The post Diyanet Çocuklar için “Fetvayı” Verdi! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Diyanet İşleri Başkanlığı, resmi web sitesinde nikahı tanımlayarak, evliliğin kişiyi “zinadan koruduğunu” ve insan neslinin devamını sağladığını iddia etti. Her açıklamasında toplumsal algılara oynayan devlet kurumu, çocukların da evlenme ve çocuk sahibi olmalarına dair, yine tepki çeken görüşler belirtti. Bulûğ çağına girmiş olanların da dinen nikahlanabileceği iddiasını ortaya atan Diyanet, bulûğ yaşının alt sınırını kızlarda 9, erkeklerde 12 olarak belirtti. Diyanet, kızların 9 yaşında hamile kalabileceklerini, erkeklerin de 12 yaşına girdiklerinde baba olabileceklerini söyledi.
The post Diyanet Çocuklar için “Fetvayı” Verdi! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Kadınlar: “Pembe-Mavi Reklamını Bir Daha Düşün!” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kentin en işlek kavşaklarındaki billboardlara asılan pembemavimarket isimli bu mağazanın reklam afişleriyle “çocuk gelin” ve “çocuk yaşta evlendirilme” gerçeğini göz ardı etmesi tepkilere yol açtı.
Tepkiler sonrasında Mağaza Müdürü Vijdan Kayaca, billboarddaki kıyafetlerin gelinlik ve damatlık olmadığını, çocukların doğum günü ve benzeri özel günlerde ailelerin tercih ettiği “Özel gün” kıyafetleri olduğunu savundu.
Bunun üzerine Anarşist Kadınlar : “Ancak unutmayalım ki hassasiyetler önemlidir, çocuk yaşta zorla evlendirilerek katledilen, erken büyütülerek kabusa çevrilen yaşamları görmezden gelmek suça ortak olmaktır. Bu yüzden her yerde, her koşulda bir reklam panosunda dahi gözetilecek hassasiyetler önemlidir.” diyerek duruma tepki gösterdi.
The post Anarşist Kadınlar: “Pembe-Mavi Reklamını Bir Daha Düşün!” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kadınlar Direnin Örgütlenin, Dayanışmayı Büyütün” -Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Öyle bir Harun ki kanunla düzelmez bu düzen. Öyle bir erkek ki her bucak, kadından öte çoraklık yok. Öyle bir keskin ki bıçak, kana susar, kan kusturur. Öyle bir yaşamak ki vakitsizce ölmenin adı kader olmuş. Öyle bir mücadele ki direnerek özgürleşmekten başka hiçbir yol yok.
Peki, tüm bu yaşadıklarımıza karşı nasıl mücadele etmeliyiz? Kadın cinayetlerini durduracak acil önlemde 5’te 1’in mücadelesi…
Devlet, kadın cinayetleriyle ilgili sözde önlemler aldığını, katliamlara son verme adına sözde çalışmalar yürüttüğünü iddia ederken, şiddet gören kadınları da “sığınma evi”, “yakın ev koruması”, “uzaklaştırma” gibi göstermelik uygulamalarla “koruyabileceğini” vaat ediyor.
Toplumun her alanında şiddet gören kadına başvurabileceği tek çözüm olarak “devlet” işaret ediliyor. Meclisteki kimi duyarlı vekiller kadın katillerinin “adil” yargılanması, anayasal haklar gibi konularda peşi sıra tasarılar hazırlayadururken, diğer yandan kimi kadın örgütleri yargıdan “devlet koruması” talep ededururken, kadınlar devlet-meclis-yargı üçgeninde adı “koruma” olan bir politikayla her geçen gün katlediliyor.
Peki, neden devlet-meclis-yargı kadını koruyamıyor?
Diyelim ki devlet üzerine düşeni yapmış olsaydı… 6284 Sayılı Ailenin Korunması Hakkındaki Kanun’da yer alan bütün maddeler uygulansaydı ya da yeni maddeler eklenseydi; mesela dini nikâhla evlenmiş ya da evli olmayan ya da boşanmış kadınlar için koruma kararı alınabileceği belirtilseydi; İçişleri Bakanlığı yasaya uymayan veya şiddet mağdurlarına kötü davranan polisler, savcılar ve hâkimlerin şikâyet edilebileceği bir mekanizma oluştursaydı, koruma kararı sistemi kapsamlı olarak izlenebilseydi ve sistemin nasıl kullanıldığına dair kamuya açık veriler oluşturulsaydı… Cumhurbaşkanı, başbakan ve meclisteki bütün parti liderleri kadına yönelik şiddeti kınasaydı, üstüne bir de Kadın Bakanlığı kurulsaydı, cinsiyet ve cinsel yönelim eşitsizliğini esas alan yeni bir anayasa yapılsaydı, ceza kanununda caydırıcı cezalarla birlikte 6284 etkin bir şekilde uygulansaydı… Hatta daha fazla sığınma evi açılsaydı, kadın katillerine daha ağır cezalar verilseydi…
Ne olurdu? Devlet üzerine düşeni yapmış olur, kadınlar erkekler tarafından öldürülmezler miydi? Kadına yönelik toplumsal tahakküm sürdürülmez miydi?
Bu sorulara cevaben “evet” diyenlerin 5’te 1’in mücadelesine kattığı değer şudur ki; kadını özgürleştirmekten çok topluma geçici makyaj yapıp, mücadeleyi özünden kopartarak erkek devletin himayesindeki erkek egemenliğini yaşatmak. Yaşadığımız sadece bu coğrafyanın değil ataerkil coğrafyaların ortak sorunudur. “Modern” Avrupa’nın kadın politikasında “modernleşme” heveslisi her coğrafyayı kadın cinayetleri hakkında “korumasına” alarak kendi çıkmazlarının üstünü örttüğü ve Ortadoğu’nun “modern” kapısı olan Türkiye’nin kadın politikasındaki “tek başvurucu, tek çözümcü” olarak kendini işaret ettiği görülmektedir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da geliştirilen uluslararası stratejiler devletlere ödül olarak sunulur, karşılığında hizmet olarak geri alınır. 1 Ağustos’ta Türkiye ile birlikte 11 Avrupa ülkesinde yürürlüğe giren ve AKP’nin kadınlara bir nefes niyetine sunduğu Avrupa Konseyi Sözleşmesi de böyle bir ödüldür.
