyimin farkındayız. Kolombiya halkının tümünü gerçekten heyecanlandıran ve güvenini kazanan bir proje ancak bu yolla geliştirilebilir. Ve heyecan duyan bir halkla, dönüştürücü güçler durdurulamaz.
José Antonio Gutiérrez D.
31 Ağustos, 2016
Çeviri: Özgür Oktay
Notlar
[1] Ne yazık ki önceki aylarda sol kesimler, referandum fikrine saldırmak için çok fazla mürekkep ve tükürük harcadılar. Bu kesimler referandumu, kendilerinin kurucu meclis çağrılarını dışlayan bir seçenek olarak gördüler. Bir kurucu meclis, mevcut durumda muhtemelen toplumcu kesimlerin aleyhine olacak ve hatta 1991 anayasasından geri adım atmak anlamına gelebilirdi. İyi fikirler yeterli değil, fikirlerin uygulanacağı bağlamın ve durumun anlaşılması gerekiyor.
[2] Medya, bir kez daha, algı üretme görevi kapsamında seçim anketlerini çarpıtarak, anlık siyasi gündeme göre zaferi kimi zaman “evet”e, kimi zaman “hayır”a verdi.
[3] Bu anlamda, Espectador gazetesinin 25 Ağustos tarihli baş yazısı “(…) Farklı gerillaların silahsızlandırılması ve çatışmanın sonlanması anlamında barış bütün başkanların gündeminde olmuştu[ama] şimdiye kadar hiçbir öneri FARC’ın silahsızlanmasına bu kadar yaklaşmamıştı. Ne olursa olsun, ülke ilk defa bu gerilla grubunun varlığı olmadan düşünebiliyor.”
[4] Jus ve Bellum’a göre bir savaşın “adil” kabul edilebilmesi için, bir tarafın elde ettiklerini silahlara başvurmadan elde edemeyeceğini göstermesi gerekir. Bundan sonraki on yıllarda Kolombiya’da en hararetli tartışma konusu bu olacak. Tıpkı ülkedeki barış sürecinden yirmi yıl sonra, İrlanda’da olmaya devam ettiği gibi.
[5] Anlaşmanın tamama buradan ulaşılabilir: http://static.iris.net.co/…/…/acuerdo-final-con-las-farc.pdf
[6] http://www.rebelion.org/noticia.php… contin%FAa-
[7] http://www.elespectador.com/…/frente-de-farc-dice-no-entreg… FARC-EP bildirisinin, bu karşıt görüşlüleri “ekonomik” motivasyonlara (madencilik, uyuşturucu kaçakçılığı) sahip olmakla suçlaması talihsizlik, çünkü -yanlış ya da doğru- politik nedenleri yok sayıyor; ve kendi içinden ayrılan bir gruba yöneltilen bu tip suçlamalar kolaylıkla dönüp dolaşıp kendine zarar verir; ve Kolombiyalı isyancılar hakkındaki, bütün klişeler gibi genelde yanlış olan, egemen klişeleri güçlendirir.
[8] O dönemde bu temalar üzerine fazlaca yazdık. Bu makalelerden bazıları: “¿Tiene Santos las llaves de la paz?”, “Sólo la lucha decide”, “El proceso de paz ¿secuestrado por el miedo?” yHabemus presidente: mandato por la paz con injusticia social.
[9] http://www.semana.com/ nacion/articulo/proceso-de- paz-de-la-calle-interviene-en- el-cierre-de-la-negociacion/ 491131
[10] http://www.semana.com/ nacion/articulo/proceso-de- paz-comandante-del-ejercito- habla-sobre-su-papel-en-zonas- veredales/491112
[11] https://www.marxists.org/subject/africa/cabral/1968/ppt.htm Devleti “toplumsal mutabakatın” ya da “ortak faydanın” somut hali olarak gören idealist, liberal ve burjuva görüşün tuzağına düşmemek gerekir. Devlet, oligarşik kesimlere hizmet etmek üzere tasarlanmış ve alt kesimler isyan ettiğinde şiddet uygulayan, tahakkümün ve sınıflı toplumun bir aracıdır. Toplumsal kesimlerin çıkarları lehine her kazanım devlete rağmen kazanılır, onun sayesinde değil.
[12] Barış süreci başlamadan önce, Medofilo Medina’nun FARC-EP’nin o dönemdeki lideri Alfonso Cano’ya gönderdiği mektupla ilgili tartışma vardı. Birkaç ay sonra, iki tarafın da barışı müzakere etmeyi tartıştığı bir dönemde, Alfonso Cano, tümüyle savunmasız bir haldeyken Santos’un özel emriyle katledilmişti. Bu olay üzerine, solun seçimlerle iktidara geldiği bölgesel bağlam, FARC-EP’nin olası silahsızlanma nedenlerinden biri olarak söyleniyordu. Bu bakış açısıyla, Rouseff’in yalnız kalması ve Venezuela krizinin derinleşmesiyle damgalanan mevcut senaryo, FARC-EP’nin siyasi olanakları hakkındaki değerlendirmesini değiştirir mi? Tartışmayı okumak için, http://www.anarkismo.net/article/20115
The post ”Barışımız Var Mı? Havana’dan Kolombiya’ya Giden Yoldaki Zorluklar” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Barışa 1000 Kadın – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Barış İçin Kadın Girişimi’nin #BARIŞA1000KADIN çağrısıyla “Devletlerin yarattığı savaşa rağmen, ölümden değil yaşamdan yanayız!” demek için, 31 Ocak’ta İstanbul Kadıköy İskele Meydanı’nda bir oturma eylemi gerçekleştirildi. Barış için 1000 kadının 6 Şubat’ta Diyarbakır’a barış nöbetine gideceği duyuruldu. Son süreçte İstanbul’da, Diyarbakır’da, Ankara’da, Antalya’da; farklı farklı birçok il ve ilçede bu minvalde eylemler yapıldı.
Kadınlar sokaklara çıkıyor; çünkü yaşadığımız toprakların dört bir yanında kadın katliamları sürüyor. Kadınlar barışı haykırıyor; çünkü devlet, savaşını yükselttikçe yükseltiyor. Çünkü kimi zaman bir akşam yemek yapmadığımız için, eve geç gittiğimiz için, yaşamı savunduğumuz, özgürlük için mücadele ettiğimiz ve katil polise direndiğimiz için; çoğu zamansa -bir sebebe bile ihtiyaç duyulmadan- sadece var olduğumuz için yok ediliyoruz, katlediliyoruz “erk”ek-devlet tarafından.
Halbuki biz kadınlar, yaşamı var eden, yaşamı yaratanlarız. Daima yaşamdan yanayız. Ve bunu, iddia edilenin aksine pasif, edilgen bir nesne olarak değil; yaşamdan yana direngen birer özne olarak gerçekleştiririz. Binlerce yıllık kavgamız, yaşamı yok etmeye çalışanlara karşıdır.
Devlet Katliamdan, Kadın Yaşamdan Yana
Devlet, sınırlar çizer kendisine. Çizdiği bu yapay sınırların içinde kalan topraklara “anavatan” der. Sınırlarını korumak için, “sözde iç ve dış düşmanlar” yaratır; bu bahaneyle de savaşlar… Kanla beslenir, gelişir devlet ve katliamlarla büyür. Çıkardığı savaşlarla bir toprak parçasında kardeşçe yaşayanları ayrıştırır önce, sonra böler, parçalar. Kardeşi kardeşe kırdırır, sahte düşmanlar yaratır.
Bir toprak parçasında yaşamın uyumuyla, paylaşma ve dayanışmayla bir arada duranlara unutturur devlet, öz değerlerini. Sahte düşmanlar yaratarak değersizleştirir, hiçleştirir bu uyumu; yani yaşamı. Devlet sahtedir, vicdanı yoktur, özgürlük tanımaz. Ya öz değerlerinden kopararak sahteleştirir ya da değerlerini sahiplenip yaşama sarılanlara saldırır her defasında.
Sınırları bıçak kadar keskindir devletin. Yoksunlaştırılıp yoksullaştırılarak yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalan ve yeni bir yaşam kurabilme umuduyla sınırları aşanları “Dur ihtarına uymadılar.”, “Sınırdan geçmek yasak” diyerek katleder. 9 kişilik bir deniz botuna 28 kişiyi bindirerek boğan, bir köyü yakarak ocaklar söndüren, duvarlar örerek, tel örgüler çekerek halkları ayrıştıran, hapishanelerle yaşamı sınırlayarak özgürlükten koparan devlettir.
Devletin sınırları bundan ibaret değildir, yaşamlara da sınırlar koyar. “Benim sınırlarımın içinde yaşayacaksan, bana uyacaksın.” der her defasında yeni sınırlar koyar.
Katliamlarını meşrulaştırmak için sokağa çıkma yasakları ilan eder, evlere bombalar yağdırır. Bu bombalarla yaralanan 87 günlük bebeği beyaz bayraklarla hastaneye götürmeye çalışanlara ateş açar, mahalle arasında yürüyen kadını uçak savarla başından vurur, kapısının önüne çıkan hamile kadını tarar ve kadının bedeninden onlarca mermi çıkar, bazı kadınlar katledilen çocuklarının bedenlerini çürüyüp kokmasın diye derin dondurucuda ya da poşet poşet buzla saklamaya mecbur bırakılır. Bazılarıysa komşusundan evine dönerken sokak ortasında katledilir, cansız bedeni 7 gün boyunca -saldırılar yüzünden- vurulduğu yerde kalır. Çünkü bu kadınlar, sınırları aşmıştır.
Biz kadınlar devletin savaşına, yaşamı yok etmeye çalışan herkese ve her şeye karşı direnmeyi sürdüreceğiz.
Çünkü biz;
Yaşamaktan ve yaşatmaktan yanayız.
Çünkü biz;
Yaşamdan yanayız.
Yaşam var oldukça, biz de var olacağız.
