The post Van’da Kaybolan 2 Yaşındaki Melek’ten Kötü Haber Geldi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Van’ın Erciş ilçesinde iki gündür 2 yaşındaki Melek’ten haber alınamıyordu. Melek’in kaybolduğu yerin etrafında başlatılan arama çalışmalarının sonucunda Melek’in cansız bedeni, evlerinin 10 kilometre uzaklığında bulunan çayın kenarında bulundu. Olayla ilgili soruşturma devam ediyor.
The post Van’da Kaybolan 2 Yaşındaki Melek’ten Kötü Haber Geldi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 9 Yaşında Evde Ölü Bulunan Çocuğun Vücudunda Yanık Ve Kesik İzleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İlk incelemede 11 yaşındaki ablası tarafından boğularak öldürüldüğü öne sürülen çocuğun vücudunda yanık ve kesik izleri olduğu belirlendi. Çocuğun anne ve babası savcılık talimatıyla gözaltına alındı. Mahalleli gözaltı sırasında anneye tepki göstererek çocukları dilendirdiğini öne sürdü. Çocuğun cenazesi savcılık incelemesinin ardından kesin ölüm nedeninin tespiti için morga kaldırıldı.
The post 9 Yaşında Evde Ölü Bulunan Çocuğun Vücudunda Yanık Ve Kesik İzleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: Brooklyn Apple Academy’den Mesajımız Var appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir özyönelimli eğitim merkezi olan Brooklyn Apple Academy’den çocuklarla Özyönelimli Eğitim Birliği New York temsilcilerinden Alexander Khost’un gazetemiz için gerçekleştirdiği röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
Alex: Öncelikle şunu söyleyeyim, Türkiye’de buraya benzer bir yer yok ve oradaki insanlar burada bir günün nasıl geçtiğini merak ediyorlar, neler yapıyorsunuz, nasıl karar alıyorsunuz, sıradan bir gün neye benziyor? İstersen adını, yaşını söyleyerek başlayabilirsin. Ve sonra da Brooklyn Apple Academy’de neler yapıyorsun, belki bundan biraz bahsedebilirsin?
BZ: Merhaba Ben BZ, 10 yaşındayım. Herkesin bu soruya benzer cevapları olacağını ama aynı zamanda da farklı cevapları olacağını düşünüyorum. Burada arkadaşlarla oyun oynuyoruz ve aslında bir biçimde insanlarla nasıl başa çıkacağımızı öğreniyoruz ama sanırım burada farklı şeyler yapan insanların farklı yanıtları olacaktır.
-İnsanlarla başa çıkma kısmını biraz açabilir misin, nasıl yapıyorsun, neleri kapsıyor?
Yani farklı geçmişlerden, farklı inançlardan ya da sadece farklı karakterlerden insanların buradaki herkesle çok yakın arkadaş olmak zorunda olmadığını, sadece insanlarla iletişime geçmeyi ve bir çatışma ortamı yaratmamayı öğrenmesi ve bunun gibi şeyler.
-Bunun hayatta önemli bir beceri olduğunu düşünüyor musun?
Evet.
-Peki geleneksel okulların bunu öğrettiğini düşünüyor musun?
Hayır, pek sayılmaz. Bence geleneksel okullar, eğer daha fazla yapılandırılmış bir yer istiyorsanız ve bağlı kalmanız gereken -oldukça ağır- bir ders programına sahip olmaktan hoşlanıyorsanız, iyi. Ama bu gerçekten nasıl biri olduğunuza bağlı, daha özgür olmaktan hoşlanıyorsanız evokulluluk, “otur, şimdi bunu yapıyoruz” gibi şeylerden hoşlanıyorsanız, geleneksel okullar.
Isa: Adım Isa. I-S-A şeklinde yazılıyor, E-S-A şeklinde değil. Birçok insan bunu yanlış heceliyor. Hatta bir arkadaşım var, bana mesaj attığında hep yanlış yazıyor, bu gerçekten can sıkıcı ama ona söylemek istemiyorum. 12 yaşındayım ama iki hafta içinde 13 olacağım, yani aslında 13 sayılır. Ben burada D&D (Dungeons & Dragons) oynatıyorum. Yani bir hikaye anlatıyorum ve bundan hoşlanan diğer insanlar hikayeme dahil oluyor ama genellikle olmuyorlar. Bir de Salı günleri iki arkadaşımla film çekiyoruz, bu gerçekten çok eğlenceli. Neredeyse bitirdik ama düzenlemek için yeterince vaktimiz olmayacak, muhtemelen evde bitireceğim.
-Filmin konusu nedir?
Ben Açlık Oyunları’nı okudum ve bir distopya yazmak istedim ama arkadaşım fantastik bir hikaye olsun istedi ve hikayeye öyle karar verdik.
Oliver: Ben Oliver, 10 yaşındayım. Burada günlerimiz çok çılgın geçiyor.
-Çılgın derken, biraz açar mısın?
Yani çılgın işte. Burada insanlar bir sürü şey yapıyor; masa oyunları ve video oyunlar oynuyor, parka gidiyor.
-Sence insanlar burada nasıl öğreniyorlar?
Burası “otur ve bir daha asla hatırlamayacağın 15 bölümlük testi çöz” gibi değil, daha fazlası. “Hey, bunu mu yapmak istiyorsun, evet bunu yapacağım.” Sonra onu yaparsın ve bir şeyler öğrenirsin.
-Sen burada öğrendiğin bir şeyle ilgili bir örnek verebilir misin?
Okumayı Minecraft oynayarak öğrendim.
-Peki insanlarla geçinmek konusunda bir şeyler öğrendiğini düşünüyor musun?
Evet elbette, ama Koca Billy hariç. O dün benim öğle yemeğimi çaldı.
-(Okuyucuya not) Ona inanmayın yalan söylüyor, burada Koca Billie diye biri yok.
Shaylem: Adım Shaylem. 11 yaşındayım. Brooklyn Apple için bir youtube kanalı yürütüyorum. Gazete kulübündeyim ve ayrıca şaka kulübünün kurucularındanım.
-Neden şaka kulübü?
