The post Kaşıkçı Vakasında Gelişemeyen Gelişmeler – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yeterince karmaşık olan ve dahli olan özneler nedeniyle daha da karmaşıklaşan birçok gelişme, ardındaki sırlar nedeniyle gerçeklik algımızın oldukça uzağına düşüyor. Olaylar karmaşıklaştırıldıkça gerçeği öğrenmemiz daha da güçleşiyor. Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’na 2 Ekim günü girdikten sonra, uzun süre sonra kendisinden haber alınamayan, daha sonra da Suudi Arabistan tarafından “kademeli olarak” öldü(rül)ğü kabul edilen Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı olayı da, tekil bir cinayet vakasından çok; önü, arkası, etki eden öznelerle birlikte ele alınmayı hak ediyor. Bu nedenle, gündemde haftalardır kah korku, kah casusluk filmi kıvamında konuşulan cinayeti incelerken, tarihi geriye sarmak, Kaşıkçı olayına dahli olan özne ve olguları, yalanla gerçeğin iç içe geçtiği tüm bu süreçte daha iyi görmemizi sağlayabilir.
Silah tüccarı amcası Adnan Kaşıkçı’nın “müşterileri” CIA ve El Kaide eski lideri Usame bin Ladin üzerinden gerek istihbarat servisleri, gerekse cihatçı terör çeteleriyle ilişkiler geliştiren Cemal Kaşıkçı, bu ilişkilerini ilerleyen yıllarda somuta büründürmüştü. Bu somutluk, Suudi Arabistan istihbaratının eski şefi Türki bin Faysal’ın danışmanlığını yapmak şeklinde belirginleşmişti. Kaşıkçı’nın ideolojik belirginliğinin, zamanla Suudi Vahhabizminden İhvan (Müslüman Kardeşler) çizgisine kaymasının, öldürülmesiyle bağlantısına bakmak için ise 2017 yılına gidilebilir. Bu bağlamda, İhvan ile ilişkileri nedeniyle Katar’a uygulanan ambargo ve Suudi Arabistan-Katar/Türkiye geriliminde Kaşıkçı’nın Suudi karşıtı bloktaki konumu, öldürülmesine uzanan yolun kilometre taşlarını döşedi.
Kayseri’den Londra’ya, İstihbarat Servislerinden Cihatçı Çetelerine Kaşıkçılar Ailenin en son tanınan bireyi, ABD yönetimine yakınlığı ile bilinen gazete Washington post yazarı kimliğiyle kamuoyuna tanıtılan Cemal Kaşıkçı üzerinden gündeme gelen Kaşıkçılar, Kayseri kökenli bir aile. Yaklaşık 300 yıl önce hac için gittikleri Medine’ye yerleşen Kaşıkçı ailesinin, 1900’lerin başında İttihat ve Terakki ile ilişkileri üzerinden Medine’de vergi tahsildarlığı “görevini” aldıkları biliniyor. Ailenin Suudi Arabistan yönetimindeki Suud hanedanı ile ilişkisi ise büyük baba Muhammed Halid Kaşıkçı’nın, Suudi Arabistan’ın kurucu kralı Abdülaziz bin Suud’un özel doktorluğunu yapmasıyla belirginleşiyor. Dr. Muhammed Halid’in oğlu, Cemal Kaşıkçı’nın da amcası olan Adnan Kaşıkçı ise 1980 ve 90’lı yılların ortalarına dek, istihbarat servisleri aracılığıyla Ortadoğu’dan, Afganistan’a uzanan bir coğrafyada cihatçı terör çetelerinin askeri teçhizat “tedarikçisi” ünlü bir silah tüccarıydı. 1950’li yıllarda yerleştiği ABD’de, devletin kilit kurumları ve şirketlerle ilişkiler geliştiren Adnan Kaşıkçı, Chrysler ve Roll Royce gibi otomotiv şirketleriyle çalıştı. Silah ticareti “işine” girdiği 1960’lı yılların ortalarından itibaren ise Adnan Kaşıkçı’nın Lockheed Martin, Northrop, Raytheon başta olmak üzere silah şirketlerinden milyarlarca dolar gelir elde ettiği biliniyor. ABD’nin Ortadoğu’da SSCB tehdidine karşı cihatçı terör çetelerinin desteklemeyi de içine alan “yeşil kuşak” doktrinine uygun olarak, El Kaide lideri Usame bin Ladin’i CIA ile tanıştıran amca Kaşıkçı sayesinde Cemal Kaşıkçı da bin Ladin ile çok sayıda röportaj yaptı. Devletler ve cihatçı terör çeteleri sarmalında, amcasının yolunda ilerleyen Cemal Kaşıkçı’nın danışmanlığını yaptığı Suudi Arabistan istihbarat servisinin eski şefi Türki bin Faysal’ın, bin Ladin’le, 1979’da CIA’nın Afganistan’da gerçekleşireceği bir operasyon için ilişkiye geçmesi ve 11 Eylül 2001’deki ikiz kulelere yapılan El Kaide saldırlarından sadece iki hafta önce görevden alınması ise kenara not edilmesi gereken iki önemli ayrıntı. Ailenin Avrupa’da tanınmış bireylerinden biri ve aynı zamanda Cemal Kaşıkçı’nın kuzeni olan, İngiltere’nin ünlü tekstil şirketi Harroods’un varisi Dodi el Fayed’in, Fransa’nın Paris kentinde Britanya Prensesi Lady Diana ile aynı otomobilde “meçhul ve şaibeli” bir trafik kazasında ölümü de, Kaşıkçıların içinde bulunduğu istihbarat servisleri, kraliyet aileleri, devletler, cihatçı çeteler gibi birbirinden karmaşık ve kirli ilişkiler gibi “gizemini” koruyor.
Cemal Kaşıkçı şahsında, bölgesel nüfuz mücadelesinde, İhvancılara ev sahipliği yapan Katar ve Türkiye’ye gözdağı vermek isteyen Suudi Arabistan’ın konsolosluk cinayeti üzerinden amacına ulaştığı söylenebilir. Ancak Suudi Arabistan’ın Kaşıkçı cinayetiyle, Orta Doğu’da stratejik ortaklık ilişkisine girdiği Trump yönetimine rağmen, ABD’deki bazı güç odaklarını da, aleyhine harekete geçirdiği de bir gerçek. ABD’deki söz konusu güç merkezlerinin tepkilerini görmek için, bazı etkili medya organlarının yayınlarına bakmak yeterli. New York Times ve Kaşıkçı’nın yazarlığını yaptığı Washington Post gibi gazeteler, düne kadar “reformcu” kimliğiyle övgüye boğdukları, cinayetin zanlısı olduğu şüphe götürmeyen Muhammed bin Salman üzerinden, Trump yönetimini Suudi Arabistan’a yönelik baskısını artırmayı telkin eden yazılar yayınladı.
Ancak Trump’ın, Kaşıkçı olayının üzerine gitmekte ne kadar gerçekçi davranacağını, Suudi Arabistan ile yaptığı ve Boeing, Lockheed Martin, General Electric, ExxonMobile gibi şirketleri de ilgilendiren “110 milyar dolarlık anlaşmayı riske edip, parayı Ruslara ya da Çinlilere mi kaptırayım” sözlerinde görmek mümkün. Kaldı ki, ABD’deki mevcut yönetim, bölgede İran’ı sınırlandırma ve “yüzyılın barışı” adı altında pazarlanan, İsrail’in politikalarının korunması konularında Muhammed bin Salman ile karşılıklı çıkarlar doğrultusunda işbirliği halinde.
