burak aktaş – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Fri, 09 Jul 2021 17:58:28 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Anarşizm Nedir? (27): Emeğin Toplumsal Devrim İçin Örgütlenmesi – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/07/04/anarsizm-nedir-27-emegin-toplumsal-devrim-icin-orgutlenmesi-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/07/04/anarsizm-nedir-27-emegin-toplumsal-devrim-icin-orgutlenmesi-alexander-berkman/#respond Sun, 04 Jul 2021 15:03:33 +0000 http://meydan1.org/?p=73230 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 27. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Önceki sayfalarda önerilen uygun hazırlık, toplumsal devrimin yükünü büyük ölçüde hafifletecek, onun sağlıklı gelişmesini ve […]

The post Anarşizm Nedir? (27): Emeğin Toplumsal Devrim İçin Örgütlenmesi – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 27. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Önceki sayfalarda önerilen uygun hazırlık, toplumsal devrimin yükünü büyük ölçüde hafifletecek, onun sağlıklı gelişmesini ve işleyişini sağlayacaktır.

Peki devrimin ana işlevleri ne olacak?

Her ülkenin kendine özgü koşulları, kendi psikolojisi, alışkanlıkları ve gelenekleri vardır. Devrim süreci doğal olarak her ülkenin ve halkların özelliklerini yansıtacaktır. Ancak temelde tüm ülkeler toplumsal (daha ziyade anti-toplumsal) karakterleri bakımından birbirine benzer: Siyasi biçimler veya ekonomik koşullar ne olursa olsun, hepsi istilacı otorite, tekel ve emeğin sömürülmesi üzerine kuruludur. Bu nedenle toplumsal devrimin temel görevi özünde her yerde aynıdır: Devletin ve ekonomik eşitsizliğin ortadan kaldırılması, üretim ve dağıtım araçlarının toplumsallaştırılması.

Üretim, dağıtım ve iletişim, varoluşun temel kaynaklarıdır; onların üzerinde zorlayıcı otoritenin ve sermayenin gücü vardır. Bu güçten yoksun bırakılan valiler ve yöneticiler, senin ve benim gibi sıradan insanlardan oluşan milyonlarca insan arasında sıradan vatandaşlar haline gelirler. Bunu başarmak sonuç olarak toplumsal devrimin ilk ve en hayati işlevidir.

Devrimin sokak karışıklıkları ve isyanlarla başladığını biliyoruz: Bu, güç ve şiddeti içeren başlangıç aşamasıdır. Ama bu, gerçek devrimin yalnızca gösterişli önsözüdür. İnsanların asırlardır maruz kaldığı sefalet ve aşağılama, düzensizlik ve kargaşa biçiminde patladı. On yıllardır uysalca katlanılan aşağılama ve adaletsizlik, öfke ve yıkım eylemlerinde kendini buluyor.

Bu kaçınılmazdır ve devrimin bu ilk niteliğinden sorumlu olan yalnızca efendi sınıfıdır. Çünkü “rüzgâr eken fırtına biçer” sözü bireyselden çok toplumsal olarak doğrudur: İnsanların boyun eğdirildiği baskı ve sefalet ne kadar büyükse, toplumsal fırtına da o kadar şiddetli olacaktır. Tarihin tümü bunu kanıtlıyor ancak yaşamın efendileri hiçbir zaman onun uyarısına kulak asmadı.

Devrimin bu aşaması kısa sürelidir. Bunu genellikle otorite kalelerinin daha bilinçli ancak yine de kendiliğinden yıkımı, örgütlü şiddet ve vahşetin görünür sembolleri izler: Hapishaneler, polis karakolları ve diğer devlet binaları saldırıya uğrar; tutsaklar serbest bırakılır, yasal belgeler yok edilir. Bu içgüdüsel halk adaletinin tezahürüdür. Bu yüzden Fransız Devrimi’nin ilk hareketlerinden biri Bastille’in yıkılması oldu. Benzer şekilde Rusya’da hapishaneler basıldı ve tutsaklar devrimin en başında serbest bırakıldı. Halkın sağlıklı içgörüsü, tutsakları haklı olarak toplumsal talihsizler, koşulların kurbanları olarak görür ve onlara bu şekilde sempati duyar. İnsanlar mahkemeleri ve kayıtlarını sınıf adaletsizliğinin araçları olarak görürler ve bunlar devrimin başlangıcında haklı olarak yok edilir.

Ancak bu aşama çabuk geçer: Halkın öfkesi kısa sürede tükenir ve devrim yapıcı çalışmasına başlar.

“Gerçekten yeniden yapılanmanın bu kadar erken başlayabileceğini mi düşünüyorsun?” diye soruyorsun.

Dostum, hemen başlamalı. İnsanlar ne kadar aydınlanırsa işçiler amaçlarını o kadar net gerçekleştirir. Onları gerçekleştirmeye ne kadar iyi hazırlanırlarsa devrim o kadar az yıkıcı olacak ve yeniden yapılanma çalışmalarına o kadar hızlı ve etkili bir şekilde başlanacak.

“Çok umutlu değil misin?”

Hayır, sanmıyorum. Toplumsal devrimin “bir anda gerçekleşmeyeceğine” ikna oldum. Hazırlanması, örgütlenmesi gerekecek. Evet, gerçekten örgütlü, tıpkı bir grevin örgütlenmesi gibi. Gerçekte bu bir grev olacak, bütün bir ülkenin birleşik işçilerinin grevi, bir genel grev olacak.

Bir duralım ve şunu düşünelim.

Zırhlı tankların, zehirli gazın ve askeri uçakların olduğu bu günlerde bir devrimle mücadele edilebileceğini nasıl hayal ediyorsun? Silahsız insanların ve onların barikatlarının, yüksek güçlü toplara ve uçan makinelerden üzerlerine atılan bombalara dayanabileceğine inanıyor musun? Emek, devletin ve sermayenin askeri güçleriyle savaşabilir mi?

Görünüşte gülünç, değil mi? İşçilerin kendi alaylarını, “şok birliklerini” veya komünist partilerin sana tavsiye ettiği gibi bir “kızıl cepheyi” kurmaları önerisi de daha az gülünç değildir. Bu tür proleter yapılar, devletin eğitimli ordularına ve sermayenin özel birliklerine karşı durabilecekler mi? En ufak bir şansları olacak mı?

Böyle bir önermenin yalnızca tüm imkansız çılgınlığı içinde görülebilmesi için belirtilmesi gerekir. Bu sadece binlerce işçiyi kesin ölüme göndermek anlamına gelir.

Bu zamanı geçmiş devrim fikrini bitirmenin zamanı geldi. Bugünlerde devlet ve sermaye, işçilerin onlarla baş edemeyecekleri kadar güçlü ve askeri bir şekilde örgütlenmiş durumdalar. Buna teşebbüs etmek suç, düşünmek bile delilik olurdu.

Emeğin gücü savaş alanında değildir. Dünyada hiçbir ordunun yenemeyeceği, hiçbir insan gücünün fethedemeyeceği güç işyerinde, madende ve fabrikada yatar.

Başka bir deyişle, toplumsal devrim ancak genel grev yoluyla gerçekleşebilir. Hakkıyla anlaşılmış ve düzgünce yürütülen genel grev, toplumsal birdevrimdir. Mayıs 1926’da İngiltere’de genel grev ilan edildiğinde devlet, bunun işçilerden çok daha çabuk farkına vardı. Devlet aslında grevcilere “Bu devrimdir!” dedi. Tüm orduları ve donanmaları ile yetkililer durum karşısında güçsüz kaldılar. İnsanları vurarak öldürebilirsin ama onları işe giderken vuramazsın. İşçi “liderleri” genel grevin aslında devrimi ima ettiği düşüncesinden kendileri korktular.

İngiliz sermayesi ve devleti grevi kazandı. Silahların gücüyle değil, işçi “liderlerinin” zeka ve cesaret eksikliğinden ve İngiliz işçilerinin genel grevin sonuçlarına hazırlıklı olmadıklarından dolayı kazandılar. Aslında bu fikir onlar için oldukça yeniydi. Daha önce onunla hiç ilgilenmemişler, önemini ve potansiyellerini hiç incelememişlerdi. Fransa’da benzer bir durumun oldukça farklı bir şekilde gelişeceğini söylemek doğru olacaktır çünkü o ülkede emekçiler yıllardır genel grevi devrimci bir silah olarak görüyorlar.

