The post Çanlar İklim İçin Çalıyor – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şurası açık ki, zor zamanlar yaşıyoruz. Savaşlar, bombalar, siyasal sosyal ve ekonomik krizler yaşamlarımıza git gide daha güçlü darbeler vuruyor. Sadece yaşadığımız coğrafyada değil, dünyanın dört bir yanında ezilenler bunlara maruz kalıyor ve bunlarla mücadele ediyor.
Hem yukarıda saydığımız saldırıların bir nedeni hem de bir sonucu olarak “küresel iklim değişikliği” dediğimiz felaket, yaşamlarımıza iyiden iyiye nüfuz etmeye başladı. Bir yandan sular altında kalan küçük ada ülkeleri, bir yandan iklim göçleri, öte yandan bizlerin gündelik hayatını da etkilemeye başlayan ani hava değişimleri…
Geçtiğimiz yaz aylarının en popüler söylemlerinden biriydi “Hiç Esmiyor…”. Evet, geçtiğimiz yaz hiç esmedi. Fakat bununla beraber yaşadığımız coğrafya 2018 yılında son 44 yılın en büyük kuraklığıyla karşı karşıya kaldı. Bununla da bitmedi! İklim kuşağındaki küçücük bir kayma bile şimdiden bizi tropikal iklime taşıdı. Yazın ortasında aniden bastıran yağmurlar, kışın başından beri ha geliyor ha gelecek diye beklediğimiz ama bir türlü gelemeyen kar, başlamayan kış ve bitmeyen sonbahar…
Bir kaç ufak soğukla atlatmak üzere olduğumuz kış bu sene dişlerini göstermedi, gösteremedi. Hatta kimi günler baharı kıskandıracak bir atmosferde yaşadık. Hafta sonu gezmelerinde, açık alanlarda güneşin tadını çıkarttık. Fakat tüm bu “hoş sürprizlerin” bir faturasının olduğunu görmek gerekir.
Dedik ya son 44 yılın en kurak dönemini geçirdik diye… Durumun vahametini anlamak için barajlardaki doluluk oranları iyi birer örnek olabilir. İstanbul’a içme suyu sağlayan barajların doluluk oranları yüzde 60’larda kalırken Ankara’da bu oran yüzde 27’lere kadar düşüyor. Keban Barajı’nın doluluk oranları yüzde 30’lara kadar geriledi. Bu kuraklığın bir numaralı sorumluları olan devletler ve kapitalistler ise “İnşallah bu aylarda bir yağış bekliyoruz…” diyerek Şubat ve Mart aylarını işaret ediyor. Bu arada kimse yazın yağan ani yağmurlardan medet beklemesin, çünkü bu yağmurlar ani ve şiddetli oldukları için toprağın derinliklerine ulaşamıyor, ulaşamadığı gibi toprağın en verimli katmanlarını başka su varlıklarına taşıyor. Bu yoğun taşınmada, o su varlıklarının kirlenmesine yol açıyor.
Öte yandan, bu ana kadar elle tutulur bir kar yağışının olmamasının yaşadığımız coğrafyanın ekolojisi için başlı başına bir felaket olduğunu fakat en büyük etkisinin tarım bitkileri üzerine olduğu aşikardır. Öncelikle yağmur konusunda kısır bir süreç geçiren toprak, bu sene kar suyundan da beslenemeyecek. Bununla beraber, kar yağışının keskin soğukları engellemesi ve tarım bitkilerinin ya da tohumların üzerini örterek onları bir çok tehditten koruyan kar örtüsünün bu sene işlevini yerine getiremeyecek oluşu da başka bir sıkıntı. Hem de küçük felaketlere kapı aralayabilecek bir sıkıntı.
