The post “Darbeye Karşı Demokrasi” Yürüyüşçüleri Diyarbakır’a Vardı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) Ankara’ya başlattığı “Darbeye karşı demokrasi yürüyüşü”nün Hakkari kolu, Van, Tatvan, Bitlis ve Batman’ın ardından, Diyarbakır kent merkezine ulaştı.
HDP’nin Hakkari’den Ankara’ya başlattığı “Darbeye karşı demokrasi yürüyüşü”, üçüncü gününde Diyarbakır’a ulaştı. Şehir girişinde HDP’liler tarafından karşılanan yürüyüş konvoyu polisin engellemelerine rağmen HDP Diyarbakır il binasına ulaştı. Burada aralarında Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanları Leyla Güven ve Berdan Öztürk’ün de bulunduğu grup tarafından meşaleler, zılgıtlar, alkışlar ve sloganlarla karşılanan yürüyüşçüler “Hep birlikte demokrasiye” pankartı açarak bir açıklamada bulundular.
Burada bir konuşma yapan Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eş Sözcüsü Sedat Şenoğlu, Hakkari’den Diyarbakır’a engelleri aşa aşa geldiklerini belirterek, “Yürüyüş boyunca darbeci zihniyeti her yerde gördük. Oyunlarıyla, provakasyonlarıyla yürüyüşe gölge düşürmeye çalıştılar. Bizler Hakkari’de de Van’da da Bitlis’te de Edirne’de de İstanbul’da da görmeye devam ediyoruz. Bizim arkamızda halkların büyük gücü var. Onların el sallamalarında gördük. Biz bu büyük güce dayanıyoruz. Bütün kalbimizle inanıyoruz, bu güçle hedeflerimize ulaşacağız” dedi.
Hakkari’den Ankara’ya devam eden yürüyüşle halkların iktidara mesaj verdiğini dile getiren DTK Eşbaşkanı Berdan Öztürk, “HDP’ye saldırılarda bulunan tekçi zihniyet, faşist zihniyete söylüyoruz, Hakkari halkından Amed halkına, Edirne halkından İstanbul halkına halklar önemli bir mesaj verdi. Bu mesaj; bu kadar baskılara rağmen biz özgürlük, demokrasi ve onurlu bir barış istiyoruz mesajıdır. Halklarımızın bu talebini aldık, Ankara’ya taşıyacağız” diye konuştu.
The post “Darbeye Karşı Demokrasi” Yürüyüşçüleri Diyarbakır’a Vardı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Soma’nın 6. Yılında Kadıköy’de Eylem: Üzüntümüz Öfkemizin Tohumudur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Siyasi partiler, sendikalar, meslek odaları, dernekler ve siyasi örgütlerin ortak katılımıyla bir araya gelen İstanbul Emek Barış Demokrasi Güçleri, Soma’da 6 yıl önce meydana gelen katliamın sorumlularının hesap vermesi taleplerini dillendirdiler.
İstanbul Emek Barış Demokrasi Güçleri’nin basın açıklaması öncesi Kadıköy Süreyya Operası önünde bir eylem gerçekleştiren Gençlik Örgütleri, Beşiktaş iskelesine sloganlar eşliğinde yürüdü. Alana yaklaşırken polis yürüyüşe müdahale edecekleri uyarısında bulunarak engel olmaya çalıştırsa da gençlik örgütlerinin kararlı tutumu ve alandakilerin protestoları neticesinde polis engeli aşıldı.
Salgın nedeniyle alanda belirli mesafelerle konumlanan katılımcılar ellerinde tutukları dövizlerle Soma katliamını protesto ettiler.
The post Soma’nın 6. Yılında Kadıköy’de Eylem: Üzüntümüz Öfkemizin Tohumudur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post POPÜLOKRASİ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Gündelik dilde kullandığımız çoğu kavramın ne anlama geldiğini nereden türediğini bilmiyoruz. Çoğunlukla bu kavramlar zaman-mekan ve duruma göre anlam değiştiriyor. Hem bireysel hem de toplumsal hayatı anlamlandırmak için kullandığımız dil de haliyle her zaman bize tam anlamıyla hizmet etmiyor.
Son yıllarda dünya gündemini, siyaseti, akademiyi, sanatı hayatın hemen hemen bütün alanlarını işgal eden kavramlardan birinden bahsedeceğiz. Bu kelimeleri anlamlandırmak için önce etimolojik kökeninden yola çıkacağız.
Popüler sözcüğünü duyduğumuz anda aklımıza gelen yegane anlam “yaygın”. Popüler sözcüğü türkçeye fransızca populaire kelimesinden geçmiştir. Kökenini Latince populus (halk) sözcüğünden alır. Kelimenin tam anlamı ise şudur : “halka ait, halka uygun, halkça sevilen”. Sosyal bilimlerde hâlâ halka ait, halktan gelen anlamında kullanılır.
Kültür çalışmalarında kullanılan “culture populaire” (ingilizce: Folk Culture , türkçe: halk kültürü) halkın genelinde yaygın olan ve genelde toplumun çoğunu oluşturan sosyal sınıfın kültürünü betimlemek için kullanılır. Benzer bir örneği “democratie populaire”’de de görüyoruz. Halkın yönetime katılabildiği ve bütün vatandaşların oy verebildiği demokrasi anlamına geliyor.
Gelelim gündelik anlamda popüleri ne için kullandığımıza… Popüler kültür dediğimizde halk arasında yaygın olarak tüketilen kültürden bahsediyoruz. Bunu kullandığımız anda artık popüler kelimesinin anlamını bozmuş ve ondan uzaklaşmış oluyoruz. Örnek olarak sosyal bilimlerde, bu coğrafyanın popüler müziği (halktan gelen müzik) aşıklar, ozanlar, dengbejler tarafından icra edilen halk müziğidir. Ama gündelik kullanımda coğrafyanın popüler müziği ise başka. Gördüğünüz üzere kelime birebir aynı olmasına rağmen sonucu birbirinden tamamen bağımsız iki türe işaret ediyor. Yani kavram muğlak!
Başka Bir Muğlaklık
Demokrasi terimi ve bu terimin ifade ettiği toplumsal modelin neye tekabül ettiğine ilişkin de bir muğlaklık vardır. Terimin içi boştur. Öyle ya da böyle tüm siyasal tartışmaların meşrulaştırıcısıdır. Demokrasi için yaparız her şeyi. Her icraat “daha demokratik” olma vaadiyle yapılmalıdır.
Bu muğlaklık, demokrasinin dokunulmazlığını garanti altına alır. Demokrasinin merkezinde bulunan ve özünde bir oy eşitliğine dayanan seçimler, aslında toplumsal refahın ve egemenliğin eşitsizliğini yaratan bir devlet hilesidir.
Şiddet üzerine inşa edilmiş olan devlet, politik baskı aracılığıyla bu eşitsizliğin devamını sağlamakla ilgilenen bir kurumdur. Sürekli bir bürokrasinin varlığına dayanır. Bu bürokrasi aracılığıyla yönetenler-yönetilenler ikiliği ortaya çıkar.
Devletin toplumsal refahın oluşturulması için gerekli olduğu iddiası, devletin bir tahakküm mekanizması olduğu gerçeğini gizlemekte kullanılan bir maskedir. Bu mekanizma içerisinde yapılacak yönetici seçimleri, bu gerçeklikten uzak düşünülemez. Birkaç yılda bir halktan, kimin yöneteceğini belirlemek üzere oy kullanmaları istenir. Oy kullanan insanların bir şekilde sistemin çalışmasının kontrolünü elinde bulundurduğu illüzyonu sayesinde sistem meşruiyet kazanır.
Demokrasi kaynağını bir kurgudan alır. Halkın oylarıyla seçilerek iş başına getirilen yasal ve idari yapılar, halk iradesinin temsiliyetine odaklanır. Böylece siyasal işleyişte halkın doğrudan katılımının engellenmesi özgürlüğümüzün reddedilmesi anlamına gelir. Toplumsal işleyişte adalet ve özgürlük ancak, bireylerin karar alma süreçlerindeki doğrudan katılımı ve kontrolü ile sağlanabilir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, demokrasinin işlediği farklı coğrafyalarda gerçek bir halk denetiminin olmadığı ve olamayacağını görebiliriz.
Demokrasi kavramının, her ne kadar halkın yönetimi ile ilişkilendirilse de ilk elde bir şey anlatmaması ve kavramın birçok şey ifade etmek için kullanılması, devletli siyasetin muğlaklık oyunlarından biridir. Birçok şey ifade edilmeye çalışan başka sözcükler gibi hiçbir şeyi ifade etmeme potansiyelini içerisinde taşır.
Popülokrasi
“Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz.” 29 Kasım 1955’te Demokrat Parti Meclis Grubu’na, Adnan Menderes bu şekilde seslenir. Adnan Menderes, Türkiye Siyasal Tarihi’nde popülist liderlerden biri olarak sıklıkla örnek verilir. Partisinin isminin “demokrat” olmasının dışında, bu seslenişteki ironi demokrasi aracılığıyla demokrasinin ortadan basit bir şekilde kaldırılabilmesidir.
Bu örnekte de görüldüğü üzere, demokrasi ve popülizmin muğlaklığı bilinçli bir muğlaklıktır. İktidarın despotik doğasını gizlemek üzerinden yaratılmıştır.
İçinde bulunduğumuz siyasal süreçte, yeni bir siyasal biçim olarak popülokrasi yaygınlaşmaktadır. “Küreselleşen” siyasal sistem olarak demokrasi, vaat ettiği “siyasi iktidarın belirlenmesinde herkesin eşit paya sahip olması” ilkesini açık bir şekilde gerçekleştiremedi. Bu sadece, kapitalizmin yarattığı adaletsizliklerin, yönetimsel düzeye yansıması ve daha zengin olanın yönetimde daha fazla söz hakkına sahip olmasıyla alakalı değil. Durum aynı zamanda demokrasinin sözde siyasal eşitlik ilkesinin dayandığı mantıktan da kaynaklanmıştır.
Demokraside yönetme hakkının çoğunluğa verilmesi hedeflenir. Siyasal üstünlük, temsili demokrasinin parçası olan ve belirli periyotlarla gerçekleşen seçimlerle belirlenir. Yani demokrasiyi seçimlerle demokratik kılan mantık, sayısal üstünlüktür. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuç, sırf çoğunluğa ait olduğu için doğru ya da haklı olanlar üzerine kurulu bir siyasal sistemdir.
Sözde halk iradesini, yönetimde belirleyici güç olarak muhafaza edebilmek için işletilen “temsil” kurumunun, “halk için yönetmek” maksadıyla ne hale dönüşebileceğini tahmin etmek çok zor değil. Demokrasinin içerisinde potansiyel olarak barındırdığı totalitarizm, tüm halkın çıkarlarının birleştirildiği ve halk adına en doğru kararın verildiği bir neden-sonuç ilişkisiyle kendisini belirginleştirir.
Batı toplumları için demokrasi, evrensel oy hakkına dayalı olarak düzenli ve rekabetçi seçimlerin yapıldığı bir sistemdir. Soğuk Savaş sonrası, kapitalizmin zaferinden sonra; devlet iktidarının “ahlaki” olarak savunulabilecek tek kaynağı demokrasiydi. Ancak özgürlük, katılım, anayasal devlet, seçimler, halk egemenliği gibi demokrasi için olmazsa olmazların hiçbiri kendisine demokratik diyen rejimler tarafından gerçekleştirilememiştir.
Bireysel özgürlükler, kapitalist sistem içerisindeki tüketim serbestlikleri ile çerçevelenmiş; siyasal özgürlükler sunulan partilerden birini seçmeye indirgenmiştir. Halkın yönetime sözde katılımı belirli aralıklarla kendilerini yönetecek kişileri seçtiği seçimlere sıkıştırılmış, halkın siyasal iradesi böylelikle bütün siyasal ve ekonomik sorunlardan uzak başka gündemlerle manipüle edilen yapay bir işleyişin içinde düşünülmüştür.
Demokratik sistem ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda da vaat ettiklerini gerçekleştirememiş ya da gerçekleştirdikleri üzerinden farklı coğrafyalarda yaşayanları tatmin edememiş bir durumdadır. Bunun siyasal yansımasını en belirgin olarak gözlemleyeceğimiz kırılma, popülizmin siyasal olarak kendini belirginleştirdiği süreçte olmuştur.
Batılı coğrafyalarda sağ popülizmin yükselişte olduğu zaman dilimi, sürecin değişimini gözlemlemek adına önemlidir. Öte yandan sağ popülist politikacıların yükselttikleri söylemler, liberal demokrasicilik oyununun Batı’da herkesi tatmin edemediğinin en açık göstergesi. Bu söylemlerin dayanak noktası göçmen karşıtlığıdır. Karşıt olunacak şey olarak yerli işçi sınıfına, ekmeklerini ellerinden alan düşman olarak göçmenleri hedef gösteriyorlar. Bu siyasal söylemin arkasında her ne kadar güçlü bir teorisi olmasa da, insanları kararsızlığa sürükleyen bir yöntemi var. Sorunların kaynağını tekleştiren (göçmenler…) popülist politikalar, böylelikle çözümü de basitleştirmiş oluyor. Toplumsal sorunların ağırlığı arttıkça sunulan basit çözümler, bu söylemi çoğunluk için cazip kılmaya olanak veriyor.
Demokrasinin bugün içine girdiği krizi anlamak önemlidir. Çünkü demokrasinin bu versiyonu, dünyanın farklı yerlerinde yükselen isyanlara karşı yükseltilmiş yeni tarz bir demokrasi arayışıdır.
Hukuku ayaklar alma noktasında sıkıntısı olmayan, popülist partinin tek ve sahici temsilcisi olduğunu iddia eden, elit karşıtı pozisyonuyla yaygınlaşmayı/popülerleşmeyi hedefleyen, önceki kurumsal yapıları zayıflatıp kişiselleşmiş yönetimin yapı taşlarını döşeyen yeni bir demokrasi arayışı.
İsmi popülizm ya da demokrasi…Ya da popülokrasi… Muğlaklığıyla gizlediği iktidarın doğasına has despotluktur. İki uç arasındaki bu kısır döngüde şimdilerde ibre popülizmden yana duruyor. Bu kısır döngüyü kırmak, devletli yapının farklı biçimlerini fark edebilmekle mümkündür.
Errico Malatesta’nın demokrasinin ne olduğunu anlattığı ufak alıntıda olduğu gibi;
“Demokrasi bir yalandır, zulümdür ve gerçekte oligarşidir: Yani ayrıcalıklı bir sınıfın çıkarlarını gözeten birkaç kişinin yönetmesidir. Ama yine de, onu daha kötüsüyle değiştirmek isteyenlerden farklı olarak, ona karşı özgürlük ve eşitlik adına mücadele edebiliriz.
Demokrat olmamamızın sebeplerinden biri de, demokrasinin eninde sonunda savaşa ya da diktatörlüğe yol açmasıdır. Fakat diktatörlük destekçisi de değiliz çünkü başka birçok sebebin yanı sıra, diktatörlük her zaman demokrasi isteğini uyandırır, demokrasiye geri dönüşü kışkırtır ve böylece halkların sahte özgürlükle açık ve vahşi tiranlığın arasında sürekli gidip geldiği kısır döngüyü sürdürür.
Bu yüzden hem demokrasiye hem diktatörlüğe karşı savaşımızı ilan ediyoruz.”
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.
The post POPÜLOKRASİ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Marksizmin UPDATE’i – Basit Bir Marksizm Eleştirisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Toplumsal bir kuramı incelediğimiz zaman, bunun yalnızca bir partinin programı olmakla ve toplumu yeniden yapılandırmakla ilgili belli bir takım idealleri dile getirmekle kalmayıp, çoğu kez belli bir felsefe sistemine, doğaya ve topluma ilişkin genel bir düşünceye bağlandığını da görürüz.” der Çağdaş Bilim ve Anarşi’de Kropotkin. Marksizmi incelemeye yönelik bir kaygının, bu unsurları gözden kaçırmaması gereklidir. Marksist toplumsal yapılandırma girişimleri ve parti programlarının anlaşılması için marksist felsefi sistemi, doğaya ve topluma ilişkin düşünceleri detaylıca incelemek gerekmektedir.
Baştan vurgulayalım; yazımızın iddiası, bir toplumsal kuramın değişmemesi, farklı ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullara uygun bir söz ya da bir pratik üretmemesi gerektiği değildir. Düşüncelerin ve pratiklerin ortaya koyuldukları gibi kalmasında ısrar etmek dogmatizmdir.
Yöntemi diyalektik olan, “diyalektik materyalizmi” bilim olarak gören bir kuramdan değişmemesini beklemek abestir. Çünkü, diyalektik karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen bir akıl yürütme biçimidir. Değişim, bu akıl yürütme biçiminin merkezidir.
Ancak, düşüncedeki değişikliklerin mahiyeti önemlidir. Eğer yeni yorum, kuramın temelini değiştiren bir yorumsa; ortada yeni bir teori vardır. Diyalektik kurgulanırken, ortaya çıkan sentez, tezden de antitezden de bir şeyler taşır. Kuramı, bağlamdan koparmayan bu durumdur. Yazımızın iddiası, marksizmin içinde olduğu iddia edilen bazı yorumlamaların aslında düşüncede büyük bir kırılma yaptığı ve hatta bağlamdan koptuğudur. Bağlamdan kopan düşüncelerin durumuna içerlenen bir pozisyonda olmaktan ziyade, pozisyonumuz, anarşizmin 19. Yüzyılın ortalarından itibaren marksizmin karşısında koyduğu iddiaların, bu yorumlamalarda önemli bir referans noktasında bulunduğu iddiasında oluşumuzdur.
Yani 1800’lü yılların, I.Enternasyonal tartışmalarında konu edilen merkeziyet, iktidar, devlet vb. başlıkların marksizmin update’lerinde rastlanıyor oluşu, tartışmaların süreç içerisinde nasıl anarşizmin lehine evrildiğinin açık bir ispatıdır. Bu durumun, “biz demiştik”çilikten çok; “ayı tekrar keşfetmeye gerek yok”çuluk olduğunun altını çizelim. Marksizmin yüz yıl sonra tartışmaya başladığı başlıkların, yüzyıl öncesinde anarşist kuramın temellerini oluşturuyor olduğu gerçeği, kastımızın anlaşılmasında yardımcı olacaktır.
Bu arada, farklı dönemlerden ve farklı felsefi sistemlerden alınan unsurların kullanılmasının diyalektik olmadığını, eklektik yöntem olduğunu yeri gelmişken vurgulayalım.
Eğer update yetersiz kalınan bir alanı düzeltmeye yönelik bir çabaysa, bu updateleri anlamak düşüncenin ve pratiğin sıkıntılarını ortaya koymak; sıkıntının kuramın özünde mi, yoksa başka bir yerde mi olduğunu anlamak açısından önemlidir. Bu update’lere geçmeden önce, tüm updateleri de ilgilendiren birkaç saptama yapmak, kuramın içindeki çelişkilerden bahsetmek update’lerin neden yapıldığını anlama noktasında yardımcı olacaktır.
İktidar ve Devlet Çelişkisi
İktisadi ve sınıfsal güçlerin siyasal meseleleri genel olarak belirliyor olduğu görüşü marksizmin merkezinde yer alan düşüncedir. Marks’ın Kapital’inin de özünü oluşturan düşünce; tarihsel, toplumsal, siyasal yapıları belirleyen şeyin ekonomi olmasıdır. Her ne kadar siyaset toplum üzerinde belirleyici bir güç gibi görünüyor olsa da, temelde bir üretim tarzına dayanan toplumsal ilişkiler siyaseti belirler.
Marks, Yahudi Sorunu’nda, siyasal kurtuluşun, insanın gerçek kurtuluşu olmadığını vurgular. Ona göre ekonomik güçler topluma hükmeder. Devlet, belirleyici değildir, ekonomik güçler tarafından belirlenendir. Genç döneminde geliştirdiği bu düşünce, sadece kendi kuramında değil, sonraki yorumcularının da yorumlarında başat rol oynar. Oysa, bu yorumların ortaya çıkış nedenlerinden biri, devletin belirleyici ve özerk iktidar oluşunun fark edilmesidir.
Tanrı ve Devlet’te, Bakunin Marks’ın “sefaletin siyasal köleliğe” etkisini vurgularken “siyasal köleliğin, yani devletin sefaleti sürdürücü ve çoğaltıcı rolü”nü es geçtiğini vurgular.
Aslında, bu meselede yani devlet üst başlığında marksizmdeki ilk update, Marks’ın kendisi tarafından gerçekleştirilmiştir. Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’indeki devlet tanımı, ekonomik bir sınıfın dolayımı olmayan bir devlettir. Önceden sınıfsal tahakkümün bir aygıtı olarak tanımlanan devlet, bonapartizm update’i ile, göreli özerk bir aygıt haline gelmiştir. Devletin devrimci değişim ve kurtuluş için bir güç olarak kullanılabilmesine olanak veren bu aygıt, sonraki yorumcular aracılığıyla kapitalizme ve burjuvazinin ekonomik hakimiyetine karşı kullanılabilir kılar. Ancak bu updateler, kendi tahakküm mantığına sahip devletin varlığını reddeder; oysa bir iktidar aygıtı olarak devlet, devrim esnasında nesnel bir kurtuluş aracı olarak kullanılamaz. Devleti, sınıf çıkarlarına bağlı olmayan bonapartist yorumlara karşı, devletin sınıfsal tahakküm aygıtı olduğunu öne süren update’ler de vardır. Bu iki update’in varlığının sebebi, devlet teorisine ilişkin yorumlardaki çelişkidir.
Devlet, burjuvazinin yükselişinden bağımsız olarak kendi tarihine sahiptir. Bu tarihsel arka plan, onu devrimin önünde engel kılar. Kropotkin, Devlet: Tarihsel Rolü yazısında, “Biz, devlette, yalnızca onun fiili biçimini ve tahakküm varsayılabilen tüm biçimlerini değil ama onun hakiki özünü, toplumsal devrimin önündeki engeli görürüz.” der.
Aynı zamanda, devlet, üretim güçlerinin belirlenmesi noktasında önemli bir aktördür. Devlet, gereksinim duyduğu zor araçlarının gelişimine izin vererek kendisi için verimli olan üretim güçlerini cesaretlendirir. Bu durum, altyapı-üstyapı ilişkilerini tersine çevirir.
Devrim Çelişkisi
Hegel’deki “mutlak tin”in kendini gerçekleştirmesindeki aracı tarih; Genç Hegelciler’de bu araç, tarihsel süreci anlayan birey; Marks’taysa bu tarihsel süreci anlayan ve bunu değiştirecek bir sınıftır. Bu sınıfın kim olduğunu sorgulamadan, proletaryanın toplumdaki çelişkilerin üstesinden gelecek olan sınıf olduğunu söyleyelim.
Proletarya, kapitalist toplum ile komünist toplum arasındaki “geçiş süreci”nde siyasal iktidarı, devleti, araçsallaştırarak uygulayacak sınıftır. Marks, Komünist Manifesto’da proletaryanın siyasal üstünlüğünü tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece söküp alacağından ve üretim araçlarını devletin elinde merkezileştirmek için kullanacağından bahseder. Dolayısıyla devrimin amacı, devlet iktidarını yıkmak değil ele geçirmek ve devam ettirmektir. Devletin, geçiş sürecinden sonra alacağı hal, Engels’in Anti-Dühring’te iddia ettiği gibi “sönümlenme” olacaktır. Devrimden Sonra’da Marks, siyasal tahakkümün, sınıfsal tahakküm sonlandıktan sonra “kendiliğinden” sonlanacağından bahseder. Oysa geçiş süreci devletinin siyasal iktidar uygulayamayacağı tarihsel bir yalandır. SSCB’den Küba’ya tüm geçiş süreçleri, siyasal iktidarın kendini sadece toplumsal muhalefete değil, halka dayattığı bir süreç olmuştur.
Geçiş süreci ve üretim araçlarının devletleştirilmesi gibi başlıklar kuramın update’lerinde önemli yer tutsa da devrimci özne başlığı tartışması önemlidir. Proletarya, her ne kadar tüm toplumsal çelişkilerin üstesinden gelecek sınıf olsa da tarihsel konumunu fark edip bu gidişe dur diyecek sınıf değildir. Peki bu kimdir? Devrimci öznenin kim olduğu sorusuna verilen yanıtlar, 19. yüzyıldan günümüze çeşitlilik göstermiştir. Bu tartışmanın içinde soyut-somut emek tartışmalarından öncü parti, öncü gençlik… tartışmalarına geniş yelpazede birçok tartışma mevcuttur.
Özgürlük ve Otorite Çelişkisi
Marksist program, siyasal iktidar ve tahakkümün artması ve kapitalizmin farklı (devletli) biçimiyle sürmesiydi. Marksist işçi devleti, toplumdaki çelişkileri çözmeyecek, aksine kalıcılaştıracaktı. Emeğin bölünmesi, endüstriyel hiyerarşi ve hatta yeni bir sömürücü sınıfın doğuşu… Bakunin, Politik Felsefe’de, “Yeni bürokratik sınıf, burjuva sınıfının işçileri ezip sömürdüğü gibi, işçileri ezip sömürür.” der. Sosyalist devrim iddiasındaki tüm siyasal işleyişlerde olduğu gibi.
Marksizmde komünist toplumun tohumları kapitalizm içinde var olur ve komünizm kapitalist toplumun kurumlarından doğar. Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde Marks, devlet aygıtı gibi eski topluma ait kurumların, yeni topluma geçiş için kullanılabileceğinden bahseder. Bu, marksizmin Hegelci doğasından kaynaklanır; eski toplumun unsurları, yeninin zorunlu bir parçasıdır. Ama özgürlük asla otorite aracılığıyla gelmez.
“Bir devrim, kesin olarak, var olan en otoriter şeydir; nüfusun bir bölümünün geri kalan bölüm üzerinde silah, süngü, top yardımıyla üstün gelmesi eylemidir.” der Engels, Anarşizm Üzerine metninde. Neden marksizmin devrim anlayışıyla anarşizmin devrim anlayışının farklı olduğunun en büyük özeti.