Avrupa’nın Türkiye’ye kadın “koruması”: İstanbul Sözleşmesi
Türkiye, ilk imzacısı olmakla övündüğü “İstanbul Sözleşmesi” olarak bilinen, kadına yönelik şiddet, aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin Avrupa Konseyi sözleşmesiyle kadın cinayetleri konusundaki kötü karizmasını toparlamak için makyaj yapmayı sürdürecek. Şöyle ki, bu sözleşmeyle yapılacak makyajın yansıması, 11 yıllık iktidarı boyunca sürdürdüğü, aslen süründürdüğü, kadın politikasını rayına koymuş bir AKP, “sağ”duyulu vekillerini dahi hizaya sokmuş bir meclis, yargıda önlem-koruma-kovuşturma-destek mekanizmaları hakkındaki düzenlemelerin kusursuzca tasarlandığı, sosyal sorumluluklarını fonlar alarak yerine getirmiş liberal sivil toplumcu organizasyonlar olacak. Böylelikle kadının geleceği, yaratılmak istenen “Yeni Türkiye vizyonu”nda yapılan makyajın etkisiyle bir süreliğine parlak görünecek, ancak bize göre kadının ışığı bu vizyonda da kısa sürede sönecek ve yalancılar katliamlar karşısında kör olacaklar. Çünkü bahsi geçen sözleşmedeki açmazlar bunu açıkça belirtiyor.
Bazı kadın örgütlerinin özellikle yasal süreçler hakkında sözleşmeyi AİHM benzeri uluslararası bir başvuru mekanizması olarak görmesi, bu açmazlardan sadece biri. Etki alanları farklı da olsa Birleşmiş Milletler’in CEDAW’ı da benzer bir mekanizma olmasına karşın hiçbir şekilde uygulanmadı ve uygulanmıyor. Özellikle LGBTİ bireylere yönelik gerçekleştirilen nefret cinayetlerini ele aldığımızda her türlü ayrımcılığın, katliamlarla artarak sürdüğü gerçeğini yadsıyamayız.
Yine AİHM’nin karalarının uygulanmasında da durum farksız değil. Örneğin zorunluğu askerliği reddeden vicdani retçilere yönelik usulsüz uygulamalar, AİHM kararlarına rağmen sürüyor. Yine sözleşmenin maddelerinden biri olan “şiddet gören kadınlara mülteci statüsünün verilmesi” konusu da bir muamma. Türkiye’nin taraflarından olduğu Cenevre Protokolü’ne göre mültecilerle ilgili bir “coğrafya kısıtlaması” var ki mülteci statüsü sadece Avrupa’dan gelen göçmelere verilebiliyor. Demek ki; sözleşmeye göre yoksulluktan kaçıp Türkiye’ye sığınan Gürcistanlı göçmen kadın yaşamak adına sürüklendiği fuhuş batağından çıkartılıp kaçak olduğu anlaşıldığında sınır dışı edilerek tekrar yoksulluğun ortasına, ülkesine gönderilecek. Bu durum bir o kadar ironik değil mi? Üstelik sözleşmede yer alan psikolojik şiddetin dahi cezalandırılması maddesi buradaki göçmen kadına yönelik işletilmiyor çünkü sözleşmede kastedilen psikolojik şiddet aynı şey değil! Bu da bir o kadar ironik değil mi?
Yine sözleşmeye göre sözde namus üzerinden işlenen cinayetlerle ilgili yasal süreçte katillere “haksız tahrik indirimi” şeklinde uygulanan cezai durumlar gibi herhangi bir şiddet eylemi de mazeret kabul edilmeyecek. Psikolojik şiddet dâhil, kadına yönelik şiddete yardım yataklık eden herkes sözleşme kapsamında cezaya tabi tutulacak. Buradaki açmaz şu ki, kadının beyanı dışında uygulanan şiddetin herhangi bir denetim mekanizması tarafından belgelenememesi. Yani kanıt yoksa ceza da yok.
Devlet her zaman her koşulda kadına yönelik şiddete karşı hep kör, sağır ve dilsiz oldu, olmaya devam ediyor. Bu yüzden bahsi geçen sözleşmedeki açmazlara da şaşırmamamız gerek. Çünkü tek etkili çözüm olarak devlet-meclis-yargı üçgenini işaret eden ve bu alana sıkışan kadın da, kadın mücadelesi de içinden çıkılmaz bir açmazda. Çünkü en nihayetinde şiddeti önleyebilmek şiddeti üreten ve sürdüren mekanizmaların dışında bir mücadeleyle mümkün kılınabilinir. Yoksa mücadele ne kadar ironik kalır değil mi?