Çünkü iyi şaka yapmanın birine bir şeyi daha güzel anlatmanın bir yolu olabileceğini düşünüyorum. Gazete Kulübü’nün editörüne bir şaka yaptık, çünkü gerçekten patronluk taslıyordu. Ben de ona küçük bir ders verebileceğimi düşündüm. Karşı tarafa mesaj vermenin eğlenceli bir yolu.
Türkiye’de evokulluluk yasal değil, ve bu röportajı okuyacak insanlar için bunun başka yollarına dair ya da sistemi nasıl değiştirebileceklerine ya da genel olarak neler yapılabileceğine dair bir tavsiyen var mı?
BZ: Benim Toronto’da olan şu anki okulum gibi olabilir, yapılandırılmış dersler var ama hala oyun oynayabiliyoruz. Brooklyn Apple Academy kadar özgür değil ama demokratik bir okul. Sınıflarımız var ama “sırana otur” falan gibi değil. Masalarımız var, öğretmen bir şeyler anlatırken minderlere oturmayı seviyoruz, arkadaşlarımızla birlikte oturabiliyoruz.
Bence çok stresli, katı ortamlar aslında çocukları travmatize ediyor. Yeteri kadar vakit var ve bence bazen “ben bunu yapacağım” demek ya da oyun oynamak ve bir şeylere bir süreliğine mola vermek çok yararlı.
Javier: İsyan. Ya da isyan değil de daha çok protestolar. Protestolar gerçekten çok eğlenceli.
-Sen hiç protestoya katıldın mı?
Evet, iklim değişikliği eylemine katıldım. Bir arkadaşımın ebeveynleri gözaltına alındı, bir de Noah tutuklandı.
-Noah kim?
Burayı kuran kişi, Apple Academy’i.
-Sence bu iyi bir şey miydi, kötü mü?
Bence çok cool bir şey.
Oliver: Zor bir soru… Şu işe yarayabilir. Kendilerini sürekli okuldan attırsınlar, böylece ebeveynleri yeni bir okul ararken özgür olabilirler.
Shaylem: Okul sonrası için bir kulüp kurmayı deneyebilirler. Okuldan sonra böyle bir yerde vakit geçirebilirler. Oradaki okul sistemini bilmiyorum, yani neyi değiştireceklerini bilemiyorum.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
BZ: Arkadaşlar oradan bana biraz lokum yollayın lütfen, çok seviyorum, bayılıyorum. Yakın zamanda Türkiye’ye gidebilecek gibi görünmüyorum, yani bu yüzden lokum yollayın. Teşekkürler.
Shaylem: Burası süper bir yer!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: Brooklyn Apple Academy’den Mesajımız Var appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Avcı Toplayıcılardan Gerontokratik Topluma Çocuğun Değişen Konumu – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
İnsanlık tarihinin 1.8 milyon yıl boyunca aynı yaşam döngüsünü sürdürdüğü su götürmez bir gerçek. Bebeklik, çocukluk, ergenlik yetişkinlik.. Bu hiç değişmedi. Ama milyonlarca yıllık insanlık tarihi boyunca değişen toplumsal ilişkiler, değişen yaşamsal koşullar ya da üretim- tüketim alışkanlıkları bu döngüye bakış açımızda da bazı değişiklikleri beraberinde getirdi.
Bu yazıda çocukluğa, ve çocukluğa dair yaklaşımlarımızda gerçekleşen değişimlere ve bunların tarihsel, sosyal ya da politik arka planlarını inceleyerek, bu değişimin ne yönde ya da hangi gerekliliklerle gerçekleştiğine; ve bu değişimin sonuçlarına göz atacağız. Bu tarihsel çizgideki sapmaları ve yol ayrımlarını takip ederek başka bir bakış açısının ya da yaklaşımın mümkün olup olmadığını tartışacağız.
Çocukları Anlamak Bu Kadar “Zor” mu?
… Çocuklar ise binlerce yıldan beri aynıdır. Uyku saatleri geldiğinde babalarını kandırmak için bize bir şeyler anlat da uyuyalım diyerek babalarına öykü üstüne öykü anlattırırlardı. Krallıklar, politik düzenler, toplumsal yapılar yükselir ve düşerken çocukların kaprislerinin hiç değişmeden kaldığını bilmek ne kadar huzur verici…
“Eski Atina Yaşantısında Bir Gün”
Hayatımız boyunca şanslıysak geriye dönük bir özlem ve nostaljiyle hatırladığımız; ama o kadar da şanslı değilsek hayatımızın geri kalanı boyunca başa çıkmaya ve sağaltmaya çalıştığımız anılarla hatırladığımız çocukluğumuz, bizim olduğumuz kişi olmamızdaki en önemli kesittir belki de. Freud’dan yıllar sonra bile bugün hala psikologlar çocukluğumuza “inerek” cevaplar bulmaya çalışıyorlar. Nörologlar, pedagoglar, eğitimciler, ebeveynler her biri ayrı ayrı yollardan çocukluğu tanımlamaya çalışıyorlar. Milyonlarca makale, yüz binlerce kitap, binlerce yöntem, yüzlerce farklı yaklaşım… Her biri benzer sorulara cevap arıyor, benzer sorulara birbirinden “çok farklı” cevaplar veriyor…
Oysa bu soruların cevabı hepimizde var. Eğer büyüdüysek, mutlaka çocuktuk. Ve çocukken nelerin bizi üzdüğünü ya da mutlu ettiğini kendimize sorduğumuzda, birbirmizden ne kadar farklı olsak da, verdiğimiz cevaplar birbirine çok benzemiyor mu?
Belki doğru “yaklaşımın” ne olduğunu anlamak için, bütün bu araştırmaları bir kenarda tutarak, bir insan yavrusuyken neye ihtiyaç duyduğumuzu ve neyin bizi yaraladığını hatırlamamız gerekiyor.
Ezilenlerin Ezileni Çocuklar
“Tarih boyunca, toplumdaki hiç bir sınıf çocuklardan daha çok ezilmemiştir.”
