çernobil – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Wed, 05 Feb 2020 16:01:59 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Medya’da Popülizm – Gürşat Özdamar https://meydan1.org/2019/11/10/medyada-populizm-gursat-ozdamar/ https://meydan1.org/2019/11/10/medyada-populizm-gursat-ozdamar/#respond Sun, 10 Nov 2019 14:07:13 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/10/medyada-populizm-gursat-ozdamar/ Geçmişte en çok okunan gazetelerden birinin sloganı şuydu: “Halk Gazetesi”. Yaptığı haberlerle, köşe yazılarıyla, yorumlarıyla hani o çok sık tekrarlanan “halkın haber alma hakkını” yerine getirmeye çalışıyordu. Gazetenin adaletsizlikler ile ilgili haberler yapması, yolsuzlukları ortaya çıkarması, iktidarın gizli ilişkilerini teşhir etmesi “halkın oylarıyla halka hizmet etmek için seçilen” iktidar sahiplerinin pek hoşuna gitmiyordu elbette. Sonrası […]

The post Medya’da Popülizm – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Geçmişte en çok okunan gazetelerden birinin sloganı şuydu: “Halk Gazetesi”. Yaptığı haberlerle, köşe yazılarıyla, yorumlarıyla hani o çok sık tekrarlanan “halkın haber alma hakkını” yerine getirmeye çalışıyordu. Gazetenin adaletsizlikler ile ilgili haberler yapması, yolsuzlukları ortaya çıkarması, iktidarın gizli ilişkilerini teşhir etmesi “halkın oylarıyla halka hizmet etmek için seçilen” iktidar sahiplerinin pek hoşuna gitmiyordu elbette. Sonrası malum. Gazetenin genel yayın yönetmeni sokak ortasında bir tetikçi tarafından katledildi. Bu, aynı zamanda gazetecilere ve yazarlara olduğu kadar “halka” da bir mesajdı. Bir dönem kapanıyordu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı.

Günümüzde en çok okunan gazetelerden birinin sloganı ise şu: “Milli İradenin Sesi”. Aradan geçen on yıllardan sonra gelinen durumu özetlemeye bu örnek tek başına bile yeterli. Gazetesiyle, televizyon kanallarıyla, sosyal medya araçlarıyla medya günümüzde öyle bir konuma geldi ki, okuyucusu, izleyicisi ya da takipçisi olan “halk”, olaylara yüzeysel yaklaşır, derinlemesine araştırma ihtiyacı hissetmez, iktidarın belirlediği ölçülerin ve sınırların dışına çıkmaz oldu. Hatta bizzat onun biçimlendirdiği bir ortama hapsoldu. Magazin programları ile iç içe geçmiş haber bültenleri, üçüncü sayfadan farkı olmayan gazetelerin ana sayfaları bu ortamı adım adım hazırladı. Medyatik karakterlerin hemen her gün bir yenisi eklenen sansasyonları, acar paparazilerin mide bulandırıcı hikayeleri medyayı kapladı. Başka bir seçenek ortaya konulmayınca da bu tarz programların izleyicisi, takipçisi arttı. Hatta beğenilir, aranılır hale geldi. Bu durum reyting de alınca, bu tarzın devamı geldi ve daha da yaygınlaştı. Medya kendi işine geleni, “halk bunu istiyor” diyerek yeniden ve yeniden dolaşıma soktu.

Medya için “ehil olmayanların eliyle kültürleri medyatikleştirdi” gibi bir eleştiri yapılsa da, aslında planlı bir biçimde, ilmek ilmek, eğlenceyi düşünceye, magazini siyasete tercih etti ve kendi sistematiğine uygun biçimde, medya ile doğan ve onunla var olan, günümüzün popüler karakterlerini imal etti.

İnsan ilişkilerinde kapitalizmle beraber başlayan çözülmenin göstergelerinden biri popülerleşme. Popülerleşme ile meşhur olanla olmayan, gözde olanla olmayan gibi pek çok ikilikler kurulduğunu gözlemleyebiliriz. Bu ikilik aslında toplumda var olan ezen-ezilen ikiliğinin bir biçimde sürdürülmesini sağlamanın yanı sıra onu gizlemenin de bir yolu olmuş. İşte bu noktada popülizm karşımıza çıkıyor.

Nedir Popüler Olmak?

“Meşhur sanatçı, ünlü manken, aranan futbolcu, dünyaca tanınan müzisyen, gözde haberci, başarılı iş insanı, güzel sporcu, deneyimli siyasetçi, duayen gazeteci, yıldız oyuncu, beğeniyle izlenen dizinin yapımcısı.”

Hemen her gün gazetelerde okuduğumuz, televizyonlarda görüp radyolarda işittiğimiz, sosyal medyada karşımıza çıkan bu ifadeler ve tanımlamalar, eğer yaşadığımız dünya küçük bir köy olsaydı, anlamını yitirecekti. Öyle ya, küçük bir köyde, meşhur olmanın bir karşılığı bulunmayacaktı ve dolayısıyla kimse meşhur da olamayacaktı, yıldız da. Ama günümüzde “küresel köy” haline gelen dünyamızda bu tanımlamalardan kurtulamıyoruz. Modern yaşantı bir gösteriye dönüşmüş durumda. Bu gösteride hep var olmak, her zaman ilgi görmeye ve popüler olmaya bağlı. Sahnede herkese yer olmayınca da izleyici olanlara sahneye çıkma hayalleri ile avunmak kalıyor.

Elbette “popüler” olan da kendini, “halk böyle istiyor” diye tarifliyor. Peki eğer öyleyse, halkı bu ortaklaşmaya iten etmenler neler?

Halk sözcüğü tarih boyunca bir yerde yaşayanların tümü, ahali, millet, ulus gibi farklı anlamlarda kullanıldı. Halktan yana olmak anlamına denk düşen popülist ise, ilk başlarda seçkinlere karşı bir duruş olarak nitelense de günümüzde ulusalcılıkla beraber anılıyor. Halkın genel görüşünü yansıttığını savunan popülist medya da aslında farklı düşüncelere kapalı, çoğulculuk karşıtı bir profil çiziyor. Bu da ister istemez tek bayrak, tek vatan örneğinde olduğu gibi kendisini ırkçılığa kadar vardırabiliyor. Haber alma araçlarının biçim ve içerik değiştirmesiyle medya, sunduğu haberlerin arasına mehter marşını ya da İzmir Marşı’nı katarak tam da bunu yerine getiriyor.

Popülizm iktidar ile birebir ilişkilidir zaten. “Siyasi iktidarı kazandık ama kültürel iktidarı henüz kazanamadık” denmesinden sonra oluşturulan Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu’na çağrılan isimlere bakacak olursak bu daha iyi anlaşılır. “Tarihin Arka Odası” isminde popüler bilim-tarih programı yapan Murat Bardakçı, yine popülist söylemleriyle “ülkemizde söylenildiği kadar baskı olduğunu düşünmüyorum. Bundan daha açık bir toplum görmedim ben. Kimse baskı altında değil, bilakis herkes fazla özgür. Çok fazla atıp tutuyorlar” sözlerini sarf eden oyuncu Hülya Koçyiğit, söz konusu Kurul’a atananlara yalnızca birer örnek. Bu isimlerin Saray’daki görüntülerini servis eden medya hem AKP iktidarının kültürel ayağını oluşturmasında üstüne düşeni yapıyor, hem de bu kurula çağrılanları “halkını düşünen sanatçılar” nitelemesiyle ayırarak bu kurula çağrılmayanları ötekileştirerek, hatta düşmanlaştırarak kendi popülist politikasını sürdürmüş oluyor.

Hadi bunu geçtik diyelim, görevi kültür ve sanat alanında politika belirlemek olan, bunun için maaş alan aynı Hülya Koçyiğit, HDP önünde bekleyen ailelere destek ziyaretinde bulunarak kameralara poz veriyor, tam da popülistlik yapıyor.

Bunlar ne yazık ki, Koçyiğit’le sınırlı değil. Öyle popüler/popülist kişiler türedi ki, sabah haberlerinde, magazin programlarında, evlilik yarışmalarında ve hatta maç yorumlarında bile karşımıza çıkıyor ve hemen her konuda konuşup halka tercüman olduklarını iddia ediyorlar. Ama aslında yaptıkları çözüm olmaktan ziyade gündemleri konuşarak tüketmek. Bu kişiler neticede var olan siyasi iktidarın çizgisinde hareket ederek ona bir meşruiyet alanı kazandırıyor.

Farklı bir meşruiyet alanı kazandırma çabasını bir süredir Sabah Gazetesi de yapıyor. Bugüne dek hoşlaşmadığı hatta karaladığı kesimlerden popüler isimlerle yapılmış uzun röportajlara yer veriyor bu gazete. Görece sisteme muhalif düşünceye sahip bu insanlar konuşmalarında “ülkenin ve milletin iyiliğini” isteyen ifadelere yer veriyorlar. Bunlar doğrudan Erdoğan’ı ya da AKP’yi öven ifadeler olmasa da, bu röportajların bütünündeki sistematiğe bakıldığında “ülkenin ve milletin bekası” söylemini yükselten ve bu damardan oy toplayan Erdoğan’ın kazançlı çıktığını söyleyebiliriz. Okuyucuda herkesin milletin bekasını düşünüyor olduğu hissinin yaratılması popülizmin tam da istediği bir şeydir.

Her zaman bu kadar aleni olmasa da, popülizm, yalnızca dikkat edildiğinde fark edilecek boyutlarda, diziler yoluyla da giriyor hayatlarımıza. Örneğin Diriliş Ertuğrul, Payitaht, Kut’ül Amare gibi dizilerdeki karakterlere bakalım. Bu dizilerdeki başkarakterler her nedense Tayyip Erdoğan’ı andırıyor, anlatılan olaylar da sanki günümüzde geçiyor. Bu popülizm o kadar rahatsız edici boyutlarda ki, içerden birisi olan Semih Kaplanoğlu bile 3. Milli Kültür Şûrası’nın Sinema Radyo Televizyon Komisyonu’ndaki konuşmasında “Yok böyle bir tarih, yok böyle bir Abdülhamid, yok böyle bir saray. Reyting uğruna Abdülhamid’den televizyon yıldızı çıkaramazsınız” diye veryansın etti.

Gerçekten de dizinin ilk bölümlerinde canlandırılan bir cuma namazı sırasında Abdülhamid’e suikast sahnesi ve sonrasında yaşananlar, öylesine 15 Temmuz gününe benzetilmiş ki, bunun bir tesadüf olmayacağı ortada.

Netflix dizileri ise bu işin dünyada nereye vardığına iyi bir örnek. Hemen her kıtada 150 milyon abonesi olan Netflix, yapay zekâ teknolojisinden de faydalanarak abonelerinin izleme alışkanlıklarını inceliyor ve onlara film ve dizi öneriyor. Bu “hizmeti” müşteri memnuniyeti adı altında yaptığını iddia etse de, popüler olanı belirleyip buna göre diziler tasarlayarak, para kazanmanın kolay bir yolunu bulmuşa benziyor. Böylelikle Netflix, örneğin Çernobil gibi dünya üzerinde milyonlarca insanı etkilemiş “popüler” bir nükleer katliamı anlatan diziyle kendi “popülerliğini” de sürdürmüş ve artırmış oluyor.

İtalya’nın Po Ovası’ndaki çeltik tarlalarında çalışanların hep birden söyledikleri ve sonraki yıllarda anti-faşist bir marşa dönüşmüş olan Bella Ciao isimli halk şarkısını gene bir başka Netflix yapımı olan La Casa De Papel dizisinde bolca işittik. Bu dizinin ulaştığı milyonlar sayesinde bu parça öyle tanınır oldu ki, sanki Bella Ciao sırf bu dizi için bestelenmiş bile zannedildi. Öyle ki, devrim desen yirmi metre uzaklaşacak bir karakter olan Hilal Cebeci dahi bu parçaya klip yapmakta bir sıkıntı görmedi. Üstelik kendi popülerliğine popülerlik kattı. Yani herkes kazandı, halk dışında!

Kimin borusu?

Bu son iki örnek popülizmin şu tehlikesini de gözler önüne seriyor. Popülizm yalnızca bugünle müsemma bir şey değil, geçmişin tahribiyle de kendini var eden bir kavram. Bakılınca, tarihin de yeniden yazımının söz konusu olduğu ortada. Artık ne Çernobil, ne de Bella Ciao bildiğimiz şeyler olarak sunulmuyor. Bambaşka bir biçime dönüştürülmüş durumdalar. Gerçi medya kendi yarattığı ve popüler yaptığı kimi karakterlerle zaten bunu sürdürüyor. Tarihi İlber Ortaylı’dan, sağlığı Canan Karatay’dan, futbolu da Arda Turan’dan öğrenmeye alıştık bile.

Bir tarafta, halkın nabzını tuttuğunu iddia eden, haber bültenleri, tartışma programlarıyla halka “istediğini veren” medya diğer tarafta ise, herkesin izlediği televizyon kanalını izleyen izleyici. İzleyici, böylece kendini genelin bir parçası gibi hissetmekte, bu genele uyum nedeniyle de başının ağrımayacağını düşünmekte. Elbette bunda kazanan gene iktidar oluyor.

Görece bağımsız ve tarafsız haber ve yayın yapan gazeteciler, programcılar, yayıncılar her dönem mevcut olsa da, bütününe bakıldığında, medya, patronların ya da siyasetçilerin at koşturduğu, onların egemen olduğu bir yer. Medyayı elinde bulunduran patron ya da siyasetçinin ideolojisine uygun haberleriyle dolu, onlara övgüler düzen, gerçeği ya hiç göstermeyen ya da çarpıtan medyanın etkisinde kalan halk neyi isteyebilir?

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Medya’da Popülizm – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/10/medyada-populizm-gursat-ozdamar/feed/ 0
Senaryo Tartışılsa da Gerçek Gerçektir: Çernobil – Fırat Binici https://meydan1.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/ https://meydan1.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/#respond Tue, 11 Jun 2019 14:25:18 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/ “Yalanların bedeli nedir? Cevap onları gerçeklerle karıştırmaya başlamaktan ibaret değil şüphesiz. Asıl tehlike; eğer yeterince yalan dinlersek artık gerçeği ayırt edemez, tanıyamaz hale gelmemizdir. Peki o zaman ne gelir elimizden? Uydurduğumuz hikayelerle kendimizi tatmin etmekten başka ne kalır geriye?” Son dönemde -Game of Thrones’un hemen ardından birkaç gün içinde- oldukça gündemleşen ve birçok tartışmayı da […]

The post Senaryo Tartışılsa da Gerçek Gerçektir: Çernobil – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Yalanların bedeli nedir? Cevap onları gerçeklerle karıştırmaya başlamaktan ibaret değil şüphesiz. Asıl tehlike; eğer yeterince yalan dinlersek artık gerçeği ayırt edemez, tanıyamaz hale gelmemizdir. Peki o zaman ne gelir elimizden? Uydurduğumuz hikayelerle kendimizi tatmin etmekten başka ne kalır geriye?”

Son dönemde -Game of Thrones’un hemen ardından birkaç gün içinde- oldukça gündemleşen ve birçok tartışmayı da beraberinde getiren 5 bölümlük Çernobil dizisi bu sözlerle başlıyor. Daha şimdiden birçok yazının konusu haline gelse ve gerçekleri ne kadar yansıttığı tartışılıp dursa da aslında bizim için meselenin en önemli kısmı, dizinin topluma bir şeyleri tekrardan hatırlatmış olması.