Toplumsal devrimin tek olasılığının genel grev olduğunu anlamamız çok önemlidir. Geçmişte genel grevin propagandası -gerçek anlamının devrim olduğu, bunun tek pratik yolu olduğu yeterince vurgulanmadan- çeşitli ülkelerde yapıldı. Artık doğrusunu öğrenmemizin zamanı geldi ve bunu yaptığımızda toplumsal devrim belirsiz, bilinmeyen niteliğinden kurtulup kendini var edecektir. İlk adımı sanayilerin örgütlü emek tarafından ele geçirilmesi olan bir gerçeklik, kesin bir yöntem ve amaç, bir program haline gelecektir.

“Şimdi neden toplumsal devrimin yıkımdan ziyade inşa anlamına geldiğini söylediğinizi anlıyorum.” diyor arkadaşın.

Anlamana sevindim. Ve beni şimdiye kadar takip ettiysen, endüstrileri devralma meselesinin şansa bırakılabilecek bir şey olmadığı ve gelişigüzel bir şekilde gerçekleştirilemeyeceği konusunda benimle hemfikir olacaksın. Bu ancak iyi planlanmış, sistematik ve örgütlü bir şekilde gerçekleştirilebilir. Bu tek başına yapılamaz. Ne ben ne de başka bir işçi, Ford ya da Roma Papası farketmez. İşçilerin kendileri dışında onu yönetebilecek hiçbir insan ya da insan topluluğu yoktur çünkü endüstrileri işletmek işçilerin işidir. Ama işçiler bile böyle bir girişim için örgütlenmedikçe bunu başaramazlar.

“Ama ben senin bir anarşist olduğunu sanıyordum.” diye araya giriyor arkadaşın.

Öyleyim.

“Anarşistlerin örgütlenmeye inanmadıklarını duydum.”

Anladığımı sanıyorum ama bu eski bir tartışma. Sana anarşistlerin örgütlenmeye inanmadığını söyleyen herkes saçma sapan konuşuyor. Örgütlenme her şeydir ve her şey örgütlenmedir. Yaşamın tamamı, bilinçli veya bilinçsiz bir örgütlenmedir. Her ulus, her aile, hatta her birey bir örgüt veya örgütlenmedir. Her canlının her parçası, uyum içinde çalışacak şekilde düzenlenmiştir. Aksi halde farklı organlar düzgün çalışamaz ve yaşam olamazdı.

Ama örgütlenmeler de birbirinden farklıdır. Kapitalist toplum o kadar kötü örgütlenmiştir ki çeşitli üyeleri acı çeker: Tıpkı bir organında ağrı olduğunda tüm vücudunun ağrıması ve hasta olman gibi.

Hasta olduğu için acı çeken örgütlenme de vardır, sağlıklı ve güçlü olduğu için neşeli olan örgütlenme de vardır. Bir kuruluş, organlarından veya üyelerinden herhangi birini ihmal ettiğinde veya bastırdığında hasta veya kötüdür. Sağlıklı örgütlenmelerde tüm parçalar eşit derecede değerlidir ve hiçbirine karşı ayrımcılık yapılmaz. Zorlama üzerine kurulu, zorlayan ve baskılayan örgütlenmeler kötü ve sağlıksızdır. Gönüllü olarak oluşturulan, her üyenin özgür ve eşit olduğu özgürlükçü örgüt, sağlam bir yapıdır ve iyi çalışabilir. Böyle bir örgütlenme, eşit parçaların özgür birlikteliğinden oluşur. Anarşistlerin inandığı türden örgütlenmeler bunlardır.

Emeğin sağlıklı, etkin bir şekilde çalışabilen bir bedene sahip olması için işçilerin örgütlenmesi de böyle olmalıdır.

Bu, her şeyden önce, hiçbir örgüt veya sendika üyesinin ayrımcılığa uğramaması, baskı altında tutulmaması veya göz ardı edilemeyeceği anlamına gelir. Bunu yapmak, ağrıyan bir dişi görmezden gelmekle aynı şey olurdu: Tüm vücut hasta düşerdi.

Başka bir deyişle, işçi sendikası tüm üyelerinin eşit özgürlük ilkesi üzerine inşa edilmelidir.

Ancak her biri özgür ve bağımsız bir birim olduğunda, karşılıklı çıkarlar nedeniyle kendi seçimiyle diğerleriyle işbirliği yaptığında başarılı bir şekilde çalışabilir ve güçlenebilir.

Bu eşitlik herhangi bir işçinin kim olduğunun hiçbir önemi olmadığı anlamına gelir: Vasıflı olup olmaması; duvarcı, marangoz, mühendis veya gündelikçi olması; çok veya az kazanması önemli değildir. Hepsinin çıkarları aynıdır; hepsi birbirine aittir ve ancak bir arada durarak amaçlarına ulaşabilirler.

Bu; fabrikadaki, değirmendeki veya madendeki işçilerin tek bir vücut olarak örgütlenmesi gerektiği anlamına gelir çünkü bu onların hangi işlerde çalıştıkları, hangi zanaatları ya da meslekleri takip ettikleri değil çıkarlarının ne olduğu meselesidir. Çıkarlarıysa patrona ve sömürü sistemine karşı aynıdır.

Bir zanaat veya sektörün grevde olduğunu ve aynı endüstrinin diğer dallarının çalışmaya devam ettiği mevcut işçi örgütlenme biçiminin ne kadar aptalca ve verimsiz olduğunu kendin düşün. Örneğin New York’un tramvay işçileri işi bırakınca metro, taksi ve otobüs şoförlerinin iş başında kalması gülünç değil mi? Grevin temel amacı, işvereni emeğin taleplerine boyun eğmeye zorlayacak bir durumu yaratmaktır. Böyle bir durum ancak söz konusu sanayinin tam olarak bağlanmasıyla yaratılabilir, öyle ki kısmi bir grev kaçınılmaz yenilginin zararlı etkisi bir yana, emeğin zamanını ve enerjisini boşa harcamaktan başka bir şey değildir.

Katıldığın grevleri ve duyduğun diğer grevleri düşün. Sendikan, işvereni boyun eğmeye zorlamadığı sürece herhangi bir kavga kazanıldı mı? Bunu ne zaman yapabildi? Ancak patron, işçilerin iş demek olduğunu, işçilerin aralarında herhangi bir anlaşmazlık olmadığını, tereddüt ve oyalanma olmadığını, ne pahasına olursa olsun kazanmaya kararlı olduklarını öğrendiğinde kazanıldı. Bilhassa işveren kendini sendikanın insafına kalmış hissettiğinde, işçilerin azimli duruşu karşısında fabrikasını veya madenini işletemediğinde, grev kırıcıları bulamadığında ve çıkarlarının zarar göreceğini gördüğünde kazanıldı. İşçilere karşı çıktığında onların taleplerini yerine getirmekten daha fazla acı çektiğinde kazanıldı.

O halde ancak kararlı olduğunda, sendikan güçlü olduğunda, iyi örgütlendiğinde, patronun fabrikasını sizin iradeniz dışında çalıştıramayacağı şekilde birleştiğinizde onun itaatini zorunlu kılabileceğin açıktır. Ancak patron genellikle büyük bir üretici veya çeşitli yerlerde değirmenleri, madenleri olan bir şirkettir.

Bir kömür şirketini düşünelim. Bir grev nedeniyle Pennsylvania’daki madenlerini işleyemezse Virginia veya Colorado’da madenciliğe devam ederek ve orada üretimi artırarak kayıplarını gidermeye çalışacaktır. Eğer sen Pennsylvania’da grevdeyken bu eyaletlerdeki madenciler çalışmaya devam ederse şirket hiçbir şey kaybetmez. Hatta senin grevin yüzünden arzın yetersiz olduğu gerekçesiyle kömür fiyatını yükseltmek için grevi memnuniyetle bile karşılayabilir. Bu şekilde şirket sadece grevini kırmakla kalmaz, aynı zamanda kamuoyunun size karşı olan bakışını da etkiler çünkü insanlar aptalca, yüksek kömür fiyatının maden sahibinin açgözlülüğünden kaynaklanmadığına, gerçekten de senin grevinin sonucu olduğuna inanırlar. Grevi kaybedersiniz, bir süre sonra sen ve her yerdeki işçiler kömür için daha fazla ödemek zorunda kalırsınız ve yalnızca kömür için değil yaşamın diğer tüm gereksinimleri için daha fazla ödeme yapmak zorunda kalırsınız. Çünkü kömürün fiyatıyla birlikte genel yaşam maliyeti yükselir.

Grevdeyken diğer madenlerin çalışmasına izin veren mevcut sendika politikasının ne kadar aptalca olduğunu düşün. Diğerleri işte kalıyor ve grevinize maddi destek veriyorlar ancak onların yardımlarının yalnızca grevinizi kırmaya yardımcı olduğunu görmüyor musunuz? Çünkü grev fonunuza katkıda bulunmak için çalışmaya devam etmek, sonuçta sizi hırpalamak zorundalar? Bundan daha anlamsız ve zararlı bir şey olabilir mi?

