bilim – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sat, 23 May 2020 12:35:22 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 FİJİTAL’leşen Dünya https://meydan1.org/2020/05/23/fijitallesen-dunya/ https://meydan1.org/2020/05/23/fijitallesen-dunya/#respond Sat, 23 May 2020 12:35:20 +0000 https://meydan.org/?p=58821 Korona krizinde fiziki-sosyal mesafede aramızı dolduran şey. Dijital sözcüğünün ilk kökeni latince parmak anlamına gelen digitus’tur. İngilizcede sıfır ile dokuz arasındaki rakamlar anlamını taşıyan digit sözcüğü ile ilişkiliyken fransızcada digital sözcüğünün kendisi sayısaldır. Günümüzdeki kullanımı da veri aktarımının kağıda basılmış halinin dışında sayısal bir sistem kullanılarak ekran görüntüsü haline dönüştürülmesidir. Fijital, dijital gerçekliğin fiziksel gerçeklikle […]

The post FİJİTAL’leşen Dünya appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Korona krizinde fiziki-sosyal mesafede aramızı dolduran şey.

Dijital sözcüğünün ilk kökeni latince parmak anlamına gelen digitus’tur. İngilizcede sıfır ile dokuz arasındaki rakamlar anlamını taşıyan digit sözcüğü ile ilişkiliyken fransızcada digital sözcüğünün kendisi sayısaldır. Günümüzdeki kullanımı da veri aktarımının kağıda basılmış halinin dışında sayısal bir sistem kullanılarak ekran görüntüsü haline dönüştürülmesidir.

Fijital, dijital gerçekliğin fiziksel gerçeklikle ilişkisinin artmasıyla oluşan yeni halleri anlatır. Sözcük physics (fizik) ile digital (dijital) sözcüklerinden türemiştir. Phygital yani fijital sözcüğü bir sözcük olarak yeni yeni kullanılmaya başlasa da fijitalleşme yıllardır yaşamlarımızda belirginleşmeye başlamıştır.

Dijital dünyanın gelişimi dijital oyunların gelişimine paralel bir ilerleme gösterir. Dijital oyunlarda görsel grafiklerin gelişiminin ötesinde elle yönlendirilen oyun konsollarından bedenen yönlendirilen oyun konsollarına geçişle dijital oyuna fiziki katılım artmıştır. Yani fijitalin öncesinde dijital oyunun etkisini gözlemleyebiliriz. Bilinen bir kahve şirketi, PokemonGo isimli dijital oyunun fiziki etkileşimle oynanması için her dükkanını bir PokeStop’a dönüştürmüştür. Oyun telefonlar aracılığıyla sokak sokak aranan ve yakalanan pokemonların dövüştürülmesiyle oynanır. İşte burada Starbucks bu dövüşün yapılacağı merkezlere dönüşür. Bir pazarlama taktiği olarak dijital oyun fiziksel oyuna dönüşmüştür. Her oyuncu dövüş öncesi ya da sonrasında içeceği bir kahve, yiyeceği bir kek ile Starbucks’a kazandıracaktır. Oyuna milyonlarca kişi katılmıştır. Yeni pazarlama taktiği tutmuştur.

Fijitalleşme gelişirken kampanyalarla müşteri bilgilerini toplayan firmalar müşterilerine uygun bilgilendirme mesajlarıyla alışverişi kolaylaştırmayı amaçladılar. Sanal etkinlikler düzenlenerek müşterilerin etkinliklere katılımı sağlandı. Sanal etkinlikleri somutla buluşturmak ve  gerçekliğini arttırmak bir pazarlama taktiği olarak şirketlerce benimsendi. C&A mağazaları kıyafetlerin bulunduğu askılara beğeni sayaçları yerleştirdi, böylece mağazadayken ya da mağaza dışı alışverişte kıyafetin kaç beğenisi olduğu takiplenebildi. Kiralamalarda kullanılan uygulamalarla hem barınma hem de yolculuklar kolaylaştı. Dışarıda bir bisikleti bile kilitlemeden bırakamazken binlerce araba ve motor, sanal kontrollü kilit sistemleri ile her yere bırakılabiliyor. Marketlerin sanal alışveriş ile ilgili bir çok uygulaması var. Nike, Hyperdunk modelini kullanan basketbol süperstarlarının tüm adımlarının ve ayak hareketlerinin hayranlarınca takiplenmesini sağladı. Taksi uygulamaları dünyanın bir çok ülkesinde kullanılmakta.

Tasarımın dijitalden fiziksele dönüşümünde üç boyutlu yazıcıların yaratımlarını da önemli. Sadece iki boyutlu bir çizim olarak var olan bir tasarımın, bu yazıcılar sayesinde üç boyutlu bir yaratıma dönüşmesi de bir fijitalleşmedir.

Korona krizinin normalleşme aşamalarında fijital bir devrim gerçekleşiyor. Korona krizi sonrasında normale dönüşü eskiye değil de yeni normale dönüş olarak tanımlayanlar bu tanımda mutlaka fijitali bulacaklar. Yeni normal yani kapitalizmin tıkır tıkır işlediği, sınıfsal çelişkilerin sürdüğü sistemde fijital gelişmeler belirleyici olacaktır.

AVM’lerin açılışı ile gündeme gelen mağaza ve mağazadaki ürünlerin temizlik tartışmaları bizi bir anda bu kavramın içine çekiyor. Kıyafetlerin denenmesinin nasıl olacağı, denenen kıyafetlerin tekrar temizlenmesi, bir başkasının bu kıyafeti nasıl deneyeceği, mağaza işçilerinin pozisyonları gibi sorunlar için de fijital çözümler aranıyor. Deneme kıyafetlerinin sürekli temizlenmesinin yanı sıra raflarda kıyafetlerin durmadığı mağazalar gündemde. Ürün görüntülerini ekranlardan izleyeceğiz ve boy, kilo gibi bilgilerimizin tanımlandığı mağaza sisteminde bize uygun bedende bir deneme numunesini deneyebileceğiz. Denenen ürün temizlenmesi için temizlenme bölümüne konacak. Eğer beğenip ödemesini yaparsak ürünler kayıtlı olan adresimize ya da o an belirteceğimiz adrese kargolanacak. Daha az işçinin çalışacağı; mağaza depoculuğunun kalkacağı yani mağaza depo işçiliğinin kalkacağı, merkez depolarda çalışan işçilerin artarken reyonculuğun ise yavaş yavaş sonlanacağı bir süreç gibi…

Benzer uygulamaların hizmet sektörünün pek çok alanında kullanılacağı kesin gibi. Eczaneler, benzinlikler, marketler ilk sıradakiler. Dijital dünya kendi aşarak yarattığı artan gerçekliğiyle gerçeği etkilemeyi sürdürüyor. Fiziki mesafeye başından beridir sosyal mesafe diyen devlet anlayışı, uygulamak istediği bu fiziksel ve sosyal mesafede araya dijitali sokarak bireylerin birbirine yakınlaşamadığı bir dünya kurmak istiyor. Korona krizi hepsi için güzel bir bahane oldu.   

İsmet Sertel

The post FİJİTAL’leşen Dünya appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/23/fijitallesen-dunya/feed/ 0
Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (4) : Evrimci Anarşizm ve Devrimci Anarşizm https://meydan1.org/2019/11/12/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-4-evrimci-anarsizm-ve-devrimci-anarsizm/ https://meydan1.org/2019/11/12/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-4-evrimci-anarsizm-ve-devrimci-anarsizm/#respond Tue, 12 Nov 2019 14:37:05 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/12/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-4-evrimci-anarsizm-ve-devrimci-anarsizm/ Anarşistlerin tarih boyunca yürüttüğü tartışmalar, mücadelenin örgütlenmesi üzerine yeni bakış açıları, yeni perspektifler kazandırma noktasında belirleyici olmuştur. Gazetemizin bu köşesinde tarihten anarşistlerin kendi aralarında yürüttüğü tartışmalar ya da anarşist düşünce içerisindeki belli tartışmalı konular üzerinden çeşitli çeviri yazılara yer vermeye çalıştık. Daha önce Kropotkin’in Onaltılar Manifestosu’nu yayınladığımız köşemizde, daha sonra “Suç ve Ceza Tartışması”, “Radikal […]

The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (4) : Evrimci Anarşizm ve Devrimci Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Anarşistlerin tarih boyunca yürüttüğü tartışmalar, mücadelenin örgütlenmesi üzerine yeni bakış açıları, yeni perspektifler kazandırma noktasında belirleyici olmuştur. Gazetemizin bu köşesinde tarihten anarşistlerin kendi aralarında yürüttüğü tartışmalar ya da anarşist düşünce içerisindeki belli tartışmalı konular üzerinden çeşitli çeviri yazılara yer vermeye çalıştık. Daha önce Kropotkin’in Onaltılar Manifestosu’nu yayınladığımız köşemizde, daha sonra “Suç ve Ceza Tartışması”, “Radikal Coğrafya Tartışması” gibi tartışmalara yer verdik.
Şimdi de “Evrimci Anarşizm ve Devrimci Anarşizm”tartışmasıyla, anarşistlerin anarşist devrim, insan doğası, toplumun örgütlenmesi üzerine düşüncelerini tarihsel bir bakış açısıyla ortaya koymaya çalışacağız. Kropotkin kadar ismi duyulmamış olsa da coğrafya tezleriyle Karşılıklı Yardımlaşma düşüncesini
geliştiren insanlardan olan Elisee Reclus’nün konu hakkındaki yazısını sizlerle paylaşıyoruz.
Reclus yazısında, evrim ve devrimi birbirini ikame eden, dışlayan değil birbirini tamamlayan olgular olarak ele alıyor. Evrimi hep insanın doğal gelişim seyri içerisinde hem de henüz insanlık tarihi yorumlanışındaki “kültürel evrim” gibi kuramların olmadığı zamanlarda, “kültür, sanat, bilimlerdeki gelişim” olarak iki ayrı başlıkta ele alan Reclus zamanının ötesinde bir kavrayışla düşüncelerini açıklıyor. John Clark ve Camille Martin’in seçkisine eklenen bu uzun metni orijinalinden kısaltarak sizlerle paylaşacağız.

“Evrim, Devrim ve Anarşist İdeal” – Elisee Reclus

Evrim insana dair her şeyi kapsar. Devrim de her şeyi kapsamalıdır. Ne var ki bu koşutluk toplumların hayatındaki tek tek olaylarda her zaman belirgin değildir. Tüm ilerlemeler birbirine bağlıdır, bilgimiz ve gücümüz oranında toplumsal ve siyasi, ahlaki ve maddi, bilimsel, sanatsal, endüstriyel tüm alanlarda ilerlemeyi arzularız. Her alanda, sadece evrimci değil, bir o kadar da devrimciyiz çünkü tarihin, bir dizi hazırlığı izleyen bir dizi başarıdan başka bir şey olmadığını biliyoruz. Zihinleri özgürleştiren büyük entelektüel evrimin mantıki sonucu, bireylerin başka bireylerle ilişkilerinde özgürleşmesidir.