Alexander Khost
Çocukluk hepimizin hayatının bir dönemini kapsayan bir süreçtir ve herkesin hayatının bir parçası olan bu dönem, bugün dahi hala süregelen, en yaygın ve en uzun süreli baskı biçimi olmuştur. Çocuklar toplumsal hiyerarşide çoğu zaman daha az “insan” görülür, çocukların kendi kararlarını vermelerine, istedikleri şeyi yaparak vakitlerini geçirmelerine, izin verilmez. Çocuklara zorla birşeyler yaptırmak ya da yedirmek “normal” kabul edilir… Bugün dünyanın neresine gidersek gidelim, genel kabul gören, doğruluğuna inanılan bir perspektiftir bu. Bu düşüncenin kaynağında elbette yetişkinlerin bilgi, deneyim, beceri olarak daha üstün oldukları kabulü vardır. Bu kabulü tartışmayı sonraya bırakarak şimdilik şunu soralım:
Çocuklara neden böyle davranıyoruz ya da bu şekilde davranarak neyi amaçlıyoruz?
Avcı Toplayıcılar ve Çocukları
Aslında insanlık tarihine baktığımızda çocuklara bu şekilde davranmamızın tarihi çok eskilere dayanmıyor. İnsanlık tarihinin oldukça geniş bir zaman dilimi (yaklaşık 1,8 milyon yıl boyunca) avcı-toplayıcılar çocuklara saygı ile yaklaşıyorlardı. Hatta farklı coğrafyalarda birçok avcı toplayıcı toplulukta çocuğa vurmak, ensest gibi bir tabudur.
Avcı toplayıcı topluluklarda çocuklar 4 yaşından itibaren topluluktaki diğer çocuklarla birlikte gün doğumundan gün batımına kadar yetişkinlerin müdahalesi ve gözetimi olmaksızın istediklerini oynamakta özgürdür. Çocukları büyürken, topluluğun bütün faaliyetlerine tanıklık ederek ve kültürün bütün araçlarını kullanarak büyürler. Çocukların hemen hemen bütün av malzemeleriyle (zehirli oklar dışında), kesici – delici aletlerle, ateşle oynamalarına engel olunmaz. Çocukların tüm bunları erişim fırsatı vardır.
Böylece oynadıkları oyunlar; toplama, avlanma, baraka inşa etme, alet yapma, yemek hazırlama, avcılara karşı savunma, doğum, bebekle ilgilenme, şifacılık oyunlarıdır. Ve oyun ilerledikçe, beceriler gelişir ve etkinlikler verimli hale gelir. “Oyun işe dönüşür ama oyun olma özelliğini kaybetmez. Hatta daha da eğlenceli hale gelir çünkü bu üretici faaliyet bütün topluluğa fayda sağlayan ve herkes tarafından takdir edilen bir etkinliğe dönüşür.” (Peter Gray)
Aslında bu durum yetişkinler için de aynıdır. “İlkel topluluklarda iş ve boş zaman ayrımına rastlamazsınız.” (Pierre Clastres) Avcı toplayıcıların işi oyundur. Her bir faaliyet gönüllülükle ve oyunbazlıkla yapılır. Bununla birlikte toplulukta birlikte yaşadığı insanlarla mutlu olmayan birey, kendini daha mutlu hissettiği başka bir topluluğa katılmakta özgürdür. Yani oyundan keyif almayan oynamayı bırakabilir o yüzden herkes birbirini gözeterek oyunun herkes için keyifli olmasını sağlar. Bu çok zor koşullarda hayatta kalabilmek için önemli bir meziyettir. Taşlık, çamurlu kaygan dik bir yamaçtan yukarıya bir sal taşımak zorunda olan bir grup avcı toplayıcı için bu “söylenilecek” bir meseleden ziyade, bunu eğlenilecek bir oyundur. Bu zor durum bir mücadele oyununa dönüştüğünde, herkes için daha keyifli bir hal alır. Aralarından biri düşüp salın altında kaldıkça daha çok gülerler ve her seferinde yeniden ayağa kalkar eğlenceye devam ederler..
Toprağı Çitlemek, Buğdayı “Yetiştirmek”, Atları “Eğitmek”
Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip burası benimdir diyen insan; bu dünya senin eserin…
Jean Jacques Rousseau
İnsanlık tarihinin kayda değer bir kısmı avcı toplayıcı olarak geçse de, on bin yıl kadar önce, bu yaşam tarzını ve ilişki biçimini kökünden değiştiren bazı “gelişmeler” oldu. İnsanlar daha yerleşik hayatlar yaşamaya başladılar, toprağı işlediler, hayvanları evcilleştirdiler. Bütün bu değişimler, bu toplulukların ilişki biçimlerinde başka değişiklikleri tetikledi. Sahip olanlar ve olmayanlar arasındaki fark belirginleştikçe, toplumsal ilişkilerde hiyerarşi de görünür olmaya başladı. Eşitlikçi toplum yapısı ve bu yapıyı oluşturan unsurlar birer birer ortadan kalkarken mülkiyet, mülkiyetli ilişki biçimleri, tahakküm ve ayrımcılık gibi unsurlar ortaya çıktı.
Toprağı işlemek avcı toplayıcılara göre daha uzun saatler çalışmayı ve tekrarlanan hareketleri yapmayı gerektiriyordu. Bu işler avcı toplayıcılarınki kadar karmaşık değildi, sadece “katlanmayı” öğrenmek gerekiyordu. Avcı toplayıcılarda olmayan iş ve oyun ayrımı belirginleşti, hatta çocuklara da iş düşüyordu; çapalamak, tohum atmak, ekinleri toplamak… Herbiri çocuklar tarafından da yapılabilirdi. Elbette bunun için çocukları buna ikna etmek ya da zorlamak gerekiyordu. Böylece buğdayı yetiştirip, atları eğitmeye başlayan yetişkinler, çocukları da “yetiştirmeye” ve “eğitmeye” başladı.