İLK UPDATE’LER
MARKS VE ENGELS
Marksizmi keşfetmek söz konusu olduğunda Marks’ın gençlik dönemi yazdıklarına hatta en çok etkilendiği kişi olarak değerlendirilen Hegel’e yeni bir dönüş, daha doğrusu Marks’ı Hegel’le okumak söz konusudur. Bu keşif, Karl Marks’ı genç ve olgun dönemlerine dahi ayırmakta; bu ayrıma temel olarak bilimsel sosyalizm konu edilmektedir. Bu ayrımı yapanlara göre Genç Marks asıl olarak felsefeyle uğraşmakta olup özellikle bu dönemi ekonomi bilimi alanına geçiş için hazırlık olarak değerlendirilmektedir. Tarihsel materyalizmin ilkelerinin belirlendiği söylenen Alman İdeolojisi’ne doğru giden yolda 1844 Elyazmaları, Yahudi Sorunu, Feuerbach Üzerine Tezler, Sefaletin Felsefesi ve Kutsal Aile’de yazılanlar da Genç Marks’ın eserleri olarak değerlendiriliyor.
Yabancılaşma, insan doğası ve ekonomi politik kavramlarının bu dönemin ana gündem maddelerini oluşturduğu belirtilir. Ancak bu yazıda felsefi olarak değerlendirilen bu kavramları değerlendirmek yerine fiili durumlara yönelik update’ler merkeze alınıyor.
1871 Paris Komünü Update’i
“İlk kez Şubat Devrimi’nde ve daha önemlisi proletaryanın ilk kez iktidarı iki ay boyunca elinde tuttuğu Paris Komünü’nde edinilen pratik deney karşısında bu program, bazı ayrıntıları bakımından, bugün eskimiş bulunuyor.”
Marks ve Engels,
Komünist Parti Manifestosu
1848 Devrimleri’nin (Fransa’da Şubat ayında başladığı için Şubat Devrimi olarak da adlandırılır) öneminin marksizm açısından büyük olmasının sebebi, devrimin nasıl gerçekleşeceği konusunda başlattığı tartışmalardır.
18 Mart 1871 günü ilan edilen ve 71 gün boyunca süren, yalnızca Fransa’yı değil tüm dünyayı etkilemiş ilk özyönetim deneyimlerinden biri olan Paris Komünü ise marksizmin en büyük update’i almasına neden olur.
Marksizmin 1871’e gelmeden hemen hemen nihai şeklini aldığını vurgulamak gerekir. 1864’te kurulan Uluslararası İşçi Birliği (I. Enternasyonal) çalışmalarına katılan Marks ve Engels’in teorileri ışığında proletaryayı örgütleme çalışmalarına girişmesi ve Kapital’in ilk cildinin 1867’de çıkması gibi marksizm açısından önem taşıyan “büyük olaylar”ın yaşanması, buna kanıttır.
Paris Komünü üzerine Marks’ın yazdıklarından öne çıkan husus, Komün’den parlamenter özellikler değil hem kuralları belirleyen hem de belirlediği kuralları uygulayan bir kurul olarak bahsetmesidir. Ancak update’leri incelerken dikkat edilmesi gereken bir mesele burada açığa çıkmaktadır. O da özellikle Paris Komünü söz konusu olduğunda bu devrimci hareketin gerçekte ne olduğu ve neyi kanıtladığıdır. Paris Komünü marksistlerin iddia ettiği otoriter bir yönetimi kanıtlamaz, aksine devrimin otoriter olduğu veya olacağı söylemlerini bizzat yanlışlar. Paris Komünü değerlendirilirken marksizmin update’e ihtiyaç duyduğunu bizzat Marks ve Engels’in dahi kabul ettiğini akıldan çıkarmamak gerekir.
Sınıf Update’i
Komünist Parti Manifestosu’nun ünlü girişinde Engels’le birlikte “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.” diyen Marks, sınıfın açık bir tanımını yapmamıştır. Hatta zaman içinde değişen durumlara kendi update’ini kendisi yapmıştır. 1844 El Yazmaları’nda “genel olarak nufüsun artık sadece iki sınıfı var: işçi sınıfı ile kapitalistler sınıfı” denilirken ve Kapital’in Engels tarafından hazırlanan ve Marks’ın ölümünden sonra basılan üçüncü cildinde Marks, ücretli-emekçiler, kapitalistler ve toprak sahiplerini üç büyük sınıf olarak tanımlamaktadır. Marksizmin önemli iddiaların biri örneğin kapitalizmin ilerleyen aşamalarında orta sınıfın yok olacağı savıyken günümüzde en çok dile getirilen ve sürekli update ihtiyacı duyulan konuların başında orta sınıf geliyor.
Engels’ten Marks’a giden bir mektupta da burjuva ulus, burjuva aristokrasisi ve burjuva proletaryasından söz edilmektedir.
Sömürgecilik Update’i
“Öyle görünüyor ki sanki tarih bu halkın tamamını, içinde bulunduğu kalıtsal budalalıktan çıkarabilmek için önce sarhoş etmek zorunda kaldı.”
Karl Marks,
Çin’de Avrupa’da Devrim
(Afyon savaşı sırasında Çinliler için)
Marksizmde enternasyonalizm her fırsatta vurgulansa da hiçbir zaman farklı “uluslar” arasındaki sorun çözülememiştir. Marks ezilen halkların kaderiyle “devrimden önce” ilgilenmemiş, ardından gelen marksistler de karşılaştıkları sorunları bir türlü çözememişlerdir.
Marks, İngiltere’ye yerleştikten sonra New York Tribune adına muhabirlik yaparken Hindistan özelinde sömürgecilik uygulamalarına ilişkin yazılar yazmıştır. Marks, başta ileri kapitalist olarak işaret ettiği devletlerin ekonomik anlamda gördüğü ilerletici gücünü vurgularken “uygarlaştırıcı güçlerin” yaptıklarını kavramaya başlayınca kendisi update getirmiştir. Çünkü Marks ve Engels, esas kurtarıcı gücün Avrupa ülkelerindeki işçi hareketi ve sosyalist hareket olacağına inanıyorlardı. Bu hareketler, henüz sosyalizmi benimseyecek kadar gelişmemiş olan sömürgeleri de kurtaracaktı.
Marksizm ancak daha sonra update getirerek yayılmacılığa karşı bütün hatlarda direniş ve emperyalizmin yerleştiği bölgelerde sömürgeci hâkimiyetine mümkün olduğu kadar çabuk son verilmesi çağrısında bulundu.
“Bohemya’da yeni bir kan banyosu hazırlanıyor. Avusturya askeriyesi Bohemyalılar ile Almanların barış içinde bir arada yaşamaları olanağını Çek kanına bulamıştır… Ayaklanmanın sonucu önemli değil; Almanların Çeklere karşı bir imha savaşı artık yegâne mümkün çözüm olarak kalıyor.”
Engels,
“Die Polendebatte in Frankfurt” Neue Rheinische Zeitung
Hegel’in “tarihsiz halklar” kavramından etkilendiği açık olan Marks ve Engels, sadece proleter devrimin ileri gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşeceğini ve dünyanın geri kalanını sosyalizme götüreceklerini iddia etmiyor; bu ülkelerin dayatmalarına maruz kalan “tarihsiz halklara” karşı ön yargıyla yaklaşıyorlardı. Örneğin Engels, yukarıdaki satırda görüldüğü üzere, Çeklere karşı bir imha savaşının yegane çözüm olarak kaldığını belirtebiliyor.
Erken yazılarında Marks ve Engels küçük devletleri gelişme yolunda bir engel olarak gördüler. Engels, küçük devletleri lanetlemede İsviçre’nin geçmişte Avusturya’dan bağımsızlığını kazanmasını kınayacak kadar ileri gitti; Engels’e göre tarihinde ilk kez ileri bir devlet olan Avusturya’nın önünde hiçbir engelin olmaması gerekiyordu.
LENİN
Emperyalizm Update’i
Marksizmin iddia ettiği üzere ileri gelişmiş kapitalist devletlerde sosyalist devrim gerçekleşmemişti. Aksine bir avuç “ileri ülke” dünyanın büyük bir çoğunluğunu sömürgeleştirdi. Birçok marksist bu durumun, Marks ve Engels’in hayatlarının sonuna doğru ortaya çıktığını söyleyerek onların bunu görememelerini normal karşıladı. Marksistler tam olarak burada Lenin’in söylediklerini öne çıkarmaktadır.
Lenin eski ve bugünkü diyerek kapitalizmi dönemlere ayırdı. Ona göre bugünkü kapitalizmde serbest rekabetin yerini tekellerin hüküm sürmesi almıştır. Lenin bu duruma emperyalizm diyerek emperyalizmi, en kısa tanımıyla kapitalizmin tekelci aşaması olarak adlandırdı. Bugünkü kapitalizmi belirleyen temel özellik, en büyük girişimcilerce kurulmuş tekel birliklerinin egemenliğidir. Yani kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmin kaçınılmaz sonucu, en büyük kapitalist güçlerce toprakların bölüşülmesidir.
İlginç olarak değerlendirilebilecek bir nokta da Lenin’in sömürge politikasını değerlendirmesinde yatmaktadır. Lenin’e göre sömürgecilik de emperyalizm de kapitalizmin çağdaş döneminden hatta kapitalizmden önce vardı.
Devrim Update’i
“Öncü uygar ülkelerin birlikte davranmaları, en azından proletaryanın ilk kurtuluş şartlarından biridir.”
Marks
“Bugünkü Rusya’da özgün olan şey, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü iktidarı burjuvaya vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarı proletaryaya ve köylülüğün yoksul katlarına devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir.”
Lenin
Lenin emperyalizm tanımıyla “zayıf halka” teorisini geliştirmektedir. Bu teoriye göre geri kalmış ekonomiler ve emperyalist güçler arasında geri kalmış ekonomilerin sömürülmesine karşı bir mücadele verilmektedir. Geri kalmış ekonomilerdeki emperyalist politikalara karşı mücadelelerle emperyalist ülkeler arasında diyalektik olarak bir ilişki bulunmaktadır. Bu diyalektik ilişkiyi bir zincir olarak değerlendiren Lenin, zincirin en zayıf halkasının devrimci dönüşümü tetikleyebileceğini iddia eder. Tahmin etmek zor olmamakla birlikte bu halka Rusya’dır. Yani devrim, en ileri gelişmiş kapitalist ülkelerden değil tam anlamıyla kapitalist olarak değerlendirilemeyecek bir ülkeden de başlayabilir.
Sosyalist devrimin Rusya’dan da başlayabileceğini söyleyen Lenin’in önünde çözmesi gereken bir sorun olarak devrimin hangi yolla gerçekleştirileceği çıkıyor. Nisan Tezleri’nde Lenin ikili iktidar olarak adlandırdığı geçici hükümet ile işçi ve asker vekilleri sovyetlerinin varlığına atıfla burjuva devriminin tamamlandığını iddia ederek geçici hükümete destek verilmemesini savundu. Böylece marksizmin yanına leninizm kelimesini getiren başlıca update, Lenin’in devrime giden yolda parlamenter uygulamalar kullanmayı dışlaması ve şiddeti öne çıkarması oluyor. Böylece iktidar, iddiasına göre proletaryaya geçiyordu.
“Ama Rusya’da, hızla gelişen kapitalist vurguna ve henüz gelişmekte olan burjuva toprak mülkiyetine karşılık, toprağın yarısından fazlasına köylülerin ortaklaşa sahip olduklarını görüyoruz. Şimdi sorun şudur: Büyük çapta zayıflamış olsa bile, gene de, ilkel bir ortak toprak sahipliği biçimi olan Rus obşina’sı, doğrudan doğruya komünist ortak mülkiyetin üst biçimine geçebilir mi? Ya da tersine ilk önce Batının tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme sürecinden mi geçmelidir?
Buna bugün verilebilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus Devrimi, Batıdaki bir proleter devriminin habercisi olur ve bunlar böylelikle birbirlerini tamamlarlarsa Rusya’daki mevcut ortak toprak sahipliği, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir.”
Marks ve Engels
Komünist Parti Manisfestosu
Rusya o zamanlar marksizm sözlüğünde bütün Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü olarak değerlendiriliyordu. Rusya’da yaşanan devrimci sürecin bir şekilde marksizme bağlanması gerekiyordu. Sonraki marksistler, Rusça basım için Rusya özelinde söylenen bu sözü alarak Batıdaki proleter devrim için işaret fişeği verildiğini iddia ettiler.
1917 Devrimi gerçekleşirken dünya savaşı da bir yandan devam ediyordu. Rusya’nın savaştığı devletlerden devrimcilerin de azımsanmayacak güce sahip olduğu Almanya’yla savaş söz konusuydu. Lenin, 1915 yılında yayınlanmış olan bir makalesinde, Rusya’da devrimin proletaryayı iktidara getirmesi halinde proletaryanın tüm savaşan ülkelere ezilen bütün uluslara özgürlük tanınması koşuluyla derhal barış önereceğini yazıyordu. Reddedileceği açıktı. “O zaman” diyordu Lenin, “savaşacağız. Ve Avrupa’nın sosyalist proletaryasını kendi hükümetlerine karşı ayaklanmaya teşvik edeceğiz.”
Ama öyle olmadı. Bolşevikler arasında görüş ayrılıkları vardı. Almanya’da devrimsel süreci başlatacak bir devrimci savaşın sürdürülmesinden yana olanlardan derhal barış yapılmasından yana olanlara kadar birçok isim vardı. Lenin ikinci gruptandı.
Avrupa’da sosyalist devrimin gerçekleşmesi zorunlu ve gerçekleşeceği de şüphesiz diyordu “Ayrı ve İlhakçı Bir Barış Anlaşmasının Derhal Sonuçlandırılması Sorunu Üzerine Tezler”de Lenin. Ancak devamında “Bununla birlikte, Rus sosyalist hükümetinin taktiklerinin Avrupa ve özellikle de Alman sosyalist devriminin önümüzdeki altı aylık zaman dilimi (ya da buna yakın bir süre) içinde gerçekleşip gerçekleşmeyeceği sorusunu belirlemeye yönelik girişimlere tabi kılınması bir hata olur.” diye de ekledi. Rus ordusunun durumundan da dem vurulmakla sonuç olarak Almanya’da gerçekleşecek bir devrime umut bağlamama üzerine kurulan bir gerekçelendirme söz konusu oldu.
Başta devrimci bir savaşın sürdürülmesinden yana olanlar çoğunluktayken ve Lenin’in barış önerisi kabul edilmezken Almanya’nın ilerlemesi üzerine proletarya diktatörlüğü Sovyetler ile emperyalist Almanya arasında “teslimiyetçi” bir barış yapıldı. Devrim, gelişmiş kapitalist devletlerde başlamadığı gibi onlara da sıçrayamamış gibi duruyordu. Peki devrim nasıl başarılı olacaktı?
Proletarya Diktatörlüğü Update’i
İşçi sınıfı, hazır bir devlet makinesini ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemez.
Marks
Fransa’da İç Savaş
Lenin, Devlet ve Devrim kitabında devletin niteliği üzerine ihtiyaç duyulan update’i getirmektedir. Lenin’e göre zora dayanan devrim olmaksızın, burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek olanaksızdır.
Lenin, Komünist Manifesto’da yıkılan devlet makinesinin neyle değiştirileceğine yönelik sadece soyut çözümler olduğundan dem vurmaktadır. Asıl olarak temel alınması gerekenin 1871 Paris Komünü sonrası Marks’ın yazdıkları olduğunu belirterek update’ini gerçekleştirir: “Biz işçiler, kapitalizm tarafından daha önce yaratılmış bulunan şeyi hareket noktası alıp, kendi işçi deneyimize dayanarak, sert bir disiplin, silahlı işçilerin devlet iktidarı tarafından korunan demirden bir disiplin kurarak, büyük üretimi, biz kendimiz örgütleyeceğiz.”
Lenin, Devlet ve Devrim’de Marks’ın Paris Komünü üzerine yazdıklarından yola çıkarak anarşistleri çürüttüğünü ilan ettiği zaman bilmeden marksizmin çürümüşlüğünü ortaya koyuyordu. Marks’ın hayranı ve resmi biyografyacısı olan Franz Mehring’e kulak vermek gerekiyor: “Komünist Manifesto’daki düşünceler, asalak devletin yok edilmesine yönelik şiddetli bir üslupla başlayan Fransa’da İç Savaş adlı çalışmada düzülen övgülerle bağdaşmıyordu … Hem Marks hem de Engels bu çelişkinin farkındaydı ve Komünist Manifesto’nun Haziran 1872’de yapılan yeni bir baskısına yazdıkları önsözde düşüncelerini tekrar gözden geçirdiler … Anarşistlerle mücadele halinde olan Engels, Marks’ın ölümünden sonra, tekrar orijinal Manifesto’yu esas aldı … eğer bir ayaklanma birkaç basit emirle devletin baskıcı mekanizmasını tamamen ortadan kaldırmayı başarabilmişse, bu Bakunin’in hiç ödün vermeden savunduğu yaklaşımının doğrulanması anlamına gelmez mi?”
Zamanında Marks’ın yaptığı update temel gerçeği görmezden geldi. Aynı gerçeği görmezden gelmekte ısrar eden Lenin’le birlikte böylelikle özgürlüğe nefes aldırmayan en büyük bürokratik devletlerden birinin oluşumunu görmek kaçınılmaz oldu.
Ekonomi Update’i
“Savaş Komünizmi’nin özüne uygun olarak aslında köylünün yalnızca artı ürününe el koymamız gerekirken zaman zaman yalnızca artı ürününe değil fakat köylünün yiyeceği için gerekli olan hububata el koyduğumuz da olmuştur. Ordunun ihtiyaçlarını karşılamak ve işçileri beslemek için bu yola başvurduk.”
Lenin
Savaş komünizmi, Rus İç Savaşı döneminde Sovyetler Birliği tarafından yürürlüğe konan ekonomik politikalara verilen bir isimdir. İç savaşın kazanılması için uygulamaya konulduğu belirtilen bu politikalar büyük bir update anlamına gelmektedir. Bu politikalar kapsamında grevler yasaklanmış, işçi olmayanlara gösterilen işlerde çalışma zorunluluğu getirilmiş, halkın aç kalmaması için köylünün elindeki tarımsal fazla ürüne el konulması kararlaştırılmış ve gıda başta olmak üzere diğer birçok ihtiyaç maddesinde karne uygulanmasına başlanmıştır. Elinde kendisi için ayırdığı gıdayı dahi almak isteyenlere rıza göstermeyecekleri göz önüne alındığında askeri politikaların en ücra yerlere kadar dayatıldığını rahatça söylenebilir. Köylülerin ürünlerine el koyulması da büyük tepki toplamış, köylüler de bu dayatmalara karşılık topraklarını ekmeyerek veya daha az ekerek karşılık vermeye çalışmıştır.
Tambov Köylü Ayaklanması gibi ciddi bir ayaklanmanın yanında devrimcilikleriyle ünlü Kronştad denizcilerinin kanlı bastırılan ayaklanması direkt olarak Savaş Komünizmi’ni bitirmemiş olsa da iktidarı tehditkar hale gelmesi nedeniyle etkisinin yüksek olduğu açıktır. Ürünlerin zoralımı durdurulmuş ve bunu yerine vergi uygulaması getirilerek köylünün elindeki artı ürünü piyasaya sokması sağlanmaya çalışılmıştır. NEP’in (Yeni Ekonomi Politikası) bazı bolşevikler tarafından dahi eleştirilen yönü budur, piyasa ekonomisi olarak adlandırılan uygulamaların devreye sokulması.
Savaş Komünizmi uygulamalarının aksine NEP, Lenin tarafından geçici bir önlem olarak adlandırılmamış; köylülüğü yeniden biçimlendirme aracı olarak değerlendirilmiştir. Marksizmin tarihsel materyalizm söylemleri altında belirttikleri ilerleme silah zoruyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. NEP’in komünist ilkelere ihanet olduğunu iddia eden bir muhalefet de oluşmuştur. Lenin’in ölümünden sonra Stalin ile birlikte sanayileşme hamlesine geçilmek adına NEP uygulamalarına da son verilmiştir. Stalin döneminde ekonomi poltikalarının komünist ilkelere ihanet olduğunu iddia edecek bir muhalefet de kalmamıştır.
TROÇKİ
Sürekli Devrim Update’i
Sürekli devrim, Troçki’nin marksizmin üzerinde çok da fazla kalem oynatmadığı sömürge ve yarı sömürge olarak adlandırılan ülkelerdeki marksistlerin devrim stratejilerini belirlemeye yönelik bir update’dir. Troçki, sürekli devrim update’ini sürekli olarak Lenin ve Marks’a dönerek meşrulaştırmaya çalışmakla birlikte ileri kapitalist ülkelerde sosyalist devrime giden devrimci sürecin başlamamasından dolayı ortaya çıkan ihtiyaç üzerine geliştirilmiştir. Buna göre ileri kapitalist ülkelerde olsun sömürge-yarı sömürge olarak nitelendirilen ülkelerde olsun devrimci süreç ancak proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilebileceği söylenmektedir. Buna göre burjuva devrimlerinin gereklerini de ancak proletarya yerine getirebilir.
STALİN
“Tek Ülkede Sosyalizm” Update’i
“Devrimin tek ülkede yer alması olanaklı olacak mıdır? Hayır, Dünya pazarını yaratmış olan büyük sanayi, yeryüzündeki bütün halkları ve özellikle de uygar halkları öylesine birbirine bağlamıştır ki her halkın başına gelecekler bir ötekine bağlıdır… Komünist devrim, bu yüzden, hiç de salt ulusal bir devrim olmayacaktır; bu, bütün uygar ülkelerde, yani en azından İngiltere, Amerika, Fransa ve Almanya’da aynı zamanda yer alan bir devrim olacaktır.”
Engels
Stalin denilince akla gelen ilk update tek ülkede sosyalizmdir. Stalin, Sovyet iktidarını ele geçirip zaman içerisinde iyiden iyiye kendisine bağlarken marksizme ihtiyaç duyduğu update’leri getirmekten geri kalmadı. Ekonomi update’i beş yıllık planlar olurken sosyalizm update’i de tek ülkede sosyalizm oldu. Beş yıllık planlar, tek ülkede sosyalizme uygun olarak yalıtık bir ekonomi modeli oluşturulabileceği iddiasıyla ortaya atılmış ve sürdürülmüştür.
Tek ülkede sosyalizm update’i Stalin tarafından ortaya atılmasına rağmen bu update’in detaylarını Buharin hazırlamıştır. Bu update’e göre az gelişmiş olmasına rağmen Rusya gibi tek bir ülkede sosyalizmin geliştirilebileceğini savunulmaktadır.
Stalin liderliğindeki Sovyetler sonraki yıllarda tek ülkede sosyalist devrimin değil komünist devrimin de gerçekleştirildiğini duyurmuşlardır.
Ekonomi Update’i
Stalin, iktidarı ele geçirdikten sonra sürekli olarak gelecek saldırı ihtimallerini öne çıkararak ona göre update geliştirmiştir. Beş yıllık planlarla getirilen ekonomi update’i direkt olarak tek ülkede sosyalizm ve faşizmle ilgilidir.
Stalin, iktidarını iyice sağlamlaştırdığına emin olduktan sonra Lenin’in köylülüğü dönüştürmede bir araç olarak kullandığı NEP’i yeterli sermayenin biriktiğini belirterek kaldırdı. Bunun yerine Sovyetleri tek ülkede sosyalizm update’i doğrultusunda sanayileşmiş bir ülkeye dönüştürme hedefini koyduğunu belirterek beş yıllık planla ekonomik alanda atılımlar yapmaya girişti. Tahmin edileceği üzere beş yıllık planın süresi bitmeden planın başarıyla uygulandığı duyuruldu.
Faşizmle Uzlaşı Update’i
Molotov-Ribbentrop Paktı olarak da bilinen Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı, İkinci Dünya Savaşı’ndan 1 hafta önce Sosyalist Sovyetler ile Faşist Almanya arasında imzalanmıştır. Bu anlaşma sadece marksistleri değil liberalleri dahi şok etmiştir.
Stalin’in faşist olmayan emperyalist güçlerin faşist Almanya’ya saldırmamasını Almanya’nın Sovyetler Birliği’yle savaşa itildiği olarak yorumladığı bilinmektedir. Anlaşmanın yapılmasına giden süreçte Yahudi olan Rus Dışişleri Bakanı Litvinov’un görevden alınarak yerine Molotov’un getirilmesi, Sovyetler’in Faşist Almanya’yla müzakere için herhangi bir engel çıkmamasını amaçladığı açıktır.
Saldırmazlık paktıyla birlikte gizli bir protokol imzalanmıştır. Bu protokole göre Batı Polonya’nın, Almanya tarafından işgaline Sovyetler herhangi bir tepki vermeyecek; karşılığında Sovyetler’e de Doğu Polonya bırakılacaktı. Ayrıca bu gizli protokolde Baltık devletleriyle de ilgili çeşitli pazarlıkların olduğu bilinmektedir.
1917 Devrimiyle Rus marksistlerle Batılı marksistler arasında çeşitli update’lerle görülen uzaklaşma bu saldırmazlık paktıyla deyim yerindeyse öldürücü darbeyi yemiştir.
ORTODOKS UPDATE’LER
Marksizmin update’leri içerisinde belki de Marks ve arkadaşlarıyla hem teorik hem pratik anlamda en organik ilişkiye sahip, adeta “Marks’ın idealleri gerçek olsaydı işte böyle olurdu” dercesine savunulan deneyimlerin başında 1917 Ekim’i, Lenin ve Leninistler gelir. Marks’ın devrimin nereden başlayacağı konusundaki kehanetlerinin yavaş yavaş boşa düşmeye başladığı bir yüzyılda dünyanın ezilen halkları bir isyan dalgasıyla sarsılmaktaydı. Bölgesel reaksiyonlardan uzun soluklu adalet mücadelelerine, reform hareketlerinden halkların kurtuluş mücadelelerine kadar birçok alanda ezilenlerin dünyası özgürlük ve devrim fikirleriyle çalkalanmaktaydı.
Tarihsel sıraya uygun düşecek şekilde önce Lenin ve Rus Devrimi’nden kısaca bahsedecek (zira yazının ana iskeletini şekillendiren marksistler yoğunluklu olarak Leninist akımdaki kişi ve örgütlenmeler) sonrasında Mao Zedong ve Çin Devrimi, ulusal kurtuluş mücadeleleri başlığı altında Enver Hoca, Tito, Ho Chi Minh, Güney Amerika’da Fidel Castro, Che Guevara ve Avro-komünizmin marksizmi update ettikleri kısımlara yoğunlaşacağız.
Devrim Burada Ama İşçi Sınıfı Nerede?
“Daha başından itibaren liberal atın Rus devrimci yarışının koşucularından biri olmadığı sonucuna vardı.”