Evrimin ve devrimin aynı olgunun birbirini takip eden iki yönü olduğunu söyleyebiliriz. Evrim devrimden önce gelir ve devrim de, gelecek devrimlerin anası olacak olan yeni bir evrime giden yolu hazırlar. Herhangi bir dönüşüm, hayat değişmeden gerçekleşebilir mi? Bir edimin o edimi yapma arzusundan sonra gerçekleşmesi gibi, devrim de kaçınılmaz olarak evrimi takip etmek zorunda değil midir? Bu ikisi ancak ortaya çıkış zamanlarıyla birbirinden ayırt edilir. Bir tortu nehri tıkadığında, sular engelin önünde yavaş yavaş birikir ve tedrici bir evrimin sonunda bir göl şekillenir. Sonra, aniden akış yönündeki sette bir sızıntı meydana gelir, bir çakıl taşının düşüşü bir su taşmasını tetikler. Baraj bir anda sarsılarak çöker, boşalan göl tekrar nehir olur. Böylece küçük bir karasal devrim meydana gelir.

Eğer devrim hep evrimden sonra geliyorsa bu, çevrenin direncinden kaynaklanmaktadır: Akıntının suyu iki yakanın arasından gürülder çünkü kıyı onu yavaşlatmaktadır, gökyüzünde şimşekler çakar çünkü atmosfer buluttaki elektriğe direnç gösterir. Çevrenin hareketsizliği, maddenin her dönüşümünü ve düşüncenin her gerçekleşmesini, değişim sırasında engeller. Yeni olgu, direnç ne kadar büyükse o kadar büyük bir zorlukla ya da daha büyük bir güçle ortaya çıkar. Herder, Fransız İhtilali’nden bahsederken bu konuya değinmiştir. “Tohum toprağa düşer ve uzun zaman ölü görünür, sonra aniden filizlenir, üstünü örten sert toprağı iter, düşmanı olan kil tabakasını deşer, böylece bitki olur, çiçek verir ve meyvesi olgunlaşır.” Bir de çocuğun nasıl doğduğunu düşünün. Anne rahminin karanlığında dokuz ay geçirdikten sonra, o da zarfını delerek şiddetle, bazen annesini bile öldürerek ileri fırlar. Devrimler de böyledir önceki evrimlerin zorunlu neticeleridir.

Ancak, evrimler her zaman adaletli olmadığı gibi devrimler de her zaman ilerleme değildir. Her şey değişir, doğadaki her şey ebedi bir devinimin parçası olarak hareket eder. Ama ilerlemenin olduğu yerde gerileme de olabilir ve eğer bazı evrimler hayatın çoğalması yönünde ilerliyorsa, başkaları da ölüme doğru yönelir. Durmak imkânsızdır, bir yöne ya da ötekine doğru hareket etmek gerekir. Hastalık, yaşlılık, kangren tıpkı ergenlik gibi birer evrimdir. Kurtçukların cesede üşüşmesi, bebeğin ilk çığlığı gibi bir devrimin gerçekleştiğinin göstergesidir. Fizyoloji ve tarih bize bazı evrimlerin gerilemeye işaret ettiğini, bazı devrimlerin ise ölümü içerdiğini gösterir.

İnsanlık tarihinin pek azını biliyoruz. Tüm bildiklerimiz birkaç bin yıl gibi kısa bir sürede yaşanan olaylar. Yine de bu deneyimler bize, evrimleri yavaş ilerlediği için çöken ve yok olan kabileler ve insanlar, kent ve imparatorluklar hakkında bilgi veriyor. Ülkelerin, ulusların yakalandıkları bu hastalıklar çok katmanlı ve çeşitlidir. Orta Asya’da göllerin ve nehirlerin kuruduğu, verimli arazilerin yerini tuz tortullarının aldığı muazzam genişlikteki topraklarda olduğu gibi, iklim ve toprak bozulmuş olabilir. Düşman orduları bazı bölgeleri o denli harap eder ki buralar sonsuza dek ıssız kalır; ne var ki, fetihler ve kıyımlardan, hatta yüzyıllar süren baskı dönemlerinden sonra bazı uluslar yeniden hayata dönmeyi başarmıştır. Böylece, bir ulus yeniden barbarlaşırsa ya da tümüyle yok olursa, gerilemesinin ve çöküşünün nedenlerini dış etkenlerde değil, topluluğun kendisinde ve esas yapısında aramak gerekir. Gerileme tarihini özetleyen temel bir neden -nedenlerin nedeni- vardır. Bu, toplumun bir kısmının diğerlerinin efendisi olması, birkaç kişinin ya da bir aristokrasinin toprak, sermaye, iktidar, eğitim ve onur tekelini elinde tutmasıdır. Bilinçsiz halk kitleleri bu az sayıda insanın tekeline karşı isyan etme iradesini göstermediği an, ölmüşler demektir; yok oluşları zaman meselesidir. Kara veba yakında bu özgürlüğü olmayan, işe yaramaz bireyler yığınını temizleyecektir. Katliamcılar Doğu’dan ya da Batı’dan koşuşurlar, kocaman kentler yerlerini çöle bırakır. Asur ve Mısır böyle ölmüş, Pers İmparatorluğu böyle yıkılmış ve tüm Roma İmparatorluğu birkaç büyük toprak sahibine ait olduğunda barbarlar köleleşmiş proleterlerin yerini almıştır.

Tarihteki tüm dönemler ve olaylar çift yönlü olduklarından, bunları kategorik olarak yargılamak yanlıştır. Ortaçağı ve düşüncenin karanlık gecesini sona erdiren yenilenişin örneği bize, biri çöküşe diğeri ise ilerlemeye neden olan iki devrimin nasıl aynı anda meydana gelebildiğini gösterir. Antikçağ’ın eserlerini yeniden keşfeden, kitaplarının ve öğretilerinin esrarını çözen, bilimi batıl inançlardan kurtararak insanları nesnel araştırmalara yönelten Rönesans dönemi, bir yandan da özgür kent ve beldeler döneminde tüm ihtişamıyla gelişen spontane sanat hareketinin sona ermesine neden oldu. Aniden taşarak kıyısındaki kırsal kültürleri yok eden bir nehir gibiydi. Her şeye yeniden başlamak zorunda kalındı, en azından özgün olan kadim sanat eserlerinin yerini bayağı taklitleri aldı!

Bilimin ve sanatların yeniden doğuşu, din dünyasında Hıristiyanlığın bölünmesi yani Reformasyon’la birlikte gerçekleşti. Rahiplerin cahil bıraktıkları halka bireysel hakları, zihnin özgürleşmesini getiren bu devrim, uzun zaman insanlığa yararlı dönüm noktalarından biri olarak kabul edildi. Bundan böyle insanların eşit ve kendi kendilerinin efendisi olacaklarına inanıldı. Ama şimdi Reformasyon’un, o zamana kadar entelektüel köleliği tekelinde bulunduran Katolik kilisesinin karşısında, başka buyurgan kiliselerin kurulmasıyla sonuçlandığını biliyoruz. Reformasyon sırasında, servet ve kadrolar yeni iktidarı güçlendirecek şekilde el değiştirdi, iki tarafta da halkı yeni biçimlerde sömürecek, Cizvitler ve Cizvit karşıtları gibi tarikatlar ortaya çıktı. Luther ve Calvin kendi görüşlerini paylaşmayanlara karşı Aziz Dominicus ve II. Innocentius ile aynı acımasız, hoşgörüsüz dili kullandılar. Engizisyonda olduğu gibi, casusluk yaptılar, hapsettiler, bedenleri parçaladılar, yaktılar; temelde onların öğretileri de krallara ve “Kutsal Söz”ün yorumcularına itaati esas alıyordu.

(…)

Halihazırda berbat durumda olsak da, bir sonraki devrimi haber veren muazzam bir evrim geçirdik. Bu evrim, kaynakların kısıtlılığını ve açların kaçınılmaz ölümünü vazeden ekonomi “bilimi”nin hatalı olduğunun kanıtlanması ve yakın geçmişe kadar yoksul olduğuna inanarak acılar çeken insanlığın, zenginliğinin farkına varmasıdır. “Herkese ekmek” ideali- nin bir ütopya olmadığı anlaşılmıştır. Dünya hepimizi beslemeye yetecek kadar geniş, refah içinde yaşatabilecek kadar zengin. Verdiği ürünler herkesin beslenmesine yetebilir; lifli bitkileri herkese giysi sağlayabilir; taşları ve killeri herkesi ev sahibi yapabilir. En basit haliyle ekonomik gerçek budur. Dünyanın ürettikleri, üzerinde yaşayanlara yettiği gibi, tüketim ansızın iki katına çıksa bile yetecektir. Mekaniğin, meteorolojinin, fizik ve kimyanın sunduğu tüm kaynakları harekete geçiren bilim, geleneksel yöntemlerle yapılan tarımı ileriye taşımasa bile bu böyledir. İnsanlığın geniş ailesinde, açlık sadece kolektif bir suç değil, tam anlamıyla saçmalıktır. Çünkü elde edilen ürün, tüketim ihtiyaçlarının iki katından fazladır.

Mutlak düşünce, ifade ve düşünceye kısıtlama getiren, söylenen sözcükleri geri alınamaz, son söz halinde taşlaştıran, hatta işçiye patronun emriyle elini kolunu bağlayıp açlıktan ölmesini vazeden kurumlarla uyuşmadığını söylemek gereksiz. Muhafazakarlar, devrimcilere “din, aile ve mülkiyet düşmanı” derken yanılmamışlardır. Evet, anarşistler hayatımıza dogmanın nüfuzunu ve doğaüstünün müdahalesini reddederler. Bu bakımdan, dayanışma ve kardeşlik idealleri için mücadele etseler de din düşmanıdırlar. Evet, “ticari anlaşmadan” başka bir şey olmayan evliliklerin feshedilmesini, yerine karşılıklı sevgi, saygı ve başkalarının onuru üzerine kurulu özgür birliktelikler getirilmesini isterler. Bu bakımdan, her ne kadar hayatlarını birleştirdikleri insanlara karşı sevgi duysalar, kendilerini adasalar da, ailenin düşmanıdırlar. Evet, toprak ve ürün istifçiliğini yok etmek, bunları herkese dağıtmak istiyorlar. Toprağın nimetlerini herkesin istifadesine sunmaktan duyacakları mutluluk, onları mülkiyetin düşmanı yapıyor. Tabii ki barışı seviyoruz, bizim idealimiz tüm insanların uyum içinde yaşaması. Ama savaş yanı başımızdan eksik olmuyor. Uzaktan bize, hüzünlü bir manzara gibi görünüyor çünkü insani meselelerin muazzam karmaşasında barışa giden yol mücadelelerle döşeli.

