The post ABD’de Şüpheli Paket Alarmı Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz günlerde, ünlü milyarder ve Açık Toplum Enstitüsü kurucusu George Soros’un New York’taki evinin posta kutusunda patlayıcı madde bulunmuş, ardından eski ABD Başkanı Barack Obama’nın Washington’daki evi ile eski ABD Başkanı Bill Clinton ve eski Dışişleri Bakanı eşi Hillary Clinton’ın Chappaqu’daki evlerine, içerisinde patlayıcı madde olan paketler gönderildiğinin haberi alınmıştı. Aralarında CNN’in de bulunduğu Time Warner Center’a da benzer bir paket gönderildiği ortaya çıkmıştı.
Benzer bir şekilde, temsilciler Meclisinin Florida üyesi Demokrat Debbie Wasserman Schultz’un Florida’daki ofisine, Demokrat Partiden California Senatörü Kamala Harris’in ofisinin olduğu binaya da şüpheli bir paket gönderildiği ve binanın bir bölümünün boşaltıldığını açıklamıştı.
Bu sabah, New York kentinde aktör Robert De Niro’nun sahibi olduğu restorana ve ABD’nin eski Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın Delaware’deki adresine şüpheli paketler gönderildiği tespit edildi.
Şu ana kadar 10 şüpheli paket vakasıyla karşılaşılan New York’ta nereden geldiği belli olmayan paketler paniği sürüyor.
The post ABD’de Şüpheli Paket Alarmı Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Trump Hakkında Ne Yapmalı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kim kazanırsa kazansın, biz ABD işçi sınıfı, her iki adayın temsil ettiği neoliberalizm, emperyalizm ve beyaz üstünlüğünün günlük zorluklarıyla uğraşmak zorundayız. Buna karşı koymak için, falanca adaya karşı çıkmanın ya da filanca adayı desteklemenin ötesine geçmeliyiz ve öncelikle bu adayları yaratan ve şimdi bir şey yapmazsak gelecekte daha birçok Trumplar ve Clintonlar üretecek olan toplumsal düzene karşı koymak ve onun temellerini sarsabilecek, ırkçılık karşıtı, militan toplumsal hareketleri geliştirmeliyiz.
Clinton’un siyasi sicili, Bill Clinton’la birlikte Arkansas Vali Konağı ve Beyaz Saray’daki zamanlarından New York Senatörlüğü ve sonrasında Obama’nın Dışişleri Bakanlığı’ndaki kariyerine kadar, “neoliberal aday özgeçmiş örneği” olarak ders kitaplarına alınacak
derecede dolu. 80’lerde tutsak siyahları Arkansas Vali Konağı’nda köle iş gücü olarak kullanması; 90’larda sosyal yardımları kaldırması; 2000’lerde Wall Street bankalarından milyonlarca doları alıp, Haiti’de asgari ücretin saatte 24 sentten 61’e yükseltilmesini engellemesi; 2010’larda Libya ve diğer yerlerde emperyalist askeri müdahaleleri yönetmesi…
Bunlar, Clinton’un sınıfımızın zararına, pazarın çıkarına hizmet eden bir kariyeri nasıl yaptığının sadece birkaç örneği. Donald Trump, pazara hizmet eden aynı temel politikalar üzerine farklı bir perspektifi temsil ediyor. Zenginlere uygulanan vergileri azaltmak; ticaret anlaşmalarında tekrar pazarlık yaparak ABD şirketlerinin lehine koşullar elde etmek; göçmen işçileri – özellikle Müslüman ve Meksikalı olanları – ABD’den uzak tutmak; sosyal yardımları, eğer geriye kalan olduysa,kesmek ve ABD’nin emirlerine uymayan yabancı ülkeleri bombalamak istiyor. Trump’ı destekleyen ve giderek büyüyen bir hareketinse, ırkçı şiddetin patlamasına yol açma tehlikesi var.
Trump kampanyası, beyaz kimliği ile ilgili. Bu, ABD siyaseti için olağan dışı değil. Bill Clinton’ın başkanlık kampanyaları, beyazların tarafında olduğunu göstermek için, siyahkarşıtı sosyal yardım reformları ve “suça müsamaha göstermeyen” politikalar üzerinde kuruluydu. Ancak Trump, beyazlık söylemini, George Wallace ve Pat Buchanan kampanyalarından beri görülmemiş düzeyde açıkça ve küstahça dillendiriyor. Bu yüzden Trump destekçilerinin %90’ı beyaz. Trump’ın beyaz gücünü geri getirme vaatleri, bütün sorunlar için yoksulları ve azınlıkları suçlaması ve bunları açıkça yapması, şimdi “Alternatif-Sağ” ya da “Alt-Sağ” olarak imaj değiştiren neo-faşist hareketin büyümesine yolaçtı. Alt-Sağ ideolojik kökenini, Avrupa Yeni Sağı, ilkel muhafazakarlık ve “bilimsel” ırkçılığın ve antisemitik komplo teorilerinin değişik biçimlerinden alıyor. Trump kampanyası, o olmasainternetin uzak köşelerinde sürgün olacak bu hareketlerin birleşme noktası oldu. BeyazAmerika’nın yüzeyinin hemen altındaki ırkçı ve heteroseksist nefreti açıkça dillendiren Trump, Alt-Sağ’ın ana siyasi ve toplumsal görüşlerini ana akıma taşınmasını temsil ediyor.