Kadın mücadelesi derken…
Erkekler geçtiğimiz Ağustos ayında, 14 ilde, 22 kadını katletti. Kadınlardan biri öldürülmeden hemen önce polise şikâyetçi olmuştu. Bir erkek ise denetimli serbestlikle cezaevinden çıktıktan sonra eşini öldürdü. Bir kadın boşanmak istediği için, biri cinsel ilişkiyi reddettiği için, biri aile kararıyla öldürüldü ve ve ve daha nicesi…
Biz her şeye rağmen mücadele ederek ve her yerde filizlenerek kök salan bir dayanışmayla durdurabiliriz yaşanan tüm cinayetleri. Bir kadın onu 43 yerinden tornavidayla bıçaklayarak katletmeye çalışan eski eşi tarafından rahatsız edildiğinde, ona sahip çıkan mahalleli; eşi tarafından kan revan çoluk çocuk sokağa atılan kadının, ona dayanışmayla açılan kapısındaki anne-baba-kardeş; tecavüze uğrayan bir kadını en temiz duygularla sevebilen bir sevgili; işe giderken bindiği otobüste tacize uğrayan kadının sessiz çığlığını yükseltecek ses; dokuzuncu katın camını silerken canı pahasına yere çakılan ev işçisinin yaşamını elinden alanlara duyulan öfke; daha 12’sinde gelin edilen çocuğun hayallerini çalmayan bir gelecek; eşi yüzüne kezzap döktüğünde “güzelliği” eriyen kadına güzel bakabilen gözler; yoksulluğun çaresizliğinde yoksunlaşan kadının sermayesine umudu katanlar; cinsel yöneliminden ötürü kadına nefretle değil sevgiyle kucak açanlar; kadınlar, kadınlar ve kadınlar ancak direnerek, örgütlenerek ve dayanışmayı büyüterek yıkacaklar bu düzeni.
Ne bu erkek katil devlet, ne bu erkek katil yasa, ne bu erkek katil meclis değil bir tek kadınlar, kadınlar ve kadınlar değiştirebilir bu soyu erkek düzeni. Ve böylesine birer birer katledilirken bizler, üzüntümüzle değil, adliye saraylarında öfkemiz ve dayanışmayla erkek egemen düzenin boğazında düğümleneceğiz.
Nefes kestikçe, nefes alacağımız gün özgürleşeceğiz!
The post “Kadınlar Direnin Örgütlenin, Dayanışmayı Büyütün” -Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Sığmaz Sandıklara Hayaller” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ne hayaller sandıklara sığar, ne de sandıklar hayalleri gerçek kılar
Günümüz erkek egemen toplumu, kadınlara her defasında kaderlerine razı olmayı öğretiyor. Kader bazen 14’ündeki çocuk gelinin adı, bazen adı gibi yaşamının kendisi oluyor. Aynı zamanda kader, toplumsal geleneklerin kadınlara yüklediği ağır kabullenişle, razı kalıp şanslıysak yaşamanın ya da yükünü sırtlamayan bir hayatı seçerek yaşamın sonu oluyor. Kadınlar, yaşamları boyunca hep bir seçim yapmak zorunda bırakılıyorlar.
Çeyiz sandıklarından seçim sandıklarına, kadınların kaderi değişiyor mu?
Küçük bir çocukken evcilik oyunlarıyla genç kadınlığa varıncaya dek sürdürülen evlilik propagandası, kadınlara “iyi yaşamak adına, iyi bir eş” için seçim yapmak zorunluluğunu dayatmaktadır. Erkek egemen bir toplumda kadının evliliğe hazırlanışı, geleneksel değerlerle birlikte bu propagandaya eklenir. Bu geleneklerden biri de itinayla hazırlanan, yıllarca bir sandıkta biriktirilerek kadının adeta ekonomisine dönüşen çeyizidir. Böylelikle kadınlar çeyiz sandıklarını yüklenip, aile evinden çıkıp, çocukken oynadıkları evcilik oyunlarını gerçek kılarlar. Çocuk gelin Kader’in yazgısı da böyle başlamıştı. 11’inde evlendirildi Kader, 12’sinde anne oldu, 14’ünde gömüldü. Çünkü ona yükledikleri çeyiz sandığı, onun tabutu oluverdi. “İyi yaşamak adına, iyi bir eş” için seçim yapma şansı bile olmadan üstelik. Çeyiz sandığında biriktirilen onca şey dışında, evinde ölü bulunarak çıkarılan kefenli sandıkta, bir tek Kader’in cansız bedeni vardı. Ya Kader “iyi yaşamak” adına sandığı yüklenmeyip, kader dedikleri yazgıya başkaldırabilseydi? Yine de aynı kader yazılır mıydı onun için, bizim için, kadınlar için?
Günümüze dek kadınlar “özgür yaşam” mücadelesi adına hayatın her alanında sadece bir nebzecik eşitlik için görünmek, duyulmak, varlıklarını hissettirmek adına uğraştılar, mücadele ettiler. Onlar uğraştıkça kurtarıcı sanılan tüm iktidarlar her defasında, erkek egemen anlayışlarıyla kadınları engellemeye çalıştı. Bu alanlardan birisi de siyasetti. Tarihsel olarak bakıldığında kadınlar bir nebzecik kazanım elde etmiş gibi görünse de, istenilen özgürlük var olan iktidarlı, erkek egemen siyaset anlayışı değişmedikçe kazanılamamıştır.
Cumhuriyet’in, kadınlara batılı makyajı
Cumhuriyetle birlikte her kesim ulus-devlet anlayışına uygun olarak “Türkleştirildi”. Bu kesimlerden biri de farklılığı barındıran Osmanlı içerisindeki kadın hareketiydi. Ancak Cumhuriyetle birlikte kadın, Kemalistlerin “modern kadın” tahayyülüne uydurulmak istendi. Cumhuriyet erkekleri kadını batıya öykünen, makyaj yapan, tiyatrolara giden, erkeklerle aynı ortamlarda yemek yiyerek dans eden, güzellik yarışmalarına katılan bir kalıba sokmakla meşguldüler. Cumhuriyet’in kadın ideali söylenenin aksine eğitimli kadın yaratmak değil, erkeklerin yanına yakışan batılı modern görünümü yaratmaktı. Çünkü Cumhuriyet’in önemli misyonlarından biri zaten buydu, diğer yandan da etnik kökenin yok edilmesini sağlamak. Kemalist tarih yazımında yer alan “kadınlara bütün haklarını biz verdik” söyleminin altının boş olduğuysa, Osmanlı kadın edebiyatı ve dergilerinin 1990’lardan sonra feminist araştırmacıların gayretleriyle keşfedilmesi sonucunda bir kez daha anlaşılmış oldu.
