The post Eğitimde Toplumsal Cinsiyet- Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ocak ayında Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Eğitimde Cinsiyet Eşitliği” projesini kaldırmasının ardından Yüksek Öğretim Kurumu’ndan da benzer bir hamle geldi. YÖK Başkanı Yekta Saraç proje ile ilişkili olarak “Türkiye’nin değerlerine uygun değil” açıklaması yaptı ve çalışmanın bundan sonra “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” değil “Adalet Temelli Kadın Çalışmaları” olacağını duyurdu. Bu duyurunun Recep Tayyip Erdoğan ile Yekta Saraç’ın 9 Ocak tarihindeki görüşmesinden yaklaşık bir ay sonra yapılmış olmasıysa elbette açıklamanın bir tesadüf eseri ortaya çıkmadığının göstergesi.
Toplumsal muhalefetin ve özellikle de biz kadınların tepkisini çeken bu açıklama aslında bizler için yeni veya şaşırtıcı değil. 2011 yılında Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın adının Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirilmesi, AKP’nin kadını toplumda nerede konumlandırdığının en belirgin örneklerinden. Yaklaşık on yıldır dönemin başbakanları, cumhurbaşkanları tarafından sürekli kürtajın ve kadın eylemlerinin gündem edilmesi ya da kadınların konuşmasından gülmesine kadar her davranışına dair söz söylenmesi devlet iktidarının “kadın politikaları” tavrında ne kadar net olduğunu göstermektedir. Peki onları bu denli rahatsız eden bu toplumsal cinsiyet kavramı nedir ve eğitimle ne kadar ilişkilidir?
Toplumsal Cinsiyetin Öğretilmesi Ve Üretilmesinde Bir Yöntem Olarak Eğitim
Kadın mücadelesinin 1970’lerden beri tartıştığı ve genel olarak odaklandığı bir kavram “toplumsal cinsiyet”. Kavram, ataerkil toplumun cinslere belli aidiyetler yükleyerek “kadınlık” ve “erkeklik” yaratmasına ve bu aidiyetlere yüklediği çeşitli davranış kalıplarını “olması gereken ve sürekli” kılmasına karşılık gelir. Cinsler arasındaki iktidar ilişkilerinin belirleyicisi olan toplumsal cinsiyet rolleri ile birlikte iktidar sahibi daimi olarak erkektir. Pratikteki yansımaları toplumdan topluma değişkenlik gösterse de bu ilişki biçiminde kadın hep ezilen olarak konumlandırılmıştır. Kadının varlığı ev ve aile ile sınırlandırılmış, erkeğe bağımlı kılınmış ve toplumdaki kabulü annelik üzerinden sağlanmıştır.
Eğitim, bireyleri ve toplumu egemen ideoloji ve kültüre göre şekillendirme yöntemidir. Temelinde bir itaat ilişkisidir ve aile ile birlikte kurulan bu itaat ilişkisi, iktidar olma ve iktidara tabi olma, eğitim ile sürdürülür.
Tarihsel olarak eğitim, iktidarlı yapıların ortaya çıkışıyla eş zamanlıdır. Eski Yunan’daki eğitim sisteminde bedensel mükemmellik amaçlanıyordu. Çünkü diğer devletlerle sürekli savaş hali vardı ve devletin ihtiyacı olan güçlü, cesaretli ve itaatkar erkeklerdi. Katı bir disipline dayalı bu sistem ile halktan ayrı bir grup yetiştirilmekteydi. Atina’da özel ve kendine has programı olan okullar da mevcuttu, Platon’un Akademisi, Aristoteles’in Liseum’u gibi. Elbette bu okullarda da sadece erkekler eğitim alabiliyordu. Eski Yunan’ın “devlet adamı” yetiştirmeye yönelik eğitimi, yerini hristiyanlığın kabülü ile birlikte Roma İmparatorluğu’nda “din adamı” yetiştiren kilise okulu sistemine bıraktı. Özellikle 11. ve 12. yüzyıllarda üniversitelerin kuruluşu, dini eğitimin skolastik metodunu yaygınlaştırdı. Aynı yüzyıllarda müslüman devletler de islami eğitimi kurumsallaştırmaktaydı.
Günümüzdeki karşılığıyla modern devletlerin bir projesi olan zorunlu eğitim, 14. yüzyıldan itibaren başlayan bir süreçtir. Avrupa’da ortaya çıkmış ve oradan tüm dünyaya yayılmıştır. Ulus devletlerin kuruluşu ve kapitalizmin gelişimi, kitlesel zorunlu eğitimin ortaya çıkmasında çok önemli etkenlerdir.