Nergis Şen
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 31. sayısında yayımlanmıştır.
The post Barışa 1000 Kadın – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Tarih “devletlerin katliamları” ile kana bulanmış kırmızı kapaklı bir kitap gibidir. Karıştırdığınız her sayfadan kan ve vahşet akar, “devletin bekası” için harcanan hayatlar akar. Devletler yeryüzünün en büyük ve en organize terör örgütleridir. Buna rağmen devletin kendisi, akademiler ve sözüm ona terör uzmanları terörist kelimesini ısrarla ondan uzak tutarak çoğu zaman devrimcilere yapıştırır. Terör, devletlerce uygulanagelen fiziksel ve psikolojik bir savaş stratejisidir. Adalet, özgürlük ve barış için mücadele eden insanlar, devletin terörüne en fazla maruz kalan kesimdir. Terör, devlet ile o kadar özdeş bir kavramdır ki, son dönemlerde adı sıkça anılan, yaşadığımız toprakları ve Ortadoğu’yu kana bulayan terör örgütü IŞİD bile ağabeylerine özenerek kendisine devlet unvanını yakıştırmaktadır. Bu, son derece manidardır.
Şurası açık ki, önce Amed sonra Suruç ve şimdi Ankara’da patlatılan bombalar canımızı çok yaktı; birçok dostumuzu, yoldaşımızı devletin bizzat organize ettiği bu saldırılarda yitirdik. Devlet, bu terör saldırılarıyla sadece canlarımızı almayı hedeflemedi; toplumun kimi yeteneklerini de zaafa uğratmaya, sakatlamaya çalıştı. Bomba belki Ankara’da patladı ama yarattığı acının yanında korku ve panik de bu toprakların dört bir yanında yankılandı, devlet bu konuda kısmen amaçladığını elde etti.
Bunun en belirgin yansımasını patlamadan iki gün sonra, Ankara metrosunda yaşanan “canlı bomba paniği”nde gördük. Metro hınca hınç doluyken, bir kadın endişe ve korku dolu bir sesle “Arkadaş canlı bomba” diye bağırdı. Gerisi tanıdık manzaralar. Korku, panik, izdiham…
Olayın asılsız olması, o an orada olanları rahatlatsa da, içinde yaşadığımız toplumun nasıl bir gerilimin içerisinde olduğuna, patlamadan sonra yaşanan travmanın ne kadar ciddi olduğuna dair bize ipuçları veriyor. Üstelik bu tek bir örnek; canlı yayın sırasında fünyeyle patlatılan bombalar, asılsız bomba ihbarları birbirini izledi. Şehir meydanlarında, metro istasyonlarında, GBT kontrolleri arttırıldı. Ağır silahlı polis ve askerler “vatandaşları korumak” için ortalarda fink atmaya başladı.
Amed’de, Suruç’ta ve Ankara’da patlattığı bombalarla yaşadığımız toprakları “terörize” eden devlet, bombanın doğal etkisi olan toplumsal travma (şok dalgası) ile yeni bir etki yakalamaya çalıştı, çalışıyor. Panik ve korku imparatorluğu!
Bir Bomba, Asla 1 Bomba Değildir!
Evet, bir bomba asla 1 bomba değildir. Bir yerde bir nükleer bomba patlarsa, patlamanın gücüyle oluşan şok dalgası kilometrelerce öteye kadar yayılır. Bir gölün ortasına bir taş atarsanız, taşın etkisinin halka halka büyüyerek kıyıya dek ulaştığını görürsünüz. Bir yere bir bomba bırakırsanız, sadece oradaki insanları öldürmezseniz, bu olaya doğrudan ve dolaylı olarak şahitlik eden herkeste bir şeyleri öldürmüş olursunuz. Yani Ankara’da patlayan bomba, hangi şekilde olursa olsun olayın yankılandığı her noktada patlamaya devam eder!
Tedirgin bakışlar, huzursuz davranışlar, kasılmış bedenler birbirine eklenip korku ve paniği büyütür. Evet, bomba patlamaya devam eder; evet bomba öldürmeye devam eder; cesaretimizi, onurumuzu, dayanışma arzumuzu sakatlar! Bomba en başta bedenleri parçalar ama en çok ruh ve beden bütünlüğümüzü parçalar. Kaldı ki, terörün ve asıl terörist olan devletin kastı da tam olarak budur. Yaşamı, yaşanmayacak hale getirene kadar korku, panikle doldurmak!
Bu şok dalgasının genişleyen halkaların içinde ne vardır peki? Elbette travma, korku, panik ve endişe. Hem de toplumun hiçbir bireyini es geçmeyecek şekilde yayılan bir travma. Patlamanın olduğu alanda sağ kalanlar, olayı sosyal medyadan bilgisayarın karşısında öğrenenler, televizyondan seyredenler, birilerinden duyanlar, ne olup bittiğini tam olarak anlamayan ama anne ve babaların suratlarındaki endişe ve korkudan tedirgin olan çocuklar ve elbette patlamada yaşamını yitirmiş olanların yakınları… Hatta ve hatta katliamı umursamayan ve belki de kısmen yaşananlara sevinenleri de içine alan bir halka ve şok dalgası…
Psikiyatri bu durumu Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak tanımlıyor. Travmanın etkisi olaya fiziksel ve duygusal yakınlığa göre fark gözetir: Olaya direkt maruz kalmayan, az önce adını andığımız halkaların çeperinde yer alanlarda, kızgınlık, yaşama karşı güvensizlik, korku, endişe ve hayatın anlamını sorgulama gibi hisler ve durumlar açığa çıkıyor. Diğer yandan halkaların merkezine yaklaştıkça travma daha da derinleşiyor.
Şok, korku, öfke, suçluluk, kaygı, çaresizlik ve umutsuzluk;
Gerginlik, yorgunluk, uyku sorunları, yeme bozuklukları, kalp atışlarında düzensizlik ve ani irkilmeler;
Huzursuzluk, güvensizlik, kendini reddedilmiş ya da yalnız hissetme, aşırı yargılayıcı ve suçlayıcı olma, her şeyi kontrol altında tutma isteği, çevreye ve olaylara yönelik ilgide azalma;
Olayla ilgili görüntülerin sürekli akla gelmesi, olayı hatırlatan en ufak şeylerin kişiyi o ana götürülmesi ve beraberinde konsantrasyon bozuklukları açığa çıkabiliyor.
Öte yandan, önceki saldırıda hedef olan politik ya da etnik grubun yeni bir saldırının hedefi olabileceği kaygısı da bu insanların yaşadıkları travmayı katmerleyen bir diğer etken oluyor.
Her ne kadar psikiyatrinin kendisi, bu noktada kişiler üzerinden doğru tespitler yapıyor olsa da, koyduğu çözüm önerileri oldukça güdük kalıyor. Tedaviler, seanslar, toplum merkezleri gibi çözüm arayışları yaşanan böylesine bir toplumsal olay için bir hayli kişisel kalıyor. Psikiyatri, her zamanki hatasına düşüp, toplumsal bir sorunun çözümünü bireylerin yaşamında olabilecek birkaç ufak değişiklikte arıyor.
Evet, acılarımız, korkularımız ve meseleyi ne derece farklı hissettiğimiz biricik olabilir. Fakat bu vaka, kesinlikle toplumsal bir vakadır. Bu saldırı devlet eliyle organize edilmiş, bütün detaylarıyla planlanmış, ölecek insanların politik görüşlerinden, bu meseleden toplumun geri kalanı ne kadar ve ne şekilde etkileneceği düşünülmüş, toplumda oluşan travmanın, devleti yönetmeyi kolaylaştıracağı, insanları sokaktan uzak tutacağı, gündelik sosyal yaşamı tahrip edeceği, toplum içerisindeki iletişimi, dolayısıyla insanların arasındaki ilişkiyi ve güven duygusunu sakatlayacağı öngörülmüş ve hatta insanların katillerinden kendilerini korumasını bekleyeceği “sağlıksız” bir gerçekliğin yaratılması ince ince hesaplanmıştır.
Elbette, ne bu korku ve panik havası çok anormal ne de toplumun içinde bulunduğu travmanın kendisi de garipsenecek bir şey. Dostlarını, yakınlarını, yoldaşlarını yitirmiş insanların ya da bu olaya herhangi bir şekilde maruz kalmış diğerlerinin yaşadığı ortama ve geleceğe karşı bir “…acaba…” ile yaklaşması bizi şaşırtmalı.
Fakat şunu unutmamalıyız ki, katillerimizin korumasına muhtaç kalmamak böyle alçakça saldırılara tekrar karşılaşmamak için, dahası kaybettiğimiz dostlarımızın arzularına ve inançlarına sahip çıkmak için korkunun yerini cesaretle, paniğin yerini sakinlikle değiştirmeli. Bizi bile isteye yalnızlığa ve yalıtılmışlığa gömmek isteyen bu iktidar odaklarına karşı “paylaşma ve dayanışmayı” yükseltmeli, yaşadığımız acıyı, hissettiğimiz öfkeyi kavgayla harmanlayıp mücadele etmeye devam etmeliyiz. Çünkü acılarımızı saracak, öfkemizi dindirecek, toplumu bu travmadan çıkartacak ve dostlarımızın anısını ve fikirlerini yaşatacak olan şey mücadelenin ta kendisidir!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayında yayımlanmıştır.
The post Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Kadınların Öfkesi Katilleri Yakacak ” – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“
Bomba!
Katil devletin savaş araçlarından biridir bomba. Ne zaman ki devlet şiddetini yükseltse; bir bomba patlatır içimizde. Yüzyıllardır var olduğunu, birilerini katletmekte olduğunu bilsek de, son zamanlarda sık sık duymaya başladığımız bir kelimenin ötesinde, bomba yaşamlarımızın ortasında patlayan bir gerçeklik haline geldi.