Ne cumhuriyetin, ne de başarılı “cumhuriyetçiler”in, yani iktidara gelenlerin bize hiçbir yararı olamaz. Aksini ummak safsata, tarihi bir saçmalık olurdu. Mülkiyet sahipleri ve yönetim sınıfı, tüm ilerlemelerin düşmanı olmaya mahkûmdur. Çağdaş düşüncenin, entelektüel ve ahlaki evrimin taşıyıcıları, toplumun mücadele eden, çalışan, baskı gören kesimidir. Düşünceleri geliştiren ve gerçekleştiren büyük zorluklarla, toplum arabasını sürekli ileriye götüren bu kesimdir, muhafazakârlar ise durmadan arabayı yoldan çıkarmaya, çamura saplamaya çalışırlar.

Ama ya evrimci ve devrimci arkadaşlarımız, sosyalistler, onlar da mı davaya ihanet edebilecek tiynette? Aralarından anlar da mi “devlet gücünü eline geçirmek” isteyenler başarılı olduğunda, onların da bir gerileme süreci yaşadıklarını görecek miyiz? Sosyalistler bir gün hakimiyet sağlarlarsa, kuşkusuz öncülleri cumhuriyetçiler gibi hareket edeceklerdir. Tarihin yasaları onların hatırına esnemeyecektir. İktidara geldiklerinde, engelleri ortadan kaldırmak ve bahanesi ya da yanılgısıyla da olsa, güçlerini kullanmaktan geri kalmayacaklardır. Dünya, kendini olağanüstü yetenekli gören, olağanüstü güçleriyle toplumu dönüştürebileceği hayaliyle yaşayan hırslı ve naif insanlarla dolu; ne var ki bunlar, lider konumuna yükseldiklerinde ya da yüksek yönetici mekanizmasında yer aldıklarında, tek başına kendi iradelerinin gerçek iktidar yani kamuoyu üstünde hiçbir etkisi olmadığını görürler, tüm çabaları çevrelerini saran kayıtsızlık, haset ve garez yüzünden kaynayıp gider. Bu durumda, hükümetin rutin işlerini yapmaktan, ailelerini zenginleştirmekten, arkadaşlarını kayırmaktan başka ne yapabilirler?

İktidar aygıtını ele geçirmeye niyetlenenler, kuşkusuz kendilerini amaçlarına ulaştıracak en emin yolları kullanmak zorundadırlar. Genel oy hakkına sahip olan cumhuriyetlerde kalabalıklara, kitlelere kur yaparlar. Şarap tüccarlarıyla seve seve ittifak kurar, tavernalarda halka inerler. Nereden gelirse gelsin tüm seçmenleri kabul edecekler, şekilcilik uğruna bütünlüğü feda etmekte sorun görmeyeceklerdir. Düşmanlarını aralarına alacaklardır ki, bunun organizmaya zehir zerk etmekten farkı yoktur. Monarşiyle yönetilen ülkelerde, çok sayıda sosyalist hükümet biçimini umursamadıklarını ilan ediyor, hatta, tek kişinin hükümranlığıyla insanlar arası kardeşçe yardımlaşmayı bir arada düşünmek mantıken mümkünmüş gibi, toplumsal dönüşüm planlarını gerçekleştirmekte yardım almak için kralın bakanlarına çağrıda bulunuyorlar. Fakat eyleme geçmek için sabırsızlananlar engelleri göremeyebilir, inançlılar dağları yerinden oynatacaklarını sanır.

Dinciye baktığında, onda bir sosyalist Hristiyan görmeye çalışır. Liberal burjuvaya bakarken kafasında bir reformcuyu canlandırır. Kimi zaman, “mülk sahibini” ya da “patronu” ürkütmemeye özen gösterir. Hatta kendi taleplerini onlara barış güvencesi olarak sunar. “1 Mayıs” sermayeye karşı verilen uzun mücadeleyi temsil eden gün, çelenkler ve danslarla kutlanan bir bayrama dönüşür. Seçmenlere yaptıkları bu yüzeysel jestlerin sonucunda, adaylar da yavaş yavaş hakikatin onurlu lisanını, mücadelenin uzlaşmaz tavrını unuturlar. Bu siyasetçiler peşinde oldukları makamlara gelmeyi, altın püsküllü kürsünün karşısındaki kadife sıralarda oturmayı başardıklarında, daha da çabuk yozlaşırlar. Bu noktada onlardan karşılıklı sırıtma, tokalaşma, yandaşlarını kayırma uzmanı olmaları beklenir.

[On- lar] belirleyici bir pozisyona geldiklerini zannederken belirlenen olmuşlardır. Tarihçi, bu kaçınılmaz sonucu saptamakla ve kendilerini düşüncesizce siyasete atan devrimciler için bir tehlike teşkil ettiğine dikkat çekmekle yetinmelidir.

Günbegün evrim bizi, şimdiden “toplumsal devrim dediğimiz, hem barışçı hem şiddet içeren dönüşümlere biraz daha yaklaştırıyor. Bu devrim, her şeyden öte şahısların ve şeylerin despotik gücünü ve kolektif emeğin ürünleri üzerindeki tekelciliği yok edecek.

Bu evrimsel süreçteki en önemli olay, İşçi Enternasyonali’nin ortaya çıkışıdır. Bu fikir, farklı uluslardan insanların, kardeşlik ve ortak çıkarlar doğrultusunda birbirlerine yardımlaşmaya başladıklarından beri kuşkusuz filizlenmekteydi. 18. yüzyıl felsefecileri Fransız İhtilali’ne “İnsan Hakları” bildirgesini yazdırdıkları gün kuramsal olarak da var oldu. Ama bu haklar sözde kalmıştır ve bu sloganı dünyaya haykıran meclis, aynı hakları kendi halkına uygulamamaya özen göstermiştir.

Hakkını talep etme ruhu mazlum kitlelere sirayet ettiğinde, görünüşte çok az önemi olan bir olay bile, değişimi mümkün kılan şok dalgaları yaratabilir, tıpkı bir kıvılcımın bir fıçı barutu patlatması gibi. Büyük mücadelenin işaretlerini şimdiden görebiliyoruz. Sözgelimi, 1890’da, bilinmeyen bir şahıs, bir ihtimal Avustralyalı bir yoldaş tarafından yapılan “1 Mayıs” çağrısı yankılandığında dünya işçilerinin ansızın aynı fikir doğrultusunda birleştiklerini gördük.. O gün, resmen sona erdirilmiş olan Enternasyonal’in, hayata döndüğünü gördük -liderlerin komutuyla değil, kitlelerin baskısıyla-.

Başka türden bir haykırış, ani, kendiliğinden, beklenmeyen bir feryat, daha da şaşırtıcı sonuçlara yol açabilir. Şu ya da bu neden, önemsiz bir olay, koşulların -tüm ekonomik koşulların- dayatması kimsenin kayıtsız kalamayacağı bir krize yol açacaktır. O anda, haksızlıkların, kefareti ödenmemiş acıların, hakim olamadıkları bir nefretin duygusunu kalplerinde biriktirenlerin muazzam enerjisi aniden patlayacaktır. Her gün böyle bir felakete gebedir. Bir işçinin görevinden uzaklaştırılması, yerel bir grev, beklenmedik bir katliam, devrime yol açabilir: Dayanışma hissi her gün artıyor ve yerel ölçekteki her sancı tüm insanlığı sarsmaya başlıyor. Birkaç yıl önce, fabrikalarda yeni bir isyan nidası yükseldi; işçiler “genel grev” diye haykırdılar. Bu terim garipsendi, sanki bir rüya tabiriymiş, düşsel bir umutmuş gibi anlaşıldı, ardından daha yüksek sesle tekrar edildi ve şu anda öyle güçlü bir şekilde yankılanıyor ki kapitalistlerin dünyasını titretiyor. Hayır, genel grev imkânsız değildir. İngiltere, Belçika, Fransa, Almanya, Amerika ve Avustralya’da ücretle çalışanlar, hep birlikte aynı gün, emeklerini patronlarından esirgeyebileceklerinin farkına vardılar.

Başarısızlıkların hiçbiri bizi yıldıramaz çünkü art arda gelen çabalar toplumsal iradenin durdurulamayacak kadar güçlü olduğuna işaret ediyor. Arayış içinde olanları ne hayal kırıklıkları ne de alaylar caydırabilir. Ayrıca önlerinde bir “kooperatif-tüketici dernekleri ve başka kooperatifler- örneği var ki bunların kuruluşu çoğaldı ve son derece verimli çalışıyorlar. Kuşkusuz bu dernekler arasında da kısa süreli ömürlü olanlar var- özellikle de en başarılı olanlar; elde ettikleri kazanç ve bu kazancı çoğaltma arzusu kooperatif üyeleri arasında para sevgisini yaygınlaştırdı ya da en azından ilk yılların devrimci tutkularından sapmalarına yol açtı. En büyük tehlike de budur, çünkü insan her zaman mücadeleden kaçmak için bahane üretmeye hazırdır. Devrimci davaya tam bağlılığın getirdiği sorunları ve tehlikeleri bir yana itip kendini yalnızca işine adamak o kadar kolay ki.

Bununla birlikte çalışkan ve samimi anarşistler, her yerde ortaya çıkan ve birbirleriyle birleşerek gittikçe genişleyen organizmalar meydana getiren, sanayi, taşımacılık, ziraat, bilim, sanat ve eğlence gibi çok çeşitli iş dallarına yayılan bu kooperatiflerden büyük dersler çıkarabilirler. Karşılıklı yardımlaşmanın bilimsel pratiği yayılıyor ve kolaylaşıyor, geriye sadece, tüm bu hizmet takasını basitleştirmek, sadece üretim ve tüketim istatistiklerinin kayıtlarını tutarak, artık işlevsiz kalan borç ve kredileri kaydeden “defter-i kebirler”den kurtulmak kalacak.

Çeviri: Murat Devres

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (4) : Evrimci Anarşizm ve Devrimci Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/12/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-4-evrimci-anarsizm-ve-devrimci-anarsizm/feed/ 0
DNA Analiziyle Heykel Yapılırsa… https://meydan1.org/2018/04/11/dna-analiziyle-heykel-yapilirsa/ https://meydan1.org/2018/04/11/dna-analiziyle-heykel-yapilirsa/#respond Wed, 11 Apr 2018 17:20:24 +0000 https://seninmedyan.org/?p=35136 Japonya’da 3.800 yıl önce Jōmon  döneminde yaşadığı düşünülen bir kadının azı dişinden DNA analizi yaptı. Araştırmacılar ilk kez, DNA analiziyle belirsizliklerin çoğunu ortadan kaldırarak, Jōmon Seramik Kültürü döneminde (MÖ 8000-MÖ 300) yaşamış bir kadının canlandırmasını yaptı. Yapılan DNA analizinin sonucunda kadının ten rengine ve göz rengine kadar belirleyici yüz özellikleri hakkında bilgi toplayan bilimciler aynı zamanda  […]

The post DNA Analiziyle Heykel Yapılırsa… appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Japonya’da 3.800 yıl önce Jōmon  döneminde yaşadığı düşünülen bir kadının azı dişinden DNA analizi yaptı. Araştırmacılar ilk kez, DNA analiziyle belirsizliklerin çoğunu ortadan kaldırarak, Jōmon Seramik Kültürü döneminde (MÖ 8000-MÖ 300) yaşamış bir kadının canlandırmasını yaptı.