ABD’nin, bu en sadık silah müşterisinin Kaşıkçı olayı nedeniyle karşılaşabileceği olası yaptırımlara karşı ise elindeki, petrol fiyatlarını yükseltme kozu bulunuyor. Önümüzdeki ay İran’a yönelik ambargonun ikinci ayağının başlamasıyla, bu ülkeden alınacak petrolün sıfırlanması, fıyatların artışına neden olabilecek. Bu da, Kaşıkçı olayı bağlamında Suudi Arabistan’ın petrol kozunu işlevsel hale getirirken, bir diğer petrol ihracatçısı Rusya’nın da elini güçlendirecek.
Kaşıkçı olayının bütününde, cinayete ev sahipliği yapma dışında, elde ettiği bulguları, -gerçeğe ulaşma amacıyla değil- pazarlık kapısını açık tutmak için, resmi olmayan yollardan “azar azar” sızdıran Türkiye ise, bu karanlık olaydan da bir dizi çıkar devşirme peşinde. Bu çıkarların siyasi ayağını, Kaşıkçı cinayeti üzerinden yıpratacağı Suudi yönetimi dolayısıyla, sünni dünyanın liderliği oluştururken, daha acil olanının, ekonomik beklentiler olacağı ortada. Keza, dinlemeler yoluyla elde edilen bulguların sızdırılma yöntemi ve Suudi yönetimini değil, kişileri hedef alan düşük tonlu açıklamalar, “ekonomik krize deva” Suudi sermaye akışı beklentisine dönük.
Gerek Türkiye’nin, gerek ABD’nin, mevcut Suudi yönetiminin bölgesel çıkarlarını çok da sarsmayacak bu beklentilerinin, yaklaşık bir aydır gündemde olan Kaşıkçı olayını zamanla soğumaya bırakması muhtemel. Şu günlerde, basit bir cinayet vakasından devletler arası bir krize evrilme potansiyeli taşıyan Kaşıkçı olayı bağlamında, önümüzdeki süreçte ABD-Suudi Arabistan-Türkiye arasında Ortadoğu coğrafyası ile bazı ticari ilişkileri kapsayacak, karşılıklı bir dizi al-ver ilişkisi ve gizli-açık müzakereye tanık olunabilir.
Devletlerin “insan hakları, basın özgürlüğü” konularındaki sicili düşünüldüğünde, Kaşıkçı duyarlılığının da “bir yere kadar” olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor. Tüm bu karanlık ve girift ilişkilerin yol açtığı Kaşıkçı cinayetinin tozu dumanı dağıldığında ise, üç yıldır aynı Suudi yönetiminin sürdürdüğü Yemen’deki savaşa dair tek kelime etmek şöyle dursun, ateşe odun taşıyan devletlerin ve şirketlerin ikiyüzlülüğü baki kalıyor.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kaşıkçı Vakasında Gelişemeyen Gelişmeler – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post CIA Direktör Adayı İşkenceci Gina Haspel İlk Onayı Aldı! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>CIA direktörü Pompeo’nun ABD Dışişleri Bakanlığı görevine getirilmesinin ardından Donald Trump tarafından CIA direktörlüğüne aday gösterilen ve adı özellikle 2001 yılında gerçekleşen 11 Eylül saldırıları sonrası ABDdışında kurulan hapishanelerdeki işkence olaylarına karışan Gina Haspel ilk onayını aldı.
9 Mayıs’ta başlayan onay sürecinde ilk adım bugün sonlandı ve Haspel’in CIA direktörlük adaylığı, Senato İstihbarat Komisyonu tarafından onaylandı.
5’e karşı 10 lehte oy alan Haspel’in görevine başlaması için Senato Genel Kurulu tarafından da onaylanması gerekiyor. Bu onaylanmanın bu hafta veya önümüzdeki hafta içinde yapılması planlanıyor.
The post CIA Direktör Adayı İşkenceci Gina Haspel İlk Onayı Aldı! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post CIA’in Suriye’de Çetelere Verdiği Silahlar Telegram’da Satışta appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA) tarafından Suriye Savaşı’nda Esad karşıtı güçlere dağıtılan ABD yapımı taarruz tüfekleri ve tanksavar füze sistemleri de dahil olmak üzere binlerce silah, mesajlaşma uygulaması Telegram üzerinden satışa çıkarıldı. Foreign Policy dergisinin haberinde, Telegram üzerindeki yazışmaların ve satılan silahların fotoğrafları yayınlandı. Dergi yaptığı araştırma sonucunda genellikle İdlib’in kuzeybatısında yer alan 5.000’den en fazla Telegram kullanıcısının uygulama üzerinden silah satın aldığını ortaya çıkardı. Haberdeki bilgilere göre Telegram üzerinde Türkiye’nin de aralarında olduğu çok sayıda ülkeden silah satışı yapıldığı belirtildi.
The post CIA’in Suriye’de Çetelere Verdiği Silahlar Telegram’da Satışta appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post CIA, İtaatsiz Köpeği İşten Çıkardı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) koklayarak bombaları bulmasını istediği Lulu isimli bir köpek emirlere itaat etmedi ve koklamayı reddetti. CIA “Görevine ilgisini kaybettiği” gerekçesiyle Lulu isimli köpeği patlayıcı tespit eğitim programından çıkardığını açıkladı.
CIA’in internet sitesinden yapılan açıklamada, birkaç haftalık eğitim süreci boyunca köpek Lulu’nun patlayıcı koklamaya ilgi duymadığı ve bu nedenle ‘işten çıkarıldığını’ duyurdu.
We’re sad to announce that a few weeks into training, Lulu began to show signs that she wasn’t interested in detecting explosive odors. pic.twitter.com/c6lxHPfC09
— CIA (@CIA) 18 Ekim 2017
CIA’nın twitter paylaşımı : “Birkaç haftalık başlangıç eğitimden sonra, Lulu’nun patlayıcı koklamakla hiç ilgilenmediğini üzülerek belirtmek isteriz.“
The post CIA, İtaatsiz Köpeği İşten Çıkardı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Otoriter Kapitalizm – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Terörokrasinin ekonomik işleyişini anlamak, kapitalizmin bugün içerisine girdiği sıkıntıyı anlamak için önemlidir. Kapitalist işleyiş, farklı dönemlerde dayanak noktalarını değiştirirken; yeni süreçte otoriter bir temelin üzerinde kendini belirginleştiriyor.
Devlet Müdahalesine Karşı Kapitalizm
1929 Ekonomik Krizi nasıl ki John Maynard Keynes’i dönemin en önemli ekonomisti yaptıysa, 1970’li yıllarda başlayan ekonomik kriz de Friedrich Hayek’i ön plana çıkarttı. Devlet müdahalesi ve merkezi planlamanın popüler olduğu bir dönemde, bu tarz müdahalelerin ve planlamanın, piyasanın “kendiliğinden doğan düzeni”ne karşı geldiği için başarısızlığa mahkûm olacağını savundu. Hükümetlerin ekonomi planlarının dayatma ve baskı getireceğini düşünen Hayek, hükümetlerin mümkün olduğu durumlarda yalnızca piyasanın kendiliğinden olan düzenini muhafaza etmek için harekete geçmesi gerektiğinin altını çiziyordu.