Bir çok felaket sanılanın aksine bir anda gelişmez. Küçük ve farklı etkilerin bütünü, geniş bir zaman diliminde ağır ağır etkisini gösterir. Yapılan barajlar, küçük bir ekosistemin iklimini bütünüyle değiştirir. Ormanların yerine dikilen devasa binalar yağmur bulutlarını uzaklaştırır. Sanayi atıkları, termik santraller zehir kusarak ağır ağır çevresinde ne varsa öldürür. Taş ocakları, madenler bütün bir bitki örtüsünü ve hayvan popülasyonunu nefessiz bırakır. Aradan geçen günler, haftalar, aylar ve hatta yıllar “Hiç esmiyor…” diyerek kapımızın önüne kuraklığı koyuverir.
Çanlar iklim için çalıyor; çanlar bizim için ve dünyadaki tüm varlıklar için çalıyor!
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.
The post Çanlar İklim İçin Çalıyor – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şehirlerdeki “yaşam kalitesi” küreselleşmenin güncel sorunu haline gelmiştir. Günümüzde insanlar artık yaşadıkları kentlerde daha “insancıl” ve daha “sürdürülebilir” bir yaşam arayışındalar. Bu da; gündelik koşturmacasından daralan insanların, yılın belli dilimlerinde soluğu turizm acentalarında almalarını yahut “kocaman” sırt çantalarına sarılıp yola düşmelerini sağlamaktadır. Parası olan kesim kendilerine tahsis edilen imkânlarla gittikleri yerlerde “doğa ile barışık” bir iki hafta geçirdikten sonra yıllık “kurtarıcı” insani görevlerini yaşamanın tatminkarlığı ile rutin hayatlarına geri dönerler. Sırt çantalı grup ise; “gönüllü”lük esasına dayanan kapitalist düzendeki “ekolojik sorunlara çözüm çiftlik”lerinde yahut benzer alanlarda toplaşarak, şehir yaşamından bunalıp daha sade, “öz” bir yaşam talebiyle kırsala yerleşen insanların oluşturdukları alanlarda işin bir ucundan tutup, karşılığında kalacak yer ve yemek alacaktır. O gönüllü sıfatlamasıyla parasız tatil yapmanın, ona kapısını açansa sigortasız, keza masrafsız taze kan olan işçi çalıştırmanın hazzına varacaktır. Hepsi olmasa da, büyük bir kısmı kapitalistlerce fonlanan bu alanlarda kapitalistlerin katlettiği dünyamıza katkı sunduğunu düşünmek de cabası. Son olarak da “kırsalda” üretenlerin “şehirli” kardeşlerine %100 doğal pazarlar aracılığıyla ulaştırdığı “organik sertifikalı” ürünleri fahiş fiyatlardan satarak bu süreci tamamlamış olacaklardır.
Kapitalist dünyada turizm; istikrarlı bir şekilde büyüyen bir sektör olmaya devam ediyor. Devletler ve işbirlikçileri kapitalistler turizmi bir büyüme lokomotifi olarak ve yerel ekonomiyi canlandıracak bir döviz, istihdam kaynağı gibi lanse etmektedir. Özellikle 1980’lerin ortalarından bu yana popüler trend, kitle turizminden uzaklaşma ve eko-turizm adı altında çeşitli doğa temelli turizm çeşitlerine kayma yönünde olmuştur. 19.yy’ın ikinci yarısı ve 20. yy’ın başları kapitalist sistemin seri üretim için seri tüketime, sürekli genişlemesi gereken bir tüketici ağına ihtiyacı olduğunu fark ettiği dönemlerdi. Ekoturizm, sürdürülebilir turizm, doğa turizmi, etik turizm, yeşil turizm, jeoturizm, miras turizmi, kültür turizmi, arkeolojik turizm ve etnik turizm gibi yeni kavramlar oluşturuldu ve yaygınlaştırıldı.