Çernobil’in Gerçekliğini Hatırlamak

1986 yılı Nisan ayında Sovyetler Birliği’nin bir parçası olan Ukrayna’daki V.I. Lenin Nükleer Santrali bizim bildiğimiz adıyla Çernobil Nükleer Santrali’nde gerçekleşen patlama, savaşları dışarıda tutarsak, insanlığın kendi elleriyle yarattığı en büyük katliam olarak kabul edilir. HBO kanalının bu katliamı merkezine alan Çernobil dizisi de “Olay nasıl gerçekleşti?” ve “Sonrasında neler yaşandı?” sorularına gerçeklere yaslanarak yanıtlar vermeye çalışıyor. Tam da bu noktada gelebilecek kimi eleştirileri savuşturmak için, yayınlananın bir belgesel değil dizi olduğunu vurgulamakta fayda var.

Beş bölümden oluşan dizi, ilk iki bölümde patlamanın gerçekleştiği anda ve ilk 24 saat içinde yaşananları anlatıyor. Daha sonra ise bu büyük patlamanın yol açacağı sorunların önüne geçmek için harcanan emekleri, yaşananları, alınmaya çalışılan önlemleri gösteriyor. Ve son bölüm, başroldeki profesör Legasov’un mahkemede “patlamanın santraldeki bir hatadan kaynaklı olduğunu iddia eden” yani “devleti suçlayan” sansasyonel konuşmasıyla bitiyor.

Dizinin ABD yapımı olduğu için bir anti-sovyet propagandası içerdiğini, gerçeği yansıtmayacak derecede abartılı ve kurgu karakterler içerdiği için tamamen gerçek dışı olduğunu söyleyenler var bir yanda. Diğer yanda ise sovyet hükümetinin patlamadan ve onun etkilerinden hem kendi halklarını hem de tüm dünyayı haberdar etmek noktasında geç kaldığını, bu dizinin de sovyet bürokrasisinin gerçek yüzünü gösterdiğini savunanlar. Belgesel olmadığı halde belgeselmiş gibi lanse edilip izleyicileri yanlış bilgilendirdiği gerekçesiyle eleştirenler…

Her şey tartışılabilir elbette fakat patlamanın olduğu santralin binlerce metrekarelik çevresinde neredeyse hiçbir yaşam belirtisinin olmaması ve mutant canlı türlerinin ekosistemi haline gelmesi (Kiev’den hareketle gerçekleştirilen, turistlere terk edilmiş Çernobil’i keşfetmeyi, girişe kapalı bölgelere girme izni bile vaat eden günübirlik turlar dizinin yayınlanmasının ardından daha da popülerleşmiş olsa da) gerçeğini nasıl tartışacağız ya da nasıl anlatacağız?

Her şey tartışılabilir elbette fakat radyasyondan etkilenerek yaşamını yitiren ve önümüzdeki yıllarda yitirecek olan binlerce insanı nasıl tartışacağız ya da nasıl anlatacağız?

Olayla hiçbir alakası olmadığı halde sırf kendi çıkarları ya da devletinin prestiji için insanların yaşamlarını hiçe sayarak “Burada radyasyon yoktur!” diyen devlet yöneticilerini ve hatta “Radyasyonlu çay iyidir!” diyen yöneticilerin olduğu gerçeğini nasıl tartışacağız?

Binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen bu topraklarda dahi kanserden yaşamını yitiren onlarca insanın olduğu gerçeğini nasıl tartışacağız? Elbette bu meseleyi gerçeklerden ayrı tartışamayız çünkü nükleerin gerçekliği bu. Çünkü biliyoruz, Çernobil ilk nükleer facia değil son da olmayacak. Çernobil’de, hatta daha önceki patlamalarda, en son 2011’de Fukuşima’daki patlamada gördüğümüz gibi ve şu anda inşaatı devam eden Mersin’deki Akkuyu Nükleer Santrali’nde de bilmeliyiz ki nükleerin gerçekliği bunlar.

Bu tartışmalar sürerken bizler Çernobil’i nasıl tartışıp konuşmalıyız, nasıl anlatmalıyız? Sonuçları yaşamlarımızı doğrudan ilgilendiren bir facianın bilgilerini dahi yine o faciayı yaratan devletlerin kontrolünde edinirken bizler nasıl yalanları ve gerçekleri ayırt edebileceğiz?

Ve Dizinin Gerçekliği?

Çernobil dizisi öncelikle nükleer santrallere karşı hassasiyeti arttırılıyor gibi görünüyor, genel olarak izlenimlerimiz de bu yönde. Fakat başroldeki profesörün dizinin başındaki kaset sahnesinde ve sonundaki mahkeme sahnesindeki konuşmalarında gözden kaçmayan bir detay daha var. Profesör Legasov santralin teknik olarak nasıl patladığını anlattıktan sonra santrali patlatan şeyin aslında yalanlar olduğunu söyleyerek devleti eleştirmeye başlıyor. Ve esasında bazı şeylerin devlet tarafından saklandığını, patlamaya göz yumulduğunu ileri süren Legasov’un (bu yanlışlar olmasa ve diğer santraller de tekrardan gözden geçirilse) bu nükleer santrallerin varoluşunda herhangi bir beis görmediğini fark ediyoruz. Evet, dizi genel hatlarıyla nükleere karşı daha duyarlı olmaya itmiştir belki izleyicileri, fakat şu da bir gerçektir ki bu santrallerin var oluşu bile doğa için bir tehdittir; sorun nasıl kullanıldığı ve kimin kullandığından ibaret değildir.

Dizide devletin olmazsa olmazı olan bürokrasinin çıkmazları, özellikle Sovyet bürokrasisinin çöküşü de sıkça vurgulanmış. Son bölümde patlamanın bir test sonucu gerçekleştiğini, bu testin ilk kez yapılmadığını ve daha öncekilerin de başarısız olduklarını görüyoruz. Aynı zamanda fabrikaların elektriğe ihtiyacı olduğu bilgisi geldikten sonra da testi tamamladığında terfi alacak olan santral müdürünün durumdan hoşnutsuz olması da bir diğer detay. Daha sonra da patlama yaşandıktan sonra Sovyet politbürosunun Moskova’dan olayı çözmek istemesi, merkezileşmeyle bürokrasinin de bir nükleer santral kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor bizlere.

Patlamadan sonra nükleer santralin çatısına fırlayan ve radyoaktif halde olan grafit parçalarını, kürekle çekirdeğe doğru atmak için yalnızca ama yalnızca 90 saniyeleri olan “3000 küsür biyorobot” sahnesiyle de radyasyonun öldürücülüğü gözler önüne seriliyor. Öyle ki bu kadar öldürücü radyasyona sahip bu grafit parçalarının aylar boyunca çatıda temizlenemeden durmuş ve radyasyon yaymış olması da bir başka acı gerçek. Patlama sonrasında yangına ilk müdahaleyi gerçekleştiren itfaiyecilerden biri ise patlamadan 17 gün sonra tıpkı diğer itfaiyeciler gibi feci şekilde yaşamını yitiriyor. Radyasyonun etkileri sonucunda insanların ve hayvanların uzuvlarındaki anormal görüntüler dizide hiç işlenmemiş olsa da radyasyonun etkisiyle ölen itfaiyeci bu boşluğu kısmen dolduruyor.

Rusya’daki NTV kanalı ise HBO’nun anlattığından farklı (Amerikalıların Çernobil Nükleer Santrali’ne sızdığını ve patlamaya sebep olduğunu “tarihi kanıtlara” dayandıran) bir hikaye anlatacak yeni bir Çernobil dizisi çekileceğini açıkladı. Dizinin her ne kadar anti sovyet propagandası olduğu yazılıp çizilse ve bu her ne kadar ayrı bir tartışma konusu olsa da diziden esas alacağımız mesaj nükleerin Sovyet’i, Amerikan’ı, Fransız’ı ya da sosyalisti, kapitalisti olmayacağı gerçeği değil midir? Esas gerçek nükleerin ölüm anlamına geldiği değil midir? HBO yapımı bu 5 bölümlük dizinin, nükleerin ne kadar yıkıcı bir şey olduğunu görsel olarak da anlatması açısından olumlu bir yerde durduğunu düşünüyoruz.

Ateşi elinizde tutarsanız eğer, ateşin elinizi yakmasından şikayet edemez ya da bundan dolayı kimseyi suçlayamazsınız. Eğer bir nükleer santral inşa ediyorsanız, nükleerin ne olduğunu ve her daim bir katliama yol açabileceği ihtimalini bile bile yapıyor olursanız, bundan kaynaklı gerçekleşebilecek bir katliamdan dolayı da kimseye kızmaya hakkınız olmayacaktır. Artık lanetlenmişsinizdir ve bu katliam sizi de bulacaktır. Bundan sonra yazılacak herhangi bir yazı, çekilecek herhangi bir film ya da dizi, olabilecek herhangi bir olayda eleştirilmeniz gayet doğal değil midir? Üstelik bahsettiğimiz şey bir nükleer katliam ise; etkileri yüzlerce yıl boyunca milyonlarca insanı etkileyebilecek bir katliam ise yapılması gereken nedir? Çernobil dizisine en çok da bu açıdan bakılması gerekiyor.

Fırat Binici

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.

The post Senaryo Tartışılsa da Gerçek Gerçektir: Çernobil – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/feed/ 0
Çernobil’den Akkuyu’ya Nükleer’e Hayır – Ahmet Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2018/04/24/cernobilden-akkuyuya-nukleere-hayir-ahmet-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2018/04/24/cernobilden-akkuyuya-nukleere-hayir-ahmet-ozgur-erdogan/#respond Tue, 24 Apr 2018 10:24:25 +0000 https://test.meydan.org/2018/04/24/cernobilden-akkuyuya-nukleere-hayir-ahmet-ozgur-erdogan/   İşçiler muhtemelen yaklaşmakta olan 1 Mayıs’a hazırlanıyordu ve başlarına geleceklerden habersiz yine işlerinin başındaydı. Yaptıkları iş gereği, belki yavaş yavaş ölüme yaklaşıyorlardı ama ölüm onlar için aniden geldi. Çernobil’deki işçilerden söz ediyorum. İki metrelik betonu bile delen ilk patlama sırasında yaşamını yitiren işçilerden. Zamanının iki “süper gücü”nün arasındaki soğuk savaş, silahlanma ve uzay çalışmaları […]

The post Çernobil’den Akkuyu’ya Nükleer’e Hayır – Ahmet Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

İşçiler muhtemelen yaklaşmakta olan 1 Mayıs’a hazırlanıyordu ve başlarına geleceklerden habersiz yine işlerinin başındaydı. Yaptıkları iş gereği, belki yavaş yavaş ölüme yaklaşıyorlardı ama ölüm onlar için aniden geldi.

Çernobil’deki işçilerden söz ediyorum. İki metrelik betonu bile delen ilk patlama sırasında yaşamını yitiren işçilerden.

Zamanının iki “süper gücü”nün arasındaki soğuk savaş, silahlanma ve uzay çalışmaları alanlarında sonu gelmez bir rekabete dönüşmüştü ve bu yarışta hataya yer yoktu. Her şey iyi gidiyordu(!) ya da öyle gösteriliyordu.

Eğer Çernobil Nükleer Santrali’nden sızan radyoaktif maddeler, Avrupa üzerinde bir bulut haline geldiğinde fark edilmeseydi, böyle bir “kaza”nın olduğunu bile duymayacaktık. İşçiler de “devletlerinin bekası için öldü” denilerek olay kapatılacaktı.

Gerçekten de SSCB, reaktörlerden birinde meydana gelen arızayı gizledi ve müdahale edilmesine olanak vermedi. Hoş, duyursaydı da radyoaktif sızıntıyı önlemenin çok bir gerçekliği yoktu. Aradan geçen onca yıla rağmen bugün bile radyoaktif yayılma devam ediyor ve 48 bin yıl daha böyle sürecek!

Yine de bölge boşaltılabilir, sonrasında kansere yakalanarak yaşamlarını yitiren binlerce kişi kurtarılabilirdi. Ama “süper güç” bunu yapmadı.

Aynı yıllarda, yaşadığımız topraklar üzerine de radyoaktif bulutların geldiği, yağmurlarla beraber bu maddeleri bıraktıkları bir dönem oldu. Ancak bu durum, dönemin Özal hükümetince hep inkar edildi. Fındığa, çaya ve daha pek çok ürüne bulaşan, oradan hayvanlara ve insanlara geçen radyasyon için önlem almak bir yana, eğlence malzemesi yapıldı.

Ancak Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından 200 kat etkili olduğu belirtilen Çernobil’den yayılan radyasyon, Karadeniz kıyılarından itibaren yayıldığı her yerde kanser vakalarını ve kansere bağlı ölümleri arttırdı. Uzun yıllar boyunca yeni doğanlar mutasyona uğramış olarak doğdular. Kimi bölgelerde, bugün bile, ana sütünde radyoaktif maddelere rastlandığı bilgisi var.

Sovyet yetkililer radyasyonun zararsız olduğuna inandırmak için ne yaptılar, bilinmez. Ama buradakilerin işi çok kolay oldu; demli bir bardak çay içen bakan yetti de arttı.

Sonrasında “madem radyasyon zararsız, bu santralden biz de yapalım” lobisi başladı. Çok, daha çok enerjiye ihtiyacımız olduğu masalı, dışa bağımlılıktan kurtulmamız gerektiği sosuyla süslenince bir güzel yutuluverdi.

Şimdi, Çernobil’i kuran ve patlamasına seyirci kalan Rosatom şirketi ile Mersin Akkuyu’ya bir “ölüm santrali” kurmak için anlaşıldı. Üstelik hiçbir hukuksal süreç bile işletilmedi; ÇED raporu aranmadı, itirazlar dinlenmedi. Hatta denetimden kaçırmak için ihale, TC ile Rusya arasında devletlerarası bir anlaşma ile yapıldı.

Dikkat edilirse, yine “enerji ihtiyacı”, yine “dışa bağımlılıktan kurtulma” sözlerini işitiyoruz. Sormak gerek, kimin bu kadar enerjiye ihtiyacı var? Ne için?

Oysa daha bir kaç yıl önce HES saldırısı sürerken “enerji ihtiyacı için HES’leri yapmamız zorunlu” deniyordu. Pek çok nehir üzerine ve birçok irili ufaklı dere birleştirilerek HES’ler yapıldı. Peki ne oldu? Sözünü ettikleri enerji ihtiyacı bir türlü karşılanamadı. Çünkü asıl mesele enerji değildi, suyun ticarileştirilerek büyük şirketlere sunulmasıydı.

Nükleerde de amaç, enerji değil. Çünkü günümüzün sanayi ve teknoloji yatırımlarına, mantar gibi açılan AVM’lere, gece gündüz yanan aydınlatmalara bakarsak kapitalizmin enerji ihtiyacının karşılanabilmesi mümkün değil.

Üstelik birçok coğrafyada nükleer santraller kapatılırken “dünyanın en kalabalık dördüncü ordusuna” sahip olmakla övünen TC, nükleeri büyük güç olabilmenin koşulu olarak görüp nükleer silahlara sahip rakiplerine öykünmüş olabilir.