Bu, her endüstri ve her grev için geçerlidir. Çoğu grevin neden kaybedildiğini tahmin edebilir misin? Amerika’da olduğu gibi diğer ülkelerde de durum böyle. Önümde, İngiltere’de Emek İstatistikleri başlığı altında yeni yayınlanan Mavi Kitap var. Veriler, grevlerin işçi zaferlerine yol açmadığını kanıtlıyor. Son sekiz yılın rakamları ise şöyle:

Lehine Sonuçlar:

Yıl İşçiler Patronlar
1920 390 507
1921 152 315
1922 111 222
1923 187 183
1924 162 235
1925 154 189
1926 67 126
1927 61 118

O zaman grevlerin neredeyse %60’ı kaybedildi. Bu arada grevlerden kaynaklanan iş günü kaybını -yani ücretin olmadığı zamanı- da göz önünde bulundurun. 1912’de İngiliz emeği tarafından kaybedilen toplam işgünü sayısı 40.890.000’di; her biri 60 yıl ömürlü 2.000 insanın hayatına neredeyse eşittir. 1919’da kaybedilen iş günü sayısı 34.969.000 idi; 1920’de 26.568.000; 1921’de 85.872.000; 1926’da genel grev sonucunda 162.233.000 gün… Bu rakamlara işsizlik nedeniyle kaybedilen zaman ve ücretler dahil değildir.

Şu anda yapılan grevlerin işe yaramadığını, işçi sendikalarının endüstriyel anlaşmazlıklarda kazanan olmadığını görmek için çok fazla matematik bilgisi gerekmiyor.

Ancak bu, grevlerin hiçbir amaca hizmet etmediği anlamına gelmez. Aksine çok değerlidirler: İşçiye dayanışmayı, kendi gibilerle omuz omuza durma ve ortak davada birlik içinde savaşmanın hayati ihtiyacını öğretirler. Grevler onu sınıf mücadelesinde eğitirler; ortak çaba, efendilere karşı direniş, dayanışma ve sorumluluk ruhunu geliştirirler. Bu anlamda başarısız bir grev bile tam bir kayıp değildir. Emekçiler onun aracılığıyla, proleter mücadelenin en derin anlamını somutlaştıran pratik bilgeliğin “birinin yaralanmasının herkesin endişesi olduğunu” öğrenirler. Bu, yalnızca maddi iyileştirme için verilen günlük savaşla değil aynı şekilde işçiye ve onun varlığına ilişkin her şey, özellikle adalet ve özgürlüğün söz konusu olduğu meselelerle de ilgilidir.

Söz konusu dava kimin olursa olsun, insanların toplumsal adalet adına harekete geçtiğini görmek dünya üzerindeki en ilham verici şeylerden biridir. Çünkü gerçekten de en gerçek ve en derin anlamıyla hepimizin kaygısı budur. Emek ne kadar aydınlanır ve daha büyük çıkarlarının farkına varırsa sempatileri o kadar geniş ve evrensel hale gelir, adalet ve özgürlüğü dünya çapında o kadar çok savunur. Sacco ve Vanzetti’nin Massachusetts’te yargılanarak öldürülmesini her ülkedeki işçilerin protesto etmesi bu anlayışın bir tezahürüydü. Bütün dürüst erkek ve kadınlar gibi, dünyanın her yerindeki insanlar içgüdüsel ve bilinçli olarak böyle bir suç işlendiğinde bunun kendileri ile ilgili olduğunu hissettiler. Ne yazık ki bu protesto, benzerleri gibi sadece kısmi çözümlerle yetindi. Örgütlü emek, genel grev gibi bir eyleme başvurmuş olsaydı talepleri göz ardı edilmeyecek ve işçilerin en iyi iki dostu ve en onurluları gerici güçlere kurban edilmeyecekti.

Proletaryanın muazzam gücünün, birleşik ve kararlı olduğunda her zaman galip gelen gücün değerli bir gösterimi olacaktı. Bu, geçmişte Idaho Eyaleti kömür baronlarının Batı Madenciler Federasyonu yetkilileri olan Haywood, Moyer ve Pettibone örneğinde olduğu gibi kararlı çalışma tutumunun planlı yasal saldırıları engellediği birçok durumda kanıtlanmıştır. 1905 madenci grevi sırasında darağacına göndermek için komplo kurulmuştu. Yine 1917’de California’da Tom Mooney’nin idamını engelleyen şey emekçilerin dayanışmasıydı. Amerika’daki örgütlü emeğin Meksika’ya karşı sempatik tavrı da şimdiye kadar o ülkenin Amerikan petrol çıkarları adına Birleşik Devletler Hükümeti tarafından askeri işgaline engel olmuştur. Benzer şekilde, Avrupa’da işçilerin birleşik eylemi, yetkilileri defalarca siyasi tutsaklara af çıkarmaya zorladı. İngiltere Devleti, İngiliz emeğinin Rus Devrimi’ne duyduğu sempatiden o kadar korktu ki tarafsızmış gibi davranmak zorunda kaldı. Rusya’daki karşı-devrime açıkça yardım etmeye cesaret edemedi. Liman işçileri Beyaz Ordu için yiyecek ve mühimmat yüklemeyi reddettiğinde İngiliz Hükümeti aldatmacaya başvurdu. Yiyecek ve mühimmatın Fransa’ya gönderileceği konusunda işçilere güvence verdi. 1920 ve 1921’de Rusya’da tarihi malzeme toplama çalışmalarım sırasında, gönderilerin Fransa’dan İngiliz Devleti’nin doğrudan emriyle karşı-devrimci generallere -Rusya’nın kuzeyinde, orada sözde Çaykovski-Miller Hükümeti’ni kurmuş olan generallere- derhal iletildiğini kanıtlayan resmi İngiliz belgelerine sahip oldum. Pek çok olaydan biri olan bu olay, uluslararası proletaryanın uyanan sınıf bilincine ve dayanışmasına karşı sahip olunan güçlü korkuyu gözler önüne seriyor.

İşçiler bu ruhta ne kadar güçlenirlerse kurtuluş mücadeleleri o kadar etkili olacaktır. Sınıf bilinci ve dayanışması, emeğin tam gücüne kavuşabilmesi için ulusal ve uluslararası boyutlara ulaşmalıdır. Nerede adaletsizlik varsa, nerede zulüm ve baskı varsa -Filipinler’in boyun eğdirilmesi, Nikaragua’nın işgali, Kongo’daki emekçilerin Belçikalı sömürücüler tarafından köleleştirilmesi; Mısır, Çin, Fas veya Hindistan’daki insanların üzerindeki baskı- tüm bu tür rezilliklere karşı seslerini yükseltmek ve dünyanın her yerinde yağmalanmışların ve mahrum bırakılmışların ortak davasında dayanışmalarını göstermek her yerde işçilerin görevidir.

Emek yavaş yavaş bu toplumsal bilince doğru ilerliyor: Grevler ve diğer sempatik ifadeler bu ruhun değerli bir tezahürüdür. Şu anda çok sayıda grev kaybediliyorsa bunun nedeni proletaryanın ulusal ve uluslararası çıkarlarının henüz tam olarak farkında olmaması, doğru ilkeler üzerinde örgütlenmemiş olması ve dünya çapında işbirliği ihtiyacını yeterince kavramamasıdır.

Eğer fabrikan veya madenin greve gittiğinde tüm endüstrinin iş bırakmasını sağlayacak şekilde örgütlenmiş olsaydın, daha iyi koşullar için günlük mücadelelerin hızla farklı bir karakter kazanırdı; yavaş yavaş değil aynı anda, hepsi aynı anda. O zaman patron senin insafına kalmış olurdu, tüm sektörde çark dönmediğinde ne yapabilirdi ki? Bir ya da birkaç fabrikaya yetecek kadar grev kırıcı bulabilir ancak tüm bir endüstriye bunları tedarik edilemez ve bunu güvenli ya da uygun görmezdi. Ayrıca, modern endüstri iç içe geçtiği için, herhangi bir endüstride işin askıya alınması, çok sayıda diğer endüstriyi de hemen etkileyecektir. Durum tüm ülkeyi doğrudan ilgilendirecek, halk harekete geçirilecek ve çözüm talep edilecektir. (Şu anda, tek fabrika grev yaptığında kimsenin umurunda olmuyor ve sessiz kaldığın sürece açlıktan ölebilirsin.) Bu çözüm yine kendine, örgütünün gücüne bağlı olacaktır. Patronlar, gücünüzü bildiğinizi ve kararlı olduğunuzu gördüklerinde, yeterince çabuk pes edecekler veya bir uzlaşma arayacaklardır. Her gün milyonlar kaybedeceklerdir, grevciler işleri ve makineleri sabote edeceklerdir ve patronlar sadece o zaman “anlaşmak” için çok hevesli olacaklardır. Bir fabrikanın ya da bölgenin grevinde genellikle bunu memnuniyetle karşılıyorlar çünkü tek başınıza hiçbir şansınızın olmadığını biliyorlar.