Kadınların mebusluk propagandasının kısa tarihçesi
Osmanlı döneminden beri siyaset yapma mücadelesi veren Nezihe Muhiddin ve beraberindeki kadınlar, 15 Haziran 1923’te “Kadınlar Halk Fırkası” adlı partinin kuruluşu için İçişleri Bakanlığı’na başvurmuştu. Ardından “Kadınlar mebus olmak istiyor” şeklindeki haberler ardı sıra basında yer aldı. Bakanlığın uzunca süren sessizliğinden sonra, hükümet “kadınların seçme ve seçilme hakkı olmadığı” gerekçesiyle partinin kurulmasına izin vermedi. Basında konuya ilişkin “bazı düşünceler nedeniyle uygun bulunmadığı” yazıldı. Bu “düşüncelerin” ne olduğu konusu hiçbir zaman açıklanmadıysa da parti tüzüğünün siyasi hakları ima eden 2. maddesi, belediye seçimlerinde aday olunmasını öneren 3. maddesi ve “kadınların savaş halinde askerlik yapmasını” öneren 8. maddesinin çok “taşkın” bulunduğu söyleniyordu. Diğer yandan kuruluş faaliyetleri devam eden Cumhuriyet Halk Fırkası sebebiyle “halk fırkası” adının bir kadın kuruluşu tarafından kullanılması “bölücü” olarak görüldü.
Nezihe Muhiddin ve arkadaşları, “taşkın” maddeleri değiştirdiler. 1924’te Kadın Birliği adlı örgütü kurdular. Parti tüzüğünün 3. maddesinde “ Kadın birliğinin siyasetle alakası yoktur” yazıyordu. Birlik, uzunca bir süre kimsesiz çocuklara, yoksul kadınlara yardım etmek, ekmek ve iş olanağı sağlamak gibi “hayırseverlik” işleriyle uğraştı. Anlaşılan şu ki seslerini kısmakla iyi etmişlerdi, çünkü tam bu sıralarda İstiklal Mahkemeleri’nin darağacına gönderdiği insanların feryatları yükseliyordu.
1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı ise kadınların siyaset yapma isteğine kulak tıkamak için yeni bir bahane olarak gösterilmişti. Dönemin Cumhuriyet Gazetesi “Türkiye’de mühim meselelerin olduğu bir zamanda hanımlarımızın mebusluk propagandası veya reklamı ile meşgul olmaları pek ciddiyetsiz” diye yazıyordu. İsyan bahanesi ile çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu da etkisini göstermiş, kadınlara yönelik ciddi bir “yasaklar” uygulaması başlatılmıştı. Bu zorlamalar sonucunda 1926’da kadın birliği, Cumhuriyet Halk Fırkası’na üye olabilmek için başvuru yaptı. “Kadınların hayır işleri ile uğraşmasının daha doğru olacağı” şeklindeki açıklamalarla, yapılan başvuru kabul görmedi. Birlik içerisindeki bazı Kemalist kadınlar yeni çıkan Medeni Kanun’la “kadınlara layık olmadıkları hakların bile verildiğini” iddia ederek siyasi taleplerde ısrar edilmesini eleştirmişlerdi. Nezihe Muhiddin ve arkadaşları yılmadı, farklı şehirlerde şubeler açıp, Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan genel seçimlere katılmak için kampanyalar başlatmak istedi, ancak teklif yine kabul edilmedi. Kadınlar bunun üzerine seçime erkek bir aday ile katılma kararı aldılar. Kendini “feminist erkek” diye tanıtan ve seçimler için bıyıklarını kesen Kenan Bey, alaylara tahammül edemeyince kadınlar bu kez adaysız kaldı. Kadınların siyaset yapma mücadelesi, Nezihe Muhiddin hakkında “birliğin kasasındaki parayı kişisel amaçlarla harcadığı” gerekçesiyle soruşturma açılması ve birlik yöneticiliğinden istifa ettirilmesiyle sona erdirildi.
1930’da kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı “tanındı”. 1933’te Cumhuriyet’in 10. yılı şerefine köy yönetimlerinde seçme ve seçilme hakkı “tanındı”. 1934’te ise Cumhuriyet’in erkekleri tarafından uzun yıllar tanınmayan mücadelenin sonucunda seçme ve seçilme hakkı “tanındı”. Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan meclise girmeyi bir türlü başaramayan Nezihe Muhiddin, tarihte iz bırakan diğer birçok kadın gibi bir akıl hastanesinde yaşamını yitirdi.
1935’ten 2013’e gelindiğinde…
78 yıl önce parlamentoya 17 milletvekili gönderen, ara seçimde de 1 milletvekilinin katılımıyla 18 sandalye kazanabilen kadınlar, 2013’e gelindiğinde ise 79 vekille mecliste yer tutmayı sürdürüyorlar. 1983 seçimlerine kadarsa 10’u aşmayan sayılarla temsil edilen kadınlar, darbenin ardından yapılan ilk seçimde ironik bir şekilde 12 sandalye kazanabildi. Buna karşın, kadın milletvekillerinin kabinede temsili, genelde tek isimle sınırlı kaldı. Tansu Çiller dışında Başbakanlık görevini üstlenen başka kadın olmadı. Günümüzde eşbaşkanlık sistemi ve yüzde 40 kadın kotasını getiren BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) ise bir ilke imza attı. Parlamento da BDP’nin kadın temsiliyet oranının diğer mevcut siyasi partilere göre daha fazla olma nedeniyse, Kürt kadınının yaşamsal olanı politikleştirerek, Kürdistan özgürlük hareketi içerisinde deneyimledikleri öz örgütlenme konusundaki sürekli kararlılıktır.