Eric Hobsbawm
Kısa 20. Yüzyıl Tarihi
Lenin’in belki de Marks’ın aşamalı devrim anlayışından ilk kopuşunu simgeleyen bu sözler, devrim düşüncesiyle ilk karşı karşıya gelişi simgeliyordu. O zamana kadar toplumsal dönüşüme yönelik şaşmaz bir kılavuz olduğu iddia edilen yetmezmiş gibi geleceğin toplumuna ve dönüşümün nasılına dair kehanetlerde bulunan Marks’ın düşüncelerinde ters giden bir şeyler vardı. Avrupa’da, işçi sınıfının ve sanayileşmenin geniş bir ölçeğe yayıldığı bir coğrafyadan beklenen devrimler tarihi tam tersi bir seyir izliyor, devrimci dalga feodalizmle boğuşan Rusya’dan duyuluyordu.
Ancak Rusya’da henüz işçi sınıfı yoktu. Rus köylüsü sömürülmekten bıkmış usanmış otoritelere bir son vermeye, ekip biçtiği toprağı eline almaya karar vermişti. Marksizmin kalıplarına sığmayan devrim, marksizmi değiştirdi. Köylü update’ini tamamına erdirecek isim ise Çin tarihine bir anarşist olarak dahil olup sonrasında dümeni marksizme kıran Mao Zedong olacaktı.
Bu düşünsel değişimler marksizmin pratiğindeki ilk büyük update’leri oluşturdu. Daha sonra Mao ve Castro tarafından bir hayli törpülenecek ilkelerdeki değişimin ilk habercileriydi.
MAO
“Marksizm-leninizm hiçbir zaman bütün doğrular üzerine olan bilgiyi özet halinde vermemiştir. O, yalnızca pratik yoluyla doğru bilgiye çıkan yolları açmıştır.”
Mao Zedong
Teori ve Pratik
Mao’nun iktidarı döneminde Marksizme bir çok update oldu. “Büyük İleri Atılım”, “İki Çizgi Mücadelesi”, “Kültür Devrimi”, “Antagonist Çelişki”, “Yeni Demokrasi” ve “Üç Dünya Tezi” başlıkları altında inceleyeceğimiz bu update’ler ideolojinin birçok değişmezini nesnel koşullar nedeniyle revize etmek zorunda kaldı.
Sınıf Update’i
“Çin gibi yarı sömürge ülkelerde baş çelişki ile (proletarya ve burjuva) öteki çelişkiler arasındaki ilişki karmaşık bir durum gösterir.”
Mao Zedong
Çinli otoriter komünistler, iktidarı ele geçirdiğinde Rusya’dakine benzer bir manzarayla karşılaştı. Nüfusun büyük bir kısmı, geçimini toprağa bağımlı olarak sürdürüyordu. Ancak burada işçi sınıfının devrimci gücünü bırakın, varlığından bahsetmek neredeyse imkansızdı. Pekin’de başlayan büyük bir sanayi hamlesine girişildi. Köylüler topraklarından koparılıp işçileştirilmeye başladı. Sonrasında mülk sahipleri (milli burjuvazi diye adlandırılıyor) ile beraber ılımlı bir dönüşüm gerçekleştirebilmek için işçileştirilen işçilerin emeği üzerinden bir kar payı üretildi. Ezen ezilen ilişkisi “devrim” yıllarında “komünist” devlet aracılığıyla yeniden üretildi.
İki Çizgi Mücadelesi Update’i
Çin’in dönüşüm sürecindeki temel uğraklardan biri de “geçici demokratikleşme hamlesi” olarak da nitelendirilebilecek “Yüz Çiçek Açsın, Yüz Fikir Birbiriyle Yarışsın” kampanyasıydı. Komünist Parti’nin teröründen bunalan halka bir nefes alma şansı tanıyan bu süreç bir yandan geçici bir özgürlük alanı yaratmış olsa da sonrasında “karşı-devrimci” olarak suçlanacaklar için bir tuzak olarak kullanılma amacı taşıdığı anlaşıldı. Bu dönemde gelişmesine izin verilen parti içi muhalefet sonrasında sistematik bir biçimde ortadan kaldırıldı.
Kültür Devrimi: İlk Gençlik Update’i
Maoizm ideolojisinde kavram olarak belki de en çok kulaklarımıza çalınan “Kültür Devrimi” hadisesi, mücadele yöntemlerine ilişkin bir düşünce değişiminden ziyade belli amaçlar doğrultusunda pratik bazı uygulamalar dizisinden ibaretti. Mao’nun talimatıyla harekete geçen Kızıl Muhafızlar isimli gençlik örgütlenmesi bütün bir Çin genelinde Kültür Devrimi’ni başlattı. Ülkede feodalizmi simgeleyen eski olan her şeyin yok edildiği bu dönemle birlikte marksizme sonrasında 68 gençlik hareketleriyle devrimci yönü keşfedilen gençlik update’i eklenmiş oldu.
Antagonist Çelişki Update’i
“Bizim halk hükümetimiz halkın çıkarlarını gerçekten temsil eden ve halka hizmet eden bir hükümettir. Böyle olduğu halde hükümet ile halk kitleleri arasında hala belli çelişkiler vardır. Bu çelişkiler şunlardır; devletin çıkarları ve ortak çıkarlar ile kişisel çıkarlar arasındaki çelişkiler, yöneticiler ile yönetilenler arasındaki çelişkiler; bazı devlet memurlarının halk kitleleriyle ilişkilerinde bürokratik uygulamalardan doğan çelişkiler. Bütün bunlar halk arasındaki çelişkilerdir.”
Mao Zedong
Antagonist (uzlaşmaz) çelişki işçi-patron çelişkisinin temel çelişki olmadığını “zamanın somut koşulları” ışığında coğrafyadan coğrafyaya değişebilecek çelişkiler olduğunu söylüyordu. Çin toplumunun antagonist çelişkisi ise toprak sahipleri ile köylüler arasındaki çıkarlar kavgasıydı. Toplumsal mücadeleler içerisinde, anarşizmin ezen ezilen arasındaki uzlaşmazlığa yaptığı vurgu bir yanda dururken bir coğrafyanın gerçekliğine ve devrimci dönüşümüne göz yummanın imkansızlığı Marksizmin ilkesel açmazlarının pratik sonuçları olarak sürekli düzeltilmeye çalışıyordu.
Aşamalı Devrim Update’i
“Diktatörlüğümüz, işçi sınıfı önderliğinde işçi-köylü ittifakına dayanan bir halk demokrasisidir.”
Mao Zedong
Marks’ın öngörülerinde sınıf savaşımları tarihi içerisinde feodalizmden sonra bir burjuva devrimi gerçekleşmesi gerekir. Ancak Çin’de burjuvalardan önce komünistlerin iktidarı ele geçirebilmesi, en çok komünistleri şaşırtmıştı. İlk kez Lenin’le form değiştirmeye başlayan devrim düşüncesi, Mao’yla ortodoks anlamındaki son noktalarından birine ulaştı.
“Yeni Demokrasi” ya da “Yeni Demokratik Devrim” tezleriyle anlatılmak istenen şey basitti. “Komünistlerin yardımıyla” halkı kapitalist bir üretim-tüketim-dağıtım ilişkisine ardında komünizme ulaştırma çabasıydı. Bu amaca hizmet etmesi için dörtlü bir ittifak kuruldu; işçi sınıfı, köylü sınıfı, şehir küçük burjuvazisi ve milli burjuvazi. Yani komünist iktidar, halkın yaşantısını bir avuç sömürgenin eline “kontrollü bir şekilde” aldığı gibi iade ediyordu.
Üç Dünya Tezi: Emperyalizm Update’i
Uzun yıllar sosyalist blok devletler olarak ekonomik ve siyasi ilişkilerini sürdüren SSCB ve Çin, Stalin’in “tek ülkede sosyalizm”i ilan etmesiyle sarsılmaya başladı. Komintern’in sosyalist dünya devrimine hizmet etme amacından çıkarılıp, SSCB’nin devlet çıkarlarına hizmet eden ülkeler haline getirilme çabası birçok parça için iplerin koptuğu nokta oldu. Çin, artık SSCB’yi emperyalist olarak görmeye başladı. Bu minvalde, üç dünya tezi şekillendi. Üç Dünya Tezi’ne göre dünya, ABD’nin temsil ettiği kapitalist emperyalist dünya, SSCB’nin temsil ettiği sosyal emperyalist dünya ve geriden kalan ezilen ülkeleri sınıflandırmak için kullanılıyordu.
Maoist düşünce, marksizmi bir çok açıdan update etti. Bu update’ler tanımını yaptığımız üzere mücadele biçimlerini şekillendirip geliştirmekten ziyade ideolojinin temelindeki açıklıkları kapatmak üzerine kuruldu.
ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİ UPDATE’İ
Sosyalistlerin “ulusal kurtuluş mücadeleleri” biz anarşistlerin ise “halkların özgürlük mücadeleleri” olarak ele aldığımız bazı deneyimlerde marksizmin update’i meselesinde önemli uğraklar oldu. Ho Chi Minh, Enver Hoxha, ve Josip Broz Tito’dan bahsedilecek bölümde yoğunluklu olarak devrimler tarihi ve pratik olan bu deneyimlerin ışığında update’lere bir yenisini eklemekten çok var olan update’lerin bir parçası olan isimlerle karşı karşıya kalıyoruz.
Arnavutluk’ta verilen özgürlük mücadelesinden sonra iktidarı ele geçiren Enver Hoxha, “Tek ülkede sosyalizm” ve “anti-revizyonizm” başlıkları altında alternatif bir sosyalist hat çizmeye çalıştı. Stalin sonrası değişen SSCB’nin karşısında daha tutucu ve politik çıkarları kapsamında destalinizasyon karşıtı tavır alan Enver ve partisi, yeni iktidarların SSCB’de devrime ihanet ettiğini ilan etti. Marksizme getirilen update’ler noktasında, ulusal kurtuluş mücadeleleri meselesinden beslenen ve Leninist parti modelini birebir kopyalayan Hocaizm, 1967 yılında devlet gibi bir kuruma ilk kez “ateist” takısını getirdi. Enver Hoxha’nın anti faşizm, Titoculukla mücadele, Yugoslavya’yla olan siyasi karşı karşıya gelişlerle daha milli çizgideki bir komünizm anlayışı oturtuldu.
Yugoslavya’da ise benzeri bir süreç Josip Broz Tito eliyle gerçekleşti. Tek ülkede sosyalizme muhalefet, SSCB gölgesinde bağımsız bir güç olmaya çalışan diğer tüm öteki devletler için olduğu gibi Tito’da da sabitti. Tito’nun marksizmi update ettiği yegane kısım ayrı bir federasyon çağrısı oldu. Balkan ülkelerinin kendine ait ayrı bir federasyon kurması gerektiğini öneren Tito, SSCB’yle de arayı açmamaya çalışarak ayrı bir mücadele hattı oluşturmaya çalıştı.
Asya kıtasına yüzümüzü çevirdiğimizde ise yine bir halk hareketi karşımıza çıkar; Ho Chi Minh ve Vietnam. Ho Chi Minh’in ayrıksı bir siyaset üretme noktasındaki kısırlığı onu Komintern’in anti-emperyalist halk cephesi siyasetlerinin yalnızca bir uygulayıcısı olmaktan kurtaramadı.
CASTRO-KOMÜNİZM
Marksizme ortodoks updateler içerisindeki hem silahlı mücadelenin karakteri konusunda, hem de işin felsefi kısmındaki en büyük değişiklikler Mao’yu saymazsak Fidel Castro ve Che Guevara eliyle eklendi. Devrimci anarşist Sam Dolgoff’un “Castro-Komünizm” olarak tariflediği bu akım, öncelikle devrimin nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin fikir ayrılıklarıyla başladı.
Devrimci Savaş Update’i
“İzole edilmiş, ulusal örgütlenmeden ve politik çalışmadan yoksun, sadece askeri patlayıcı rolünü üstlenen yalın ve iskelet halinde foko teorisi oldukça ütopik bir anlayıştı.”
Regis Debray, 1967
İberya’da Franco faşizmine karşı savaşmış bir gerilla olan Regis Debray, temelindeki foqoismo’nun temelindeki isimdi. Küçük, 15-20 kişilik gerilla gruplarına verilen bu ismin teorisi ise devrimin fokoist grupların eylemleriyle gerçekleşebileceğine yönelik bir bakış oldu. Sonrasında Debray, kendi modelinin bazı noktalarına eleştiriler getirecek olsa da özellikle Guevara’nın Güney Amerika ve Afrika ülkelerinde halk mücadelelerine yaklaşımı, foko teorisinin başarıya ulaşacağına yönelik mutlak bir inanç üzerinden şekillendi. Sonrasında Guevara’nın Bolivya’daki başarısızlığı, Küba yönetiminin de bu yaklaşıma olan inancını değiştirmesini destekledi.
Anti-Dogmatizm Update’i
Diğer tüm marksizm update’leri gibi Che Guevara da Marks’ı gelecek için yazdıklarından çok genel geçer çözümlemeleri bağlamında değerlendiriyordu. Onun için Marks, “gelişebilen, gelişmek zorunda olan” bir bilimin kurucusudur.
Marks ve Engels’in Güney Amerika üzerine düşünceleri hakkında ise rahatça “günümüz için kabul edilemez olan bazı ırk ve milliyet teorileri” olduğundan bahseder. Hümanizm konusunda ise öncüllerinden farklı olarak ısrarlı bir vurgu yapan Guevara ve Castro, devrimci ya da marksist bir hümanizme ihtiyaç duyulduğunu söylüyordu. Fidel Castro 1959 yılında halka açık bir konuşmasında Küba Devrimi’ni hümanist bir devrim olarak nitelemişti.
Guevara ve Castro’nun özgün bir eklentisi olmayan, Mao’nun pratik çözümlemesi üzerinden Çin’de hayata geçirdiği sanayi hamlesine benzeyen bir atılım da fokoculukda olduğu gibi sonrasında rafa kalkan bir proje olarak yarıda kaldı.
Avro-Komünizm: Demokrasi Update’i
“Sosyalizm, eğer demokratik yoldan, kapitalist devletin kurumlarından yararlanılarak kurulabilecekse, -proletarya diktatörlüğü- kavramı elbette gereksiz hale haşe geliyordu. (…) Avrokomünist partilerin tamamı her türden diktatörlük kavramının kabul edilmez olduğunu ilan ederek proletarya diktatörlüğü hedefini 70’lerde programından çıkardı.”
Daryl Glaser, David M. Walker
Marksizmin update’leri arasında devlet başlığı altında ilk pratik düzenlemeler Avrupa’nın göbeğinde ortaya çıkan birkaç komünist partiyle gerçekleşti. Ortaya çıkışları 1960-70’li yıllara tekabül eden İtalyan Komünist Partisi (PCI), İspanya Komünist Partisi (PCE) ve Fransız Komünist Partisi (PCF) ile bu akımdan etkilenen bazı İsveç, Belçika ve Britanya’daki bazı komünist partiler Avro-komünizm kategorisinde değerlendirildi.
“Sovyet sosyalizmine ve Batı Avrupa sosyal demokrasisine üçüncü bir alternatif” şeklinde tanımlanan bu örgütlerin ortak özellikleri SSCB tipi sosyalizme eleştirel bir bakış farklı uluslar için farklı yöntemler kullanılmalı düşüncesi sosyalist toplumun demokratik olması gerektiği ve insan haklarını korumak zorunda olduğu şeklinde özetlenebilir.
Avro-komünizm, o döneme kadar radikal marksizm içerisinde yalnızca dönemsel/stratejik tartışmalarda konuşulmuş demokratik düzen, parlamento, gibi aygıtları mücadelesinin merkezine koymasıyla ayrıksı bir yerde durdu.
Bu bir anlamda devlet tanımını da bütünüyle değiştirmek anlamına geliyordu çünkü Marks’ın proletarya diktatörlüğüne geçişte bir araç olarak gördüğü devlet aygıtı avro-komünistlerde amaç haline gelmişti.
Avro-komünizm bir kavram olarak söz konusu partiler tarafından benimsenmedi. Ancak bu partiler siyasetlerini dönemsel koşullara uydurmak olarak nitelendiriyordu. Yıllar içerisinde çoğu güçlerini kaybederek ya seçim aldatmacası arasında eriyip gitti ya da sağ siyasete yakınlaşıp ilkelerini tümüyle yitirdi.
BATI MARKSİZMİ
Marksizm, özellikle Ekim Devrimi’nden sonra devrimciler ve entelektüeller tarafından sorgulanmaya başlamıştır. Ortodoks marksizm olarak adlandırılan diyalektik materyalizm, yapısal olarak diyalektik olan değişmez ekonomik yasaların tarihin başlatıcısı olduğunu söyler. Bu anlayışa göre insanların amaçlarının rolünü dikkate almamak gerekir çünkü bunlar da maddi nedenlere bağlı olarak açıklanan şeylerdir. Böylelikle bir tarihsel aşamadan diğerine doğru -komünizme varmasıyla doruk noktasına ulaşan- ilerleme doğal bir gereklilik olarak görülür. Kendi içerisinde pek çok çelişkiyi barındıran kapitalizm, işçi sınıfının (proleterya) ezilmişlik koşullarına karşı yekpare ayaklanmasına neden olacaktır. Bu ayaklanma proleterya diktatörlüğünü getirecek ve proletarya diktatörlüğünün ardından komünizme geçilecektir.
1. Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiğinde, gelişmiş bir kapitalist toplum olan Almanya’nın toplumsal devrim sürecine girmesi beklenirken, 1920’li yıllardan itibaren Avrupa’da, özellikle İtalya ve Almanya’da faşizm yükselişe geçmiştir. Keza 1917’de Rusya’da pratiklenen Ekim Devrimi, Marks’ın teorisinin tamamen zıddını söylemektedir. Tarıma dayalı bir ekonomisi bulunan ve devrimci özne olarak işçilerden çok köylülerin yer aldığı bir pratik deneyimlenmiştir. Update edilen marksizm, ortodoks marksizmin reddini bu temellere dayandırmaktadır.
GRAMSCİ
Antonio Gramsci (1891-1937)’ye göre merkezi insan etkinliği, ekonomi değil politikadır. 1922 yılında, yaşadığı İtalya’da faşizmin zaferini görmüş olan Gramsci devrimci işçi hareketinin de büyük bir yenilgisine tanık olmuştur. İtalya Komünist Partisi’nin kurucularından olan Gramsci, Mussolini’nin iktidara gelmesinin ardından 1926’da bir suikast girişimi bahane edilerek tutuklanmıştır. Marksizme “çeşitli katkılar” yaptığı ileri sürülen Hapishane Defterleri’ni hapishanede geçirdiği 11 yıllık süreçte yazmış ve yayımlamıştır. Bu eser Gramsci’nin düşünsel değişimini ve Marksizme getirdiği “alternatif” yaklaşımı açıkça göstermektedir.
Hegemonya ve İktidar Update’i
Gramsci, marksizmde o zamana değin geçmeyen bir kavramı kullanmıştır: hegemonya. Bu kavram, burjuva değer ve normlarının bağımlı sınıflar üzerindeki ideolojik hakimiyeti anlamına gelmektedir.
Marksist teoride altyapı, ekonomik temeli; üstyapı ise hukuki, siyasal, ahlak, din vb. oluşumları içerir. Altyapı, yani ekonomik temel, üstyapıyı etkiler. Gramsci’nin burada ortaya koyduğu tez ise sınıf bilincinin gelişmesinde üstyapının önemidir. İşçileri sınıfsal rollerini anlamaktan alıkoyan sadece ekonomik süreçlerdeki konumlarına ilişkin kavrayış eksiklikleri değildir. İşçi sınıfını kendini gerçekleştirmekten alıkoyan sadece din gibi özel kurumlar da değildir. Devlet sadece burjuvazinin baskı aygıtı anlamına gelmez, aynı zamanda burjuvazinin hegemonyası anlamına da gelmektedir. Yöneticilerin baskısının değil “dünya görüşünün” yönetilenler tarafından kabul edilmesinde yattığına ilişkin görüştedir. Yani Gramsci’ye göre Marks’ın burjuva sınıfının devlet aygıtını baskıyla elinde tutması tamamen yanlış veya eksik bir çözümlemeydi!
Gramsci’nin geleneksel Marksizmi iki şekilde tersine çevirdiği savunulur. Bunlardan ilki, Gramsci’nin üstyapının altyapıyı etkilediğini söylemesi, diğeri ise sivil toplumun politik toplum üzerindeki önceliğini vurgulamasıdır. Hegemonya kavramına ilişkin bir diğer önemli nokta, egemen sınıfın bir aygıtının, ahlaki ve entelektüel liderliği yoluyla diğer aygıtları üzerinde denetim uyguladığı bir süreçtir. Aynı zamanda, egemen sınıfın kendi dünya görüşünü kapsayıcı ve evrensel olarak yerleştirmek için siyasal, ahlaki ve entelektüel liderliğini kullanmaya, bağımlı grupların çıkar ve gereksinmelerini biçimlendirmeye yönelik başarılı girişimlerini içerir.
Gramsci’nin “hegemonya”sı belli başlı bir kaç aygıttan oluşmaktadır. Bunlar; okul aygıtı, kültür aygıtı, (müze, kütüphane gibi), enformasyon örgütlenmesi, yaşam çerçevesi, kentleşme. Gramsci bu aygıtları yalnızca yönetsel ve teknolojik olarak görmez, tıpkı üretim sistemindeki gibi siyasal içerikle var olduğunu söyler.
Gramsci’nin Marks’tan farklılaştığı bir nokta da devlet kavramına ilişkindir. Üstyapı olarak devlet, kapitalizmin aşılmasında ikincil olmaktan ziyade birincil bir konumda bulunmaktadır. Ona göre devlet, burjuva sınıfının potansiyel açıdan tümüyle kapsayıcı bir grup olarak oluşumundan hareketle, bireylere sanki burjuvazinin içine alınacaklarmış gibi normlar ve yasalar dizgesine yükselen hegemonya aygıtıdır. Yani Marks’ın söylediğinin aksine, devletin varlığı, tarihsel olarak kapitalizmin aşılmasının önünde bir engel teşkil ediyordu!
Diyalektik Update’i
Gramsci’nin Marks’tan ayrıştığı bir diğer nokta, Hegel’in diyalektiğini kullanmış olmasıdır. İnsanın tarihte benzersiz bir özne olduğunu düşünmektedir ve gerçekliğin gelişiminde insanın rolünün Marks’ın tarif ettiği gibi pasif değil, etkin olduğunu söylemektedir. Marksizmin özellikle Engels gibi evrimci-pozitivist bir anlayışta olmasının tamamen karşısında duran Gramsci, Marks’ın materyalistler tarafından yanlış yorumlandığını, Marksizmin tamamen hümanist bir ideoloji olduğunu öne sürer.
Gramsci, tüm bunlar değerlendirildiğinde; Marks, Engels ve Lenin’den tamamen farklı bir şey söyleyerek marksizme bir update yapmıştır. Burjuvanın varlığını korumasında şiddet tekelini elinde bulundurmasıyla değil, proletarya üzerinde hegemonya kurmasıyla açıklar. Sınıfların varlığını sürdürmesinde ve “sınıf bilinci”nin sürdürülmesinin engellenmesinde üstyapının rolünü vurgular. Bu bağlamlarda Gramsci’nin hegemonya alt başlığında “devlet” anlayışına tamamen bir update yaptığı görülür.
LUKACS
Georg Lukacs marksizmin Engels tarafından evrimci- pozitivist bir çizgiye çekilmesine karşı çıkmıştır. 1923’te yayınladığı Tarih ve Sınıf Bilinci kitabında Hegel’in etkisi açık olarak görünür. Lukacs’a göre tarihin öznesi ve nesnesi arasında bir ayrım bulunmamaktadır. Marks, insanı nesneleştirerek tarih sürecinin çok dışında bırakmıştır. Lukacs, Marks’ın Hegel’deki devrimci yönünü ortaya çıkardığını söyler. Böylece Marks aracılığıyla da tarih teorisini materyalist bir konuma sokmayı amaçlamıştır.
Proletarya Update’i
Lukacs, işçi sınıfının devrimci hareketini öngören -toplumsal devrimin işçi sınıfı tarafından gerçekleştirileceği- marksizm anlayışını reddeder. Ortodoks marksizmi eleştirerek başladığı Tarih ve Sınıf Bilinci’nde, Rus Devrimi deneyimi ile işçi sınıfının haricinde bir öznenin (köylüler) devrimi gerçekleştirdiğini söyleyerek, yegane devrimci özne olduğunu reddetmiştir. Lukacs’ın yaklaşımına proletaryasız devrim denebilir, ancak devrimci özne olarak herhangi bir kesimden söz etmez. Aynı zamanda marksizmin salt ekonomizm olarak görülmesine de şiddetle karşı çıkar. Her ne kadar altyapı üstyapıyı belirliyor da olsa, Marks’ın kuramının merkezi olarak ekonomi politiği görmez.
Marks’ın kuramını marksizm yapan ekonominin toplumsal ilişkilerin merkezinde olması ve ekonominin (altyapının) üstyapıyı (devlet, ideoloji, hukuk, ahlak, din) etkiliyor olduğu tezine karşı çıkmak, marksizmin kendisine karşı çıkıp yerine bambaşka bir tez koymak anlamına gelir. Aynı şekilde işçi sınıfının olmadığı bir devrim düşüncesi de marksizmin tamamen baştan yazılması, update edilmesine denk düşmektedir.
Şeyleşme Update’i
Marks’ın “yabancılaşma” kavramını geçirdiği özellikle 1844 Elyazmaları, Lukacs’ın kitabı yayımladığı yılda henüz farklı dillere çevrilmemiştir. Bu yüzden marksizm içerisinde, özellikle ortodoks marksizmin de yükseltilmesiyle birlikte, yabancılaşma kavramının marksizme dahil olup olmadığı büyük bir tartışma konusu olmuştur. Lukacs’ın “şeyleşme” kavramını yaratırken Marks’ın Kapital’inde geçen “meta fetişizmi”nden etkilendiği düşünülür.