Trump ve Alt-Sağ programının başarısı, onlarca yıldır süren iş güvencesizliği, sendikal gücün yokluğu, serbest ticaret nedeniyle işini kaybetmeler, sosyal yardımların erimesi, artan ekonomik eşitsizlik ve genel güçsüzlüğün ardından beyaz işçi sınıfı tarafından hissedilen öfkeyi teşhis etmesinden geliyor. Onlarca yıl neo-liberalizmden sonra ümitsizliğe kapılan ortayaşlı-beyaz işçi sınıfı erkekleri, uyuşturucuya, alkole ve intihara yöneldikçe ortalama yaşam süreleri düştü. Trump’ın buna gerçek bir çözümü yok, çünkü zaten bu sorunların gerçek nedeni, benimsediği kapitalist politikalar. Ama beyazlık söylemi öfkeli beyaz işçi sınıfına kolay bir cevap sunuyor:”Sorunlarınızın nedeni siyahlar ve esmer göçerler; onlara karşı benim gibi zengin beyazlarla birleşirseniz, doğal olarak bütün beyazlara ait olan yüceliği gerialabilirsiniz.” Beyazlık, Trump gibi zenginlerin, işçi sınıfının bir kesiminin desteğini satın alarak onları daha fazla ezilen işçi sınıfı kesimlerine karşı yöneltmesine yarayan, sınıflar arası birlik görevi gören tarihi bir keşiftir. Bu ümitsizlik çağında, beyazlıkla gelen ayrıcalık ve üstünlük algısı, bir çoğuna çekici bir alternatif gibi görünür. Trump’a karşı koymak için, kampanyasının dayandığı beyazlık temelini sarsmak gerekir. Yıkıcı beyaz kimliğine yapabileceğimiz en büyük karşı koyuş, ırklar arası, cinsler arası, cinsiyetler arası sınıf farkındalığıdır.
Bu, beyaz işçileri, başkalarını ezenlere katılarak ayrıcalık kırıntısı elde etmeye çalışmaktansa; siyahların ve diğer ezilenlerin mücadelelerini destekleyip, kapitalizmi ve devleti yıkmanın kendi çıkarlarına olduğuna ikna etmek demektir. Beyazlık yalanının kendisini tersine çevirmektir. Beyaz komşularımıza ve beyaz iş arkadaşlarımıza, ezilen halklarla birlikte katılacakları özgürlük mücadelelerinde kazanacaklarının, beyazlığa tutunarak kazanacaklarından daha fazla olduğunu göstermek için, daha güçlü toplumsal hareketlere ve militan demokratik sendikalara, çeşitliği fazla ve bağları güçlü toplumlara, akıl dışı nefret ve milliyetçilik yerine toplumsal bağlarla dolu yaşamlara ihtiyacımız var.Trump’a ve onu yaratan koşullara karşı uzun vadeli bir strateji olarak ihtiyacımız olan budur.
Ama daha acil olarak, Trump kampanyasının etkisiyle sokağa inmekte olan Alt-Sağ beyaz milliyetçi mobilizasyonu durdurabilecek bir militan faşizm karşıtlığına ihtiyacımız var.
Bunun anlamı, onlarca yıl kaldırımın üstünde savaşılan faşizmle doğrudan mücadelenin genişletilmesi ve ABD şehirlerinde bir hareket haline gelen ırkçılık karşıtlığının güzelim ateşiyle entegre olmasıdır. Black Lives Matter (Siyahların Yaşamları Değerlidir), polisin
varlığının özünde olan beyaz üstünlüğüne karşı koymak için patladı ve bu ırkçılık karşıtı hareketle birlikte, sayıca ve arkasındaki seslerin çeşitliliğiyle güçlü bir faşizm karşıtı hareket yaratabiliriz. Bunun anlamı, bütün ırkçılık olaylarına karşı mücadeleye devam etmek ve faşistler Trump kampanyasından destek ve görünürlük elde etmeye çalışırken, beyaz milliyetçiliğe militan bir cephe yaratmak demektir. Tüm alanlarda faşist örgütlenmeleri engellemeli, aynı zamanda devrimci bir alternatif vizyonu sunmalı ve hareketimizin özgürlükçü bir geleceğe doğru kazandıklarını göstermeliyiz.