Bu nedenle, sendikanın hangi tarzda, hangi ilkeler üzerine kurulduğunu ve daha iyi koşullar için günlük mücadelende tek başına emeğin ve işbirliğinin ne kadar hayati olduğunu düşün. Güç birlik olmaktır ancak bu birlik mevcut değil ve endüstriler yerine zanaat hatlarında örgütlendiğin sürece imkansızdır.

Senin ve iş arkadaşlarının, sendikanın kuruluşunun şeklini hemen değiştirmekten daha önemli ve acil bir işiniz olamaz.

Ancak değiştirilmesi gereken yalnızca biçim değildir. Sendikanız amaçları ve hedefleri konusunda net olmalıdır. İşçi gerçekten ne istediğini, bunu nasıl ve hangi yöntemlerle yapmak istediğini ciddi bir şekilde düşünmelidir. Sendikanın ne olması gerektiğini, nasıl işlemesi gerektiğini ve neyi başarmaya çalışması gerektiğini öğrenmelidir.

Şimdi, sendika neyi başaracak? Gerçek bir işçi sendikasının kolları ne olmalıdır?

Her şeyden önce, sendikanın amacı üyelerinin çıkarlarına hizmet etmektir. Bu onun asli görevidir. Bu konuda bir tartışma yok; her işçi bunu anlar. Bazıları bir emek kuruluşuna katılmayı reddediyorsa bunun nedeni, onun büyük değerini takdir edemeyecek kadar cahil olmalarıdır, bu durumda da aydınlanmaları gerekir. Ama genellikle sendikaya inanmadıkları için ya da hayal kırıklığına uğradıkları için üye olmayı reddediyorlar. Sendikadan uzak kalanların çoğu bunu yapıyor çünkü örgütlü emeğin gücü hakkında çok fazla gururlu oldukları halde çoğu zaman acı deneyimlerden, neredeyse her önemli mücadelede onun yenilgiye uğradığını biliyorlar. “Ah, sendika,” diyorlar kibirle, “hiçbir önemi yok.” Gerçekten, doğruyu konuşmak gerekirse bir dereceye kadar haklılar. Örgütlü sermayenin serbest piyasa politikası ilan ettiğini ve sendikaları yendiğini görüyorlar; işçi “liderlerinin” grevleri sattığını ve işçilere ihanet ettiğini görüyorlar; üyeleri, tabandakileri, sendika içindeki ve dışındaki siyasi entrikalarda işe yaramaz görüyorlar. Emin ol işçiler neden böyle olduğunu anlamıyorlar ama gerçekleri görüyorlar ve sendikaya karşı çıkıyorlar.

Bazıları bir zamanlar sendikaya üye oldukları için sendikayla herhangi bir ilgileri olmasını reddediyor ve bireysel üyenin, ortalama işçinin örgütün işlerinde ne kadar önemsiz bir rol oynadığını biliyorlar. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki yerel liderler, bölge ve merkez organlar, ulusal ve uluslararası memurlar, Amerikan İşçi Federasyonu’nun şefleri bütün gösteriyi yönetiyor. “Oy vermekten başka yapacak bir şeyiniz yok ve itiraz ederseniz sepetlenirsiniz.” diyorlar.

Maalesef haklılar. Sendikanın nasıl yönetildiğini biliyorsun. Üyelerin söyleyebileceği çok az şeyi var. Tüm gücü liderlere devrettiler ve bunlar patronlar haline geldi, tıpkı toplumun daha geniş yaşamında insanların, başlangıçta kendilerine hizmet etmesi amaçlananların -devlet ve görevlilerinin- emirlerine boyun eğdirilmesi gibi. Bunu yaptığınızda, devrettiğiniz yetki her defasında size ve kendi çıkarlarınıza karşı kullanılacaktır. Sonra da liderlerinizin “iktidarlarını kötüye kullandıklarından” şikayet ediyorsunuz. Hayır dostum, kötüye kullanmazlar; sadece onu kullanırlar çünkü kendisi en kötüsüdür. Kötüye kullanım iktidarın kullanılması anlamına gelir.

Gerçekten sonuç elde etmek istiyorsan tüm bunların değiştirilmesi gerekir. Bu, toplumda siyasi gücün yöneticilerden alınıp tamamen ortadan kaldırılmasıyla gerçekleştirilebilir. Siyasi iktidarın otorite, baskı ve tiranlık anlamına geldiğini; ihtiyacımız olanın siyasi hükümet değil kolektif işlerimizin rasyonel yönetimi olduğunu önceden gösterdim.

Tıpkı bunun gibi, sendikanda işinin mantıklı bir şekilde yönetilmesine ihtiyacın var. Tüm zenginliklerin yaratıcısı ve dünyanın destekçisi olarak emeğin ne kadar muazzam bir güce sahip olduğunu biliyoruz. Düzgün bir şekilde örgütlenip birleşirlerse işçiler durumu kontrol edebilirler. Ama işçinin gücü sendika toplantı salonunda değil dükkânda ve fabrikada, değirmende ve madendedir. Örgütlenmesi gereken yer orasıdır. Orada ne istediğini, ihtiyaçlarının neler olduğunu bilirsin, çabalarını ve iradeni oraya yoğunlaştırman gerekir. Her dükkan ve fabrikanın sıradan insanların -liderlerin değil- istek ve gereksinimleriyle, tezgahtaki ve ocaktaki üyelerin istek ve gereksinimleriyle ilgilenmek, iş arkadaşlarının talep ve şikayetleriyle ilgilenmek için özel bir komitesi olmalıdır. Yerinde ve sürekli olarak işçilerin yönlendirmesi ve denetimi altında olan böyle bir komite hiçbir iktidara sahip değildir: Sadece talimatları yerine getirir. Üyeleri, o anın ihtiyacına ve eldeki görev için gerekli olan yeteneğe göre, istedikleri zaman geri çağrılır ve diğerleri onların yerine seçilir. Söz konusu konulara karar veren ve kararlarını atölye komiteleri aracılığıyla uygulayan işçilerdir.

Emeğin ihtiyaç duyduğu örgütlenmenin karakteri ve biçimi budur. Yalnızca bu biçim onun gerçek amacını ve iradesini ifade edebilir, onun ihtiyaç duyduğu sözcüsü olabilir ve gerçek çıkarlarına hizmet edebilir.

Bu atölye ve fabrika komiteleri yerel, bölgesel ve ulusal olarak diğer fabrika ve madenlerdeki benzer organlarla birleştiğinde, emeğin insanca sesi ve onun etkin temsilcisi olacak yeni bir tür emek örgütlenmesi oluşturacaktır. Birleşik işçilerin tüm ağırlığını ve enerjisini taşıyacak, kapsamı ve potansiyelleri açısından muazzam bir gücü temsil edecektir.

Proletaryanın günlük mücadelesinde böyle bir örgüt, muhafazakar sendikanın şu anda inşa edildiği şekliyle hayal bile edemediği zaferler elde edebilecektir. İnsanların saygısını ve güvenini kazanacak, örgütlenmemişleri kendine çekecek ve tüm işçilerin eşitliği, ortak çıkarları ve amaçları temelinde emek güçlerini birleştirecektir. Efendilerin karşısına işçi sınıfının tüm gücüyle, yeni bir bilinç ve güç anlayışı içinde çıkacaktır. Ancak o zaman emek birlik kazanır ve onun ifadesi olan sendika gerçek bir anlam kazanır.

Böyle bir sendika kısa zamanda işçinin salt savunucusu ve koruyucusu olmaktan öteye geçecektir. Birlik ve bunun sonucunda ortaya çıkan gücün, emek dayanışmasının anlamının hayati bir kavrayışını kazanacaktır. Fabrika ve dükkân, işçinin yaşamdaki uygun rolüne ilişkin anlayışını geliştirmek, kendine güvenini ve bağımsızlığını geliştirmek, ona karşılıklı yardımlaşmayı ve işbirliğini öğretmek, onu sorumluluğunun bilincine varmak için bir eğitim kampı işlevi görecektir. Kendi işlerine bakmayı ve onun refahını gözetmeyi liderlere veya politikacılara bırakmadan, kendine göre karar vermeyi ve hareket etmeyi öğrenecektir. Ne istediklerini ve hangi yöntemlerin amaçlarına en iyi şekilde hizmet edeceğini, kürsüdeki arkadaşlarıyla birlikte belirleyecek olan o olacak ve komitesi sadece talimatları yerine getirecektir. Dükkan ve fabrika işçinin okulu ve üniversitesi olacaktır. Orada toplumdaki yerini, endüstrideki işlevini ve hayattaki amacını öğrenecek. Bir işçi ve bir insan olarak olgunlaşacak ve emek anlamını bulacaktır. Bilecek ve bu sayede güçlü olacaktır.

