The post “Geber” Diyen Müdür Görevden Alındı, Zihniyet Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Konuyla ilgili açıklama Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığından geldi. Bakanlık açıklamasında “Dün sosyal medyada vatandaşımıza yönelik ifadeleriyle gündeme gelen İstanbul İl Müdür Yardımcısı Nail Noğay görevinden alındı. Noğay hakkında Bakanlık nezdinde soruşturma başlatıldı” denildi.
Açığa çıkan olayın yalnızca bir örnek olduğu, pek çok kişinin ihtiyaçlarını karşılama noktasında devletin bir çözüm sunamadığı aksine alay ettiği bir gerçek. Bu anlamda Noğay’ın görevden alınması ile devletin kendini temize çıkarmaya çalıştığı aşikar.
The post “Geber” Diyen Müdür Görevden Alındı, Zihniyet Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kitap: “Karanlık Vardiya” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Köyler boşaltılıyor, elleri arkadan kelepçeli insanlar yüzükoyun yerlerde yatırılıyor, askeri araçların içerisinden çocukların üzerine kurşunlar yağdırılıyor, uçaklar köyleri bombalıyor, evler basılıyor, yargısız infazlar yapılıyor, ormanlar yakılıyor…
Televizyonda “Bizimkiler” dizisi yok, tetris oyununun modası çoktan geçti, o yılların fenomen yarışması “Hugo’nun yerinde yeller esiyor, Eurovision şarkı yarışmaları artık eskisi kadar popüler değil, çünkü 90’lardan bahsetmiyoruz. 2015’teyiz.
Ali Yılmaz, hazırladığı “Karanlık Vardiya” kitabında, sanki 90’ları değil de günümüzü anlatıyor. Kitap temel olarak, Antonio Gramsci’nin devletin zora başvurmadan ‘nasıl yönetebildiğini’ açıklamak için kullandığı “hegemonya” kavramını ele alıyor. Devletin, baskı aracılığıyla politik iktidar egemenliğini sağlamasının yanı sıra, kültürel iktidarı aracılığıyla da ideolojik bir hegemonya kurduğundan söz ederken; insanların kendini ve çevresini yanılsama içinde algılamasını sağlayan bu gücü sorguluyor.
Kitapta hegemonya, rızanın örgütlendiği yani şiddet ya da zora başvurmadan inşa edilen süreçler olarak tanımlanıyor. Devletin kendi varoluşunu sürekli ve vazgeçilmez kılabilmek için, bazen baskıya bazen de rıza üretmeye başvurmasının örnekleri sıralanıyor bir bir. Toplumun genelinin nasıl olup da kendilerine doğrudan hiç de faydası olmayan, hatta zarar veren ekonomik, politik, sosyal ve kültürel söylemleri -kimi zaman toplumsal huzur adına, kimi zaman eskiye dönme korkusuyla, kimi zaman da din ya da laiklik elden gidiyor paranoyasıyla- can-ı gönülden destekleyebildiklerini açıklamaya yarıyor.
Karanlık Vardiya, Brezilya’da 1964 seçiminden sonra yapılan darbenin ardından “ölüm filoları”nın binlerce kişiyi öldürmesinden, Vietnam’da tarım arazileri ve ormanların kimyasal silahlarla bombalanmasına kadar birçok rıza üretme örneğinden söz ediyor. 1980 darbesinin de rıza üretme amacıyla yapıldığına değinirken, o yıllar boyunca, spor salonlarının, depolar ve kışlaların, nasıl sorgu ve işkence merkezlerine çevrildiğini anlatıyor.