Trump’ı ve onun temsil ettiklerini yenilgiye uğratmanın en somut yolu, birden çok cephesi olan, devrimci, ırkçılık karşıtı bir toplumsal hareketi geliştirmektir. Black Rose’daki yoldaşların, Black Lives Matter eylemcilerinin ve diğer birçoklarının, bu yıl Chicago’da
engelledikleri Trump mitingleri gibi, Alt-Sağın her tür örgütlenme çabasını engellemeliyiz. Irkçı polis şiddetine karşı öfkeyle sokaklarda sel olmalıyız ve hareketi, sistemin ırkçılığına karşı inşa etmeliyiz. Trump’ın işçi sınıfından destekçilerine alternatif sunan ve onlara işçi
sınıfının renkli insanlarının verdiği mücadeleleri desteklemek için bir sebep veren hareketler örgütlemeliyiz. Bu da, yüreklerde ve sokaklarda olacak bir mücadele, sandıkta değil.
Black Rose Anarşist Federasyonu Üyeleri
The post “Trump Hakkında Ne Yapmalı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bilimsel Sosyalizmden Ekososyalizm Çıkar mı?” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>trrrrum, trrrrum, trrrrum! trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum! beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu! her dinamoyu altıma almak için çıldırıyorum! tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor, damarlarımda kovalıyor oto-direzinler lokomotifleri!
Nazım Hikmet RAN
Dünyanın en büyük şirketleri bile doğaya uyumlu otomobiller, bulaşık makineleri, giyecekler üretti. Medya “yeşil”e bürünmüş, dünyanın içinde bulunduğu ekolojik krizle ilgili bilgilendirici programlar yapıyor. Eski ABD başkanı Bill Clinton, Uzakdoğu’dan Afrika’ya çevre ile ilgili bilinçlendirici seminerler veriyor. Çevre kahramanları Greenpeace aktivistleri, “bu gidişe bir dur demek için” neredeyse her sene kendilerini sarkıtacakları bir köprü buluyor. Organik pazarlar, organik yiyecekler, her şeyin doğalı… Ekoloji, dört bir yanımızı sarmış durumda!
1960’lardan bu yana siyaset sahnesinin önemli akımlarından biri yeşil hareket. Roma Kulübü Büyümenin Sınırları’nı yayınladığından bu yana, yeşil siyaset felsefesi de, hareketi de bir hayli yol katetti. Tabi ki bu tarz bir gelişmeye neden olan etmenlerden biri, kapitalizmin içinde bulunduğumuz zaman diliminde ulaştığı boyut. Gittikçe karmaşıklaşan, teknolojik açıdan büyüyen, küreselleşen, farklı iktidarlarla ilişkilenen kapitalizmin yarattığı ekolojik tahribat, artık herkesin kabul ettiği bir gerçek.
Ekolojik krize karşı önlemler farklı coğrafyalarda farklı aktörler tarafından yürütülüyor. Greenpeace, WWF gibi neredeyse tüm dünyada aktif olan birçok STK dışında, yeşil hareket somut anlamıyla siyaset arenasında. Yeşiller Partisi, özellikle Avrupa’daki devletler bünyesinde bir hayli aktif ve parlamentoda siyaset yürütüyor. Sol partilerin, ekoloji hareketiyle yakın teması Batı’da 1960’lara dayansa da, yaşadığımız coğrafyada yakın zamanda fark edilen ekoloji meselelerin toplumsal hareketlenmelerdeki etkisi, sol partilerin ekoloji meselelerine yönelmesine yol açtı.
Batı’da solun ekoloji ile teması, eko-sosyalizm gibi farklı hareketlerin ve düşüncelerin evrilmesine yol açtı. Bu durum, özellikle ekoloji meselesinin farklı bir düzlemden değerlendirilmesine neden oldu. Bu değerlendirme önemliydi. Çünkü, liberal bir çevreci duyarlılıktan çok daha fazlasıydı solun ekoloji ile buluşması. Bu buluşma sadece, sol açısından değil, ekolojik sorunlara karşı politikleşen insanlar için de önemliydi. Özellikle yaşam mücadelelerinde belirginleşen bu politik tutum, ekolojik mücadelelerin bu coğrafyada yakın bir zamanda neye evrileceğini görmemiz açısından da önem taşıyor.