1962 yılında yazdığı Özgürlüğün Anayasası adlı kitabında, özel mülkiyet ve sözleşmelerin yasal olarak dokunulmazlığına, devlet de dâhil olmak üzere tüm tarafların bağlayıcı kuralları yerine getirmesi gerektiğini vurgular. Ve devletlerin ihtiyaç dâhilinde hukukun üstünlüğünü tehlikeye sokan kolektivist güçlere karşı müdahalede bulunabileceğini söyler.
Hayek’in görüşleri, özellikle 1970’lerden sonra birçok ekonomist tarafından kullanışlı görüldü. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle beraber, dünya çapında yaygınlık kazandı. İngiltere İşçi Partisi -ki Hayek’in Özgürlük Yolu kitabının doğrudan hedefidir- bile Hayekçi fikirlerin uygulanabilir olduğundan bahsediyordu.
2008’deki küresel finans sisteminin çöküşü ve bunu takiben batan bankaları kurtarma operasyonları “devlet müdahalesi”ni yeniden gündeme getirmişti. Hayek’in fikirleri yeniden, banka kurtarma fonlarına karşı çıkan ekonomistler tarafından dillendiriliyordu. Bunu dillendirenlerin başında Serbest Bankacılık Okulu geliyordu. Okul, temel olarak Hayek’in 1976 tarihli, Paranın Ulussuzlaştırılması adlı makalesinden yola çıkıyordu.
Devlet Müdahalesini Savunan Kapitalizm
2000’li yıllara kadar devam eden küresel ekonomik işleyiş, Hayek’in 1976’daki öngörüsünü neredeyse gerçekleştirmek üzereydi. Paranın ulussuzlaşması tabiri, her ne kadar paranın kazandığı küresel niteliği anlatır olsa da, iddia aslında özünde ulus-devlet kavramının yeni küresel kapitalist düzen içerisinde erimesi anlamına da geliyordu. Böylelikle piyasaya müdahale edebilecek -özellikle de küresel ekonomiyi dengeleyici, devletler üstü kuruluşlar varken- bir devlet mekanizması uzun bir süreçte ortadan kalkacak gibi görülüyordu.
Ancak, küresel kapitalist bakış açısının (belki klasik kapitalist düşüncenin de) göz önünde bulundurmadığı birkaç durum, kapitalizmin varoluşuyla ilgilidir.
Aslında Hayek’in “özgürlüğün anayasasını” yazdığı kitabında bahsettiği gibi, “istisnai durumlar” dâhilinde kapitalist işleyişin varlığını tehlikeye sokan güçlere karşı “devlet müdahalesi” talep eden mantık, tam da kapitalizmin özünde yatar. Kapitalist işleyişin “özgür irade”ye dayanan sözleşme mantığı (patron-işçi arasındaki sözleşme), özünde tabi ki bir dayatmadır. Ancak bu dayatma sadece ekonomik bir zorunlulukla açıklanamaz. Devlet, bu işleyişin garantörüdür. Devletin zor kullanma gücünün garantörlüğü dışında “özgür sözleşme” düşünülemez. Devletin zor kullanma gücü, sadece korkutucu ve caydırıcı özelliğiyle açıklanmaz, aynı zamanda “meşruluğuyla” açıklanır. Devlet nasıl ki tek meşru güç kullanma tekeline sahip mekanizmadır, kapitalizm de bu meşruluktan yararlanmak ister/zorundadır. Devletin bu meşruluğu, her ne kadar muğlak ve toplumsal sözleşme hikayeleriyle temellendirilmeye çalışılmasına rağmen aslında toplum üzerindeki en büyük baskı ve şiddet mekanizması olsa da; kapitalizm için bu tarz meşruluk bile işleyiş için kullanışlıdır. Ona, yeri geldiğinde devletin bu meşruluğunu sorgulama, yeri geldiğinde bu meşruluğu kullanma esnekliği verir.
Kapitalizmin varoluşuyla ilgili bir başka devlet zorunluluğu, merkeziyet meselesiyle ilgilidir. Sermaye, mantığı gereği merkezileşme eğilimindedir. Siyasi, toplumsal ya da ekonomik iktidarın merkezileştiği organizasyon olarak devletle bu merkezileşmenin çarpışması ya da kesişmesi kaçınılmazdır. Küreselleşme olgusuyla beraber, yerelleşen ve küreselleşen yani merkezileşmeden uzak sermaye hareketliliği çok dillendirilmiştir. Ancak küresel kapitalizm, sermayenin küresel çapta, ihtiyaç olan kesimlere dağıtılması değildir. Belli ekonomik işleyişlerin (üretimin ucuz hammadde ve ucuz işgücü ile gerçekleşebileceği yerler, farklı pazarlar…) dünya üzerindeki farklı alanlara yayılması, kapitalizmin merkezi varlığından bir şey kaybettirmemiş aksine merkezi varlığının hâkimiyet alanının gelişmesine olanak vermiştir.
11 Eylül’ün Bir Gün Öncesi
“Sadece bir kriz, gerçek değişim yaratır.” diyor Milton Friedman, serbest piyasaya ve hiçbir şeye karışmayan minimal devlet mekanizmasına olan inancıyla. Ancak bu tarz bir krizin de, devlet eliyle yaratılabilme potansiyelini belki gözden kaçırıyor ünlü ekonomist.
11 Eylül 2001, devletin rolünün her alanda kendini yoğun bir şekilde hissettirdiği bir dönemin başlangıcıydı. 2001’de New York’ta gerçekleşen saldırıların ilk etkisi korku, panik ve endişeydi. Ekonomik olarak önemli pozisyonda bulunan bir ticaret merkezi vurulmuştu. Siyasetin merkezi Beyaz Saray hedef alınmıştı, saldırı başarısız olmuştu. Küresel istihbaratın merkezi, Pentagon vurulmuştu.
İlk etkinin sona ermesi beraberinde senaryoları getirdi. “El-Kaide’nin ustaca planlayıp gerçekleştirdiği saldırı senaryosu” temel kabul gören senaryoydu. Bunun ışığında, ABD Afganistan-Irak-Suriye harekâtlarını başlatmış oldu. “War on Terrorism/Terörizme Karşı Savaş” hem dış hem de iç politika haline geldi.
Temel kabul gören senaryo dışında başka senaryolar da mevcuttu. ABD’nin kendi kendini vurması; bir petrol ailesinin savaş fırsatçılığını kara dönüştürmek için ABD’yi savaşa sokması gibi. Bu senaryoların ortaya çıkması şaşırtıcı değildi, çünkü ABD’de yaşayanlar Tonkin Körfezi Olayı, Vietnam Savaşı, Kore Savaşı gibi bir dizi gerçek olmayan saldırıların ardından savaşa girildiğine tanıklık etmişlerdi. Hatta bunun için bir terminoloji bile oluşmuştu; false flag operations (sahte bayrak operasyonları).
Ancak bu senaryoları, özellikle de 11 Eylül’ün sahte bir saldırı olduğunu kanıtlamak oldukça zor. Özellikle de haberleri servis eden medya şirketleri, petrol şirketleri ve finans şirketleri arasındaki ilişkiyi düşündüğümüzde.