Devletin tüm bu zorbalık ve dayatmalarına karşı, 90’lı yıllarda cezaevlerinden başlayarak, üniversitelerde, fabrikalarda ve özellikle Kürt coğrafyasında karşı koyuşlar ve direnişler engellenemedi ve etkisi günümüze kadar devam eden isyanlara dönüştü. Tüm yasaklamalara karşın 1 Mayıs’ta sokağa çıkılmaktan vazgeçilmedi. Grev yasağına rağmen 1986’da Netaş’ta iş bırakan işçiler bu süreç boyunca hem patrona hem de devlete meydan okudu. Sonraki yıllarda “işçi baharı” olarak ivme kazanan işçi eylemleri 1990’lı yılların özelikle ilk yarısında kamu işçilerinin de katılımıyla büyümeye başladı. Cezaevlerindeki tek tip kıyafet dayatması ise, açlık grevleri ve ölüm oruçları ile yanıt buldu ve devlete geri adım attırdı. Üniversitelerde de örgütlenmeyi engellemek için dayatılmak istenen, üniversite yönetimlerinin kontrolündeki “tek tip” öğrenci dernekleri sistemine karşı direnişe geçilerek işgaller gerçekleştirildi.
Tüm bu ve benzeri direniş ve karşı koyuşlar, devletin 80 darbesiyle birlikte sarsılmaz gibi gösterdiği hegemonyasını kırmaya başlayınca; devlet, bu kez de resmi kolluk ve istihbarat güçlerinin yanı sıra koruculuk sistemi gibi para-militer güçlerle ve JİTEM gibi, varlığını hep inkar ettiği kontrgerilla örgütlenmeleriyle tüm toplum kesimleri üzerindeki baskısını daha da arttırmaya koyuldu. Bir yandan da faşist baskı uygulamalarının gün yüzüne çıkmasını engellemek amacıyla diyaneti, hukuk ve eğitim sistemlerini seferber etti; özellikle medyayı bu psikolojik savaşın özel bir silahı olarak kullanmayı ihmal etmedi.
Polisin sokak eylemlerine yaptığı saldırılarda katlettiği insanlar, infazlar, ev baskınları, soruşturmalar, polis sayısının artırılması, gözaltında tecavüz ve ölüm, okullara çevik kuvvetin girişi, basına uygulanan sansür, gazetelerin kapatılması, birçok gazetecinin silahlı ya da bombalı saldırıda ya da işkencede öldürülmesi, JİTEM tarafından öldürülenlerin cesetlerinin ayaklarından iple tanka bağlanarak sürüklenmesi ve çırılçıplak teşhir edilmeleri, köy baskınları, köylülere dışkı yedirme, korucuların tehditleri, ceset kuyuları, Kürt siyasetçilerin öldürülmesi, partilerin kapatılması, yeni hapishanelerin inşaası, yeni karakolların yapımı, arazilerin mayınlanması, yaylaların yasaklanması, olağanüstü hal, köy boşaltmalar, ilçelere giriş çıkışın yasaklanması yalnızca Karanlık Vardiya kitabında sıralanan olaylar ya da 90´lardaki bir televizyon kanalındaki haberlerden aklımızda kalanlar değil, günümüzde de aktörleri değişmiş olsa da, benzer biçimde sürdürülen, devletin hegemonya politikası.
Mine Yılmazoğlu
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kitap: “Karanlık Vardiya” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “ Roboski Anormal: Çocuklar Çikolata Yemiyor, Kola İçmiyor! ” – Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Roboski halkının kola ile imtihanı..
Raporda Uludere katliamının ardından çocuklardaki psiko sosyal bozukluklar şöyle betimleniyor: “Çocukların, özellikle öğrencilerin çok ciddi davranış problemleri var. Kızgın ve öfkeliler… Okul camlarını kırmak ya da bir çocuktan beklenmeyecek ölçüde aşırı politize söylemler söz konusu.” Ve ekleniyor “Okulun eşyalarına zarar veriyorlar, ders başarıları düşmüş durumda. Çocuklar, çikolata, kola gibi besinler bile tüketmiyor.” Olaydan sonra öğrencilerde agresif davranışlar, slogan atma, disiplinize edilememe, aniden bağırma ve parti yöneticileri gibi konuşma davranışlarının gözlemlendiği de ekleniyor.
Raporun aslında ilk bakışta masum görünen bu tespiti, sağlıklı bir çocuğun nasıl olması gerektiğini, hastalık belirtilerini göstererek alttan alta bilincimize aşılıyor. Kola içmeyen ve politik düşüncelerini sık sık dile getiren sosyopat ve disiplinsiz çocukların karşısına, kolasını içen, televizyon izleyen, okuluna gidip dersini çalışan akıllı uslu çocuklar yerleştiriliyor. Böylece Roboski gibi Türkiye’nin diğer illerine göre bambaşka bir sosyal ve politik karaktere sahip bölgesinde yaşayan çocuklar, yine ezenlerin akıl ve değer sistemine göre yargılanarak “hasta” kabul ediliyor.