Kısa bir süre önce bir ücretli köle, bir çalışan ve emeğinin desteklediği efendisinin iyi niyetine bağımlı olarak kalmanın kendisine yettiğini düşünen işçi, mevcut ekonomik ve toplumsal düzenlemelerin yanlış ve canice olduğunu anlayacak, onları değiştirmeye kararlı olacaktır. Atölye komitesi ve sendika yeni bir ekonomik sistemin, yeni bir toplumsal yaşamın hazırlık alanı olacaktır.

O halde, senin ve benim ve özünde emeğin çıkarlarını taşıyan her erkek ve kadının, bu amaçlar için çalışmamızın ne kadar gerekli olduğunu görüyorsun.

Ve tam burada, daha öndeki proleterlerin, radikallerin ve devrimcilerin bunu daha ciddi bir şekilde düşünmelerinin özellikle acil olduğunu vurgulamak istiyorum çünkü çoğu için, hatta bazı anarşistler için bile bu sadece manevi bir dilek, uzak bir istek ve bir umuttur. Bu yöndeki çabaların üstün önemini kavrayamazlar. Ama bu sadece bir rüya değil. Çok sayıda işçi bu anlayışı kavrıyor: IWW ve her ülkedeki devrimci anarşist-sendikalistler kendilerini bu amaca adıyorlar. Günümüzün en acil ihtiyacı budur. Bizim çabaladığımız şeyi ancak işçilerin doğru örgütlenmesinin başarabileceğini ne kadar vurgulasak az kalır. İçinde emeğin ve geleceğin kurtuluşu yatıyor. Aşağıdan yukarıya, dükkandan ve fabrikadan başlayarak her yerdeki işçilerin ortak çıkarları temelinde -ticaret, ırk veya ülke ne olursa olsun- karşılıklı çaba ve birleşik irade yoluyla örgütlenme, emek sorununu tek başına çözebilir ve insanın gerçek kurtuluşuna hizmet eder.

“Endüstrileri devralan işçilerden bahsediyordunuz,” diye hatırlatıyor arkadaşın, “Bunu nasıl yapacaklar?”

Evet, örgütlenme ile ilgili bu açıklamayı yaptığında ben de bundan bahsediyordum. Ama meselenin tartışılmış olması iyi, çünkü incelediğimiz problemlerde bundan daha hayati herhangi bir şey yok.

Endüstrilerin devralınmasına geri dönersek; bu sadece onları devralmak değil onları emekle yönetmek demektir. İşçiler halihazırda endüstrilerin içindeler. Devralma, işçilerin oldukları yerde çalışan olarak değil yasal kolektif mülk sahibi olarak kalmalarına dayanır.

Bu noktayı kavra dostum. Toplumsal devrim sırasında kapitalist sınıfın mülksüzleştirilmesi -endüstrilerin devralınması- şimdi bir grevde kullandığın taktiklerin tam tersini gerektirir. Grevde işi bırakır ve patronun değirmen, fabrika ya da madenin tam mülkiyetinde olmasını sağlarsın. Elbette bu aptalca bir işlem, çünkü efendiye tüm avantajı veriyorsun: O senin yerine grev kırıcıları bulabilir ve sen dışarıda soğukta kalırsın.

Toplumsallaştırma ise tam tersidir. Sen içeride kalırken patronu kovarsın. Ancak diğerleri ile eşit şartlarda işçiler arasında bir işçi olursa orada kalabilir.

Herhangi bir yerin emek örgütleri, kendi yerel bölgelerindeki kamu hizmetlerinden, iletişim araçlarından, üretim ve dağıtımdan sorumlu olurlar. Yani telgrafçılar, telefon ve elektrik işçileri, demiryolu işçileri vb. atölyeyi, fabrikayı veya başka bir kurumu (devrimci atölye komiteleri aracılığıyla) ele geçirirler. Kapitalist ustabaşılar, gözetmenler ve yöneticiler değişime direnirler ve işbirliği yapmayı reddederlerse binadan çıkarılırlar. Katılmak isterlerse bundan böyle ne efendiler ne de sahipler olmadığını; fabrikanın, genel teşebbüste hepsi eşit ortaklar olan sanayiyle uğraşan işçilerin sendikasının sorumlu olduğu kamu malı haline geldiğini anlamaları sağlanır.

Büyük sanayi ve imalat şirketlerinin üst düzey yetkililerinin işbirliği yapmayı reddetmeleri beklenebilir. Böylece kendilerini yok ederler. Yerlerini önceden bu iş için hazırlanmış işçiler almalıdır. Bu yüzden endüstriyel hazırlığın büyük önemini vurguladım. Bu, kaçınılmaz olarak gelişecek ve toplumsal devrimin başarısının diğer faktörlerden çok buna bağlı olacağı bir durumda öncelikli bir gerekliliktir. Endüstriyel hazırlık en önemli noktadır, çünkü onsuz bir devrim çökmeye mahkumdur.

Mühendisler ve diğer teknik uzmanların, toplumsal devrim geldiğinde özellikle de bu arada kol ve kafa işçileri arasında daha yakın bir bağ ve daha iyi bir anlayış kurulmuşsa emekle el ele verme olasılıkları daha yüksektir.

Onlar reddetmesi ve işçilerin endüstriyel ve teknik olarak kendilerini hazırlamakta başarısız olması halinde, üretim zorlayıcı işbirliğine dayanır. Bu yöntem Rus Devrimi’nde denendi ve başarısız olduğu kanıtlandı.

Bolşeviklerin bu bağlamdaki ciddi hatası, entelijansiyanın bazı üyelerinin muhalefeti nedeniyle tüm sınıfa düşmanca davranmasıydı. Birkaç kişinin hatası yüzünden bütün bir toplumsal gruba zulmetmelerine neden olan, fanatik dogmanın doğasında bulunan hoşgörüsüzlük ruhuydu. Bu durum kendini profesyonel unsurlara, teknik uzmanlara, kooperatif örgütlerine ve genel olarak tüm kültürlü kişilere karşı toptan intikam politikasında gösterdi. İlk başta devrime dost olan, hatta bazıları onun lehine hevesli olan çoğunluk bu Bolşevik taktikleri tarafından yabancılaştırıldı ve işbirliği imkansız hale getirildi. Diktatör tutumlarının bir sonucu olarak komünistler, ülkenin endüstriyel yaşamında sonunda tamamen savaş yöntemlerini uygulamaya koyana kadar artan baskı ve zorbalığa başvurdular. Kaçınılmaz olarak bu durum fabrikaların ve değirmenlerin askerileşmesine, zorunlu emeğe yol açtı ve başarısızlıkla sonuçlandı. Çünkü zorunlu emek doğası gereği kötü ve verimsizdir; dahası bu durma sürüklenenler tarafından uygulanan sabotajlar, iş yavaşlatmalar ve işin berbat edilmesi en baştan çalışmayı reddetmekten daha kötü sonuçlar doğurdu. Akıllı düşmanlar tarafından kullanılan ve uzun vadede fark edilemeyecek bu yöntemler, makinelere ve ürünlere çalışmamaktan çok daha fazla zarar verdi. Bu tür sabotajlara karşı alınan en sert önlemlere hatta idam cezasına rağmen devlet kötülüğün üstesinden gelmekten acizdi. Bir Bolşevik’in, bir siyasi komiserin, daha sorumlu pozisyonlardaki her teknisyenin üzerine yerleştirilmesi meselelere yardımcı olmadı. Sadece endüstriyel konulardan habersiz, yalnızca devrime dost ve yardım etmeye istekli olanların çalışmasına müdahale eden, göreve yabancı olmaları sebebiyle sabotajı hiçbir şekilde engellemeyen bir asalak memurlar ordusu yarattı. Zorla çalıştırma sistemi sonunda pratikte ekonomik karşı-devrim haline gelen bir duruma evrildi ve bu noktada diktatörlüğün hiçbir çabası durumu değiştiremezdi. Bolşeviklerin zorunlu çalışmadan uzmanları ve teknisyenleri sanayilerdeki pozisyonlarına geri döndürmesine, onları yüksek ve özel ücretlerle ödüllendirerek kazanma politikasına dönmelerine neden olan buydu.