Yine de, saldırıların gerçekleşmesinin hemen ardından konuşulan önemli bir olayı hatırlamak önemlidir. 10 Eylül 2001’de Bush hükümeti Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Pentagon’da “eve yakın düşmanlara”, Pentagon bürokrasisine savaş ilan eden konuşmasını yapmıştı. Çünkü ortada 2.3 trilyon dolarlık bir bütçe açığı vardı ve bundan Savunma Bakanlığı sorumluydu. Rumsfeld, buna benzer bir sıkıntıyla bir daha karşılaşılmayacağını, sorumlularının hesap vereceğini vurgulayan bir ajitasyon çekmişti. Aslında büyük bir skandal ortaya çıkmıştı. Belki de ilk kez bu kadar büyük meblağda bir para kaybı halka açık bir şekilde konuşulmuştu. Ertesi gün 11 Eylül!
Rumsfeld, aynı meseleden (ve ABD’nin askeri taşeronluğunu üstlenen DynCorp’un Sek Ticareti suçundan) 2005 yılında sorgulanmıştı. 2.3 trilyon dolar açığın arkasından yapılan bütçe dengesizliklerine de cevap veremiyordu. Bu durumun açığa çıkmasındaki en büyük etmenlerden biri, Pentagon’un para transferlerinin takibinin yapılamamasıydı. ABD hükümetinin 1947-49 yılları arasında imzaladığı güvenlik ve CIA anlaşmaları, istihbarat teşkilatları topluluğunun herhangi başka devlet birimine haber vermeden para çekebilmesinin önünü açıyordu. Yani Rumsfeld’in veremediği hesabın temeli birkaç on yıl önce atılmıştı.
11 Eylül Saldırıları, büyük bir skandalın açığa çıkmasını engellemişti.
Terörokrasinin Ekonomisi
Rumsfeld’in veremediği hesap, güvenlik başlığı altında devlet ve kapitalizmin bu iç içe geçmişliğiydi. 11 Eylül’de güvenlik nedeniyle artan “devlet rolü”, daha sonra 2008’de yaşanan küresel finans krizinde de batan finans şirketlerini kurtarırken kendini göstermişti. Kamu-özel iştirakları, bu tarihten sonra artmaya başladı. Ekonomik büyümenin yavaş, işsizliğin fazla olduğu bir durumda, devlet şirketlere garantör oldu. Atılan her ekonomik adım, devlet teşvikiyle gerçekleşti.
11 Eylül’ün yarattığı ortamda, kendisine fırsat gören özel ordu ve güvenlik şirketleri “içerde ve dışarıda terörizmle savaşırken” ve sermayelerini arttırırken, finans şirketleri devlet güvencesiyle büyümeye devam etti. Bütün bunlara (yani kapitalist krizden iflas eden şirketlerin vergiler dolayımıyla halktan çıkarılıyor oluşuna, bakanlık merkezli yolsuzluklara vb.) haklı olarak tepki verenler, bugün de devlet şiddetiyle bastırılmaya devam ediyor. Finans krizinden bugüne, ABD’deki toplumsal hareketlere yönelik devletin şiddet kullanma oranı her geçen gün artıyor. Ekonomik ve toplumsal baskıyı merkeze alan politikalarla şekillendirilmeye çalışan halk, savaş-terör-kapitalist kriz üçgeninde sıkıştırılmaya devam ediyor.
Anlatılanlar bize de tanıdık geliyor, değil mi? İşte kapitalizmin küresel etkisi bu olsa gerek.
Suriye Savaşı ve ardından OHAL’le beraber, otoriterleşen devlet mekanizması, içerisine girdiği ekonomik krizden çıkma yollarını, birebir aynı şekilde “teröre karşı savaş” söylemleriyle, kapitalizmin vahşi dönemindeki uygulamalara geri dönerek bulmaya çalışıyor. Sadece içerisinde bulunduğumuz coğrafyada değil, kapitalist işleyişin devam ettiği her yerde…
Bilginin ve teknolojinin yaygınlaştığı, ulus-devletlerin sınırlarının sermayenin dolaşımında eridiği, ekonomik birlikteliklerin önem kazandığı, fırsat eşitliğinin herkes için olduğu bir kapitalizm rüyası, kapitalistler için bile sona erdi. Yeni otoriter dönemde, yaratılan adaletsizliklerin yol açacağı toplumsal reaksiyonlarla, içinde bulunulan krizlerle baş etmenin kapitalistler için tek yöntemi var; terörokratik devlet.
The post Otoriter Kapitalizm – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “El-Bab Kapı Rakka Duvar” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
El-Bab, son aylarda Suriye Savaşı’nda adını en çok duyduğumuz bölge; üç ayı aşkındır TSK/ÖSO kuşatmasında. Medyanın “düştü düşecek” şeklinde haberlerine karşın El-Bab, artan asker ölümleriyle TC açısından tam bir yenilgi görüntüsü veriyor.
Ağustos’taki Erdoğan-Putin görüşmesi sonrası Rusya’nın açık, ABD’nin örtülü temkinli onayıyla başlayan Fırat Kalkanı işgali, IŞİD’in Cerablus ve Rai’yi boşaltmasıyla, El-Bab’a dayanmıştı. IŞİD’in iki düşmanını (TC/YPG) karşı karşıya bırakmak üzere aradan çekilme şeklinde gerçekleşen bu taktiksel alan boşaltmalar, “zafer” manşetleri atılmasını sağlamıştı.
Ancak Kasım ayından beri El-Bab’da sağlanamayan ilerleme ve yaşanan hezimet, son günlerde TC cenahında dillendirilen Menbiç-Rakka operasyonlarıyla gizlenmeye çalışılıyor.
El-Bab’dan Ötesi?
Fırat Kalkanı işgalinin başlarında da gündemleşen Menbiç-Rakka, TC içinde Fırat Kalkanı Operasyonu’na dair söylemsel çelişkileri de ortaya koydu. Daha önce Erdoğan tarafından yapılan “El-Bab’dan derine inmeme”, devamında Numan Kurtulmuş’un “Fırat Kalkanı El-Bab’la biter”, sonrasında yine Erdoğan’ın kendini tekzip eden “El-Bab’dan sonra durmak yok” açıklamaları, TC’nin dış politika açmazlarını ve yenilgi tablosunu iç politikaya zafer olarak sunma telaşının göstergesi.
ABD-Rusya Arasında: İki Arada Bir Derede
TC’nin bu çelişik açıklamaları, ABD-Rusya arasında gidip gelen politikaların da sonucu. “Fırat Kalkanı’nın El-Bab’la bitmesi” söylemi, Rusya’nın “Fırat Kalkanı ancak Suriye’nin onayıyla yürür” açıklamasına örtük cevap şeklinde değerlendirilebilir. Diğer taraftan Menbiç-Rakka nakaratı, Trump’ın CIA Başkanı’nı göndererek, TC’ye biçtiği “operasyonel ortak” rolünün sonucu niteliğinde. Bu iki somut durum, El-Bab’da Rejim ile arasına sınır çizen, had bildiren Rusya ile Rakka’da kara gücü olmaya heveslenilen ABD arasında TC’nin durumunu özetliyor.
Yenilgi Yenilgi Büyüyen Zaferler mi?
Suriye’de TC’nin gizlenemez yenilgisi, odaklandığı tek mesele olan Rojava konusunda da netleşiyor. Rusya’dan yapılan “Kürtler masada olmalı”, “PKK/YPG terörist değil”, “Rejim ile Kürtler arasında 6 aydır aracılık ediyoruz” açıklamaları karşısında sus-pus olma, bu yenilginin tezahürü.
Diğer yandan El-Bab’dan sonra gösterilen Menbiç-Rakka hedefi, El-Bab’dan yenilerek çekilmenin manipüle edilen gerekçesi olarak belirginleşiyor. ABD ve Rusya gibi devletlerin belirlediği ilerleme sınırı, TC muktedirlerinin iç politika malzemesi olarak dillendirdiği “yenilgi yenilgi büyüyen zaferlere” çekilen sınır.