Çernobil “sabıkası” olan Rosatom’un kuracağı Akkuyu Nükleer’de ya da Sinop Nükleer’de olası “kazayı” yaşayıp ölümcül kansere yakalanmak ya da sevdiklerimizi kaybetmek istemiyoruz. Yaşadığımız toprakların ve bütününde tüm doğanın talan edilmesini, geri döndürülemeyecek hasarlar almasını, yaşamın yok edilmesini istemiyorsak yapacağımız çok şey var ve ilk iş “Nükleere Hayır” demek! 

Ahmet Özgür Erdoğan

[email protected]

 

Bu yazı  Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Çernobil’den Akkuyu’ya Nükleer’e Hayır – Ahmet Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/04/24/cernobilden-akkuyuya-nukleere-hayir-ahmet-ozgur-erdogan/feed/ 0
Çernobil’in Sabahında – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2017/05/05/cernobilin-sabahinda-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2017/05/05/cernobilin-sabahinda-ozgur-erdogan/#respond Fri, 05 May 2017 14:08:09 +0000 https://test.meydan.org/2017/05/05/cernobilin-sabahinda-ozgur-erdogan/ Güneşli, açık bir gün de olabilir bugün, yağmurlu karanlık bir gün de. Kar da yağabilir o gün her taraf bembeyaz olur; belki çiy de düşebilir o gün sabahında. O günün sabahında, kahvaltımızı yapmış evden çıkmış olacağız. Kimimiz çocuğunu okula bırakacak. Kimimiz apar topar metroya, otobüse, vapura yetişmeye çalışacak. Kimimiz sofrayı toplayıp, ev işlerine girişecek. Kimimiz […]

The post Çernobil’in Sabahında – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Güneşli, açık bir gün de olabilir bugün, yağmurlu karanlık bir gün de. Kar da yağabilir o gün her taraf bembeyaz olur; belki çiy de düşebilir o gün sabahında.

O günün sabahında, kahvaltımızı yapmış evden çıkmış olacağız. Kimimiz çocuğunu okula bırakacak. Kimimiz apar topar metroya, otobüse, vapura yetişmeye çalışacak. Kimimiz sofrayı toplayıp, ev işlerine girişecek.

Kimimiz vapurda ekmek atacak martılara, kimimiz otobüste koltuk altını burnumuza yaslayan adama söylenecek. Kimimiz kilitlenip kalmış trafikte donuk donuk bakarak her günkü bıkkınlığa dalacak. Gündelik meseleler, kredi kartı borçları, ev kiraları, ailevi ya da özel problemler ile meşgul olacak belki kafamız. Belki de akşam eve giderken kızımızın doğum gününde ona ne alacağımıza kafa yoracağız.

Dükkânın kapısı açılacak. Bir gökdelenin içindeki asansöre binilecek. İş güvenliği için kask takılacak. Sıkıcı bir dersi en az 40 dakika dinlemek için sıraya oturulacak.

Önce bir ışık göreceksin. Vakanın yaşandığı yere ne kadar yakınsın bilmiyorum ama çok çok yakın değilsen ve eğer hayatta kalabilirsen, bu ışık seni 45 dakika boyunca kör edecek. Vakanın yaşandığı yere çok yakın olanlar “Ani Nükleer Radyasyon”a maruz kaldıkları anda, oracıkta korkunç bir şekilde ölecekler.

Hemen ardından 300.000 °C’lik bir ısı dalgası yayılacak. Fakat buna ısı dalgası demek facianın boyutunu küçümsemek olur. Bir alev rüzgârı, inanılmaz bir güçle vakanın yaşandığı çok geniş bir alana yayılırken, bizimle beraber ilk 5 kilometredeki binalar, ağaçlar ve hayvanlar anında kül olacak. Mesafe arttıkça hızı saatte 470 km olan alev rüzgârı yavaşlayacak ve saatte 260 km’ye düşecek. Sırasıyla vücudumuzda 1., 2. ve 3. dereceden yanıklar oluşacak. Işığın kör edemediği gözlerimiz ısı ve radyasyon yüzünden kör olacak.

İlk alev rüzgârı geçtikten sonra, emme safhası denen bir basınçla karşılaşacağız. Kazara ayakta kalmış binalar köprüler, insanlar ve hayvanlar bu safhada açığa çıkan basınç nedeniyle yok olacak.

Hala hayatta mısın? Ailen, eşin, çocukların, iş arkadaşların, sınıf arkadaşların, ya onlar? Sakın! Olduğun yerde kal! Telefonuna, televizyona ya da bilgisayara davranman anlamsız. Hiçbiri çalışmayacak. Eğer hala yapmadıysan, ağzını ve burnunu bir mendille ya da kumaş parçasıyla kapat. Bir sığınak bulmak için 30 ila 60 dakikan var. Vücudunun açıkta kalan her yerini kapat ve sığınak aramaya başla!

Bazılarımız bunların hiçbirini yaşamayacak. Belki vakadan haberimiz olacak, belki de olamayacak -Böylesine büyük bir vakayı ne kadar gizleyebilirler bilmiyorum, ama bir yerlerde bunun günlerce, hatta kimilerinin yıllarca gizlenebildiğini okumuştum.

Daha önceden söylediğim gibi. Ne kadar yakınsın bilmiyorum, fakat hala ölmeyecek kadar uzaksan, ölümün seni es geçtiğini düşünme! Yüzlerce kilometreye yayılacak bir nükleer serpinti hepimizi bekliyor olacak. Bu dakikadan sonra aldığımız nefes ve içtiğimiz su bile ölüm kokacak!

Tahliye otobüsleri, koşuşturma, korku, panik, gaz maskeleri… Sonraki birkaç gün böyle geçecek. Radyoaktif serpinti anbean çok geniş bir çembere yayılırken, ilk hissettiğimiz şeylerden biri bulantı ve kusma olacak; sonra yavaş yavaş katarakt, saç kaybı, kan hücresi kaybı gibi belirtilerle karşılaşacağız. En nihayetinde, ölümcül hastalıklar ve vücut deformasyonları başlayacak.

“Tavukların ibikleri, kırmızıdan siyaha dönüşecek”, “Süt hiç ekşimeyecek; kuruyup, bembeyaz bir pudraya dönüşecek”. Her yeri keskin bir iyot kokusu kaplayacak. Ne yazık ki bununla da kalmayacak. Hayatta kalanların çocukları bu vakaya hiç şahit olmasalar dahi, bunun acısını yaşayacaklar. Sakat doğan çocuklar, deforme olmuş bedenler, nesilden nesile aktarılan genetik hastalıklar…

Günün hiç bitmediği, herkesin vızır vızır koşuşturduğu kentler, hayvanların otladığı meralar, köy kahveleri, mesire alanları her şey; her yer büyük bir sessizliğe gömülecek… Yıllar sonra bilimciler, buralarda 900 yıl boyunca tekrar yerleşimin olamayacağını ve radyasyonun hala çok yüksek olduğunu söyleyecekler. Şehirlerin ve köylerin bu terk edilmişliği; bu ıssızlığı, yıllar sonra insanları hüzünlendiren ya da içlerinde bir boşluk duygusu uyandıran bir “facebook albümüne” dönüşecek.

Belki de bir eş, bir anne yıllar sonra yaşadıklarını şöyle anlatacak gelecek nesillere:

“…her şeyden çok sevdiğim insan, onu kendim doğurmuş olsam daha fazla sevemeyeceğim insan gözlerimin önünde bir canavara dönüşerek öldü. Lenf bezlerini aldıkları için dolaşımı bozulmuştu, burnu bir yana kaydı, üç misli büyüdü. Gözleri iki yana bakmaya başladı, içlerinde farklı bir ışık vardı. Daha önce görmediğim ifadeleri görüyordum. Artık burada değildi sanki, yine de gözlerinde bakan birileri vardı. Sonra bir gözü tamamen kapandı. Tek korktuğum şey kendi halini görmesiydi. Sonra benden el işaretleriyle aynayı istemeye başladı. Unutmuş gibi yapar mutfağa kaçardım. İki gün boyunca onu atlatmayı başardım. Üçüncü gün not defterine “Aynayı getir” yazıp sonuna üç ünlem işareti koydu. Fısıldamayı bile başaramadığı için kalemle anlaşıyorduk… Sonunda en küçük aynayı getirdim. Kendine baktı ardından kafasını yatağa vurmaya başladı. Onu avutmaya çalıştım… Sıradan bir kanser değildi bu, Çernobil kanseriydi. Doktorların dediğine göre, tümörler vücudunda metastaz yapsaymış kısa sürede ölürmüş. Oysa yavaş yavaş vücudu boyunca, yukarıya yüzüne doğru ilerlemiş. Yüzünde siyah bir şey oluştu. Çenesi kayboldu, dili dışarı çıktı. Damarları dışarı çıktı, kanamaya başladılar. Boynundan, yanaklarından, kulaklarından, her yerinden… Soğuk su getirip onu ıslak bezlerle sarardım, ama hiçbir faydası olmazdı…”

Vakadan herkes etkilenecek, ama olan yine bizlere olacak. Devlet adamları ve zenginler özel jetlerine atlayıp oradan uzaklaşacaklar. En korunaklı elbiseleri giyip en az kirli olan yemekleri yiyecekler. Ama sen ben ve diğer tüm öteki ezilenler, ölüm için daha kolay lokma olacağız.

Bir keresinde bir yerde okumuştum. Bu tarz vakaların yaşandığı yere ilk gönderilenler robotlarmış. Fakat robotlar bozulunca, evsizler, itfaiyeciler, işçiler gönderilmiş hep buraları temizlemeye.

Bu özel jetleriyle buralardan kaçanlar, halihazırda uzak olan zenginler ve devlet adamları yüzleri hiç kızarmadan kürsülere çıkıp, alçakça konuşmayı sürdürecekler. Belki olağanüstü hâl ilan edecekler. Günah keçileri bulup, onları suçlayacaklar. Evsiz, yersiz, yurtsuz kimsesiz kalan insanlar sokaklara döküldüğündeyse, sanki soludukları zehir yetmiyormuş gibi, bir de onları gaza boğduracaklar.

Bu yaşam düşmanları bir bir televizyona çıkıp, üzüntülerini belirtecekler. “Kader…”, “fıtrat…”, “takdiri ilahi”ler havada uçuşacak… Ve gözlerimizin içine baka baka “kaza” diyecekler. KAZA… Bu bir nükleer KAZA… Ölülerimize bakıp bakıp, can çekişen hastalarımıza bakıp bakıp, KAZA diyecekler. BU BİR NÜKLEER KAZA…!

***
O günün sabahında ya da ertesi günün sabahında güneşli açık ya da yağmurlu kapalı bir güne uyanabilmek için. Yağan karı ve her yerin bembeyaz olduğunu görebilmek için. Çimenlerin üzerindeki çiy tanesini görebilmek için…

Bu coğrafyanın en güzel sesli çocuklarından birini saçları dökülmüş bir şekilde uğurlamamak için, çocukların, hayatın, arkadaşların, sevgilin ve tanımadığın bir dolu insan için…

Ağaçlar, kuşlar, kediler, köpekler dahası tüm bir yaşam için…

Koşullar ne kadar kötü olursa olsun ertesi gün uyanabilecek gücü sana veren yaşama sevgin için…

Ne Mersin’de Ne Sinop’ta ne de dünyanın herhangi bir yerinde nükleere izin verme, yaşama yapılan bu saldırıya baş eğme!

NOT: Tırnak işareti içine alınmış bölümler Svetlana Aleksiyeviç’in “Bir Nükleer Felaketin Sözlü Tarihi: Çernobil’den Sesler” kitabından alınmıştır.

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 38. sayısında yayınlanmıştır.

The post Çernobil’in Sabahında – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/05/05/cernobilin-sabahinda-ozgur-erdogan/feed/ 0
“Çernobil İşçileri İki Kez Öldürür” https://meydan1.org/2017/04/26/cernobil-iscileri-iki-kez-oldurur/ https://meydan1.org/2017/04/26/cernobil-iscileri-iki-kez-oldurur/#respond Wed, 26 Apr 2017 12:05:12 +0000 https://seninmedyan.org/?p=3394 Bugünlerde bir başka 26 Nisan’ı, Çernobil’in yıldönümünü karşılamaya hazırlanıyoruz. Çernobil’in o ağır yükü; sorumluluğu sayfa sayfa önümüze dökülüyor. Binlerce akıl almaz yaşam hikayesi ve deneyim internet aleminin bilgi denizinde kağıttan bir gemi gibi bata çıka seyrediyor. Her 26 Nisan’da bu hikayeler; ucu sivri, tırtıklı bir bıçak gibi vicdanımızı ve “insanlığımızı” biçiyor. Biz bu hikayelerden bahsetmeyeceğiz. […]

The post “Çernobil İşçileri İki Kez Öldürür” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Bugünlerde bir başka 26 Nisan’ı, Çernobil’in yıldönümünü karşılamaya hazırlanıyoruz. Çernobil’in o ağır yükü; sorumluluğu sayfa sayfa önümüze dökülüyor. Binlerce akıl almaz yaşam hikayesi ve deneyim internet aleminin bilgi denizinde kağıttan bir gemi gibi bata çıka seyrediyor. Her 26 Nisan’da bu hikayeler; ucu sivri, tırtıklı bir bıçak gibi vicdanımızı ve “insanlığımızı” biçiyor.

Biz bu hikayelerden bahsetmeyeceğiz. Fakat, merak edenlerin, bir nükleer katliamın sayılarla değil de ancak ve ancak buna maruz kalanların aktardığı deneyimlerle anlaşılabileceğini görmeleri için Svetlana Aleksiyeviç’in Çernobil’den Sesler kitabına bir bakmalarını öneriyor; hatta onları kitabı okurken dünyaya her gün bir yenisi eklenen santrallerin açığa çıkardığı ve çıkaracağı felaketler üzerine düşünmeye, dahası bu santrallere karşı eylemeye davet ediyoruz.

Evet, biz bu hikayelerden bahsetmeyeceğiz dedik ama yine de hikayelerden gideceğiz. Daha doğrusu, “Evet nükleer öldürür, ama nükleer yoksulları ve ezilenleri daha mı çok öldürür?” sorusunun peşine düşeceğiz. Bizlere doğal afet diye yutturulmaya çalışılan sellerin varoşlardaki evleri basması gibi, depremlerin bilmem kaç şiddetindeki yer sarsıntılarına dayanıklı lüks siteleri es geçip, kağıttan kuleler gibi dizilmiş yoksul apartmanları yerle bir etmesi gibi… Acaba radyasyon da, herkesi öldürdüğünden daha fazla mı öldürmüştür ezilenleri?

Radyasyon, kapitalizmin ve devletin üzerlerine zırh olduğu insanları es geçmese de, günlük hayatını baldırı çıplak geçiren biz ezilenleri, efendilerden daha mı çok öldürmüştür? Yine bu katliamlarda efendiler birer birer ölürken biz yine yüzlerle, binlerle, milyonlarla mı ölmüşüzdür?

Pripyat’ta işçiler patlama sonrasında şehri temizliyor. – 1986

Çernobil Katliamı ve “Kahraman Yoksullar”

Bir çoğumuzun bildiği üzere, 26 Nisan 1986 akşamı, Sovyetler Birliği’ndeki Pripyat kasabasının yakınlarındaki Çernobil nükleer santralinde büyük bir patlama meydana geldi. Patlama esnasında 31 kişi öldü. Fakat patlamanın etkisi dalga dalga yayıldı. Sovyetler Birliği devletinin katliamı gizleme çabası, radyasyonun etkisini katmerledi. 26 Nisan 1986’da Çernobil’de patlayan nükleer, o günden bugüne Rusya’dan yaşadığımız topraklara kadar ölüm ve kanser olarak yağdı üzerimize.