Eğitimin içeriği de toplumsal cinsiyet rollerinin yaratıcısı ataerkinin belirlediği sınırlar içerisindedir. Öğretilen erkeğin tarihidir. Savaşlar, sınırlar, devletler, imparatorluklar hepsi erkekler tarafından yaratılmıştır. “Düşünce tarihi” olduğu iddia edilen felsefe dersleri, erkeğin düşüncesidir. “Geometri bilmeyen erkeklerin giremeyeceği” akademinin felsefesi… İlkokuldan üniversitenin sonuna dek süren bu eğitim öğretim süreci, devlete ve kapitalizme entegre olmuş bireyler yetiştirmeyi amaçlamakla birlikte erkek iktidarının normalleştirilmesidir.
Varoluşu itibariyle erkek olan devletin, bireyleri ve toplumu şekillendirmekte kullanacağı araç da erkek egemen olacaktır. Devletin varlığını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu eğitim ile birlikte, kurulan her öğretme ve öğrenme ilişkisi, bu ataerkil sistemin sürdürülmesinde bir paya sahiptir. Eğitim kurumları yani okullar, ataerkinin yarattığı toplumsal cinsiyet rollerinin öğrenilmesinde ve sürdürülmesinde önemli bir konumda bulunur.
Yaşadığımız coğrafyada da halihazırda aileden edinilmiş olan toplumsal cinsiyet rolleri, okulla birlikte pekiştirilir. Hala çoğu okulda kız çocuklarıyla oğlan çocuklarının üniformaları birbirinden farklıdır. Oğlan çocuğu pantolon giyerken kız çocuğu etek, şort-etek veya jile giymek ve bu kıyafetlere uygun bedensel hareketlerde bulunmak zorundadır. Yaklaşık 12 yıllık eğitim sürecinde her okul günü, kız çocuğu ve oğlan çocuğu belirlenen şekilde giyinmelidir. Bu sistematik kıyafet uygulamasıyla eğitim sürecinin sonunda kalıplaşmış düşünceler yaratmak amaçlanır. “Kız böyle giyinir”, “erkek böyle giyinir” kalıplarıyla aslında cinsiyet kimlikleri ve cinsel yönelimlerin de toplumda kabul gören ikili cinsiyet sisteminin dışına çıkması engellenmeye çalışılır.
Yetişkin kadın ve erkek tasvirlerinde kadın özel alanda, genellikle evde tasvir edilirken erkek sosyal alanda tasvirlenir. Kadının tanımı annelik üzerinden şekillendirildiği için ideal anne profili çizilir ve anne yetiştirmeye yönelik bir öğretim yapılır. Geleceğe dair planlamalar yapılırken kız çocukları öğretmenlik, hemşirelik gibi “kadınlara uygun” mesleklere yönlendirilir. Bu meslekleri icra ederken nasıl “evinin hanımı, çocuğunun anası” olacağı da iyice öğretilir.
Kadının ikincil konumda kalması gerektiği öğretisi yıllar boyunca sistematik biçimde anlatılır ve böylelikle eğitime tabi tutulanlar tarafından içselleştirilir; bu toplumsal kabul sürekli olarak üretilmiş olur.
Devletlerin Cinsiyet Eşitliği İllüzyonu
Devletlerin bir projesi olarak eğitimde cinsiyet eşitliği uygulamaları aslında “gelişmiş” ve “gelişmekte olan” devlet ile ilişkilidir. Burada kastedilen gelişim, hem ekonomik olarak kapitalizmin işlerliğinin fazla sekteye uğramaması hem de temsili demokrasinin gereklerinin yerine getiriliyor oluşuyla, bir nevi sosyal devlet anlayışıyla ilişkilidir. Ekonomik, siyasal ve toplumsal refahın yüksek olduğunun iddia edildiği böylesi coğrafyalarda siyasi iktidarın toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden uyguladığı baskı ve sömürü doğrudan hissedilmez. Var olan kapitalist ilişkiler çerçevesinde kadın sömürülmeye devam eder, tüketim nesnesi ve tüketici özne haline getirilir.
Ataerkil sistem varlığını sürdürürken devlet ve kapitalizm kendini ataerkiyle beraber var ederken kadının özgürlüğünden bahsetmek mümkün değildir. Ataerkil devletin yarattığı ve kurumsallaştırdığı eğitim sisteminde kadın ve erkeğin eşitliğinden söz etmek de bir illüzyon yaratmaktan öte gidemez.