Yapılan DNA analizinin sonucunda kadının ten rengine ve göz rengine kadar belirleyici yüz özellikleri hakkında bilgi toplayan bilimciler aynı zamanda  kadının yaklaşık 140 cm boyunda olduğunu ve A kan grubuna sahip olduğunu saptadılar. Analiz sonucunda canlandırılması yapılan heykel sergilendi. Sergilenen heykelin çok gerçekçi olması gözlerden kaçmadı.

 

 

The post DNA Analiziyle Heykel Yapılırsa… appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/04/11/dna-analiziyle-heykel-yapilirsa/feed/ 0
Yeni Bulunan Dinazor Fosili Geçmişe Işık Tutuyor https://meydan1.org/2018/01/31/yeni-bulunan-dinazor-fosili-gecmise-isik-tutuyor/ https://meydan1.org/2018/01/31/yeni-bulunan-dinazor-fosili-gecmise-isik-tutuyor/#respond Wed, 31 Jan 2018 20:46:48 +0000 https://seninmedyan.org/?p=27979 Devasa büyüklükte  yeni bir dinozor türünün fosilleri Mısır’da Sahra Çölü’nde bulundu. 80 milyon yıl önce yaşamış olan dinazor uzun boyunlu, dört bacaklı 10 metre uzunluğunda ve  5.5 ton ağırlığında Kretase jeolojik döneminde (türlerin % 70’inin yok olduğu jeolojik dönem. Yunanca tebeşir anlamına gelen sözcük, o dönem kayaçlarda yüksek oranda tebeşir maddesi bulunmasından dolayı kullanılır) yaşayan ‘Mansourasaurus’, […]

The post Yeni Bulunan Dinazor Fosili Geçmişe Işık Tutuyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Devasa büyüklükte  yeni bir dinozor türünün fosilleri Mısır’da Sahra Çölü’nde bulundu. 80 milyon yıl önce yaşamış olan dinazor uzun boyunlu, dört bacaklı 10 metre uzunluğunda ve  5.5 ton ağırlığında

Kretase jeolojik döneminde (türlerin % 70’inin yok olduğu jeolojik dönem. Yunanca tebeşir anlamına gelen sözcük, o dönem kayaçlarda yüksek oranda tebeşir maddesi bulunmasından dolayı kullanılır) yaşayan ‘Mansourasaurus’, uzun boyunlu dinozorlar, en büyük gruptan olup karada yaşarlar.

Bilim insanları, ‘Pangaea’ isimli süper kıtan ın200 milyon yıl önce çeşitli kıtalara parçalandığının ve hayvanların yeryüzüne nasıl yayıldığının haritasını çıkarmaya çalışıyor. Bu fosili bulmak geçmişe dair edilen bilgileri berraklaştıracağına inanan bilimciler; Mansourasaurus’, Afrika ve Avrupa dinozorlarının 66 milyon yıl önce yok olmalarından evvel aralarındaki temasa dair ilk kanıtı oluşturmasından ötürü de önem taşıdıklarını açıkladı.

 

 

The post Yeni Bulunan Dinazor Fosili Geçmişe Işık Tutuyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/01/31/yeni-bulunan-dinazor-fosili-gecmise-isik-tutuyor/feed/ 0
Yaşanabilir İki Gezegen Daha https://meydan1.org/2018/01/24/yasanabilir-iki-gezegen-daha/ https://meydan1.org/2018/01/24/yasanabilir-iki-gezegen-daha/#respond Wed, 24 Jan 2018 19:56:17 +0000 https://seninmedyan.org/?p=27167 Bilim insanları, geçtiğimiz yıllarda keşfedilen Dünya büyüklüğündeki 7 gezegenden 2’sinde yaşam olabileceğini açıkladı. Bilimciler, gezegenleri daha yakından inceleyerek Trappist-1 yıldız sistemindeki karmaşık yapı modellendi, ısı kaynağı ve su olup olmadığına bakıldı. Modellenen 7 gezegenin 6’sında buz ya da sıvı halinde su olabileceği tespit edildi. Isı kaynağı ise sadece iki gezegende olduğu sonucuna varıldı. Bir gezegende […]

The post Yaşanabilir İki Gezegen Daha appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Bilim insanları, geçtiğimiz yıllarda keşfedilen Dünya büyüklüğündeki 7 gezegenden 2’sinde yaşam olabileceğini açıkladı. Bilimciler, gezegenleri daha yakından inceleyerek

Trappist-1 yıldız sistemindeki karmaşık yapı modellendi, ısı kaynağı ve su olup olmadığına bakıldı. Modellenen 7 gezegenin 6’sında buz ya da sıvı halinde su olabileceği tespit edildi. Isı kaynağı ise sadece iki gezegende olduğu sonucuna varıldı. Bir gezegende sıcaklık ortalama 15 derece iken diğer gezegende ise Antarktika’dakine yakın olduğu saptandı. Bu yüzden bu iki gezegende yaşam olabileceği hesaplandı.

 

 

 

The post Yaşanabilir İki Gezegen Daha appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/01/24/yasanabilir-iki-gezegen-daha/feed/ 0
Keşfettiği Böcek Türüne Babasının İsmini Verdi https://meydan1.org/2017/12/27/kesfettigi-bocek-turune-babasinin-ismini-verdi/ https://meydan1.org/2017/12/27/kesfettigi-bocek-turune-babasinin-ismini-verdi/#respond Tue, 26 Dec 2017 21:15:50 +0000 https://seninmedyan.org/?p=24685 Erzurum’da, Ziraat Fakültesi Bitki Koruma Bölümü’nde Profesör  olan Erol Yıldırım, 30 yıldır böcekler üzerine incelemeler ve araştırmalar yapıyor. Uluslararası böcek müzeleri arasına giren, “Entomological Museum of Erzurum Turkey” adıyla yıllar öncesinde kurulan müze, ekolojik alanlarda yaptığı araştırmalar sonucu bulduğu yeni  türleri bilim dünyasına kazandırıyor. Müzede 50 bin çeşit böcek bulunuyor. Araştırma yaparken Diyarbakır Silvan’da Hymenoptera takımı Tiphiidae familyasına […]

The post Keşfettiği Böcek Türüne Babasının İsmini Verdi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Erzurum’da, Ziraat Fakültesi Bitki Koruma Bölümü’nde Profesör  olan Erol Yıldırım, 30 yıldır böcekler üzerine incelemeler ve araştırmalar yapıyor.

Uluslararası böcek müzeleri arasına giren, “Entomological Museum of Erzurum Turkey” adıyla yıllar öncesinde kurulan müze, ekolojik alanlarda yaptığı araştırmalar sonucu bulduğu yeni  türleri bilim dünyasına kazandırıyor. Müzede 50 bin çeşit böcek bulunuyor.

Araştırma yaparken Diyarbakır Silvan’da Hymenoptera takımı Tiphiidae familyasına ait dünya için yeni bir tür böcek keşfetti. Böceğe babasının ismi olan  “Tiphia Bahattini” ismini verdi.

 

 

The post Keşfettiği Böcek Türüne Babasının İsmini Verdi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/27/kesfettigi-bocek-turune-babasinin-ismini-verdi/feed/ 0
Bilim Erkekleri Küfürü Bilimselleştirdi – Meltem Çuhadar https://meydan1.org/2017/03/07/bilim-erkekleri-kufuru-bilimsellestirdi-meltem-cuhadar/ https://meydan1.org/2017/03/07/bilim-erkekleri-kufuru-bilimsellestirdi-meltem-cuhadar/#respond Tue, 07 Mar 2017 05:00:03 +0000 https://test.meydan.org/2017/03/07/bilim-erkekleri-kufuru-bilimsellestirdi-meltem-cuhadar/ Evde, sokakta, trafikte, futbol tribünlerinde, romanlarda, filmlerde… Küfür; yaşamımızın her alanına sızmış, varlığı kabullenilmiş, kadını aşağılamanın algılarda oldukça normalleşmiş halidir. Bilimciler, geçtiğimiz günlerde küfrün “aslında iyi bir şey “olabileceğini söyleyen bir takım çalışmalar yaptılar. Yapılan son araştırmalara göre, küfretmek daha çok espri yapmak ve samimi olmakla alakalıymış! Cambridge Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Still; ABD, Hollanda, […]

The post Bilim Erkekleri Küfürü Bilimselleştirdi – Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Evde, sokakta, trafikte, futbol tribünlerinde, romanlarda, filmlerde… Küfür; yaşamımızın her alanına sızmış, varlığı kabullenilmiş, kadını aşağılamanın algılarda oldukça normalleşmiş halidir.

Bilimciler, geçtiğimiz günlerde küfrün “aslında iyi bir şey “olabileceğini söyleyen bir takım çalışmalar yaptılar. Yapılan son araştırmalara göre, küfretmek daha çok espri yapmak ve samimi olmakla alakalıymış! Cambridge Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Still; ABD, Hollanda, İngiltere ve Hong-Kong’da yaptığı belirli örneklem grupları üzerinde yaptığı çalışmalarının sonucunda; “Küfür ve samimiyetsizlik arasındaki ilişki zorlu bir mesele. Küfür etmek çoğu kez uygunsuz görülebilir, ancak aynı zamanda birilerinin size samimi görüşlerini ifade ettiğinin de kanıtı olabilir. Dillerini daha lezzetli olacak şekilde süzmedikleri gibi görüşlerini de filtrelemiyorlar” şeklinde bir açıklama yaptı ve küfrün “daha samimi ilişki kurmaktan” kaynaklandığını “bilimsel” olarak kanıtlamaya çalıştı.

Sıkışmış bir trafikte, bir erkeğin hiç tanımadığı birine ağız dolusu küfür etmesi, kadını aşağılamayı fanatiklik haline getirmiş ve bu konuda oldukça “yaratıcı” olan taraftarların tribünlerde karşı takımın futbolcusuna veya karşı takımın taraftarlarına cinsiyetçi ithamlarda bulunması, yolda yürüyen bir kadına giydiklerinden dolayı küfür edilmesi ve sayamayacağımız bunun benzeri sayısız örnekler… Tüm bunlar ne kadar da samimi davranışlar değil mi?

Yapılan bir başka çalışmada ise, “küfretmenin sanıldığının aksine düşük değil yüksek zekâ göstergesi olduğu” iddia edildi. New York Marist College’de psikologlar tarafından yapılan araştırmada; “bir kişinin İngilizcesinin akıcılığı ile küfürlü konuşmasındaki akıcılık arasında bir ilişki olduğu” savunuldu. Hatta küfür eden kişinin daha etkileyici bir tarzda ilişki kurabildiği ve tek bir küfrün, bir duruma dair duygu ve düşünceleri en net şekilde ifade edebileceği söylendi. Yani, bu araştırmaya göre, küfür eden insanlar, etmeyenlere oranla hem daha yüksek bir zekâya sahip hem de iletişim becerileri konusunda daha donanımlı!