Bombalar Amed’de, Suruç’ta, Cizre’de, Zergele’de, Lice’de, Sur’da ve Ankara’da patladı birer birer. Yaşamlarımıza düşürürler bombaları ve geride bedenlerimizden parçalar, yüreklerimizde acılar kalır. Bombalar farklı yaşamlara farklı biçimlerde düşse de; yarattığı üzüntü, yarattığı öfke hep benzer birbirine.
Bomba Meryem Ana’yı, iki oğlunu da devletin senelerdir sürdürdüğü savaşa karşı gösterilen direnişte kaybetse de hiçbir zaman meydanları terk etmeyen, “Artık gençler ölmesin” diyerek kalkanların önünde duran, direnen bir kadını, yine devletin savaşına karşı dilinden hiç düşürmediği “barış” için gittiği meydanda, Ankara’da katletti.
Bomba bir anneyi, kucağında bebeğiyle devletin yasakladığı sokağa çıktığı için, Cizre’de katletti.
Bomba Lissa Çalan’ın dilinde zılgıtıyla gittiği Amed mitinginde patladı, Lissa’nın bacaklarını, aynı zamanda birçok kadının yaşamını çaldı.
Bomba, devlet Kandil’e atmak isterken “yanlışlıkla” Zergele’ye düştü; anaları ve kucaklarındaki çocukları katletti.
Bomba 13 yaşındaki genç bir kadını, bir ananın çocuğunu katletti ve o ana, yasaklardan dolayı çocuğunu gömemedi. Cemile’nin küçük bedeni annesi tarafından günlerce dondurucuda saklandı.
Bomba kundaktaki 35 günlük bebekleri; daha emzikteki, oyun yaşındaki küçük bedenleri parçaladı. Katiller gülerek “Gelin cenazenizi alın” dedi.
Devlet bu bombaları evlerde, meydanlarda, bedenlerde patlatmıyor sadece, geride kalanların yaşamlarının ortasında da patlatıyor. Katliamların ardından yaralıları, yaşamlarını yitirenleri taşıyanlara; anmalara, cenazelere saldırıyor. “Başka bombalar patlamaya devam edecek” diyerek herkesi korkutabileceğini sanıyor ve sokaklara, meydanlara çıkılmamasını istiyor. Sanıyor ki korkutacak, yıldıracak; yanılıyor!
Yaşam için, özgürlük için mücadele eden kadınların inancına, bir de katledilen kardeşlerin, yoldaşların inancı ekleniyor. Son olarak Ankara’da katledilenlerin cenazelerinde gördük bunu. Kadınlar cenazelerde sımsıkı yumruklarını havaya kaldırıyor. Katillere inat dimdik durup üzüntülerini öfkeyle bezeyip haykırıyorlar. Sokakları, meydanları terk etmiyorlar. “Hepimizi katletmezseniz rahat yok size!” diyorlar katillere, mücadeleyi büyütmek için örgütleniyorlar. Çünkü bu katliamlar unutulamaz, bu katliamlar affedilemez.
Üzüntünün suyu biraz akıyor gözden. Ama öfkenin ateşi harlanarak büyüyor. Bu ateş, sadece içimizi yakmayacak; gün gelecek, kadınların öfkesi katilleri yakacak!
Nergis Şen
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Kadınların Öfkesi Katilleri Yakacak ” – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” İki Arada Bir Derede Katliamın Gölgesinde Talan Projeleri” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız topraklar art arda katliamların karanlığına gömülmüşken; adalet, özgürlük ve barış isteyenler acı ve öfke içinde cenazelerde buluşuyorken; insanlar panik ve korku içinde birbirlerine “Bize ne oluyor?!” diye sorarlarken birileri de işlerini tıkır tıkır yürütmeye devam ediyor. Devlet ve suç ortakları şirketler sizi öldürmekle yetinmeyeceğiz, yaşadığınız doğayı da başınıza yıkacağız, her yeri betona bulayıp adeta yaşam adına ne varsa yok edeceğiz der gibi talan ve katliam planlarını harfiyen uygulamayı sürdürüyorlar.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı “Müjde”yi Verdi: 3. Nükleer İğneada’ya
Katliam bir devlet geleneğidir. Katliamı bazen bombayla, bazen ağır silahlarla, bazen uçaklarla, bazen de tıpkı Çernobil, Fukuşima ve daha adını sayamadığımız irili ufaklı birçok “nükleer santral” ile de gerçekleştirebilirsiniz. Bu toprakların efendileri de nükleer projelerini peşi sıra uygulamaya devam ediyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alaboyun, “Üçüncü nükleer santralin Kırklareli İğneada bölgesinde yapılması planlanıyor. Firmalarla görüşmeler devam ediyor” açıklamasıyla bizlere 3. nükleerin müjdesini verdi.
Bir Müjde de Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’ndan: Akdeniz’de 3725 Tane Talan Projesi
Böylesine karanlık günlerden geçerken, devlet erkanı boş durmuyor, müjdeler birbirini izliyor! Başta Karadeniz olmak üzere, yaşadığımız coğrafyanın her bir yanını envai çeşit enerji santralleriyle donatan devlet ve şirketlerin ağzı şimdi de Akdeniz için sulanıyor. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Isparta’da Güneydoğu Anadolu Projesi’nin bir benzeri olarak Akdeniz Gelişim Projesi (GEP) hazırladıklarını belirterek, burada 3725 tesis yapacaklarını duyurdu. Sözlerine esprili (belki alaycı daha doğrudur) bir şekilde devam eden Eroğlu, “Buraya gelirken Afyonkarahisar’dan kaymaklı lokum getirecek halim yoktu. Buraya heybem dolu yatırımlarla geldim… 6 aylık çalışma neticesinde nereye ne yapılacak bunları belirledik. 2019 yılına kadar 266 baraj ve gölet, 440 sulama tesisi, 32 içme suyu tesisi, 850 dere ıslahı tesisi, 1299 köprü ve ağaçlandırma gibi yatırımlar yapılacak” dedi. Yaşanan katliamın ardından adeta bir komedyen edasıyla boy gösteren bakan, Isparta’nın güllerini, talan projeleri kapsamında yapmayı planladıkları göletlerle özdeşleştirerek keskin edebiyat yeteneğini de göstererek, “Isparta, Isparta olalı böyle barajlar göletler yapılmadı. Isparta artık güller ve göller diyarını yanı sıra barajlar ve göletler diyarıdır” dedi.
Yeşil Yol’un İlahi Amaçları
Karadeniz’deki son talan projelerinden biri olan “Yeşil Yol” ise geçtiğimiz günlerde Başbakan Davutoğlu tarafından ilginç bir şekilde savunuldu. Davutoğlu Karadeniz’de yaptığı bir konuşmada “Yeşil Yol (…) doğaya ulaşıp rabbimize şükretmek için” diyerek meseleyi ilahi bir açıdan değerlendirdi ve “Bunların dini, imanı para…” deyişinin ete kemiğe bürünmüş hali olarak tarihe geçti.
Daha proje aşamasındayken bir talan projesi olduğu ve izlediği güzergâh boyunca yaşam adına ne varsa yok edeceği aşikar olan “Yeşil Yol” hepimizin de hatırlayacağı gibi köylüler tarafından engellenmek istenmiş; iş makineleri birkaç defa durdurulmuş, yaşlı kadınlar askerler tarafından yerlerde sürüklenmiş ve nihayetinde ağır silahlarla donanmış askerlerin eşliğinde şirket tarafından inşaata başlanmıştı.
Fakat Davutoğlu böyle düşünmüyor ya da fantastik bir romanın mistik bir kahramanı olduğunu düşünüyor ve saçmalamaya devam ediyor: “Dünyanın her yerinden insanlar gelsin Karadeniz’in yaylalarına aşık olsun, havasında şifa bulsun diye bu projeyi yapıyoruz. Türkiye’nin her köşesindeki çevre aşıkları olan bizler adına söylüyorum; bizler sarı çiçekle konuşan Yunus Emre’den ilham almışız. Tek bir sarı çiçeğin ezilmesine izin vermeyiz. Tek bir yaylanın tarumar edilmesine izin vermeyiz. Kötü yapılaşmayla o doğanın bozulmasına izin vermeyiz. O yollar doğayı bozmak için değil, doğaya ulaşıp rabbimize şükretmek için yapılıyor. Yeşil Yol bu felsefeyle yapılmaya devam edecek.”
Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce: Beton makinesinin sesinden büyük keyif alıyorum
Çevre Bakanı İdris Güllüce ise İstanbul Esenler’de katıldığı bir açılışta yaptığı açıklamalarla, devleti temsilen “çevreleri”ne hangi gözle baktıklarını açık etmiş oldu. Çevre Bakanı: “Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın. Ben inşaat mühendisiyim, beton makinesinin sesinden çok keyif alırım. Böyle pat… pat…pat… vurdukça… Türkiye kalkınıyor. Kalkınacak, gelişecek. Türkiye 2023, 2071 hedeflerine gidiyor… Biraz sonra o beton pompası vurmaya başlayacak. Birilerine rağmen Türkiye kalkınacak. Rabbim bu ülkeyi hep böyle kalkındırsın. Silah seslerinin yerine, terörün yerine, insanların birbirine acımasızlığı yerine beton santrallerinden beton çıksın ve o beton santrallerinin betonlarını beton pompaları insanlara güzel güzel evler, havaalanları, yollar, otobanlar yapsın!”
Halbuki biz çevre bakanından yaptıkları pislikleri örtmek için usulen de olsa -ki her zaman öyle olur- yeşile övgü beklerken; kendileri derelerimizi kurutan, ormanları yerle bir eden yaşam alanlarımızdan bir silindir gibi geçen “beton”a karşı histerik aşkını dile getiriyor.
Katliamı takip eden son bir hafta içerisinde yapılan tüm bu açıklamalara baktığımızda “Siz bizimle dalga mı, geçiyorsunuz?” diye sormamak elde değil. Bu açıklamaların, toplumun birçok duyguyu bir arada yaşadığı ve dikkatinin çok başka noktalara çekildiği böyle bir zamanda yapılması oldukça manidar ve aynı zamanda son derece umursamaz ve pespayecedir.