Lukacs’ın “şeyleşme”si ile en basit haliyle kast edilen; kişinin kendi faaliyetini, kendi emeğini, onun kendisine nesnel, insandan bağımsız bir şeymiş gibi gösterendir. Şeyleşmenin, işçi sınıfı için bir kişilik bölünmesine yol açtığını söylemektedir. Bu ilişkiler çerçevesinde işçi, emeğini piyasada özgürce, yine kendi özgür iradesiyle satıyormuş gibi düşünür. Ancak öte taraftan, toplumsal ilişkilerin bütününün şeyler arası ilişkiler haline gelmesiyle işçinin kendisi de bir meta, bir “şey” halini almıştır. Bu nedenle, işçi sınıfı diye bir özne toplumda bulunmamaktadır. İşçi sınıfı denilen bir özneden bahsedebilmek için “bilinç sıçraması”na ihtiyaç vardır. Bu noktada Lukacs, psikolojik bilinç ile potansiyel bilinç olarak iki ayrım koyar. Psikolojik bilinç, işçinin günlük yaşam mücadelesini temsil eder. Eve ne kadar ekmek götüreceği, ne yiyip ne giyeceği, ne kadar maaş alacağı vb… Potansiyel, yani aşılanmış bilinç ise sınıf bilincinin aktif yanını ortaya koyar. Psikolojik bilinç yanlıştır ve aşılması gerekir. Ancak Tarih ve Sınıf Bilinci’nde proleterin psikolojik bilinci nasıl aşıp potansiyel bilince ulaşacağına değinilmez.
2. Enternasyonel’in ardından Lukacs, “ideoloji” kavramını Marks’ın aksine pozitif olarak kullanmaya başlar. Marks’ta ideoloji “doğru duruma ilişkin yanlış düşünce” iken Lukacs’ta ideoloji “yanlış duruma ilişkin doğru düşünce”dir. Bu durum Lukacs’ın ortodoks marksizmi tamamen reddetmesi, bu anlayışın ekonomizmi ve siyasi pasifliği getirmesinden kaynaklanır. Siyasi pasiflikten kastı ise revizyonizmdir.
FRANKFURT OKULU
Frankfurt Okulu, 1923 yılında kurulan Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün sosyoloji, siyaset bilimi, psikanaliz, tarih, estetik, felsefe, müzikoloji gibi farklı disiplinlerden bir araya gelen bir düşünce akımının ifadesidir. Kurucusu Max Horkheimer (1895-1973) tarafından “Eleştirel Teori” olarak adlandırılır. Eleştirilen ise, geleneksel marksizmdir. 1930’lu yıllardan itibaren çevrilmeye başlayan Marks’ın elyazmaları ve “yabancılaşma” kavramını geçirdiği yazıları Frankfurt Okulu için önemli bir dayanak noktasıdır. O zamana değin diyalektik materyalizmin ve pozitivizmin haricinde marksizmin felsefi de bir temeli olduğu Frankfurt Okulu temsilcilerince söylenmiştir. Frankfurt Okulu’nun hala marksist çevrelerce eleştiriliyor olmasının nedeni ise, kendisini tamamen akademik bir alanda var etmesi, siyasi hiçbir dayanağının ve pratiğinin olmamasıdır.
Kültür Update’i
Frankfurt Okulu’nun, marksizme bir “kulturkritik” aşıladığı iddia edilir. Marksizmin o güne değin felsefi olarak ifade edilmemesi, sanata ilişkin herhangi bir açılımının olmaması Frankfurt okulunun temsilcilerinin başlıca kaygılarını oluşturmuştur. Bu nedenle marksizmde eksik kalmış olan “kültürün” Frankfurt okulu aracılığıyla marksizme eklendiği savunulur. Eleştirel Teori’nin tüm temsilcileri, insanı tarihin öznesi ve yaratıcısı olarak gördüklerinden, Gramsci ve Lukacs’ın devamcıları olarak yorumlanırlar. Aynı zamanda marksizmin şiddetle karşı çıktığı idealizmi Kant’tan bu yana benimsediklerini söylemektedirler.
Devrimci Özne Update’i
Marks ve Engels’in teorisi devrimci özne olarak proletaryayı gösterir. Ancak Lukacs gibi, Horkheimer da bu konudan emin değildir. Proletaryayı, toplumu harekete geçirici ve dönüştürücü görmekle beraber yekpare devrimci öznenin proletarya olmadığını söyler. Bu noktada Horkheimer sınıfın “ileri gelenleri” ile sınıfın geri kalanı arasındaki ilişkiyi vurgulayarak Lenin’e bir update yapar. İleri gelenden kasıt, bir parti ve onun liderliğidir. Horkheimer’ın odağı parti değil, eleştirel teoridir. Yani önemli olan öncü sınıf değil, felsefi temeldir.
Aydınlanma Update’i
1930’lu yılların başında Frankfurt Okulu ve özellikle Horkheimer’ın doğal bilimlerle ilgili benimsedikleri Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’nde ana hatları çizilenlerle çoğunlukla aynıydı. Horkheimer Bilim ve Buhran Üzerine Açıklamalar’da şöyle söylemektedir: “Marksist toplum kuramında bilim, insani üretim güçleri arasında sayılır… Bilimsel bilgi, üretici güçlerin ve diğer türde üretim araçlarının kaderini paylaşır: Onların uygulama ölçekleri hem onların gelişim düzeyleriyle hem de insanların gerçek ihtiyaçlarıyla derin bir karşıtlık içindedir. Aydınlanmayı da hakimiyetine almış olan daha iyi bir topluma yönelik ilgiyi, mevcut toplumu ebedi olarak kurma teşebbüsü ile ele geçirildikçe, bilimin içine sınırlayıcı ve örgütsüzleştirici bir an katıldı. Olmaya değil de, varlığa yönelen bir yöntem, toplumun verili biçimini eşit ve kendini yineleyen bir mekanizma olarak görme eğilimine karşılık geldi.”
Horkheimer ve Theodor Adorno (1903-1969)’nun birlikte yazmış oldukları 1944’te yayınlanan Aydınlanmanın Diyalektiği, açıkça marksizmin beslendiği Aydınlanma’ya meydan okumuştur. İtalya’da faşizmin, Almanya’da nazizmin yükselişte olması hatta zafer kazanmasını sorumlusu olarak Aydınlanma düşüncesini gösterirler. Onlara göre Aydınlanma Avrupa’yı karanlığa, barbarlığa sürüklemiştir. Bilimin ve teknolojinin gelişmesinin Aydınlanma’dan bu yana yükseltilmesi nazizmi yaratmıştır.
Aydınlanmanın Diyalektiği’nde Marksist pratiklerden farklı olarak değinilen bir başka konu ise “genel oy hakkı” düşüncesidir: “Her halükarda, oy pusulası düşüncesine yol açan gelişmelerin temeli, bütün özel enerjileri film stüdyosundan savaş alanına, emeğin bir tek, eşit ve soyut bir biçimine evrensel olarak indirgenmesidir. Ancak bu tür koşullardan daha insani bir koşula geçiş gözlenmiyor, çünkü kötüyü de iyiye de aynı şey oluyor.”
Diyalektik Update’i
Adorno’nun 1966’da yayımladığı kitabı Negatif Diyalektik hem Hegel’in hem Marks’ın diyalektiğinin radikal bir yorumlaması olarak görülür. Günümüz marksistlerinin sıklıkla örnek gösterdikleri Adorno’nun bu kitabı özellikle “otonomist marksistler” tarafından çok “devrimci” bir kitap olarak görülmektedir.
Avrupa’daki 68 hareketini etkilediği öne sürülen bu kitapta diyalektiğin temel kavramlarından biri “özdeşsizlik”tir. Özdeşsizlik bütüne katılmama, kitle ve tüketim toplumuna katılmamak demektir. Hegel ve Marks’tan farklı olarak “bütünsellik” düşüncesinin zıttıdır. Yine aynı kitapta Adorno, Marks’ı sınıfsız bir topluma tarih aşamalarla ulaşacak tezine tamamen karşı çıkmaktadır. Hegel’den bu yana süren pozitif diyalektik anlayışının toplumsal mücadeleler kapsamında bir uzlaşma yarattığını söylemektedir. Bu bağlamda Adorno sadece marksizmi değil, marksizmin örgütlenme tarzına da karşı çıkmaktadır. Ekoloji, LGBTİ mücadelesi gibi farklı mücadele alanlarının yaratılması Adorno’nun tarih içerisindeki “sürekli mücadele” anlayışına denk düştüğüne dair yorumlanmıştır. Kitle ve tüketim toplumuna katılmayan birey kendi özgür iradesiyle her zaman bir mücadele içerisinde var olacaktır.
Adorno, Lenin’in “öncülük” anlayışını eleştirir. Önderin izinden gitme düşüncesinin bireyin bağımsız düşünmesini engellediğini ve bireyleri tek bir kişiye bağımlı kıldığını savunuyor. Tıpkı Lukacs gibi, partinin bütünlüğü ve partinin öncülüğüyle proletaryanın bütünlüğüyle kapitalizmin aşılamayacağını savunmaktadır. Yani kapitalizmi devirecek olan işçi sınıfı ve işçi sınıfının bilinci değildir!
Yeni Sol Update’i
Bugün marksist tartışmaların temelinde duran “yeni sol” kavramı Herbert Marcuse (1898-1979) ile başlamıştır. Marcuse’nin Frankfurt Okulu’ndaki yeri Horkheimer ve Adorno’ya kıyasla daha farklı bir pozisyondadır. Marksizme Freudyen bir açılım getiren Marcuse, özellikle son dönem çalışmalarında ekonomik ihtiyaçların bütünleşme ve baskı aracı haline geldiği düşüncesinden hareketle, ekonomik ihtiyaçlardan daha fazla “insani” ihtiyaçlara yönelmiştir.
Marcuse’e göre Marks’ın teorisinde proletaryanın rolü kapitalizmin mutlak bir yansımasıdır. Marks işçi sınıfının sefilleşmesinden kaynaklanan toplumsal kutuplaşmanın proleter devrim açısından yaşamsal olduğunu söyler; diğer taraftan kapitalizmin dönemsel krizini basit bir siyasi çelişki olmaktan öte yapısal bir çelişki olduğunu ileri sürer. Üretici güçler, onunla birlikte, onun altında ilerlediği örgütlü teknik koşullara işaret eder. İmalat, makine sanayi, otomasyon endüstrisi üretim güçlerinin farklı düzeyleridir. Bunların sahiplenilmesiyle çelişki içerisinde bulunan üretici güçler; bilimi, gelişmiş iletişimi, yüksek eğitim düzeyini ve içselleştirilmiş disiplini barındırır. Böyle olduğunda, Marks’ın söylediğinin aksine bu bir sefilleşme değildir. İşçi sınıfının denetim altına alınması ve örgütlenmesi için gerekli olan koşulların ortadan kaldırılmasıdır. İşte bu noktada Marcuse, devrimi gerçekleştirecek bir işçi sınıfından bahsetmenin olanaksızlığını vurgular.
1964’ta yazdığı Tek Boyutlu İnsan ve 1972’de yazdığı Karşı Devrim ve İsyan, toplumsal hareketler noktasında el kitabı niteliğinde olan kitaplardır. Tek Boyutlu İnsan 68 öğrenci hareketlerinin önemli bir kaynağı olarak görülür.
Tek Boyutlu İnsan’ın doğrudan öğrenci hareketi içerisinde kendini var etmesinin nedeni okulların kapitalizmin içselleştirilmesini sağladığı ve okulların bu işlevi terk etmesi gerektiğini savunmasıdır. Marcuse, toplumdaki her türlü varlığı reddetmektedir. Toplumu bir bütün olarak ele almamak gerektiğini, ancak proletarya diye bir varlık olmadığını, bu kavramların artık iç içe geçtiğini söylemektedir. Etnik ve ırksal mücadele verenlerin, kendi yerel bölgelerinde ekoloji üzerinden mücadele edenlerin veya gay ve lezbiyenlerin de toplumsal yaşamın adaletsizliklerinden muzdarip olduğunu ve bunun mücadelesinin özgürleştirici olduğunu savunmaktadır.
ALTHUSSER
Altyapı-Üstyapı, İktidar Update’i
Louis Althusser, Lukacs ve Gramsci’nin geliştirdiği, ardından Frankfurt Okulunun doruk noktasına ulaştırdığı Hegelci marksizmi ve hümanizmi doğrudan reddeder. Devlet ve Devletin İdeolojik Aygıtları’nda açıkça belirttiği üzere “marksizmde eksik kalan yerleri tamamlama” çabası içerisine girerek marksizmi update etmiştir.
Marks toplum yapısını özgül bir belirlenmeyle eklemlenmiş düzey ya da kertelerden oluşmuş biçimde tasarlamıştır: Altyapı ya da ekonomik temel (üretici güçler ile üretim ilişkilerinin birliği) ile hukuk ve devlet, çeşitli ideolojiler, ahlak, aile, din gibi kavramları içeren üstyapı. Marksizme göre, üstyapının altyapıya göre özerkliği vardır ancak altyapı üstyapıyı etkilemektedir. Yani ekonomik ilişkiler nasıl şekilleniyorsa devlet, hukuk ve ahlak da ona bağlı olarak şekillenecektir.
Althusser, bu noktada Marks’ın bir durumu gözden kaçırdığını iddia eder. Hukuk, devlet ve ideolojinin yani üstyapının ekonomik temeli yani altyapıyı etkilediğini söylemektedir.
Althusser’in Devlet ve Devletin İdeolojik Aygıtları’nda söylediği üzere “Marksizme eklemek istediğim bu tez, tüm yapıların birbirini etkilediği, birbirinden bağımsız düşünülemeyeceği tezidir.” Yine aynı kitapta, üstyapının önemini şu şekilde vurgular: “Başka bir söyleyişle okul, (fakat aynı zamanda kilise gibi devlet kurumları, ordu gibi başka devlet aygıtları da ) bir sürü beceri öğretiyor. Fakat bunu yönetici ideolojiye boyun eğmeyi ya da bu ideolojinin ‘pratiğinin’ egemenliğini sağlayan biçimde yapıyor. Tüm üretim, sömürü, baskı görevlileri ve Marks’ın deyimiyle ‘ideoloji profesyonellerinin’ görevlerini ‘bilinçli olarak’ yerine getirmek için şu ya da bu oranda ideolojiyi benimsemiş olmaları gerekir. Ya sömürülenler yani proletarya ya sömürücüler yani kapitalistler, ya sömürünün yardımcıları yani yönetici kadrolar, ya da hakim ideolojinin büyük papazları, yani devlet memurları…”
Devlet, marksist kuramda Marks’ın Paris Komünü Üzerine ve Lenin’in Devlet ve Devrim metinlerinde devlet aygıtı adını verdikleri şeydir. Baskı yoluyla devletin kontrolünü elinde bulundurmaktır. Buradan anlaşılması gereken ise, hukuki pratiğin gereklerine ilişkin olarak zorunluluğu ve varlığı tanınan, özelleşmiş bir aygıt. Yalnızca polis, mahkemeler veya hapishaneler değil, polis “olaylarla başa çıkamadığında” duruma el atacak olan ordu, devlet başkanı ve hükümeti de kapsar. Marksizme göre devlet, yalnızca devlet iktidarının bir işlevi olarak anlam kazanır. Tüm siyasal sınıf mücadeleleri devlet iktidarını ele geçirmek üzerine kuruludur. Tam da bu noktada Althusser bir ayrıma gitmek gerektiğini söyler: devlet iktidarı ve devlet aygıtını ayırmak gereklidir. Bu kavrama Althusser “devletin ideolojik aygıtları” adını verir. Marksist teoride devlet aygıtı hükümet, yönetim, ordu, polis, mahkemeler ve hapishanelerdir. Althusser’e göre bunlar yalnızca devletin baskı aygıtlarıdır. İdeolojik aygıtlar ise; dini (çeşitli kiliseler sistemi), öğretimsel (değişik, özel ve devlet okulları), aile, hukuk, siyaset (çeşitli siyasal partiler), sendika, haberleşme (basın, radyo, tv), kültür (edebiyat, sanat, spor vb.). Tüm bunlar devletin baskı aygıtı aygıtı ile aynı şeyler değildir. İşleyiş mekanizmaları birbirinden tamamen farklıdır. Devletin baskı aygıtı ele geçirilmiş olsa dahi ideolojik aygıtlar varlığını sürdürmeye devam eder. Üstelik baskı aygıtları “kamusal” alanda yer alırken, ideolojik aygıtlar tamamen “özel” alanda yer alır. Devletin baskı aygıtı “zor kullanarak” bir başka deyişle şiddet tekelini elinde bulundurarak işler, ideolojik aygıtlar ise “ideoloji” kullanarak işler. Devletin baskı aygıtlarına dair iktidarın bir yasa çıkarması oldukça kolayken, devletin ideolojik aygıtlarına değinen yasalar çıkarmak oldukça zordur.
Bu bağlamda değerlendirildiğinde Althusser’in marksizmi update ettiği iki temel nokta vardır: İlki üstyapının da altyapıyı belirlediği veya belirleyebileceği, diğeri ise devlet iktidarına yöneliktir. Marksizmin savunduğu tezlerin tamamen dışında bir söylem geliştirerek “teorinin eksikliklerini kapatma” çabasında olan Althusser, görece birtakım marksistler değerlendirildiğinde bunu başarmış olsa gerek.
OTONOMİST MARKSİZM
NEGRİ VE HARDT
Otonomist marksizmin önde gelen temsilcilerinden İtalyan felsefeci A. Negri ve Amerikalı edebiyat kuramcısı M. Hardt’ın da marksizme yönelik ciddi update’leri bulunmaktadır. Özellikle İmparatorluk ve Çokluk kitaplarında küresel kapitalizmin ve devletin post modern dönemde geçirdiği dönüşümlere, devrimci özne olan proleteryanın anlamındaki değişikliğe, üretim biçiminin ve emeğin dönüşen yapısına yönelik update’ler bulunmaktadır.
Kapitalizm ve Devlet Update’i
Negri ve Hardt’ın oluşturdukları teorinin ana hatları ulus-devlet ve emperyalizm kavramları üzerinedir. Negri ve Hardt’a göre “üretim ve mübadelenin asli unsurları -para, teknoloji, insanlar ve metalar- ulusal sınırları giderek daha kolay geçiyor; dolayısıyla ulus-devlet bu akışı düzenleme gücünü ve ekonomi üzerindeki otoritesini günden güne yitiriyor.” Bu sebeple ulus devletler ve emperyalizm giderek önemini yitirmektedir. 1970’lerde açığa çıkan yeni egemenlik biçiminin adı İmparatorluk’tur; “Dünya Bankası gibi ulus-aşırı birimlerden, ulus devletlere ve oradan yerel ve bölgesel sivil toplum kuruluşlarına kadar görece otonom farklı tipte yapılar ve örgütler”in var olduğu bütünlüklü bir küresel kuruluştur.
Negri ve Hardt, Lenin’in 1916 yılında yazdığı kitapla Marksist teoriye kapitalizm ve devlet update’i olarak eklediği ve kapitalizmin en yüksek tekelci aşaması olarak tanımladığı emperyalizm teorisinin sonunun geldiğinden, “emperyalizmin artık küresel iktidar yapılarını anlatmakta yeterli bir kavram olmadığı”ndan bahsetmektedir.
Üretim Biçimi, Altyapı-Üst Yapı ve Emek Update’i:
Üretim biçiminin, altyapı-üst yapı meselesinin, emek kavramının değiştiği söylemleri açıkçası günümüzün sorunlarını analiz etmede marksist teoriye can simidi değerinde önemli eklemeler sağlamıştır.
İmparatorluk döneminin üretim tarzını betimlerken Foucault’un tanımı olan “biyo-politik” kavramını kullanmışlardır. Ayrıca, “kontrol toplumu ve biyo-iktidar kavramları İmparatorluk kavramının merkezi özelliğini betimler.” sözleri, Foucault’cu bir update’in izlerini taşır.
“Küresel ekonomideki servet yaratımı giderek daha fazla bizim biyo-politik üretim dediğimiz üretim tarzına, yani ekonomik, politik ve kültürel alanların giderek örtüştüğü ve birbirini sardığı, bizatihi toplumsal hayatın üretimine meylediyor.” sözleri, altyapı ve üstyapı meselesine dair bir update’i de içermektedir. Onlara göre, toplumsal üretim ve tüzel meşruluk birer altyapı-üst yapı öğeleri olarak değil birbirlerine paralel bir şekilde yan yana var olmaktadır; ekonomik üretimle politik kuruluş zaman içinde örtüşme eğilimine sahiptir.
“Postmodernleşme ve İmparatorluğa geçiş eskiden beri altyapı ve üstyapı olarak adlandırılan alanların reel olarak birbirine yakınlaşmasıyla ilgilidir.”
Biyo-politik üretim aynı zamanda “üretici emeğin yeni doğası”nı da ortaya koymaktadır. Emeğin biyo-politik boyutu olarak, artık-değer üretiminde önceleri kitlesel fabrika işçilerinin emeğinin oynadığı merkezi rol, günümüzde giderek daha fazla entelektüel, maddi olmayan ve iletişimsel emek gücüne geçmektedir. Maddi olmayan ürünler –bilgi, enformasyon, iletişim, dilsel ya da duygusal ilişkiler− üreten emek aynı zamanda “kendi eğilimini başka emek biçimlerine ve toplumun kendisine kabul ettirmiştir.”
Negri ve Hardt bu yeni kapitalist değer birikimi meselesini sömürü mekanizmasının merkezine konumlandırabilen yeni bir politik değer teorisinin geliştirilmesi ve yeni değer teorisinden sonra asıl olarak bilgi, iletişim ve dil yoluyla işleyen yeni bir öznellik teorisi kurmak gerektiğinden bahsetmişlerdir.
Devrimci Özne Update’i
Bu yeni üretim ve iktidar biçimi yeni bir öznellik tanımlamasında da bulunmuştur. Maddi olmayan emek zemininde yer alan öznelerin oluşturduğu bütün olarak tanımlanan “çokluk”, küresel düzeyde imparatorluğa karşı bir alternatif olarak sunulmaktadır.
Çokluk kavramı bir tekilliğe veya tek bir özdeşliğe indirgenemeyecek sayısız içsel farklılıklara sahiptir; kültür, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya görüşlerini, farklı arzuları da kapsar.
“Halk” kavramı gibi yekpare bir bütünlük oluşturmayan ve “güruh, kalabalık ve kitle” kavramları gibi edilgen olmayan, etkin ve çok boyutlu “çokluk” kavramı otonomiyi gerçekleştirebilme yeteneğine sahip bir öznelliği tariflemektedir.
İkilinin Marks’ın sınıf teorisinin temelindeki devrimci özne/proletarya tanımına getirdikleri update, oldukça açıktır. “Emeğin ve devrimin öznesinin temelli olarak değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor. Proletaryanın bileşimi değişmiştir, dolayısıyla bizim proletarya anlayışmız da değişmelidir. Biz kavramsal olarak proletaryayı emeği kapitalist üretim ve yeniden üretim biçimleri tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan herkesi kapsayan geniş bir kategori olarak anlıyoruz. Bundan önceki bir devirde proletarya, erkek kitlesel fabrika işçisi olan ‘endüstriyel işçi sınıfı’ olarak tanımlanıyordu.” sözleriyle “sömürülen ve kapitalist tahakküme tabi olan herkesin proletarya kategorisi altında olduğunu” belirtmişlerdir.
Negri ve Hardt proletarya kavramını genişletmiş olsalar da kavram, sahip olduğu anlam ve genişletildiği biçim sebebiyle yetersiz bir “özne” tarifi yapmaktadır. Bu tanım, küresel kapitalist sistemin, devletlerin ve dini yapıların yani, siyasi, ekonomik, erkek egemen ve dini iktidarların baskı, sömürü ve tahakkümü altındaki ezilenleri kapsamamaktadır.
DİĞERLERİ
TARIK ALİ
Pakistanlı marksist tarihçi, özellikle üniversite yıllarındayken politik eylemliliğin içerisinde aktif bir şekilde yer almış Tarık Ali ise marksizme “fundamentalizm” kavramı üzerinden bir update uygulamıştır.
Fundemantalizm Update’i
Tarık Ali, 11 Eylül 2001’de ABD’deki İkiz Kuleler’e gerçekleştirilen saldırının ardından ABD’nin Ortadoğu’daki halklara yönelik düşmanca davranışlarını ve Irak İşgali dönemini klasik bir marksist söylemle tariflememiştir.
Güncel siyasi analizi ortaya koymak için Marks’ın ekonomik söylemleri ve emperyalizm anlatıları yetersiz bulan Tarık Ali “yeni” dünya atmosferinde söz konusu olanın, sınıf çelişkisi, emperyalist sömürü ya da “medeniyetler çatışması” değil de, bir “fundamentalizmler çatışması” olduğunu, en büyük tehlikenin ise “baş fundamentalist” ABD olduğunu belirtmiştir.
“Allah bizden yana” ve “Tanrı Amerika’yı korusun” gibi dinsel sloganların temel olduğu bir savaş çılgınlığının geri getirildiğini düşünmektedir. Yaşadığımız dönemde ABD’nin emperyalist fundemantalizminin karşısında İslami fundamentalizmin olduğunu düşünen; Yahudi ve Hristiyan fundamentalizminin tarihte İslami fundamentalizmden çok daha kan dökücü ve zalim olduğunu söyleyen Tarık Ali, küresel boyuttaki çatışmaların çeşitliliğine rağmen çok genel olgulardan bahsetmekle yetinmiştir.
ALAIN BADIOU
Fas doğumlu Fransız felsefeci marksist Alain Badiou, modern sofistler olarak adlandırdığı post modernistlere karşı kendisini hakikatin savunucusu bir Platoncu olarak tanımlamaktadır. Aynı zamanda Mao’nun kültür devriminin ve 60’lı yıllarda Fransa’da artan maoculuğun etkisiyle Sovyetlerin parti-devlet sistemine eleştiriler getirmiştir.
Komünizm Update’i
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve marksist pratiklerin etkisini büyük oranda yitirmesinin ardından komünizmin öldüğü şeklindeki savlara karşı ölenin sonlu ve sınırlı olan Parti-Devlet olduğunu; -Marks’ın düşüncelerinden ve marksist yazından farklı olarak ve Platon’un bir kavramı olan- “idea” olarak komünizmin sonsuz, sınırsız ve ölümsüz olduğunu ileri sürmektedir.
Komünizm update’inde, verili üretim tarzlarından komünizme “geçiş sorunu” da bulunmaktadır. Badiou, “sosyalist devrim” ya da “millî demokratik devrim” pratikleriyle sağlanacak olan komünizme geçiş tezlerine karşı çıkmış, doğrudan komünizme geçmeyi gündemleştirmiştir.
ÉTIENNE BALIBAR
Althusser’in öğrencisi olan ve siyaset felsefesi üzerine yoğunlaşan Fransız marksist Etienne Balibar da marksizme yurttaşlık ve demokrasi update’i yapmıştır.