Bir tartışma esnasında, karşı tarafa verecek bir cevabı kalmadığında küfür etmeye sığınanlar, kendini küfür ederek ifade edenler, üzüntü, öfke, sevinç gibi duygularını bile küfürle dillendirenler oldukça yüksek zekâya sahip insanlar olsa gerek!

Bu araştırmaları yapanların bunlarla neyi amaçladıklarını bilmiyoruz ama bu araştırmaları yapanların “erkek” olduğunu tahmin edebiliyoruz. Küfrün toplumlar içerisindeki meşruluğu yetmiyormuş gibi bu cinsiyetçi davranış bir de erkek bilimciler tarafından “bilimsellik” unvanıyla taçlandırılıyor.

Kadının aşağılanması üzerine kurulu bir sistemde, erkek aklın bu açıklamaları; bu aşağılanmanın pekiştiricisi oluyor. İster samimi olsun ister samimiyetsiz, ister yüksek zekâya sahip olsun ister düşük zekâya; küfür cinsiyetçilik; cinsiyetçilik cinsiyetçiliktir.

 Meltem Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Bilim Erkekleri Küfürü Bilimselleştirdi – Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/03/07/bilim-erkekleri-kufuru-bilimsellestirdi-meltem-cuhadar/feed/ 0
” Gen Etik ” – Belen Yıldırım https://meydan1.org/2015/06/13/gen-etik-belen-yildirim/ https://meydan1.org/2015/06/13/gen-etik-belen-yildirim/#respond Sat, 13 Jun 2015 16:35:11 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/13/gen-etik-belen-yildirim/ Uzun zamandır süren spekülasyonların ardından, Junjiu Huang (Sun Yat-sen Üniversitesi, Guangzhou) ve laboratuvar arkadaşları, insan embriyosunun DNA’sında değişiklikler yaptıkları, böylece doğuştan gelen hastalıkları tedavi edebilme amacı taşıdıkları deneylerin sonuçlarını yayımladılar. Yıllardır vaat edilen ve etik tartışmaları doğuran çalışmalar, genetik alanında dev bir tabu olan insan embriyosuyla çalışma tartışmalarını yeniden canlandırdı. Çığır açan teknik: CRISPR-Cas9 Huang’ın […]

The post ” Gen Etik ” – Belen Yıldırım appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
inv13
Uzun zamandır süren spekülasyonların ardından, Junjiu Huang (Sun Yat-sen Üniversitesi, Guangzhou) ve laboratuvar arkadaşları, insan embriyosunun DNA’sında değişiklikler yaptıkları, böylece doğuştan gelen hastalıkları tedavi edebilme amacı taşıdıkları deneylerin sonuçlarını yayımladılar. Yıllardır vaat edilen ve etik tartışmaları doğuran çalışmalar, genetik alanında dev bir tabu olan insan embriyosuyla çalışma tartışmalarını yeniden canlandırdı.

Çığır açan teknik: CRISPR-Cas9

Huang’ın takımı, 2013’te keşfedilen ve gen mühendisliğinde çığır açtığı söylenen CRISPR-Cas9 yöntemini kullandı. CRISPR teknolojisi ile, embriyo ya da erişkin canlıda hasarlı bir geni tamir etmek ya da hatalı geni devre dışı bırakarak potansiyel ya da mevcut hastalıkları tedavi etmek mümkün olabilecek. Bugüne kadar yöntemi denemek için yapılan araştırmalarda, bakteriler, bitkiler, fareler ve maymunlar gibi bir çok tür kullanılmıştı. İnsan kök hücrelerinde de uygulanan yöntem, ilik kanserine karşı bir tedavi umudu olmuştu.

CRISPR; bakterilerin, bakteriyofaj (bakteri yiyicisi) denen bir grup virüse karşı korunmak için geliştirmiş olduğu mekanizmanın bir parçası olan, tekrarlanan DNA dizilerine verilmiş isimdir. Bakteri, Cas9 diye adlandırılan bir proteini, virüsün genomuna uyan bir RNA dizisine bağlıyor ve oluşan bu karma yapı virüsün DNA’sını keserek etkisizleştiriyor. Dolayısıyla CRISPR, hedef DNA’ya kitlenen RNA’nın yerini aldığı için geçtiğimiz yıllarda geliştirilen gen değiştirme tekniklerine kıyasla çok daha kolay, ucuz bir yöntem haline geliyor.

CRISPR-Cas9 teknolojisinin olanakları neredeyse sonsuzlukla ifade edilebilir. Ama bu sonsuzluk, yöntemin hatasız sonuçlar verdiği anlamına gelmez. Şimdiye kadar, bir hücreli canlı kültürleriyle yapılan araştırmalarda bile, bu yöntemin hem ilgili genlerin üzerinde, hem de ilgisiz başka genlerde mutasyonlara neden olabildiği görülmüştür. Bu gen hataları da aynı derecede sonsuz çeşitlilikte yaşamsal bozukluklara neden olabileceği anlamına geliyor.

Hastalıklara Deva: CRISPR-Cas9

Huang’ın takımı, çalışmasında 86 insan embriyosu kullandı. Bu embriyolar, tüp bebek kliniğinden alınan ve normal bir gelişim süreci göstermesi mümkün olmayan, triplonüklear zigotlardı. Embriyolara müdahalenin ardından, 48 saat boyunca canlılık gösteren 71 adet 8 hücreli embriyo içinden 54 embriyo analiz edilebildi. Bunların sadece 28’inde genler değiştirilebildi. Bunların arasında 4 embriyo gen onarımı aşamasındaki hatalarla, 7 embriyo verilen genin değil, DNA içindeki başka bir genin kopyalanması nedeniyle bozuldu. Ayrıca ilgisiz genlerde de hatalar gözlemlendi. Bütün genlerin analiz edilmesi tamamlandığında ise başka hataların da çıkması bekleniyor.

Huang’ın takımı, çalışmalarını Dawn, Parkinson ve Akdeniz anemisi gibi embriyonik evrede öngörülebilen hastalıklar üzerinde yapmıştı. Yöntemin şu anda ne kadar hata payı olduğu ve gelecekte nasıl geliştirileceği belirsiz olsa da, bu tarz çalışmalar ve tartışmaların artık sürekli karşımıza çıkacağının habercisi niteliğinde. Arizona Üniversitesi’nden Joel Garreau’da, 2012 yılında ABD savunma bakanlığının desteklediği projelerde, metabolizma genetiğini değiştirerek daha güçlü ve dayanıklı askerler yaratmak peşinde olduğunu açıklamıştı. Yeter ki bir kez insanlar üzerinde kullanılması için önü açılsın; işte o zaman kapitalizmin hayalindeki süper işçileri ya da devletlerin hayalindeki süper askerleri yaratmak için kullanılacak olan milyon dolarlar, hırs ve rekabet tanımayan yeni şirketlerle tanışacağız demektir. Hasta olmayan, metabolizması farklı çalışan, fiziksel anlamda dayanıklı insanlar hayalini devletlere satmak pek de zor olmasa gerek.

Bilimde Etik Hassasiyeti

Birinci Dünya Savaşı boyunca ve ardından gelen süreçte başta Almanya, Japonya, Rusya, Amerika gibi devletler, bir sonraki savaşın hazırlığı adına tıp, genetik ve biyoloji alanlarında dehşet dolu çalışmalara imza atmışlardı. Nazi Almanyası’nın genetik çalışmalarını yöneten Josef Mengele, toplama kamplarında ikizler üzerinde gözlerine kimyasal enjekte etmek, narkoz olmadan ameliyatla bedenlerini birbirine yapıştırmak gibi korkunç deneyler yapmıştı. Mengele, o dönemde yaptığı çalışmalardan dolayı, günümüzde modern genetiğin kurucu isimleri arasında anılıyor. Savaş zamanında insanlar üzerinde yapılan katliamlar bugün, hayvanlar üzerinde yapılıyor. Örneğin, Ludwig-Maximilians Üniversitesi’nden Wolfgang Enard; farelere insan geninde bulunan Foxp2 geni eklediğinde daha hızlı öğrendiklerini gözlemlemiş.

Özellikle ikinci dünya savaşı sonrasında, meslektaşlarının yaptıkları ve yapabilecekleri karşısında dehşete düşen bilim insanlarının öncülüğünde bilimin sınırları ‘etik’ ile belirlenir oldu. Genetik bilimi tarihindeki bu korkunç deneylerin mucitleri ya da DNA’yı keşfeden James Watson gibi ırkçı bilim insanlarının frenleyicisi olsun diye midir bilinmez, insan merkeziyetçilik etiğin ana unsurlarından biri haline geldi. Böylece Huang’ın çalışmalarını yayımlatmayan ve etik gerekçelerle durdurmalarını isteyenler, aynı etik anlayış içerisinde, hayvanlar üzerinde deneyler yapmayı makul ve kabul edilebilir görebiliyorlar.

Kapitalizmde Para Hassasiyeti

Bu zamana kadar bilim insanları, çalışanı oldukları şirketlere, yöntemin insan geninde de kullanılabileceğinden bahsederken, Huang ve takımının çalışmasıyla, milyon dolarlık vaatleri boşa çıkmış oldu. Üstelik tüm bu araştırmalar, yüklü savaş yatırımları olan devletlerin himayesi ve desteğinde gerçekleştiriliyorken… Kapitalizmin müdahalesi ile etik eleştiriler de, Huang ve takımının gelecekte korkunç sonuçları doğurabileceği tahmin edilen çalışması gibi iyice bulanıklaşıyor.


Belen Yıldırım

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” Gen Etik ” – Belen Yıldırım appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/13/gen-etik-belen-yildirim/feed/ 0
“Devletin Polymath’ları” – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2015/06/10/devletin-polymathlari-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2015/06/10/devletin-polymathlari-huseyin-civan/#respond Wed, 10 Jun 2015 09:26:17 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/10/devletin-polymathlari-huseyin-civan/   “Haydi Türkiye bu 100 yılda gelen bir şans, kullan bu şansını ve kır iç-dış siyasal-ekonomik-finansal vesayeti! Yaşasın tam bağımsız cihanşümul büyük Türkiye!” -Yiğit Bulut- Bir insan isterse her şeyi yapabilir, her alanda yetkinleşebilir diyor Leon Battista Alberti. Alberti, İtalyan Rönesansı’nın önemli isimlerinden birisi. Yazar, şair, sanatçı, mimar, dilbilimci ve filozof… On parmağında on marifet. […]

The post “Devletin Polymath’ları” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 Meydan Gazetesi- Devletin Polymathları Hüseyin Civan

“Haydi Türkiye bu 100 yılda gelen bir şans, kullan bu şansını ve kır iç-dış siyasal-ekonomik-finansal vesayeti! Yaşasın tam bağımsız cihanşümul büyük Türkiye!” -Yiğit Bulut-

Bir insan isterse her şeyi yapabilir, her alanda yetkinleşebilir diyor Leon Battista Alberti. Alberti, İtalyan Rönesansı’nın önemli isimlerinden birisi. Yazar, şair, sanatçı, mimar, dilbilimci ve filozof… On parmağında on marifet. Alberti’nin olduğu gibi farklı alanlarda yetkinleşmiş bu çok yönlü insanları nitelemek için kullanılan bir kelime var; polymath. Birebirinden farklı birçok disiplinde çok bilgili ve yetkin olan kişi anlamına gelen sözcük 17. yüzyılda kullanılmaya başlıyor. Rönesansın ve Aydınlanmanın “ideal insanı”nı tanımlamak için kullanılan sözcük, bu dönemde bilim ve sanat alanında ön plana çıkan büyük düşünürlerden bahsedilirken sıkça kullanılır. Biz de polymath’ı karşılamak için kullanılan bir kavram var: Hezarfen. Hezar Farsça‘da bin, fen de Arapça ‘da bilim anlamına geliyor. Yani binbilimle uğraşan kişi…

Mevcut siyasi iktidar, kendi döneminin rönesansını mı yaşıyor olduğunu zannettiğinden ya da başka bir sebepten mi bilinmez ancak; polymath’larını bir bir sahaya sürüyor. Örneğin Rasim Ozan Kütahyalı… Kütahyalı’nın yetkin olmadığı konu yok. Siyasetten futbola her konuya ilişkin fikri ve bu geniş alanda hareket edebilen uzun elleri var.