Açık, net ve tereddütsüz bir şekilde söylüyoruz, komik değilsiniz, zeki ya da edebi hiç değilsiniz! İğrençsiniz, katilsiniz; Ankara‘da ölen yoldaşlarımızın, derelerin, ağaçların, havanın, hayvanların, tüm doğanın katilisiniz. Çok sevdiğiniz beton makinelerinin sesi eşliğinde, öve öve bitiremediğiniz duble yolların arasında, yaşadığımız toprakların her bir yanına dizilmiş enerji santralleri ve saya saya bitmeyecek talan projelerinizle beraber yok olup gideceksiniz. Doğanın ve katlettiğiniz tüm yoldaşlarımızın öfkesi, yaşadığınız her an ensenizde olacak. Yaptığınız hiçbir katliam, gevrek gevrek sırıtarak söylediğiniz hiçbir yalan, hiçbir söz unutulmayacak!
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” İki Arada Bir Derede Katliamın Gölgesinde Talan Projeleri” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Savaşa Karşı Kadınlar Sokağa appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
23 Temmuz
Kadınlar, Kadıköy-Eminönü İskele Meydanı’nda buluşup Beşiktaş İskele Meydanı’na kadar ses çıkartarak yürüyüş gerçekleştirdiler. Basın açıklamasının ardından eylem sonlandırıldı.
29 Temmuz
Kadınlar, eş zamanlı olarak Kartal Meydanı, Bakırköy Özgürlük Meydanı ve Beşiktaş CHP binası önünde oturma eylemi ve basın açıklaması gerçekleştirdi.
1 Ağustos
İstanbul Galatasaray Lisesi önü ve Kartal Meydan başta olmak üzere Ankara, Eskişehir, Adana, Antakya, Antalya, Bursa, Çanakkale, Erzincan, İzmir, Kocaeli, Mersin, Muğla ve Samsun illerinde eş zamanlı olarak oturma eylemi gerçekleştirildi. Katliamlara karşı ses çıkartan kadınlar, gerçekleştirdikleri basın açıklamasının ardından eylemlerini sonlandırdılar.
13 Ağustos
Kadınlar, Kadıköy Khalkedon Meydanı’na açtıkları masada farklı dillerde “barış” yazılı kurdelelerini ve bildirilerini dağıttılar. Sonrasında Khalkedon Meydanı’ndan Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’ne kadar ses çıkartarak yürüyüş gerçekleştirdiler. Basın açıklamasıyla eylem sonlandırıldı.
19 Ağustos
Kadınlar, T.C. devletinin Kürdistan’da gerçekleştirdiği kanlı politikalarına karşı Galatasaray Lisesi önünde basın açıklaması gerçekleştirmek istedi. Ancak kadınlar devletin polis engellemesiyle karşılaştılar. Sonrasında kadınlar eylemlerini yapmak için ısrar etmeleriyle Taksim Mis Sokak’ta oturma eylemlerini gerçekleştirdiler. Katliamlara karşı sürekli çıkardıkları seslerin ardından basın açıklamasıyla eylemlerini sonlandırdılar.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Savaşa Karşı Kadınlar Sokağa appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Capgras Sendromu ” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Her şey size garip ve yapaymış gibi görünmeye başlıyorsa, etrafınızdaki hiçbir şeyin gerçek olmadığı duygusuna kapılıyorsanız, her yeri bir sahneye benzetiyor, herkesi de o sahnede rol yapanlar olarak algılıyorsanız, sizde de Capgras Sendromu olabilir. Mesela annenizin yüzüne bakıp “karşımdaki insan anneme benzeyen ama annem olmayan birisi” diyebilirsiniz bu sendromun etkisiyle. Çevrenizdeki her şeye kuşkuyla yaklaşır, güven duyamazsınız.
Adını Fransız psikiyatr Jean Marie Joseph Capgras’dan alan bu sendrom, genelde kafasına darbe almış ya da Alzheimer gibi “hastalık”lardan mustarip olan kişilerde görülür. Ebeveynlerinin, eşinin, kardeşinin, köpeğinin, hatta kimi durumlarda, kendisinin bile bir “sahtekar” olduğuna inanır.
Ünlü sinirbilimci Prof. Vilayanur S. Ramachandran, “Phantoms In The Brain” adlı kitabında, annesinin ve babasının birer “sahtekar” olduğunu söyleyen Capgras sendromlu bir gencin durumunu anlatır. Gencin herhangi bir duyguyu deneyimlemek ya da yüzleri tanımak konusunda bir sıkıntısı yoktur. Ne var ki, tanıdık yüzler söz konusu olduğunda herhangi bir duygu hissedemiyor ve dolayısıyla anne babasının gerçek anne babası olmadığını, tıpkı onlara benzeyen fakat onların yerine geçmiş birer “sahtekar” olduklarını düşünüyordu.
Normalde, tanıdık bir yüz gördüğümüzde, beynimizin bellek, öğrenme, duygusal denge ve sosyalleşme konularından sorumlu temporal lobundaki görsel patikalar harekete geçer. Sonra, bu etkinlikler, duygusal hafıza ve duygusal tepkilerin oluşmasından sorumlu beynin amigdala bölgesini uyarır ve o yüzü tanımamızı sağlar. Ne var ki, bu sendromdan yakınan hastalar yakınlarının yüzünü gördüklerinde, yüzleri tanıyor fakat tanıdık birini görmenin verdiği o sıcaklık/yakınlık hissini yaşayamadıkları için sanki o kişi gerçek değilmiş de onun yerine bir sahtekar geçmiş sanrısına kapılıyorlar.
Capgras Sendromu, nörolojideki en tuhaf ve en nadir görülen vakalardan biri sayılıyor. Ama bu yazıyı okuduktan sonra çevremize daha dikkatli bir biçimde bakalım. Gezindiğimiz sokakta, bindiğimiz dolmuşta, iş yerimizde ve okulumuzda, bu sendromun belirtilerini gösteren ne kadar çok kişi görüyoruz? Bu bizi şaşırtıyor mu peki?
7 gün 24 saat devletin resmi propagandasıyla yüklenmiş olan medyanın etkisi, yine de geryleçeklerin üzerini bütünü örtemiyor. Sahteyle gerçeği ayırma gayreti, beraberinde, her şeye kuşkuyla yaklaşmayı getiriyor.
Tüm renkli ve göz alıcı şovlarına karşın “televizyondaki kişi özgürlükten söz eden birisine benziyor ama hiç de öyle olmayan birisi” denebiliyor. Seçimden seçime köyüne gelen bir politikacıya da güvenilmiyor. Medyanın, derelerini savunan köylüyü düşman göstermesine de, devletin baskısına karşı öfkesini sokaklara taşıyanı terörist olarak nitelemesine de, militarist orduya katılmayı reddeden genci vatan haini olarak adlandırmasına da…
İnanılmıyor da, insanı da, doğayı da katledenlerin hiç bir şey olmamış gibi davranmaları insanda başka bir kuşkuya yol açmıyor da değil. Barış diyenlerin hala operasyona devam etmeleri, ekoloji diyenlerin orman kesmeleri, çözüm diyenlerin ev baskınlarına girişmesi…
Capgras Sendromu’nda çözüm olarak duygusal hafıza ve duygusal tepkilerin kuvvetlendirilmesi önerilir. Görülenin hatırlanması, gerçeğin unutulmaması için böyle salık verilir.
Şimdi bizler de yakınımızdakilere, kendimize dönüp bakar, gerçekleri unutmamaya çalışırken, bizden gizlenen gerçekleri bulup sıkıca tutmalıyız. İktidarlar tarafından yok edilmek istenen toplumsal belleği ve toplumsal tepkiyi daha da kuvvetlendirerek, sahtekarlıklardan birer birer sıyrılmalı ve gerçeği savunmalıyız.
The post ” Capgras Sendromu ” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Global Barış Global Sermaye ” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Dünyanın pek çok yerinde savaşlar ve katliamlar, devletlerin büyük çıkar çatışmaları üzerinden devam ediyor. Savaş, biz ezilenler için yıkım olurken, gelişmiş silah endüstrisi, savaş teknolojisi ve savaş sonrası inşaat sektörüyle birlikte devletler ve tabii ki şirketler için büyük bir fırsat, büyük bir rant, büyük bir ekonomik kaynak oluşturuyor. Ekonomiyi beslemek anlamında savaş, devletler ve şirketler için çoğu zaman vazgeçilemez bir yöntem.
Ancak devletler ve şirketler savaş yöntemini her zaman doğrudan kullanmıyorlar. Bazen barış da, rant ve sömürü için yöntemsel anlamda oldukça “kullanışlı” olabiliyor.
Küresel Barış Endeksi, Ranta Endeksli
Avustralya, Sidney merkezli Ekonomi ve Barış Enstitüsü… Enstitü’nün en önemli çalışması olan Küresel Barış Endeksi; Economist dergisi ve derginin istihbarat birimi tarafından derlenen veriler kullanılarak, barış enstitüleri ve düşünce kuruluşlarında görev alan ekonomistlerin yer aldığı uluslararası bir panelde hazırlanıyor.
Enstitünün hazırladığı tüm raporlar ve yapılan araştırmalardan derlenen veriler, devletler, şirketler, Birleşmiş Milletler, OECD ve Dünya Bankası gibi kurumların yanı sıra, onlara sahada asistanlık hizmeti veren küresel sivil toplum kuruluşları ve politika enstitüleri (think-tankler) tarafından kullanılıyor.