İktidarlardan Sıyrılmış Değerler Yaratmak
Günümüz siyasi iktidarının eğitim politikalarına geri dönecek olursak, ocak ayında Antalya MEB ile Ensar Vakfı arasında imzalanan “Değerler Eğitimi” protokolü toplumsal muhalefet için bir gündem haline dönüştü. 40 çocuğa yönelik cinsel şiddetin faili olan Ensar Vakfı’nın çocukları “eğitmesinin” tepki görmesi çok olağan.
Öncelikle MEB’in müfredatında “değerler eğitimi” adında bir ders bulunmamakta. Tüm ders müfredatlarının giriş bölümüne evrensel ve milli değerler adı altında iki farklı konu başlığı olarak yerleştirilmiştir. Özel okullarla popülerleşmiş olan, küçük yaştan itibaren çocuklara evrensel değerlerden sevgi, saygı, adalet, yardımseverlik, hoşgörü, şefkat, merhamet, empati gibi davranışların yanında kimi milliyetçi, devletçi değerleri de “öğreten” değerler eğitimi mantığı, muhafazakar özel okullarda ise dini değerlerin dayatılmasına vesile oldu.
AKP’nin şu an milliyetçi ve muhafazakar değerlerle öncekinden farklılaştırdığı eğitim sistemiyle amaçladığı, bu değerleri sahiplenen bir nesil yaratmaktır. İmam Hatip Ortaokulu ve Liselerinin artırılması, din kültürü ders saatlerinin yükseltilmesi, zorunlu Arapça ve Kuran-ı Kerim dersleri bu projenin görünen kısımları olmakla birlikte, 15 Temmuz Destanı tiyatroları gibi perde arkası da mevcuttur. Milliyetçi-muhafazakar anlayışın kendini daha da belirginleştirilmesi; kadın ve erkek arasında var olan adaletsizliğin daha büyük bir uçuruma dönüşmesine neden olmaktadır. Aynı zamanda kadın ve erkeğin toplumsal konumundaki adaletsizliklerin din ve “Türk kültürü” ile özdeşleştirilerek normalleştirilmesi, bu eğitim sistemiyle sorgulanamaz kılınmaktadır.
Toplumsal cinsiyet, zorunlu eğitim ile ortadan kaldırılabilecek bir olgu değildir. Elbette cinsiyet rollerinin ortadan kaldırılmasında ve böylesi bir anlayışın toplumsallaştırılmasında tüm iktidarlı eğitim öğretim modellerini reddeden, özgürlükçü öğrenim yöntemleri de bulunmaktadır. Bunları da “eğitim” olarak değerlendirmek doğru olmayacaktır. Burada önemli olan nokta, bilginin iktidardan ne denli sıyrılabildiğidir. Ataerkiyle beraber tüm iktidarlı yapıların ortadan kaldırılması için mücadele sürerken özgür bilgi paylaşımı alanları oluşturulmalıdır. Bu bilgi paylaşım alanlarında toplumsal cinsiyetin, otoritenin, hiyerarşinin, mülkiyetin olmadığı yeni değerler var olacaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Eğitimde Toplumsal Cinsiyet- Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Erkeğin SOYu Kadının ADI – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1893’te ABD sınırları içerisinde ilk kez bir kadın, Lucy Stone, evlendiği erkeğin soyadını reddederek evlenmeden önceki soyadını kullanabilmişti. Bu haber bütün dünyaya kısa bir zamanda yayılmış ve kadınlar için büyük bir kazanım olarak tarihe geçmişti. Birçok kadın, yıllar boyunca farklı coğrafyalarda aynı uygulamayı bir hak olarak kazanabilmek için hukuksal mücadele vermiş ve “cinsiyet eşitliği”ni bu mücadelenin esas konusu haline getirmişti.
Aradan Yıllar Geçti…
Elbette, kadınların “cinsiyet eşitliği” mücadelesi Lucy Stone ile başlamış değildi. Ancak evlilikle beraber bir kadının hayatında daha da belirginleşen eşitsizlik haline karşı koymak, daha doğrusu bu karşı koyuşun hukuksal imkanlarını yaratmaya çalışmak anlaşılan o ki tüm kadınları heyecanlandırmıştı.