Sosyalizmin ekoloji anlayışı
Önceleri, “çevre meseleleri” olarak görülen ve fazla önemsenmeyen ekoloji, kriz haline dönüştüğünden bu yana kimsenin kaçamayacağı doğal bir gerçek. Ekolojik kriz, modern uygarlığın enküçük zincirine dahi zarar verdiğinde, bu diğer zincirlere de etki edebiliyor. Dengelerin bu kadar iç içe geçtiği bir zeminde ekonomik dengeler de, siyasi dengeler de, sosyal dengeler de aniden bozulabilir bir durumda.
Yeni toplumsal mücadelelerde bir dinamo niteliği olarak görünen ekoloji hareketi, klasik toplumsal hareketlerin ilgisini çekmiş durumda. Bunda ekolojik tahribatların şirketler ve devletler eliyle yapılıyor olmasının ve buna karşı çıkış için insanların bir araya geliyor olmasının büyük bir payı var.
Yaşam alanlarının devlet ve şirketler eliyle katlediliyor olması, buna karşı bir örgütlenme dinamiği oluşturdu. Bergama köylülerinin “haklı” mücadelesi hepimizin aklında. Benzer yerel mücadelelerle beraber, kapitalizm ve devlete karşı yürütülen mücadeleler farklı bir yerden politik ve herkesin gözünde meşru bir anlam kazanmaya başlıyor.
Bu durum, solun bu yeni sorunlar karşısında eski tarz hareket etme mantığının gözden geçmesine neden oldu. Beslenilen kaynakların güncelliğini kaybettiği fark edildi. Birçok Marksist, çıkıp Marksizm’in güncellemeye ihtiyacı olduğunu söyledi. Kapitalizmin sadece “sınıfsal” eleştirisinin yetersiz olduğu, kapitalizmin başka boyutlarının da olabileceği solun kaynaklarına geri dönmesine yol açtı.
Bu tarz bir yeniden değerlendirme, güncel parametrelerle beraber Marksist ideolojiyi “şimdi”yle uyumlu hale getirmeyi hedeflese bile insan ve doğa arasındaki ilişkinin kuruluşunu sorgulamak, bu ilişkinin sorgulanmasının elzem olduğu bugünlerde, Marksist felsefenin ekolojik sınırlarını göstermek açısından önem taşıyor.
İnsan-doğa karşıtlığı
İnsan ve doğa arasındaki ilişkiye, insanın doğayı dönüştürme girişimi olarak düşünülen “emek” süreciyle beraber varoluşsal bir mücadele atfettiğimizde; insanı, doğa dışında bir gerçeklik olarak ele almaya başlarız.
Bu emek süreci, insanın toplumsallaşmasıyla ilişkilidir Marksizm’de. İnsanın bilinçli faaliyetleri ile doğayı değiştirme sürecidir. Marksizm, insanın insan olma durumunu bu noktaya koyar, bilinçli bir şekilde doğayı dönüştürdüğü sürece özgürleşir insan. İnsanın kültürünü kurduğu bu aşama, doğaya bağlı olmaktan kurtarmıştır insanı.
Murray Bookchin’in ikinci doğa dediği bu kültür, zorunlu olarak doğayı değiştirecektir Marksizm’de. Bu tarz bir değişimin olumsuz bir yanı olmadığını savunan eko-sosyalizm, sorunu bu kültürel dünya içerisinde evrilen kapitalist üretim tarzına koyar. Ancak bu üretim aşaması bile, belli bir aşamaya kadar, insanın “doğadan özgürleşme” sürecinin bir parçasıdır. Yani son birkaç yüzyıllık dönem öncesine kadar, insanın doğayla kurduğu ilişki çok da sorun teşkil etmemektedir.
Bu tarz bir bakış açısı, bu üretim tarzının nasıl bir sürecin sonucunda oluştuğunun dışarıda bırakılmasına neden olur.
İnsan ve doğa arasındaki tahakkümlü ilişki biçimi, bu tarz bir üretim sisteminin sonucunda değil, bu kültürün (ikinci doğanın) kurulduğu aşamadan beri süregelir. Bu insanın doğayla mücadelesinden değil, iktidarlı toplumsal ilişki kurma biçimlerinden kaynaklanır.
Şunu hemen belirtmekte yarar var, bu bakış açısı insanın toplumsallaşması ya da kültürünü yaratmasının karşısında değildir. “Bir tarz” toplumsal örgütlenme biçiminin, ekolojik krizinin oluşmasına zemin hazırladığını söyler. Ekolojik kriz, kapitalist üretimin sonraki aşamalarında değil, iktidarlı ilişki biçimlerin toplumsalı kurmasıyla oluşmuştur.