Patlamanın hemen ardından Sovyet yetkililer, bölgenin temizliği için robotlar gönderdiler Çernobil’e. Fakat robotlar bile maruz kaldıkları radyasyon yüzünden bozulunca, onların insan versiyonları gönderildi. İtfaiye erleri, düşük rütbeli askerler, inşaat işçileri ve maden işçileri basit birer gaz maskesi ve radyasyon karşısında hiç bir koruyuculuğu olmayan kıyafetlerle enkazı temizlemeye koyuldular. Çernobil Katliamı’nın izlerinin silinmesi için çalışan yüzbinlerce insanın büyük bir kısmı öldü. Tarihe isimleri kahraman olarak kazındı. Fakat Sovyet bürokrasinin üst tabakasından kimsenin adı bu binlerce mezar taşının üstünde görülmedi. Hatta bu bürokratlar; işçiler teker teker ölüyorken, radyasyona maruz kalmış hayvanları ucuz fiyatlara satıp coğrafyanın bütününe dağıtmakla uğraşıyorlardı.

Evet, hikaye oldukça tanıdık gibi; hatırlarsanız Soma’da katledilen maden işçileri de, kendilerini katledenler tarafından “şehit” unvanıyla “taçlandırılmışlardı”.

Fukuşima Katliamı ve “Başını Sokacak Bir Saçak Altı” Uğruna

11 Mart 2011’de, Honşu Adası açıklarında meydana gelen tsunami ve deprem sonrasında, Fukuşima Nükleer Santrali’nde büyük bir patlama meydana geldi. Patlama sonrasında, 160 bin kişi evlerini terk etti. Radyoaktif maddeler binlerce ton su ile denize aktı; toprağa ve havaya karıştı. Balıkların normal seviyenin iki bin beş yüz katı radyasyona maruz kaldığı ortaya çıktı. Üstelik, nükleer sızıntının etkilerinin 24 bin yıl daha süreceği öngörüldü.

Nasıl Çernobil’i yapan akılla, Fukuşima’yı yapan akıl paralel düşündüyse; pisliğin temizlenmesi konusunda da aynı yöntemi izledi efendiler. Önce robotlar denendi, olmayınca ülkede ki evsizler devreye sokuldu. Buyurun kendi ağızlarından dinleyelim: “Bizi işe almak isteyenler için kolay bir hedefiz. Buraya çantalarımızla geliyoruz, tren garları yakınlarında dolaşmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Yani bizi bulmak kolay oluyor. Onlar da gelip “Aç mısınız?”, “İş ister misiniz?” diye soruyor. Eğer yiyecek hiçbir şeyiniz yoksa size iş öneriyorlar.”

Evsizler günde tahmini 90 dolara çalıştırıldılar, aldıkları paranın büyük bir kısmını kaldıkları yere ve yemeğe ödediler. Şimdi onların hangi köşede kıvrılıp öldüğünü ya da ölümü beklediğini kimse bilmiyor.

Goiania Katliamı ve “Nükleerin Hurdasına Denk Gelmek”

Yıl 1987, aylardan eylül, Brezilya’nın Goinai şehrinde iki yoksul hurdacı olan Roberto Dos Santos Alves ve Wagner Mota Pereira terk edilmiş bir radyoterapi kliniğinde, yüksek miktarda radyoaktif sezyum klorid içeren bir radyoterapi makinası bulurlar ve bunu dükkanlarına taşırlar. Makinenin içerisinde mavi ışıklar saçan küre biçimindeki küçük nesne dikkatlerini çeker. Bunu makinenin içerisinden çıkarıp, bir kaç gün içerisinde başka birine satarlar. Küreyi alan Devair Ferreira bu nesneyi evine götürür. Kürenin eve girmesinden sonra, evde yaşayanların sağlık durumunun kötüye gittiğini fark eden kız kardeş bu durumdan şüphelenerek küreyi inceletmek için onu otobüsle bir hastaneye taşır. Böylece küreyi bulan iki hurdacıdan otobüste bulunan insanlara kadar toplamda 250 kişi yoğun derecede radyasyona maruz kalır; bunlardan en az dördü hayatını kaybederken, diğerleri istisnasız biçimde ağır hastalıklara yakalanırlar.

Şurası açıktır ki; hiç bir zengin, hiç bir devlet adamı yaşamını hurda satarak sağlamaz. Ve aynı zenginler hurdacıdan aldıkları ışık saçan mavi toplarla ailesini sevindirmeye çalışmaz. O zenginler ki, ne yoksulların bindiği otobüslere binerler ne de onların gittiği hastanelere giderler!

Çelyabinsky ve “Uranyumu Halının Altına Süpürmek”

1957 yılında, Çelyabinsky yakınlarındaki Mayak Nükleer Santrali’nde büyük bir patlama meydana geldi. Her ne kadar dünyanın ilk nükleer katliamı olsa da, Sovyet yönetimi tarafından 90’lı yıllara kadar gizlendi. Tabi bu sırada, radyasyon yaklaşık 1.000 kilometrelik bir alana yayıldı. Onlarca yıl boyunca, nükleer sızıntı devam etti, radyasyonlu atık su bölgedeki nehre bırakıldı. Faciadan en çok etkilenen Müslümova Köyü, Nükleerci devlet şirketi Rosatom tarafından ancak 2006 yılında, Yeni Müslümova Köyü kurularak oraya taşındı.

Faciadan en çok etkilenen, nehir boyunca uzanan köylerde yaşayan ve hayatını tarım ve hayvancılıkla sürdüren köylüler oldu. Katliamdan günümüze kadar doğan çocukların hemen hemen hepsi beraberinde bir hastalıkla dünyaya geldiler. Kanser olmak şaşılmayacak bir şeye dönüştü.

Rusya devleti kimi mağdurlara tazminat ödemeyi kabul etti. Fakat verilen tazminat, radyasyondan uzak bir yerde ev almaya bile yetmiyordu!

Pek tabi, nükleerin dilsiz kurbanları da vardı. Ağaçlar, ormanlar sokak hayvanları su varlıkları ve diğerleri. Pripyat’ta, Çelyabinsky’de Fukuşima’da ve daha bir çok başka yerde büyük bir sessizlik içerisinde katledildiler. Çoğu kimse onları anmadı. Bir daha yeşillenemeyecek bir ağaç, sakat doğan bir buzağı ve soluduğu hava zehirlenen bir balık bilançolara dahil edilmedi.

Şuna emin olabilirsiniz ki, tarih yukarıda andığımız hikayelerin benzerleri ile doludur. Kimisi halen gizli kapaklı, kimisi aşikar. Fakat, en nihayetinde aşikar olan şey ise nükleer herkesi öldürse de ezilenleri daha çok öldürdü, öldürüyor ve biz ezilenler bizlerin hayatı üzerinden hesaplar yapanların karşısına dikilmedikçe öldürmeye devam edecek!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

The post “Çernobil İşçileri İki Kez Öldürür” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/04/26/cernobil-iscileri-iki-kez-oldurur/feed/ 0
“Çernobil İşçileri İki Kez Öldürür” – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2016/04/26/cernobil-iscileri-iki-kez-oldurur-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2016/04/26/cernobil-iscileri-iki-kez-oldurur-ozgur-erdogan/#respond Tue, 26 Apr 2016 11:17:08 +0000 https://test.meydan.org/2016/04/26/cernobil-iscileri-iki-kez-oldurur-ozgur-erdogan/ Bugünlerde bir başka 26 Nisan’ı, Çernobil’in yıldönümünü karşılamaya hazırlanıyoruz. Çernobil’in o ağır yükü; sorumluluğu sayfa sayfa önümüze dökülüyor. Binlerce akıl almaz yaşam hikayesi ve deneyim internet aleminin bilgi denizinde kağıttan bir gemi gibi bata çıka seyrediyor. Her 26 Nisan’da bu hikayeler; ucu sivri, tırtıklı bir bıçak gibi vicdanımızı ve “insanlığımızı” biçiyor. Biz bu hikayelerden bahsetmeyeceğiz. […]

The post “Çernobil İşçileri İki Kez Öldürür” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Pripyat'ta işçiler patlama sonrasında şehri temizliyor. - 1986 Pripyat’ta işçiler patlama sonrasında şehri temizliyor. – 1986

Bugünlerde bir başka 26 Nisan’ı, Çernobil’in yıldönümünü karşılamaya hazırlanıyoruz. Çernobil’in o ağır yükü; sorumluluğu sayfa sayfa önümüze dökülüyor. Binlerce akıl almaz yaşam hikayesi ve deneyim internet aleminin bilgi denizinde kağıttan bir gemi gibi bata çıka seyrediyor. Her 26 Nisan’da bu hikayeler; ucu sivri, tırtıklı bir bıçak gibi vicdanımızı ve “insanlığımızı” biçiyor.

Biz bu hikayelerden bahsetmeyeceğiz. Fakat, merak edenlerin, bir nükleer katliamın sayılarla değil de ancak ve ancak buna maruz kalanların aktardığı deneyimlerle anlaşılabileceğini görmeleri için Svetlana Aleksiyeviç’in Çernobil’den Sesler kitabına bir bakmalarını öneriyor; hatta onları kitabı okurken dünyaya her gün bir yenisi eklenen santrallerin açığa çıkardığı ve çıkaracağı felaketler üzerine düşünmeye, dahası bu santrallere karşı eylemeye davet ediyoruz.

Evet, biz bu hikayelerden bahsetmeyeceğiz dedik ama yine de hikayelerden gideceğiz. Daha doğrusu, “Evet nükleer öldürür, ama nükleer yoksulları ve ezilenleri daha mı çok öldürür?” sorusunun peşine düşeceğiz. Bizlere doğal afet diye yutturulmaya çalışılan sellerin varoşlardaki evleri basması gibi, depremlerin bilmem kaç şiddetindeki yer sarsıntılarına dayanıklı lüks siteleri es geçip, kağıttan kuleler gibi dizilmiş yoksul apartmanları yerle bir etmesi gibi… Acaba radyasyon da, herkesi öldürdüğünden daha fazla mı öldürmüştür ezilenleri?

Radyasyon, kapitalizmin ve devletin üzerlerine zırh olduğu insanları es geçmese de, günlük hayatını baldırı çıplak geçiren biz ezilenleri, efendilerden daha mı çok öldürmüştür? Yine bu katliamlarda efendiler birer birer ölürken biz yine yüzlerle, binlerle, milyonlarla mı ölmüşüzdür?

Çernobil Katliamı ve “Kahraman Yoksullar”

Bir çoğumuzun bildiği üzere, 26 Nisan 1986 akşamı, Sovyetler Birliği’ndeki Pripyat kasabasının yakınlarındaki Çernobil nükleer santralinde büyük bir patlama meydana geldi. Patlama esnasında 31 kişi öldü. Fakat patlamanın etkisi dalga dalga yayıldı. Sovyetler Birliği devletinin katliamı gizleme çabası, radyasyonun etkisini katmerledi. 26 Nisan 1986’da Çernobil’de patlayan nükleer, o günden bugüne Rusya’dan yaşadığımız topraklara kadar ölüm ve kanser olarak yağdı üzerimize.

Patlamanın hemen ardından sovyet yetkililer, bölgenin temizliği için robotlar gönderdiler Çernobil’e. Fakat robotlar bile maruz kaldıkları radyasyon yüzünden bozulunca, onların insan versiyonları gönderildi. İtfaiye erleri, düşük rütbeli askerler, inşaat işçileri ve maden işçileri basit birer gaz maskesi ve radyasyon karşısında hiç bir koruyuculuğu olmayan kıyafetlerle enkazı temizlemeye koyuldular. Çernobil Katliamı’nın izlerinin silinmesi için çalışan yüzbinlerce insanın büyük bir kısmı öldü. Tarihe isimleri kahraman olarak kazındı. Fakat Sovyet bürokrasinin üst tabakasından kimsenin adı bu binlerce mezar taşının üstünde görülmedi. Hatta bu bürokratlar; işçiler teker teker ölüyorken, radyasyona maruz kalmış hayvanları ucuz fiyatlara satıp coğrafyanın bütününe dağıtmakla uğraşıyorlardı.

Evet, hikaye oldukça tanıdık gibi; hatırlarsanız Soma’da katledilen maden işçileri de, kendilerini katledenler tarafından “şehit” unvanıyla “taçlandırılmışlardı”.

Fukuşima Katliamı ve “Başını Sokacak Bir Saçak Altı” Uğruna

11 Mart 2011’de, Honşu Adası açıklarında meydana gelen tsunami ve deprem sonrasında, Fukuşima Nükleer Santrali’nde büyük bir patlama meydana geldi. Patlama sonrasında, 160 bin kişi evlerini terk etti. Radyoaktif maddeler binlerce ton su ile denize aktı; toprağa ve havaya karıştı. Balıkların normal seviyenin iki bin beş yüz katı radyasyona maruz kaldığı ortaya çıktı. Üstelik, nükleer sızıntının etkilerinin 24 bin yıl daha süreceği öngörüldü.

Nasıl Çernobil’i yapan akılla, Fukuşima’yı yapan akıl paralel düşündüyse; pisliğin temizlenmesi konusunda da aynı yöntemi izledi efendiler. Önce robotlar denendi, olmayınca ülkede ki evsizler devreye sokuldu. Buyurun kendi ağızlarından dinleyelim: “Bizi işe almak isteyenler için kolay bir hedefiz. Buraya çantalarımızla geliyoruz, tren garları yakınlarında dolaşmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Yani bizi bulmak kolay oluyor. Onlar da gelip “Aç mısınız?”, “İş ister misiniz?” diye soruyor. Eğer yiyecek hiçbir şeyiniz yoksa size iş öneriyorlar.”

Evsizler günde tahmini 90 dolara çalıştırıldılar, aldıkları paranın büyük bir kısmını kaldıkları yere ve yemeğe ödediler. Şimdi onların hangi köşede kıvrılıp öldüğünü ya da ölümü beklediğini kimse bilmiyor.

Goiania Katliamı ve “Nükleerin Hurdasına Denk Gelmek”

Yıl 1987, aylardan eylül, Brezilya’nın Goinai şehrinde iki yoksul hurdacı olan Roberto Dos Santos Alves ve Wagner Mota Pereira terk edilmiş bir radyoterapi kliniğinde, yüksek miktarda radyoaktif sezyum klorid içeren bir radyoterapi makinası bulurlar ve bunu dükkanlarına taşırlar. Makinenin içerisinde mavi ışıklar saçan küre biçimindeki küçük nesne dikkatlerini çeker. Bunu makinenin içerisinden çıkarıp, bir kaç gün içerisinde başka birine satarlar. Küreyi alan Devair Ferreira bu nesneyi evine götürür. Kürenin eve girmesinden sonra, evde yaşayanların sağlık durumunun kötüye gittiğini fark eden kız kardeş bu durumdan şüphelenerek küreyi inceletmek için onu otobüsle bir hastaneye taşır. Böylece küreyi bulan iki hurdacıdan otobüste bulunan insanlara kadar toplamda 250 kişi yoğun derecede radyasyona maruz kalır; bunlardan en az dördü hayatını kaybederken, diğerleri istisnasız biçimde ağır hastalıklara yakalanırlar.