1893’te ABD’de yaşanan bu gelişmenin ardından, 1976’da Kanada’nın Quebec bölgesinde, kadınların evlendikleri erkeğin soyadını alması yasaklandı. Eyalet yasalarına göre uygulanan bu yasak bizzat devlet eliyle “cinsiyet eşitliği”ni sağlamak amacıyla düzenlenmişti. Benzer şekilde Yunanistan’da da kadınlar, kadın hareketinin etkisiyle 1983’te “kendi” soyadlarını kullanma “hakkı”nı elde etmişti. Benzer dönemlerde farklı coğrafyalarda soyadı kanunu ve uygulamaları değişmişti. Kadınlar tüm bu gelişmelerin evlilikte erkeğe teslim olmamak ve evlilikte “kendileri kalabilmek” ile yakından ilişkili olduğunu açıklıyordu.
Evlilik Sınırlarını Aşmak, Aidiyeti Reddetmek
“Evlilik ilk başta ekonomik bir anlaşma bir sigorta sözleşmesidir. Günlük hayattaki sigortalardan daha bağlayıcı ve daha kuralcı olması yönüyle ayrılır. Getirileri, yatırımlarıyla karşılaştırıldığında oldukça azdır. Ödülün koca olduğu bu evliliği kadın adıyla, özel hayatıyla ve kişisel saygısıyla öder. Dahası, evlilik sözleşmesi kadını ömür boyu bağımlılık, parazitlik ve sosyal olduğu kadar bireysel bir kullanışsızlığa mahkûm kılar. Erkek de faturasını (bedelini) öder fakat onun çerçevesi daha geniş olduğundan, evlilik onu kadın kadar sınırlamaz.
Böylece, Dante’nin cehennem hakkındaki deyişini evliliğe uygulayabiliriz: “Oraya giren bütün umudu geride bırakır…” -Emma Goldman
Evliliğin kutsadığı her bir kavramın, her bir nesnenin ve eylemin görünür görünmez sınırlarıyla kuşatılır kadın, tam da Emma Goldman’ın söylediği gibi, kendini bütün umutlarını geride bırakmış olarak bulur. Takılan yüzük, ağızdan çıkan “evet”, değişen soyad, yeni bir anne baba, yeni bir aile… Tüm bu sembolik değişimler, aslında büyük bir değişime, kadının çevresiyle ve kendiyle kurduğu bütün ilişkilerin değişimine işaret eder. Evliliğin ortaya çıkış sürecinden bu yana devletin evlilik ile kutsadığı ailede iktidarı ve mülkü elinde bulunduran, kendinden sonrakilere bu mülkü miras bırakan erkek olduğu gibi yukarıda saydığımız tüm “sembolik” değişimler de kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi mülkiyetçi kılar.
Dante’nin cehenneminden tek bir çıkış vardır öyleyse: Umudu geri kazanmak. Kadının erkeğe aidiyetini yaratan, güçlendiren tüm sembolleri reddetmek ve aidiyet ilişkisini ortadan kaldırmak. Öyleyse kadınların evli olduğu erkeğin soyadını reddedişi, hatta İtalya’da olduğu gibi çocukların da doğumdan itibaren annenin soyadını alabiliyor olması sembolleri yıkmanın bir yöntemi, bir parçasıdır diyebilir miyiz? Soyadıyla yaşanan değişim, yaşadığımız ataerkil sistemin de değişimini sağlar mı?
Soyadı Değişirken Değişmeyenler
Her bir sembol taşıdığı anlamı zihinlere işlemek, anlamı güçlendirmek üzerine yaratılır. Haliyle “soyadı”yla kadının erkeğe aidiyetini zihinlere işleyen sembolik dil de taşıdığı anlamı kuvvetlendirir. Bu sembolün reddedilmesi kadın ile erkek arasındaki ilişkiye dair algısal kırılmalar yaratır. Ancak bazen semboller ortadan kalkarken farkında olmadan bir başka sembol, hem de bir öncekiyle aynı anlamı üreten yeni semboller ortaya çıkabilir. Dolayısıyla ortadan kaldırılması gereken sadece sembol değildir. Sembolün ürettiği anlamın da ortadan kalkması gerekir.