Bu toplumsal ilişki biçimlerinde ortaya çıkan hiyerarşi, daha yaşlı olanın daha genç üzerinde ya da daha deneyimli olanın daha deneyimsiz olan üzerinde kurduğu tahakkümü beraberinde getirdi. Gelişen gerontokratik ilişkiler, çocuklara da yetişkinlere de “büyüklerin” sözünü dinlemeyi öğütlüyordu. Merkezi iktidarın güçlenmesi, sosyal adaletsizlikleri yaratan kurumların ortaya çıkması toplumsal ilişkilerde itaatin meşrulaşmasıyla “itaat” ya da “söz dinlemek” artık çocukken geliştirilmesi gereken bir “beceri” olarak görülmeye başlandı.
“Eğitime” Kimin İhtiyacı Var?
“Her şeyden önemlisi, çocuğun doğal inatçılığını kırmaktır. Çocuğun daha fazlasını öğrenmesini isteyen öğretmenler, çocuğun zekasını işlemeye adanırsa, yeteri kadarını yapmamıştır. En önemli görevini unutmuştur: Yani çocuğun iradesini kırmayı.”
August Herman Francke
17. yüzyılda Prusya’da zorunlu eğitimin politik bir araç olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, çocuklara uygulanan tahakkümün boyutu genişleyerek derinleşmiştir. Kısa zaman içerisinde Kıta Avrupası’nda ve Amerika’da da karşılık bulan zorunlu eğitim hem gelişmekte olan kapitalizm, hem de milliyetçilik öğretisinden güç alan ulus devletler için tam anlamıyla bir propaganda aracına dönüşmüştür. Özellikle Amerika’da sanayinin giderek güçlendiği 1906-1920 yılları arasında, Rockefeller ve Carnegie gibi kapitalistler zorunlu okullara Amerikan hükümetinden daha fazla yatırım yapmıştır. Talimatları okuyup basit aritmetik işlemlerini yapabilen işçilere duyulan ihtiyacı karşılamak için okul müfredatları okuma yazma ve matematik olarak planlanmıştır. Bugünkü zorunlu eğitim ve okul sisteminin kökenini ya da hangi ihtiyaçtan doğru ortaya çıktığını görmek “eğitim” konusunu yeniden düşünürken yerinde olacaktır. Zorunlu eğitim yaklaşımını Prusya’da pratikleyen Francke’e göre çocuğun iradesini kırmak için sürekli gözlemlemek ve denetlemek gerekiyordu. Notlarında şöyle yazıyordu: “Gençler kendilerini düzene sokmayı bilmezler, kendi kendilerine bırakıldıklarında, doğaları gereği avareliğe ve günaha yatkındırlar. Bu yüzden Prusya Piyetist Okullarında hiç bir çocuğun bir yetişkin gözetimi olmaksızın dışarı çıkmasına izin verilmez. Bir denetleyicinin varlığı onu günahtan uzak tutacak ve iradesini yavaş yavaş zayıflatacaktır.
Bugün toplumda çocukların gözlenmesine dair “genel geçer doğru” kabul edilen bu anlayışların temelinde -tüm varoluş amacı otoritesinin bekası için çocukların iradesini kırmak – olan bir rahibin ağzından çıkan cümleler olduğunu görmek- sadece eğitime değil ebeveynlik yaklaşımlarımıza ya da çocuklara bakış açımıza farklı bir noktadan yaklaşabilmek için oldukça önemli bir noktada duruyor.
Eğitilmek İstemeyenler Sahnede
1911 yılının 5 Eylül günü bir arkadaşlarının öğretmenden dayak yemesi üzerine “Bu kadar yeter!” diyen çocuklar okulu terk ettiler ve greve gittiler. Llanelly Mercury gazetesindeki 7 Eylül tarihli bir habere göre bu isyan, herkesi greve çağıran bir notun yazılı olduğu kağıdı sınıfta dolaştıran bir çocuğun öğretmenden dayak yemesi üzerine, herkesin sınıfı terk etmesiyle başlamıştı. Bigyn okulundan çıkan çocuklar bağırarak ve şarkılar söyleyerek Llanelli sokaklarını doldurdular ve isyanın ateşi hepsini sardı. ..
Ders: İsyan Konu: Grev-1911 İngiltere’de Çocuk İsyanları
Elbette baskı ve tahakkümün olduğu her yerde ve her dönemde olduğu gibi bu noktada da -ezilenler- kendi direniş yöntemlerini geliştirdiler. Zorunlu eğitime ve çocukların tahakküm altına alınmasına karşı farklı dönemlerde, farklı coğrafyalarda birçok karşı çıkış oldu.
1805 yılında Pestalozzi İsviçre’de bir enstitü açtı, korku temelli yaklaşımı reddetti; çocuğa saygıyı yaklaşımının temeline oturttu. Yoksul halkın, köydeki çocukların kendilerini geliştirmelerine fırsat yaratmaya çalışmıştı. 1860’larda Rusya’da ise Leo Tolstoy, yaşadığı evi- Yasnaya Polyana’yı çocuklara açtı, çevre köylerden gelen çocuklarla, onların ihtiyacı ve talebi doğrultusunda dersler yaptı, masallar okudu, oyunlar oynadı. Tolstoy anılarında, Yasnaya Polyana’daki deneyiminde çocukların kendilerine hiçbir şey öğretilmesine ihtiyaç duymadıklarını fark ettiğini söylemişti.
1898’de Elisabeth ve Alexis Ferm NewYork’ta Amerika’daki ilk özgür okulu “Çocukların Oyunevi”ni açtılar. Çocukların kendi istediklerini şeyleri yaptıkları, ve talep ettikleri kadarını aldıkları, kurallar olmayan bu okul, özgürlükçü hareketler açısından da önemli bir noktadaydı. Politik baskının artmasıyla Alexis ve Elisabeth okulu Stelton’a taşıdılar. Okuldaki çocuklar ve aileleri de Stelton’a taşındılar ve böylece ilk kez çocukların ihtiyaçları çevresinde bir araya gelen bir topluluk olarak bir özgür okul modeli deneyimlediler. Bu deneyim bugün hala özgünlüğünü korumaktadır ve araştırmaya değer bir noktadadır.