Çok uzağa gitmeye gerek yok, “ecdad toprağı” denilen Musul’da, Türkmen yurdu olduğu söylenen Tel Afer’de o sınırlar, şimdilerde El-Bab’dan, SDG’nin yaklaştığı Rakka’ya uzanan hatta, TC’nin önünde kapı-duvar gibi duruyor.
The post “El-Bab Kapı Rakka Duvar” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post TEKRAR TEKRAR TEKRAR – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu tip uygulamalar, yaşadığımız coğrafyada da bir işkence yöntemi olarak kullanıldı. Özellikle 12 Eylül sonrası devlet, “bir şeyler” itiraf etmesini isteyerek gözaltına aldığı insanlara tekrar tekrar elektroşok vermiş, insanların gözlerini bağlayarak onlara duyusal yoksunluk yaşatmaya ve onların iradesini kırmaya çalışmıştı.
15 Temmuz’dan beri yaşadıklarımız ise şiddet dozu daha az, ama tekrarlarının sıklığı ve toplam süresi daha fazla olan bir şok dizisi olarak karşımıza çıkıyor. Aralardaki boşlukları tıka basa dolduransa, televizyon kanallarından, gazetelerden ve internet sitelerinden yayınlan son dakikalarla, haberlerle, günün özetleriyle ve yorumlarla tekrar tekrar söylenenler.
Devletin “Gizli Propaganda Aracı”
“Hainler o kadar güçlü bir lobiyle Türkiye aleyhine çalışıyor ki dünyanın dört bir yanında bununla başa çıkmak için bir eylem planına, “gizli propaganda aracı”na acil ihtiyacımız var.” Bu sözler ana akım medyada yer alan bir köşe yazarına, Sevilay Yükselir’e ait. Öneriyse Nazi Almanyası’nda kurulmuş olan “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı” ile bu kurumun kurulduğu günden kapanışına kadar bakanlığını yapmış olan Joseph Goebbels’i ve “Büyük Yalan” adı verilen propaganda tekniklerini akla getiriyor.
“Ein Volk, Ein Reich, Ein Führer” yani “Tek Halk, Tek İmparatorluk, Tek Lider” söyleminin üretildiği ve yaygınlaştırıldığı bakanlıkta kullanılan ve en çok dikkat çeken tekniklerden biri tekrar üzerine kuruluydu. Goebbels’e göre “En parlak propaganda tekniği, tek bir temel prensip akılda sabit olarak tutulmadıkça başarıya ulaşmayacaktır: Kendini birkaç nokta ile sınırlamalı ve bunları defalarca tekrar etmelidir.” ve “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar.”
İletişim araçlarıyla söylenen şeylerin ne kadar doğru olduğunun, iktidarın amaçları açısından bir önemi yoktur; aslolan söylenenlerin ne kadar sıklıkla tekrarlandığıdır. Özellikle kriz zamanlarında kamuoyuna sunulan haberlerin birçoğunun bilgi kirliliğine neden olduğu ve yine birçoğunun da bu amacı taşıdığı düşünüldüğünde, haberlerin tekrar tekrar verilmesinin önemi artmaktadır. Henüz bir haberin şokunu atlatamadan bir başka haberle sarsılanlar, haberlere karşı tepkisizleşmeye başlamaktadır.
OHAL sürecinde tekrar tekrar yapılan haberlerle zaman ve mekân algımız yok edilerek, irademiz ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Özellikle iktidarın beslediği medyaya ait haber sitelerine girildiğinde bu durum açıkça kendini göstermektedir. “Son Dakika” diye bağıran pek çok haber, bırakalım son dakika olma niteliğini, haber olma niteliğini dahi taşımamaktadır. En az yedi kanalda birden günde üç doz verilen siyasi yorum programlarında, siyasetçiler, gazeteciler ya da akademisyenler, iktidarın söylediklerini tekrarlamaktadır. Bu tekrarlamalar, zaten yaşadığı ya da tanık olduğu şoklarla algıları yıpratılan insanların yönetilmesini açık hale getirmektedir. Dahası, tekrarlar insanları öyle yönetilmeye açık hale getirir ki, medyada yer alan bir haber ya da yorum, daha bir hafta geçmeden tersine çevrilip tekrar sunulduğunda, takipçilerinde bir tutarsızlık şüphesi uyandırmak yerine takipçilerini daha çok etkilemektedir.
Zeynel Çuhadar
The post TEKRAR TEKRAR TEKRAR – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Savaş Ekonomisi” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Her ne kadar bugünün savaşları, eskisi gibi büyük güçlerin doğrudan savaşlarından, uzak coğrafyalardaki aracılı savaşlara dönüşmüş olsa da, savaş ve devlet ekonomisi arasındaki ilişki çok değişmedi. Ekonomistler, rakamlara bakarak savaşların devlet ekonomisini krizden kurtardığını savunurken; halklar için savaş, yaşamlarının yok edilmesi, savaş ekonomisi ise daha çok sömürü, karne ve yokluk demektir.
Büyük Buhran
Ekonomik kriz-savaş ikilisinin en büyük örneği, 1930 Büyük Buhranı’yla başlayan krizin ardından gelen 2. Dünya Savaşı’dır. Savaş ekonomisine geçilmesiyle birlikte birçok ülkede işsizlik oranı azalmış, işsizlerin bir kısmı askere alınırken, parası olanlar savaş senetleri alarak “milli” ekonomiye katkıda bulunmuşlardır. Savaştan kaçan göçmenler ve kadınlarsa yeni ucuz işçiler olarak kapitalizmi kurtaran savaş ekonomisini sırtlamışlardır.
2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’li büyük şirketler, Alman endüstrisinin üretim araçlarının bir bölümünü ve büyük miktarda patenti gasp etmiş, kapitalin büyük şirketlerde yoğunlaşması sonucunda sömürü giderek daha da artmıştır. Savaşta büyük yıkıma uğrayan Almanya ve Japonya gibi ülkelerin halkları ise, zorunlu olarak “mucizeler” yaratmıştır.
ABD, savaş döneminde oluşturulan Savaş Üretim Kurulu’nu 1945’te kapatsa da, 26 büyük şirketle kurulan ilişkiler ağı, ya da askeri-endüstriyel kompleks büyümeye devam etmiş, 1958’e kadar devletin askeri harcamaları sürekli artmıştır. ABD, bu dönemdeki askeri harcamaları hem “Komünizm Tehlikesi” hem de “ekonomiyi canlandırma” gerekçesiyle sürdürürken, FBI ve CIA gibi özgürlükleri yok eden yapıları derinleşip genişletmiştir. Savaşla birlikte yükselen milliyetçilik, devletin radikal işçi hareketlerini ezmesine olanak sağlamıştır.
1971 Nixon Şoku ve 1973 Petrol Krizi
2. Dünya Savaşı biterken altın rezervlerinin üçte ikisini kontrol eden ABD, bütün uluslararası para birimlerinin altına endekslendiği eski sistemin yerine, bütün para birimlerini hem altına hem dolara endekslendiği Bretton Woods sistemini, 1944’te Batı Bloğu’na kabul ettirmiştir. Ekonomisi sürekli büyüyen ABD, Vietnam Savaşı sonrasında bir anda patlayan para arzını altınla karşılayamadığı için doların değeri düşmüştür. 1971’de başkan Nixon, Bretton Woods sistemini tek taraflı olarak terk ettiğini açıklamış, diğer ülkelerin ellerindeki doların değeri bir anda düşmüştür. Batı Bloğu’nda oluşan bu kriz, büyük buhrandan sonraki ilk büyük krizdir.