En büyük yalanları ise; herkes daha fazla mal, daha fazla sosyal hizmet istiyor. İktidarlı ilişkiler içerisinde, devlet politikaları çerçevesinde, kapitalistler bu amaçlara hizmet eden çeşitli uygulamalarına olanak veren pazarları kontrol etmek için yarışıyor. Aslında “ekolojik sürdürülebilirlik” çerçevesine oturtulmuş eko-turizm, kırsal ve doğal alanlarda faaliyet alanını genişleterek, turizm endüstrisini, yerli yaşamları ve ekolojik bütünlüğü yok eden pazar politikasının bir parçasıdır. Bu politikanın uygulanması sırasında, yeni “çevre dostu” ürünler ve ileri teknolojilerle “temiz, güvenli” üretim süreçleri yaratılmakta ve çevreyi kirleten sistemin kendisi tarafından, daha ileri teknolojilerle kirliliği önlemeye yönelik adımlar atılmaktadır. Bu politikalarla devlet ve şirketler; imajını, kârlılığını, enerji tasarruflarını, elde tuttukları kaynak ve kontrolün gücünü arttırmaktadır.
Çevresindeki bitki örtüsü ile üzeri kaplanan, yukardan bakıldığında varlığı gözükmeyen- gizlenmiş, Avustralya’nın Wonthaggi kentinin Bass sahil kıyısına inşa edilen ve Melbourne’ün yıllık su ihtiyacının 3/1’ini sağlayacak olan deniz suyu artıma tesisinin mühendislerinden biri konuşması sırasında; tesisin üzerini orada bulunan bitki örtüsü ile kapatmalarını bu ileri teknolojiye sahip tesisi doğanın kalbine koymak istediklerini, doğanın içinden geliyormuş gibi göstermek istediklerini söylemesi, bize pişkinlik derecelerini bir kez daha gösterirken, zaten kapitalist sistemlerinden ötürü kendilerinin kuruttukları yaşam alanlarını, en azından orta vadeye kadar uzatıp, sömürü varlığını devam ettirme hareketlerinin sıvama halini sunmaktadır.
Eko-turizmin katil şirket ve devletlerin amacına hizmet eden alternatif bir ekonomik kalkınma politikası olduğu ortadadır. Kapitalist biçimde eko-turizm; yaşamı ve içerisinde barındırdığı varlıkları “kaynak” olarak görüp, daha derinden metalaştırır. “Bir şey meta haline gelirse piyasa onu korur” iddiasındaki neoliberal düşünce ve yine bu aynı zihniyet doğanın “evrensel öneme sahip” alanlarını beton bloklar ve tellerle çevirip milli park ilan ederek de doğayı koruduğunu sanmaktadır.
Katil şirketlerin halkın sömürüsüne yol açan eko-turizmi, zamanla sömürmelerinden ötürü kısıtlı olan su kaynaklarını kurdukları yapıların hizmetine geçirerek, yereldeki insanların susuz kalmasına neden olurlar. Tarım için önemli olan toprakları da kah otel kurarak kah baraj gölleri ile su altında bırakarak kah HES(Hidroelektrik Santral), RES (Rüzgar Enerji Santralleri), GES (Güneş Enerji Santralleri) şeklindeki ekolojik kıyım faaliyetleri ile zimmetlerine geçirirler. Evrenin üzerinde bilim ile geliştirdiği teknolojiyle hâkimiyet kurmak, devamında da doğayı insanlardan korumak için çepe çevreleyip müzeleştirilmiş bir şekilde muhafaza edilmesi gerektiğini savunan çevreciler üretmektedir. Unesco’nun yerel halkları yerinden ederek, “evrensel doğal değerleri” koruma altına almayı kendine görev biçmesi, Dünya Miras Projesi’nin de turizmin hizmetine sunması, kapitalist ilişkilerin var ettiği arzulanan doğa üretim biçimleri olduğu da ortadadır.
Kentlerin geleneksel yapılarını korumaları, arabaların merkezlerden çıkarılmasını teşvik etmek ve bununla birlikte sürdürülebilir enerji kullanımını desteklemek gibi kavramlar alternatif turizm türlerine daha fazla yönelmeyi ve yeni trendlerin oluşmasını sağlamıştır. Bu trendlere örnek olarak; doğaya zarar vermeden de kentlerin gelişebileceğini savunan Cittaslow (Yavaş Şehir – Bkz: Seferihisar, Akyaka, Halfeti…) hareketi gösterilebilir. Doğal yaşam alanlarına olan ilgi, daha çok yeşil alana olan özlem, Yavaş Şehir Hareketi’nin hızla gelişmesine ve buna aday pek çok yerel yönetimin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunun yanında çevreye duyarlı turizm paketleri, bu olguyu destekler nitelikteki çevreyi korumaya yönelik pek çok projeyi de harekete geçirmiştir. Örneğin Eko-Etiketleme; gönüllü bir sistem olup, diğer ürünlere nazaran çevreye daha az zararlı olduğu kabul edilen ürünlere bir ödül olarak verilmektedir. Bunların başında uluslararası bir etiket olan “Mavi Bayrak” ve ulusal etiket olarak çevre duyarlı tesislere verilen “Yeşil Yıldız” uygulaması sayılabilir.