1901’de Fransisco Ferrer ilk modern okulu kurdu ve kendisinden sonra yüzlercesine ilham verdi. 1909 yılında İspanya devleti tarafından düzmece bir yargılamanın ardından öldürülmesine karar verildiğinde son sözleri; “Modern Okul Çok Yaşa” olmuştu.
Farklı bir örnekte, 1911 sonbaharında hem okullarda hem fabrikalarda sömürülen, baskı altına alınan çocuklar sokaklara döküldüler, okulları taşladılar. Daha az ödev, daha çok tatil talep eden pankartlar ve sloganlarla bütün çocukları isyana katılmaya çağırdılar. Özellikle işçi hareketinin çok yoğun olduğu bölgelerde çocuklar okula karşı – hayatın kendilerine öğrettikleri ile direnişe geçtiler. ( 1911 Hull Çocuk İsyanları).
Kayda alınmamış, burada yer veremediğimiz tarihteki bir çok örnek, günümüzde benzer kaygılarla açılan merkezleri ilham vermiştir. Summerhill, Agile Öğrenme Merkezleri, Sudbury okulları gibi “eğitim”den ziyade çocukların kendilerini gerçekleştirmesinin ve içinde yaşadığı topluma dair sorunları tespit edip çözümler üretebilecek bireylerin, ketlenmeden, törpülenmeden, daha da yeşerip filizlenerek büyüyecekleri alanlar olarak varolma kaygısını da taşımaktadır.
Peki Çocuklar Ne İster?
“Çocukluk, mantığın karanlık saati gelmeden önce sesler, kokular ve görüntülerle ölçülür”
John Betjeman
Bu kez 1,8 milyon yıl öncesine değil kendi çocukluğumuza dönüp bakalım:
Yapmak istemediğimiz bir şeyi yapmaya zorlandığımızda aşağılanmış, değersiz hissetmiyor muyduk?
Bizi ne istediğimiz sorulmadan, yapmak istemediğimiz bir şeyi yapmamız beklendiğinde, bundan sıyrılmak için her yolu denemiyor muyduk?
Bizi aşağılayan küçük düşüren kişilerden, intikam almak için türlü yaratıcı yollar bulmuyor muyduk?
Risk aldıkça korkularımızı aşmıyor muyduk?
Oyunun kurallarını, oyuna her yeni katılan oyuncuya ya da kafamıza göre yeniden koymuyor muyduk?
Sınırları nereye kadar zorlayabileceğimizi merak etmiyor muyduk?
Kendimizi tehlikeli bir durumda bulduğumuzda, hemen güvenli bir noktaya çekilmenin bir yolunu aramıyor muyduk?
Sadece oynuyor olmaktan keyif aldığımız için oynamıyor muyduk?
Hep büyümeyi, bizden birkaç yaş büyük o karizmatik çocuk gibi olmayı istemiyor muyduk?
Gerçek anlamda saygı görmeye ve özgürlüğe ihtiyaç duymuyor muyduk?
Peki ya şimdi çocukluğumuzun “yetişkinler” tarafında nasıl harcandığını görüyorken, biraz daha empatiye ve biraz daha çocuk olmaya ihtiyacımız olduğunu hissetmiyor muyuz?
Dostane ilişkilerin arasında gönüllü birlikteliklerle yaşayacağımız anları hayal etmiyor muyuz?
Belki de bu yüzden artık mantığın karanlık saati gelmeden önce, seslerin kokuların ve görüntülerin peşinden koşanları izleyerek keyif almanın ve yalnızca onlarla oyun oynarken ciddi olmanın zamanı gelmiştir.
Belki çocuklara bir şeyler öğretmeye çalışmak yerine; biraz geri çekilip onlara saygı göstererek, onlara özgürlüklerini vererek kendi başlarına neler yapabileceklerini görmenin zamanı şimdidir.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Avcı Toplayıcılardan Gerontokratik Topluma Çocuğun Değişen Konumu – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Seçimlerin Maskotu “Çocuklar” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Partilerin çocuklarla ilgili seçim sonrasına dair yaklaşımları böyleyken seçim öncesi propagandalarında, kendilerinden beklenen siyasi pragmatizmleri doğrultusunda çocuklara ve onlarda cisimleşen “saflık, iyilik” temalarına yer vermelerinde hiçbir sakınca yok. Çocukların, sembolik olarak, devletin karar alıcılarının koltuklarına birkaç saatliğine oturtulduğu 23 Nisan günlerinin dışında “hatırlandığı” nadir dönemlerden olan seçim öncelerinde, yaptıkları propagandalarında siyasetçiler, kendi siyasi meşrepleri doğrultusunda, çocuk ve onun temsil ettiği ne kadar olumluluk varsa çekinmeden kullanmaya girişiyor.
ABD eski başkanlarından George W. Bush’un 2000 seçim kampanyası öncesi kullandığı “Leave No Child Behind-Geride Hiçbir Çocuk Gariban Kalmasın” sloganı, ABD başkanlarının başka coğrafyalardaki başta çocuk ölümleri olmak üzere imza attığı katliamlar hatırlandığında “kötü bir şaka” olarak hafızalarda canlanıyor. Benzer şekilde, ellerinde Filistinli çocukların kanı olan İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun seçim reklamı filminde çocuk bakıcısı kisvesine bürünerek oy istemesi, devlet siyasetçilerinin riyakarlığına dair çarpıcı bir örnek olarak hatırlanıyor. Erdoğan da seçim kampanyalarında dünyadaki benzerlerinden elbette geri kalmadı ve geçtiğimiz yıl yapılan 24 Haziran seçimleri öncesi “Hatırla çocuk” temalı bir reklam filminde rol aldı. Erdoğan’ın okuduğu metinde geleceği kuracakları belirtilen çocuklara asker mezarlıkları eşliğinde, seçim sonrası buharlaşırcasına unutulacağı herkesçe bilinen çeşitli öğütler veriliyordu. Ancak her üç örnekte de çarpıcı olan nokta, birbirinden farklı coğrafyadaki bu üç devlet yöneticisinin “çocuk” temalı bu seçim propagandalarındaki samimiyetten uzaklığının, bu propagandaların alıcıları tarafından da biliniyor oluşu idi. Buna dair en yakın örneği, 31 Mart seçimlerini kaybeden bir muhtar adayının, daha önce yaptırdığı bir parkı söktürmesinde görmüştük.