Bu krize girmek istemeyen Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC), 1971’de petrol fiyatlarını altına endeksleyeceğini açıklamış, hemen ardından 1973’te Mısır ve Suriye, diğer Arap ülkelerinin desteğini de alarak, Batı Şeria ve Gazze’yi 1967’de işgal eden İsrail’e saldırmış ve Ramazan Savaşı başlamıştır. OPEC’in Arap üyeleri, bu savaşta İsrail’e yardım eden ABD, İngiltere, vb. ülkelere petrol ambargosu koyunca, Batı Bloğu’nda da petrol krizi başlamıştır.
Kapıdaki Kriz
Son 10 yılın Türkiye ekonomisi, dış borcun sürekli arttığı, inşaat temelli bir büyüme ekonomisidir. Şehrin her yerini birbirine bağlayan yollar, daha çok emekçiyi kapitalizmin sömürüsüne ulaştırırken, AVM’ler de iç tüketimi artırarak ekonomiyi büyütür. Ancak yapılan inşaatların çoğu devlet ekonomisi açısından ölü yatırımdır, dış borçları ödemeye yaramaz; bunu kapitalistlerin kendi ekonomistlerinden de duyabilirsiniz. Örneğin kriz uzmanı ve Forbes yazarı Jesse Colombo, TL’de geçtiğimiz ay yaşanan değer kaybını bir yıl önceden haber vermiştir ve bunu bu “kırılgan ekonomi”ye bağlamıştır. Bu ekonomi, küresel ekonomik bir kriz ya da bölgesel siyasi bir kriz karşısında borç bulamama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Böylesi bir durumda ekonomi derin bir krize girer.
Ancak TL’de yaşanan değer kaybı gibi birçok olumsuzluğa rağmen öngörülen krizler sürekli teğet geçmektedir. Bunun nedeni devletin krize karşı uyguladığı iki ana stratejidir: Savaş ekonomisi ve yaşamı yok eden enerji yatırımları. Devlet hem savaşa hazırlık için, hem de ciddi yerel direnişle karşılaşan enerji yatırımlarını güvenceye almak için askeri gücünü ve yatırımlarını artırmaktadır.
Devlet, uzun zamandır Ortadoğu’da aktif bir silahlı bir güç olmaya çalışmaktadır. Bu hem ekonomik krize çözüm, hem daha fazla siyasi güç demektir. Küresel güçlerin pis işleri her zaman iyi para eder. Ortadoğu’da silahlı güç olmak, aynı zamanda Ortadoğu petrolünden pay almak demektir. Savaş demek, yıkım demektir; yıkımsa inşaat sektörünün yeniden canlanması anlamına gelir.
Devletin desteklediği IŞİD güçleri Kobanê’den kovulduktan sonra devletin yaptığı açıklamalarda TOKİ’den bahsetmesi, giremediği yerlere bile kapitalist sömürüyü taşımayı hayal ettiğini gösteriyor.
Türkiye silah endüstrisi 2013’te 19,1 milyar dolarla dünyada 14. sıradadır. Dünya genelinde gerileyen savaş harcamaları, T.C’de 10 yılda %13 artmıştır. (Kaynak: SIPRI) Devlet, askeri yatırımlarını kullanmak için sürekli fırsat kollamaktadır. Afganistan’a asker göndermek gibi ısınma turlarının ardından, küresel bir aktör olma çabasıyla Esad’a karşı savaş çağrısı yapmış, küresel destek alamayınca başarısız olmuştur.
Dün okyanus ötesinden 2. Dünya Savaşı’na giren ABD’nin stratejisi neyse, o zamandan beri silahlanan, T.C’den Arap Emirliklerine, İsrail’den Esad rejimine kadar tüm Ortadoğu devletlerinin stratejisi de odur. Kapitalizm krizleri, krizler savaşları ve savaşlar da katliamlardan ve sefaletten sonra daha fazla sömürüyü getirmektedir.
Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Savaş Ekonomisi” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Cuntaya Karşı Direniş Politeknik İşgali ” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tam 41 yıl önce, 17 Kasım 1973 günü, Yunanistan’da cunta yönetimine bağlı askerler, 14 Kasım gününden beri işgal altındaki Politeknik Üniversitesi’ne kanlı bir baskın yapmış, 34 devrimci öğrenciyi katletmişti. Askeri cunta yönetiminin bu katliamını hazırlayan süreç, aslında 1967 yılının Nisan ayında gerçekleştirilen ve “Albaylar Cuntası” olarak bilinen darbe dönemine dayandırılabilir.
1973 yılında, CIA’in “Prometheus Planı” adı vererek açıkça planladığı ve desteklediği cunta ile iki albay ve bir generalden oluşan askeri konsey, Yunanistan’da yönetimi ele geçirdi. Darbe sonrası askeri yönetimin atadığı yeni hükümet, Kral Konstantinos’un önünde yemin ederken, ”her şeyden önce” anti-komünist ve partiler üstü olacağını belirtirken; yeni hükümet göreve başlar başlamaz komünistler başta olmak üzere muhalif kesime yönelik geniş çaplı tutuklamalar yapıldı, aynı şekilde muhalif basına yönelik ağır bir sansür uygulamaya kondu. Tutuklanmayan muhalifler ise, sürgüne gönderildi. Darbeci albaylardan Yorgo Papadopulos, 1 Haziran 1973’te monarşiye son verip, cumhuriyet ilan ettikten sonra, kendisini de cumhurbaşkanı olarak ”atadı”. Aslında cuntacı albayı böylesi bir “açılıma” zorlayan aynı yılın başlarında ortaya çıkan sokak muhalefeti ve direnişlerdi. Şubat 1973 yılında gerçekleşen Atina Üniversitesi Hukuk Fakültesi işgali, aynı yılın Kasım ayında gerçekleşecek Politeknik Direnişi’nin habercisi ve cuntaya karşı yükseltilen direniş barikatının bir göstergesiydi.
Kasım ayının 14’üne gelindiğinde, “illegal” faaliyet göstermekte olan Yunanistan Üniversiteli Öğrenciler Birliği(EEFE) çağrısıyla binlerce üniversite öğrencisi Atina Politeknik Üniversitesi’ni işgal etti ve Yunanistan çapında, darbe yönetimine karşı topyekun direniş çağrısı yapıldı. Direnişçiler, 24 saat boyunca, ele geçirdikleri üniversite radyosu aracılığıyla ve “Özgür Savaşçı” adıyla, cuntanın zulmünü teşhir eden yayınlar yaptı. Politeknik direnişçilerinin bu çağrısına halktan yanıt gecikmedi. 15 Kasım günü on binlerce kişi alanlara çıktı. 16 Kasım’da ise askeri yönetimin kalbi olan Genelkurmay binasına yürüyen 50 bini aşkın insana asker tarafından ateş açıldı ve insanların üzerine tanklar yürütüldü, 4 saat kadar süren sokak çatışmaları sonrası 23 kişi direniş barikatlarında katledildi. Fakat bu katliam Politeknik’te başlayan direnişi sönümlendirmek bir tarafa, yükseltti. Kasım’ın 16’sını 17’sine bağlayan gece yarısına gelindiğinde barikatların başında ve alanlarda 100 binden fazla kişi vardı. Tankların da içinde bulunduğu askeri birlikler ise Politeknik Üniversitesi’ne yönelerek, üniversite bahçesindeki ilk barikatın başında bulunan 16 direnişçiyi katletti. Tanklarla üniversite duvarlarının yıkılması sonucu binaların içinde bulunan 20 kişi daha Politeknik’te üçüncü gününe giren direnişin diğer barikatlarında yaşamını yitirdi. Tüm bu katliamlar yaşanırken ise, direnişçilerin ele geçirdiği radyoda, “Özgür Savaşçı”nın cunta karşıtı mücadele çağrısı yapan yayını, direnişin sonuna dek kesilmedi. Politeknik’te cuntaya karşı direnirken yaşamını yitiren “Özgür Savaşçı”lardan biri askerlerce vurulurken, mikrofonu bir diğeri aldı. Üç gün süren Politeknik Direnişi sonucu toplam 75 kişi Yunan devletinin cunta yönetimince katledildi. Cunta yönetimi ise bu büyük direniş sonucu gitgide zayıfladı ve 23 Temmuz 1973’te, yönetimi sivillerden oluşan geçici hükümete bıraktı.