Enstitü, her yıl periyodik olarak yayınladığı ve “huzurlu ülkeler sıralaması” olarak da adlandırılan raporunu, geçtiğimiz haziran ayı sonunda açıkladı. Barış, ekonomi, siyasi istikrar gibi kriterler göz önünde bulundurularak hazırlanan raporda TC devleti, 36 Avrupa devleti arasında sonuncu sırada yer alırken, dünya sıralamasında 162 ülke arasında kendine ancak 135. sırada yer bulabildi. İlk üç sırada ise İzlanda, Danimarka ve Avusturya yer aldı. Barış Endeksi çalışması, dünyadaki çatışma ve savaş bölgelerinin ayrıntılı bir haritasını çıkartırken, bu coğrafyalarda ortaya çıkan durumların detaylı raporlarını hazırlıyor.
Peki Bu Ne Anlama Geliyor?
Daha önce de belirtmiştik, Barış Endeksi’ni hazırlayan enstitü uzmanları Economist Dergisi ekibinden ve bu dergi, kapitalist şirketlerin en önem verdiği, verilerine güvendiği dergilerden biri. Yapılan çalışmaların, hazırlanan raporların şirketlerin çıkarına hizmet vermeyeceğini düşünmek gerçekçi değil.
Savaş kadar barışı da kendi çıkarlarına kullanmakta kararlı olan küresel sermaye güçlerine “barış dönemlerinde” bu desteği sağlayan en önemli kurumlardan birisi Ekonomi ve Barış Enstitüsü.
Hazırladığı “Küresel Barış Endeksi” çalışmasıyla dünyadaki çatışma ve savaş bölgelerinin ayrıntılı bir haritasını ve bu coğrafyalarda ortaya çıkan durumların raporlarını üreten Enstitü, kapitalistlere ve devletlere yatırım yapabilecekleri alanları belirterek sermayelerini artırmalarına yol açıyor.
Savaş ve çatışma bölgeleriyle ilgili tüm bu çalışmalar, gerek savaş sırasında o bölgede gerçekleşen büyük rantın hissedarlarını azaltacak şekilde, riski sevmeyen patronları oradan uzaklaştırarak, gerekse bölgenin savaş sonrası ihtiyaçlarını belirterek, gerçekleşecek olan bu daha büyük ve kapsamlı sömürüye ve sermaye akışına rehber oluyor.
Enstitü ayrıca, savaşların olmadığı coğrafyalarda da analizler yapıyor ve buralardaki ekonomik durum ile kapasiteleri saptayıp sermayedarlara yapabilecekleri yatırımlar hakkında seçenekler sunuyor.
Yayımlanan raporlarda ekonomik istikrarsızlıklara bolca dikkat çekilirken, devletlerin içeride yaşadığı çatışmalara ve siyasi istikrarsızlığa da neden olarak ekonomik krizler gösteriliyor. Bununla beraber, savaş ve çatışmaların da yine barış ekonomisine zarar verdiğini, barışı gerçekleştirmenin ekonomik açıdan istikrarı yakalamakla geleceğini söyleyerek bir tuzak kuruluyor. Böylelikle ezilen halkların paylaşma ve dayanışma içinde bir arada yaşamaları için olmazsa olmazlardan biri olan “barış” kavramı, söz konusu Enstitü tarafından, şirketlerin ve devletlerin sömürülerini artırmaları için onlara bir araç olarak sunuluyor.
Kapitalist Barış
Enstitünün şimdiye kadar yaptığı çalışmalarda kullandığı bir barış tanımı var. Pozitif ve negatif olmak üzere iki ayrı bağlamda ele alınıyor barış. Çalışmaya göre “negatif barış”, şiddetin olmadığı bir atmosferi tanımlamak için kullanılıyor. “Pozitif barış”ın ifade ettiğiyse, şiddet varlığının ve korkusunun toplumdaki durumundan çok daha fazlası. Pozitif barış, sadece siyasal olanla ilgili değil, aynı zamanda toplumun sosyo-ekonomik durumuyla da ilintili. Pozitif barış durumunun oluşması için toplumun ekonomik açıdan da iyi bir konumda bulunması şart koşuluyor.
Küresel Barış Endeksi ile enstitü, özellikle Pozitif Barış tanımının üzerinde duruyor. Barışçıl toplumları destekleyen ve ayakta tutan davranışları, yapıları ve organizasyonların desteklenmesi noktasının altını çiziyor.
Pozitif Barış tanımının kerameti burada ortaya çıkıyor. Sosyo-ekonomik durumun iyi olması için gerekli koşullar kapitalist dengelerle kuruluyken, bu dengenin, yani kapitalizmin o coğrafyalarda daha iyi işlemesi için desteklenmesi gereken kuruluşlar olarak kapitalist şirketler ve bu şirketlerle ilintili STK’lar ön plana çıkartılıyor.
Çalışma, işte bu barış tanımıyla birlikte hiç şüphesiz, şiddetin yanı sıra sistemin devamı için gerekli olan, kapitalist ekonominin çarklarını risk olmadan çalıştıracak bir barıştan bahsediyor. Yaptığı saptama ve analizlerle de kendince tasarlayıp çizdiği bu barış portresinin vücut bulması için şirketlere ve devletlere yol göstericiliğinde bulunuyor.
Bir yandan şirketlere sağladığı verilerle sermaye akışına uygun coğrafya arayan Ekonomi ve Barış Enstitüsü; öte yandan barış terimini yeniden anlamlandırıyor. Devletin ve şirketlerin barışının rant ve sömürü olduğu ortada. Kapitalizmin barış hali ve savaş hali…
The post ” Global Barış Global Sermaye ” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları(1) : “Onaltılar Manifestosu” – Pyotr Alekseyevich Kropotkin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşist yoldaşlardan Pyotr Kropotkin’in de imzacıları arasında olan ve 1916 yılında yayımlanan Onaltılar Manifestosu, işte tam da böyle bir aşamayı yaratmıştır. 1. Dünya Savaşı’na karşı kaleme alınan bu manifesto, yanlış yorumlanmasıyla, anarşist düşünürler arasında bir tartışma yaratmıştır. 1. Dünya Savaşı’nın başlamasından tam iki yıl sonra kaleme alınan bu manifesto, başta Kropotkin olmak üzere, 15 anarşist yoldaşın imzasıyla yayılanmış ve geniş çevrelerde yankı bulmuştur.
Onaltılar Manifestosu açık ve net bir şekilde devletlerarası başlatılan ve halkların katliamıyla sonuçlanacak 1. Dünya Savaşı’na karşı olunduğu ve bu savaşın ancak devletlerin terörüne karşı direnerek sonlandırılabileceğini belirtilse de, dönemin kimi anarşist düşünürleri tarafından farklı yorumlanmıştır.
Manifestoya karşı “Cenevre Anarşist-Komünistler Grubu” adıyla, imzacıları arasında Alexander Berkman, Emma Goldman, Errico Malatesta gibi anarşist yoldaşların da bulunduğu bir eleştiri yayımlanmış ve Onaltılar Manifestosu’na ağır eleştiriler getirilmiştir. Kropotkin’in militarist, savaş yanlısı gibi ithamlarla eleştirildiği bu metin, anarşist düşünürler arasında da tartışma konusu olmuştur.
Kropotkin, Onaltılar Manifestosu’nda Alman işgalci kuvvetlerin saldırılarının, yaratılmak istenen devletsiz, sınırsız ve özgür dünya önündeki en büyük tehdit olduğunu ve bu tehdide karşı direniş göstermenin önemini vurgularken aynı zamanda Alman devletine karşı savaşın, tüm devletlere karşı verilen bir savaş olduğunu söylemiş, anarşistlerin var olan bu savaşa karşı direniş göstermesinin, bütünlüklü olarak devlet terörüne karşı bir direniş olduğunu açıklamıştır.
Tıpkı Bakunin’in yaptığı gibi, Kropotkin’in de Alman devletinin ve Alman faşizmin geçmişte olduğu gibi tekrar durdurulması gerektiğini bu yüzden anarşistlerin de savaşa girmelerini, bunun kaçınılmaz bir gerçek olduğunu söylediği Onaltılar Manifestosu, işte tam da bu noktada “Kropotkin’in savaş çağırıcılığı” iddiasıyla, birçok anarşistin hedefinde olmuştur.
Günümüzde ekonomik ve siyasi çıkarlara bağlı olarak savaş dengelerinin değiştiğini göz önünde bulundurursak, Alman devletinin de 1. Dünya Savaşı planıyla aynı kaygıyı güderek birçok coğrafyayı işgal edeceğini ve halkları katledeceğini görmek çok da zor değil.
Onaltılar Manifestosu’nun üzerine ilerletilen tartışmaların, içinde bulunduğumuz coğrafyanın anarşist mücadelesine de katkıda bulunacağını düşünerek, ilk kez Türkçe’ye çeviriyoruz. Anarşizm tarihi içerisinde bir tartışma konusu olan bu manifestonun, 1. Dünya Savaşı’na karşı geliştirilen anarşist perspektifi ve yazıldığı dönemde yarattığı etkiyi dikkate alarak yayımladığımız bu çeviriyle birlikte, “Anarşizmin Teori ve Pratik Tartışmaları” yazı dizimizi de başlatmış oluyoruz.