Asimilasyon ve ötekileştirme, yani bugün Kürt çocuklarının yaşadığı sorunların kaynağı, yalnızca bir dilin başka bir dil üstünde kurduğu baskının da ötesinde, bütünlüklü ve sistematik olarak uygulanır. Bazen egemen devletin ve milletin kendi dilini dayatması, bazen egemen sınıfın kendi değerlerini ve kültürünü ezilenlere, çocuklara ve gençlere aşılaması, bazen ise insanlarla ilişki kurma, mantık süzgecinden gerçirme ve dile dökmedeki biçimsel dayatmayla kendini gösterir.
Bu ötekileştirme biçimleri, gün gelir adı Şırnak değil Şirnex olan ve merkezinde ne Mc Donald’s ne de Burger King’in olduğu bir şehrin dağlık köyünde yaşayan çocuk ve kadınları kola içmemelerine istinaden ruh hastası yapar. Aynı şekilde öğretmenlerinin ne dediklerini bile anlamadıkları okulları zaten her yıl anadilde eğitim talebiyle boykot eden çocukları, ders başarılarının düşmesiyle görecelendirir. Bizler de kapitalizmin giremediği bir bölgenin kapitalizmin koşullarına göre değerlendirildiği, devletin sistematik olarak kendini dayattığı çocukların “disiplin kurallarıyla” ölçüldüğü bir tabloyla karşı karşıya kalırız. Raporu okurken, Mars’tan dünyaya düşmüş akil bilim insanları ile bölge halkının karşılaşmasını izlerken buluruz kendimizi. Sonra bir de bakmışız ki halkın öfkesine tercüman olmak adına yapılan “iyi niyetli” değerlendirmeler, tarafsız ve “nesnel” görüneyim derken, acemi nalbant gibi meselenin kah nalına kah mıhına vuruyor.
Roboski halkı iyileşmek istemiyor.. derken?
Söz konusu metnin raportörü Hira Selma Kalkan bir televizyon programı ile yaptığı söyleşide, halktaki mevcut yası şöyle açıklıyor: “Kadınlar mezardan çıkmıyor, uzun süreler mezarda kalıyorlar, bu acıyı tekrar tekrar yaşıyorlar. Hatta sanki acıyı bırakmak istemiyor gibiler. Gelelim, destek verelim size iyi gelir mi diye sorduk, “iyi gelir ama istemiyoruz, acımızı unutmak istemiyoruz” dediler. Yani o acılı ve mağdur duruma sarılma halleri var, aslında bu da rahatsız edici bir şey. Acılı bir olay yaşandı ya, bu onların tek gerçeği oluyor. Çözemedikleri zaman da bu acı, hayatlarındaki en büyük olay- tabi ki büyük olay ama, şimdi bir şey söyleyeceğim, kör ölür badem gözlü olur.. Tek yaşam dayanakları burası gibi oluyor. Bu acıdan beslenme hali ortaya çıkıyor. Bu acıdan kurtulmak istemiyor.. Niye istemiyor? Bir suçluluk duygusu yaşıyor, benim oğlum ölmüş ben kola nasıl içerim diyor. Bu kalanların suçluluk duygusu.. Ben onu nasıl koruyamadım diyor, suçluluk duygusu onları acıya yapıştırıyor. İyileşmeleri için hem suçluluk duygusunu çözmek lazım, hem o acıyla baş etme yöntemi bulmak zorundayız…”
Selma Hira Kalkan’ın bu konuyu yorumlarken gerçekten söylemek istediklerini tasarlayarak mı yoksa yıllar boyunca öğrendiği anaakım psikiyatrın kurbanı olarak mı yaptığını niyet okumasından öte yorumlamak güç. Ama yıllar yılı psikiyatrinin toplumsal travma sonrası insan davranışlarının onların kendi bireysel rahatsızlıklarından kaynaklandığını belirten asıl hastalıklı yaklaşımı yazık ki burada da açığa çıkmış görünüyor.