Kütahyalı’nın ekonomist versiyonu olan Yiğit Bulut, farklı alanlardaki yetkinliğinin karşılığını Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanı olarak almış görünüyor. Ekonomi haberleri sunuculuğundan başdanışmanlığa giden yolda, farklı alanlarda yetkinliğini iyi kullanmış!

Tarihten yakın/uzak dönem siyasetine, ekonomiden uluslararası ilişkilere, kamu yönetiminden din bilimlerine varıncaya geniş yelpazesine sığdırdığı sonsuz bilgisiyle siyasi iktidarın ekonomik-politik perspektifini yaratıyor.

Turbo Kapitalizm

Ana akım medyanın neredeyse hepsi iktidar tarafından yönlendirildiğinden artık gündem sözcüğü anlamsız. Hele bir de Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanıysanız, söylediklerinizin, yazdıklarınızın gündem olmama ihtimali var mı?

Bunun bilinciyle olsa gerek, Yiğit Bulut devletin attığı her adımı anlamlandırmaya, haklılaştırmaya ve mantık yüklemeye çalışıyor. Doktrin üstüne doktrin, tez üstüne tez… Danışmanlık yaptığı zat-ı muhteremle aynı retoriği tutturmaya özen gösteriyor.

Bulut’un bir ay içerisinde üstünde durduğu en önemli mesele, TC’nin batı politikası… Mevcut iktidarın (tabi burada artık iktidardan anarşistlerin kastını neden ısrarla sadece hükümetle ilgili olmadığını, Tayyip Erdoğan’ın hükümet üstü konumundan daha iyi anlayabiliriz) yakın dönem hamlelerini okuyabilmek adına ne yazık ki Bulut’un yazdıkları az da olsa önem taşıyor.

Tabi bunu yapabilmek için Yiğit Bulut retoriğine biraz bulaşmış olmak gerekiyor.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dış politikada yönünü şaşıran TC’nin, dışarıdaki yerleşik yapının içeride türetmeye başladığı burjuva sınıfına ve onların uzantısı olan siyasetçilere teslim olduğu bir TC tarihi teziyle yola çıkıyor Yiğit Bulut. Erdoğan’ın ağzından düşürmediği faiz lobisi ve dış güçler gibi kavramlara bir tarihsellik de atfetmiş oluyor. Ve tabi şu an küresel kapitalizmin parçası haline gelmiş olan sermayedarlar da bu tarihsellikten nasibini alıyor.

Dış odakların tezgahları, bu tezgahın parçası olan türeme taşeronlar, sanal kamuoyu… Bu yeni terimlerin hepsi, Bulut’un Turbo Kapitalizm diyerek, kapitalizmin son aşaması tartışmalarına son noktayı koyduğu yerli yapım olan kavramlaştırmasının alt başlıkları…

Ancak şunu hemen belirtiyor. Burada eleştirilen ve yoğunluklu olarak batıyla ilişkilendirilen kavramın, ABD ile herhangi bir ilişkisi yok. Bu turbo durumun nedeni Avrupa, özelinde Almanya ve İngiltere… Osmanlı’dan kalan bir dava…

İngiliz Emperyalizmine Karşı Başkan Obama

ABD ile nasıl ilgili olsun? Bulut’a göre Obama’nın başkanlığı İngiliz Emperyalizmi’ne karşı ABD’de ezilen halkların en büyük cevabı… Dolayısıyla batıda TC’ye bir müttefik aramak gerekiyorsa bu ABD’den başka bir devlet olamaz.

Yeni Dünya Düzeni (bu polymath’ların en çok sevdiği kavramlardan biri) içerisinde Avrupa’ya artık yer yok. Yeni dengede ABD ve Rusya gibi devletlerin yanı sıra TC’ye de yer var. Överek bitiremediği Tayyip Erdoğan’ın dış politikadaki başarılarıyla, bu yeri TC’nin kazandığını her yazısında vurgulayan Bulut, denge siyaseti izlemenin en doğru hamle olduğu kanaatinde.

“Türkiye batıdan doğuya doğru kayıyor diyenlerin anlayamadıkları şey, batı diye neyi işaret ettiğimiz” diyen Bulut, 200 yıldır yaşadığımız topraklara en büyük kötülükleri yapan İngiltere ve Almanya’ya yönelik tarihsel kini her fırsatta kusuyor.

AB sınırı aştı, sınırlarını öğrenecek! Yesinler sizi insanlık örneği Avrupa! Çanakkale Geçilmez Doktrini… Bulut’un son ayda yazdığı yazıların başlıklarından birkaçı… Bu söylemsel sertlik bir yerden tanıdık geliyor ama kim kime danışmanlık yapıyor çok anlaşılmıyor.

Tam Bağımsız Türkiye

Erdoğan’ın iktidarı eline geçirmesiyle başlayan süreci, TC’nin bağımsızlaşma süreci olarak gören Bulut, tam bağımsızlık şartının başkanlık sistemi ve yeni anayasa merkezli bir devlet olduğunu vurguluyor. Anlaşılan Başkanın Başdanışmanı olmanın hazırlıklarını yapıyor Bulut.

Sınırsız hayal dünyası, kadim öfkesi, dünya ekonomisine yönelik içgüdüleri, sayısız komplo teorileri… Bulut, devlet zihniyetinin sözcüsünden başka bir şey değil. Yeni kavramlar, yeni anlamlar türetmeyi iyi öğrenen siyasi iktidar, sözcüleri vasıtasıyla düşman yaratma politikası üzerinden kendini var etmeye devam ediyor. Yegane meşruluğunu dayandırdığı şey olağanüstü durumlara müdahil olabilme kapasitesi olan devlet, sürekli bir düşman (ekonomide faiz lobisi, dış odaklar, yabancı sermaye ile ilişkili yerel sermayedarlar; dış politikada Almanya, İngiltere gibi devletler; iç politikada dıştan yönlendirmeli illegal güçler…) politikası üzerinden imitasyon durumlarının peşinde kendi iktidarlı konumunu stabil tutmaya çalışıyor. Bütün bunları yaparken de turbosunu eleştirdiği kapitalizmin özgün versiyonunu hegemonyasını sürdürdüğü coğrafyada kendi istediği şekilde işletmeye devam ediyor.

Ancak açık olan bir şey var, yaratılmaya çalışılan iç politikanın da dış politikanın da özü bir düşmana karşı savaş durumuna endekslenmiş konumda. Devletin bu politikalarında ön plana çıkan isimler, sürekli şekilde düşman yaratan, savaşa hazırlanan söylemler üretenler… Devletin bu söylemlerle kendisini kurmasına ihtiyacı var; mantıksızlığın bir mantığa ihtiyacı var.

Çünkü olur da bu mantıksızlık anlaşılırsa…

Hüseyin Civan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Devletin Polymath’ları” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/10/devletin-polymathlari-huseyin-civan/feed/ 0
“Archoscientia” – Merve Demir https://meydan1.org/2015/05/03/archoscientia-merve-demir/ https://meydan1.org/2015/05/03/archoscientia-merve-demir/#respond Sun, 03 May 2015 15:08:53 +0000 https://test.meydan.org/2015/05/03/archoscientia-merve-demir/ 1800’lerde Almanya Baden’de nöroanatomist Franz Joseph Gall, kafatasının şeklinden bireyin karakterinin ve bu karakterin düzen dışı olup olmadığının tespit edilebileceğini iddia etti. Bu saçma sapan iddia, bilim dünyası tarafından önce frenoloji adıyla bir bilim dalı olarak kabul edildi; 1850’lere gelindiğinde ise bir bilim dalı olmaktan çıkarıldı. 1900’lerde İngiltere Birmingham’da Francis Galton, İngiliz halkının dünyadaki diğer […]

The post “Archoscientia” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Aufnahmedatum: 1937Systematik: Geschichte / Deutschland / 20. Jh. / NS-Zeit / Rassenpolitik / Rassenkunde

1800’lerde Almanya Baden’de nöroanatomist Franz Joseph Gall, kafatasının şeklinden bireyin karakterinin ve bu karakterin düzen dışı olup olmadığının tespit edilebileceğini iddia etti. Bu saçma sapan iddia, bilim dünyası tarafından önce frenoloji adıyla bir bilim dalı olarak kabul edildi; 1850’lere gelindiğinde ise bir bilim dalı olmaktan çıkarıldı.

1900’lerde İngiltere Birmingham’da Francis Galton, İngiliz halkının dünyadaki diğer halklardan daha başarılı ve akıllı olduğunu iddia etti. Galton, İngiliz halkının çoğalmasının insanlık için önemli olduğunu savundu. Bu saçma sapan iddia da Birleşik Krallıkça kabul edildi. 1954’de ABD’li James Watson, İngiliz Galton’u da aşarak farklı coğrafyalarda yaşayan insanların beyinleri arasında farklılıklar olduğunu iddia etti. İddiası, beyaz ırktan olan insanların, diğer insanardan akıllı olduğu savına dayanıyordu. James Watson, DNA’da ikili sarmalı bulan bilimci olarak Nobel ödülü aldı. Nobel ödülü almasıyla beraber Harvard Üniversitesi’nde biyoloji profesörlüğüne getirildi. Irkçı iddiaları eleştirilmedi.