Şurası açıktır ki; hiç bir zengin, hiç bir devlet adamı yaşamını hurda satarak sağlamaz. Ve aynı zenginler hurdacıdan aldıkları ışık saçan mavi toplarla ailesini sevindirmeye çalışmaz. O zenginler ki, ne yoksulların bindiği otobüslere binerler ne de onların gittiği hastanelere giderler!

Çelyabinsky ve “Uranyumu Halının Altına Süpürmek”

1957 yılında, Çelyabinsky yakınlarındaki Mayak Nükleer Santrali’nde büyük bir patlama meydana geldi. Her ne kadar dünyanın ilk nükleer katliamı olsa da, Sovyet yönetimi tarafından 90’lı yıllara kadar gizlendi. Tabi bu sırada, radyasyon yaklaşık 1.000 kilometrelik bir alana yayıldı. Onlarca yıl boyunca, nükleer sızıntı devam etti, radyasyonlu atık su bölgedeki nehre bırakıldı. Faciadan en çok etkilenen Müslümova Köyü, Nükleerci devlet şirketi Rosatom tarafından ancak 2006 yılında, Yeni Müslümova Köyü kurularak oraya taşındı.

Faciadan en çok etkilenen, nehir boyunca uzanan köylerde yaşayan ve hayatını tarım ve hayvancılıkla sürdüren köylüler oldu. Katliamdan günümüze kadar doğan çocukların hemen hemen hepsi beraberinde bir hastalıkla dünyaya geldiler. Kanser olmak şaşılmayacak bir şeye dönüştü.

Rusya devleti kimi mağdurlara tazminat ödemeyi kabul etti. Fakat verilen tazminat, radyasyondan uzak bir yerde ev almaya bile yetmiyordu!

Pek tabi, nükleerin dilsiz kurbanlarıda vardı. Ağaçlar, ormanlar sokak hayvanları su varlıkları ve diğerleri. Pripyat’ta, Çelyabinsky’de Fukuşima’da ve daha bir çok başka yerde büyük bir sessizlik içerisinde katledildiler. Çoğu kimse onları anmadı. Bir daha yeşillenemeyecek bir ağaç, sakat doğan bir buzağı ve soluduğu hava zehirlenen bir balık bilançolara dahil edilmedi.

Şuna emin olabilirsiniz ki, tarih yukarıda andığımız hikayelerin benzerleri ile doludur. Kimisi halen gizli kapaklı, kimisi aşikar. Fakat, en nihayetinde aşikar olan şey ise nükleer herkesi öldürse de ezilenleri daha çok öldürdü, öldürüyor ve biz ezilenler bizlerin hayatı üzerinden hesaplar yapanların karşısına dikilmedikçe öldürmeye devam edecek!

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 33.sayısında yayımlanmıştır.

 

The post “Çernobil İşçileri İki Kez Öldürür” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/04/26/cernobil-iscileri-iki-kez-oldurur-ozgur-erdogan/feed/ 0
” İki Arada Bir Derede Katliamın Gölgesinde Talan Projeleri” – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2015/10/27/iki-arada-bir-derede-katliamin-golgesinde-talan-projeleri-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2015/10/27/iki-arada-bir-derede-katliamin-golgesinde-talan-projeleri-ozgur-erdogan/#respond Tue, 27 Oct 2015 10:55:01 +0000 https://test.meydan.org/2015/10/27/iki-arada-bir-derede-katliamin-golgesinde-talan-projeleri-ozgur-erdogan/ Yaşadığımız topraklar art arda katliamların karanlığına gömülmüşken; adalet, özgürlük ve barış isteyenler acı ve öfke içinde cenazelerde buluşuyorken; insanlar panik ve korku içinde birbirlerine “Bize ne oluyor?!” diye sorarlarken birileri de işlerini tıkır tıkır yürütmeye devam ediyor. Devlet ve suç ortakları şirketler sizi öldürmekle yetinmeyeceğiz, yaşadığınız doğayı da başınıza yıkacağız, her yeri betona bulayıp adeta […]

The post ” İki Arada Bir Derede Katliamın Gölgesinde Talan Projeleri” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi-katliamın gölgesinde talan projeleri özgür erdoğan

Yaşadığımız topraklar art arda katliamların karanlığına gömülmüşken; adalet, özgürlük ve barış isteyenler acı ve öfke içinde cenazelerde buluşuyorken; insanlar panik ve korku içinde birbirlerine “Bize ne oluyor?!” diye sorarlarken birileri de işlerini tıkır tıkır yürütmeye devam ediyor. Devlet ve suç ortakları şirketler sizi öldürmekle yetinmeyeceğiz, yaşadığınız doğayı da başınıza yıkacağız, her yeri betona bulayıp adeta yaşam adına ne varsa yok edeceğiz der gibi talan ve katliam planlarını harfiyen uygulamayı sürdürüyorlar.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı “Müjde”yi Verdi: 3. Nükleer İğneada’ya

Katliam bir devlet geleneğidir. Katliamı bazen bombayla, bazen ağır silahlarla, bazen uçaklarla, bazen de tıpkı Çernobil, Fukuşima ve daha adını sayamadığımız irili ufaklı birçok “nükleer santral” ile de gerçekleştirebilirsiniz. Bu toprakların efendileri de nükleer projelerini peşi sıra uygulamaya devam ediyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alaboyun, “Üçüncü nükleer santralin Kırklareli İğneada bölgesinde yapılması planlanıyor. Firmalarla görüşmeler devam ediyor” açıklamasıyla bizlere 3. nükleerin müjdesini verdi.

Bir Müjde de Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’ndan: Akdeniz’de 3725 Tane Talan Projesi

Böylesine karanlık günlerden geçerken, devlet erkanı boş durmuyor, müjdeler birbirini izliyor! Başta Karadeniz olmak üzere, yaşadığımız coğrafyanın her bir yanını envai çeşit enerji santralleriyle donatan devlet ve şirketlerin ağzı şimdi de Akdeniz için sulanıyor. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Isparta’da Güneydoğu Anadolu Projesi’nin bir benzeri olarak Akdeniz Gelişim Projesi (GEP) hazırladıklarını belirterek, burada 3725 tesis yapacaklarını duyurdu. Sözlerine esprili (belki alaycı daha doğrudur) bir şekilde devam eden Eroğlu, “Buraya gelirken Afyonkarahisar’dan kaymaklı lokum getirecek halim yoktu. Buraya heybem dolu yatırımlarla geldim… 6 aylık çalışma neticesinde nereye ne yapılacak bunları belirledik. 2019 yılına kadar 266 baraj ve gölet, 440 sulama tesisi, 32 içme suyu tesisi, 850 dere ıslahı tesisi, 1299 köprü ve ağaçlandırma gibi yatırımlar yapılacak” dedi. Yaşanan katliamın ardından adeta bir komedyen edasıyla boy gösteren bakan, Isparta’nın güllerini, talan projeleri kapsamında yapmayı planladıkları göletlerle özdeşleştirerek keskin edebiyat yeteneğini de göstererek, “Isparta, Isparta olalı böyle barajlar göletler yapılmadı. Isparta artık güller ve göller diyarını yanı sıra barajlar ve göletler diyarıdır” dedi.

Yeşil Yol’un İlahi Amaçları

Karadeniz’deki son talan projelerinden biri olan “Yeşil Yol” ise geçtiğimiz günlerde Başbakan Davutoğlu tarafından ilginç bir şekilde savunuldu. Davutoğlu Karadeniz’de yaptığı bir konuşmada “Yeşil Yol (…) doğaya ulaşıp rabbimize şükretmek için” diyerek meseleyi ilahi bir açıdan değerlendirdi ve “Bunların dini, imanı para…” deyişinin ete kemiğe bürünmüş hali olarak tarihe geçti.

Daha proje aşamasındayken bir talan projesi olduğu ve izlediği güzergâh boyunca yaşam adına ne varsa yok edeceği aşikar olan “Yeşil Yol” hepimizin de hatırlayacağı gibi köylüler tarafından engellenmek istenmiş; iş makineleri birkaç defa durdurulmuş, yaşlı kadınlar askerler tarafından yerlerde sürüklenmiş ve nihayetinde ağır silahlarla donanmış askerlerin eşliğinde şirket tarafından inşaata başlanmıştı.

Fakat Davutoğlu böyle düşünmüyor ya da fantastik bir romanın mistik bir kahramanı olduğunu düşünüyor ve saçmalamaya devam ediyor: “Dünyanın her yerinden insanlar gelsin Karadeniz’in yaylalarına aşık olsun, havasında şifa bulsun diye bu projeyi yapıyoruz. Türkiye’nin her köşesindeki çevre aşıkları olan bizler adına söylüyorum; bizler sarı çiçekle konuşan Yunus Emre’den ilham almışız. Tek bir sarı çiçeğin ezilmesine izin vermeyiz. Tek bir yaylanın tarumar edilmesine izin vermeyiz. Kötü yapılaşmayla o doğanın bozulmasına izin vermeyiz. O yollar doğayı bozmak için değil, doğaya ulaşıp rabbimize şükretmek için yapılıyor. Yeşil Yol bu felsefeyle yapılmaya devam edecek.”

Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce: Beton makinesinin sesinden büyük keyif alıyorum

Çevre Bakanı İdris Güllüce ise İstanbul Esenler’de katıldığı bir açılışta yaptığı açıklamalarla, devleti temsilen “çevreleri”ne hangi gözle baktıklarını açık etmiş oldu. Çevre Bakanı: “Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın. Ben inşaat mühendisiyim, beton makinesinin sesinden çok keyif alırım. Böyle pat… pat…pat… vurdukça… Türkiye kalkınıyor. Kalkınacak, gelişecek. Türkiye 2023, 2071 hedeflerine gidiyor… Biraz sonra o beton pompası vurmaya başlayacak. Birilerine rağmen Türkiye kalkınacak. Rabbim bu ülkeyi hep böyle kalkındırsın. Silah seslerinin yerine, terörün yerine, insanların birbirine acımasızlığı yerine beton santrallerinden beton çıksın ve o beton santrallerinin betonlarını beton pompaları insanlara güzel güzel evler, havaalanları, yollar, otobanlar yapsın!”

Halbuki biz çevre bakanından yaptıkları pislikleri örtmek için usulen de olsa -ki her zaman öyle olur- yeşile övgü beklerken; kendileri derelerimizi kurutan, ormanları yerle bir eden yaşam alanlarımızdan bir silindir gibi geçen “beton”a karşı histerik aşkını dile getiriyor.

Katliamı takip eden son bir hafta içerisinde yapılan tüm bu açıklamalara baktığımızda “Siz bizimle dalga mı, geçiyorsunuz?” diye sormamak elde değil. Bu açıklamaların, toplumun birçok duyguyu bir arada yaşadığı ve dikkatinin çok başka noktalara çekildiği böyle bir zamanda yapılması oldukça manidar ve aynı zamanda son derece umursamaz ve pespayecedir.

Açık, net ve tereddütsüz bir şekilde söylüyoruz, komik değilsiniz, zeki ya da edebi hiç değilsiniz! İğrençsiniz, katilsiniz; Ankara‘da ölen yoldaşlarımızın, derelerin, ağaçların, havanın, hayvanların, tüm doğanın katilisiniz. Çok sevdiğiniz beton makinelerinin sesi eşliğinde, öve öve bitiremediğiniz duble yolların arasında, yaşadığımız toprakların her bir yanına dizilmiş enerji santralleri ve saya saya bitmeyecek talan projelerinizle beraber yok olup gideceksiniz. Doğanın ve katlettiğiniz tüm yoldaşlarımızın öfkesi, yaşadığınız her an ensenizde olacak. Yaptığınız hiçbir katliam, gevrek gevrek sırıtarak söylediğiniz hiçbir yalan, hiçbir söz unutulmayacak!

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” İki Arada Bir Derede Katliamın Gölgesinde Talan Projeleri” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/10/27/iki-arada-bir-derede-katliamin-golgesinde-talan-projeleri-ozgur-erdogan/feed/ 0
“Rosatom, Mitsubishi, Areva Nükleerci Şirketler Yanıbaşımızda! ” – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2015/06/05/rosatom-mitsubishi-areva-nukleerci-sirketler-yanibasimizda-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2015/06/05/rosatom-mitsubishi-areva-nukleerci-sirketler-yanibasimizda-ozgur-erdogan/#respond Fri, 05 Jun 2015 10:41:45 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/05/rosatom-mitsubishi-areva-nukleerci-sirketler-yanibasimizda-ozgur-erdogan/ 1987 ile 2013 yılları arasında İNES verilerine göre dünyada 611 nükleer “kaza” yaşanmıştır. Bu vakalar kaşla göz arasında örtbas edilirken, bunlardan sorumlu olan şirketler ve devletler her seferinde bir şekilde aklanmıştır. Rosatom, Areva ve Mitsubishi gibi şirketler ve Türkiye, Rusya, Fransa ve Japonya gibi devletler de yaşadığımız topraklar üzerinde Mersin ve Sinop’ta benzeri çalışmalar içerisinde. […]

The post “Rosatom, Mitsubishi, Areva Nükleerci Şirketler Yanıbaşımızda! ” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan Gazetesi- Nükleer

1987 ile 2013 yılları arasında İNES verilerine göre dünyada 611 nükleer “kaza” yaşanmıştır. Bu vakalar kaşla göz arasında örtbas edilirken, bunlardan sorumlu olan şirketler ve devletler her seferinde bir şekilde aklanmıştır. Rosatom, Areva ve Mitsubishi gibi şirketler ve Türkiye, Rusya, Fransa ve Japonya gibi devletler de yaşadığımız topraklar üzerinde Mersin ve Sinop’ta benzeri çalışmalar içerisinde. Adı geçen şirketlerin ve devletlerin tarihlerindeki katliam ve yolsuzluklara bakmanın, kimlerle karşı karşıya kaldığımızı görmek ve nasıl mücadele etmemiz gerektiği konusunda yol gösterici olacağını düşünerek hazırladığımız araştırmayı sizlerle paylaşıyoruz

Rosatom’a Güvenmek

19 Mart 2015 günü, Akkuyu’da nükleer santrali yapacak olan Rus devlet şirketi Rosatom’un başkan yardımcısı Milko Kovachev, “Rus tasarımı nükleer santrallerin depremlerde yıkılmayacağını ve hatta 400 tonluk bir uçak çarpmasına karşı dayanıklı” olduğunu söyledi. Fakat söylemediği bir şey vardı! Bundan yıllar önce Sovyetler Birliği yetkilileri Çernobil’de kurulacak olan nükleer santral hakkında gazetelere şöyle demeçler veriyorlardı: ”Nükleer santrallerimiz çok güvenli, öyle ki Kızıl Meydan’a bile bir tane yapılabilir, bir semaverden daha zararsızlar. Yıldızlar gibiler, onlarla bütün dünyayı aydınlatacağız” Hikayenin sonrasını hepimiz biliyoruz. Ve ne büyük bir tesadüftür ki, Çernobil’i inşa eden ve işleten şirket, bugün Akkuyu’da nükleer ihalesini alan Rus devlet şirketi Rosatom’dur!