Demokrasi ve Yurttaşlık Update’i
Toplumsal, siyasi ilişkileri ve dönüşümleri ekonomik bir temelden ziyade siyaset felsefesinin kavramları olan demokrasi ve yurttaşlık kavramları üzerinden anlatması sebebiyle Balibar’ın düşüncesi başlı başına bir update olarak karşımıza çıkmaktadır.
Demokrasinin hep gelmekte olduğunu, ideal bir şey olmadığını ve kökleri Antik Yunan polisine giden yurttaşlıkla çatışkı içerisinde olduğunu düşünmektedir. Yapılması gerekenin demokrasinin demokratikleştirilmesi ve yurttaşlık haklarının genişletilmesi için mücadele olduğunu belirten Balibar, mücadele edilmediği takdirde yurttaşlık haklarının genişletilemeyeceğini ve -klasik marksizmin ilerlemecilik anlayışından farkını ortaya koyan bir biçimde- yurttaşlığın her zaman ilerlemeyeceğini de belirtmektedir.
19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında verilen mücadelelerin “ulus-devletin sosyal yurttaşlığı”nı ortaya çıkarttığını, ardından gelen neo-liberal politikalarla birlikte yurttaşlık haklarında gerilemelerin olduğunu ifade etmektedir.
Balibar, sınıf mücadelesini -“devrimin kaynağı” olarak gören marksist anlayışa karşı- bir yurttaşlık biçiminin yaratıcısı olarak tanımlamaktadır ve sınıfı idealize etmemektedir. Sınıfın yaşanan neo-liberal dönüşümlerle devrimci ruhunu kaybettiğini belirten Balibar, günümüzde özellikle Batılı devletlerin göçmenlere yaptıklarına karşı işçi sınıfının çoğu zaman duyarlı olmadığını, göçmenlerle dayanışmadığını da aktarmıştır.
Ona göre, demokrasinin demokratikleştirilmesi bir süreci anlatır. Sürecin bir sonu yoktur. Bu sürecin faili başlı başına tek başına işçi sınıfı değil, “etkin yurttaş”tır. İşte bu nedenle etkin yurttaşın her zaman ayaklanma ve devrim kavramlarıyla bağı anlatılmaktadır.
Ayrıca, “siyasi bir güç ya da hareketin toplumu demokratikleştirmesinin koşulu, bunların kendilerinin hem hedefleri hem de içsel işleyişleri bakımından karşı çıktıkları sistemden daha demokratik olmalarıdır. Kendisi anti-demokratik olan sistem ya da toplumun, demokratik olmayan yollardan kökten dönüşümü sağlanamaz.” cümlelerini kapitalist ve marksist pratikleri de yetersiz görmesi sebebiyle kurmuştur.
HENRI LEFEBVRE
Neomarksist olarak bilinen Fransız sosyolog ve felsefeci, marksizme mekan ve kent meselesi üzerinden update’ler yapmış Henri Lefebvre, son dönemlerde mekan ve kent sorunlarının tahlilinde en çok okunan isimlerden biri olmuştur. Mekanı bir üst yapı olmaktan çıkaran, kenti sanayileşme için anahtar bir kavram olarak ele alan update’leri bulunmaktadır.
Mekan ve Üstyapı Update’i
Lefebvre, mekânın toplumsal değerler ve anlamlara dayalı olan ve mekânsal algı ve uygulamaları belirleyen bir toplumsal ürün olduğunu savunmuştur. Oysa marksizmde toplumsal mekan bir üstyapı olarak görülmekte ve hem üretici güçlerin hem de yapıların, mülkiyet ilişkilerinin sonucu olarak kabul edilmektedir. Lefebvre için mekan, üretici güçlere, iş bölümüne dahildir ve mülkiyetle ilişki içerisindedir. Mübadeleyle, kurumlarla, kültürle, bilgiyle ilişkilidir. Mekanın mübadele değeri ve kullanım değeri vardır; alınıp satılır.
Mekanın üst yapı olarak görülmesiyle ilgili olarak marksizme bir update yapan Lefebvre, Marksist devrim anlayışına bir ekleme yaptıklarını da belirtmiştir. Ona göre baş aşağıda, ayakları havada duran yalnızca Hegel’in felsefesi ve diyalektiği değildir: “Marks’ın baş aşağı olarak tanımladığı şey toplumdur. Baş aşağı çevrilen dünya teorisine sanayi örgütlenmesi içindeki marksist devrim projesini bir ‘kentsel devrim’ projesiyle tamamlayan birkaç nokta ekledik.”
Kent ve Sanayileşme Update’i
Lefebvre, kent ve kentleşmeyi sanayileşmeyi anlamak için anahtar fenomenler olarak görür: “Marks, şehirleşmenin ve kentin, sanayileşmenin anlamını içerdiğini gösteremedi. Sanayi üretiminin toplumun kentleşmesini içerdiğini ve sanayinin potansiyellerine hakimiyetin şehirleşmeyle ilgili özgül bilgiler gerektiğini görmedi. Sanayi üretimi, belli bir büyümeden sonra, şehirleşmeyi yaratır; bunun koşullarını sağlar, olasılıklarını açar. Böylece sorunsal yer değiştirir ve kentsel gelişme sorunsalı olur.” Marks’ın eserlerindeki şehire dair bilgilerde kent sorunu değil sadece konut sorunu ortaya konmuştur.
Lefebvre’nin mekanı üstyapı öğesi olmaktan çıkarması aslında güncel sorunlardan biri olan mekan ve kente dair marksizmin yorum yapabilmesini sağlamıştır. Fakat kentleşmeyi büyük oranda sanayi üretimi ve modern kapitalizmle birlikte ele aldığı için aslında kente dair analizinde eksik kalmıştır.
MARKS’TAN ETKİLENİP KENDİLERİNE MARKSİST DEMEDEN MARKSİZMİ ETKİLEYENLER
Kapitalist düzeni, toplumsal ilişkileri ya da döneminin ekonomik, sosyal, kültürel ve politik sorunsallarını çözümlemeye kalkışan pek çok düşünür Marks’ın ortaya koyduğu düşüncelerden etkilenmiştir. Marks’ın “sınırsız sermaye birikimi” gibi özellikle ekonomik alandaki görüşlerinden etkilenip kendi teorilerini ortaya koyan ama kendisini Marksist olarak tanımlamayan düşünürlerin görüşleri marksist teoriye eklemlenmekte ya da “marksist kuramı doğrulayan” düşünceler olarak sahiplenmektedir. Bu düşünürlerin tezleri doğrudan Marks’a olmasa da marksizme eklemlemeler/update’ler içermektedir.
IMMANUEL WALLERSTEIN
Amerikalı bir sosyolog olan ve “dünya-sistem” analizini ortaya koyan I. Wallerstein, Marks’ın temel birkaç düşüncesini kabul edip belirli noktalarda onun görüşlerinden ayrılan düşünürlerden biri.
Dünya Sistem Analizi
Wallerstein’a göre şimdiye dek iki tür dünya-sistem var olmuştur: Dünya-imparatorluk, dünya-ekonomi.
Bir dünya-imparatorluk, tek bir politik merkezin, fakat çok sayıda kültürün var olduğu büyük bir bürokratik yapıyken; bir dünya-ekonomi ise çok sayıda politik merkezin ve çok sayıda kültürün olduğu yapıdır. Analize göre, kapitalizm de modern bir dünya-ekonomi olan dünya-sistemdir.
Wallerstein’ın kapitalizmi modern dünya-sistem olarak tanımlamasında Marks’ın görüşlerinin etkisi büyüktür. Marks’ın kapitalizmin gelişmesinde ortaya koyduğu “sınırsız sermaye birikimi” düşüncesini analizinin temel dayanak noktası yapmıştır. Bir farklılık olarak sermaye birikiminde artık-değerden ziyade ağırlıklı olarak kâr kategorisini ön planda tutmuş, kâr ile artık değer arasındaki ilişkiyi incelememiş ve kapitalizmin kökenini pazar ilişkilerine dayandırmıştır. Bu sebeple kapitalizmin ilk olarak on altıncı yüzyılda Avrupa’da “pazar ticaretinin” gelişmesi sonucunda ortaya çıktığını düşünmektedir. Marks ise temel eserlerinde 18. ve 19. yüzyılda Batı Avrupa’da ve özellikle İngiltere’de ortaya çıkan kapitalist toplumsal dönüşümü ve sermayenin toplam döngüsünün nasıl gerçekleştiğini incelemiştir.
Marks ve Marksizm Hakkındaki Yorumları
Wallerstein analizini kurarken yüzünü döndüğü Marks’a ve marksizme yönelik yorum yapmaktan ve eleştirmekten de geri durmamıştır. 1883 ile 1950 yılları arasındaki marksizmi “ortodoks marksizm” olarak tanımlamış, bu dönemdeki marksist partilerin devlet iktidarını “elde etmeye kilitlenmiş” partiler olduğunu söylemiştir. “Sınıf çatışmalarının asli olduğunu ve diğer tüm çatışmaların yan olgular olduğunu” iddia eden ve dolayısıyla; “milliyetçi, etnik, feminist ve diğer tüm benzeri hareketlere düşman” bu partileri eleştirmiştir.
Wallerstein’ın devlet iktidarı düşüncesi marksist altyapı-üst yapı ilişkileri ile bağlantılı olmuş ama ekonomik çatışmaların dışındaki sorunların görmezden gelindiği yorumunda bulunmuştur. Ona göre devlet iktidarı kapitalizmin yarattığı iktidar biçimlerinden sadece bir tanesidir. Kültürel, toplumsal ve ekonomik iktidar biçimleri de kapitalizm içinde var olmaktadır. Ortodoks marksizmin en temel hatası, kentli işçi sınıfını öncelikli kılmak ve kapitalizmin ortaya çıkardığı diğer çatışmaların taraflarını ötekileştirmektir. Ayrıca marksistlerin analizlerini ulus devlet içine sıkıştırdıkları iddia etmiştir.
Ekonomik temelli olmayan çatışmaların görmezden gelindiği meselesinde haklı bir yorumda bulunurken ne var ki bu çatışmaların kapitalizmin yarattığı iktidar yapılardan geldiğini söylemesi ve çatışmaların kaynağı olarak kapitalizme yüzünü çevirmesi radikal bir eleştiri olarak görülemez.
Ortodoks marksizme yönelik tümden eleştirilerine rağmen Wallerstein, Marks’ın görüşlerinde hem savunduğu hem de eleştirdiği yönleri ortaya koymuştur. Wallerstein, Marks’ın toplumsal yapıyı diyalektik biçimde algılamak gerektiğine; sermaye birikiminin sistemin temel mekanizması olmasına; artı-değer kavramına; kapitalizmin yaşamın toplumsal örgütlenmesini kutuplaştırmasına; sosyalizmin devletin sönümlenmesini içermesine; kapitalizmden sosyalizme geçişin evrimci biçimde değil devrimci biçimde gerçekleşeceğine dair düşüncelerinin son 150 yılın ve hatta son 400 yılın gerçekliğini açıkladığını düşünmektedir. Bu konularda Marks’a hayranlık beslerken “Kapitalizmin önceki toplumlara göre bir ilerlemeyi temsil ettiği ve sınıfsız toplumun ortaya çıkmasıyla sona ereceği düşüncesi”nin “kuşkuya yer bırakmayacak kadar hatalı” olarak tanımlamıştır.
Marksizmden tümden uzaklaştığı bir mesele ise hiçbir sınıfa veya toplumsal gruba “özne” rolü vermemesidir.
DAVID HARVEY
Britanyalı bir coğrafyacı ve antropolog olan, son dönemlerde kent üzerine yaptığı çalışmalarla kendinden söz ettiren David Harvey; marksizmden etkilenip kendisine Marksist demeyen ama Marksist kent kuramcıları dendiğinde ilk akla gelen isimlerden.
Harvey, “mekân”ı, ontolojik bir kategori olarak ele almamakta; mekansal ilişkilerin bağımsız niteliklere sahip olduğunu reddetmekte ve mekanı, insanı biçimlendiren ve onun tarafından biçimlendirilen toplumsal bir boyut olarak tariflemiştir. Mekan, kentsel mekan üzerine Lefebvre ile birlikte marksist kuramda ciddi değişikler, eklemeler gerçekleştiren isimlerden biridir.
Marksist Kuramın Mekansallaştırılması
Harvey’in önce Sosyal Adalet ve Şehir ardından Sermayenin Sınırları çalışmalarında belirlediği gündemlerden biri “marksist kuramın mekansallaştırılması ya da toplumsal mekan sorununun marksist kurama bağlanması ve karmaşık kapitalist kentsel sürecin anlaşılması” olmuştur.
Harvey’in Sermayenin Sınırları kitabındaki sınır kavramının ikili anlamı vardır. “İlkinde sınırlar sermayenin diyalektik gelişimiyle ilgili iken ikinci durumda ise Marks’ın Kapital’inin sınırları ifade edilmiştir.” Harvey’e göre “toplumsal mekan” sorunu marksizmde de başlangıcından beri geri plana atılmıştır.
Harvey’in tüm çalışmalarında başvurduğu sermaye akımları ve yatırım döngüleri, toplumsal mekanın üretilmesi, dönüştürülmesi ya da yıkılmasında, eşitsiz coğrafi gelişmede, temel kuramsal araçlardır. Harvey’e göre Marks’ın sermaye kuramının eksikliği de zaten sermaye dolaşımındaki mekansal olguyu ele almamış olmasıdır.
Marks Kapital’de sermayeyi bir süreç olarak görmüştür ama bu sermaye kavramı mekansal boyut içermez. Onun için Kapital’de doldurulacak “boş kutular” ile açılması gereken “pencereler” bulunmaktadır. Kısacası, Harvey’in önerdiği şey marksist kuramın mekansal olgu ve süreçler dahil edilerek geliştirilmesidir: “Siyasi stratejimizin merkezine devrimin kentleşmesini koymaktan başka bir seçeneğimiz bulunmuyor.”
Kapitalist Kriz ve Kent
Harvey’in kapitalist kriz ve kent mekanı üzerindeki söylemleri de marksizmin kapitalist kriz söylemine ve genel olarak marksizme önemli eklemlemeler içermektedir.
Harvey, yapılı bir çevre olarak kent mekanının kapitalizmin doğurduğu krizin atlatılmasında önemli ve merkezi bir rol oynadığını söylese de kente kapitalist birikim süreçlerinden bağımsız bir yapı ve özgünlük atfetmenin yanlış olduğunu söyleyerek kente dair yorumlarında marksist kapitalist birikim teorisinden çok da “bağımsız”laşamamıştır.
Harvey’e göre marksist öngörünün aksine, kapitalizmin krize meyilli yapısı karlılığın/kar oranlarının düşmesinden daha çok üretim sonucu elde edilen artı değerin tekrar üretime çevrilememesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, kapitalizmin krizden kurtulup kendini devam ettirebilmesinin koşulu artı değerin kent mekanında sürekli olarak üretim döngüsüne dâhil edilmesinden geçmektedir. Kentleşme hem tüketimin arttırılması yoluyla artı ürünün soğurulmasını hem de, büyük çaplı yatırımlar isteyen altyapı-üstyapı faaliyetleri vasıtasıyla, artı değerin yeniden üretim döngüsüne dâhil edilmesini sağlamaktadır.
MARKSİZMİN KADIN UPDATE’İ
İdeoloji, felsefe, mücadele yöntemi olarak da görülen bir ekonomik modelin; marksizmin, özünde neredeyse hiç değinmediği, değindiğindeyse tek bir açıdan -ekonomik açıdan- ele aldığı için derinlemesine yorumlayamadığı, dolayısıyla çözüm üretmekten uzak kaldığı, ne kadar güncellense de yetemediği kadın özgürleşmesi konusuna dair update’lerini incelemek bu yazının ereğidir.
Marks ve Engels’te Kadın Update’leri
Marks, başlangıçta -bir çok on dokuzuncu yüzyıl sosyalisti gibi- kadınların ikincil konumuyla, bu ikincillikten toplumun genel durumunu sembolize etmek için yararlandığı ölçüde ilgilendi. 1843’te yazdığı Yahudi Sorunu Üzerine adlı kitabında ve 1844 El Yazmaları’nda kadın- erkek arasındaki ilişkiyi, “toplumsal gelişme” düzeyini temsil ettiği iddiasıyla tartışma konusu yaptı. Özel mülkiyet ve sahiplik ilişkisinin hakim olduğu yerde, “tür ilişkisinin kendisi, erkekle kadın arasındaki ilişki vs. bir ticaret nesnesine dönüşür. Kadın alınıp satılır.” diyordu.
1845’te yayınlanan Kutsal Aile’de ise Genç Hegelciler’e mizahi bir atıfta bulunan başlığa rağmen, aile konusuna değinmemişti. Ancak birkaç pasajda, erkeğin kadınla olan ilişkisi hakkında yaptığı vurgunun değiştiği gözlenebilir. Bu vurgunun, marksizmde kadına ilişkin ilk update olduğu söylenebilir. Fourier’in kadının durumunu toplumsal ilerlemenin koşulu olarak sunduğu sözünü serbestçe alıntılayarak “tarihsel bir çağdaki değişim daima kadınların özgürlüğe doğru ilerleyişi tarafından belirlenebilir, çünkü burada, kadının erkekle, zayıfın güçlüyle olan ilişkisinde, insanal doğanın yabanıllık karşısındaki zaferi açıktır. Kadının özgürleşme derecesi, genel özgürlüğün doğal ölçüsüdür.” sözleriyle Fourier’in aksine, kadının durumunu toplumsal ilerlemenin ölçüsü olarak betimlemiş; kadını, sıradan bir örnekten bir şeylerin ölçüsü olma konumuna taşımıştır.
Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da, kadın erkek ilişkilerini şöyle değerlendirmiştir: “Burjuva için karısı üretim aracıdır. Bu nedenle o, ortaklaşa mülkiyet deyince kadınların da ortaklaşmasını anlar. Oysa bugün burjuva evlilik kadınların ortaklaşa kullanılışıdır zaten. Biz olsa olsa kadınların ortaklaşa kullanılmasını açığa çıkarmış olmakla ve açık gizli fuhuşun ortadan kaldırılmasını hedeflemiş olmakla suçlanabiliriz…” Proletarya cephesinde ise yine aynı metinden alıntıyla: “Cins ve yaş farklarının işçi sınıfı için artık hiçbir toplumsal geçerliği yoktur. Yalnızca, yaş ve cins farklarına göre farklı giderlere yol açan emek araçları vardır.” Temel ayrım hala sadece burjuvazi ile proletarya arasındadır.
Yıllar sonra Alman İdeolojisi’nde “Bütün bu çelişkileri içeren ve kendisi ailedeki kaba iş bölümüne ve toplumun tek tek ve birbirine karşıt ailelere ayrılmasına dayanan iş bölümü ile, aynı zamanda iş bölümünün ve ürünlerinin paylaşımı, üstelik hem nitel ve hem de nicel eşitsiz paylaşımı, ve kadının ve çocukların erkeğin kölesi olduğu ailede çekirdeği, ilk biçimi bulunan mülkiyet doğdu.” gibi bir çok pasajla, cinsiyete dayalı iş bölümü tanımı yapmış ve bu tanımı özel mülkiyetin kaynağıyla ilişkilendirmiştir. Ancak bununla sınırlı kalmıştır; belirlenim ve analizler ne yazık ki sorunun çözümü için yeterli değildir.
Kapital’de Marks “Emekçi kendine aittir ve zorunlu yaşamsal işlevlerini üretim sürecinin dışında gerçekleştirir. …emekçinin kendini yeniden üretmesi için onun öz savunma ve türünü sürdürme güdülerine güvenebilir… Sermaye ev içi alanıyla ilgilenmez.” demiş, derinleştirmediği için yüzyıllarca defalarca yeniden update edilecek update’lerden birine, “ev içi emek” meselesine değinilmiştir.
Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında ifade ettiği “Kadının kurtuluşunun ilk koşulu, bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesidir ve bu koşul, karı-koca ailesinin, toplumun iktisadi birimi olarak ortadan kaldırılmasını gerektirir.” sözleriyle, “kadın sorunu” olarak nitelenen ataerki sorununun çözümüne yönelik indirgemeci yaklaşımı gözler serilmiştir. Aynı kitapta Engels’in görüşlerinde, dönemin kadın hareketlerinin yükselmesinin etkisi, Engels’in kendi update’i de açıkça görülmektedir: “Erkeklerin artık kurulmuş olan tartışmasız egemenliğinin ilk etkisi, o sırada ortaya çıkan ataerkil ailenin ara biçiminde kendini gösterdi.” Salt sınıfsal çelişkinin, kadın sömürüsünün kökenini açıklamakta yeterli olmayabileceği endişesiyle yeni analizler yapma ihtiyacı hissedilmiş ancak yapılmamıştır.
Proleter Kadın Hareketi’nin Aklama Update’leri
“Elbette, Marks kadın sorunuyla ‘doğrudan’, ‘yalnız onun üzerinde durarak’ uğraşmadı. Bununla birlikte, kadının hak eşitliği için eşsiz olanı, en önemli olanı yaptı. Materyalist tarih kavramıyla bize kadın sorunu üzerine eksiksiz formüller vermediyse de, daha iyisini verdi; onları bulmak ve kavramak için doğru, güvenilir yöntemi…”
Clara Zetkin
Marks ve Engels’in, yazılarında “kadın sorunu” dedikleri meseleyi derinlemesine irdelemediği, marksist kadınlar tarafından dahi kabullenilen bir gerçektir. Marks ya da Engels’in “kadın özgürleşmesi” meselesinde yol göstermekle yetinerek kadınlardan kendi yollarını çizmelerini istediklerini düşünmek, ya fazlaca saflık olacaktır ya da devamcısı olduğu teorisyenleri aklama çabası…
İkinci seçenekten taraf olanların, açıkça ekonomik bir öncelik koyan Engels’i aklama çabalarında yaptıkları alıntılar, elbette bu söz gibi apaçık olanlar değildir: “Kadınlar ile erkekler arasındaki gerçek eşitliğin, ancak her ikisinin de sermaye tarafından sömürülmesi ortadan kalktığı ve ev işi kamusal bir sanayiye dönüştürüldüğü zaman gerçekleşebileceği inancındayım.” Üstü kapalı sözleri yorumlayarak farklı anlamlar çıkarmak, özellikle bir dönemin Proleter Kadın Hareketi’ni kuran kadın ve erkeklerin(!) benimsediği yöntemlerdendir.
Marks, Engels ve Lenin’den seçme pasajları içeren Kadın ve Aile kitabına yazdığı önsözde Clara Zetkin Lenin için “Savaşım ve kuruluş sırasında bir tek gücün fazla olmadığını ve her şeyin devrime ve komünizme yararlı kılınabileceğini kuvvetle duyuyordu.” der. Kadınların özgürleşmesinin değil, proleter devrimin başarısının hedeflendiğini vurgulamak yerine kadınları mücadeleye katılmaya teşvik ettiği gerekçesiyle Lenin’i över.
Kadın özgürlük hareketinin etkisini arttırdığı bir dönemde ortaya çıkan Proleter Kadın Hareketi, 19. yüzyılda SPD ve SDAPR gibi sosyal demokrat partiler etrafında toplanmıştı. Düzenledikleri etkinlikler, proleter kadınların yaşam standartlarını daha iyi hale getirme amacını taşımaktaydı; çalışma saatlerinin kısaltılması, sağlık sigortası, işsizlik… Kadınların hem evde, hem de iş yerinde çalışıyor olmaları da konulaştırılarak o güne dek ilgilenilmeyen başlıklar, update’lerle marksizmin temellerindenmiş gibi gösterilmeye çalışıldı.
Bu hareketin teorisyenleri arasında öncelikli olarak Clara Zetkin, August Bebel ve Aleksandra Kollontay sayılabilir. Rosa Lüksemburg ise, marksistlerin kimine göre bu ekipteyken kimine göre değildir. Lüksemburg feminizm karşıtıdır, kadınların kurtuluşunu belirgin bir biçimde sosyalizmin kurulmasına endekslemiştir. Ancak kadınların sosyal ve ekonomik haklarını da savunmuş, örneğin kadınlara oy hakkı konusunda teoriyi update etmiştir. Reformizmi sonuna kadar eleştiren bir marksistin, tarihteki büyük toplumsal değişimlerinin hiçbirinin oy vererek gerçekleşmemiş olduğunu görmezden gelerek “evrensel oy hakkı”nı savunması, bu update’in en büyük çıkmazıdır.
Clara Zetkin’se -Lenin‘i oldukça tedirgin eden- 1970’lerin “bilinçlendirme grupları”na benzer gruplar oluşturarak işçi sınıfından kadınlarla yaptığı çalışmaları ile tanınır. Kadın örgütlenmesi update’ini onun getirdiği söylenebilir.
Kollontay, ismi geçen kişiler arasında meseleye en eleştirel yaklaşan, kadınlarla evlerde yaptığı toplantılarla işçi kadın kongrelerinin belki de temellerini atan kadın olarak kendi partisindeki erkeklerle bu meselelerde en çok çarpışandır. Ancak “…Oysa gerçekten özgür olabilmek için kadın, bugünkü biçimiyle zaman aşımına uğramış ve engelleyici hale gelmiş olan ailenin ona yüklediği zincirlerinden kurtulmak zorundadır. Kadın için aile sorununun çözümü, ekonomik bağımsızlığın tam olarak elde edilmesi ve siyasal eşitliğin kazanılmasından daha az önemli değildir.” gibi eleştirileriyle update’ler getirmeye çalıştığı marksizmin eksikliğini yamamaya çalışır.
Marksist Feministler ve Sosyalist Feministlerin Kesişim Update’leri
Proleter Kadın Hareketi’nden sonraki en keskin dönemeç 60’lı yılların sonunda yer alır. Bahsi geçen bu dönemeçte politize olan pek çok kadın, marksist kuramı keşfettikleri dönemde, yükselmekte olan “kadınların özgürlük mücadelesi”nin de etkisi altındaydı. Kısa zaman içinde karşılarına büyük bir sorun çıktı; marksist kuramda “kadın sorunu” adı verilen meselenin incelenmesi ve bu meseleye değinen belli başlı on dokuzuncu yüzyıl metinleri üzerine yapılan okumalar, kuramsal geleneğin oldukça hatalı, çelişkili ve yetersiz olduğunu gözler önüne serdi.