ONALTILAR MANİFESTOSU – Pyotr Alexeyevich Kropotkin Her yerden sesler, bir an önce barışın sağlanabilmesi için yükseliyor. Yeterince kan döküldüğünü, yeterince yıkım olduğunu ve her koşulda bunun bitmesi gerektiği söyleniliyor. Bizler herkesten çok ve uzun süredir, gazetelerimizde, halkların aralarındaki savaşa ve imparatorluğun ya da cumhuriyetçiliğin maskesi altında gülünç duruma düşen militarizme karşıyız. Ayrıca tartışılan barış esasları, Avrupalı işçiler tarafından evrensel bir kongre sonrası belirlenseydi memnun olurduk. Üstelik Alman halkı Ağustos 1914’te topraklarını korumak için hareket edildiğine inanmış olsa bile, bu halkın aslında fetih savaşları için aldatılmış olduklarını fark etmeleri için zamanları vardı. Aslında Alman işçilerin gruplarında en az çalışan Almanlar, çok veya az ilerlemiş olanlar, şimdi anlamak zorundalardır ki Fransa’nın, Belçika’nın ve Rusya’nın bu istila planları çok önceden hazırlanmıştır ve eğer savaş 1875, 1886, 1911 ya da 1913’te patlak vermediyse bunun nedeni uluslararası ilişkilerin daha elverişli olmaması ve de askeri güçlerin Almanya’ya yeterince zafer vaat edememesidir ( tamamlanacak olan stratejik hatlar, Kiel Kanalı’nın genişletilmesi, mükemmelleştirilmesi gereken büyük kuşatma topları). Ve şimdi, yirmi aylık savaş sürecinin ve korkunç kayıpların ardından, Alman ordularının istilalarının savunulacak olmadığı görülmelidir. Daha bile önemli olarak farkında olunmalıdır ki, fethedilen yerlere katılıp katılmamayı dile getirmek, her bölgenin halkına düşmektedir (Fransa, Avusturya-Macaristan yenilgisi sonrasında, 1859’da farkına varmıştır). Eğer Alman işçiler durumu bizim anladığımız ve zaten zayıf bir azınlık olan sosyal demokratların anladığı gibi anlamaya başlasalardı, barışla ilgili tartışmaların başlayabilmesi adına ortak bir zemin bulunabilirdi. Fakat ilhak etmeyi kesinlikle reddettiklerini bildirmeleri ya da onayladıklarını bildirmeleri; böylece istilacı ülkeler üzerinde vergi alma hakkından vazgeçmeleri, istilacıların komşu ülkelere verdiği maddi zararı Alman devletinin ödeme zorunluluğunun farkına varmaları ve ticaret anlaşması adı altında ekonomik bağımlılığı zorla kabul ettirmek istememelilerdir. Ne yazık ki günümüze kadar Alman halkında bir uyanış belirtisi göremiyoruz. Zimmerwald Konferansı hakkında konuştuk fakat bu konferansta eksik olan temel, Alman işçilerin tanıtımıydı. Yaşamın Almanya’da pahalı olmasından kaynaklı birçok ayaklanma olayları görmekteyiz. Ama bu ayaklanmaların büyük savaşlarla sürelerini etkilemeden paralellik gösterdiğini unutuyoruz. Bu zamanlarda Alman hükümeti tarafından alınan hükümler, yeni saldırıların ilkbahar dönüşüne hazırlandığını kanıtlamaktadır. Ama nasıl ki müttefiklerin ilkbaharda yeni ordularla, yeni ekipmanlarla, öncelere göre daha güçlü toplarla karşı koyacağını bildiğinden, müttefik halkların arasında geçimsizlik ekmeye çalışmaktadır. Ve bu amaçla savaşın kendisi kadar eski bir araç kullanmakta, yalnızca orduların ve ordu sahiplerinin karşı koyabileceği gelecek barış söylentilerini yaymaktadır. Bülow ve sekreterleri İsviçre’de kaldıkları son günlerde, bu uygulamaya tabii tutulmuştur. Ama hangi koşullar altında barışın bitirilmesini öneriyor? Neue Zuercher Zeitung’a göre -ki buna resmi gazete olan Nord-deutsche Zeitung da karşı çıkmıyor- Belçika’nın büyük bir kısmı boşaltılacak, ama bir şartla: Ağustos 1914’te olduğu gibi Alman askerlerinin geçişinin engellenmeyeceğine dair sözler verilmesi gerekiyor. Peki, bu sözler ne olacak? Belçika’daki kömür madenleri? Kongo? Kimse söylemiyor. Ama yıllık büyük bir katkıda bulunulması, şimdiden arz ediliyor. Fransa’da fethedilen topraklar geri verilecek ki buna Lorraine’in Fransızca konuşulan kısmı da dâhil. Ama karşılığında, Fransa, 18 milyarlık Rus borçlarını Alman devletine aktaracak. Bu 18 milyarlık “katkı”yı Fransız tarım ve endüstri işçileri geri ödemek durumunda kalacak, çünkü sonuçta vergileri onlar ödüyor. Kendi emekleriyle oldukça zengin bir hale getirdikleri on bölüm için 18 milyar verilecek, ama bu bölümler kendilerine harap edilmiş bir şekilde geri verilecek. Almanya’da barışın koşullarıyla ilgili ne düşünüldüğüne gelecek olursak, bir olgu kesin: Burjuva basını ülkeyi, Belçika ve Kuzey Fransa’nın bazı kesimlerinin topraklarına katılacağı fikrine hazırlıyor. Ve Almanya’da bu fikre karşı çıkma kapasitesine ait herhangi bir güç yok. Bu “fetih”e karşı ses çıkarması gereken işçiler bunu yapmıyor. Sendikalı işçiler kendilerinin emperyalist ateşi tarafından yönetilmesine izin verirken, hükümetin barışla ilgili kararları üstünde herhangi bir etkiye sahip olmak için fazla zayıf olan sosyal demokrat partisi -bütün bir kitleyi temsil etse dahi- kendisini bu konuda ikiye ayrılmış buluyor ve partinin çoğunluğu hükümeti destekliyor. Alman İmparatorluğu, 18 aydır ordularının Paris’ten 90 kilometre uzakta olduğunun bilinci ve yeni fetihler hayal eden Alman halkının desteğiyle birlikte neden çoktan yapılan fetihlerden bir çıkar elde edemeyeceğini göremiyor. Kendisini istediği zaman Fransa’ya saldırabilmesi, kolonilerini ve öbür bölgelerini alabilmesi ve direnişinden artık korkmamasını sağlayacak yeni silahları alabilmesi için yeni milyarlarını kullanabileceği barış koşullarını dikte edecek kudrette buluyor. Şu noktada barıştan bahsetmek, tam anlamıyla Alman devletinin, Bülow’un ve ajanlarının oyununa alet olmak olur. Bize gelince, biz kesinlikle bazı yoldaşlarımızın Almanya’nın kaderini yönetenlerin barışçıl eğilimlerine dair sahip olduğu illüzyonları paylaşmayı reddediyoruz. Biz tehlikenin direk yüzüne bakmayı tercih ediyoruz ve bu tehlikeyi engellemek için ne yapabileceğimizi araştırıyoruz. Tehlikeyi görmezden gelmek, onu arttırmak demektir. Alman saldırısının yalnızca kurtuluşa dair ümitlerimize karşı bir tehdit olmakla kalmayıp, bütün insan evrimine karşı da bir tehdit olduğunun fazlasıyla farkındayız. Bundan ötürüdür ki bizler, anarşistler, anti-militaristler, savaş düşmanları, barışın ve kardeşliğin tutkulu savunucuları olarak direnişten yanayız ve bu yüzdendir ki kendimizi, kendi kaderimizi, halkın geri kalanından ayırmak zorunda hissetmedik. Bu halkın müdafaasını kendi ellerine alıp ilgilenmesini görmeyi tercih ettiğimiz gerçeği üstünde durmanın, gerekli olmadığı kanısındayız. Bunun imkânsız olmasıyla beraber, değiştirilemeyecek olanın acısını çekmek dışında yapılabilecek bir şey yoktu. Ve savaşanlarla birlikte iddia ediyoruz ki, Alman halkı en mantıklı kavramlar olan hak ve adalete geri dönerek Pangermanist politik hâkimiyetin projelerinin enstrümanı olmayı reddetmediği sürece, barış söz konusu bile olamaz. Şüphesiz, savaşa, cinayetlere rağmen, bizler enternasyonalist olduğumuzu ve halkların birleşimi ile sınırların yok olmasını istediğimizi unutmuyoruz. Ama biz halkların (Alman halkı dâhil) uzlaşmasını istediğimizden ötürüdür ki, özgürlüğe dair tüm ümitlerimizin mahvoluşunu temsil edecek bir saldırgana karşı direnmeleri gerektiğini düşünüyoruz. 45 yıl boyunca Avrupa’yı uçsuz bucaksız ve sağlamlaştırılmış bir kamp haline getiren bir parti kendi koşullarını dikte edebiliyorken, barıştan bahsetmek bizlerin yapabileceği en büyük hata olur. Direnmek ve onun planlarını alaşağı etmek, aklı yerinde olan Alman halkına yolu açmak ve bu partiden kurtulmasını sağlamak için gerekli olanları tedarik etmektir. Alman yoldaşlarımız bilsinler ki, bu iki taraf için de avantajlı olan tek sonuçtur ve bizler kendileriyle işbirliği yapmak için hazırız. 28 Şubat 1916 Olaylardan sonra yayımlanan bu bildiri, Fransa ve yabancı basında yayınlanacağından dolayı ancak on beş yoldaşımız bu bildiriyi onaylamıştır: Christian Cornelissen, Henri Fuss, Jean Grave, Jacques Guérin, Pierre Kropotkine, A. Laisant. F. Le Lève (Lorient), Charles Malato, Jules Moineau (Liège), A. Orfila, Hussein Dey (Cezayir), M. Pierrot, Paul Reclus, Richard (Cezayir), Tchikawa (Japonya), W. Tcherkesoff.
Çeviri: Furkan Çelik & İrem Taştan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları(1) : “Onaltılar Manifestosu” – Pyotr Alekseyevich Kropotkin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Suriye Halklarının Kaderi İsviçre’de mi Yazılacak “- Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Suriye barış görüşmelerinin yapılacağı Cenevre-2 Konferansı’nın tarihi 22 Ocak olarak kesinleşti. Görüşmelere 30’a yakın devletin katılması bekleniyor.
ÖSO ÖSO Generali Selim İdris “Cenevre görüşmeleri süresince bile ihtiyaç duyduğumuz silahları temin ederek Esad’ı düşürmek için savaşacağız. Cenevre-2 Konferansı’nın hazırlık sürecine dahil edilmediğimiz için de konferansa katılmayacağız.” dedi.