Soyadının değişimi tartışmalarına ve “kazanımlara” geri dönersek, soyadının kadınlar lehine değişimi aslında sembolün ürettiği anlamı belli bir noktada ortadan kaldıramaz. Soyun doğrudan evlilik kurumuyla bağlandığı bir eşi reddederken içinde doğup büyüdüğümüz aile kurumuna bağlanması bunun bir “kazanım” olmasının önünü keser. Erkek bir eş ile kurulan mülkiyetçi ilişki, erkek bir babayla kurulan mülkiyetçi ilişkiyle kıyaslanamayacak ölçüde tehlikeli midir? Ya da evliliğin ürettiği kimi semboller halihazırda aile kurumundan da izler taşımıyor mu? Aileden kastımızın ise yukarıda bahsettiğimiz gibi evdeki tüm bireyler üzerindeki iktidarını evlilikle meşru kılan bir erkek figürünü içerdiğini hatırlamak gerek.
Soysuz Bir Hayat Sürmek
Tüm bu soruların da ötesinde, doğumumuzla bizlere verilen kimlikte yazılı bulunan tüm aidiyetleri, en başta da kimlikle bağlandığımız devlete aidiyetimizi sorun olarak görmemiz gerekmiyor mu? Bu aidiyetlerin, ilk toplumlardan bugüne erk iktidarı ve erkek egemenliğiyle ilişkisi olduğu çok açık. Ancak mesele soy olduğunda, yalnızca ata üzerinden değil ana üzerinden de bu ilişkinin kuruluyor olması, iktidarlı ilişkilerle ortaya çıkmış sosyal ve ekonomik adaletsizliklerin bir parçasıdır.
Bugün farklı coğrafyalarda çocukların annenin soyadını alabiliyor olmasının bir kazanım olarak değerlendirilmesi, yine farklı coğrafyalarda kadın üzerinden soyun devam ediyor oluşunu da kazanımlaştırır. Ancak biz kadınlar özgürlüğü kazanmak istiyorsak çabamız yalnızca bizlere dayatılan sembolleri yıkmak olmamalı, sembollerin ürettiği anlamları da yıkmalıyız. Bizim istediğimiz onun ya da bunun soyu arasında bir tercih yapmak zorunda kalmak değil aslında, ezenlerin ezilenleri aşağılamak için kullandığı üzere: Soysuz olmak istiyoruz, soysuzlaşmak!
Şeyma Çopur
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. sayısında yayınlanmıştır.
The post Erkeğin SOYu Kadının ADI – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Erkeğin Mirası Erkeğe Adaletsizliği Kadına” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz günlerde Erdoğan’ın kızı aynı zamanda da KADEM’in (Kadın ve Demokrasi Derneği) Başkan Yardımcısı Sümeyye Erdoğan Ak Parti Brüksel Siyaset Akademisi’nde, “Dünyada Müslüman kadın algısı ve eşitlik mücadelesi” konulu bir ders verdi. Konuşmasında cinsiyet eşitliğini değil, cinsiyet adaletini savunduğunu belirten Erdoğan, miras konusuna da değindi. Erkeğin evi geçindirme sorumluluğundan bahsederek, aynı sorumluluğun kadında olmadığını, böylelikle de erkeğe daha çok miras düşmesinin adaletli olduğunu söyledi. Adaletsizliğin merkezinde konum tutanların adaletten bahsederek adaleti savunmaları başlı başına bir ironi olsa gerek!
Pekâlâ, Sümeyye Erdoğan’ın söylediği gibi mirasın, erkeğe kadına oranla daha fazla düşmesi gerçekten adaletli midir? Ya da İslam’da bahsedildiği üzere, kadın hem babasından, hem de evleneceği erkekten pay alacağından; kadının geçimini sağlamakla yükümlü erkek, kadına oranla mirasta daha fazla pay sahibi olmalı mıdır?
Bu sorular ya da bu “sorunlar” farklı mecralarda tartışıladursun bu yazıda bizim üzerinde duracağımız mirasın, kime daha az ya da fazla düşeceği değil. Tam tersine bu tartışmalar kadının gerçek konumunu göz ardı ederek, erkeğin sahip oldukları üzerinden kadına konum biçen tartışmalar. Biz yazımızda kadın-erkek arasındaki ezeli mülkiyet ilişkisinden ve gerçek adaletten bahsedeceğiz, ataerkil sistemde her konuda olduğu gibi miras tartışmalarında da kaybedilmiş kadın kimliğinden bahsedeceğiz.
Ahlak Mirası: Evlilik
Mirasın anlamı mülk, evlilikte mülk paylaşımı demektir. Geçmişten günümüze tüm yasal evlilikler aslında kadının toplumsal ahlakını garantilemek için yapılır. Böylece kadının ahlakı, çekirdek ailede babaya, evlilik yoluyla da evlendiği erkeğe emanet edilir. Evlilikte her anlamda “sadık” kadınlar ise devletin sözde kanunları ile ödüllendirilirler.