Çocukları toplumda, kendi iradeleri ve karar alma yetileri olan bireylerden öte, seçimlerde oy getirisi olabilecek bir araçsallığa indirgeyen sandık siyasetçileri ve partilerinin yanı sıra çocuklara yönelik bu politikaları, aslında devletlerin onlara genel anlamdaki yaklaşımıyla paralellik gösteriyor. Devletlerin kapitalist “gelişmişlik” düzeyi birbirinden farklı olsa da, çocuklara saygı göstermeyen, onların fikirlerine kapalı ve çocukları amaç değil araç olarak gören politikalar tüm devletler için geçerli. Küresel bazda devletlerin savaşlarını koordine eden Birleşmiş Milletler’e bağlı UNICEF ile de bu politikalar, çeşitli yardım fonları adı altında “-mış gibi yapmak” şeklinde hayata geçiyor. Savaş, barış ya da seçim dönemleri devletlerin çocuklara dair bakış açılarında, fiziksel ve cinsel şiddet, çocuk işçiliği, göçmenleştirme gibi gerçekler göz önüne alındığında, ciddi farklılaşmalara yol açmıyor.
Emrah Tekin
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Seçimlerin Maskotu “Çocuklar” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bir Çocuk Bin Oyun, Bin Umut, Bin Mutluluktur Bu Oyunu Bozamazsınız appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Bir Çocuk Bin Oyun, Bin Umut, Bin Mutluluktur Bu Oyunu Bozamazsınız appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Paylaşma ve Dayanışmanın Büyülü Dünyası Çocuk Kitapları- İrem Gülser appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Uslu durmadığında azarlanan, hanımefendiliği beyefendiliği elden bırakmaması gereken çocukların sürüldüğü alan AVM’lerdeki yapay çim halılarla plastik kaydıraklar. Hem içerde hem dışarda aşılmaması hedeflenen çitler çocukları bekliyor.
Keşif eylemi her zaman büyüleyicidir. İnsanın kendi özünü inşa etme keşfi ise şüphesiz en cezbedici olandır her zaman. Günlük yaşamda kapitalizmin sıkıştırdığı her alandan bir şekilde sıyrılmak isteyen her insan, karşısına çıkan bir kitapta bulur kim olacağını yahut olduğunu; çıkış yollarından biridir bu. Bir yazarın kurgusuyla her ay başka bir kitabın rehberliğinde yaşamak, o kitapla yoldaş olmaktır.
Hal yetişkin için böyleyken kafasındaki bembeyaz sayfaya binbir türlü rengi yerleştirmeye hemen hazır ve hevesli çocuk için kitap okumanın yaratacağı gücün büyüklüğü tahmin edilemese gerek. Hele -anne karnını saymazsak- bir çocuğun en hızlı ve verimli yaş aldığı dönem ilk yıllarıdır. Dolayısıyla çocuğun ilk oyuncağı olan onu yetiştirenler kadar, kitaplar aracılığıyla kafasında üreyecek öğretiler de oldukça kritiktir.
Doğumumuzdan itibaren gerek aile kurumu gerekse eğitim sürecinde kendini meşrulaştıran; bencil, rekabetçi, hazcı bireyler yetiştirmek isteyen devlet için toplumsal rolleri belirlemek açısından edebiyat, bilhassa çocuk edebiyatı kullanışlı bir kanal görevi görür.
Toplumsal aidiyetlerin nerede, nasıl, kimin tarafından yapılacağı doğduğumuz andan itibaren kafamıza bir şapka doğallığıyla takılıverirken bireyciliğe teşvik edilip her şeyi tek yapmaya özendirilen çocuk, ancak otoritenin izin verdiği alanlar içinde kalıyor, kendine güvenli alanlar oluşturmayı edimliyor. Bir yandan elinde olanı paylaşmaktansa saklayıp karşılıksız hiçbir şey yapmamayı/vermemeyi huy edinirken öteki yandan dışarısının her daim tehlikeli olduğu tembihleniyor, kendi biricik alanına hapsoluyor. Zaten halihazırdaki kapitalizm iştahıyla binaların dışında kendilerine yer bulamayan, dışarısı dediğimiz “kamusal” alana kendi başına çıkamayan çocukların ellerine bir de sorunlu kitaplar verdiğimizde, onları çıkmaza kendimiz itiyoruz. Uslu durmadığında azarlanan, hanımefendiliği beyefendiliği elden bırakmaması gereken çocukların sürüldüğü alan AVM’lerdeki yapay çim halılarla plastik kaydıraklar. Hem içerde hem dışarda aşılmaması hedeflenen çitler çocukları bekliyor.
Şu an hâlihazırda yayımlanan metinlerin çoğu ince eleyip sık dokunacak cinsten. Öncelikle erkek kitap karakterleri güçlü, kahraman, atik, inşa eden-oluşturan, tamir eden rollerinde çizilirken kadın karakterler tedirgin, korkak, uslu; eve dair her türlü işte uzmanlaşmış yahut buna teşvik edilen; ev dışındaki işlerde yardıma muhtaç olan rollere uygun görülüyor. Aynı sıkıntılı yapı hayvan karakterleri üzerinden yazılan metinlerde de mevcut. Dişi olan hayvanlar daha korkak betimlenirken dişi olmayan hayvanlar daha vahşi, cesur çiziliyor.
Halihazırda kendi anne babasında bu yerleşikleri görüyorsa hele, düşünecek aksi şeyler; üzerine gidilebilecek yeni sorular vermeyen kitaplar okuyan çocuk, bu ‘doğallığa’ inanıyor. Dolayısıyla anne dediğinde gözünde ilk canlananlar bulaşık sesi, baba dediğinde direksiyon çeviren bir çift el.