Kapitalist ekonomi tek başına bu ekolojik krizi yaratmamıştır. Dolayısıyla bu krize karşı bakılacak yer sadece iktisat değildir. Toplumsal örgütlenmenin nasıl kurulduğu, bu kuruluştaki iktidar ilişkileri asıl bakılacak yerdir.
Marksizm insan doğa ilişkilerini düzenleyen ilk ideolojidir varsayımı
Eko-sosyalizmin büyük isimlerinden John Bellamy Foster,
“Marks’ı ekolojiye gereken ilgiyi göstermediği için kınamanın uzun bir geçmişi varsa da, tartışmalarla geçen on yılların sonunda, bu görüşün olgularla uyuşmadığı açık biçimde ortaya çıkmıştır. Tersine, İtalyan coğrafyacı Massimo Quaini’nin gözlemlediği gibi, “Marx… modern burjuva ekoloji bilincinin ortaya çıkmasından önce doğanın sömürülmesini kınamıştı.” diyerek Marksizm’e belki de, ilk ekolojik teorik temel olduğunu atfedilmektedir.
Marks’ta bu tarz bir bağ kuranlar, doğa ve insan arasındaki kopmaz bağlara, bu bağlardan kaynaklı uyarılara dikkat çekseler de; bu temel felsefenin doğa üzerinde egemenlik kuran, bütün dünyayı insanın emek dolayımıyla oluşmuş bir yere çevirmeyi (belki büyük bir üretim tesisine dönüştürmeyi) arzulayan düşünceleri görmezden gelirler.
Foster gibi düşünürlerin, Marks’ın düşüncelerinin bağlamını değiştiren Marks yorumlarıyla, ideolojiye güncel bir ayar çekilmeye çalışılır. Bu tarz çabalar, Marksizm’in ilerlemeci varlığını değiştirmekte yetersizdir.
Bu tarz bir ilerlemecilik, kapitalizmin üretimcilik zihniyetinden kopamayışı gösterir. Üretimsel değişimin olabilmesi için, kapitalizm aşaması gereklidir. Hatta bu gereklilik, onun yarattığı teknik olanaklar sayesinde doğaya fazla yük bindirilmemesine neden olacaktır.
Bu ilerlemeci anlayışın kutsadığı çalışma fikri, kökenini Protestan ahlakının çalışmayı yüceltmesinden, bunu insanın özü olarak görmesinden alır. Çalışma meselesine ilişkin temel itirazlar, Marksistler tarafından emek-iş ayrımı yapılarak da ortaya konmuştur.
Emek doğayla bütünleşmeyi gerektiren tüm faaliyetlerin adıysa, tüm kapitalist süreç boyunca insanın doğayla “emek” dolayımıyla ilişki kurduğu iddiasının altı boştur. Kapitalist süreç, tamamıyla doğadan kopuşa neden oluyorsa, kapitalist ilişkilerin ortaya çıktığı bir ortamda emek ortaya çıkamaz.
Ekolojik Krizin Nedeni
İnsanın bilinçli bir şekilde doğayı dönüştürme faaliyeti, her üretim tarzında farklı sonuçlara neden olabilir. Ekolojik krizin kökenini iktidarlı toplumsal ilişkilerde arama, kapitalizmin bu krizde etkisi olmadığını göstermez. Aksine kapitalizmin ideolojisinin artan bir şekilde içselleştirilmesi, şirketlerin sınırsız kar hırsı için oluşturduğu sonsuz üretim-sonsuz tüketim sarmalı ekolojik uyuma en çok zarar veren durumlar haline gelmiştir.
İçinde bulunduğumuz çağda, doğadan iyice yabancılaşan insan, aynı zamanda kendi yarattığı kültüre de yabancılaşmıştır. Doğanın anlamı, bu üretim ve tüketim sarmalında hammadde sağlayacak bir depo haline gelmiştir.
Ekolojik krizi anlamamız için sadece üretimin nasıl yapıldığını görmek yeterli değildir. Bunun nasıl toplumsallaştığının da ortaya koyulması gereklidir. Ekolojik kriz basit bir anlamda çevrenin kirletilmesi değildir. Toplumsal yaşamın kurulma sorunudur. Sorunu bu şekilde belirlemek, ilerleme, uygarlık, kalkınma, ekonomi, teknoloji vb. birçok kavramı da sorgulamayı gerektirir.