1907 yılında İsviçre’den yola çıkan 1926’da Batı hayranı Cumhuriyet durağında inen, kadına belirli haklar veren kanunlar, medeniyetin mirası olarak gelmişlerdir. Devlet bu kanunları yıllarca pratikte uygulamasa da, 2001 yılına gelindiğinde batının gözünden çıkmaya ramak kala alelacele yeniden düzenlenirler. Birçok kez değiştirilen-yenilenen “pek medeni” kanunlarda en çok da “eşitlik” kavramı yüceltilir. Mülk paylaşımı yani miras tartışmalarında da aynı eşitliğin gözetilmesi, sözde kadın ve erkeği eşitlemiş olacaktır. 2002 yılında yapılan değişikler “aile hukuku” adı altında “evde erkek kadar kadının da sözü geçer”, “karar yetkisi ve bakım yükümlülüğü kadın kadar erkektedir”, “evlilik birliğini ortak temsil” gibi maddelerle “eşitlikçi” gibi görünse de kadının ezilen konumunu değiştirmekte hiçbir işe yaramamıştır.
2011’de devlet açısından bir milat olarak görülen Avrupa Konseyi ülkelerince İstanbul’da imzaya açılan böylece adını İstanbul Sözleşmesi olarak hafızalarımıza kazıyan kadına yönelik şiddetin önlenmesini amaçlayan sözleşmenin maddeleri hatırlanırsa kadın cinayetlerinin son 4 yılda yüzde 1400 arttığını da kimilerine hatırlatmak gerekir.
Kanunun devreden çıktığı durumlarda örneğin, “yasal olmayan” bir evlilikte kadının konumu “ahlaksızlık” olarak görülür. Erkek kadını ya da kadın erkeği herhangi bir gerekçeyle terk ettiğinde kimse kimseden yasal yollarla “hesap soramaz”. Kadın toplum tarafından “ahlaksızlıkla” yaftalanır, dahası birlikte olduğu erkek tarafından “kanunsuzca” cezalandırılabilir. Yani öldüresiye dövülebilir, sokağa atılabilir, çocuklarından men edilebilir vs. Erkek ise konumundan herhangi bir şey kaybetmez, tam tersine ahlaksız ilişkinin bir parçası değildir artık. Toplumda evliliğin kadına bir ahlak mirası olduğu düşünülürse ortada gayri resmi evlilikten doğan çocuklar varsa örneğin, kanun bu ahlaksızlığı temizlemek adına çocuğa bir tek soyadı borçludur, çocuklar henüz doğmamışlarsa noter imzasıyla erkeğin kabulü beklenir, toplum nezdinde ise anneleri ile aynı kaderi paylaştıklarından maalesef aşağılayıcı sıfatlarla yaftalanırlar.
Evlilik kadını taçlandırır derler! Özellikle de annelik sıfatıyla kutsallaştırılıp toplumda “özel” hissettirildiğimizde evliliği çoğu kez terk edemez hale geliriz. Diğer yandan manevi duygular göz ardı edilerek sadece ekonomik bir kurtuluş olarak görülen evliliklerse, patron-işçi ilişkisine benzer, tahammül sınırlarımızı zorlayana dek sürer. Günümüzdeyse sıkça tanık olduğumuz evlilik sözleşmesi denilen kadın ve erkeğin mülkünün paylaşımını önceden garanti altına alan “iktisadi çaba” ise tek bir şeyle açıklanabilir; “tamamen ekonomik”. Anlaşılan şu ki evlilik başımızda taç değil adeta ayaklarımızda bir zincir gibidir.
Televizyon kanallarında yayınlanan evlilik programlarında bile çoğu kadın evi, arabası, bankada parası olan ve çocuksuz erkeği eşi olarak seçmeyi tercih ediyor. Bu mülk arayışı, sadece yoksul kadının zenginliğe imrenişi mi yoksa yoksun kadının bir nebzecik rahatlama isteği mi? Günümüzde evliliğin tüm bu sorulara bir yanıt olarak sunulması bile kadının toplumdaki konumunu bize çok net özetliyor aslında.