Rus Devrimi’nde bu kadar belirgin bir şekilde başarısız olan ve nitelikleri gereği, hem endüstriyel hem de ahlaki olarak her seferinde başarısız olmaya mahkum olan yöntemleri yeniden denemek aptalca ve canice olur.

Bu sorunun tek çözümü, işçilerin endüstriyi örgütleme ve yönetme sanatında önceden de önerilen hazırlığı yapması ve eğitiminin yanı sıra kafa ve kol emekçileri arasındaki daha yakın temastır. Hammaddeden üretim ve dağıtıma kadar birbirini takip eden süreçlere, endüstrilerinin çeşitli evrelerine işçileri alıştırmak amacıyla her fabrika, maden ve fabrikanın atölye komitesinden ayrı ve bağımsız özel işçi konseyleri olmalıdır. Bu sanayi konseyi kalıcı olmalıdır ancak üyeleri belirli bir fabrika veya fabrikanın hemen hemen tüm çalışanlarını alacak şekilde dönüşümlü olmalıdır. Örneklemek gerekirse: Belirli bir kuruluştaki sanayi konseyinin, sanayinin karmaşıklığına ve belirli bir fabrikanın büyüklüğüne göre, duruma göre beş veya yirmi beş üyeden oluştuğunu varsayalım. Konsey üyeleri, sektörlerini iyice tanıdıktan sonra, öğrendiklerini iş arkadaşlarının bilgisine sunmak için yayınlar ve onların endüstriyel çalışmalara devam etmeleri için yeni konsey üyeleri seçilir. Bu şekilde tüm fabrika veya değirmen, ticaretinin organizasyonu ve yönetimi hakkında gerekli bilgileri ardışık olarak edinebilir ve gelişimine ayak uydurabilir. Bu konseyler, işçilerin endüstrilerinin tekniğine tüm aşamalarda aşina olacakları endüstri okulları olarak hizmet edecektir.

Aynı zamanda, daha büyük örgüt olan sendika, sermayeyi fiili yönetime daha fazla emek katılımına izin vermeye zorlamak için her türlü çabayı kullanmalıdır. Ancak bu, en iyi ihtimalle bile, işçilerin yalnızca küçük bir azınlığına fayda sağlayabilir. Öte yandan yukarıda önerilen plan atölyede, fabrikada ve değirmenlerde hemen hemen her işçiye endüstriyel eğitim olanağı sunuyor.

Elbette endüstri konseylerinin fiili uygulama yoluyla elde edemeyecekleri belirli iş türleri -örneğin mühendislik; inşaat, elektrik, mekanik- olduğu doğrudur. Ama sanayinin genel süreçleri hakkında öğrenecekleri şey, hazırlık olarak paha biçilmez değerde olacaktır. Geri kalanı için, işçi ve teknisyen arasındaki daha yakın dostluk ve işbirliği bağı en büyük gerekliliktir.

Bu nedenle endüstrilerin devralınması, toplumsal devrimin ilk büyük amacıdır. Bu, proletarya tarafından onun örgütlenmiş ve göreve hazır olan kısmı tarafından gerçekleştirilecektir. Önemli sayıda işçi şimdiden bunun önemini kavramaya ve önlerindeki görevi anlamaya başlıyor. Fakat yapılması gerekeni anlamak yeterli değildir. Nasıl yapılacağını öğrenmek bir sonraki adımdır. Bu hazırlık çalışmasına bir an önce girmek örgütlü işçi sınıfının görevidir.

Alexander Berkman – Çev.Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (27): Emeğin Toplumsal Devrim İçin Örgütlenmesi – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/07/04/anarsizm-nedir-27-emegin-toplumsal-devrim-icin-orgutlenmesi-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (21): Anarşizm Mümkün Müdür? – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/05/19/anarsizm-nedir-21-anarsizm-mumkun-mudur-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/05/19/anarsizm-nedir-21-anarsizm-mumkun-mudur-alexander-berkman/#respond Wed, 19 May 2021 16:44:06 +0000 https://meydan1.org/?p=72479 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 21. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. “Eğer devletsiz yaşayabilseydik mümkün olabilirdi ama yaşayabilir miyiz?” diye soruyorsun. Soruna verilebilecek en iyi cevabı […]

The post Anarşizm Nedir? (21): Anarşizm Mümkün Müdür? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 21. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

“Eğer devletsiz yaşayabilseydik mümkün olabilirdi ama yaşayabilir miyiz?” diye soruyorsun.

Soruna verilebilecek en iyi cevabı senin hayatını inceleyerek verebiliriz.

Devlet var oluşunda nasıl bir rol oynuyor? Yaşamana yardımcı oluyor mu? Seni doyuruyor mu, giydiriyor mu, barınmanı sağlıyor mu? Çalışmak ve keyif almak için onun yardımına muhtaç mısın? Hastalandığında doktoru mu çağırırsın yoksa polisi mi? Devlet sana doğanın bahşettiklerinden daha fazlasını verebilecek kabiliyete sahip mi? Seni hastalıktan, yaşlılıktan veya ölümden koruyabilir mi?

Gündelik yaşantını düşün; devletin senin işlerine müdahale etmek, seni belirli şeyleri yapmaya zorlamak veya yapmaktan men etmek dışında hayatında hiçbir işlevi olmadığını göreceksin. Örneğin -istesen de istemesen de- seni vergi ödemeye ve kendisini desteklemeye zorlar. Üniforma giyip orduya katılmanı sağlar. Kişisel yaşamını istila eder, sana emreder, seni zorlar, ne yapacağını belirler ve sana genellikle istediği gibi davranır. Sana neye inanman gerektiğini bile söyler, başka türlü düşündüğün ya da davrandığında seni cezalandırır. Ne yiyip içeceğini bile belirler ve itaatsizlik ettiğin için seni hapseder veya vurur. Sana emreder ve hayatının her anına hükmeder. Seni kötü ve bir koruyucunun güçlü eline ihtiyaç duyan sorumsuz bir çocuk olarak görür; itaat etmezsen de seni sorumlu tutar.

Anarşizmde yaşamın ayrıntılarını daha sonra ele alacağız. Bu toplum biçiminde hangi koşulların ve kurumların var olacağını, nasıl işleyeceklerini ve insan üzerinde ne gibi etkilere sahip olabileceklerini göreceğiz.

Şimdilik ilk önce böyle bir koşulun mümkün olduğundan, anarşizmin uygulanabilirliğinden bahsedelim.

Günümüzde ortalama bir insanın varoluşu ne anlama gelir ki? Neredeyse tüm zamanını geçimini sağlamaya ayırıyorsun. Hayatını kazanmak için o kadar meşgulsün ki yaşamak için, hayatın tadını çıkarmak için neredeyse hiç zamanın kalmıyor. Zamanın olmadığı gibi paran da yok. Bir işin varsa şanslısın. Ekonomik durgunluk zaman zaman yükseliyor: İşsizlik var ve her yıl her ülkede binlerce kişi daha işsiz kalıyor.

Böylesi zamanlarda gelir yok, ücret yok. Endişe ve yoksunluk, hastalık, çaresizlik ve intihar var. Yoksulluk ve suç var. Bu yoksulluğu hafifletmek için -hepsi vergilerin tarafından finanse edilen- hayır kurumları, aşevleri, bedava hastaneler inşa ediliyor. Suçu önlemek ve suçluları cezalandırmak için polisi, hâkimleri, savcıları, hapishaneleri, gardiyanları, bütün devlet güçlerini fonlamak zorunda olan yine sensin. Daha anlamsız ve işlevsiz bir şey hayal edebiliyor musun?

Yasama meclisleri kanunları geçirir, hâkimler onları yorumlar, çeşitli memurlar onları infaz eder, polis suçluyu takip eder ve tutuklar, son olarak hapishane müdürü onu hapseder. Çok sayıda kişi ve kurum, işi olmayanı çalmaktan alıkoymakla meşgul ve çalmayı denerse de onu cezalandırıyor. Sonra ona, yokluğu ilk başta yasayı çiğnemesine neden olan, yaşamını idame ettirebileceği kaynaklar sağlanır. Kısa veya uzun bir dönemden sonra serbest kalır. Sonrasında eğer iş bulamazsa aynı hırsızlık, tutuklama, yargılama ve hapis döngüsü yeniden başlar.

Bu yaşadığımız sistemin saçma karakterinin kaba ama tipik bir örneğidir; aptal ve verimsiz. Yasa ve düzen ise bu sistemi destekliyor.