Ekolojiyi içermekteki ısrar
Ekoloji tabanlı bir bakış açısı yakalamakta önemli meselelerden biri, doğanın nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgilidir. İnsanı merkeze koyan, ekolojik yıkımın sonunda insanı ve onun etkinliklerini de etkileyeceğinden dolayı yakınan algı, ekoloji mücadelesinde çevreci olarak adlandırılır. Burada temel mesele, insan dolayımından arındırılmış bir şekilde, doğa ve içerisindekilerin varlık olarak görülmesidir. Çevreci bakış açısı, varlıkları insan etkinlikleriyle ilişkilendirip kaynak olarak görmek de ısrarcıdır. Bu faydacı bir bakış açısıdır. Bu faydacı bakış açısı, iktidarlı ilişkilerin kurulmasındaki temel nedenlerden biridir. Dolayısıyla, ekolojik krize neden olan bir bakış açısıyla çözüm ortaya konamaz.
Bu çevreci bakış açısı, yeşil harekette sık karşılaşılan bir tutumdur. Özellikle doğa korumacı etkinlikler içine girmiş birçok STK, bu tutumun sergileyicisi konumunda, ekoloji konusunu manipüle etmek dışında hiçbir şey yapmazlar. Greenpeace, WWF, TEMA benzeri kuruluşlar buna en büyük örneklerdendir. Halihazırda ekolojik yıkıma neden olan büyük şirketlere ve devletlere çevreye duyarlı sertifikası vermek, beraber kampanyalar düzenlemek dışında, üyelerinden bağış toplamak hariç bir şey yapmazlar.
Bu bakış açısının, siyasal alandaki ifadesi konumunda olan Yeşiller Parti’leri farklı devletlerin parlamentolarında, temsili demokraside temsilcilik rolü oynamaktan öteye gidemezler. Devletlerin kalkınmacı modellerinde “çevre”yi temel alan yaklaşımlarıyla, bir yandan ekonomik fayda gözetirken öte yandan “çimlere basmayalım” çevreciliği yapmaktan öteye gidemezler.
Radikal bir tutumla yola çıkmış, ekolojik hareketin felsefi temeli iddiasında olan eko-sosyalizm, varlık-kaynak tartışmasında, kaynak ekonomisi dilinden konuşur. Kaynak ekonomisinin, literatüre liberal ekonominin meşhur sınırlı kaynaklar-sınırsız ihtiyaçlar denkleminden girmiş olduğu düşünülürse, eko-sosyalizmin ekolojik mücadeleye felsefi kaynak olma iddiası bir yana, liberal kökenlerini sorgulamaya başlaması şarttır.
Her şekilde “mülk edinilecek” doğa, özel mülkiyetin olmaktan çıkacak, ama kamu mülkü haline gelecektir.
Bütün bunlara rağmen, ekolojiye yönelik bu ısrar, toplumsal hareketlenmelerden uzak kalmamak, eski hareketlenmeyi devam ettirici dinamolar bulmak, yeni ve yerel örgütlenmeler yaratmak amacından öteye gidemeyecektir. Çünkü, ekoloji meselesini basite indirgeyen çevreci yaklaşımlar, bazen gerçek ekoloji mücadelelerin önündeki en büyük engel konumuna dönüşebilir.
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Bilimsel Sosyalizmden Ekososyalizm Çıkar mı?” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bir Gömlek Fiyatına Çalışan Kadınların Direnişi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>TC Cumhurbaşakanı Abdullah Gül’ün, ABD Başkanı Obama’nın, Eski ABD Başkanı Bill Clinton’ın, Ünlü futbolcu Lionel Messi’nin gömleklerini diken ISMACO işçisi kadınlar, artık dikiş tutmuyorlar. Çünkü sendikalı oldukları için işten atıldılar ve şimdi yaşamları için direnişteler.
İstanbul’un ta bir ucuna, Tuzla Serbest Bölgesi’ne yaklaşık iki saat süren yolculuk sonunda varabildik. Bu sanayi bölgesinde çalışan, işlerinden atılmış ve direnişe başlamış işçi kadın arkadaşlarımızı ziyarete gidiyorduk. Böylesi zor bir bölgede çalışmanın ayrıca zorlukları olduğunu direniş çadırına vardığımızda da görmüş olduk.
Dünyanın en pahalı gömlek markalarından biri olan Ermengildo Zegna’ya üretim yapan, Hollanda menşeili şirket ISMACO, 18 Aralık’ta DİSK’e bağlı Deri-İş Sendikası’na üye oldukları ve sendikal faaliyet yürüttükleri için üç işçiyi işten çıkardı. İşten çıkartılan ve ikisi kadın olan üç işçi, iki ayı aşkın süredir direniyor. Direnişlerinin 64. gününde ISMACO’dan atılan kadın işçilerle işten atılma süreçlerini ve direnişlerini konuştuk.