Politeknik Direnişi ile albaylar cuntasının iktidardan düşmesi, Avrupa’da hayatta kalabilen son askeri diktatörlüklerinin de çözülüşü sürecini tetikleyerek bir anlamda domino etkisi yarattı. 1974’te Portekiz’de Salazar ve 1975’te İspanya’da Franco diktatörlükleri tarihe gömüldü.
1973 Kasım ayında yaşanan Politeknik Direnişi, Yunanistan’daki sokak muhalefetinin de ileriki yıllarda, mücadelesinde esin kaynağı oldu. Direnişten 35 yıl sonra 2008 Aralık ayında anarşist genç Alexis’in polis tarafından katledilmesi sonucu devlet terörüne karşı direnmek için alanlara çıkanlar Politeknik Üniversitesi’ni “Vitrinlere Değil, Gökyüzüne Bak” sloganıyla bir kez daha işgal ettiler ve yaklaşık bir ay sürecek isyan hareketini buradan başlattılar.
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Cuntaya Karşı Direniş Politeknik İşgali ” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Çekirdek Koalisyonun Komplo Teorisi IŞİD” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>ABD’nin Suriye politikasında değişiklik olacağını, Ağustos’un başında IŞİD’e yönelik bombalamadan anlamıştık. Sürecin başından bu yana, savaştan imtina eden ABD, Ağustos aynın başından bu yana özellikle Batılı müttefikleriyle yan yana gelmiş ve onlardan “IŞİD terörü”nü bitirmek için destek almıştı.
YEŞİL KUŞAK DOKTRİNİ NEDİR?
1945 Sonrası ABD ile SSCB arasında başlayan ve 1980’lerin sonlarına SSCB’nin ortadan kalkışına dek süren “Soğuk Savaş Dönemi”nde ABD’nin komünizm tehdidine karşı “panzehir tedbiri” olarak bölgesel taktik anlamında İslami akımları ve hareketleri desteklemesidir.
1977’de dönemin ABD başkanı Jimmy Cater’in ulusal güvenlik danışmanı Zbigniev Brzezinski tarafından geliştirilen projeye göre, SSCB’nin Basra Körfezi petrollerine ulaşmasını engellemek için Körfez ülkelerindeki İslami rejimler desteklenirken, aynı yıllarda gerçekleşen SSCB’nin Afganistan işgali karşısında, İslamcı mücahit güçler CİA denetimde, Pakistan topraklarında eğitildi. Diğer taraftan Afganistan’da ekilen haşhaşın, eroin olarak dünya piyasasına sürülmesine göz yumuldu ve elde edilen gelirle mücahit gruplara yoğun silah satışı yapıldı.
SSCB’nin güneyinden Afganistan, Pakistan, Şah döneminde İran, Irak ve hatta Türkiye’yi içine alan bölgede SSCB karşıtı yönetimler desteklendi. Başarısız olmuş bir proje olarak değerlendirilen “Yeşil Kuşak Doktrini”nin fiilen sona erdiği tarihin, eski bir Afganistan mücahidi Usame bin Ladin’in lideri olduğu El-Kaide tarafından ikiz kulelere intihar saldırılarının yapıldığı 11 Eylül 2001 olduğunu söyleyebiliriz.
11 Eylül saldırılarının yıldönümünde Suudi Arabistan’ın Cidde şehrindeki toplantı bu açıdan önemliydi. “Terörle mücadele” başlıklı toplantıya, Mısır, ABD, Irak, Ürdün, Lübnan, Katar, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Türkiye, Suudi Arabistan dışişleri bakanları katıldı. Toplantının hedefi, IŞİD’e yönelik hava saldırılarını yoğunlaştırması noktasında bu devletlerin desteği, muhalifleri eğitmek ve silahlandırmaktı. Davutoğlu hükümetinin yeni Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “çekirdek koalisyon”a imza atmaması üzerine ABD Dışişleri Bakanı John Kerry Ankara’ya ziyarette bulundu.
ABD’nin stratejisine ilişkin bu mesafeli yaklaşımın arkasında Musul’da rehin alınan diplomatlar olduğu söylense de, temel mesele TC’nin bölge üzerindeki hesaplarıyla uyuşmama sorunu gibi görünüyordu. TC gibi toplantıya mesafeli yaklaşan bir başka devlet de İran’dı. İran genelkurmay başkan yardımcısının açıklamaları İran’ın net tavrını gözler önüne serdi; “İran ve ABD’nin IŞİD konusunda işbirliği yapması asla mümkün olamaz. Çünkü IŞİD’i kuran ABD’dir.”
İşlerin Karıştığı Yer
İranlı genelkurmayın sözleri işleri biraz karıştırmıştı. Öncelikle söz konusu devletlerarası ilişki ise, net tavır diye bir şey yoktur. Bunun en belirgin örneğini kendi devlet başkanları Ruhani’nin ılımlı politikalarında görmek mümkün.
Öte yandan, mevzu bahis coğrafya Ortadoğu’ysa, komplo teorisi ve gerçeklik arasındaki çizgi gittikçe incelir. Yani IŞİD’in ABD eliyle kurulması…
IŞİD ve ABD arasında ne olup bittiğini anlamak için, ABD’nin, kendisine bölgesel ya da küresel çapta oluşabilecek bir tehdit karşısında İslami unsurlara oynadığı yakın ve uzak tarihten örneklere bakmak yeterli olacaktır. 1979’da, SSCB’nin Afganistan’ı işgali sonrası ABD’nin, döneminin komünizm tehdidine karşı “Yeşil Kuşak Doktrini” uyarınca, Sovyet destekli hükümete karşı Afgan mücahitlere desteği biliniyordu. Şimdilerde konuşulmaya başlanan ve oluşturduğu tehditle Batı’yı oldukça tedirgin eden “Küresel Cihatçı” akımın varoluşsal çıkış noktasının Sovyet işgaline karşı savaşan Afgan mücahit hareketi olduğunu söyleyebiliriz.
Geçtiğimiz günlerde Edward Snowden’in ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratları hakkındaki açıklamaları, eski senatör John Mccain’in IŞİD lideri Ebubekir El-Bağdadi ile aynı karedeki fotoğrafları, ABD eski başkan yardımcılarından Dick Cheney’in açıklamalarına komplo teorisi demezsek, ABD’nin (ya da sadece ABD’nin değil aynı zamanda küresel iktidarların) IŞİD’le nasıl bir gönül bağı olduğunu anlamak için adım atmış olabiliriz!