Çelyabinsk Katliamı

1957 yılında, yine Rusya’nın Çelyabinsk kentinde “zenginleştirme” esnasında oluşan radyasyonlu atıklar, çevredeki nehirlere boşaltılır. Bununla beraber, bu sızıntı yıllarca devam eder. Çevre köylerden kimileri boşaltılır. Birçok insan kanser olur ya da bu sızıntıya bağlı bir şekilde yaşamını yitirir. Bu durum, ancak 90’lı yıllara geldiğinde aydınlığa kavuşturulur. Çelyabinsk’te nükleer aktiviteler halen devam etmektedir. İşin ilginç yanı tesadüfler devam etmektedir bu işin arkasında da Rosatom vardır. Ayrıca Leningrad Nükleer Santrali’nde 1975, 1992, 2005 ve 2009 yıllarında irili ufaklı birçok “kaza” yaşanmıştır. Şirketin söz konusu santralle doğrudan ve dolaylı ve olarak birçok bağlantısı vardır.

Yolsuzluklar, Rüşvetler, Uluslararası İlişkiler

Rosatom, Rusya’da ve iş yürüttüğü her yerde, adı rüşvet ve yolsuzluklarla anılan bir şirket. İddiaların gelip dayandığı son nokta ise “santral yapımında kullanılan malzemelerin kalitesiz olması” ve “ santrallerde kullanılan atıkların akıbeti”. Çünkü şirket, stratejisi gereği işi ucuza kapatmak için “malzemeden” çalıyor ve tüm nükleercilerin ortak sorunu olan “atık” meselesini de rüşvet ve dalavere ile çözmeye çalışıyor.

Halihazırda, en güvenlisi bile potansiyel bir ölüm makinesi olan nükleer santrallerin, ROSATOM gibi şirketlerin elinde bir derece daha tehlikeli olduğu aşikar. Diğer yandan santral işlerinin bir kısmını alan Cengiz İnşaat’ın, başta 1 milyar 50 milyon dolar olarak verdiği teklifi, işi kapmak için 394 milyon dolara indirerek alması ise hem Rosatom’un hem de taşeronları olan şirketlerin güvenilirliği konusunda adeta “yüreğimize su serpiyor!”

Bir diğer nükleer projesi ise Sinop’ta. Buradaki santrali ise, Japon Mitsubishi Heavy Industries ve Fransız Areva şirketlerinin oluşturduğu konsorsiyum yapıyor. Söz konusu şirketler farklı alanlarda faaliyet yürüten oldukça büyük güçler olduğu için, kötü kokuları da aynı ölçüde burnumuzu sızlatıyorlar!

Areva: Nükleerin ABC’sini Yazan Şirket

Areva, 2001 yılında kurulmuş çok büyük bir nükleer şirketi, şirketin hisselerin tamamına yakını Fransa devletine ait. Şirket nükleer adına ne varsa, o alanda faaliyet yürütüyor. Aynı zamanda dünyanın en büyük ikinci uranyum madeni üreticisi durumunda. Özellikle dünyanın fakir bölgelerinden biri olarak geçen Nijer’de maden faaliyetlerini sürdüren şirket, burada da adeta “yaşam düşmanı” olarak karşımıza çıkıyor.

Areva- Verladung Gondeln, Global Tech I- BLG- Hochtief 15.8.13 Areva- Verladung Gondeln, Global Tech I- BLG- Hochtief 15.8.13

Hem Nükleerci Hem Rüzgarcı

Yazıda bahsi geçen şirketlerin, nükleer işi ile beraber rüzgar ve güneş enerji santralleri yapyor olması ise oldukça ilginç. Özellikle Areva ve Mitsubishi’nin bu alanda önemli çalışmaları bulunuyor. Ölüm olarak anılan “nükleer” ile yaşam olarak anılan rüzgar ve güneş enerjilerinin aynı el tarafından yapılıyor olması, bu sürdürülebilir enerjiyi pazarlamaya çalışanların yaşamı ne kadar düşündüğünü açıkca gösteriyor.

 

Şirket nükleer silahların yapımında kullanılan plütonyum’un (MoX) en büyük üreticilerinden biri. Her ne kadar bu maddenin nükleer silah yapımı için kullanılmadığı söylense de kimse bunun garantisini veremiyor. Dünyanın birçok yerinde faaliyet yürüten şirketin, sadece ABD’de, 2005 yılında yürüttüğü lobicilik faaliyetlerine 1 milyon dolar, 1998-2005 yılları arasında da toplam 4.5 milyon dolar harcadığı biliniyor. Nükleer çalışmalarına “ikna etme” ihtiyacı hissettiği için lobicilik yapan şirket aynı zamanda, tesislerinde yaşanan irili ufaklı birçok “kaza” için de, “saklama” ihtiyacı hissediyor. 12 Eylül 2011 tarihinde Marcoule Nükleer tesisinde bir patlama meydana gelmiş, 1 kişi yaşamını yitirirken 4 kişi de yaralanmıştı. Şirket yaşanan bu durumun “nükleer değil endüstriyel bir kaza” olduğunu söylese de, tesiste neler yaşandığı hala gizemini koruyor.

Bütün bunlarla beraber, geçen günlerde şirketin Normandiya Flamanville’deki EPR tipi reaktörünün kusurlu olduğu ortaya çıktı. Benzer bir şey Finlandiya’da aynı tip reaktörün “kaynak kalitesi” açısından uygunsuz olması nedeniyle eleştirilmişti. Areva’nın Mitsubishi ile ortak üreteceği reaktör tipi ise diğerinden farklı. İlk olarak Fransa’da işlemesi planlanan reaktör, Fransa’nın projeyi iptal etmesi ile ilk defa yaşadığımız topraklarda denenecek. Bu arada Rosatom’un Akkuyu’da kullanacağı reaktörün de ilk defa burada denenecek olması düşündürücü.

Mitsubishi: Dünyanın En Büyük Silah Üreticilerinden Biri

Fukuşima’da yaşanan nükleer facianın ardından Japonya devleti, ülkedeki nükleer santralleri tartışmaya başladı. Japonya devleti, toplumun tepkilerinden dolayı yüzünü sözüm ona “yenilebilir enerji”lere ve doğalgaza dönerken, elindeki nükleer olanakları ise büyük enerji kartelleriyle beraber başka coğrafyalara ihraç etmeye uğraşıyor. Japonya devleti ile Mitsubishi, Hitachi ve Toshiba gibi devasa şirketlerle beraber dünyanın dört bir yanında nükleer çalışmalarını sürdürüyor.

Dünyanın en büyük 100 silah üreticisi arasında yer alan Mitsubishi, otomotivden gıdaya, bankacılıktan sağlık sektörüne kadar birçok alanda varlık gösteriyor. Bir yandan nükleer reaktör üreten, öte yandan gıda işi yapan bir şirketin güvenilirliği bir yana, işi insan öldürmek için silah üretmek olan bir şirketin nükleer işine girmesi ise oldukça ironik. Anlaşılan Mitsubishi ve diğer silah sanayicileri insanları öldürmek için daha kolay bir yol bulmuşlar: Nükleer santral inşa etmek!

Bugün Sinop’ta Areva ile beraber nükleer santral inşasını yapacak olan Mitsubishi, bu işin ehli olanlardan. Öyle ki, Sinop’ta denenecek olan reaktör, Fukuşima’da patlayan reaktörün daha gelişmiş bir versiyonu. Reaktörün ilk defa Sinop’ta denenecek olduğunu düşünürsek, ne kadar “gelişmiş” olduğunu bu coğrafyanın yakınındaki diğer yerlerin yaşayanları olarak zaman içinde göreceğiz.

Evet, büyük bir tehlike ile karşı karşıyayız. Ama karşılaştığımız tehlike yukarıda bahsi geçen “şirketlerin” kötü olması ile alakalı değil; bahsi geçenlerin devlet ve şirket olmaları ile alakalı. Emin olun yukarıdaki isimleri değiştirip yeni bir yazı yazmaya niyetlenseniz belki yerler ve zamanlar değişir, fakat facialar baki kalır.

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Rosatom, Mitsubishi, Areva Nükleerci Şirketler Yanıbaşımızda! ” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/05/rosatom-mitsubishi-areva-nukleerci-sirketler-yanibasimizda-ozgur-erdogan/feed/ 0
“Devletin Yalanı Nükleerin Reklamı” – Büşra Cengiz https://meydan1.org/2015/04/22/devletin-yalani-nukleerin-reklami-busra-cengiz/ https://meydan1.org/2015/04/22/devletin-yalani-nukleerin-reklami-busra-cengiz/#respond Wed, 22 Apr 2015 16:04:01 +0000 https://test.meydan.org/2015/04/22/devletin-yalani-nukleerin-reklami-busra-cengiz/ Reklamlaar! Günümüzde şirketleri ayakta tutan ve varlığını sürdürmesini sağlayan yegane şey reklamdır. Bir ürünün reklam süreci, ürünü çekici hale getirme çabalarıyla başlar ve onun görsel olarak bize sunulmasıyla devam eder. Reklamın son aşaması ise, “tüketici”lerin artık o ürünün reklamını yapıyor hale gelmesidir. Peki bir reklam niçin yapılır? Benzeri ürünlerle rekabeti sağlamak, tanıtım yapmak, insanları tüketime […]

The post “Devletin Yalanı Nükleerin Reklamı” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan Gazetesi- Devletin Yalanı Nükleerin reklamı

Reklamlaar!

Günümüzde şirketleri ayakta tutan ve varlığını sürdürmesini sağlayan yegane şey reklamdır. Bir ürünün reklam süreci, ürünü çekici hale getirme çabalarıyla başlar ve onun görsel olarak bize sunulmasıyla devam eder. Reklamın son aşaması ise, “tüketici”lerin artık o ürünün reklamını yapıyor hale gelmesidir.

Peki bir reklam niçin yapılır? Benzeri ürünlerle rekabeti sağlamak, tanıtım yapmak, insanları tüketime teşvik etmek gibi bilindik nedenleri saymazsak, bir reklam yalan söylemek için yapılır! O yüzden, reklamı yapılmış hiç bir dondurma gerçeğine benzemez. Reklamda gösterilen hiç bir otomobil, orada göründüğü kadar parlak olmaz ve ne yazık ki “tüketici”ler mevzu bahis arabayı aldıktan sonra, o reklamlardaki insanlar kadar mutlu olamaz. Böylesine bir hayal kırıklığı, “tüketici”lerin fıtratında vardır. Böylesine alçakça yalan söyleme yeteneği de, yalnızca ve yalnızca kapitalizmde vardır.

Devletin Reklamları

Bu yalan söyleme konusunda en az kapitalizm kadar becerikli bir “şey” daha vardır; kapitalizmin büyük iş ortağı olan devletin ta kendisi. Çoğu zaman, bildiğimiz anlamda bir reklama ihtiyaç duymaz. Boyalı basındaki kalemşorleri, iki yüzlü politikacıları ve ana haber bültenleri yoluyla yalanını yayar ve yaptıklarını toplum içerisinde meşrulaştırır. Mesela 40 yıl boyunca katlettiği bir halkı topyekûn “terörist” ilan edebilir ya da herkesin gözü önünde çaldığı paraları, yukarıda saydığımız kanallar vasıtası ile “çalmadığını” söyleyebilir. Yazık ki insanlar buna inanabilir de.

 Gerçekler ya da Çernobil’den Kalanlar!
Nükleer denemeleri, nükleer silahları, diğer bir çok “nükleer kaza”yı bir kenara bırakıp sadece Çernobil Katliamı’na bakacak olursak; nasıl bir tehditle karşı karşıya olduğumuzu, efendilerin bu topraklardaki tüm canlıları nasıl göz göre göre ölüme götürdüğünü anlayabiliriz.


Ukrayna’da 18.000 km2’lik tarım arazisi kullanılamaz hale geldi. Çevredeki ormanlarının %40’ı kirlendi. Katliamdan, en az 600 milyon insan etkilendi. Hatta katliamdan bir kaç gün sonra, Çernobil’den 2726 km uzaklıktaki İngiltere’nin Galler kasabasında bile yüksek oranda radyasyon tespit edildi. Hayvanların otlaklara girmesi yasaklandı. En çok etkilenenler ise “likidatörler” (zorunlu gönüllüler) idi. Bunlardan 112.000’i yaşamını yitirirken, geri kalanların hemen hemen hepsi kanser, yüksek tansiyon, mide ve bağırsak hastalıklarına yakalandı ve halen yakalanıyor! Çernobil’de yaşanan katliamda 49 bin nüfuslu Pripiat’ın boşatılması tam 30 saat sürdü, bölge hayalet şehre dönüştü ve bunun en az 900 yıl daha süreceği düşünülüyor. Çok sayıda insan, hemen ilk saatler içinde yüksek dozda radyoaktif iyodine maruz kaldı. Bu yayılımın neden olduğu en önemli sağlık sorunlarından biri, çocukluk çağı tiroit kanserleri. Katliamdan bir kaç ay sonra radyoaktif iyodin düzeyi yüksek sütlerden içen çocuklarda, yüksek radyasyon tespit edildi. Bununla birlikte, 2002 yılına kadar 4000’den fazla tiroit kanseri teşhis edildi.


Binlerce canlı kansere yakalandı ve hayatını kaybetti. Yeni doğan canlıların çoğu ya kanser ya da sakat olarak doğdu. Ayrıca, 2056 yılına kadar Çernobil katliamı kaynaklı 240.000 kişinin daha kansere yakalanacağı tahmin ediliyor.


Yaşadığımız topraklarda da, özellikle Karadeniz Bölgesi’nin, bu katliamdan etkilendiği biliniyor. Patlamadan sonra ciddi bir artış gösteren kanser vakaları, bölge insanının halen en büyük problemlerinden biri. 


Hatta inanmakla kalmaz; artık o halkın “terörist” olduğunu ya da devlet erkanının hırsız olmadığını savunmaya, bunu meşrulaştırmaya da başlayabilir.

Geçtiğimiz günlerde devlet, pek de alışkın olmadığımız bir şekilde, yeni projelerinden birinin reklamını yapmaya başladı. Akkuyu Nükleer Santrali’nin! Peki bir devlet neden ortaya koyduğu projenin reklamını yapmaya ihtiyaç duyar. Cevap basit! Çünkü yalan söylüyordur! Çünkü gün gibi ortada olan gerçekleri örtmek gibi bir kaygısı vardır! Çünkü nükleer santrallerin ve nükleer çalışmaların canlı yaşamına etkisi bu kadar barizken, yaşanan “kaza”ların sonuçları böylesine belirginken, bunu insanlara yutturmanın tek yolu yalan söylemektir.

Cengiz İnşaat

Akkuyu Nükleer Santrali’nin, deniz hidroteknik yapılarının projesi ve inşası ihalesini ise hükümete yakınlığı ile bilinen Cengiz İnşaat isimli şirket aldı. Şirket, tıpkı Kolin ve Limak gibi bu topraklarda son dönemlerde yaşanan iş cinayetleriyle ve tartışmalı enerji ihaleleri ile sık sık adından söz ettiriyor. 2012 yılında 5 işçinin katledildiği Eti-Bakır işletmelerinin sahibi olan Cengiz İnşaat, aynı zamanda Adana Kozan’da yaptırdığı barajın kapaklarının açılması sonucunda bir çok işçinin ölümüne neden olmuştu. Adı bir çok yolsuzlukla anılan şirket, 3. havalimanı projesinin ortaklarından biri olarak da anılıyor. Ayrıca şirket, son dönemde her yerde mantar gibi türeyen bir çok barajın da sahibi. Bununla beraber, inşaat ve enerji alanında devletin önemli ortaklarından biri olarak lanse edilen Cengiz İnşaat’ın sahibi Mehmet Cengiz, 22 Aralık’ta ortaya çıkan tapelerde halka sarfettiği sinkaflı küfürlerle gündeme gelmişti!