İstenmeyen koşulları yaratan, iyi planlanmış hedefleri olan “yüksek eğitimli” insanlar, popülerliğini her daim koruyan, yerliler arasında kültür turizmlerinde Nepal boyunca köylere yürüyerek, geleneksel değerlerin ve ürünlerin, Coca-Cola ve pizza kültürüyle nasıl yer değiştirdiği yerinden görmektedir. Çok yakınımızdaki bir örnek de; inşaat-gayrimenkul, enerji ve turizm sektörlerine el atmış Ağaoğlu’nun şantiyelerindeki iş güvenliği ekiplerine rağmen “nasıl öldüğünü anlamadıkları” işçi ölümleri devam ederken, şirketin özellikle yerli “doğal ve temiz enerji kaynağı” olduğunu söylediği rüzgar, hidroelektrik ve jeotermal enerji projelerine 1 milyar Euro gibi bir yatırım yapması, temeli insana ve doğaya saygı olan, insanların yuva ihtiyacını sportif ve kültürel aktivitelerle bağını eksiksiz kurarak, yaşamı talan projelerine “yaşam mimarlığı” adı altında devam etmektedir.
Turizm yaygınlaştıkça, yerel halk giderek topraklarını kaybetmeye başlamaktadır. Amaç; sermayenin ekonomik sürdürülebilirliğidir. Sonuçta ülkeye turist çekmek, dünya pazarlarında yüksek teknoloji ürünleri satmaktan daha kolaydır. Devlet kurumları, hükümetler, küreselleşmiş finans ve kredi kuruluşları eko-turizmi yerel zenginlik için hizmet eden yollardan biri olarak desteklemektedir. Bu sahte gerçeklik, devletlerin, politikacıların, akademisyenlerin, büyük şirketlerin ve kitle iletişim araçlarının günlük söylemleriyle kuvvetli bir şekilde desteklenmektedir.
Kısacası eko-turizm denen bu palavra değişen kapitalizmin yeni yüzüdür. Kapitalistler, kendi neden oldukları ekolojik yıkıma karşı ekolojik yıkımı sürdüren hatta kat be kat arttıran yeni projeler üretirler. Yani eko-turizm, yeşil kredi kartlarından, daha az enerji harcayan buzdolaplarından ve çamaşır makinelerinden daha farklı bir şey değil, yalnızca başka bir sektörün “ürün çeşitlendirme”si olabilir.
Gri kentler devasa binalar, gözün alabildiğince ıssızlık, gözün alabildiğince kuraklık. Her yerde çalışmaktan bitap düşmüş insanların solgun suratları… Sanki yaşam her gün her sabah devasa bir enjektörle içimizden çekip alınıyor gibi. İnsanların yaşama duydukları özlem, hobi bahçeleri, bitki çayları reçeteleri, organik tarım, ekolojik yaşam, dingin hayat ve eko turizm gibi anlamsız pazarlama teknikleri ile giderilmeye ve gerçek sıkıntının yani kapitalizmin yarattığı tahribatın üzeri örtülmeye çalışıyor. Oysa yaşamın kendisi açık ve basittir. Doğadaki hiçbir canlı yoktur ki, ister bilerek ister bilmeyerek katliamına ortak olduğu bir yeri terk edip “ayağım toprağa değsin” diye başka bir yere tatile gitsin.
Emre Bayyiğit
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19.sayısında yayımlanmıştır.
The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>