Esad Rejimi Suriye Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamayla “Suriye’yi temsilen Devlet Başkanı Beşar Esad’in direktiflerini alan” bir heyetin konferansa gönderileceğini belirtti.
El Kaide El Kaide ve bağlantılı çeteleri, konferansa katılmayacaklarını katılanları da hain olarak ilan edeceklerini açıkladı.
Kürt Yüksek Konseyi KYK konferansa bağımsız bir taraf olarak katılmak istiyor. Kürtlerin ortak iradesini temsil eden KYK’nin konfernsta Rojava devrimini gündemleştirmek istemesi nedeniyle ABD ve TC devletleri KYK’nin konferansa katılımlarını engellemek istiyor.
Rusya başta, Cenevre-2 Konferansı’nda PYD’nin de içinde olduğu Yüksek Kürt Konseyi’nin bulunması gerektiğinin söylese de Erdoğan ve Putin’in görüşmesinin ardından, Rojava’nın KDP temsilcisi olan El Parti’nin Cenevre-2’ye taraf olması konuşulmaya başlandı. Ardından Erdoğan ve Barzani’nin görüşmeleri ve El Parti Başkanı Abdulhakim Beşar’ın Ankara görüşmelerinden sonra yaptığı açıklamalarda TC Devleti ile KDP arasında Rojava’ya karşı bir ittifak oluşturdukları görüldü. Barzani’nin “PYD , Rojava’da devrim yaptığını iddia ediyor. Kime karşı kazanılmış bir devrim bu? Tek yaptıkları şey, rejimin onlara teslim ettiği yerlerde söz sahibi olmak” diyerek Rojava’da oluşturulan geçici hükümeti tanımaması ve TC Devleti’nin Yüksek Kürt Konseyi ile yaptığı görüşmelerde bağımsız olarak değil SMDK içerisinde katılın demesi, TC Devleti ve bölgede söz sahibi olmak isteyenlerin Rojava devriminin temsilcilerini Cenevre-2’de görmek istemediğini ise açıkça gösteriyor.
PYD konferansta kendisinin de içinde bulunduğu Yüksek Kürt Konseyi’nin tarafsız olarak Cenevre-2’ye katılmasını ve böylece Kürtlerin ortak bir iradeyle temsil edilmesi gerektiğini savunuyor. Demokratik Öğrenci Dernekleri Federasyonu’nun yaın zamanda Boğaziçi Üniversitesi’nde “Rojava Devriminin Aşamaları” başlığıyla düzenlediği panele görüntülü konuşma ile canlı bağlanan Salim Muslim “Cenevre-2’nin Kürtler açısından bir Lozan’ın tekrarı olmasına müsaade edemeyiz, konferansta Rojava devrimi ortak irade ile temsil edilecek. Ama bize karşı ittifak oluşturanlar bizi Cenevre-2’de görmemek için çabalıyorlar” şeklindeki açıklamasıyla Kürtlerin olmadığı ve Rojava devriminin konuşulmadığı bir konferansın geçerli olmayacağını belirtiyor.
Cenevre-2 Konferansı’nda çıkar birliği için ittifak oluşuran ABD, Rusya, İran, TC ve KDP bu konferansta Kürtlerin kendi istedikleri şekilde, SMDK içerisinde katılmalarını ve Rojava devriminin konferanta kesinlikle konuşulmamasını istiyorlar. PYD ise Rojava devrimine karşı oluşturulan bu çıkar ittifağına kendisini dayatarak, Rojava halkının iradesini Cenevre-2’ye kabul ettirmek istiyor.
Rojava devrimine karşı çıkar ittifakı kuran güçler, birbirleriyle kulisler yaparak Rojava’nın konferansa dahil olmasını engellemeye çalışsalar da, KDP başkanı Mesut Barzani’nin söylediğinin tam tersine, Rojava’da halkın öz-yönetimine dayalı devrim zaten meşrudur. Rojava’da özgür yaşamlar örgütlenmeye, devrim büyümeye devam edecektir.
Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) SMDK içerisinde 15 tane İslami cihadcı örgütün koalisyondan ayrılmasıyla beraber güçsüzleşen ve meşruluğu sorgulanan SMDK’nin içerisine Mesut Barzani’nin başkanı olduğu KPD’nin desteklediği El Parti katıldı. SMDK “Kuşatma altındaki bölgelere yiyecek ve sağlık yardımı ile Esad rejiminin tutukladığı insanları serbest bırakması” ön koşullarının gerçekleştirilmesi halinde Cenevre-2’ye katılacaklarını belirtmişti. SMDK Başkanı Ahmed el-Carba Arap Birliği ile görüşmesinin ardından yaptığı açıklamada “Cenevre-2 için henüz karar vermediklerini” söyledi. Ayrıca SMDK İran’ın konferansa katılmasına da karşı çıkıyor.
BM ve Arap Birliği BM ve Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi İbrahimi, Tahran’da İran Dışişleri Bakanı ile biraraya gelerek Cenevre-2 için hazırlık görüşmesi yaptı. Bu süreci “Yeni Suriye Cumhuriyeti” oluşum süreci olarak adlandıran ikli, SMDK’nin de Esat rejiminin de konferansta olmasını istiyor. İran İran’ın ABD, Çin, Rusya, İngiltere, Fransa ve Almanya ile nükleer program üzerinde anlaşmasının ardından, İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevat Zarif Cenevre-2 Konferansı’na davet edilmeleri halinde hiçbir ön koşul sürmeden katılacaklarını belirtti. Furkan Çelik Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmştır.
The post ” Suriye Halklarının Kaderi İsviçre’de mi Yazılacak “- Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Onurlu Barıştan Özgür Yaşama! – Berk Yeter appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>2008’den 2013’e geldik. Ve “bahar” aylarındayız. “Tarihe tanıklık ediyoruz.” denir ya, işte tam da öyle günlerdeyiz. O kadar ağır ve çok yönlü gelişiyor ki her şey. Birçok kesimin yaptığı/yapacağı toplumsal değerlendirmelerde çoğu zaman kırılma noktasını oluşturan Kürdistan ve Türkleştirme Sorunu, Osmanlı’dan günümüz Türkiye’si ve Kürdistan’ında yine ağırlığını koymuş durumda. Bir tarafta ulusalcı devlet formundan neo-liberal forma geçmenin sıkıntısını yaşayan TC devleti ve hükümetinin bölgesel süper güç olma iddiaları diğer tarafta da “var olma” ve yeni paradigmasıyla demokratik konfederalizmi kurmak isteyen Kürt Hareketi ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin kapitalizme entegre olmaksızın kazanılması gerektiğini düşünen devrimciler. Çözüm, barış, çatışmasızlık, ateşkes, çözülme, teslimiyet, onurlu barış, demokratik kurtuluş, özgür yaşam gibi birbirini esasen bir bıçak gibi kesen tanımlamalarla isimlendirilmeye çalışılan “yeni dönem” sancılarına, -adlandırılmasındaki çeşitlilikten anlayacağımız üzere- birçok farklı yorum getirilmekte. Bu “yeni dönem” sürecine ezilenlerin cephesinden gelen yine ezilenlerin cephesine doğru giden bir yorum geliştirmek toplumsal mücadele alanlarını kazanmak ve elde olanı da kaybetmemek için oldukça önemli. Gerek bu yeni dönemin ehemmiyetinden gerekse de Kürdistan bölgesindeki özgürlük hareketinin ortaya koymuş olduğu ekolojik, cins özgürlükçü, devletsiz, katılımcı ekonomi üzerine kurulu toplum paradigmasından dolayı; ezilenlerin her daim toplumsal belleği, vicdanı ve mücadelesi olan anarşizm üzerinden tariflenmesi oldukça önemli. Toplumsal kurtuluşun anarşizmle mümkün olduğuna inanan bir anarşist olarak bu noktada; bireyi yadsımadan topluma içkin örgütlü çabayı ifade eden anarşizme ait değerlendirmelerin (hem sürecin doğru okunması hem de hayati önem taşıyan noktalara vurgu yapması bakımından) yazılmasını bir zorunluluk olarak görmekteyim.
Silahlı Mücadeleden Silahsız Mücadeleye, Çatışmasızlık Üzerine
2013 Newroz’unda Abdullah Öcalan’ın yaptığı açıklamaya müteakiben İmralı’nın yol haritası hayata geçirilmeye başlandı. Bunlardan gerek devlet bekası tarafından istenen çatışmasızlığın gerekse de halkların ortak isteği doğrultusunda onurlu barışın gerçekleştirilmesi için silahların susturulması, haritanın ilk koşulu olarak ele alındı. 2012’nin son çeyreğinde devrimci halk savaşının tırmandırılmasını Şemzinan örneğinde gördük. Ve ortaya çıkan tablo devletin militer yapısı TSK için hiç de iç açıcı olmadı. Gerilla gücünün bölgenin tamamında ortaya koyduğu öz-savunma çizgisindeki direniş karşısında, TSK adeta bataklığa saplanıp kalmış koca bir metal yığınını andırıyordu. Kırda gerilla gücünün verdiği mücadele, şehirlerde ve metropollerde halkın serhildanlarıyla birleştiğinde özgür yaşamın yol haritası çizilmişti aslında. Bu yol haritası, bir yaşamın tutsakça mı süreceği yoksa özgür bir yaşam için mücadeleyle mi yükseleceği sorusuna doğrudan verilen bir cevap olmuştu.