Kadın Yolu dergisinin arasına sıkıştırılan radikal bildiri
Nezihe Muhiddin ve arkadaşları tarafından 1925’te yayımlanan Kadın Yolu isimli derginin dördüncü sayısını devletçi, milliyetçi ve militarist bulan bir grup kadın, yazılanları eleştirmek maksadıyla gizlice derginin sayfaları arasına bir dizi talepler sıralamıştır. Tarihsel dönem açısından oldukça radikal olan bu talepler, derginin nüshasının içinde bir müzayedede tesadüfen bulunan bir kitapçıktan alınmıştır. Bu şekilde varlığına ulaşılarak edinilen bu belge, hem Osmanlı kadın hareketi tarihi yazımı açısından hem de özellikle anarşist kadın hareketinin benimsediği söylemleri taşıması açısından önemlidir. Bildiride yazanlar şu şekildedir:
-Zevcelik ve validelik tabiatın emri, mukaddes vazife değildir.
– Mecburiyet-i askeriye kaldırılmalı, evlatlar vatana hibe edilmemelidir.
– Ahlaki ve milli iman kadının hürriyetine değil, içtimai muvazene için vasıta haline getirilmesine muavenet eder.
– Irk-ı milliyetçilik vatanperverlik değildir.
– Tek fırkalı nizamda siyasi haklar meclise girme ve rey verme hakkıyla elde edilemez.
– Maarif, vatan ve milletten ziyade, şahsi hürriyet ve iradeye katkıda bulunmalıdır.
Bu bildiri anlaşıldığı üzere kadınların yaşamlarını doğrudan etkileyen durumların bir reddedişidir. Yaşamsal olanın siyasallaştığı fikrinden yola çıkacak olursak, yazılanlar seçim hakkı talebinden çok daha ötedir. Bu belge adeta bir kadın özgürlüğü manifestosudur.
Bildirinin ilk maddesinde evliliğin, ailenin ve anneliğin kutsal bir durum olmadığından bahsedilmektedir. Anarşist kadın hareketi bahsedilen kutsallığı, bu yapıları ve içinde barındırdığı ilişki biçimlerini erkek egemen bir toplumda erkeğe yönelik birer hizmet aracına dönüşmesi dolayısıyla eleştirmektedir. Günümüzdeki mevcut aile yapısı hem sosyal hem de ekonomik olarak kadının sömürüldüğü bir mekanizmadır. Aile, devlet eliyle sağlamlaştırılan, hiyerarşik olarak erkekte belirginleşen iktidarlı ilişkiyi, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü ile olağanlaştırmaktadır. Erkek egemen toplumda annelik kutsal vazife olarak addedilen bir kavram olarak “ev kadınlığı” ve “çocuk bakımı” gibi durumların yaratmış olduğu ekonomik ve sosyal sömürüyü kadınlar üzerinden yükseltir. Dolayısıyla tüm bu sorunsallar aslında iktidarlı ve erkek egemen toplumsal yapının sorunsallarıdır. Radikal olan bildiride yazılı olanlar değil, bu toplumsal yapının bizzat kendisidir. Çözüm de bu toplumsal yapıda var olan ilişki biçiminin öncelikli olarak reddedilmesi ve mevcut toplumsal yapının kökten değişmesidir.
Bildirinin ikinci maddesinde zorunlu askerliğin kaldırılmasından bahsedilmektedir. Günümüz anarşist kadın hareketi bu konuda “vicdani ret” mücadelesini dillendirmekte ve anti militarist bir anlayışı yaşamlarda örgütlemek için çabalamaktadır. Evlatlarını askere göndermeyerek böylelikle de savaşın bir unsuru olmalarını engelleyen kadınların da mücadelesine dönüşen vicdani ret hareketi, yaşadığımız bu topraklarda filizlenmeyi sürdürmektedir. Vatanın kutsallığı da tıpkı ailenin kutsallığı gibi sadece bir devlet propagandasıdır.
Bildirinin üçüncü maddesinde ahlak konusuna değinilmiştir. Yaşadığımız coğrafyada da toplumsal ahlak olarak tanımlanarak çoğu kez kadınların öldürülmesiyle belirginleşen cinayetler bizzat kadınların en önemli sorunlardan biridir. “Erkeklik en çok erkeği ezer” sözünden hareketle toplumda kültürel bir olguya dönüşen “erkeklik” kavramının en büyük korkusu kadınsılaşmaktır. Yaşadığımız toplumda bu kültürden beslenen erkek, cinselliğe ve kadın bedenine karşı duyduğu büyük endişe nedeniyle şiddete başvurmaktadır. Çünkü varoluşunu ve iktidarını ancak kadını öldürerek kazanabilir. Erkek, erkekliğinin onaylanmadığını ve tehdit altında olduğunu hissettiği her an, kadınsılaşmamak adına her şeyi yapar. Oysaki ahlak denilen şey, her bireyin kendisinin vicdani sorumluluğudur.
Dördüncü maddede bahsedilen vatanperverlik sözüyle anlatılmak isteneni ise anarşist Emma Goldman öyle güzel bir dille ifade etmiştir ki; “Peki nedir vatanseverlik?” diye sorulduğunda şu sözlerle karşılık verir;
“Bir kişinin doğduğu topraklara çocukluk anılarının, umutlarının, hayallerinin ve özlemlerinin bir arada toplandığı yere duyduğu sevgi midir? Çocuksu bir naiflikle bulutların akışını seyrettiğimiz ve kendimizi neden öylesine yumuşakça uçamadığımızı merak ettiğimiz yer midir? Milyonlarca parlayan yıldızı sayıp ruhlarımızın derinliklerine işleyen gözümüzün nuru mu? Kuşların müziğini dinleyip onlar gibi uzak diyarlara uçmak için kanatlarımızın olmasını dilediğimiz yer midir? Kısacası her santimetrekaresinin güzelliği eşsiz mutluluk, zevk ve oyun dolu çocukluğumuzu temsil ettiğimiz bu yere duyulan aşk mıdır? Eğer vatanseverlik buysa pek azımız vatanseverdir. Çünkü oyun mekanları artık fabrikalar, değirmenler ve madenlere dönüşmüştür. Kuşların sesini ise sağır edici makine sesleri almıştır. Artık büyük zaferler ve efsanelerle ilgili hikayeler de dinleyemeyiz, çünkü annelerimizin öyküleri acı, gözyaşı ve kederi anlatmaktadır.