“İlerleme” ve Kalkınma Fetişizminin Ardına Saklananlar

Elbette yalan söylemenin de bir yolu yordamı vardır; her yerde her yalan tutmaz. Genelde enerji meselesinde kullanılan yalan ise “gelişme” ve “kalkınma” ya da “enerjide dışa bağımlılığa son” yalanlarıdır. Bu reklam filminde de, yine aynı şey karşımıza çıkar. Filmin içinde 8 defa “daha” kelimesini geçiren efendiler, kendi bencil-rekabetçi algılarıyla “ileri”, “güçlü”, “üretim”, “yükselmek” gibi kavramları kullanarak; ne kadar çok çalışır, ne kadar çok üretim yaparsak o kadar gelişeceğimizi, o kadar kalkınacağımızı söyler. Ama bu kalkınmanın bize ne getireceğinden bahsetmez ya da bugüne kadar ileriye doğru atılan her adımın biz yoksullar için “geriye” doğru atılmış bir adım olduğundan bahsetmez! Ne Çernobil’in adını ağzına alır, ne Fukuşima’dan bahseder. Ne zenginler kalkınsın diye yerin binlerce metre altında katledilen 301 madenciden, ne de bizleri mahallerimizden atıp yerimize diktikleri rezidansların inşaatlarında ölen işçilerden bahseder. Ayrıca bize “enerjide dışa bağımlılığa son” naraları atanların asıl amacının “enerji sorununu” (sanki varmış gibi) çözmek değil; akıllara durgunluk verecek bir üretimle başka topraklardaki insanların enerjide dışa bağımlı hale gelmesini sağlamaktır.

Nihayetinde nükleer ne kadar ölümcülse, bunun meşruluğu için yapılan propagandalar ve reklamlar o kadar yalancıdır. Ve ne yazık ki bu yalanlara kanmak, basit bir reklamın yalanlarına kanmanın yarattığı hayal kırıklığından daha ağır olacaktır; yeni bir nükleer felaket gibi!

Büşra Cengiz

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Devletin Yalanı Nükleerin Reklamı” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/04/22/devletin-yalani-nukleerin-reklami-busra-cengiz/feed/ 0
“Çaldağı’nda KATLiAM” -Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2014/12/17/caldaginda-katliam-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2014/12/17/caldaginda-katliam-ozgur-erdogan/#respond Wed, 17 Dec 2014 19:29:58 +0000 https://test.meydan.org/2014/12/17/caldaginda-katliam-ozgur-erdogan/ Yaşadığımız topraklar, özellikle son 10-15 yıldan beri, eşi görülmemiş bir saldırıyla karşı karşıya. “İlerleme”nin, “büyüme”nin, “ekonomik kalkınmanın”, daha fazla kapitalistleşmenin kuyruğuna takılıp son sürat koşmakta olan T.C devletinin ve küresel kapitalistlerin, daha fazla para – daha fazla enerji için giriştiği; aslında daha fazla kölelik – daha fazla yoksulluk – daha fazla ölüm anlamına gelen “talan […]

The post “Çaldağı’nda KATLiAM” -Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşadığımız topraklar, özellikle son 10-15 yıldan beri, eşi görülmemiş bir saldırıyla karşı karşıya. “İlerleme”nin, “büyüme”nin, “ekonomik kalkınmanın”, daha fazla kapitalistleşmenin kuyruğuna takılıp son sürat koşmakta olan T.C devletinin ve küresel kapitalistlerin, daha fazla para – daha fazla enerji için giriştiği; aslında daha fazla kölelik – daha fazla yoksulluk – daha fazla ölüm anlamına gelen “talan projeleri”, kanserli hücre gibi bu toprakların her yanına dağılıyor. Gün geçmiyor ki yeni bir HES inşaatı duyulmasın, nükleer santral projeleri kaşla göz arasında kabul edilmesin, zaten bir geçerliliği olmayan ÇED raporu kaldırılmasın, kentlerdeki nefes alabilen son alanlar olan parklardaki ağaçlar gece baskınlarıyla kesilmesin ve televizyonu açarken bugün nerede maden çöktü, kaç işçi öldü haberleriyle karşılaşmaktan yüreğimiz ağzımıza gelmesin.

İşte böyle bir iklimde, Yırca köylüsünün zeytinlikleri yağmalandıktan hemen sonra internet sitelerine ve televizyonlarına bir haber düştü: “Turgutlu’nun Çaldağı bölgesine yapılmak istenen Nikel madeni için 2 milyon ağaç kesilecek.” Her ne kadar bölge insanı 2000’li yılların başından beri meseleden haberdar olup, bu konu hakkında çalışmalar yürüttüyse de; yaptıkları, muhalif ve yerel basın dışında çok karşılık bulamamıştı. Son olaylardan sonra meselenin bilinirliliğinin artmasıyla, ana akım medya, meseleyi daha fazla duymazlıktan gelemedi. Fakat ne yazık ki, 2 milyon ağacın kesilmesi gibi ciddi bir ekolojik yıkım, buz dağının yalnızca görünen yüzü. Buz dağından aşağıya doğru indiğimizde ise, belki de Çernobil faciasıyla kıyaslanabilecek boyutta başka bir ekolojik yıkımla karşı karşıya kalıyoruz.

2 Milyon Ağacın Gölgesinde Kalanlar

Çaldağı’nda yapılmak istenen şey, 750 bin metrekarelik ormanlık bir araziye, açık maden işletmesi olarak bir nikel madeni kurmak. Bu bile başlı başına bir felaketken, nikelin çıkartılmasında uygulanacak yöntem için felaket demek emin olun “iyimserlik”e denk düşüyor. Sülfürik asit liç yöntemi, dünyada henüz denenmemiş -daha doğrusu, uygulanmak istenen yerellerde halkların büyük direnişleri ile karşılaştıktan sonra denenememiş- bir yöntem.

Bu yöntemin bölgedeki canlı yaşamını, ekonomik ve sosyal yaşantıyı nasıl etkileyeceğini anlamak için, bu alanda çalışma yürüten yerellerin ortaya koyduğu verilere bakmak yeterli olacaktır: Bu açık maden işletmesinde, 15 yıl boyunca günde 8.000 ton nikel cevheri toprak delinerek, kazılarak ve patlatılarak çıkarılacak. Bu süre zarfında her gün, 24 saat boyunca ve her 3 dakikada bir, 15 tonluk bir kamyon dolusu cevher madenden tesise gönderilecek ve yaklaşık 100 milyon ton cevher 1600 dönümlük sahaya depo edilecek. Burada kullanılacak sülfürik asit liç usulu için, bölgeye yılda 1 milyon ton asit üretecek bir tesis açılacak.

Madenin Yol Açacağı Hasarlar

Peki bütün bunlar neye yol açacak? Kanserojen etkisi olan nikel tozları, bütün bir Gediz Ovası’na yayılacak. Sülfürik asit liç yönteminden kaynaklanan asit buharlaşmasından dolayı, çok geniş bir alanda asit yağmurları yağacak. Dünyanın her yerinde sadece çöllere kurulmasına izin verilen asit fabrikalarının belki de en büyüğü, Gediz Ovası’nın göbeğine kurulacak. Yapılan madencilik faaliyetinden ötürü, yeraltı ve yerüstü suları talan edilecek, geri kalanıysa kullanılamayacak derecede kirletilecek. Başta 300 bin ağaç olmak üzere, 15 yıl boyunca 2 milyon ağaç kesilecek. Açık maden olduğu için uzaydan bile seçilebilecek olan dev bir çukur açılacak. İki adet zehirli atık dağı oluşturulacak. 10 milyon ton Kükürtdioksit doğaya yayılacak… Bu liste, emin olun, daha da uzatılabilir.

Paravan Şirketler Yığını ve “Büyük Patron”a Giden Yol

Şu anda madende faaliyet yürütecek olan şirketin ismi VTG Holding. ODTÜ mezunu üç genç tarafından kurulduğu söylenen şirket, 2011 yılında, aslında madende çalışma yapma yetkisini elinde bulunduran Sardes Madencilik A.Ş’yi nasıl olduysa “madencilik sektörü” için oldukça cüzi bir miktara satın almış. Fakat işin ilginç yanı, Sardes Madencilik A.Ş’nin, bir süre önce bu topraklarda Bosphorus Nikel A.Ş olarak faaliyet yürüten İngiltere kökenli European Nickel PLC (ENK PLC) şirketi tarafından satın alınmış olması. Bahsi geçen firmaya yakından bakmak, bizi götüreceği “Büyük Patron”a ulaşmak açısından önemli. Balkanlar’da 1999 yılında, sülfürik liç yöntemiyle maden çıkarmak amacıyla kurulmuş. ENK PLC, Türkiye’de Bosphorus Nickel Madencilik, Arnavutluk’ta Adriatic Nickel Resources, Bosna Hersek’te Dinara Nickel, Kosova’da Morovo Nickel isimleri ile faaliyet yürütmektedir. Şirketin yönetici kadrosunda yer alan Sir David Logan, tanıdık bir isim. Kendisi 1997 – 2001 yılları arasında İngiltere’nin T.C Büyükelçiliği yapmış bir zat. Bu zattın, uygulanmak istendiği her yerde büyük direnişlerle karşılaşan ve uygulanamayan Sülfürik liç yönteminin bu topraklarda uygulanabilmesi için, devletle aracılık yaptığı biliniyor. Ne büyük bir tesadüftür ki, yine aynı zattın Karadeniz’deki HES katliamlarından sorumlu olan Anadolu Efes grubunun sahibi olduğu Efes Breweries International şirketinin yönetiminde -genel müdürlük de dahil olmak üzere- çeşitli pozisyonlarda yer aldığı görülüyor. ENK PLC’nin yönetim kurulundaki dikkat çekici bir diğer isim ise Paul Lush. Lush, dünyadaki en büyük maden şirketi olan ve yaptığı ekolojik yıkımlarla girdiği her yerde adından çokça söz ettiren, dünya üzerinde farklı isimlerle beraber 462 yan kuruluşu olan BHP BİLLİTON firmasının önemli şahsiyetlerinden biri.

Şirketin bugüne kadar neler yaptığına geçmeden önce, Bu şirketin ENK PLC ile ortak yanlarının olmasının ötesinde, ENK PLC’nin bu dev şirketin apaçık taşeronu olduğunu göstermek gerekiyor. BHP BİLLİTON, bir çok madeni çıkarmak için en ucuz yöntem olan sülfürik asit liç yöntemini bulan ve bunun patentini alan dünya devidir. Şirket bu yöntemi, sahibi olduğu, ortağı olduğu olduğu ya da teşvik verdiği bir çok şirketle uygulatmaya çalışmıştır. Bu şirketler, Kolombiya’da Cerro Matoso S.A., Balkanlar, Filipinler ve Finlandiya’da Talvivaara, Balkanlar ve Türkiye’de European Nickel PLC’dir. Adı geçen hiçbir ülkede bu yöntem uygulanamamış, bu topraklarda ise devletin onay vermesi ile şirket çalışmalarına başlamıştır. Ayrıca, BHP BİLLİTON’un ENK PLC ile yaptığı anlaşmada, şirkete 3.33 Milyon sterlin ödeyerek üretilecek ürünün yarısını almak ve diğer yarısı için de ilk alıcı olmak konusunda mutabakata varmışlardır. Yani bugün VTG holding adıyla bilinen şirketin asıl patronunun, bir sürü paravanın ardına saklanmış olan BHP BİLLİTON olduğunu söyleyebiliriz.

Yaşam Düşmanı Şirket: BHP BİLLİTON

BHP BİLLİTON, Avustralya kökenli bir şirket. Özellikle kömür, nikel, uranyum ve alüminyum gibi madenlerle, ayrıca petrol ve doğalgazla da ilgileniyor. Bazen bizzat kendisi, bazen de taşeronları aracılığıyla, bu rezervlerin olduğu her yere eli uzanıyor. Yaşama karşı saldırıları da şirketin büyüklüğüyle paralel olarak inanılmaz boyutlarda. Burada bir kaç örnek vermek, bu konuyu daha anlaşılır hale getirecektir. 1984 yılında Papua Yeni Gine’de, Ok Tedi Bakır Madenleri’ni işletmeye başlayan şirket, maden atıklarının toplanması için yapılması gereken barajı çeşitli bahanelerle yapmayarak, tüm atıklarını, (bugüne kadar 500 milyon tona yakın) Ok Tedi nehrine boşaltmıştır. Bu kirlilik, 50.000 insan ve 120 yerleşim yerini etkilemiş; bölge halklarının geçimini sağladığı balıkçılık ve tarımı ise adeta felce uğratmıştır. Kolombiya’da La Guajira yarımadası üzerine kurulu olan ve dünyanın neredeyse en büyük açık madeni olan Cerrejon kömür madenleri, yarımadadaki canlı yaşamını adeta silip süpürmüştür. La Guajira’daki Tabaco köyünden tüm halkı kaba kuvvetle kovan şirket, çevrede bulunan 5 ayrı köydeki insanları da, etrafa yaydığı kirlilik yüzünden göç etmeye zorlamıştır. Şirketin uranyum üretimi yaptığı bölgelerde ise, birçok radyoaktif sızıntı olduğu söylenmektedir. Şirketin iş yürüttüğü bir çok alanda, bu ve buna benzer -yazının kapsamını çok çok aşan- daha birçok vaka yaşanmıştır. (Bkz. bhpbillitonwatch.net)

Bütün bunlarla beraber, bu katil şirketlerin ellerinin uzandığı her yerde, ciddi direnişlerle karşılaştıklarını da belirtmek gerekir. European Nickel’in özellikle Sırbistan ve Arnavutluk’ta işletmek istediği fakat işletemediği madenlerin akıbetini belirleyen şey, devletlerin onlara izin vermemesi değil; bölge halklarının geri adım atmadan, kararlı direnişlerini sürdürmeleri oldu. Turgutlu’da da devlet, yapılmak istenen talana ortak olup tüm yasal izinleri bölgedeki canlı yaşamını hiçe sayarak çıkarmış, katil şirketin çalışması için uygun koşulları hazırlamıştır. Buna karşılık, burada bölge halkına ve yaşam savunucularına düşen sorumluluk; devletten ya da şirketten bir şey beklemeksizin, şirket kovulana, maden kapatılana kadar direnişlerini sürdürmek olmalı!