Kadın evlilikle her açıdan hem sosyal hem de ekonomik mülkiyete dayalı bir ilişkinin ezileni olarak karşımıza çıkıyor. Başlık parası adıyla zorla evlendirilen, karşılığında 3 öküz, bilmem kaç dönüm arsa eden kadından zenginleşen erkek, yıllarca eve kapatılan kadından bedavaya hizmet alarak zenginleşen erkek toplumda kadının üzerine basa basa yükseliyor. Diğer yandan ataerkil sistem, doğurduğumuz küçük erkeklerin zihinlerine ilmek ilmek işleniyor ve onlar büyüdüklerinde “ahlaksız” kadının erkek adaleti olmak üzere miras bırakıyorlar adaletsizliği.
Emeğin Mirası: Yoksulluk
Evlilikle eve kapatılan kadın tüm yaşamsal ihtiyaçlarını da erkeğin ekonomik kazancına göre sağlamak zorunda. Bu kadına sadece yoksul bir yaşamı değil, beraberinde dış dünyadan yoksun bir yaşamı da getiriyor. Kadının yoksulluğu evlenmeden önce, evlendikten sonra, boşandıktan sonra gibi evrelerle sürüyor. Evlenmeden önce ailede kadın için düşünülen tek ekonomik birikim “çeyiz”, evlendiği gün düğün töreninde elde ettiği “takı” evlendikten sonra bir miktar “nafaka” oluyor.
Ev dışında çalışan her kadın için de durum benzerdir. Kadın emeği denilince akla ilk gelen “görünmeyen emek”tir. Hem evde hem iş yerinde, erkeğe göre vasıfsız, kolay görülen tüm işler kadını ezilen konuma hapseder. Çalışan kadın işinden eve döndüğünde ev işleri, çocuk bakımı gibi işlerle ezilmişliğini sürdürür. Kadın böylece ataerkil toplumun getirisi olarak yoksul ve yoksun bir yaşam sürmek zorunda bırakılır.
Ölümcül Miras: Kadınlık
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet birbirinden farklıdır. Cinsiyet, kadın ve erkeğin doğuştan biyolojik farklılıklara sahip olmaları, toplumsal cinsiyet ise bir kültür ürünü olarak, kadın-erkek arasındaki sosyal sınıflaşmadan kaynaklanan rollerle toplumsal olarak inşa edilir. Toplumsal cinsiyet, kişilerin davranış şekillerini belirleyerek, onlara nasıl ideal bir erkek ya da ideal bir kadın olacaklarını belirli normlarla ve kalıplarla öğretir. Kadın ve erkek kimliklerini oluşturarak tek tipleşmeye sebep olur.
Toplumsal cinsiyet rolleri kişiye çeşitli sorumluluklar verir. Kişinin karakteri, duyguları, hisleri, hırsları, motivasyonları, toplumun öğrettiği söylemler ve yaşam deneyimleri doğrultusunda şekillenir. Dolayısıyla başka bir karaktere sahip insanlar toplum tarafından bambaşka insanlara dönüştürülürler. Bu süreç, toplumun değer yargılarıyla ve dinle daha da meşrulaştırılır.
Toplumsal cinsiyet statüleri kadın ve erkeğin tanımını belirler. Bu tanımlar çerçevesinde kadın ve erkeğin hangi kıyafetleri giymeleri, vücutlarını nasıl şekillendirmeleri ve hangi isimlere sahip olmaları gerektiği de bellidir. Bu iki cinsiyetin üzerinde de kurulan baskı kadınların omuzlarına ağır bir yük olarak biner. Toplumda erkek, etken özne durumundadır. Bunun sonucu olarak da para kazanma, aile ekonomisini kalkındırma, güçlü olma gibi sorumluluklar erkek olmakla özdeştirilir. Kadın ise toplumda itilen karakterdir. Edilgen konumuna getirilen kadının sorumluluğu çocuğuna bakmak, ev işleri yapmak, toplumsal rolleri ise, pasif, anaç, şefkatli, hassas ve itaatkâr olmaktır. Bu sorumluluklar, kadının üzerinde erkeğe oranla daha çok baskı kurar. Çünkü kadının rolleri erkeğe göre yaşamın her alanında daha pasiftir ve kadın erkeğe hizmet etmek için tasarlanmıştır. Bu durum gerek ev alanında gerek iş hayatında birbirinden farksız değildir.
Kadın, tüm bu toplumsal sorumluluk ve rollerle adeta kimliksizleştirilir. Kadının kimliğini yitirmesi ve toplumun şekillendirdiği karaktere dönüşmesiyle kadına ölümcül bir miras kalmaktadır; “kadınlık”.