Merhaba. Öncelikle işten nasıl çıkarıldığınızdan kısaca bahsedebilir misiniz?
Fikriye Akgül: Ben çok küçük yaştan itibaren çalışıyorum, 12 yaşımda başladım çalışmaya. Bu fabrikada çalışırken bize dikeceğimiz gömleğin kime ait olduğuna, fiyatının ne kadar olduğuna, kaç sipariş verildiğine ilişkin kâğıtlar veriliyordu. O kâğıtlara baktığımda diktiğim gömleğin fiyatının, neredeyse maaşımın iki ya da üç katı olduğunu gördüm ve bu durumdan çok rahatsız oldum. Zaten çalışma şartlarımız da kötüydü. İşte böyle bir süreçte sendikaya üye olup sendikal faaliyet yürütmeye başladım.
Beni işten çıkarttıkları gün, öğle paydosundan önce bana ekstra iş verdiler, yetiştirilmesi gerekiyor dediler. Ben de tüm öğle paydosu boyunca o işi yetiştirmeye çalıştım. İşi bitirdiğimde şef beni çağırdı. Fabrikanın avukatı ve insan kaynakları müdürü performans yetersizliğinden dolayı beni işten çıkardıklarını söylediler. Ben de onlara sırtıma ellemelerini, sırtımdaki tere bakmalarını söyleyip bunun nasıl bir performans yetersizliği olduğunu sordum ama beni dinlemediler. Kadın şeflerden biri beni eşyalarımı toplamam için götürdü, yemekten dönenler beni görmesin diye acele ettiler, apar topar fabrikadan çıkarıldım.
Öznur Fazlıoğlu: Beni de aynı Fikriye gibi alelacele çıkardılar fabrikadan. Benden sonra da Cengiz’i. (Cengiz direnişteki üçüncü işçi) Cengiz’i de işbaşı yaptıktan beş dakika sonra çağırıp işten çıkarmışlar. İş saati başladığı için o çıkarken diğer çalışanlara “direnişimiz başlıyor” diye bağırmış. Hatta Cengiz’i konuşmaya çağırdıklarında, o sendikalı olduğumuzu söylemiş. Fabrikanın avukatı da insan kaynakları müdürüne “artık örgütlenmişler, yapabilecek bir şeyimiz yok” demiş. Aslında o gün daha çok işçi çıkarılacaktı, ama sendikalı olma sebebiyle çıkarıldığımızı söylediğimiz için çıkışlar durduruldu.
Peki daha sonra neler yaşandı? Direniş çadırınızı niçin Serbest Bölge dışına kurmak zorunda kaldınız?
F: Serbest Bölge’ye girişimiz engellendi çünkü. Neden engelliyorsunuz dediğimizde, ISMACO sizinle ilgili özel bir yasak çıkarmış, giremezsiniz dediler. Mağduruz, gidip orada kendimizi ifade edeceğiz dedik ama giremezsiniz dediler. Birkaç gün didiştik burada. İçeriye girmek için zorladık ama sanki güvenlik amirleri, ISMACO’nun özel güvenliği. Örneğin arkadaşım iş bulma kurumundan iş arama kâğıdı çıkardı bölgeye girmek için, ama buna rağmen izin vermediler. Size özel bu yasak kalkmadığı sürece, siz bu bölgeye giremezsiniz, iş arayamazsınız dediler. Biz de en son çadırımızı buraya kurduk. Biz çadırı ilk kurduğumuzda güvenliğin bize karşı tavırları o kadar kabaydı ki. Kadın olarak karşılarında görünce korkutabileceklerini, sindirebileceklerini zannediyorlar. Bense çok sinirlendiğimde bağırıp çağırıyordum, bir kadının öyle davranabileceğini düşünmüyorlar.
Ö: Fabrika serbest bölgenin içinde. Bizi buraya iterek işçi arkadaşlarımızla aramızdaki bağı koparıp, bizi suçlu göstermeye çalışıyorlar. “Bakın gördünüz mü içeri giremediler” diye içeride çok konuşmuşlar. “Orda kaldılar, bir şey yapamayacaklar” demişler. Oysaki biz üç gün fabrikanın önüne gittiğimizde arkadaşlarımız fabrikanın camlarına gelip, bize el sallayıp destek verirlerdi. Orda kalmış olsaydık eğer, bu süreç daha hızlı ilerlerdi zaten. Ama buraya gelmiş olmamız onların moralini bozdu. Şimdi arkadaşlarımızla iletişimimiz şurada birkaç saniye; onlar servisle geçerken biz dövizlerimizi kaldırıyoruz, okuyabilenler okuyor. Ancak bu şekilde iletişim kurabiliyoruz.