Başlangıçta pek çokları, marksizmin temellerinin “kadınların özgürlüğü” savunucularının sorduğu soruları yanıtlayacak şekilde genişletilmesinin yeterli olacağını düşündü. “Ancak bunun fazlaca mekanik bir çözüm olduğu ve geriye açıklanması gereken pek çok nokta bıraktığı kısa sürede kavranıldı. Karşımızda duran Marksist kuram ve kadınların ezilmişliğine dair sosyalist çalışma mirası, kapsamlı bir dönüşüm ihtiyacı sergiliyordu. Durumun kavranmasıyla birlikte, bazıları Marksizm’den büsbütün koptu. Bazılarıysa Marksist kuramı, sosyalist geleneğin yetersizliklerini aşacak bir ‘sosyalist-feminist’ sentez geliştirmek üzere kullanmakta ısrarcı oldu. Ben Marksist kuramı genişletmek şeklindeki ilk amaca sadık kaldım.” sözleriyle anlatıyordu yaşanan ayrışmaları ve kendi ‘tarafını’ Lise Vogel, Marksizm ve Kadınların Ezilmişliği isimli kitabında.
Feminizmin kimi özelliklerini marksizme eklemleyen marksist feminizmde asıl amaç, yine marksizmdeki gibi, işçi sınıfıyla birlikte kapitalizmin üstesinden gelebilmektir. Geleneksel Komünist Parti ya da Sosyal Demokratların sol kanadına da yakınlığıyla bilinen marksist feminizmin update’lerinden biri, kadının temel üretici fakat ikincil tüketici olarak tanımlanmasıdır. Kadının özgürleşmesi için çocukların yetiştirilmesinden ve ev işlerinden kurtulması gerektiğini savunurlar. Bunun yolu, onlara göre ev işlerinin sosyalleştirilmesinden geçmektedir.
Getirdikleri diğer update ise ev içi üretimin üretici bir faaliyet olmadığı görüşüne karşı çıkmalarından doğar. Bu görüşe göre, kadının üreticiliği erkeğin üreticiliğinin temelidir. Sermaye birikiminin de temelinde kadının ev içi emeğinin yattığını savunurlar. Kadının ücretli işçi haline getirilmesi projesi ile sınıfsız topluma geçiş için işçi sınıfına katılmak hedeflerindendir. Ayrıca, kadının ucuz emek gücü haline getirilmesinin, erkek egemenliğinin getirilerinden faydalanan erkek işçilerin tepkilerini soğuran bir mekanizma olduğunu söylerler.
Öncülleri gibi onlar da, kadını “proleter” ortak kimliği içinde tanımladıklarından ötürü, erkek egemenliği gibi kadını ezen devasa iktidar biçimini ve baskı mekanizmalarını görmezden gelmişlerdir.
Sosyalist feministlerden Heidi Hartmann, Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği yazısında onları “Marksizmle feminizmin evliliği, kocayla karısının İngiliz örfi yasasında tanımlanan evliliği gibi olmuştur. Marksizmle feminizm tek bir şeydir ve o bir şey de Marksizmdir… çünkü bunlar, feminist savaşımı, sermayeye karşı yürütülen o ‘daha büyük’ savaşımın içine katmaktadırlar… Gereksinmemiz olan ya daha sağlıklı bir evlilik ya da boşanmadır.” sözleriyle, marksist feminizmin net bir eleştirisini yapmıştır:
“Üstelik, bizim Marksizm türümüzde, bir ‘kadın sorunu’ yok, çünkü biz kadınları asla öncelikle ‘üstyapıya’ ya da başka bir yere kompartımanlaştırmadık.”
Barbara Ehrenreich’in 1975 yılında “olduğu şey olması için çok kısa bir tanımlamadır, nihayetinde, gerçekten sosyalist, enternasyonalist, ırkçılık ve heteroseksizm karşıtı feminizm” olarak tanımladığı sosyalist feminizm, toplumsal sınıflaşmayı kadınların yaşamlarının odağında görür, aynı zamanda cinsiyetçi ve ırkçı baskıyı ekonomik sömürüye indirgememeye çalışarak marksizme yeni bir update getirir. Radikal feministlerin sıklıkla kullandıkları “kişisel olan politiktir!” sloganını sahiplenir, aile içi olay denilerek kadına yönelik cinsiyetçi tahakkümün geçiştirilemeyeceğine inanırlar. “Sınıf çelişkisi”nin yanı sıra toplumsal yapıyı şekillendiren, toplumun kurucu bir ilişkisinin bir başka hakimiyete, toplumsal cinsiyet hakimiyetine yer açmadığı için marksizmi eleştirseler ve Marks’ı kimi zaman “cinsiyet körü” olarak niteleseler de, marksizmi kurtarma çabası içindelerdir.
Marksizmin temel kavramlarını kadınların durumunun analizine uygulamaya ve bu kavramlara yeni bir içerik kazandırmaya çalışır. Hayatlarının farklı alanlarının, birbirinden ayrılmaz ve sistematik bir şekilde bağlı olduğunu söyler ve bu bağlılığı tanımlamak için “kesişim” kavramını kullanırlar. Heidi Hartmann ve Christine Delphy’ye göre kadınlar ataerki altında ortak biçimde ezilirler ve bu ortak ezilmişlikleri kadınları bir sınıf haline getirir. Sosyalist feminizm, marksizme “kadınların sınıfı” update’ini getirmiştir.
Josephine Donovan, gerçekte marksist feminizmin artık katışıksız bir marksizmden çok temelde radikal feminizm tarafından değiştirilmiş bir marksizmi temsil ettiğine işaret etmek için artık ikisinin orta yolunun sosyalist feminizm olarak adlandırılmasının uygun olacağını belirtmiştir.
İki kuramdan da alıntıyla oluşturulan “kapitalist ataerkillik” kavramıyla ataerkil pratiklerin, toplumsal ilişkilerin ve ideolojilerin, zihniyet yapılarının aile içindeki ve dışındaki ekonomik sömürüyü nasıl yoğunlaştırdığını açıklamaya çalışan update’leri de; marksizmin temelleriyle çeliştiğini bile bile girişilen kurtarma çabalarındandır.
Marks ve Engels’ten günümüz marksizminin farklı eğilimlerine kadar farklı dönemlerde, sayamadığımız birçok kadın update’i getirilmiştir marksizme. Yaşamın her alanındaki bütün adaletsizliklerin temelini ve çözümünü ekonomide gören, politik ve sosyal iktidar biçimlerini yok sayan ve iktidarın kendisini bir sorun olarak görmekten ziyade sahiplenen bir ideolojinin update’lerle sıvanarak varlığını sürdürmekten ya da yok olmaktan başka şansı yoktur.
MARKSİZMİN LGBTİQ UPDATE’İ
Almanya’da Nasyonal Sosyalist Parti, 1928’de LGBTİ meselesine bakışını açıklamıştı: “Erkekler ya da kadınlar arası aşkı onaylayanlar düşmanımızdır.” 1933’te Hitler’in siyasi iktidarı ele geçirmesinin ardından “cinsel açıdan yozlaşmış” denilenler -tarihçilerin kimilerine göre 10 bin, bazılarına göre 50 bin, diğerlerine göre 100 bine yakın kişi- eşcinsel oldukları gerekçesiyle toplama kamplarına gönderildi ve büyük çoğunluğu türlü aşağılamayla, işkenceyle ölene kadar çalıştırıldı, eşcinselliği ortadan kaldırmaya yönelik araştırmalarda denek olarak kullanıldı, katledildi.
1936’daki İberya Devrimi’nin ardından General Franco’nun faşist İspanyası’nda “geleneksel değerler”e geri dönüldü; eşcinsellere karşı geleneksel düşmanlığa. Eşcinseller çeşitli yasalara göre (aleni rezillik, serserilik ve adice davranış) yargılanıp hapsediliyordu. Eşcinselleri çeşitli tiksindirme terapileri (kusturucu ilaçlar, elektroşok ve türlü işkence yöntemi) ile “tedavi” etme çalışmaları yapılıyordu.
Yukarıda bahsi geçen faşistlerin her yönüyle karşısında olma, faşizmin panzehiri olma iddiasındaki örneklerinse faşizmle ve faşizan yöntemlerle uzlaştığı en önemli nokta LGBTİ’ler konusundaydı.
(Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, İngiltere ve ABD’den Rusya’ya kadar tüm devletler ve resmi ideolojiler bu konuda benzer yaklaşımlar gösteriyordu. Biz bu yazıda marksizmin LGBTİ+ ve queer update’ini konu edindiğimiz için, marksizmi resmi ideolojisi ilan eden devletlerden örnekleri ele alıyoruz.)
Rusya’da 1905 ile 1917 Şubatı arasında, gey kültürü/ edebiyatı ve politikasının yeşerdiği kısa bir dönem yaşandı. 1920’lere gelindiğindeyse bu hareket zayıflamıştı. Ne Lenin ne de Troçki’nin eşcinsellik fikrini desteklediği olmuştu. Yeni Sovyet Rejimi eşcinselliği tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak görüyordu. Günden güne yükselen düşmanlık, 1933’te çıkarılan, 34’te tüm sovyetlerde yürürlüğe giren bir yasa ile zirveye vardı. Bu yasayla erkekler arasında cinsel ilişki yasaklandı ve beş yıl ağır çalışma cezası getirildi. Stalin döneminin Sovyet hukuku eşcinselliği kamu ahlakına karşı bir suç haline getirdi ancak bununla yetinmedi. On çocuk doğuran kadınlara madalya veren Stalin’in cinsel çeşitliliğin tamamen karşısında olması pek şaşırtıcı olmamalıdır. Eşkiyalık, karşı devrimci çalışmalar, sabotaj ve casusluk gibi devlete karşı işlenen suçlardan biri ilan etti.
Maocu Çin’in uygulamaları da oldukça katıydı. 1949 Devrimi’nden sonra Çinli geyler toplanıp vuruldular. Lezbiyenler göç etmek zorunda bırakıldılar. Eşcinselliğin “var olmadığı” resmi olarak ilan edildi.
Küba Devrimi’nin ilk yıllarında Sosyalist Küba Devrimi Birleşik Partisi, toplumsal cinsiyet rolleriyle kalıplaşmış heteroseksüel kadın ve heteroseksüel erkeğin dışındaki bütün cinsel kimlik ve yönelimlere karşı ön yargıları besledi. Castro, bunları “yozlaşmış Batista döneminin bir kalıntısı” olarak kınıyordu, yok edilmeleri gerekiyordu. Birinci Ulusal Eğitim ve Kültür Kongresi’nde “eşcinsel sapıkların sosyal patolojik karakteri” ele alındı ve “eşcinsel sapıkların tüm dışavurumlarının kesin bir şekilde reddedilmesi ve yayılmalarının önlenmesi”ne kadar verildi, geyler rehabilitasyon kamplarına kapatıldı. 1983’te ise “toplumda istenmeyen unsurlar”ın Küba’dan ABD’ye gönderildiği Mariel sürgünüyle uzaklaştırıldılar.
Sayılabilecek örneklerin bir kısmını sıraladıktan sonra vurgulamamız gereken bir nokta var. Marksistlerin de dediği gibi, bir ideoloji yalnızca pratikteki “yanlış uygulamalar” üzerinden eleştirilemez.
Marksizmin Temelinde LGBTİ’lere Bakış
Öncelikle belirtilmelidir ki, iddia edilenin aksine, Marks ve Engels’in kitaplarında, mektuplarında ya da başka metinlerinde LGBTİ “mücadelesi”nin esamesi okunmaz. İki yüzyıllık bu ideolojide, bu konuda farklı kesimlerin farklı görüşleri olmuştur, fikir birliği yoktur.
Marksizmin kuramsal kurucularından Karl Marks ve Friedrich Engels yayınlanmış çalışmalarında LGBTİ konusuna dair çok az şey söylediler ve genel olarak cins, cinsiyet, cinsel kimlik ve yönelim ya da cinselliğe nadiren yorum yaptılar; yaptıklarında da çoğunlukla ekonomiyle ilişkilendirerek. Örneğin Marks, “özgür kişilikten kastın, insanın kendi manevi ve erotik güçlerinin bilincine vararak, onları ‘dengeli’ bir tarzda kullanması” demek olduğunu söyler. Marks’a göre kapitalist ilişkilerin özgür ve özgün kişiliği engellediği ortadadır. Hatta gelişmiş meta ekonomisinde, ancak bazı insanlar, o da özel ve uygun koşullarda, kişilik kazanabilir.
Engels ise Anti Dühring’de şunu söyler: “Kapitalizm, insanların arasındaki her türden doğal ve insani ilişki yanında, cinsler arası ilişkileri de yıkıma uğratmaktadır.” Çoğu metninde -o dönemde bu şekilde adlandırılmasa dahi- heteronormativitenin de keskin bir savunucusudur. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında, “İlk iş bölümü, erkekle kadın arasında, döl verme bakımından yapılan iş bölümüdür.” der ve ekler “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir.” Bununla birlikte Engels’in erkek eşcinselliğini eleştirdiği ve bu durumu “antik Yunan oğlancılığı” ile ilişkilendirdiği yazıları, mektupları da mevcuttur.
İçinde bulundukları dönemde, Weimar Cumhuriyeti’ndeki Alman Komünist Partisi, Magnus Hirschfeld’in önerdiği yetişkinler arasındaki özel ve rızalı eşcinsel ilişkileri yasallaştırma çabalarını desteklemek amacıyla sosyal demokrat gruplarla bir araya gelmiştir. Engels, Marks’a yazdığı 22 Haziran 1869 tarihli mektubunda bu olaydan şöyle bahseder: “Doğu Avrupa’da Ulrichs ve Hirschfeld önderliğindeki eşcinsel hakları hareketleri midemi bulandırıyor. Eşcinseller doğaya karşı çıkan sapkın asalaklardır ve yok edilmeleri gerekir. Çünkü komünal hayatın devamı için gereken yeni bireylerin üretimini gerçekleştiremezler. Komünistler ve bu sapıklar asla bir ittifak yapamaz.” Bu ve benzeri örneklerle Engels’in metinlerinde sıklıkla karşılaşılabilir ancak bütün örnekleri sıralamak gibi bir niyetimiz yoktur.
“Marks ve LGBTİ” başlığında bulunabilecek olanın, bu konu üzerinde düşünüp taşınmayı reddediş, “Engels ve LGBTİ”de karşılaşılanın ise dahil olan bireylere açıkça düşmanlık olduğu açıktır.
Gökkuşağının Kızılı mı, Kızıla Gökkuşağı Update’i mi?
“Aşkta özgürlük, sekste özgürlük demek değildir.”
Lenin
Marksist geleneğin devamcılarının neredeyse tümü, 1960’lara dek eşcinselliği ve heteronormatif ailenin sınırlarına girmeyen bütün cinsel yönelimleri “ahlaksızlık” ya da “hastalık” olarak görmeyi sürdürdü. 68’in ardından bu durumun yüzde yüz değişip değişmediğiyse başka bir tartışmanın konusudur.
LGBTİ ve Queer hareketlerinin öncülü diyebileceğimiz eşcinsel hareketi, 1960’lara gelindiğinde radikal ve yüzünü toplumsallaşmaya dönen bir hareket haline geldi. 1969 Haziranı’nda New York’taki Stonewall Barı’nın polis tarafından basılması olayında, eşcinseller saatlerce polisle çatıştı. Literatürümüze “Stonewall İsyanı” olarak giren bu olay, yüzlerce-binlerce örgütlenmenin doğmasında ve cinsel özgürlüğün toplumsal değişimin maddelerinden biri haline gelmesinde oldukça etkili oldu.
Güncel duruma bakıldığındaysa gökkuşağının kızılı benzetmesinden marksizm ve LGBTİ mücadelesi başlıklarına, ve hatta queer marksizm denilen bir kurama dair pek çok şey yazıp çiziliyor. LGBTİ ve queer mücadeleleri, sınıf gibi çok daha büyük(!) temelleri ve amaçları olduğu iddia edilen marksizme eklemlenmeye çalışılıyor; bu update’lerin teorisyenleri, “Marks ve Engels’in … [LGBT’nin] ezilmesinin analizi ve buna karşı verilecek başarılı bir savaş için gerekli kavramsal araçları sağladığı”nı bile iddia edebiliyor.
Marksizmin eşcinsellik kavrayışının “burjuva toplumundaki bozulmanın ve çöküşün ifadesi” olarak işaretlenmekten çoğu zaman öteye gidememişken yükselen ve toplumsallaşan hareketlerin etkisiyle, yükselme ve toplumsallaşma kaygısının getirdiği bir popülizmle LGBTİ+ ve queer update’lerine ihtiyac duyduğunu söyleyebiliriz.
LGBTİ hareketin Marksizme yönelttiği belki de en temel eleştirilerden biri, her türden çatışmanın ancak sınıf çatışmasıyla ilişkilendirilmesi üzerineydi. Son derece yeni diyebileceğimiz yukarıda sayılan update’lerin en büyük çelişkisi ise, yıllardır yapılan eleştirileri hala karşılayamıyor oluşunun yanında sorulması gereken soru şu: “İki yüzyıllık teorinin üzerine teorinin temeliyle tamamen çelişen update’ler getirilerek bu çelişkinin aşılması mümkün müdür acaba?”
MARKSİZMİN EKOLOJİ UPDATE’İ
Son yarım yüzyılda ekolojiyi gündemleştirenler, marksizmin ekoloji mücadelesini kapsadığını iddia edenler ve marksizmin ekolojiyle ilişkisini genişletme eğiliminde olup ekososyalizm ya da ekolojist marksizm savlarını ortaya atanlar, bir bütün olarak marksizmin ekoloji update’ini gerçekleştirmişlerdir. Savlarını dayandırdıkları nokta, doğrudan Marks’ın yazdıkları olduğu için, biz de bu yazımızın merkezine Marks’ı, onun savunucularını ve eleştirisini aldık. Bu update’in güncel toplumsal hareketlenmelerden uzak kalmamak, eski hareketliliğe yeniden ulaşmak, yeni ve yerel örgütlenmeler başlatarak toplumsallaşmaktan başka bir amacının olabileceğini iddia etmek pek mümkün değildir.
Marksizmi Yeşile Boyamak
“…Özgürlük ancak doğanın kör güçlerinin önüne katılmak yerine, doğayla olan karşılıklı ilişkilerini rasyonel bir biçimde düzenleyen ve doğayı ortak bir denetim altına sokan toplumsal insan, ortaklaşa üreticiler tarafından gerçekleştirilebilir…”
Marks
Kapital III. Cilt
Marks’tan alıntılanan sözdeki “kör” ve “bilinmeyen doğa” imgelerinin, doğayı kötüleyen-küçümseyen bir ima taşıdığı ortadadır ve böyle bir doğa tarafından yönetilmenin kabul edilemezliği, onun egemenlik altına alınması gerektiğine işaret eder.
Marks’ın doğayı egemenlik altına alma öngörüsünün temel düşünce kaynaklarından birisi, onun “ilerlemeci” oluşudur. “Hindistan’da Britanya Yönetiminin Gelecekteki Sonuçları” adlı makalesinde ilerlemecilik oldukça açıktır: “Tarihin burjuva dönemi, yeni dünyanın maddi temelini yaratmak zorundadır… Bir yanda insanoğlunun karşılıklı bağımlılığı üzerine kurulmuş bulunan evrensel karşılıklı ilişkiyi ve bu ilişkinin araçlarını; öte yanda, insanın üretici güçlerinin geliştirilmesini ve maddi üretimin doğal araçların bilimsel bir biçimde yönetilmesine dönüştürülmesini…” Marks, yine doğayı fetihin gerekliliğini vurgumakta, uygarlık için gerekli gördüğü sermayeyi yükseltmektedir ve en önemlisi, bu süreci “doğal ve zorunlu” karşılamaktadır. Bu yaklaşımın ekolojik düşünceye yakınlığından değil, olsa olsa karşıtlığından söz edilmesi gereklidir.
Karşıtlığı görmezden gelenlerden ve ekososyalizmin büyük isimlerinden olan John Bellamy Foster, “Marks’ı ekolojiye gereken ilgiyi göstermediği için kınamanın uzun bir geçmişi varsa da, tartışmalarla geçen on yılların sonunda, bu görüşün olgularla uyuşmadığı açık biçimde ortaya çıkmıştır. Tersine, İtalyan coğrafyacı Massimo Quaini’nin gözlemlediği gibi, ‘Marks… modern burjuva ekoloji bilincinin ortaya çıkmasından önce doğanın sömürülmesini kınamıştı.” demiş ve marksizme ilk ekolojik teorik temel olma durumunu atfetmiştir.
Marks’ın doğa anlayışının, onun ekolojik görüşünün kanıtı olduğu iddia edilir. Bu tarz bir bağ kuranlar, doğa ve insan arasındaki kopmaz bağlara, bu bağlardan kaynaklı uyarılara dikkat çekseler de; bu temel felsefenin doğa üzerinde egemenlik kuran, bütün dünyayı insanın emek dolayımıyla oluşmuş bir yere çevirmeyi (belki büyük bir üretim tesisine dönüştürmeyi) arzulayan, insanlık ile doğa arasında kaçınılmaz bir karşıtlık olduğunu düşünen “üretimci” ya da “Prometheusçu” bir görüşü savunan düşünceleri görmezden gelirler.
Foster gibi düşünürler, Marks’ın düşüncelerinin bağlamını değiştiren Marks yorumlarıyla, ideolojiyi güncele uyumlu hale getirmeye çalışmışlardır. Bu tarz çabalar, marksizmin ilerlemeci varlığını değiştirmekte yetersizdir. Bu tarz bir ilerlemecilik, kapitalizmin üretimcilik zihniyetinden kopamayışı gösterir. Üretimsel değişimin olabilmesi için, kapitalizm aşaması gereklidir. Hatta bu gereklilik, onun yarattığı teknik olanaklar sayesinde doğaya fazla yük bindirilmemesine neden olacaktır. Bu ilerlemeci anlayışın kutsadığı çalışma fikri, kökenini Protestan ahlakının çalışmayı yüceltmesinden, bunu insanın özü olarak görmesinden alır. Çalışma meselesine ilişkin temel itirazlar, Marksistler tarafından emek-iş ayrımı yapılarak da ortaya konmuştur. Emek doğayla bütünleşmeyi gerektiren tüm faaliyetlerin adıysa, tüm kapitalist süreç boyunca insanın doğayla “emek” dolayımıyla ilişki kurduğu iddiasının altı boştur. Kapitalist süreç, tamamıyla doğadan kopuşa neden oluyorsa, kapitalist ilişkilerin ortaya çıktığı bir ortamda emek ortaya çıkamaz.
Enrique Leff “gerek geleneksel iktisadın, gerekse tarihsel materyalizmin doğayı bir kenara ittiğini, bu yüzden iş ekolojik tahribata geldiğinde her iki yaklaşımın da kuramsal sorunlarla sorunlarla yüz yüze geldiğini” söyleyerek güncellenmeleri gerektiğini vurgular. Bunun, marksizmin materyalist ve sınıf temelli yaklaşımının mantıksal sonucu olduğunu söyleyebiliriz.
Bununla birlikte Marks taraftarları, bir “olgu” olarak ekolojik sorunları bilmese de Marks’ın çözümlemelerinde bugün ekolojik sorunlar altında dile getirilen bazı sorunları vurguladığını ileri sürerler. Marksizm ve Ekoloji isimli kitabında Gunnar Skirberkk, “…bugün ekolojik olarak tanımlanan yetersiz beslenme, hava ve su kirliliği, gürültü, çevrenin bozulması ve nüfus artışı Marks döneminde proletaryanın sorunlarıydı ve Marks bunları çok iyi analiz etti.” demiştir. Bir kuramın ekoloji tabanlı olup olmadığı sorusu, -başkaca belirleyiciler olsa da- en çok doğanın nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgilidir. İnsanı merkeze koyan, ekolojik yıkımın sonunda insanı ve onun etkinliklerini de etkileyeceğinden dolayı yakınan algı, ekoloji mücadelesinde çevreci olarak adlandırılır. Çevrecilerin dert edindiği mesele de “çevre sorunu”dur. Marks’ın bahsettiği sorunların “ekolojik sorunlar”ı değil, en fazla “çevre sorunu”nu ifade ettiğini unutmamak gerekir; salt ekonomik anlamda kapitalizmle ilişkilendirilen “çevre sorunu”…
Marksistlerin Marks’a Yaptıkları Eleştiriler de Eleştirilmelidir
Marks’a ekoloji konusunda eleştiri yapan marksistlerin bu eleştirilerini yaparken kullandıkları düşünme biçiminin, Marks’ınkinden ne kadar farklı olduğu sorusu, bu noktada oldukça önemlidir.
Örneğin, Marks’ın doğa anlayışına yapılan eleştirileri çürütmeye yönelik tezlerini sıraladığı Marks ve Doğa: Al Yeşil Bir Perspektif kitabında Paul Burkett, en yaygın eleştirilerden birinin şu olduğunu söyler: “Marks’ın kapitalizm tahlili, doğanın üretime olan katkısını ya tümüyle göz ardı eder ya da bu katkının önemini küçümser; bu durum, özellikle de onun emek değer kuramı için geçerlidir.” Burkett bu eleştiriyi “Marks’ın doğanın üretime olan katkısını elbette önemsediği”ne dair kanıtlarla çürütür. Ancak asıl meseleye yani doğanın sadece üretime olan katkısına değer atfedilmesine dair herhangi bir eleştirisi yoktur, olması da beklenmemelidir.
Engels, Aralık 1882’de Marks’a yazdığı, Podolinsky’nin tarımdaki enerji kullanımının ölçülebilirliğiyle ilgili önerisine dair mektubunda şunları söylemişti: “Enerji rezervlerini, kömürü, mineralleri ve ormanları nasıl kötü bir biçimde tükettiğimizi sen benden daha iyi bilirsin.” John Bellamy Foster, bu mektupla ilgili Ekoloji ve Ekonomi isimli kitabında “…Marks ve Engels’i, üretici güçlerin geliştirilmesi dedikleri meseleye gereğinden fazla heves duymaları sebebiyle eleştirmek mümkün.” der. Marks ve Engels enerji rezervleri, kömür, mineraller ve ormanların kaynak olarak görülüp tüketilmesinden değil “kötü bir biçimde” yani sürdürülemez biçimde tüketilmesinden rahatsızlardır; asıl eleştirilmesi gereken de budur.