Gerçekte hayatımızın devletle hiçbir bağlantısı yok, devlete ihtiyacımız yok. Devlet sadece yasa ve düzenin devreye girmesiyle hayatımıza müdahil olabiliyorken yine de çoğu insanın devletsiz yaşayabileceğimizi hayal edememesi garip değil mi?

“Ama güvenlik ve kamu düzeni…” diye itiraz ediyorsun, “Yasa ve düzen olmadan buna sahip olabilir miydik? Bizi suçluya karşı kim koruyacak?”

Gerçek şu ki -önceki bölümlerde de gördüğümüz gibi- “yasa ve düzen” denen şey gerçekten en kötü düzensizliktir. Az da olsa sahip olduğumuz bütün düzen ve barış, çoğunlukla devlete rağmen halkın sağduyusu ve ortak çabasından kaynaklanmaktadır. Devletin sana “hareket halindeki bir otomobilin önüne geçmemeni” söylemesine ihtiyacın var mı? Brooklyn Köprüsü’nden veya Eyfel Kulesi’nden atlamaman için onun emirlerine ihtiyacın var mı?

İnsan toplumsal bir varlıktır: Tek başına var olamaz, topluluk halinde yaşar. Bize güvenlik ve rahatlık sağlayan ortaklaşmalar karşılıklı ihtiyaç ve ortak çıkarlarla var olur. Bu tür bir birlikte çalışma özgürlük ve gönüllülük esasına dayanır; herhangi bir devletin zorlamasına gerek yoktur. Bir spor kulübüne veya bir müzik topluluğuna katılırsın çünkü eğilimlerin bu yöndedir ve diğer üyelerle seni kimse zorlamadan iş birliği yaparsın. Bilim insanı, yazar, sanatçı ve mucit, kendi yöntemleri doğrultusunda ilhamı ve ortak çalışmayı arar. Arzuları ve ihtiyaçları en iyi dürtüleridir: Herhangi bir devletin veya otoritenin müdahalesi bu dürtüleri yalnızca engelleyebilir.

Yaşam boyunca insanların ihtiyaçlarının ve eğilimlerinin birlik, karşılıklı koruma ve yardımı yarattığını göreceksin. İşleri yönetmekle insanları yönetmek arasındaki fark budur; bir şeyleri özgürce seçerek yapmak ile zorunlu olarak yapmak arasındaki fark. Anarşizm ile devlet arasındaki fark, özgürlük ve baskı arasındaki farktır. Anarşizm, zorunlu katılım yerine gönüllü işbirliği anlamına gelir; müdahale ve düzensizlik yerine uyum ve düzen demektir.

“Ama bizi suça ve suçlulara karşı kim koruyacak?” diye soruyorsun.

Bunun yerine, devletin gerçekten bizi onlardan koruyup korumadığını sor kendine. Suça neden olan koşulları yaratan ve sürdüren devletin ta kendisi değil mi? Bütün devletlerin kendini dayandırdığı hoşgörüsüzlük ve zulüm ruhu işgali ve şiddeti, nefreti ve acıyı büyütmüyor mu? Devletin yüzünden yoksulluk ve adaletsizlik artarken suç da artmaz mı? Devletin kendisi en büyük adaletsizlik ve suç değil mi?

Suç iktisadi koşulların, toplumsal eşitsizliğin, devletin ve tekelin ebeveynleri olduğu yanlışların ve kötülüklerin sonucudur. Devlet ve yasa ancak suçluyu cezalandırabilir. Suça ne çare olur ne de oluşmasını önler. Suçun tek gerçek çaresi, nedenlerini ortadan kaldırmaktır ve devlet bunu asla yapamaz çünkü o, bu nedenleri korumak için oradadır. Suç, ancak ona sebep olan koşullar ortadan kaldırıldığında ortadan kalkar. Devlet bunu yapamaz.

Anarşizm, bu koşulları ortadan kaldırmak demektir. Devletten, onun baskı ve adaletsizliğinden, eşitsizlik ve yoksulluktan kaynaklanan suçlar anarşizm ile ortadan kalkacaktır. Bunlar, suçun açık ara en büyük yüzdesini oluşturmaktadır.

Kıskançlıktan, tutkudan ve günümüz dünyasına hâkim olan zorlama ve şiddet ruhundan kaynaklananlar bazı diğer suçlar bir süre daha devam edecektir. Ancak bunlar, otorite ve mülkiyetin evlatları, onları geliştiren atmosferin ortadan kalkmasıyla birlikte sağlıklı koşullar altında yavaş yavaş ortadan kalkacaktır.

Anarşi bu nedenle ne suç doğuracak ne de suçun gelişmesi için herhangi bir alan açacaktır. Ara sıra meydana gelen anti-sosyal eylemler, daha önceki hastalıklı koşulların ve tutumların kalıntıları olarak görülecek ve suçtan ziyade sağlıksız bir ruh hali olarak ele alınacaktır.

Anarşi “suçluyu” izlemek, tutuklamak, zorlamak ve hapse atmak yerine, sürece önce onu doyurarak ve çalışmasını güvence altına alarak başlayacak ve sonunda onu doyurması gereken diğer pek çok kişiyi de doyurarak sona erdirecektir. Sadece bu örnek bile anarşizm ile hayatın şimdi olduğundan çok daha mantıklı ve basit olacağını gösteriyor.

Gerçek şu ki: Günümüzde yaşam işlevsel değil, hiçbir açıdan tatmin edici değil. Karmaşık ve karışık… Bu yüzden bu kadar çok sefalet ve hoşnutsuzluk var. Ne çalışan ne de sürekli “kötü zamanlarda” mülkiyetini ve gücünü kaybedeceğinden endişe duyan efendi hayatından memnun. Gelecek kaygısı yoksulların ve zenginlerin adımlarını aynı şekilde takip ediyor.

İşçinin; devletten ve kapitalizmden anarşiye -devletin olmadığı bir duruma- geçerek kaybedeceği hiçbir şeyi yok. Orta sınıfların da varoluşlarına olan güvenleri ancak işçiler kadar. İmalatçı ve toptancının, büyük sanayi ve sermaye ortaklıklarının iyi niyetine bağımlılar; her zaman iflas ve mahvolma tehlikesiyle karşı karşıyalar.

Anarşizmde herkesin yaşamı ve rahatlığı güvence altında olacak; özel mülkiyetin kaldırılmasıyla rekabet korkusu ortadan kalkacak. Herkes, kapasitesinin sonuna kadar yaşama ve hayatından zevk alma konusunda bütünlüklü ve engelsiz bir fırsata sahip olacak.

Buna barış ve birlikte yaşama bilincini; finansal veya maddi endişelerden bağımsız özgürlüğün getirdiği duyguyu; kıskançlığın veya zihnini rahatsız edecek iş rekabetinin olmadığı dostane bir dünyada, kardeşlerin dünyasında, özgürlük ve genel refah atmosferinde olduğumuzun farkına varılmasını ekle.

Anarşist toplumda insana açılacak harika fırsatları bugünün koşullarıyla düşünebilmek neredeyse imkânsızdır. Bilim insanı, günlük ekmeği hakkında taciz edilmeden, kendisini sevdiği uğraşlara tamamen adayabilecektir. Mucit, keşifleri ve icatlarıyla insanlığa fayda sağlayacak her tesisi emrinde bulabilecektir. Yazar, şair, sanatçı; hepsi özgürlüğün ve toplumsal uyumun kanatları üzerinde daha yüce başarılara yükselebileceklerdir.