Sizin dışınızda bir kadın daha işten çıkarılmış. O da sizinle birlikte mi işten çıkarıldı?
Ö: O arkadaşımız bizden bir ay sonra işten atıldı. Bu arkadaşımızın 1,5 yıldır mobbing davası sürüyordu. İnanılmaz baskılara maruz kalmıştı. Fabrika da zaten mobbing var. Eğer sen müdüre ya da şefe yakın davranmazsan, ona zıt davranırsan sana iş veriliş şekli bile değişiyor. İşi önüne atarlardı mesela, “al şunu yap” derlerdi. Nereye gittiğini takip ederlerdi. Zaten fabrikanın her yerinde de kameralar var, tuvaletlerde, üretimhanelerde, devamlı gözetim altındasın. Bu kadın arkadaşımıza erkek şeflerden biri yakınlık gösterdi. Arkadaşımız da reddedince çok baskı gördü ve bölümünü değiştirmek istedi. Bir üst şefe gidip olanları anlattı, bölümü değiştirildi ama sonra tüm şefler o arkadaşımıza kafayı taktı. Arkadaşımız hastalanıp rapor aldı, ama ustabaşı onu tehdit etti, raporluyken kendine başka bir iş bul dedi. O bunlara rağmen raporu bitince geri döndü, bölümünü değiştirdi, finish bölümüne geçti. Orada 1.5 sene kadar çalıştı ama hep gözetim altında kaldı. Sonra suç duyurusunda bulundu, mobbing davası açtı.
Biz sendikaya üye olunca, o arkadaşımız da üye oldu. Sonra içeriden iki işçiye arkadaşımız hakkında dilekçe yazdırdılar ve onu işten çıkardılar. Şimdi işsizlik maaşından da yararlanamıyor, çünkü iş kanunun 25. maddesini gerekçe göstererek çıkardılar. O da ilk bir ay geldi ama şimdi gelemiyor çadıra.
F: Şimdi bizim işe iade davalarımız açıldı, o arkadaşımızın da mobbing ve işe iade davası sürüyor.
Fabrika yönetimi, sendika ile görüşme gerçekleştirdi mi?
F: Biz atıldığımız gibi, fabrikanın sendikayla görüşmeleri başladı tabi. Ama içerisi burnundan kıl aldırmıyor; sendikaya sizi araştırdık, çok radikal gruplarla hareket ediyor, radikal kararlar alıyorsunuz, bu yüzden sizinle anlaşamayız demişler. İçeride sendika istenmediğine dair imza topladılar. Kabul etmeyenlerin sendikalı olduğunu tespit edip işten çıkartacaklardı. Bu yüzden biz sendika üyelerine de imza atmalarını söyledik.
Ö: Bu fabrika 2011 krizinde bize hiç zam yapmadı, panik yapmayın dedi, ben sizin babanızım dermiş gibi. Krizden sonra bize bir kâğıt dağıtıldı, “Ermengildo Zegna 2011 krizini 1 milyar Euro ile kapattı. Tüm çalışanlarımıza teşekkür ederiz” yazıyordu. Yüksek performans, yüksek kalite, özveri ve sadakatten dolayı bize teşekkür ettiler. Zaten aslında bu fabrika hiçbir zaman ekonomik nedenlerden dolayı işten çıkarma yapmamış, işten çıkarmaların sebebi sendikal faaliyet olmuş hep.
F: Biz 300-800 Euro’luk gömlekler dikerken, bir gömleğin manşetine çalışıyorduk neredeyse. Ürettiğimiz bir gömleğin fiyatına çalışıyorduk, şimdi sendikalı olarak iki gömlek istiyoruz. Bu fabrikada 400 işçi var ve günde 2000 adet üretim yapılıyor.
Ö: Ama işte patron bu. Şimdi içerideki arkadaşlarımızı da işten atmakla tehdit ediyorlar. Ekmeğiyle terbiye etmeye çalışıyorlar insanları.
Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz? 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde de burada olacakmışsınız.
F: Evet, her gün olduğu gibi 8 Mart’ta burada olacağız, Dünya Kadınlar Günü’nü direniş çadırımızda kutlayacağız. Tüm kadın arkadaşlarımızı buraya, direniş çadırımıza, 8 Mart’ı birlikte kutlamaya çağırıyoruz.
Çok teşekkür ederiz. Kadınlar olarak verdiğiniz direnişi selamlıyor, bizler de tüm kadınları ISMACO’ya ve erkek egemen sisteme karşı 8 Mart’ta birlikte olmaya çağırıyoruz.
The post Bir Gömlek Fiyatına Çalışan Kadınların Direnişi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>