Ataerkilliğin Mirası: Adaletsizlik
“Erkek” olmak, “kadınlık” içerisinde tanımlanan her türlü gerçekliğin, duygunun ve davranışın toptan reddine dayanır. “Kadınsı” olarak tanımlanan hiçbir özelliğe izin vermemelidir. Toplumda beklenen “erkeklik” biçimlerini sergilemeyen ya da kabullenmeyen kişilerse üçüncü, muğlak ve hastalıklı cinsler olarak yaftalanırlar. Çünkü ideal olan “erkek” toplumda olunması istenen “erkek” ya da “kadın”dır.
Biyolojik erkekliğin dışında hegomonik olan erkeklik, toplumdaki erkeklerin buna göre şekillendiği, bunun için rekabet edeceği bir söylemdir. Bu anlamda özelliklerini koruyamayan, koruyamadığı düşünülen her erkeğin erkekliğinden şüphe edilir. Toplumda erkeklik “dölleyici, koruyucu ve geçindirici” özelliklerin sürdürülmesiyle her defasında yeniden üretilir. Bir “erkeklik sertifikası” olarak görülen sünnet, yine erkeklik ölçütlerinden biri olarak kabul edilen askerlik ile erkeğin kendi rolüne hazırlanması yani “adam” edilmesi gerekir. Örneğin, sünnet küçük erkeğin kendini çevresindekilere ispatlaması, asker ve padişah kıyafetleri altında “erkek” yani adam olmasıdır. Bir erkeğin tüm bunları deneyim edinmesi, iyi ve kötüyle tanışmış olması, bunlar hakkında yorum yapması beklenir. Çünkü daha sonra kendi kümesinin horozu, askeri ve koruyucusu olacaktır. Tüm bu erkeklik ritüellerini bilmeyenin ve yaşamayanın adamdan sayılmadığı toplumda, namus cinayetlerini, aile katliamlarını neden hep erkeklerin işlediğini sormamıza da gerek yoktur.
Erkeklik, sonsuz rekabet ve kişisel bir savaş halidir. Kadınlar içinse yaşam, bir savaş değil, bir savunma, kendini kanıtlama süreci değil, bir koruma sürecidir. Bir kadın eğer toplumun kendisinden beklediği kadınlık biçimini koruyamazsa aşağılanan ve olumsuzlanan bir kadınlığa hapsedilir. Erkek ise erkekliğini koruyamazsa toplum tarafından “hadım” edilir. Ataerkilliğin hem kadın hem de erkek açısından reddedilmesi zorunludur. Ancak bir kez “hadım” edilmekten korkan erkekler, her defasında kadını yok ederek yaşamayı sürdürdüklerinde bu düzen asla değişmeyecektir. Ataerkilliğin bıraktığı miras kadına şiddet kültürü ve katliamlar olarak dönecektir.
Reddi Miras
Yaşadığımız dünyada erkeğin kadına bıraktığı miras sadece mülkü değil, aynı zamanda çalınan bir yaşamdır. Bugüne kadar kadına sözde eşitlik ve adalet sağlamak adına çıkartılan tüm kanunlar da erkeğe hizmet etmiştir. Devlet içinse kadının konumunu iyileştirmek yani “hastalığı” tedavi etmek “hastalığı” ortadan kaldırmaktan çok daha kolaydır. Bu yüzden her alanda ortadan kaldırılması gereken, toplumda “hastalık” olarak görülen hep kadın olmuştur. Bugün farklı mecralarda cinsiyet eşitliğini ya da cinsiyet adaletini tartışanlar, kadının kaybedilen kimliğini, yoksulluğunu ve adaletsizlikleri dillendirmekten ısrarla kaçınırlar. Çünkü onlar erkekleşmişlerdir.
Yaşadığımız dünyada biz kadınlar için görülecek tek bir dava var; özgürlük davamız. Bu davayı devletin adliye saraylarının kapılarında değil erkek-kadın arasındaki mülkiyetli ilişkiyi reddederek, adaletsizliklere karşı koyarak, ataerkil düzene reddi miras diyerek kazanabiliriz. Erkek öldüğünde ortaklık biter, bir miktar mülk kalır geriye ancak erkeklik öldüğünde özgür bir yaşama sahip olabiliriz. Ve geriye onlardan bırakılacak bir şey kalmadığında ancak özgürlüğümüze kavuşabiliriz.
The post “Erkeğin Mirası Erkeğe Adaletsizliği Kadına” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>