Ekolojik hareketin felsefi temeli olma iddiasında olan marksistler, varlık-kaynak tartışmasında, kaynak ekonomisi dilinden konuşur. Doğa, kapitalizm için olduğu kadar onlar için de “üretim ve tüketim sarmalında hammadde sağlayacak bir depo” yani “kaynak”tır. Kaynak ekonomisinin, literatüre liberal ekonominin meşhur sınırlı kaynaklar-sınırsız ihtiyaçlar denkleminden girmiş olduğu düşünülürse, ekososyalizmin ekolojik mücadeleye felsefi kaynak olma iddiası bir yana, liberal kökenlerini sorgulamaya başlaması şarttır. Her şekilde “mülk edinilecek” bir kaynak olan doğa, özel mülkiyetin olmaktan çıkacak, ama kamu mülkü haline gelecektir.
Bu noktada yapılması gereken, insan dolayımından arındırılmış bir şekilde, doğa ve içerisindekilerin varlık olarak görülmesidir. Marksist bakış açısı, varlıkları insan etkinlikleriyle ilişkilendirip kaynak olarak görmekte ısrarcıdır. Bu, faydacı bir bakış açısıdır. Bu faydacı bakış açısı ise iktidarlı ilişkilerin kurulmasındaki temel nedenlerden biridir. Dolayısıyla ekolojik krize neden olan bir bakış açısıyla çözüm ortaya konamaz.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.
The post Marksizmin UPDATE’i – Basit Bir Marksizm Eleştirisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Lise ve Üniversitelerden Anarşist Merhaba – Meltem Çuhadar, Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Giriş
2017-2018 eğitim öğretim dönemi, eylül ayı (liseler özelinde 18 Eylül günü) içerisinde başlamış oldu. Başlayan bu eğitim dönemi öncesinde, geçtiğimiz dönemlerde de olduğu gibi, çeşitli alt başlıklarda yapılan tartışmalar (laiklik) ile aslında eğitim tartışılmış oldu. (Hatta bu yazının yazıldığı günlerde TEOG kaldırıldı). Biz de tartışmanın önemli bir öznesi olarak tartışmaya katılmak istedik.
Öncelikle eğitimi basitçe tanımlayalım. Eğitim, bilgi aktarımı kisvesi altında iktidarın bireyleri ve toplumu şekillendirme aracıdır. Bu yapmış olduğumuz tanım, toplumun tamamını değerlendirdiğimizde karşılık bulacak bir tanım olamayabilir. Çünkü, toplumda bilginin “uygun” bir şekilde aktarıldığı ve başka bir aktarım şeklinin olmadığını zanneden bir anlayış vardır.
Biz, eğitim kavramı üzerine yapmış olduğumuz araştırmalar ve tartışmalar sonucu; eğitim denilen sistemin bireyin ve toplumun üzerinde bir tahakküm aracı olduğunu, devletin, kapitalizmin ve dinin bireyleri ve toplumu kendi çıkarlarına göre şekillendirmek için var olduğu sonucuna vardık. Eğitim sorunsalında özellikle son yıllarda çok tartışılan, “Alternatif Eğitim” gibi modeller, eğitim sistemi için bir kurtarıcı olarak tanımlansa da bilginin mülkiyeti ve bu mülkiyet üzerinden oluşan tahakküm sorunsalını çözmeye yetmemektedir. Ancak bu tartışma, başka bir yazının konusudur.
Eğitimin bir iktidar aracı olarak kullanıldığını kabul edersek, bu dönemin başlangıcında yaşanan tartışmaların iktidar kavgasından başka bir şey olmadığını fark ederiz. Bu kavganın tarafları, AKP’nin adıyla somutlaşan milliyetçi-muhafazakar iktidar ve ulusalcı-cumhuriyetçi muhalefettir. Bu sadece basit bir iktidar-muhalefet tartışması gibi görünse de, tartışmanın kapsamı, toplumun yönetilmesinden tutun da yaşamın şekillendirilmesine kadar etkilidir. Yine de eğitim sisteminin öznesi olan bizler için eğitim başlığının tartışılan alt başlıklarını değerlendirelim.
Müfredat Değişikliği Tartışması
Müfredat, eğitimin bireyi şekillendirilmesindeki en belirgin araçtır. Bireye, dolayısıyla topluma hangi bilginin verilip verilmeyeceği ve nasıl verileceği müfredat tarafından belirlenir. Müfredatı belirlemek aslında iktidarın kısa ve uzun erimde toplumu şekillendirme stratejisiyle alakalıdır. Milliyetçi ve muhafazakar bir toplum yaratmak isteyen iktidar 6 yaşından 18 yaşına kadar süren eğitimin şeklini belirlemek ister. Bu dersler kapsamında, milliyetçilikle bezenmiş tarih ve coğrafya derslerinde “vatan” sınırlarının şekillendirilmesi, abartılı savaşlardaki abartılı kahramanlıklarla yükseltilen milliyetçilik Türk Dili ve Edebiyatı’yla sürdürülecektir. Oluşturulmak istenen muhafazakar ahlak anlayışı, ders saatleri artırılan din kültürü ve ahlak bilgisi dersi ile gerçekleştirilecektir. Matematik, fizik, kimya gibi (toplum) iktidar yararına olan dersler değişmezken, çok renkliliği-sesliliği, yaratıcılığı savunan sanat, düşünen düşündüren soruları cevaplayan sorgulayan felsefe, birey hallerinden toplumun hallerini araştıran geliştiren psikoloji, sosyoloji gibi derslerin ders saati azaltılırken derslerin niteliği de değiştirilir. (“Nitelikleri düşürülür” yazmadık çünkü zaten eski müfredatta da nitelikleri düşüktü. Sadece bu iktidara uygun bir şekilde nitelikleri değiştirildi.) Spor dersi ise genel geçer sporların yapıldığı bir spor anlayışından çıkarılarak güçlü güçsüz ayrımını belirleyen ve adeta bir asker sporuna dönüştürüldü (Aslında hep böyleydi).
Müfredat değişikliği tartışmalarının önemli bir örneği, evrim teorisinin müfredattan çıkarılıp çıkarılmaması oldu. Gelen tepkiler üzerine iktidar önce oldukça netti: “Olmayan bir şeyin dersini nasıl öğretelim” karşılığını verdi. Ardından her ne olduysa “Çıkarmadık, daralttık.” denildi. Tartışmada en son varılan nokta ise “evrim teorisinin felsefi altyapısı olmadığı gerekçesiyle liselerden kaldırılıp üniversitelerde öğretilmesi” oldu. İktidarın evrim teorisini tamamen müfredattan çıkaramamasının nedeni, tek başına muhalefetin tepkisi değil gibi görünüyor. Bunun nedeni, önümüzdeki günlerde anlaşılacak gibi.
Yönetmelik Değişikliği Tartışması
Eğitim sisteminde yönetmelik değişikliğinin kapsamı okulun işleyişi ile ilgilidir. Okulun başlangıç ve bitiş saatleri, okul içi kurallar ve kurallara uyulmadığında disiplin kurulunun işleyişi gibi konular yönetmelikle ilgili konulardır. Yönetmelikler, eğitim sistemi içerisine konumlandırılan öğrencinin tüm hareketlerini kontrol altına alan kurallardan oluşur. Kılık kıyafetinden saç sakalına, öğrencinin okul içi okul dışı hal hareketlere kadar davranışlarını kapsamaktadır. Hatta bu kapsama geçtiğimiz dönemlerde çıkarılan bir yönetmelikle öğrencilerin internet paylaşımları da alındı. Daha internet paylaşımları üzerinde herhangi bir öğrenci Erdoğan’a hakaret suçlamasından cezalandırılmamış olsa da bu önümüzdeki günlerde bunun olmayacağı anlamına gelmemektedir. Kaldı ki internet paylaşımları üzerinden öğrencilerin fişlendiği ise aşikar. Bu fişlemelerle “bu bizden-bu bizden değil” anlayışıyla ayrıştırdıkları öğrencileri büyük bir baskının beklediğini biliyoruz. Her türlü muhalif öğrencinin karşı karşıya kalacağı bu baskı, iktidar ve muhalefetin kavgasının ötesinde herkesi kapsayacaktır. Ayrıca bu yönetmeliklerin işleyişi belirgin bir çelişki içerecektir/içermektedir. AKP (ya da MHP) bünyesindeki müdürler, müdür yardımcıları ve öğretmenler yönetmelikle belirlenen disiplin kurallarını kendi öğrencilerine uygulamayacaklardır. Bu bize yönetmeliklerin kural koyucular tarafından bile işletilmediğini göstermektedir. Disiplin kuralları kural koyucular tarafından bile işletilmez. Çünkü bu kurallar “disiplin” için değil iktidarın kendine itaatkar bir toplum ve birey yetiştirmesi için uygulanır. Bu dönem gerçekleştirilecek olan bir başka değişiklik ise bu kuralların işletilemediği karşı koyuşlara saldırmak için özel güvenlik görevlileri yerine okullara özel polislerin yerleştirilmesidir.
Yapısal Değişiklik
AKP’den önce kemalist-ulusalcı ideolojiyle şekillendirilen eğitim 15 yıldır iktidarda olan AKP tarafından milliyetçi-muhafazakar anlayışa dönüştürülüyor. Bu dönüşüm, yavaş yavaş senelerdir sürmekteydi ancak son dönemde yapısal değişikliklerin hayata geçirilmesi hızlandı. Ortaokul ve liselerin imam hatip lisesine dönüştürülmesi, geçtiğimiz yıllarda da büyük bir tartışma konusuydu. Okulların yapısal değişikliği hızlandıkça İmam Hatiplerin sayısı da arttı. Önceden 60 bin olan imam hatiplerin sayısı 2017 itibariyle 2 milyonu aştı. Bu okulların iki bini, bu yıl açıldı. Yapılan yönetmelik değişikliğinde, bir ilçede Anadolu Lisesi açılabilmesi için nüfus şartı en az 20 bine yükseltildi. İmam hatipler için ise nüfus şartı 5 bine kadar düşürüldü. Bir başka yapısal değişiklik ise imam hatipler dışındaki Sosyal Bilimler, Fen, Güzel Sanatlar ve Spor Liseleri yönetmeliklere uymadığı gerekçesiyle kapatılabilecek olması. Bu değişikliğin uygulanması pek çok Anadolu, Fen, Sosyal Bilimler, Güzel Sanatlar ve Spor Liselerinin kapatılarak İmam Hatip Lisesine dönüştürülmesini sağlayacak.
Sonuç
Eğitim sistemi, milliyetçi-muhafazakar anlayışın topluma empoze edilmesi için, önceki iktidarlar tarafından olduğu gibi- bu iktidar tarafından da kullanılıyor. İktidarların kendi ideoloji ve yaşam biçimlerini topluma dayatma noktasında bir araç olarak kullandıkları eğitim, iktidarlar ve muhalefet tarafından tartışılırken meselenin asıl öznesi olan biz öğrenciler özgürlüğü bu iki taraftan birini seçmek zannederek büyük bir yanılgı yaşıyoruz. Aslında seçenekler aynı, hangisini seçersek seçelim, iktidarlar tarafından şekillendirdiğimiz bir seçim olacak bu.
Meltem Çuhadar
Lise Anarşist Faaliyet
Yükseköğretime Giriş Sınavı sonrasında “özgürce” seçtiğimiz üniversitenin bir bölümündeyiz. Artık, ilkokul ve liseden en önemli farkı “zorunlu” olmamasıyla aşırı “özgürleşmiş” olan üniversitedeyiz. Artık üniversitedesin, merhaba.
Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK): 12 Eylül’den sonra çıkarılan bir yasa ile kurulmuş, “Tüm yüksek öğretimi düzenleyen ve yükseköğretim kurumlarının faaliyetlerine yön veren, bu kanunla kendisine verilen görev ve yetkiler çerçevesinde özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip, bir kuruluştur.” Ekim 2016’da yayınlanan KHK’nın ardından önceden YÖK’ün sorumlu olduğu üniversitelere rektör atama, artık cumhurbaşkanı tarafından gerçekleştirecek.
Üniversitelerde Neler Oluyor?
Zorunlu eğitim olmadığı için ilkokul ve liselerden ayrı tutulan üniversiteler, Yüksek Öğretim Kurumu’nca genel hatları belirlenen, ancak “her rektörün kendi yönetmeliği” olduğundan bu tartışmalara (laik eğitim-muhafazakar eğitim) dahil değil. Ancak, tartışmayı daha geniş bir başlığa, milliyetçi-muhafazakar ideolojinin toplumu istediği gibi şekillendirmesine çekersek, üniversiteler özelinde bu konuyla ilgili hayli söz üretebiliriz.
Öncelikle belirtelim: Üniversite, bireylerin sistem içinde konumlanabilmesi için var olan entegrasyondur. Birey kapitalist sistem içerisinde hangi pozisyonda konumlanacağını üniversiteler sayesinde gerçekleştirir. Ancak üniversiteler, bu topraklardaki ekonomik, siyasal ve toplumsal olaylara karşı söz üretebilmek adına önemli bir alandır. Bu yüzden üniversitelerde siyasi olarak var olmak biz anarşist gençler için de önemlidir. “Ülkemizin aydın insanları”, AKP’nin karanlığı” gibi söylemlerle tartışmanın diğer tarafını oluşturan ulusalcı- kemalist veya ilerici-sosyalist düşünceden farklı bir noktada duruyoruz.
Rektörler Artık “Seçilmiyor”
Gerçekleştirmek istediği yapısal dönüşümün üniversite ayağında, yakın tarihe kadar başörtüsü serbestliği dışında görünür bir çalışma yapmayan milliyetçi-muhafazakar iktidar, stratejilerini gerçekleştirmek için OHAL’i kullandı. Bu kapsamda, 29 Ekim’de yayınlanan 676 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile rektörlük seçimleri kaldırıldı. Rektörler, YÖK’ün önerdiği üç aday arasından Cumhurbaşkanınca atanacak. Şayet bir ay içerisinde önerilenlerden birisi Cumhurbaşkanı tarafından atanmazsa, YÖK de iki hafta içerisinde yeni aday göstermezse, Cumhurbaşkanı doğrudan atama yapacak.
Tüm bu düzenlemelerin üniversitelere yönelik bir hamle olmasının ötesinde “Başkanlık”ın uygulamaya geçmesinin bir göstergesi olduğunu unutmamak gerek. 1980 darbesi ile kurulan YÖK, 2007’ye dek fiili olarak “özerk” bir yapıya sahipti ve YÖK’ün çizdiği genel sınırlarda, her üniversitenin yönetimi rektörlüklerdeydi.
2016’da rektörlük seçimleriyle ilgili yayınlanan KHK’dan önce, “Rektörlük seçimleri üniversitelerde haksız uygulamalar, kırgınlıklar ve kişisel çekişmelere yol açmakta ve yükseköğretim kurumlarında kaos ortamının oluşmasına neden olmaktadır. Bu nedenle üniversitelerde seçim sisteminin terk edilerek atama sisteminin getirilmesi ile bu sıkıntıların ortadan kalkmasının sağlanması amaçlanmaktadır.” açıklamasıyla AKP tarafından meclise yasa önerisinde bulunmuş, ancak muhalefetin tepkisi nedeniyle yasa önergesi geri çekilmişti.
Rektörlüğün Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi, aslında pratikte 2016’dan önce gerçekleşen bir uygulama. İstanbul Üniversitesi’nde 2015’te yapılan seçimlerde 300 oy fark ile Raşit Tükel rektör seçilmiş, ancak YÖK Mahmut Ak’ı birinci sıradan Cumhurbaşkanına önermiş ve böylece rektör Mahmut Ak olmuştu.
Bunun ardından, akademik camiada da, üniversiteliler arasında da tartışılan konu “milli irade” meselesi oldu. Erdoğan’ın o süreçte yükselttiği ve oy çoğunluğunu ifade eden “milletimizin iradesi” -yani temsili demokrasi- söz konusu üniversite olduğunda, hiç dillendirilmemişti ve Erdoğan, cumhurbaşkanı olmanın sorgulanamazlığı ile çoğunluğu da hiçe sayarak (zaten azınlık yok sayılıyor) yeni bir rektör atamıştı.
Darbeden bir yıl sonra kurulan YÖK, kuruluşuyla beraber, her üniversitenin kendi özelinde yaptığı rektörlük seçimini kaldırmıştı. Yükseköğretim Kurumlarına rektörü doğrudan YÖK’ün sunduğu adaylar tarafından Cumhurbaşkanı’nın ataması Kanunu getirilmişti. 1992 yılında, bu kanunda düzenleme yapılmış, üniversitelerde tekrar rektörlük seçimleri yapılmaya başlanmıştı. 2016 yılında çıkartılan KHK ile, seçimler tekrar kaldırılmış oldu. Yani üniversiteler YÖK’e değil, doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlanmış; bu yüzden YÖK’ün de eski etkisi kalmamış oldu.
Akademisyenler İhraç Ediliyor
Vakıf Üniversitelerini saymazsak, “köklü üniversiteler” olarak adlandırılan üniversiteler; bundan önce devrimci çalışmaların yapıldığı yerlerdi. Aynı zamanda, iktidarın sunduğu bilgi anlayışının ve iktidarın ideolojisinin dışında; -YÖK’ün etkisini saymazsak- rektörlerin, dekanların, profesörlerin ve akademisyenlerin kendi bilgi anlayışları ve muhalif ideolojileri vardı. Aynı zamanda, üniversiteliler ekonomik, siyasal ve toplumsal adaletsizliklere karşı üniversitelerden söz üretebiliyor, siyasetin bir öznesi haline gelebiliyorlardı.
Devletin OHAL kapsamında yayınladığı KHK’lar ile yüzlerce akademisyen görevden atıldı. Görevden alınan akademisyenlerin bir kısmı devletin FETÖ ile ilişkili olduğu öne sürdüğü akademisyenlerdi. Ancak görevden alınanların büyük çoğunluğunu muhalif akademisyenler oluşturuyordu. 11 Ocak 2016’da, Barış İçin Akademisyenler imzasıyla bir bildiri yayınlanan 1128 akademisyen, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” şiarıyla Kürdistan’da yapılan “insan hakları ihlalleri”ne karşı tepkilerini gösterdiler. Hemen ardından Erdoğan tarafından hedef alınmaları gecikmedi: “akademisyen müsveddeleri”, “alçaklar”, “terörist yandaşları” gibi yaftalamaların ardından, “gerekli kurumları gerekli faaliyete” çağıran Erdoğan, yayınlanan KHK’lar ile kendisinden olmayanı susturma, sindirme ve yok etme stratejisinin bir uzantısı olarak FETÖ’cülerle birlikte, bu akademisyenleri de görevden aldırdı. Yerlerine atanan rektörler, profesörler ve akademisyenler; hepsi açık bir şekilde iktidarı destekliyordu.
Entegrasyon Şekil Değiştiriyor
AKP’nin milliyetçi-muhafazakar anlayışı haricinde üniversitelerde yaygınlaştırmak istediği anlayışın kendi ekonomik çıkarlarına da paralellik gösterdiğini söylemek zor olmasa gerek. Üniversitenin entegrasyon olduğunu söylemiştik, son 15 yıldır AKP iktidarının yapmış olduğu, yapmayı amaçladığı ve bundan sonra yapacağı şey bu entegrasyonun şeklini değiştirmektir. Sözgelimi bundan önce Çevre Mühendisliği’nde okuyan bir öğrenci, okulunda öğrencilerin yaptığı ekoloji panellerinde yer alması, akademisyenlerin veya profesörlerin ders anlatırken HES, RES gibi enerji santral projelerinin karşısında yer aldıklarını belirtmesi, yakın gelecekte imkansız görünüyor. Önümüzdeki süreçte, iktidarın öğretmenleri ve iktidarın anlayışının empoze edildiği öğrenciler artık santral projelerini yüzde yüz destekleyeceklerdir.
Şunu ekleyelim; üniversitelerde kemalist-ulusalcı ideolojinin hakim olduğu dönemde “daha özgürmüşüz” gibi bir yargıdan söz etmiyoruz. Ulusalcı-kemalist ideolojinin ilk yıllarında da benzeri stratejiler geliştirilmiş, “kemalist olmayan”ın herhangi bir alanda kendini var etmesi söz konusu olmamıştır. İktidarların, kendi ideolojileri doğrultusunda toplumu şekillendirme stratejilerinde, eğitim kurumları her zaman iktidara paralel olmuştur. Milliyetçi-muhafazakar iktidar, şu an kendi anlayışını/ideolojisini belirli bir kalıba sokmaya ve bu kalıpları keskin çizgilerle belirlemeye çalışıyor. Bu yüzden, kendinden olmayan hiçbir düşüncenin varlığı, kendi alanı olan üniversitelerde mümkün olamaz.
Devletin kutuplaştırma politikasının bir uzantısı olarak, toplumun geneline yayınlan bu taraflaşma, üniversitede de belirginleşti. Eğitim başlığında değerlendirilen tartışmaların üniversiteye yansıması bu taraflaşmanın ötesinde, iktidarın kendinden olmayanı hiçbir alanda var etmeme stratejisinin somutlaşmasıdır. Görünen o ki, bu dönem de biz gençler için tartışmalı bir yıl olacak.
Şeyma Çopur
Anarşist Gençlik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
The post Lise ve Üniversitelerden Anarşist Merhaba – Meltem Çuhadar, Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Adalete ve Özgürlüğe Olan Açlığımızla Yaşayacağız – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Demokrasi devletlerin silahı olmuştur hep. Devletlerin çıkar savaşlarında yalanların örtbas edilmesinde en etkili araç olmuştur. Halklara yöneltilmiştir bu savaşlarda namlular ve “demokrasi” uğruna yitenler, bu savaşların sadece birer piyonu olmuştur.
Çok şey yaşandı… Demokrasi adına stratejiler üretildi, teoriler geliştirildi ancak pratikte demokrasi, yönetenlerin elinde halklara karşı bir silah oldu hep. Doğrudan halkın özyönetimine dayalı bir demokrasiye tolerans sıfırdı. Devlet ideolojisinin sarsılmazlığı, demokrasinin kimin elinden geldiği ile orantılıydı. Bu yüzden siyasi krizler, ekonomik çöküşler, sosyal ve kültürel kıyımlar yaşandı tarih boyunca.
Halklar devlete itaatkarlaştırıldı, asimile edildi. Kimlik, etnisite, inanç ve farklı özgürlükler devlet ideolojisinin tekliğinde eritildi, yok edildi. Korkuyla büyütülen biat kültürü, suskunluk getirdi. Bunlara karşı koyanlar, özgürlük arayışında sesini yükseltenler bastırıldı, katliamlarla imha edildi. Devletin sarsılmazlığının korunması, demokrasi ile mümkündü.
Siyasi krizler, savaş, darbe, askeri cunta ve benzeri tüm kalkışmalar; beraberinde getirdiği ekonomik krizler, farklı ve öteki olana tahammülsüzlük, kamplaşma ve yükselen faşizm… Tüm bunlar, devletin halklara yönelik “demokrasi” kisvesi altında uyguladığı yaptırımlardı. Bu coğrafya yakın zamanda hepsine tanık oldu.
Bu coğrafya aynı zamanda halkların hareketliliklerine de şahitti. Taksim Direnişi, yakın tarihteki en etkili toplumsal hareketlilikti mesela. İtaat etmeyenler tepkileriyle sınırları aşan büyük bir etkileşim yaratmıştı. Tarih boyunca deneyimlediği için böyle hareketliliklerin sonuçlarını öngörebilen devlet korktu, siyasi iktidar saçmaladı, ekonomi altüst oldu, demokrasi yalan oldu. Yine “devlet demokrasisi”nin saçmalığı gözler önüne serildi.
Rojava’yı gördü devlet, daha da korktu. Çizdiği sınırların hemen yanı başında, devletlerin – kapitalizmin ve onlar tarafından üretilmiş örgütlü şiddetin baskısına karşı koyanlar vardı hala. Devletsiz kimliklerine sahip çıkan özgür halklar, özgür komünler, özgür ilişkiler… Çok yakındaydı. Korktu devlet. Kadınlar vardı, her yerdelerdi. Onların özgürlük mücadelesi kurutulamıyordu, ellerinin değdiği her yer yeşeriyordu aksine. Ekoloji mücadelesi verenler vardı. HES, nükleer, maden gibi devlete ve şirkete kar, işçiye, doğaya ve yaşama zarar olan her şeyin tekerine çomak sokuyorlardı. LGBTİ bireyler vardı, nereden çıkacakları belli olmuyordu. İnançlarını yakılmalara yıkılmalara rağmen yaşatan Aleviler vardı. Devrimciler vardı. Halkların öz örgütlülüğüne inanarak devlete karşı mücadele eden; assan da kessen de vazgeçmeden, yılmadan direnen. Devletin korkusu büyüdükçe büyüdü.
O kadar korktu ki devlet, OHAL süreci ile sarsılmazlığını korumak istedi. AKP içi ayrışmalar, oy toplama savaşları, “FETÖ krizi”, yolsuzluklar gibi saçmalama süreçlerinin ardından, kendi gücünü korumak istedi. Ve yapacaklarını da “demokrasi” adına yapmış olmak istedi. OHAL ilan etti. Herkesi yargıladı, hapishanelere kapattı.
Ekonomiyi güçlü gibi göstererek yaşadığı diplomatik sıkıntıları örtbas etti. AB’ye, ABD’ye ahkamlar kesti, ama nafile; çöküş sürdü. Sürecin başında hissetmesek de krizin faturası KHK’lar ile halka kesilmeye başladı ve fatura gün geçtikçe kabardı. İşsizlik ve işten atılmalar FETÖ’cülere yönelik denildi, hepimizi tek potada eritti. Hem bir krizin eşiğindeydik toparlanması gereken, hem de içi çatırdayan AKP kamu ve özel sektörde kendi yapılanmasını bu sayede oluşturuyordu. Tüm devlet kurumları el değiştirdi bir anlamda. “Farklı olan bizden değildir” mantığı ile OHAL sürecinde örtük bir ideolojik saldırıya maruz kaldık. Sokaklara çıkıp eylem yapmak, arz ve talepleri dile getirmek bir suçtu. Polis OHAL yetkisiyle hunharca saldırdı. Bu da saldırının örtük olmayan kısmıydı.
Şimdilerde kimse kendini açık edemiyor. OHAL’in korkusu yaşanıyor. Korkunun çaresizliğiyle suskunluk, “Ne olacak bu gidişat?” sorusuyla bekleyiş sürüyor. Bu çaresizlik, bu suskunluk, bu bekleyiş hayra alamet değil.