Bizim kuşak mesela, kardeşi Arda denizde gemi yüzdürürken kurabiye yapıp oyuncak bebek arabası süren “Ayşegül Küçük Anne”yi kafamızdan nasıl atacak? Öğrenirken zorlandığımız, zorlandıkça reddettiğimiz rol bütünlerini kafamızdan atmamak, aksine ayırdına çabuk varıp ayıklayabilmek belki de en doğrusu. Ayıkladıkça da cesaretlenmek, yılmadan her türlü rengin yüz tuttuğu kitapları arayıp bulmak.
Bugün bu rollerin dışında tanımlanan kitap karakterlerini düşündüğümüzde aklımıza gelen en güzel çizilmiş örneklerden biri Özgür. Özgür ormanda doğup büyümüş bir kız çocuğu. Nasıl ormanda olduğunu bilmiyoruz. Kitabı okurken Özgür gibi hissediyoruz; doğadan kopmayı, ehlileşmeyi hiç istemiyoruz. Yaşamsal ihtiyaçlarını hayvanlardan, ormandan öğrenmiş Özgür’ü günün birinde insanlar buluyor ve hemen şehre getiriyorlar. Ona evde yaşamayı, giyinmeyi, temizlenmeyi, yemek yemeyi öğretmeye çalışıyorlar. Özgür’e göre ise bunların hepsi manasız ve saçma işler. O da kısa zamanda bunları reddedip özgür olduğu yere geri dönüyor. Özgür kitabında dikkatimizi en çok çeken şey Özgür’ü büyüten bir yol gösterici olmaması. Yani ailesiz, kendi kendini yetiştiriyor olması.
Biraz eskilere gidersek bize en umut verici karakterlerden biri elbette Pippi Uzunçorap. 1945 yılında yazılmasına karşın halen bizi etkileyebilecek en güzel kitaplardan biri olması, şüphesiz kafamıza çizilen her şeyi çok sağlam bir şekilde yıkabilmesi. Keza Pippi gerçek anlamda da sağlam olan her şeyi yıkabiliyor çünkü dünyanın en güçlü insanı. Yukarda sözünü ettiğimiz kitapların çoğunda çizilen uslu, oturaklı ve güçsüz kız çocuk karakterlerine muazzam bir karşı duruş niteliği sağlayan Pippi, Özgür ile benzer özelliklere sahip olarak ailesiz, her türlü otoriteye kafa tutuyor. Kendine özgü giyimi kuşamı, kendi yaşadığı ama istediği zaman sevdiği insanların girip çıkabildiği bir evi olan Pippi, kitabın içinde bize daima şunu söylüyor: Ben başımın çaresine bakabilirim!
Periler Dayanışmayı Anlatıyor kitabında ise karşılık beklemeden verdiğimiz ve ihtiyacımız kadarını aldığımız kolektif bir yaşama kollarımızı açıyoruz. Her perinin yapabildiği bir işin ucundan tuttuğu ve gün sonunda her şeyin dayanışmayla sürdürüldüğü bir dünya var karşımızda. Bu tür kitapların ayrıca bir öneme sahip olmasının nedeni, yazının başında bahsettiğimiz herkesin ‘görevinin’ baştan belli olduğu bir dünya çerçevesini çocuğun kafasında yıkabilecek olması. Aile dediğimiz şeyin herkesçe aynı insanlardan oluşmayacağına, olmaması ihtimaline; yaşamın kategorize edilemeyeceğine dair bir kitap.
“Papağan dumanı tüten kazana düştü. / Kazana tünemişti, başı döndü düştü. / Meraktan düştü, kazanın içinde boğuldu gitti.” diyor kitabın başlarında Eduardo Galeano. Kitaba ismini veren Papağan, kitabın başında ölüyor, böylece kitap Papağan’ı geri getirme mücadelesine dönüyor. İlk önce ölüm ile baş etmeye çalışan karakterler, daha sonra Papağan’ı diriltmek için kendilerinden bir şeyler feda ediyorlar. Yitip giden Papağan, temsil ettiği birçok şeyle; geri dönerken de etrafındaki her şeyin dayanışmasıyla diriliyor. Galeano’nun kitabını devrimci kılan da budur.
Bugün yarın ve her daim; perilerin dayanışmayı anlattığı, karıncaların bir salyangoz kabuğunu paylaştığı, içinde bulunduğu duvarları yıkan iki karşı kıyıdaki hayvanların yıktığı tuğlaları birbirlerine köprü yaptığı bir dünyayı o bembeyaz sayfaya yerleştirmenin güzelliği değil midir yalnız çocukları değil bizi de büyüleyebilecek olan?
Sıkıştırıldığımız zamanı aşan en keyifli şey değil midir okurken düşlemek, düşlerken eylemek, eylerken özgürleşmek?
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Paylaşma ve Dayanışmanın Büyülü Dünyası Çocuk Kitapları- İrem Gülser appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İsrail Askerlerinin Saldırısında 15 Yaşındaki Filistinli Çocuk Yaşamını Yitirdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Gazze sınırında 30 Mart Toprak Günü’nde başlayan ve 15 Mayıs Nakba Günü’ne kadar sürecek “Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü”ne işgalci İsrail askerlerinin saldırıları sürüyor. Dün düzenlenen yürüyüşe yapılan saldırıda 1 kişi yaşamını yitirirken, aralarında çocukların da olduğu en az 170 kişi yaralanmıştı.
Filistin Sağlık Bakanlığı Sözcüsü Eşref el-Kudra, dün ağır yaralanan 15 yaşındaki Filistinli çocuk Jamal Abdel Rahman Afaneh’ın yaşamını yitirdiğini açıkladı.
The post İsrail Askerlerinin Saldırısında 15 Yaşındaki Filistinli Çocuk Yaşamını Yitirdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Cinsel İstismar Değil Cinsel İşkence! – Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız coğrafyada son süreçte yükselen bir gündem var: cinsel istismar. Ana haber bültenlerinde Adana’da 3 yaşında çocuk, sosyal medyada Antalya’da 4,5 yaşında çocuk; orada 1,5 yaşındaki, burada 16 yaşındaki…
Erkek devletin erkek erkanı da her gün bu meseleye dair açıklamalar yapmaya başladı. Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, “Mahkeme kararıyla, infaz süresince, kimyasallarla cinsel isteği azaltma ve ortadan kaldırma konusunu birkaç gün içinde yürürlüğe koyma hususunda irademiz var” diyerek kimyasal hadımı yeniden dillendirdi mesela.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise çıtayı yükselterek idam söylemiyle çıktı sahaya: “Kim ki çocukların hakkını, hukukunu inkar ve imha etmeye kalkıyorsa, ya anasından doğduğuna pişman edilmeli ya da kurulacak bir darağacında boğazına yağlı urgan dolanmalıdır.”