 

Kaynakça:
http://www.sourcewatch.org/index.php/BHP_Billiton
http://powerbase.info/index.php/BHP_Billiton
http://bhpbillitonwatch.files.wordpress.com/2012/06/carnival-of-freaks-bhp.jpg
http://www.metalurji.org.tr/dergi/dergi142/d142_3338.pdf
http://www.caldagi.com/?Bid=488876
http://www.caldagi.com/?Syf=15&cat_id=28&baslik_name=TmFzxLFsIGJpciDDp2V2cmUgZmVsYWtldGkgYmVrbGl5b3I/

The post “Çaldağı’nda KATLiAM” -Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/12/17/caldaginda-katliam-ozgur-erdogan/feed/ 0
“Yaşamı Yok Eden Enerji NÜKLEER” – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2014/04/26/yasami-yok-eden-enerji-nukleer-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2014/04/26/yasami-yok-eden-enerji-nukleer-ozgur-erdogan/#respond Sat, 26 Apr 2014 16:09:54 +0000 https://test.meydan.org/2014/04/26/yasami-yok-eden-enerji-nukleer-ozgur-erdogan/ “Sayın Bașkan, Tarafıma bildirilen bazı son çalışmalar, uranyumun yakın gelecekte yeni ve önemli bir enerji haline geleceğini östermektedir. Son dört aydır, Fransa’da Joliot’un, Amerika’da Fermi ve Szilard’in çalıșmaları, yüksek miktarda uranyum ile büyük nükleer zincirleme reaksiyonu üretebilmenin mümkün olacağını göstermektedir. Bu sayede çok büyük bir miktarda enerji ve çok büyük miktarda benzeri radyum elementleri üretilebilir. Șimdi, neredeyse kesindir ki çok kısa sonraki bir gelecekte bașarılacaktır. Bu yeni fenomen yeni […]

The post “Yaşamı Yok Eden Enerji NÜKLEER” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Sayın Bașkan, Tarafıma bildirilen bazı son çalışmalar, uranyumun yakın gelecekte yeni ve önemli bir enerji haline geleceğini östermektedir. Son dört aydır, Fransa’da Joliot’un, Amerika’da Fermi ve Szilard’in çalıșmaları, yüksek miktarda uranyum ile büyük nükleer zincirleme reaksiyonu üretebilmenin mümkün olacağını göstermektedir. Bu sayede çok büyük bir miktarda enerji ve çok büyük miktarda benzeri radyum elementleri üretilebilir. Șimdi, neredeyse kesindir ki çok kısa sonraki bir gelecekte bașarılacaktır. Bu yeni fenomen yeni tip, așırı güçlü bombaların yapımını ortaya çıkarabilir. Bir gemi tarafından tașınabilirler ve limanı yok edebilecek kadar güçlü olabilirler. Ne var ki hava yoluyla tașınmak için çok fazla ağır olacaklardır.”

Bu sözler Albert Einstein tarafından 2 Ağustos 1939’da dönemin ABD başkanı Roosevelt’e hitaben kaleme alınmış bir mektuptan bazı alıntıları içeriyor. Mektubun yazıldığı tarihten kısa bir süre önce ABD’ye sığınan Einstein ile birlikte bir grup fizikçi, yakın zamanda patlak veren savaşta Nazi Almanya’sının atom bombası üretimi için çalıştığına emindiler. Ne var ki bu kaygı felaketle sonuçlanacak bir paranoyadan başka bir şey değildi. Zira fazla maliyetli ve gereksiz olduğu düşüncesi ile bu proje, Nazi Almanyası için uçuk bir hayal olarak değerlendirilip ciddiye dahi alınmamıştı. Nazi tehdidine karşı bilimcilerin, savaşı sonlandıracak bu barışçıl girişimi Hiroşima ve Nagasaki de somutlaşmıştı.

Nükleerin barışçıl amaçlarla kullanımı

Hiroşima ve Nagasaki’nin ardından bu katliamların tüm paydaşları ve onların savunucuları birer birer günah çıkarmaya başladılar. Einstein, deneyin uygulanma aşamasının Roosevelt’in ölümünün ardından onun yerini alan Truman’ın dönemine denk gelmesinin büyük bir talihsizlik olduğunu belirtmiş, “Eğer Roosevelt bu operasyonu yürütseydi böyle devasa bir enerjiyi sadece Almanları korkutmak için kullanacağını Hiroşima ve Nagasaki’nin asla yaşanmayacağını” söylemişti. Mektubu kendisinin yazmadığını, imzalamaya ısrarla ikna edildiğini ifade etmiş sonra da “evet düğmeye ben bastım” demişti.

Silahı Almanlardan önce yapıp, silahın gücünü zararsız bir şekilde dünyaya kanıtlaması beklenirken bu çabanın aslen ünlü Manhattan Projesi’nin ilk adımı olduğunun farkında olunup olunmadığı tartışılabilir. Ancak söz konusu mektubun Roosevelt’ gönderilmesinde ısrarcı bir başka fizikçi Leo Szilard 1945’te nihayet erişebildiği farkındalıkla itiraf ediyordu: “Artık korkumuz Almanların bize ne yapabileceği değil, ABD’nin başka ülkelere yapabilecekleridir”.

22 yaşında yeni mezun genç bir fizikçi olarak Manhattan projesinde yer alan Herbert E.Kubitschek; projedeki işinin aslında neye yaradığını Hiroşima ve Nagasaki’den sonra öğrenmiş, fizik alanında çalışma yürütmekten vazgeçerek Szilard dâhil, projedeki pek çok fizikçi gibi biyolojiye yönelmişlerdi.

Oysaki tüm bu bilimciler başlangıçta nükleeri barışçıl amaçlarla kullanacaklarından, böylece savaşı ya da faşizmi durduracaklarından eminlerdi.

Nükleerin daha barışçıl amaçlarla kullanımı
Halen pek çok devletin elinde kullanıma hazır nükleer silahlar bulunsa da günümüzde pek çok kesimce nükleer silahsızlanma yanlısı bir tutum hakim. Hiroşima ve Nagasaki’nin ardından sıkça dillendirilen nükleer teknolojilerin “daha” barışçıl amaçlarla kullanım alanları arasında nükleer tepkimelerden enerji üretimi kimin hangi ihtiyacını karşılamak için bir çözüm olarak sunuluyor?

İlerlemeci, kalkınmacı, merkeziyetçi, devletçi tüm yaklaşımlarda nükleer enerji yeri doldurulamaz bir öneme sahip. Kapitalizmin bitmek tükenmek bilmeyen enerji ihtiyacını karşılamada nükleer santraller sunduğu güç kapasitesi ile vazgeçilmez konumda. Bu faydacı yaklaşımda yaşamın yok edilişinin bir önemi olmadığı gibi yaşamı yok edebilme potansiyeli de santrale sahip olan siyasal ya da ekonomik iktidarlar için bir avantaja dönüşüyor. Bir nükleer enerji santraline sahip olmak, nükleer teknolojiye sahip olarak nükleer silah yapabilmenin de önünü açıyor.

1986 Nisan’ının 25’ini 26’sına bağlayan gece gerçekleştirilen deneyde meydana gelen patlamanın duyulması yetkililer tarafından büyük bir çabayla engellendi. Patlamanın ardından Kiev’de yayınlanan bir yerel gazete ancak 3 Mayıs günü reaktörlerden birinde yangın çıktığı yönünde bir haber yayınlamıştı. Patlamanın hemen ardından devlet erkânının kıymetli yakınları uçaklarla bölgeden uzaklaştırılırken patlamanın gerçekleştiği Pripyat kentinin insansızlaştırılmaya başlanması patlamadan 36 saat sonra başladı. 30 saat içerisinde bölgedeki tüm insanlar santral çevresinden uzaklaştırıldı.

Üzerinden 28 yıl geçmesine rağmen Çernobil nükleer katliamının etkileri halen sürüyor. Karadeniz başta olmak üzere Asya ve Avrupa kıtalarının tamamında yüksek oranda artış gösteren kanser vakaları, ölü ve sakat doğumlar bu katliamın yalnızca insanlar üzerindeki etkilerini göstermektedir.

Bölgeden apar topar uzaklaştırılan insanların ardından geride kalanlar için yalnız yaşam değil ölüm de imkânsız hale elmiştir. Günümüzde Kızıl Orman olarak anılan Çernobil yakınlarında yer alan çam ormanlarındaki ağaçlar kuruyup yaşamını yitirmesine karşın halen dimdik ayaktadır. Radyasyon etkisi ile pek çok çürükçül organizma da yaşamını yitirmiş, bütüncül yaşamın döngüsü işleyemez hale gelmiştir.

Pripyat’ta patlama sonrası yayılan tüm radyoaktif maddelerin etkisiz hale gelmesi için 48000 yıl gerekmektedir. Tüm bunlara rağmen ne yazık ki Çernobil de, Fukuşima da nükleer katliamların sonuncusu olmadı. Devletlerin kaza diye geçiştirdikleri katliamlar göz göre göre “ulusal çıkarlar” için, “ekonomik büyüme” için, “gelişme” için, “kalkınma” için, feda edilen yaşamların birer “teferruat” olduklarını göstermektedir.

Bilinmelidir ki; kapitalizmin enerji ihtiyacını karşılamak için hiçbir nükleer, termik, hidrolik, güneş, rüzgar, jeotermal santral yeterli gelmeyecektir. Anadolu’da 9 köyün deresinde kurulu Hidroelektrik santralin ürettiği elektrik, İstanbul’da bir alışveriş merkezinin anlık ihtiyacını ancak karşılayabiliyorsa, üretilen elektrik bizlerin değil, sistemin varlığını sürdürebilmek için gereksinimidir. Bizlerin yaşamlarımızı sürdürebilmek için gereksinim duyduklarımız ise o dokuz dere gibi yaşamın içindeki diğer tüm varlıklardır.

Günümüzden 30 yıl sonra da Sinop’ta gerçekleşecek sızıntının, Akkuyu’da meydana gelecek kazanın, İğneada’da patlayacak reaktörün yaşamlarımızı yok etmemesi için şimdiden mücadeleye!

Yaşamı yok eden enerjilere hayır!

 

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Yaşamı Yok Eden Enerji NÜKLEER” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/04/26/yasami-yok-eden-enerji-nukleer-ozgur-erdogan/feed/ 0
Geçmiş Bahar Geçmiş Yaz… Gelmiş Nükleer Vakti! https://meydan1.org/2013/08/31/gecmis-bahar-gecmis-yaz-gelmis-nukleer-vakti/ https://meydan1.org/2013/08/31/gecmis-bahar-gecmis-yaz-gelmis-nukleer-vakti/#respond Sat, 31 Aug 2013 13:31:21 +0000 https://test.meydan.org/2013/08/31/gecmis-bahar-gecmis-yaz-gelmis-nukleer-vakti/ Tam 68 yıl önce, 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’da, 9 Ağustos 1945’te Nagasaki’de patladı bombalar. Nagasaki Belediyesi’nin resmi listesine göre; gerçekleşen ekolojik katliama paralel olarak, o an öldürülen veya daha sonra nükleerin etkisiyle ölen insanların toplam sayısı 143.124’e ulaşmıştı. Bu katliam ne bir ilkti, ne de son oldu. Kapitalizm ve devlet yüzyıllardır, küçücük atomlardan bile kocaman […]

The post Geçmiş Bahar Geçmiş Yaz… Gelmiş Nükleer Vakti! appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Tam 68 yıl önce, 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’da, 9 Ağustos 1945’te Nagasaki’de patladı bombalar. Nagasaki Belediyesi’nin resmi listesine göre; gerçekleşen ekolojik katliama paralel olarak, o an öldürülen veya daha sonra nükleerin etkisiyle ölen insanların toplam sayısı 143.124’e ulaşmıştı. Bu katliam ne bir ilkti, ne de son oldu.

Kapitalizm ve devlet yüzyıllardır, küçücük atomlardan bile kocaman katliamlar yaratıyor!

Devlet, “bilgi ve iletişim çağı” olduğu iddia edilen günümüzde de, katliamlarını sürdürüyor ve bu katliamlarını halkların gözünde meşrulaştırmak için, kılıflar uydurmaya devam ediyor. Bilimi, teknolojiyi, hiç sorgulamadan duyduğu hayranlıkla kabullenmesi gereken bizlerden, sunulan bilimsel nimetleri, sunanlara şükrederek tüketmemiz bekleniyor.

***

Özal döneminde yaşanan Çernobil Katliamı sonrasında, katliamın kılıfçıları sansasyonel açıklamalar yapmıştı, hatırlarsanız.

Dönemin Başbakanı Turgut Özal; “Radyoaktif çay daha lezzetlidir.”

Cumhurbaşkanı Kenan Evren; “Radyasyon kemiklere yararlıdır.”

Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral; “Çaylarda tehlike yok ki imha edelim.”, “Dinine, imanına inanan ‘Radyasyon var’ demez.”, “Çaydaki radyasyon tehlikesiz.”

Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) eski başkanı, “nükleerci bilim adamı” lakabıyla tanınan Ahmet Yüksel Özemre; “Ne bulursanız yiyebilirsiniz.”, “Çayda tehlike yok ama dışsatımı yasaklıyoruz.” demişti.

***

Bir süredir gündemi oldukça meşgul eden ve nimet denilerek kılıfına uydurulan iki proje de, Mersin-Akkuyu ve Sinop’ta faaliyete geçmesi planlanan nükleer santraller.

Bugünün kılıfçıları da, eski kılıfçılar gibi -patlama, sızıntı ya da bomba olmasa dahi- nükleer santrallerin başlı başına birer katliam olduğu gerçeğinin üstünü örtmeyi amaçlıyor. Bu amaçla, -ev tipi ya da sanayi tipi değil- “nükleer tipi” dikiş makinelerinin başında, harıl harıl çalışıyor.

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan; “Ülkemizin artan enerji ihtiyacı ve dışarıya ödediğimiz kaynak düşünüldüğünde, nükleer santral ile biz adeta ‘sessiz devrim’ gerçekleştiriyoruz.”

Uluslararası Enerji Ajansı Başekonomisti Fatih Birol; “Birçok ülkenin kaderini enerji belirleyecek. Nükleer enerji, diğerlerine göre daha ucuz.”

AK Parti Sinop Milletvekili Mehmet Ersoy; “Santralimizin inşaatı sürecinde, yaklaşık 10.000 kişi çalışacak.” diyor.

Örtmeye çalıştıkları katliam o kadar büyük ki; Erdoğan, Taksim’den başlayıp dört bir yana yayılan isyan hareketinin harladığı ateşi, “devrim”i dillendirmek zorunda kalıyor. Fatih Birol, daha ucuza enerji üretimini vurgularken; Mehmet Ersoy da milyonlarca işsizin yarasına sözde merhem sürüyor.

Bunlar dışında, Akkuyu Nükleer Santrali’nde çalışmak amacıyla Rusya’da mühendislik eğitimi almaya hak kazanan -önceki 117 öğrencinin ardından- 80 öğrenci daha sınavla seçiliyor. İTÜ, ODTÜ, Yıldız Teknik, Hacettepe gibi “seçkin” üniversitelerini bırakıp “nükleer mühendisi” olmayı tercih eden öğrencilerin, TC’nin ilk “Nükleer Uzman Grubu” olacağı açıklanıyor. Yani, bedeli doğayı ve yaşamı katletmek olsa da, burslu ve iş garantili bir eğitim alacakları…

***

Katliam kılıfçılarının diktiklerini bir yana bırakırsak, bir de bu kılıfları yırtanlar var. Kılıfın altındakileri de yıkanlar. “Yıkmak, yaratmaktır!” diyorlar. Herkesi, her şeyi talana yeminli “kapitalizmi” ve…”devleti” yıkmak. Paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle örülen, ekolojik uyumla dönen dünyayı yaratmak.

Onlar için; yazdan sonra, nükleer vakti gelmiyor. Mevsimlerin döngüsü de farklı işliyor;

Geçiyor bahar, geçiyor yaz… Geliyor yeniden isyan vakti!

The post Geçmiş Bahar Geçmiş Yaz… Gelmiş Nükleer Vakti! appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/08/31/gecmis-bahar-gecmis-yaz-gelmis-nukleer-vakti/feed/ 0