Roboski katliamında hala süregelen ve unutulmak istenmeyen öfke ve yas hali, bireysel ve münferit bir hastalık belirtisi değil, kendilerine bu acıyı çektirenlere karşı ‘politik’ bir tavırdır. Hatta şöyle diyelim, kişilerin kendisi dahi buna “politik” bir tavır demeyebilir, bunun “politik” olduğu bilincine ve bilgisine sahip olmayabilirler, ama onların olaya ve yaşadıklarına karşı aldıkları tavrı “suçluluk duygusu” gibi bir kavramla açıklamak bu tavrı yalnızca değersizleştirmekle kalmaz, aynı zamanda ötekileştirir. Öyle ki bu değerlendirme, Roboski halkının devlete karşı aldığı tavrı toplumun gözünde itibar edilmemesi gereken ve zaten ruh sağlığı yerinde olan insanlar tarafından uygulanmayacak bir yöntem olarak gösterir. Bu ise toplumun duyarlılığını arttırmak için çabalayan bir psikiyatristin değil, düpedüz devletin ve kapitalizmin dilidir..
Vicdani retten Roboski’ye sosyopat kişilik bozukluğu..
Görünüşe bakılırsa Roboski katliamının ardından sisteme entegre olamayan çocuk ve kadınlar, kendileriyle ilgilenen başkaca psikiyatrlar tarafından anti-sosyal kişilik bozukluğu, hiperaktivite, depresyon ve bunun gibi bir çok farklı modern hastalık tanısıyla karşı karşıya bırakılacaklar.
İlginç olmayan bir tesadüf.. Vicdani retlerini açıklayarak askere gitmeyi ve kardeş kanı dökmeyi reddedenlere açılan “askerlikten soğutma” davasında “otorite ile uyumsuz olma ve bu nedenle suç işlemeye eğilim” olarak tanımlanan anti sosyal kişilik bozukluğu teşhisi, akla zarar bir yargı sürecini beraberinde getirmişti. Bu süreçte devlet “bilimsel” veriler ışığında vicdani retçilerin askere gitmemek yönünde aldıkları politik tavrı, “kişilik bozukluğu” tanısıyla değersizleştirip ötekileştirmek için elinden geleni arkasına koymadı. Savaşmayı reddedenlerin sistem ile birebir yaşadıkları sorunların onların bireysel sıkıntılarından ileri geldiğini iddia etti. Bu şekilde anaakım psikiyatri, baskı ve eşitsizliğin kaynağının toplumsal ya da politik değil, “kötü sistem yoktur çürük elmalar vardır” derken kastedildiği gibi bireysel veya kişiler arası olduğunu öğretmeye çabaladı. Sosyal değişimi hedefleyen hareketler artık başka yöne çevirebilecek bilimsel ve meşru bir hatta sahipti.
Kim bilir belki bir gün, katliamı yaşayan Roboski’li çocuklar kendi kardeşlerini öldüren uçağın pilotu olmak istemediklerini, katil devlete asker olmayacaklarını, kardeş kanı dökmeyeceklerini söyleyecekler.. Ve bu sefer katliamı yapan aynı devlet, bugün yazılmış raporlarda belirtilerini gösteren hastalıklara istinaden, verdiği çürük raporuyla hapislerde süründürecek aynı çocukları..
Kim hasta kim değil, bu çok daha uzun bir tartışmanın konusu elbet. Ama insanın insanı, kendi kardeşini, amcasını, babasını öldürmeyi reddetmesine hastalık diyenlerin “akıllı” sayıldığı şizofrenik bir toplumda, hastalığın belirtisini dahi tespit ederken en az 3 kere düşünmek gerekiyor. Hiç değilse çocukların kola içmedikleri için ruh hastası ilan edilmeyeceği günlere özlem duyanlar için..
Mine Selin Sayarı
The post “ Roboski Anormal: Çocuklar Çikolata Yemiyor, Kola İçmiyor! ” – Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>