Başta cinsel istismar olmak üzere çocuklara yönelik her türlü istismarın araştırılarak alınması gereken “önlem”lerin belirlenmesi amacıyla kurulan Meclis Araştırma Komisyonu Raporu, kararın alınmasından 435 gün sonra Meclis Genel Kurulu’nda görüşüldü. Yukarıdaki açıklamalarla aynı tarihlerde gerçekleşen görüşme sırasında -ne hikmetse- koltukların çoğu boştu.
Başbakan Yardımcısı Recep Akdağ, kendisinin koordinasyonunda, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kayan, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz ve Sağlık Bakanı Ahmet Demircan ile çocuklara yönelik cinsel istismara karşı bir komisyon kurulduğunu hatırlattı.
Halk tepkiliydi, herkesin canını sıkan bir meseleydi bu. Bu koşullarda, Erdoğan’ın herkesin konuştuğu bu gündemde geri kalması mümkün değildi. Evli olmayan bireyler arasındaki birliktelik olarak tanımladıkları “zina” ile cinsel istismarın aynı kapsamda değerlendirilmesi gerektiğini söyledikten sonra “terör suçlusu” olarak tanımladıkları bireyler için de idamın gündemde olduğunu söyleyiverdi. Yani bu gündemi bile “istismar” ederek kendi amaçlarından birine ulaşmak için araçsallaştırdı.
Bazen toplumu sakinleştirmek için, bazen asıl yapılması gerekenlerin konuşulmasını engellemek için, bazen de başka amaçlarla ortaya atılan bu fikirleri bir kenara bırakıp açıklanan verilere bakacak olursak “Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre kadınların en az %20’si, erkeklerin en az %10’u 18 yaşından önce cinsel istismara uğramakta”ymış. Yaşadığımız topraklarda -sadece 2017 yılında- 387 çocuk istismara uğramış. Bu konuda açılan dava sayısı son 10 yılda 3 kat artmış. Bu yüksek(!) verilerin bile, gerçeği yansıtacak kadar yüksek olmadığını biliyoruz.
Erkek devletin erkek erkanı “çocuklara yönelik bu alçaklıkların istismar değil alenen izmihlal olduğunu, toplumumuzu çöküşe götürebileceğini” söylemiş. “İstismar değil izmihlal”miş… Onca çocuğun yaşadığını tanımlamak onlara mı düşmüş? İstismar demek yaşananları ifade etmez, yumuşatır. Toplumun gözünde daha kolay kabullenilir hale getirmeye, meşrulaştırmaya çalışır. Yaşananlar “cinsel istismar değil, cinsel işkence”dir. Açık konuşalım; yaşananları tanımlamak o ya da onlara değil, bize düşer. Çünkü biz biliyoruz, istismar hafif kalır.
Cinsel işkencenin, sıkça yoksullarda görüldüğünü söylüyorlar mesela; zengininden yoksuluna, yaşlısından gencine pek çok kesimde görüldüğünü ve hastalık olmadığını biliyoruz. İşkencecilerin anormal davranışları olan yabancı kişiler olmadığını, genelde tanıdığımız, yakınımızdaki kişiler olduğunu da. Gece yarısından sonra ıssız sokaklarda, boş inşaatlarda, umumi tuvaletlerde ya da gitmememiz gereken “tehlikeli bölgeler”de değil; genelde kendimizi güvende hissettiğimiz bölgelerde gerçekleştiğini de… İddia edilenin aksine, çocukların olan biteni çabuk unutmadıklarını ise sıra arkadaşımızdan, komşumuzun kızından, kendimizden biliyoruz. Cinsel işkenceyi gerçekleştirenlerin kim olduğunu, bu işkencecilere çanak tutanların ve aklayanların kimler olduğunu hele, çok iyi biliyoruz.
Bu yüzden tekrar söylüyoruz; bu konuda tanım koymak onlara düşmez. Yaşananlar cinsel istismar ya da izmihlal değil; cinsel işkencedir!
Meltem Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Cinsel İstismar Değil Cinsel İşkence! – Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bombaların Altındaki Efrinli Çocukları Çizdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bombaların Altındaki Efrinli Çocukları Çizdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yine İnşaat Yine Yiten Yaşamlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İzmir’in Karabağlar ilçesinde Toplu Konut Projesi kapsamında yapılan inşaatın içi su dolu çukuruna düşen iki kardeş yaşamını yitirdi. Boş arazide oyun oynarken inşaatın çukuruna düşerek yaşamını yitiren 8 yaşındaki Yusuf Tencirlioğlu ile 5 yaşındaki kardeşi Ali Tencirlioğlu 3 ay önce Maraş’tan İzmir’e göçen hurdacı bir ailenin çocukları. İnşaatın 200 metre yakınında bir çadırda yaşamını sürdürmek zorunda bırakılan aile zaten yoksulluk yüzünden göç ederek geldikleri İzmir’de şimdi de iki çocuklarının acısını yaşıyor.
The post Yine İnşaat Yine Yiten Yaşamlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İki Kızını Av Tüfeğiyle Katletti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Maltepe’de av tüfeği ile kızları Elif (4) ve Hira (3)’yı katlettikten sonra baba Ali Yardım (29) intihar etti.
Yaşamını yitiren çocukların annesi Dilek Yardım ile boşanma sürecinde olan katil baba, eşini sürekli tehdit ettiği için aralık ayında nezarete girip çıktıktan sonra, çocuklarla vakit geçirme bahanesiyle evine götürdü ve evde katletti.
The post İki Kızını Av Tüfeğiyle Katletti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>