O halde nedir vatanseverlik? “alçakların son sığınağıdır” ve diğer yandan vatanseverlik yapay bir şekilde yaratılmış yalanlar ve yanlış söylentilerin iletişim ağından kaynağını alan, insanı özgüveninden ve değerlerinden kopartırken, ona anlamsız bir kibir ve gurur katan, gerçekten de bir egoizmdir.”
Yaşadığımız topraklardaysa “vatan uğruna” ve “milliyetçilik” adına bir bir katledilen kardeşlerimizin acısı henüz taptazeyken “vatana hizmet için çalışacağız” vaatleri, vatanperver bu alçakların seçim demokrasisi yalanıdır.
Beşinci maddede siyasal hakların meclise girme ve oy verme hakkıyla edinilemeyeceği söylenmiş; altıncı maddede ise bireyin hürriyetinden ve iradesinden bahseden sözlerle asıl anlatılmak istenen gerçek demokrasi olmuştur. Sözümüz kendi bireyliğimizde, kendi kararlarımızla, irademiz ve gücümüzle bu vatanperver alçakların karşısında ancak karşılık bulmalıdır.
“Her birey kendi özgürlüğü ve gücü üstünde hak iddia etmediği sürece kimse özgür olamaz.” Emma Goldman
Sandığı yüklenmek…
“İyi yaşamak” adına seçim şansımız olduğunu sandığımız bu erkek dünyanın döngüsünde her defasında çaresiz hissettiriliyoruz. Kaderinki gibi, kurtarıcı sandıklarımız katilimiz olduğunda, buna da kader deyip geçiyoruz. Tıpkı “iyi yaşamak için iyi bir yöneten” gerektiği yalanına zorla inandırıldığımız gibi. Bizi yönetmek isteyenlerin seçim sandıklarına, tıpkı çeyiz sandıkları gibi onca değerli hayalimizi çaresizce teslim ediyoruz. Yıllarca biriken bu hayaller bir sandıkta gerçekleşsin diye, “iyi yaşamak” hakkımız diye, en nihayetinde özgürlük arayışında biçare yükleniyoruz bu sandıkları. Kendimiz dışındaki kurtarıcılar da zaten bizi bir tek bu sandıklarla kurtaracaklarını söylüyorlar; bizse kurtuluşu bu sanıyoruz, vaatlere kanıyoruz, sandığı yükleniyoruz, taşıdıkça altında eziliyor, ezildikçe yaşamdan vazgeçiyor, vazgeçtikçe de kaybediyoruz. Çocuk gelin Kader gibi ölüyoruz.
Yerel seçimlerin yaklaştığı, iktidarların seçim vaatleriyle ortalarda dolandığı, bir oy için binlerce yalanın üretildiği bir dönemdeyiz. Kadınlar yerel seçimleri konuşup, tartışırken elbette kendi hayallerinin gerçekleşmesi noktasındaki kararlar üzerine düşüneceklerdir. Yani kadınlar için yine bir seçim zamanı.
Oysa ne “iyi bir yaşam” var yaşadığımız düzende, ne “iyi bir yöneten”, ne de “ iyi bir eş” kadınlar için. Özgürlükse şayet peşinden koştuğumuz, özgür bir yaşamsa istediğimiz öncelikle iktidarlı ve erkek egemen bu düzeni yıkmalıyız. Yıktıkça, her an, kendi ellerimizle yaratmalıyız özgür yaşamı. Kaderi bozmak, ancak özgür bir yaşam için hayallerimizi sandıklara teslim etmeden, sandığı yüklenmeden, kaderin yazgısına başkaldırabilmektir. Çünkü ne hayaller sandıklara sığar, ne de sandıklar hayalleri gerçek kılar.
Zeynep Kocaman
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Sığmaz Sandıklara Hayaller” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kadın, erkek, çocuk “gelin” mücadele edelim- Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Zehra, Kiraz, Minure ve Selda hepsinin aynı hikayesi…12 -13 yaşında zorla büyüdüler, daha kendileri büyümeden kucaklarına aldılar bebeklerini büyütmek için… Bir çoğu mutsuz ve hikayelerinin başı da sonu da hep umutsuz…
Günümüzde toplum tarafından genç bir kadın için kurgulanan egemen yazgının dışında, kadınlar hayallerini gerçekleştirebilmekten çok uzaktalar. Genç bir kadın olmanın toplumsal yazgısıyla birlikte, “kadın olmak” toplumda dayatılmış rollere hazırlanmayı gerektiriyor çünkü. Bu hazırlık sürecinde, daha evlenmeden evliliğe alıştırılıyor genç kadınlar; küçük bir çocukken kollarda sallanan bebeklerle, çat pat söylenen ninnilerle alışıyorlar anneliğe. Erkek egemen toplum nezdinde kutsal sayılan evliliği, “mutlu bir yuva” olarak anlatırken; genç kadınların çeyiz sandıklarına ailenin diğer bütün kadınlarının el emeği göz nuru döktüğü danteller, oyalar işletilerek, evinin kadını olmayı; “yuvayı dişi kuş yapar” telkiniyle öğretiyorlar. Küçücükken başlıyor bu öğrenmeler, hepsi de genç kadınlar beyaz gelinlikler içinde “gelin” olup mutlu bir yuva kurabilsin diye.
Ancak bazı gelinler sizin “mutluluk” dediğinize “ölüm” diyor, “Zorla, tehditle, satıldım.” diyor. “Bilmeden, anlamadan, üç kuruş uğruna bizden vazgeçildi.” diyorlar. “Korkuyla, telaşla, küçük yüreği çırpınan uçamayan kuş misaliyiz.” diyor. Mutlu yuva yani evlilik dendiğinde “Severek dokunmak, hissetmek, hayata gülümsemek bizim kaderimizde yokmuş” diyor. Küçük anneler olup, büyük sorunlar yaşıyor, sorunlar ağır geldiğinde ise taşıyamıyorlar. Kimi kaderrine razı oluyor, kimi kaderinin kurbanı. Kadere inanmaya mecbur bırakılmış, sevmediği, tanımadığı, istemediği bir başkasının ellerine teslim edilmiş, bedenleri satılmış, duyguları tutsak alınmış genç kadınlar, yani “çocuk gelinler” onlar.