Abdullah Öcalan’ın duyurduğu niyet ve diyet mektubuna hükümet kendince manevralar üretmeye çabaladı. Mevcut hükümetin başbakanı Erdoğan’ın, “gerillanın silahlarını bırakıp sınırı öyle geçmesi gerektiği” yönünde yaptığı vurgu bunun basit örneğidir. Devlet adına yapılan bu açıklama aynı zamanda devletin bütün askeri-politik yenilgilerine rağmen ikiyüzlüce teslimiyet dayatması temelinde bir “barışı” kurguladığını gözler önüne serdi. İnsanlığa inat bir kurum olan devlet, nasıl olur da özgürlük mücadelesiyle kazanılmış onurlu bir barışın parçası olabilir ki zaten? Ancak yine gözden kaçmaması gereken gerçek, TC devletinin, deyim yerindeyse barış dilenecek durumda kalması, askeri ve politik mağlup taraf olarak masaya oturmasıdır. Tabi meselenin iktidarlar arası arenadaki yansıması da tartışma konusu ancak ona sonra değineceğim. İktidarın masaya nasıl oturduğundan ziyade, biz ezilenlerin tarafından bu sürecin nasıl yorumlanması gerektiğidir. Yani daha da önemli olan şey Kürdistan bölgesindeki özgür halkların tüm bu süreci nasıl temellendirdiğidir.
Öncelikle Abdullah Öcalan’ın “devletsiz, ekolojik, cins özgürlükçü, katılımcı ekonomi” perspektifiyle ortaya koymuş olduğu “demokratik modernite” projesinin ne ifade ettiğini anlamak gerekiyor. Hareketin ortaya koymuş olduğu proje, insanlığın inkarı olarak nitelendirilmesi gereken binlerce yıllık devletli formun ve sömürünün ortak adı olan kapitalizmin reddiyesiyle başlamakta. Değişen iktidarların, değişen zulmün figürleri olduğuna kanaat getirilmesiyle birlikte; özgür yaşamın kurulması için iktidarsız alanların ve ilişki biçimlerinin yaratılması öncelikli amaç olarak belirlenmektedir. Toplumun yeniden inşası anlamına gelen bu proje amaçlarını ekonomik hayattan sosyal yaşantıya, kadının konumundan, ahlaki-politik duruşa kadar indirmek istemektedir. İstenilen toplumsal yapıya ulaşmanın yapısal araçları belediyeler ve komünler olarak belirlenmiştir. Kürdistan’ın özelinde tüm Ortadoğu için geliştirilen bu programın yansımasını Batı Kürdistan’da görebiliyoruz. Rojava’da Qamişlo, Kobani, Serekaniye’de Mala Gel’ler (halk evleri) ve belediyeler üzerinden deneyimlenen süreç bu konuda aynı zamanda bir teminat durumunda.
Paris Komünü’nden Birinci Enternasyonal’a, Kronstadt’tan İberya’dan günümüzde Chiapas’a kadar ortaya konulan ortak iddia (devrimin anın içinde, büyük kırılmalar beklemeksizin, gündelik deneyimin yıkıcı pratiklerinin üzerinden gerçekleşeceği) bugün Kürdistan’da da dillendirilmektedir. Kaldı ki 2011 senesi içerisinde Amed’de yapılan Mezopotamya Sosyal Forumu’nda da devrimci anarşistlerin “Yaşamın Yeniden Yapılandırılması” başlıklı sunumunda yukarıdaki deneyimler derinlemesine incelenerek, Kürdistan bölgesinin yerel özellikleriyle karşılaştırılarak tartışılmış ve demokratik modernite çerçevesinde açığa çıkan kavramlardan belediyeciliğe hiç deyinilmezken kooperatifçilik baskın bir şekilde belirginleştirilmişti. Yapılan sunumda devrimci anarşistler bir başka tespit farklılığı koyarak, özgür yaşamın çatışmasızlık veya bir barış sürecinin yanı sıra savaş süreci boyunca da oluşturulmasının mümkün olabileceğini Chiapas’tan örneklerle tartışmışlardı.
Şüphesiz bu yaşamsal iddianın karşısında büyük engeller bulunduğunu da kimse inkar edemez tabi. Doğaya içkin olan yaşam kavramına en büyük engel akla ilk geleceği gibi “ölüm”dür. Yıllardır politik bir talep olarak onurlu barışın ve bununla beraber özgür yaşamın karşısında inkârın, imhanın yani ölümün adı olan savaş gerçekliği yatmaktadır.
Yani, Kürdistan bölgesel özgürlük hareketinin kurmak istediği özgür yaşam, parmakların sürekli tetikte kaldığı tedirginliğin engeline takılmaktadır. Savaşın da doğaya içkin olduğunu unutmadan hareket eden gerilla nezdindeki hareket, özgür yaşama giden yolda silahın yetersizliğini bilmektedir.
Hareketin, öz-savunma temeli üzerinden yükselen bir direniş olduğunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Bu öz-savunma genellikle salt askeri bir hareket olarak değerlendirildi. Ancak, öz-savunma, başından itibaren yaşamın hem askeri hem politik hem ekonomik hem de sosyal olarak topyekün savunulması anlamına geliyordu.
Silahların bırakılması olarak isimlendirilen çatışmasızlık döneminin, sosyo-ekonomik bir başlangıç olduğu kanaatindeyim. Yani; “Hareket, çatışmasızlık dönemini parlamento temelli düz-ova siyasetine geçiş için değil, kapitalizm karşıtı ve devletsiz bir siyasetin yaşamsallaşması olarak değerlendiriyor.” demek sanırım yanlış olmayacaktır.
Aslında ortaya konulan paradigmanın bütün ilkeleri anarşizm içerisinde tartışılan konulardır. Kapitalizm karşıtı ve devletsiz, cins özgürlükçü ve ekolojik yaşam doğrudan anarşistlerin savunularını oluştururken katılımcı ekonomi olarak belirlenen ekonomik yöntem de özellikle 2008 krizi sonrasında dünya anarşistlerinin tartıştığı temel ekonomik modeller içerisinde yer alıyor.(Meydan Gazetesi, anarşistler tarafından dünya çapında gerçekleştirilen bu tartışmaları bir dizi olarak yayınlamaya başladı.)
Üzerinde durulan ve çokça tartışmanın yaşandığı diğer bir konu ise;
Halkların Kurucu Unsur Olması ve İslam Kardeşliği Üzerine
Öncelikle belirtmek gerekir ki, TC devleti kurucu unsura haiz bir teşkilatlanma yapısına sahip değildir. Çünkü kurucu unsur yeni olana aittir. Ancak TC devleti, yeni bir devlet değil Osmanlı’ya yarı askeri yarı politik bir grup tarafından yapılan darbe sonucu ülkenin rejim değiştirmiş halidir. TC devleti Osmanlı’nın devamıdır. Dolayısıyla kurucu bir unsurdan bahsetmek resmi tarihin söylediğine denk düşmektedir.
Bunun dışında kurucu unsur demek devleti dizayn eden demektir. Halbuki Anadolu ve Kürdistan halkları dizayn eden değil dizayn edilen tarafta yer almaktadır. Halkın devletle tanışıklığı devletin tahsildarları ve bombalarıyla olmuştur. Devletin kurulabilmesi için Çanakkale’de Türk ve Kürt, yani halklar beraber katlettirilmiştir.
Ancak 30 yıldır içinde bulunulan savaşla birlikte, Kürdistan bölgesindeki Özgürlük Hareketi’nin politik gözlem ve kabiliyetini oldukça geliştirdiği ise bir gerçek. Kurucu unsur ve İslam kardeşi olan Türk-Kürt belirlenmesi bir taraftan Osmanlı geleneğinin yansıması gibi gözükse de diğer taraftansa yine bir halk özgürlük mücadelesi olan Güney Amerika’daki başta Zapatistler ve EZLN olmak üzere, halk mücadelelerini getirmekte. Demokratik Modernite içerisinde demokratik ulusun yaratılması hususunda ortak aidiyetler oldukça önemlidir. EZLN örneğine bakacak olursak Meksika Ulusal Bayrağı’yla birlikte kullanılan Zapatist bayrağı ve toplumun örgütlenmesinde önemli roller üstlenen ve başarıyla yerine getiren halkın papazları halk mücadeleleri arasındaki etkileşime çok iyi birer örnek oluşturuyor. İsmail Beşikçi’nin bu konu üzerinden dile getirdiği endişelerini önemsemekle birlikte, politik gözlemin ve kabiliyetin önemine de vurgu yapmanın gerekli olduğunun kanısındayım.
En az bu tartışmalar kadar sıcak bir diğer konu da küresel kapitalizm arenasına yapılan atıflar üzerinden gerçekleşiyor.
Sürecin tüm bu olanca hızının yanında İsrail’in Mavi Marmara saldırısı için Türkiye’den dilediği özür oldukça dikkat çekti. Kürt Hareketin’in de önemsediği insanlardan olan Noam Chomsky, bu özür dilemeyi, gerçekleşen yeni dönemle birlikte “İran’a olası müdahalenin hazırlıkları” olarak değerlendirmede bulundu. Türkiye’nin “barış dilenmesinin” arka planında Kürdistan bölgesindeki özgürlük hareketinin askeri etkisinin dışında, bir İsrail-İran savaşında taraf olacak Türkiye’nin bir yandan da Kürt Hareketi ile savaşmak istememesinin de yattığını söylemek bence tamamen reddedilecek bir önerme değil. Ama, barışı sadece bu değerlendirmenin doğurduğunu savunmak da Doğu Perinçekçi ve Yalçın Küçükçü komplo teorilerine kanmaya benzer, yani ancak gülünüp geçilecek bir yorum olur.
Sözümün özcesi;
Doğru gözlem, doğru eleştiri ve yorumu, dolayısıyla bunlar da özgür yaşamı gerçekleştirme gücü verecektir. Yazının başında da belirttiğim gibi toplumsal kurtuluşun anarşizmle mümkün olduğuna inanan bir birey olarak dayatılmak istenen teslimiyetçi barışa karşılık, ezilen halkların istediği onurlu barışı savunmanın özgür yaşamın yaratılmasında bir başlangıç olacağına inanıyorum. Özgür yaşam dünde yahut yarında değil, bugünde saklı.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.
The post Onurlu Barıştan Özgür Yaşama! – Berk Yeter appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>