2010’larda, yani günümüzde, ABD Kaliforniya’da Elizabeth Sowell, zenginlerin beyinlerinin, fakirlerin beyninden büyük olduğunu iddia etti. Bu iddia da büyüklük akıllıkla eş değerli tanımlandı. Bu iddiayı bilimsel bir teoriye dönüştürmek için, 2000’e yakın denek üzerinde senelerce araştırmalar yapıldı. Araştırmaya farklı üniversitelerden katılan nörologlar, psikiyatristler ve psikologlar, iddiayı yani “fakirliğin beyin gelişimini olumsuz etkilediği” savını onayladılar. Perinatologlar biraz daha geriye giderek, zenginin ve fakirin beyinleri arasında gebelikten itibaren fark görüldüğünü; fakir annenin zengin anneye göre yaşadığı beslenme bozuklukları ve sürekli stresin, bebeğin beyin gelişimini yavaşlattığını açıkladılar. Genetikçiler daha da geriye giderek, fakirlerin beyninin küçüklüğünün, kuşaktan kuşağa aktarılan genlerle sürebileceğini araştırmaya kalkıştılar.

1840’larda bilimin ilkeleri yeni yeni oluşmaktaydı. İlkelerin içinde kullanılan yeni kavramlar da birer birer açığa çıkıyordu. Pseudoscience kavramı da böyle bir kavramdı. Kelime anlamı “sahtebilgi” olan bu kavram, bilim dünyasınca sahtebilim olarak kullanıldı. Bilim dünyası saçma sapan önermelerle oluşan her tezi, bilimsel kabul etmeyeceğini böylece gösteriyordu. Ama Alman Franz Joseph Gall, İngiliz Francis Galton’un ırkçı tezleri oldukça uzun zaman sonra Pseudoscience olarak kabul edildi. Daha da beteri, ABD’li James Watson’un aşırı ırkçı tezleri, DNA sarmalını bulması ve Nobel ödülü alması sayesinde asla Pseudoscience kabul edilmedi. Çünkü bilim, beyazların uydurma tezlerine “bunlar uydurma” diyemeyecek kadar beyazdı. Bu, ırkçılığın yanı sıra, sınıfsal çelişkinin de bir etkisiydi.

Dünyanın zengin ve fakir ülkeleri arasındaki renk farkı, aynı anlayış için sınıfsal bir farkı da belirginleştiriyordu. Bu, ırkçı ve burjuva bilimcilerle benzer yaklaşımını sürdüren Elizabeth Sowell ve arkadaşlarının yaptığı araştırmadan şunu çıkarabiliriz: “Zenginler akıllıdır fakirler aptal. Ama fakirler de zenginleşirse akıllanabilirler.” Tam da böyle söylüyor Elizabeth Sowell. Fakirlikten tiksinip zenginliğe imrenen her fakir, zengin olmak için daha çok ve daha çok çalışacaktır. Fakirler çalıştıkça zenginler de daha rahat yaşayacaklardır. Bu araştırma, doğuştan eşit olmadığımızı, zenginleşmek için her şeyin mübah olduğu bir dünyayı meşrulaştıran bir araştırmadır. Ve diğerleri gibi bu araştırma da bilim dünyası tarafından bilimsel kabul edilecektir. Bilimsel araştırmalar karmaşıktır ve karmaşalarının arkasında ırkçılık, faşistlik ve sömürgecilik gibi iktidar kavramları saklıdır. Bu araştırmayı anlamamız için bilim dünyasının uydurma bilgilerine ihtiyacımız yok. İhtiyacımız olan iktidarın bencil, rekabetçi, sömürücü davranışlarını yaşayarak bilmektir. Bunu anlamak için de ezerek bolluğuna bolluk katan zenginlerin “aklı” değil; fakirlerin “aptalca” yaptığı paylaşma ve dayanışma ve ezilmişliğiyle artan öfkesini yaşamak gerekir. Elizabeth Sowell ve arkadaşlarının bilimsel araştırmalarla anlayamayacağı – yaşayamayacağı- da budur.

Bilim dünyasının yeni iddialara ve tanımlara ihtiyacı varsa; ben de bilim dünyası için bu makalemle yeni bir kavram tanımlıyorum. İddiam şudur ki; bilim tüm canlılara yani yaşama anlam katamayacak kadar *archoscientik’tir.

Archoscientia: İktidarcıbilim.

Merve Demir

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Archoscientia” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/05/03/archoscientia-merve-demir/feed/ 0
“Ezber Bozan Böcek Neotrogla” – Oğuzhan Şahin https://meydan1.org/2014/07/27/ezber-bozan-bocek-neotrogla-oguzhan-sahin/ https://meydan1.org/2014/07/27/ezber-bozan-bocek-neotrogla-oguzhan-sahin/#respond Sun, 27 Jul 2014 13:17:01 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/27/ezber-bozan-bocek-neotrogla-oguzhan-sahin/ Erkeği ve kadını, erkek veya kadın yapan özellikler nelerdir? Erkek olabilmek için bir penis, kadın olabilmek için bir vajina mı gerekir; yani cinsiyeti tanımladığımız şey sadece organ mıdır? – Tabii ki hayır. 2010 yılına kadar bilim insanları tarafından tanımlanan cinsiyet, her zaman erkek için bir penis, kadın içinse bir vajinadan ibaretti. Ancak 2010 yılında Rodrigo […]

The post “Ezber Bozan Böcek Neotrogla” – Oğuzhan Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Erkeği ve kadını, erkek veya kadın yapan özellikler nelerdir? Erkek olabilmek için bir penis, kadın olabilmek için bir vajina mı gerekir; yani cinsiyeti tanımladığımız şey sadece organ mıdır? – Tabii ki hayır. 2010 yılına kadar bilim insanları tarafından tanımlanan cinsiyet, her zaman erkek için bir penis, kadın içinse bir vajinadan ibaretti. Ancak 2010 yılında Rodrigo Ferreira, bulduğu böcekleri Entomolog Charles Lienhard’la beraber incelemeye başladı. Bu cins böceklerde araştırma yapan Japonya’nın Hokaido Üniversitesi’nden Kazunori Yoshizawa da “Cinsiyet rolü değişikliği, bir çok başka hayvanda daha önce bulunmuştu; ama üreme organlarının ters olduğu ilk örnek Neotrogla.’’ diyor. Neotrogla dişisinin ginosom adı verilen penis benzeri organı, erkeğin vajinaya benzer organına girdiğinde şişiyor ve organın içindeki dikenler sayesinde iki böcek birbirine yapışıyor. Erkeğin enerji harcayarak oluşturduğu “gerdek hediyesi” diye tanımladıkları kapsül ile dişi, penis benzeri organı yardımıyla döllenme için ihtiyacı olan spermi ve yaşamsal faaliyetleri için gerekli olan besini emiyor. Neotrogla cinsi böcekler, Brezilya’nın doğusundaki mağaralarda yaşıyor. Yoshizawa ve arkadaşları, bu form değişikliğinin mağaranın ekstrem koşullarında besin bulmakta zorlanıldığı için olduğunu tahmin ediyor ve dişi Neotrogla’da nasıl penis geliştiğini açıklayabilmenin önem taşıdığını söylüyor. Bir çoğumuzun “cinsiyet” denildiğinde biyolojik olarak aklına gelen şey, üreme organlarındaki farklılık. İnsanlar için bir dişi 44+XX ve erkek 44+XY olarak tanımlanır. Bu kromozomsal farklılığın bir sonucu olarak cinsiyet oluşur. Erkek üreme hücrelerini oluşturan XY kromozomları iken, dişi üreme hücrelerini oluşturan bu XX kromozomlarıdır ve hücresel farklılaşma bireylerde bu şekilde gelişir. Kimi canlılarda ise çiftleşme dönemindeki rol değiştirme, yani bazen erkek bazen dişi rolüne bürünme; beslenmeyle, bulundukları suyun kirliliğiyle ve sıcaklık gibi dış etkenlerin sonucunda cinsiyetin belirlenimi ile farklılık gösterir. Bazı canlılarda, tek bir hayvan üzerinde iki farklı üreme özellikleri barındırılır.Doğadaki bu olgunun işleyişi, insanın algıladığı gerçekliğin zıddı bir şekilde gerçekleşiyor. Toplumun “normallik” sınırlarına sığmayan ve insanın oluşturduğu bu kavramların doğada ifade bulmayacağı aşikardır. İnsanların insana has özellikler yüklediği canlıların davranışlarında, esasen farklı sorunsallara dayanan çözümlerdir. Biyoloji, yine bu tarz davranış değişikliklerini canlının karakterinin bütününe ya da varoluşuna değil; türün soyunun devamlılığı gibi çeşitli etkenlere bağlar. Biyolojik olarak cinsiyet, üreme sırasında canlıların aldığı görevler üzerinden gerçekleşmiş farklılıkların isimlendirilmesinden başka bir şey değildir. Yani ne dişi bir kedi alımlı, ne de erkek bir köpek delikanlıdır. Türün var olabilmesi adına böylece gerçekleşmiş olan üreme organlarının değişikliği ile, dişi ve erkeğin biyolojik olarak üreme vasfı, faaliyete dönüşmüş oluyor. Bu ekolojik gerçekliğin farklı yorumlanması da, içinde bulunduğumuz toplumsal cinsiyet algısının ne denli vahim bir durum olduğunu bu yönüyle de ortaya koyuyor. Toplumsal cinsiyet şartlanmışlığıyla yapılan yaklaşımlar, karşılıklı yardımlaşma temelinde olan canlıları farklı kutuplara sürüklüyor. Kadınlar, toplumsal olarak “ev kadınlığı” ve “analık”ın uzantısı olan işlevleri yerine getirmeye tabi tutuluyorlar. Biyolojik cinsiyetin aksine, toplumsal cinsiyet farklılığı; bulunulan çevre ile sosyalleşme süreci içerisinde oluşmakta, bu nedenle toplumdan topluma, kültürden kültüre değişebilmektedir. Neotrogla cinsinin örneğindeki gibi, neslin devamını sağlamak ve doğadaki diğer yaşamsal alanlarda karşılıklı yardımlaşma olarak yorumlayabileceğimiz bu gibi olaylar dizisinin yaşam alanlarımızda aynı biyolojik türden olduğumuz insanlarda nadiren karşılaşılan bir içgüdüsel davranış olması, şüphesiz ki bu konunun muhattabı olan bizlerin sorunlarının kaynağıdır. Şimdi ise, ezberi bozan bir canlı türü ile karşı karşıyayız, ki Neotrogla “evin direği ‘erkek’tir” söylemini alt-üst ediyor ve bize içinde bulunduğumuz ilişki biçimini sorgulayabilme fırsatı sunuyor. Meydan Gazetesi- Ezber Bozan Böcek Neotrolga   Oğuzhan Şahin Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Ezber Bozan Böcek Neotrogla” – Oğuzhan Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/27/ezber-bozan-bocek-neotrogla-oguzhan-sahin/feed/ 0
DÜNYA DÜZDÜR: Bilimin Fırsatçısı Galileo Galilei İddialarını Nasıl İspatladı? https://meydan1.org/2013/05/05/dunya-duzdur-bilimin-firsatcisi-galileo-galilei-iddialarini-nasil-ispatladi/ https://meydan1.org/2013/05/05/dunya-duzdur-bilimin-firsatcisi-galileo-galilei-iddialarini-nasil-ispatladi/#respond Sun, 05 May 2013 20:55:03 +0000 https://test.meydan.org/2013/05/05/dunya-duzdur-bilimin-firsatcisi-galileo-galilei-iddialarini-nasil-ispatladi/ Karl Popper bilimin yanlışlanabilirlik üzerinden ilerlediğini söylediğinde, bilimsel yöntem tartışmalarına yeni bir soluk katmıştı. Bilimin yanlışlanabilirlik üzerinden ilerlediği tezi şuna dayanıyordu: Herhangi bir sav, bilimsel deney ve gözlem sonucu doğrulanabilir ve bilimsel bir gerçeklik olduğu kabul edilebilirdi. Ancak bahsi geçen bilimsel deney ve gözlem, eldeki mevcut teknoloji, araç ve gereçler, dönemsel önyargılarla yapıldığından dolayı bunlarla […]