IŞİD Şeytanı
Batılı gazetecilerin kafasını kesip Batı’ya meydan okuyan IŞİD’in mesajı, küresel kamuoyunda oldukça yer etti. Bunun arkasından gelen ABD hamlesi çok şaşırtıcı değil. Hatta bu hamlenin 11 Eylül’ün yıldönümünde gerçekleşiyor olması, komplo teorisyenleri için oldukça verimli bir mecra gibi gözüküyor.
Batılı müttefikler, IŞİD’e ilişkin hava saldırısı ve yerel güçlerin desteklenmesi kararını her ne kadar yakın bir zamanda almış olsalar da, Batı’nın algısal saldırısı bundan çok önce başladı. IŞİD’in şeytan olarak ilan edilmesinin ardından, şeytanı yok edecek özne ihtiyacını karşılamak üzere yola çıktı küresel iktidarlar.
Uluslararası Kamuoyu IŞİD’i Sonunda Keşfetti(!)
Almanya Başbakanı Angela Merkel, Alman parlamentosunda yapılan ve bölgeye silah yardımının oylandığı oturumdaki konuşmasında IŞİD’in bölgedeki varlığının ve ilerlemesinin Almanya ve Avrupa için bir güvenlik tehdidi oluşturduğunu söyledi. Bu çerçevede Irak ve Güney Kürdistan bölgesel yönetimlerine askeri destekte bulunulacağını belirtti.
Fransa Cumhurbaşkanı Françoise Hollande ise yakın dönemde bölgeye yaptığı ziyarette, Fransa hava kuvvetlerinin askeri operasyonlarda aktif biçimde yer alacağını açıkladı. Bu durum ise, Libya’da 2011 yılında yapılan NATO saldırısında, Fransa’nın oynadığı rolü akıllara getiriyor.
Diğer Avrupa Birliği ülkelerindeki genel eğilim ise, IŞİD’e karşı savaşmak üzere gönderilecek silahların bölgedeki başka güçlerin eline geçme ihtimalinin yarattığı kaygı nedeniyle, bölgeye NATO kapsamında bir müdahale gerçekleştirilmesi noktasında. Eylül ayı başında Galler’de gerçekleştirilen NATO zirvesinde bu seçenek masaya yatırıldı.
Uluslararası siyasette komplo teorisi ile tarif edilene itibar her ne kadar düşük olsa da, komplo kelimesi bu alanda sık kullanılan kavramlardan biri. Komplo, bir kimseye ya da bir kuruluşa karşı alınmış gizli karar, gizli düzen, gizli plan ve tuzak anlamına geliyor. Aslında küresel iktidarlar arsındaki ilişkilerin dengesi bu gizli anlaşmalara, planlara dayanıyor. Küresel siyaset arenasında de facto olarak işleyen durum bu.
IŞİD’in “kötü”yle ilişkilendirilmesi, kafa kesen “şeytan” imajıyla yaratılan durumda saldırı, IŞİD’e olmaktan çok, sonrasında IŞİD adı altında Ortadoğu’ya yapılacak müdahaleyi meşru kılmak adına bize yapılıyor. Küresel iktidarların algısal saldırısının hedefinde, Ortadoğu’ya yapılacak saldırının karşısında duracaklar yer alıyor.
Yaratılan “şeytan”ın yaptıkları “kötü”nün de ötesinde olması, bu “şeytan”ı ortadan kaldırmak için girişilecek her saldırıyı, bu saldırıların hazırlandığı gizli planları meşru kılmaz.
Ortadoğu’da yerel siyasi ve ekonomik iktidarlar aracılığıyla da onaylanan bir müdahale, bu algısal saldırıyla meşru kılınmaya çalışılırken, şeytanı yok etmeye gelecek, melek rolüne soyunanların kim olduğunu iyi görmek gerekiyor.
Hele hele ABD ve IŞİD arasındaki ilişkinin ne olduğuna ilişkin konuşulanlar bu kadar güncelken, küresel iktidarların “melek” olmadıklarını söylemek komplo teorisi olmasa gerek…
Süren ABD Operasyonları, NATO’nun Çekirdek Koalisyonu ve TC’nin “İsteksizliği”
Irak’ta IŞİD’e karşı kaybedilen, stratejik öneme sahip bölgelerin geri alınması için Temmuz ayı başlarından itibaren ABD tarafından 200’e yakın hava saldırısı gerçekleştirildi. ABD’nin “şer ekseni” olarak ilan ettiği ülkelerden biri olan Suriye’den, IŞİD’in bu ülkedeki varlığına yönelik olarak da benzer askeri operasyonlar olduğu beklentisi dillendirildi. Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, ülkelerindeki IŞİD varlığına karşı “uluslararası toplum”un desteğine ve işbirliğine açık olduklarını belirtirken, ABD ise, Suriye’de “kendilerine karşı bir tehdit oluşturduğu noktada” IŞİD’e karşı bir operasyon olabileceği mesajı verdi. Nitekim bir süre sonra ABD özel kuvvetleri, örgütün elindeki ABD’li rehineleri kurtarmak amacıyla başarısız bir operasyon gerçekleştirdi.
ABD’nin operasyonları “şimdilik” Irak ile sınırlı olarak sürerken, NATO zirvesinden çıkan karara göre oluşturulması planlanan çekirdek koalisyonun ayrıntıları da ortaya çıkmaya başladı. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Avustralya, İtalya, Danimarka, Kanada ve Polonya’dan oluşan 9 ülkeye, artı bir olarak özellikle ABD’nin “ısrarlı çağrıları” sonucu Türkiye’nin de eklenmesi gündeme geldi. “Çekirdek Koalisyon”daki ülke sayısının 9 mu 10 mu olduğu tartışmaları sürerken TC tarafından apar topar toplanan güvenlik zirvesi ve Kerry’nin sürpriz Türkiye ziyareti sonrası, koalisyonda aktif olarak yer alınmayacağı, ”insani yardım” ve istihbarat paylaşımı yapılacağı açıklandı.
Kerry, Türkiye ziyareti sonrası yaptığı açıklamada, “Çekirdek Koalisyon”un IŞİD’e karşı müdahale planını da ayrıntılandırdı. Buna göre NATO güçleri IŞİD’e kara operasyonu yapmayacak, hava operasyonları ağırlıklı bir politika izleyecek. Koalisyonun izleyeceği bir diğer yol ise bölgede IŞİD’e karşı mücadele eden Irak ordusu, Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi peşmergeleri ve diğer silahlı unsurlara askeri destek sağlanması.
Bazıları Selefi-Vahhabi İslam düşüncesine sahip Müslüman ülkeleri, IŞİD’e karşı harekete geçiren ABD, bir diğer taraftan, Obama’nın da vurguladığı, “gerçek İslam”ı temsil etmeyen IŞİD’in Somali’deki versiyonu denebilecek, El-Kaide bağlantılı Eş-Şebab örgütüne gerçekleştirdiği saldırıda örgüt lideri Ahmed Gudani’yi öldürerek, bu noktadaki kararlılığının, IŞİD’in var olduğu Ortadoğu coğrafyasıyla sınırlı olmadığını da ortaya koyuyordu.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 21. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Çekirdek Koalisyonun Komplo Teorisi IŞİD” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>