Ancak o zaman doğruluk ve adalet varlığını bulacaktır. İnsanın ya da halkın hayatında bu duyguların rolünü küçümseme. Yalnızca ekmekle yaşamıyoruz. Doğru, fiziksel ihtiyaçlarımızı karşılama fırsatı olmadan var olmak mümkün değildir. Ancak bunların doyumu hiçbir şekilde tüm yaşamı oluşturmaz. Mevcut medeniyet sistemimiz, milyonlarca insanı bu doyumdan mahrum bırakarak tabiri caizse mideyi evrenin merkezi haline getirdi. Ancak mantıklı bir toplumda hali hazırda bolca bulunan salt zorunlu ihtiyaç ürünleri, geçim kaynağının güvenliği, tıpkı hava gibi karşılıksız olmalıdır. Böylece insanda bulunan sempati, doğruluk ve adalet duyguları gelişme, tatmin olma, genişleme ve büyüme şansına sahip olabilir. Yüzyıllarca süren baskı ve sapkınlığa rağmen, adalet ve dürüstlük bugün bile hala insanın kalbinde yaşıyor. Yok edilemedi. Yok edilemez çünkü bu duygular doğuştan, insana ait, kendini koruma içgüdüsü kadar güçlü ve mutluluğumuz için hayati önem taşıyor. Çünkü bugün dünyada sahip olduğumuz tüm sefalet maddi refah eksikliğinden kaynaklanmıyor. İnsan, açlığa adaletsizlik bilincinin yokluğundan daha fazla dayanabilir. Sana haksız davranıldığının farkındalığı seni protesto ve isyana -en az açlık kadar, belki daha da hızlı bir şekilde- sürükleyecektir. Açlık, her isyanın veya ayaklanmanın doğrudan nedeni olabilir. Ancak bunun altında insanların adaletsizlik ve haksızlığa karşı düşmanlığı ve nefreti yatar. Gerçek şu ki doğruluk ve adalet hayatımızda çoğu insanın bildiğinden çok daha önemli bir rol oynamaktadır. Bunu inkâr edenler, tıpkı tarih konusunda olduğu gibi, insan doğası hakkında da çok az şey bilirler. Günlük yaşamda insanların adaletsizlik olarak gördükleri şeylere öfkelendiklerini sık sık görüyorsun. “Bu doğru değil!” sözü, insanın yanlış yapıldığını hissettiğinde gösterdiği içgüdüsel protestodur. Elbette herkesin yanlış ve doğru anlayışı geleneklerine, çevresine ve yetişmesine bağlıdır ancak anlayışı ne olursa olsun, doğal dürtüsü yanlış ve adaletsiz olduğunu düşündüğü şeye karşı tepki göstermektir.

Tarihsel olarak aynı durum geçerlidir. Doğru ve yanlış anlayışı uğruna çıkan isyanların ve savaşların sayısı, maddi koşullar uğruna olanlardan daha fazladır. Marksistler doğru ve yanlış anlayışlarımızın “ekonomik koşullarımız” tarafından oluşturulduğunu iddia edebilirler. Ancak bu, doğruluk ve adalet duygusunun insanlara her zaman idealleri adına kahramanlık ve fedakârlık yapmaları için ilham vermiş olduğu gerçeğini hiçbir şekilde değiştirmez.

Her yaştan Mesihler ve Budalar maddi kaygılar tarafından değil doğruluk ve adalet duygusuna bağlılıkları tarafından harekete geçirildi. Her mücadelenin öne çıkanları, kişisel sebepleri için değil davalarının adaletine olan inançları nedeniyle iftiraya uğradılar, zulüm gördüler, hatta yaşamlarını yitirdiler. John Huslar, Lutherler, Brunolar, Savonarolar, Galileolar ve diğer birçok dini ve toplumsal idealist, inandıkları davayı savunarak mücadele ettiler ve yaşamlarını yitirdiler. Benzer şekilde, Sokrates zamanından günümüze bilim, felsefe, sanat, şiir ve eğitimde insanlar hayatlarını hakikat ve adalet hizmetine adadılar. Siyasi ve toplumsal ilerleme alanında Musa ve Spartaküs’ten başlayarak, insanlığın en soyluları kendilerini özgürlük ve eşitlik ideallerine adadılar.

İdealizmin bu zorlayıcı gücü sadece istisnai bireylerle sınırlı değildir. Halklar da her zaman bundan ilham almıştır. Örneğin Amerikan Bağımsızlık Savaşı, Koloniler’de temsil edilmedikleri halde vergilendirmenin adaletsizliğine karşı halkın kızgınlığıyla başladı. Haçlı Seferleri Hristiyanlar için Kutsal Topraklar’ı güvence altına almak amacıyla iki yüz yıl boyunca devam etti. Bu dini ideal, doğruluk ve adalet adına altı milyon erkeğe, hatta çocuklara; anlatılmamış zorluklarla, salgınlarla ve ölümle yüzleşmeleri için ilham verdi. Son yaşanan Dünya Savaşı bile, neden ve sonuç bakımından kapitalist olmakla birlikte, milyonlarca insan bu savaşın haklı bir amaç için demokrasi için ve tüm savaşların sona ermesi için verildiğine inanarak savaştı.

Yani tarih boyunca, geçmişte ve modern zamanda, doğruluk ve adalet duygusu insanı bireysel ve toplu olarak fedakârlık ve bağlılık eylemlerine teşvik etti. Onu günlük varoluşunun ortalama sıkılığının çok üstüne çıkardı. Bu idealizmin kendisini zulüm, şiddet ve katliam eylemlerinde ifade etmesi elbette trajiktir. Bu biçimleri belirleyen; kralın, rahibin ve efendinin acımasızlığı, kendilerini arayışları, cehalet ve fanatizmdi. Ama bu biçimleri dolduran ruh, doğruluk ve adaletti. Tüm geçmiş deneyimler, bu ruhun her zaman hayatta olduğunu ve insan yaşamının her anında güçlü ve baskın bir faktör olduğunu kanıtlıyor.

Günümüzde, varoluşumuzun koşulları insanın bu en asil özelliğini zayıflatıyor ve bozuyor, tezahürünü saptırıyor ve onu hoşgörüsüzlük, zulüm, nefret ve çekişme ile dolduruyor. Ama insan maddi çıkarların yozlaştırıcı etkilerinden, cehaletten ve sınıf çelişkisinden kurtulduktan sonra doğuştan gelen doğruluk ve adalet ruhu kendisini ifade edebileceği yeni biçimler bulacaktır. Bu biçimler bireysel barış ve toplumsal uyuma doğru daha büyük kardeşlik ve iyi niyeti var edecektir.

Bu ruh ancak anarşiyle tam gelişimine ulaşabilir. Günlük ekmeğimiz için alçaltıcı ve acımasız mücadeleden kurtulmak, emeği ve refahı paylaşmak, insanın kalbinin ve zihninin en iyi nitelikleri olan gelişme ve bunun uygulaması için fırsatlara sahip olmak. İnsan gerçekten de -şimdiye kadar ancak rüyasında görebildiği haliyle- doğanın asil eseri haline gelecektir.

İşte bu nedenlerden ötürü anarşizm yalnızca belirli bir unsur veya sınıfın değil tüm insanlığın idealidir çünkü en geniş anlamıyla hepimize fayda sağlayacaktır. Anarşizm, insanlığın evrensel ve daimî arzusunun açık ve kesin ifadesidir.

Bu nedenle her erkek ve kadın anarşinin ortaya çıkmasına yardım etmekle hayati derecede ilgilenmelidir. Böyle yeni bir hayatın güzelliğini ve adaletini anlasalardı kesinlikle ilgilenirlerdi. Duygudan ve sağduyudan yoksun olmayan her insan anarşizme eğilimlidir. Yanlıştan ve adaletsizlikten, kötülükten, yolsuzluktan ve günümüzdeki hayatımızın pisliğinden muzdarip olan herkes, içgüdüsel olarak anarşiye sempati duyar. Kalbi şefkat, merhamet ve sempati karşısında ölmemiş olan herkes, anarşiyi büyütmekle ilgilenmelidir. Yoksulluğa ve sefalete, zorbalığa ve baskıya katlanmak zorunda olan herkes, anarşinin gelişini memnuniyetle karşılamalıdır. Özgürlüğü ve adaleti seven her erkek ve kadın bunun gerçekleştirilmesine yardım etmelidir.

Ve her şeyden önce ve en hayati olarak, dünyanın tüm ezilenleri ve bastırılmışlarının bununla ilgilenmesi gerekir. Saraylar yapan ama barakalarda yaşayanlar; yaşamın masasını kuran ancak yemek için masaya oturmasına izin verilmeyenler; dünyanın zenginliğini yaratan ve bundan mahrum bırakılanlar; yaşamı neşe ve güneş ışığıyla doldurdukları halde karanlığın derinliklerinde küçümsenenler; korku ve cehalet eliyle gücünden mahrum kalan yaşamın Samson’u*; Emek’in Çaresiz Titanı, beyin ve kas gücünün proletaryası, fabrikaların ve tarlaların halkı; anarşizmi büyük bir memnuniyetle kucaklamalıdır.

Anarşizm en güçlü çağrısını onlara yapıyor: Mahrum bırakıldıkları zenginliği onlara geri verecek; tüm insanlığa özgürlük ve esenlik, neşe ve güneş ışığı getirecek yeni gün için çalışması gereken, her şeyden ve herkesten önce onlardır.

“Muhteşem bir şey!” diyorsun; “Ama işe yarayacak mı? Ve ona nasıl ulaşacağız?”

Çeviri: Burak Aktaş


*Samson, doğaüstü güçleri olduğuna inanılan İbrani efsanevi kahraman

The post Anarşizm Nedir? (21): Anarşizm Mümkün Müdür? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/05/19/anarsizm-nedir-21-anarsizm-mumkun-mudur-alexander-berkman/feed/ 0