The post DÜNYA DÜZDÜR: Bilimin Fırsatçısı Galileo Galilei İddialarını Nasıl İspatladı? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Karl Popper bilimin yanlışlanabilirlik üzerinden ilerlediğini söylediğinde, bilimsel yöntem tartışmalarına yeni bir soluk katmıştı. Bilimin yanlışlanabilirlik üzerinden ilerlediği tezi şuna dayanıyordu: Herhangi bir sav, bilimsel deney ve gözlem sonucu doğrulanabilir ve bilimsel bir gerçeklik olduğu kabul edilebilirdi. Ancak bahsi geçen bilimsel deney ve gözlem, eldeki mevcut teknoloji, araç ve gereçler, dönemsel önyargılarla yapıldığından dolayı bunlarla elde edilecek herhangi sonuç, o deney ve gözlemin yapıldığı zaman dilimi için geçerli olabilir. Hatta bu geçerlilik, bu zamanı çok daha aşabilir. Buna rağmen yeni teknoloji, araç ve gereçler, yeni dönemin bilimsel önyargıları bu geçerliliği, dolayısıyla bilimsel gerçekliği yanlışlayabilir. Gün geçtikçe ilerleyip daha kesin sonuçlara ulaştığı söylenen bilimin belki de tek değişmez niteliğini, Popper tutturmuştur. Örneğin döneminde, sadece bilim dünyasını değil birçok farklı alanı etkileyen Newton dinamiği güncel bilimsel veri olma özelliğini yitirmiştir. Newton’un yerçekimine ilişkin görüşlerinin bilimsel anlamda çürümüş olması, onun fizik bilimine etkisini kaybetmesine yol açmaz. Hatta Newton yerçekimiyle ilgili görüşleriyle, kendi tezini çürütenlerin öncülü olmuştur. Bu tarz yeni bir bilim anlayışı, özellikle bilgi felsefesiyle uğraşanlar için büyük bir tartışma konusu olmuş, farklı okulların oluşmasına yol açmıştır.

Poppper’ın öğrencilerinden Paul K. Feyarabend çoğulcu bilgi kuramıyla bu okullardan birinin önemli temsilcilerindendir. Metodolojisi bilim ve evrensel bilgi üretimine yoğunlaşır. Bilimin insanın geliştirdiği düşünce biçimlerinden yalnızca biri olduğunu savunur. Bilimin din, ideoloji, astroloji gibi uygulamalardan üstün olduğu savını, akılcı ve deneysel olma iddiasıyla açıklamasını sorgular. Bilimin üstünlüğü inancı, dünyada tahakküm edici, insanları köleleştiren bir niteliktedir Feyarabend’e göre. Başka düşünüş biçimlerini ortadan kaldırarak, kendi tekçi yapısını baskıcı siyasi, ekonomik ve toplumsal iktidarların konumlarını meşrulaştırmaya hizmet ettiğini söyler. Bu yüzden Feyarabend’in modern bilim paradigmasına karşı duruşu bilime ve bilim savunucularına kapsamlı bir eleştiri içerir.

Russel’e göre bilim; gözlem yoluyla, gözleme dayanan düşünce yoluyla evrendeki olguları birbirine bağlayan yasaları bulmaya, böylece gelecekteki olayların önceden bilinmelerini sağlamaya çalışmaktadır. Bu gibi bilim üzerine yapılmış tanımlara bakıldığında neden-sonuç ilişkisi doğrultusunda dünyaya ilişkin olguları birbirine bağlayan genel-geçer yasaları bulma çabası olarak, yani pozitivist bir kuram olarak karşımıza çıkar. Feyarabend’e göre bilim yegane bir bilgi aracı değildir, bilgiyi tekleştiren bir bilim anlayışı Feyarabend tarafından tamamen reddedilir. Bilimin akılcı ve deneysel olma gerekçesiyle yürüttüğü üstünlük durumu yersizdir. Feyarabend’e göre bilim de tüm diğer arayışlar gibi üstünkörü ve temelde irrasyoneldir. Feyarabend Yönteme Hayır’da “Bilim insanlarının bilimi bir zamanlar Roma kilisesinin Hristiyanlığı savunduğu tarzda savunduğunu” söyler. Modern bilimin gelişmesinde katkısı olan iki bilim insanı Galileo Galilei ve Nicolaus Kopernik’in yöntemlerini tartışır. Tartışmanı verimliliği şurada yatar; Galileo ve Kopernik savlarının doğruluğunu dönemin bilimsel gerçekliklerine dayandırmamakla kalmamış, bilinci yanıltmaya gitmişlerdir. Savlarını ispatlamak yerine laf cambazlığı ve doğru önermelerle süslü anlam bulanıklığıyla kendi haklılıklarını göstermeye çalışmışlardır. Dönemin biliminde kendi statülerini bu tarz bir yanıltmacaya borçludurlar. Modern bilimin sırrı da burada yatar zaten.

Yönteme Hayır’dan
…Teleskopla yapılan ilk gökyüzü gözlemleri bulanık, belirsiz, çelişkili, herkesin çıplak gözle gördüğüyle çatışan özellikler taşır. Böylece teleskopum yol açtığı yanılsamalarla gerçekten görünenleri ayırmaya yardımcı olabilecek tek kuram, basit sınamalarla çürütülür.

…Bütün Avrupa’da yankı uyandıran diğer bir toplantı, durumu daha açık kılar. Hemen hemen bir yıl önce, 24-25 Nisan 1610’a Galileo, karşıtı Nagi’nin Bologna’daki evine, bütün fakültelerden gelen yirmi dört profesöre teleskobunu göstermek üzere gider. Harky, Kepler’in aşırı heyecanlı öğrencisi bu durumu şöyle anlatır: “24 ya da 25 Nisan’da gece gündüz hiç uyumadım. Galileo’nun aygıtını bin yolla denedim, aşağıdaki ve yukarıdaki şeyleri gözledim. Yerde harika çalışıyor, gökte aldatıyor insanı, örneğin bazı sabit yıldızlar (örneğin, Spica Virginis yan yüzündeki bir alevden söz ediliyor) çift görünüyor. Üstün insanlardan ve asil doktorlardan tanıklarım var… Tümü de aygıtın yanıldığını söylüyor… Bu Galileo’yu susturdu, 26 sabahı erkenden üzüntülü bir biçimde çıktı gitti… Nagini’ye verdiği harika yemek için teşekkür bile etmeden.” Nagini Kepler’e 26 Mayıs’ta yazıyor: “Hiçbir şey başaramadı, yirmiden fazla okumuş insan vardı, hiçbiri gezegeneri seçik olarak göremedi. Galileo onları saptamakta zorluk çekecek.” Birkaç ay sonra Ruffini’nin imzaladığı mektupta aynı şeyleri yineler, “Ancak keskin görüşlüler bir ölçüde inandılar”. Bunlardan sonra, dört bir yandan Kepler’e olumsuz mektuplar yağmaya başladı; bunun üzerine, Kepler, Galileo’dan tanıklar bulmasını istedi. “Sizden saklamak istemiyorum, birçok İtalyan Prag’a mektup yazarak sizin teleskobunuzla bu yıldızları (Jüpiter’in uyduları) göremediklerini söylediler. Nasıl oluyor da teleskobu kullananlar da dahil o denli çok az kişi olayı yadsıyor, bunu kendi kendime soruyorum. Zaman zaman düşünüyorum da yüzlerce kişinin göremediğini tek bir kişinin görebilmesi bana olanaksız geliyor. Başkalarınızın savınızı doğrulaması çok zaman alacak. Bu sebeple size yalvarıyorum Galileo, bana en kısa zamanda tanıklar bul… Galileo’nun bulduğu tanıklar, Jüpiter’i ya da Mars’ı ya da Ay’ı bile seçmekte güçlük çektiler.

… O çağ teleskobunun birçok yetersizliğine bir de psikolojik zorlukları katarsak, doyurucu raporların kıtlığını iyice anlarız, yeni olayların gerçekliğinin kabulleniş hızına ve her zamanki gibi kamuoyunca onaylanmasına da şaşar kalırız. En iyi gözlemci raporlarının bile y o zamanki koşullar altında gösterilebilecek ölçüde yanlış ya da çelişkili olduğunu düşündüğümüzde gelişme daha şaşırtıcı oluyor…

… Teleskobun başlangıç tarihinin en tuhaf özelliği, Galileo’nun ay resimlerine daha yakın baktığımızda ortaya çıkıyor. Galileo’nun çizimleriyle ayrı evrelerin fotoğraflarına şöyle bir göz atış bile, çizilen özelliklerden hiçbirinin ayın bilinen görüntüsüyle uyuşmadığı konusunda okuru inandırmaya yeter. Buradan kalkarak kolayca “Galileo, büyük bir astronomi gözlemcisi değildi; yoksa kendi çağında gerçekleştirdiği birçok astronomi keşfinin heyecanını ya da eleştiri duygusunu bulandırırdı” denebilir.

…Anlatım biçimi, kurnazca ikna etme tekniği sayesinde, Latince değil de İtalyanca yazdığı, yapıca eski düşüncelere ve onunla ilgili olarak eski öğrenme ölçütlerine karşı olan kişilere seslendiği için Galileo etkinlik kazanır.

…Yeni doğal yorumlar, yeni ve oldukça soyut gözlem dili oluşturur. Ortaya atılıp hemen saklanır, böylelikle kimsenin farkına varmaması sağlanmış olur (Unutturma Yöntemi).

…Değişikliğin yol açtığı zorluklar, zaman zaman olumlu işlevi olan ad hoc hipotezlerle örtbas edilir. Bu hipotezler, kuramlara soluk aldırıcı alanlar açarlar, gelecekteki araştırmaların yönünü belirlerler.

Galileo, modern bilimin “bilimsellik” fırsatçılığından yararlananlardan yalnızca birisidir. Modern bilimse, bu fırsatçıların ellerinde şekillenirken, tek ve evrensel bilgi üreticisi iddiasında siyasi ve ekonomik iktidarların toplumu belirlemesine zemin hazırlar.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.

The post DÜNYA DÜZDÜR: Bilimin Fırsatçısı Galileo Galilei İddialarını Nasıl İspatladı? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/05/05/dunya-duzdur-bilimin-firsatcisi-galileo-galilei-iddialarini-nasil-ispatladi/feed/ 0