Çocuk gelinlerin hayatlarına açılan pencerelerden bakabilmeyi ve yansıtmayı isterdim. Milyonlarca genç kadının bu kanalla dili olmayı; yaşadıklarını, dertlerini bu sayfalara taşımayı ve buluşturmayı isterdim. Çünkü o kadar çok hikaye var ki sadece bildiklerimiz; hepsi yaşlarından büyük sayfalar dolusu yer kaplar.
Çocuk gelin olmayı kendileri seçmeyen, sayıları milyonları bulan bu kadınlar; ötelendikleri, görmezden gelindikleri bir tecrit sürecine mahkum edilmiş yaşıyorlar. Belki en yakınınızdaki kadınlar onlar; anneniz, kız kardeşiniz. Aslında hepimiz neyin ne olduğunu gayet iyi biliyor, izliyoruz; televizyon dizilerinden, reklamlardan, çevremizdeki sohbetlerden biliyoruz. Zorla, küçücükken gelin edilenleri. Ancak belki de bilmediğimiz ve bilmek istemediğimiz; bu genç kadınların ve bizlerin üzerinden yükselen başka hayatların olduğu ve bu başka hayatların bizlerin hayatlarını bir bir nasıl çaldığı.
Peki bir yandan “Çocuk gelinler olmasın” derken, öte yandan hayatlarımızı çalanları tanıyor muyuz?
Türkiye genelinde 181 bin 36, İstanbul’da ise 24 bin 934 çocuk gelin var. Günümüzde kadınlarda evlilik yaşı 12’ye kadar düşmüş durumda. Yasal anlamda, 18 yaş altı çocuk evlilik oranı ortalaması yüzde 30. Yasal düzenlemelere dayanarak, evlilik yaşını belirleyerek, kişinin kendi hayatını tayin etme hakkını istediği koşulda belirleyen devlet, kendi tahakküm halkasının bir parçası olan “çocuk gelinler” konusundaki yasal düzenlemelerine rağmen neden çözümsüz kalıyor?
Yaşadığımız coğrafyada adından sıkça söz ettiren ve tartışılan bu konuda, devlet odaklı sivil toplum kuruluşları tarafından örgütlenen sosyal sorumluluk projeleri kapsamında, “çocuk gelinler” adıyla bir dizi kampanya örgütlendi ve halen bu konuda yeni projeler oluşturulmaya çalışılıyor. Sözde amaçlanan şey; bu kampanyalarla küçük yaşlardaki genç kadınların eğitimlerinin sağlanması ve “hayata kazandırılması”. Eğitim konusu bu meselenin can damarı olarak lanse ediliyor. Bir diğer kampanya olan “Baba Beni Okula Gönder” de benzer projenin bir başka ayağı. Devlet odaklı bu projelerin içinde sadece duyarlı sivil toplum kuruluşları yok, Güler Sabancı gibi holding sahibi kadın patronlar, sosyal sorumluluk bilinci tavan yapmış kadın akademisyenler, kadın siyasetçiler ve birçok kadın kuruluşu da bu projelerin destekçileri arasında yer almakta.
Sosyal sorumluluk projelerine toplumsal, sosyal statü peşindeki kapitalistlerin yanı sıra, kadın örgütlerinin de alet ediliyor olması kadın mücadelesi adına büyük bir kayıp. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ise “halkı bilinçlendirme” adına özellikle de medyayı kullanarak mevzuyu kamu spotlarıyla halka taşımayı misyon edinmiş gözüküyor. Sosyal tespitlerini ise “doğudaki genç kızlarımız” sorunun içinde diyerek bu açıdan göstermeye çalışan devlet ise, sosyal sorumluluklu bu ve benzeri projelerle “görevini yerine getirdiğini” kanıtlama derdinde. Ancak ne kadar kanıtlamaya çalışırsa çalışsın, tıpkı sosyal statüsünü yükseltme derdiyle dert çözme peşine düşmüş sorumlu kapitalist Güler Sabancı gibi, sorumlu devlet gibi görünmenin ötesine geçemeyecektir. Çocuk gelinler dışında, kadın cinayetlerini, tecavüzü, tacizi kadına yönelik her türlü şiddeti meşrulaştıran ve her türlü cinsel istismara rıza gösteren devlet çocuk gelinleri yaratan sorunların kendisidir.
Uçan Süpürge (Kadın İletişim ve Araştırma Derneği) tarafından, Güler Sabancı’nın kanatları altında yürütülen “Çocuk Gelinler” isimli proje, 2006 yılından bu yana çalışmalarını sürdürmekte olduğunu belirtiyor. Projenin amacı “zorla erken yaşta evlendirildiği için sosyal yaşamdan, eğitimden ve istihdam olanaklarından mahrum bırakılan bu kadınlar için yasa koyucuların, kadın, çocuk ve insan hakları örgütlerinin, üniversitelerin, uluslararası toplumun, eğitim, sağlık ve iş dünyasının, kamu politikalarına yön veren tüm yapıların özgün biçimlerde işbirliğini sağlamaya aracılık etmek” şeklinde ifade ediliyor. Sabancı Vakfı’nın, toplumsal gelişime hibe programından alınan ödeneklerle ayakta durabilen, kısa film ve benzeri sosyal aktivitelerle görünür kılınmaya çalışılan bu proje, çocuk gelinlerin hayatlarını değiştirmekten oldukça uzak. Bu anlayışla yol alan projeye, samimiyet çerçevesinde, katkı sunmak adına eklemlenen başka bireyler ve kadın örgütleri de kendilerini bu oyunun bir parçası olarak görmeliler. Çünkü kadınların hayatları üzerinden yükselen iktidarların, kapitalistlerin çocuk gelinler mevzusunda da kendi çıkarlarını “sorumluluk almak” şeklinde belirginleştirmeleri, aslında bu projelerin kafa karıştırmaktan başka bir işe yaramadığını gösteriyor. Devlet odaklı, 54 ilde 15 bin kişiye ulaştığı iddia edilen proje kapsamında, kadınlara, çocuklara, kamu, sivil toplum kuruluşlarına ve toplumun her kesimine “çocuk gelinler olmasın” mesajının verilip, 54 bin imza toplanarak TBMM’ye sunulması hedeflenmiş. Yani her zaman olduğu gibi sorunun kendisi olan devlet, kendi mercilerinde çözüm aramaya yönelik bir karşı muhalefeti, yine kendi içinden çıkarmaktadır.
Çocuk gelinler konusunda sorunlu bir başka yaklaşım da yaşanılan sorunun doğu-batı denilerek ayrıştırılması ve buna uygun bir politika izlenmesi. Bu bakış açısı toplumun ve iktidar odaklarının cinsiyetçi, ataerkil bakışının çocuk gelinler konusunda da sorunun kaynağını görme gerçeğinin üstünü örtecektir. Güler Sabancı’nın ve bir çok kadın kuruluşunun her meselede olduğu gibi “doğudaki yoksul ailelerin ekonomik imkansızlıklarla eğitilemeyen çocuklarını topluma kazandırmak” adına düşünülen bu sorumluluklu projeler bizleri, batıda sanki benzer durumlar yaşanmıyormuş gibi bir yanılgıya düşürmemelidir. Yaşadığımız coğrafyada büyük şehirlerde de para karşılığında tek günlük “eş”lerin, yani 12-13 yaşındaki kadınların pazarlandığı, 13-14 yaşında tecavüze uğrayan genç kadınların tecavüzcüleriyle evlendirildiği, kürtaj yasağı ile birlikte zorla erken evliliğine meyil hazırlayan bir hükümet hüküm sürerken, doğu-batı şeklindeki bölgesel ayrıştırmalarla yapılmak istenen, sosyal sorumluluk kılıfına sokulmuş bir yanılsamadır. Bu sorun yalnızca Türkiye’nin doğusunda ve batısında değil, dünyanın her yerinde kadına yönelik gerçekleşen ataerkil zihniyetin bir sömürü geleneğidir.
Yaşadığımız coğrafyaya ilişkin çocuk gelinler konusunda ısrarla yinelemek gerekirse; bu sadece doğuda yaşam süren genç kadınların sorunu değildir. Batıda da zorla erken evlendirilen binlerce genç kadın ve binlerce çocuk gelin vardır. “Toplumun kanayan yarası” denilerek lanse edilmeye çalışılan bu konuda devlet güdümlü başka planlar gözetilmektedir. Ve bu planlardan palazlanan yeni bir mücadele anlayışı karşımıza dikilmektedir.
Nasıl bir karşı muhalefet?
Birleşmiş Milletler, Türkiye’nin girişimiyle 11 Ekim tarihini “Dünya Kız Çocukları Günü” olarak ilan etti. İktidarlar “kadınlara ait” olan günler artsın istiyor. Böyle günlerle birlikte çocuk gelinler de meşrulaşsın ki, bizler bu duruma yavaş yavaş alışalım istiyorlar. Kadın cinayetleri, tecavüz, taciz ve şiddet karşıtı eylemlere ve mitinglere bir de bu gün eklensin istiyorlar. Devlet kendine karşıt muhalefetini de böylece yaratmış oluyor. Kadınlar da çözüm arayışlarını devletin kanallarında aramayı sürdürmeye devam ettikçe ne sorunlar çözülüyor, ne ölümler bitiyor ne de çocuk gelinler gelin olmayacakları bir hayata tutunabiliyor. Devletten eşitlik, adalet ve özgürlük talep etmek sadece kadınların hayatları üzerinden yükselen kapitalistlerin ve kısacası devletin işine yaramaktan bir adım öteye geçmiyor. Kadınların etrafında dolanan bu sorunlar ataerkil zihniyet ve anlayış yıkılmadıkça da çözülemeyecektir. Çünkü egemen anlayışın erkekleştiği bu dünyada, mevcut her şeyin erkekleşmesi yani iktidarlaşması kaçınılmaz hale gelmektedir.
İktidarın hiyerarşik yapısı gereği erkek egemen toplum, kadının üzerinde kaçınılmaz bir tahakküm oluşturur. Çocuk gelini “gelin” eden baba, babanın otoritesine boyun eğmek zorunda bırakılan anne bunun sürdürücüsüdür. Erkek egemen toplumda ailenin kutsallığı; dolayısıyla bu kutsallığın örf, adet, gelenek, namus vb. kavramlarla bezenerek bunun koruyucusu olan devlet, toplumsal normlar çerçevesinde sınırlandırılmış bir hayatı yaşamaya mecbur bırakılan kadınlara, erkeklere, çocuklara tüm topluma, varlığını ekonomik ve sosyal anlamda yasalarıyla eşitşiz ve adaletsizce dayatmaktan başka bir sorumluluk yüklenmemiştir. Çocuk gelinler gibi, hayattan tecrit edilen kadınların hayatları üzerinden yükselenler ve buna alet olanlar da ,bu sorumluluğa paydaştır. “Çocuk gelinler olmasın” diyebilmek için, kapitalistlerle işbirliğinden uzak durmak, devlet odaklı ve devlet içi talepkar söylemlerin dışında samimi, doğrudan bir mücadele hattını oluşturmaktır artık kaçınılmaz olan.
Kadın, erkek, çocuk “gelin” mücadele edelim.
Zeynep Kocaman
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 4. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kadın, erkek, çocuk “gelin” mücadele edelim- Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>