“OHAL sürüyor ama halkı nebze etkilemiyor” yalanını söyleyenlerin yalanları ayyuka çıktı. Mesela kendi mahallemizde bazı sokaklardan geçemiyoruz. -O sokak güvenlik gerekçesiyle kapatıldı.- Bazı sokaklara meydanlara üstümüzü başımızı aratmadan girip basın açıklaması bile yapamıyoruz. -Alanın etrafı polis tarafından güvenliğiniz için kapatıldı.- Mesela polisin hoşuna gitmeyen bir sloganı atamıyoruz. “Katil devlet” diyemiyoruz. Diyoruz tabi, gözaltına alınıyoruz. Türlü işkencelerin ardından tutuklanıp hapishaneye kapatılıyoruz. -Bahsi geçen şahıslar devletin güvenliği gerekçesiyle kapatıldı.- “OHAL hissedilmiyor” diyen bakanlar belki hissetmiyordur, biz iliğimizde kemiğimizde hissediyoruz. Yaşam, yaşanmaz hale geldi. Şimdilik durum böyle.
Ve bir kırılma yaratmak zorundayız. CHP’nin başlattığı Adalet Yürüyüşü bir kırılma olabilir mi? Elbette hayır! Bugün adalet isteyenler, süreci baştan görmediler mi? Niye şimdiye kadar sustular, hiçbir şey yapmadılar? Yaşamlarımızın her alanı bir bir talan edilirken onlar sonu başından belli “şaibeli” referanduma güvendiler, sokağı meydanı boş bıraktılar. Ne oldu da adaleti şimdi ister oldular?
Bir kırılma yaratmak zorundayız. Çünkü OHAL yasal ya da fiili olarak devam edecek, en azından bir süre daha bu halde yaşamaya çalışacağız. Milyonlarcamız açlık sınırında, Nuriye ve Semih’in yüz günü aşkın süredir devam eden açlığıyla, bunca baskı ve zulmün ortasında ekmeğe adalete ve özgürlüğe duyduğumuz açlıkla, yaşamaya çalışacağız. Ancak bu kabusu sona erdirmek de bizim dilimizde, elimizde, sıkılı yumruğumuzda…
Bir kırılma yaratmak zorundayız!
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Adalete ve Özgürlüğe Olan Açlığımızla Yaşayacağız – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post TERÖROKRASİ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Korku, endişe ve sürekli bir panik hali başta coğrafyamızda olmak üzere tüm toplumsal yaşamı yönlendirmeye başladı. Ne zaman nerede bomba patlayacağı, hangi örgütün hangi saldırıyı üstleneceği, kaç kişinin öldüğü, bombanın türü, silahın hangi devletin malı olduğu, saldırıların kimin çıkarına çıkar kattığı, kimi daha anlaşılmaz kıldığı gibi sorular tartışma gündemlerini oluşturuyor. Artık sadece savaşın yoğun yaşandığı bölgelerde değil her yerde insanlar ölüm ile burun buruna yaşıyor. Ayrıca savaş da artık sadece Lübnan’da, Afganistan’da, Irak’ta Suriye’de değil. Savaş yaşadığımız coğrafya başta olmak üzere tüm dünyaya terörizm olarak yayıldı, yayılıyor. Hizbullah, El Kaide, IŞİD ile varlığını tescilleyen dönem öncekilerden farklı bir yerde duruyor.
Tarih içerisindeki dönemler adlandırılırken, bir tarihsel dönem, ona ilişkin tarihsel kırılmanın ertesi günü adlandırılmaz. Tarihsel kırılmanın kısa ve uzun dönemli etkilerinin görülmesi gerekir. Dönemin ismini koymak, belki yıllar alabilir. Toplumsal, siyasal ve ekonomik sonuçların etkisi gözlemlenir; bu etkinin bütün dünyada yarattığı ortama bakılır.
Bu tarz bir isimlendirmeye, sadece siyasal tarihçilerin işini kolaylaştırsın diye değil; var olan siyasal, toplumsal ve ekonomik süreçlerin içerisindeki problemler tespit edilsin ve bunlara ilişkin geliştirilecek çözümlerin bir önceki dönemden daha farklı olması gerektiği ortaya konulsun diye ihtiyaç vardır.
Özellikle Suriye’deki, iç savaş gibi başlayan ama aslında başından itibaren iç savaş olmayan süreç, bugün bir dünya savaşı olarak bile değerlendiriliyor. Savaşın yarattığı etkinin bu kadar geniş bir alanı etkiliyor oluşu, şimdilerde yeni bir kavramı popüler hale getiriyor: küresel iç savaş. Siyasal belirsizlik, kriz, siyasal düzenin devamlılığı adına hukukun askıya alınması ve bunun hukuk halini alması, kesintiye uğrayan toplumsal işleyiş, sadece bugün içerisinde bulunduğumuz OHAL’in özelliklerini değil, bir süredir dünyada devam etmekte olan bir dönemin özelliklerini yansıtmak için gösterilebilir örneklerdir.
Bugün demokrasi ortadan kalkmıştır; Dolayısıyla, meşruluğunu bundan alan devlet mantığı da. Yeni bir siyasal dönem, yeni bir devlet politikasını beraberinde getirmiştir. Bu sürecin gelişimini iyi anlayabilmek için, öncelikle bu sürece yol açan siyasal kırılmalara bakmak gerekir.
Soğuk Savaş Sonrası Düzen
Soğuk Savaş sürecinin bir savaşla değil de, şiddet unsurları içermeyen, barışçıl bir şekilde sona ermesi ve bu sürecin uluslararası ilişkiler alanında çalışan akademisyenlerce öngörülememiş ve açıklanamamış olması, bir kırılma noktası olarak kabul edilebilir.
Soğuk Savaş’ın bitişiyle beraber, dünya siyasetinin yapı ve süreçleri önemli bir değişim ve dönüşüm sürecine girmiştir. Karşılıklı bağımlılıklar ve iç içelik artmış; dünya siyasetinde sayıca daha çok aktörün daha bütünleşik bir ağ oluşturduğu yapılar ortaya çıkmıştı.
Küreselleşme denilen bu süreçte, “devlet güvenliği” tanımlamasından “uluslararası güvenlik” şeklinde tanımlanan, bölgesel ve küresel güvenlik anlayışına geçilmiştir. Önceki süreçte, dar anlamda, savaş, silahlı çatışma, kuvvet kullanma halleriyle tanımlanan güvenlik, ele alındığı çerçevenin ötesine geçerek ekonomi, enerji, çevre, sağlık, sosyo-kültür ve eğitimin de içinde olduğu daha geniş bir çerçeveden tanımlanmaya başlanmıştır.
İçeriği genişletilen güvenlik kavramının daha bütüncül hale getirilmesiyle, devletler de güvenliğin sağlanmasına yönelik farklı stratejiler geliştirmeye başlamıştır:
Tehditlerin karşılanması ve karşı konulması bağlamında bir ulusal güvenlik stratejisi ortaya koymak,
Tehdidin kaynağındaki asli nedenlere inerek tehdidi tümden ortadan kaldıracak tedbirler almak, yani bir uluslararası güvenlik stratejisi takip etmek.
Soğuk Savaş dönemi bitene kadar; güvenlik, öncelikli olarak askeri unsurlar çerçevesinde tanımlanmış ve ulus devletlerin ulusal güvenlikleriyle özdeşleştirilmiştir. Bu uluslararası sistemde, hâkim aktör olan devletler, arasındaki ilişkileri düzenleyecek bir merkezi otoritenin yokluğundan hareketle, kendi güvenliklerinden sorumludur. Bu dönemde devletler, güvenlik için askeri güce başvurur. Küçük devletler de büyüklere yakınlaşır. Sovyetlerin yıkılışıyla birlikte bu yaklaşım tarzı çökmüştür. Uluslararası ilişkiler teorilerinin, devletler sistemi çerçevesinde yapılandırılan, büyük güçlerin ve bunların karar vericilerinin savaşa ve barışa dair verdikleri kararlara odaklanan bakış açısı kabul görmemeye başlar. Devletlerin arasında işbirliğini sağlayacak bir sistem kurulması, iletişimin ve bilgi paylaşımının arttırılması, ortak ilkeler, normlar, değerler ve kuralların geliştirilmesi, çatışmaların önlenmesi ve kriz yönetiminin artması, Soğuk Savaş sonrası uluslararası siyasetin “demokratik” sınırları olmuştur.
Bu dönem, dünyada kapitalizmin küresel versiyonunun işlerlikte olduğu, liberal demokrasinin tek meşru devlet rejimi kabul edildiği ve bu sistemi işletmeyenlerin buna zorlandığı bir dönemdir.
11 Eylül
Hitler, iktidarı eline alır almaz “Halkın ve Devletin Korunması Kararı”nı ilan etti. Karar, bireysel özgürlüklerle ilgili maddeleri askıya alıyordu. Buna yaşam özgürlüğü de dâhildi. Siyasi sistemle bütünleşmeyecek olan bütün kesimleri bedenen ortadan kaldıracak bir zemin hazırlandı. O zamandan bu yana, bu uygulama kalıcı bir hal aldı ve devletlerin (demokratikleri de dâhil olmak üzere) kalıcı uygulamalarından birisi haline geldi.
Liberal demokrasinin, mevzu bahis uygulamayı ortadan kaldırmak şöyle dursun, uygulamayı demokrasi örtüsü altında koruyacağını tahmin etmek çok zor değildi. Bu, demokrasinin olağanüstü durumlarda açığa çıkaracağı totaliter yandı (Platon’un meşhur sözünde olduğu gibi “Halk bir tiran tarafından yönetilmek istediğinde ne olacak?”).
Hitler’inkine benzer bir uygulama 13 Kasım 2001’de ABD başkanının “askeri buyruk” isimli çağrısında kendini gösterdi. Buna göre “terörist faaliyetlere karıştığından kuşkulanılan, ABD vatandaşı olmayan kişilerin “süresiz alıkoyulmasına” ve “askeri komisyonlarca” yargılanmasına yetki verilmişti. Demokrasi süreci, anayasal meşruiyetine ilişkin ilk soru işaretini böyle verdi.
Daha önce de senatonun 26 Ekim 2001’de geçirdiği ABD Yurtsever Yasası (USA PATRIOT ACT), devletin güvenliğini tehlikeye sokacak faaliyetlerinden kuşkulanılan yabancıyı gözaltına alınmasına izin veriyordu ama 7 gün içinde bırakılmasını öngörüyordu. Askeri buyruğun yeniliği bir bireyin bütün hukuki statüsünü ortadan kaldırması, böylece hukuki açıdan adlandırılması ve sınıflandırılması olanaksız bir varlığın ortaya çıkmasıydı. “Batı Demokrasisi” bu iki kararla, kendi propagandasının altını oymaya başladı.
Soğuk Savaş Sonrası Düzen 11 Eylül ile Bozuluyor
ABD Başkanı Bush, 11 Eylül sonrası yaptığı açıklamasında, “Düşman, global menzile sahip her terörist grup ve bunlara destek veren her devlettir” demişti.
21. yüzyıla girerken gerçekleştirilen bu eylem, bundan sonra dünyanın gidişatını siyasi, ekonomik ve askeri yönden etkileyecek boyutlara sahiptir. Bu eylemin içerdiği mesajı ve yol açtığı ya da açacağı sonuçları doğru tahlil etmek gerek.
Öncelikle, saldırının hedefinde ABD’nin üzerine oturduğu sacayağını oluşturan üç güç vardır: siyasi iktidarlar, askeri iktidarlar, ekonomik iktidarlar…
Bu saldırıyla hedeflenen ekonomik iktidarlar, küresel kapitalizmin sermayedarlarıydı. New York, Wall Street, İkiz Kuleler ABD ekonomisinin ve küresel ekonominin kalbidir. Askeri iktidarlar hedef almıştır, yani Pentagon. Dünyanın askeri komutası burasıdır; ABD’nin askeri prestijidir. Üçüncü saldırı, Beyaz Saray’a yapılması planlanmış ama gerçekleşmemiştir.
Bu saldırıyı kimin gerçekleştirdiğine ilişkin birçok komplo teorisi ileri sürülmüştü. Ancak saldırıyı Usame Bin Ladin liderliğindeki El-Kaide gerçekleştirmediyse bile, ABD bunu gerekçe yaparak Afganistan’a “müdahale etti”, ardından da Irak’ı işgal etti. Hem de demokrasi ve özgürlük getirme bahanesiyle. Şimdi de Suriye’de bir pozisyon aramakta, niyetse aynı.
Sözde radikal dinci hareket, grup, örgüt ve devletlere gözdağı vermek niyetiyle girişilen tüm bu hareketliliğin ismi “Teröre Karşı Savaş” olarak adlandırılıyor. Ancak aşikâr olan, bu işgallerin ekonomik, jeopolitik ve stratejik nedenleri olduğudur.
Eğer 11 Eylül değişimin başlangıç noktası ise, bu tarihten sonra olan biteni iyi irdelemek gerek. Her şeyden önce bu saldırı birçok yeni kavramı yaşamımıza soktu: Küresel terör, küresel tedirginlik gibi… İlk defa bu çapta bir “eylem”, bütün dünyada canlı yayında izlendi. Şimdiye kadar küresel birlikler, bağlar, ilişkiler vardı ama böylesi küresel bir gösteri yaşanmamıştı. Bu denli küresel tedirginlik görülmemişti. Bu gelişme, bir şok etkisi yarattı ve toplumsal bir travmaya yol açtı. Bunun sonucunda ABD vatandaşları korktu; bu korku ve endişe oranında ABD milliyetçiliği tetiklendi, hatta ırkçılığa yol açtı.
Dolayısıyla ABD’deki saldırı, organizasyonu, çapı, biçimi ve etkileri bakımından küresel bir etkiye yol açtı. Sonunda küreselleşme olgusu her alanda olduğu gibi kendi terörünü de yaratmıştı. Bu saldırı, bunu yapan daha büyüğünü de yapabilir endişesi yarattı. Güpegündüz, New York’ta gökdelenlerini yıkan güç, her şeyi yapabilir!
Bütün dünyanın “korumasını üstlenen” Pentagon’un merkezinin vurulması, ABD’nin dokunulmazlığını ortadan kaldırmıştır. Bunun, Soğuk Savaş sonrası oluşan devletlerarası güç dengelerini değiştirmesi de diğer açık göstergelerden biri. Asimetrik dünya, asimetrik savaşlar gibi kavramların konuşulduğu yeni bir dünya düzeni yürürlükte artık.
Bu düzende her ne kadar baskın tarafların olduğu biliniyor olsa da, baskın güçlerin birbirlerine ilişkin pozisyonlarının ne olacağını tahmin etmek oldukça güç. Bu güçlüğün derecesini anlamak için Suriye’nin asimetrik durumuna bakmak yeterlidir.
Değişen Yönetim Biçimi: Demokrasi
Demokrasi kavramı, her ne kadar halkın yönetimi ile ilişkilendirilse de ilk elde bir şey anlatmaz. Kavram birçok şey ifade etmek için kullanılır. Birçok şey ifade edilmeye çalışan başka sözcükler gibi hiçbir şeyi ifade etmeme tehlikesini de içerisinde taşır. Şimdilerde, başkanlık sistemi için dillendirilen “halkın, halk tarafından, halk için yönetimi” tanımı, demokrasi için de sık kullanılan bir tanımdır.
Özellikle, Soğuk Savaş’ın ardından, “küreselleşen” siyasal sistem olarak demokrasi ya da gerçek adıyla liberal demokrasi, vaat ettiği “siyasi iktidarın belirlenmesinde herkesin eşit paya sahip olması” ilkesini açık bir şekilde gerçekleştiremedi. Bu sadece, kapitalizmin yarattığı adaletsizliklerin, yönetimsel düzeye yansıması ve daha zengin olanın yönetimde daha fazla söz hakkına sahip olmasıyla alakalı değil. Durum aynı zamanda demokrasinin sözde siyasal eşitlik ilkesinin dayandığı mantıktan da kaynaklanır. Demokraside yönetme hakkının çoğunluğa verilmesi hedeflenir. Siyasal üstünlük, temsili demokrasinin parçası olan ve belirli periyotlarla gerçekleşen seçimlerle belirlenir. Yani demokrasiyi seçimlerle demokratik kılan mantık, sayısal üstünlüktür. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuç, sırf çoğunluğa ait olduğu için doğru ya da haklı olanlar üzerine kurulu bir siyasal sistemdir. Azınlığın, çoğunluğun baskı ve zorlamasına maruz kalmamasını önleyecek ne yapılabilir? Demokrasinin, azınlığın hak ve özgürlüklerini garanti altına alacak kurumlara da sahip olduğu iddiasına karşı, bugün dünyanın farklı yerlerinde farklı nedenlerle azınlık olanların konumlarına bakmak yeterlidir. 2001’den bu yana farklı adaletsizliklere maruz kalanların, adaletsizlikleri dillendirildikleri için bile baskı, zorlama hatta katledilmeye maruz kaldığı aşikârdır.
Sözde halk iradesini, yönetimde belirleyici güç olarak muhafaza edebilmek için işletilen “temsil” kurumunun, “halk için yönetmek” maksadıyla ne hale dönüşebileceğini tahmin etmek için çok uzak coğrafyalardaki siyasi yönetimlere bakmaya gerek yok. Demokrasinin içerisinde potansiyel olarak barındırdığı totalitarizm, tüm halkın çıkarlarının birleştirildiği ve halk adına en doğru kararın verildiği bir neden-sonuç ilişkisiyle kendisini belirginleştirir.
Bugün demokrasi, üzerinden yükseldiğini iddia ettiği tüm erdemler noktasında sahteliğini açıkça ortaya koymaktadır. Bireylerin, kendi kaderini tayin edebilmesi; farklı hayat tarzlarını meşruluğu ve barış içinde birlikte yaşama; bireyin ve bireysel özgürlüklerin değeri; adaletin sağlanması; çatışmaların çözümü gibi erdemlerin demokrasinin işlemesiyle gerçekleşmeyeceği ortaya çıkmış oldu.
Batı toplumları için demokrasi, evrensel oy hakkına dayalı olarak düzenli ve rekabetçi seçimlerin yapıldığı bir sistemdir. Soğuk Savaş sonrası, liberal kapitalizmin zaferinden sonra; devlet iktidarının “ahlaki” olarak savunulabilecek tek kaynağı demokrasiydi. Ancak özgürlük, katılım, anayasal devlet, seçimler, halk egemenliği gibi demokrasi için olmazsa olmazların hiçbiri kendisine demokratik diyen rejimler tarafından gerçekleştirilememiştir.
Bireysel özgürlükler, kapitalist sistem içerisindeki tüketim serbestlikleri ile çerçevelenmiş; siyasal özgürlükler sunulan partilerden birini seçmeye indirgenmiştir. Halkın yönetime sözde katılımı belirli aralıklarla kendilerini yöneteceklerini seçtiği seçimlere sıkıştırılmış, halkın siyasal iradesi böylelikle bütün siyasal ve ekonomik sorunlardan uzak başka gündemlerle manipüle edilen yapay bir işleyişin içine sıkıştırılmıştır. Dünyanın farklı bölgelerinde gerçekleşen “demokratik seçimler”deki katılım oranlarının her defasında artan bir şekilde düşmesini neyle açıklamak lazım? Mevcut siyasal düzene ve işleyişe bir güvensizliğin ifadesinden başka nasıl açıklanabilir bu durum? Demokratik yapı içerisinde, tek meşruluğunu anayasadan alan devletler, mevzu bahis dönem içerisinde kendi yazdıkları, uygulamaya koydukları, uygulamayanlar için cezalar hazırladıkları yasaları, kuralları “aşikar” bir şekilde çiğner bir duruma gelmiş, bu hukuksuzluk asıl hukuk haline gelmiştir. Sadece içerisinde bulunduğumuz devletin son dönem OHAL uygulamalarına değil; Batı’nın en demokratik geçinen devletlerinde(ABD, Fransa…) bile benzeri uygulamalar artık normal hale gelmiş, devletin şiddet uygulamaları her koşulda meşrulaştırılmıştır.
Yükselen Sağ
Bu, zorla dayatılan demokratik sistemin, dünyanın ezilen coğrafyalarına ne getirip ne götürdüğünü hepimiz biliyoruz. 11 Eylül 2001’den sonra, terörizme karşı başlatılan savaş, demokrasi ve özgürlükler götürmeye evrilmiş, toplumsal dinamiklerden yararlanılıp iç savaşlara dönüştürülmüş; sonuç olarak hiç de söylendiği gibi “olumlu” sonuçlara yol açmamış, tam tersine müdahil olunan coğrafyayı tam bir keşmekeşe çevirmiştir. Bu keşmekeş coğrafyaların bir parçasında yaşıyoruz. Keşmekeşle kastedilen belirsizliğin, sıkıştırılmışlığın, baskının ve şiddetin ne olduğunu iyi biliyoruz.
Öte yandan, demokrasinin beşiği diye tabir edilen coğrafyalarda, demokratik sistem ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda da vaat ettiklerini gerçekleştirememiş ya da gerçekleştirdikleri üzerinden bu coğrafyalarda yaşayanları tatmin edememiş bir durumdadır. Bunun siyasal yansımasını en belirgin olarak gözlemleyeceğimiz kırılma, 2001 sonrasında Batı’da yükselen popülist sağ hareketlerdir.
Batılı coğrafyalarda sağ popülizmin yükselişte olduğu zaman dilimi, sürecin değişimini gözlemlemek adına önemlidir. Öte yandan sağ popülist politikacıların yükselttikleri söylemler, liberal demokrasicilik oyununun Batı’da herkesi tatmin edemediğinin en açık göstergesi. Bu söylemlerin dayanak noktası göçmen karşıtlığıdır. Karşıt olunacak şey olarak yerli işçi sınıfına, ekmeklerini ellerinden alan düşman olarak göçmenleri hedef gösteriyorlar. Bu siyasal söylemin arkasında her ne kadar güçlü bir teorisi olmasa da, insanları kararsızlığa sürükleyen bir yöntemi var. Sorunların kaynağını tekleştiren (göçmenler…) popülist politikalar, böylelikle çözümü de basitleştirmiş oluyor. Toplumsal sorunların ağırlığı arttıkça sunulan basit çözümler, bu söylemi çoğunluk için cazip kılmaya olanak veriyor.
Avrupa coğrafyasında, aşırı sağ partiler, 2001’den bu yana oylarını artan bir şekilde yükselttiler. Şimdilerde %5-21 arasında aldıkları oylarla, siyasal iktidara ortak olma ya da etki edebilme gücüne sahipler. İngiltere’de milliyetçi sağ parti Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi, 2001’de %1,5’ini aldığı oyların, 2015’te %12,5’ini aldı. Fransa’da Ulusal Cephe lideri Marie Le Pen’in, 2011’de %10’unu aldığı oyları, 2017 cumhurbaşkanlığı seçimleriyle %25’e çıkarması bekleniyor. Hollanda’da sağ Özgürlük Partisi, 2006’da %5,9 oy alırken, 2012’de %10,1 oy almış; son seçimlerde Danimarka Halk Partisi %20’lere, İsviçre Halk Partisi %29’lara çıkardığı oylarıyla artış gösteren sağ eğilimin en açık göstergesi olmuştur. Öte yandan bu partilerin olduğu gibi, Belçika Flaman Çıkarları Partisi, Finlandiya Gerçek Finliler Partisi, İtalya Kuzey Ligi, Macaristan Jobbik partileri de popülist bir yöntemi, göçmen karşıtı söylemleri, yabancı düşmanlığını ve küreselleşme karşıtlığını benimsiyor. Bu partilerin dışında Avrupa’da (PEGİDA, Altın Şafak gibi) daha radikal/ırkçı hareketlerin yükselişte olması var olan siyasal popülizmin faşizme evrilebilme potansiyelini göstermesi açısından yakıcı örnekler.
Kapitalizm Deri Değiştiriyor
Kapitalizmin bugün içerisinde girdiği sıkıntıyı anlamak önemlidir. Çünkü kapitalizmin bu versiyonu Soğuk Savaş sonrasında yaygınlaştırılmaya çalışılmış siyasal sürecin ekonomik yansımasıdır. Küresel kapitalist sistem, 2008’den bu yana kritik düzeyde bir krizin içerisine girmiş ve bu kriz geniş bir zaman diliminde küreselleşebilmiştir.
Artık küreselleşme sonrası (post-globalization) dönemin yaşandığı dillendiriliyor. Bu, açık bir şekilde kapitalizmin deri değiştirmesinden başka bir şey değildir. Kapitalist işleyiş, farklı dönemlerde dayanak noktalarını değiştiriyor. Bu yeni süreç de bunun habercisi. Son Davos Ekonomik Forumu’nda “küreselleşme” kavramının bir problem şeklinde ele alınması bunun en açık göstergesi. Peki, kapitalizmin küresel yöntem geliştirmesi ne demek?
Küreselleşmenin, ulus-devlet gibi siyasal kurumların sonunun habercisi olduğu sıklıkla dile getirildi. Tabi aynı zamanda, tam tersi tartışmalar da yapıldı. Ancak bu tartışmalarda asıl karşı vurgu, ulus-devletin küreselleşme sürecinin bir parçası olarak yola devam edeceğiydi. Her ne kadar liberal yöntemin nihai olduğunu vurgulayan ekonomistler ya da bugün artık parçalanmaya başlayan ekonomik birliktelikler, SSCB’nin çökmesinden beri genel söylemin belirleyicisi olsa da, kapitalizm kendine şu an farklı bir yörünge çizmişe benziyor.
Küreselleşme döneminin en önemli özelliklerinden biri hızlı bilgi akışı ve teknolojiydi. Öte yandan merkezi olmayan bir yöntemle, sermaye akışı ulus-devletin yavaşlığından ve merkezi yapısından kurtarılarak daha bölgesel/yerel açıdan yönlendiriliyordu.
Bu tarz bir işleyiş kapitalist ekonominin içindeki farklı sektörlerin gelişmesine ve sermayenin bu yönlü gelişimine (merkezsiz biçimde) yol açmıştı.
Ancak şu an küreselleşmenin kapitalist gelişimin önünde bir engel ya da işe yaramayan bir yöntem olarak ele alınması, devletlerin ve şirketlerin ekonomi politikalarının konuşulduğu bir mecrada bir sorun olarak dile getirilmesi, belki de merkezi yapıların (ve dolayısıyla ulus-devletlerin) yeniden önem kazanmasına sebep olacak.
Son süreçte, kapitalist ekonominin başarılı örneklerinden biri olan Çin örneği bu noktada önem taşıyor. Farklı bir kapitalizm yapısına sahip Çin için devlet bu ekonominin merkezinde konumlanıyor. Ucuz iş gücünü otoriter önlemlerle kara dönüştürmeyi başaran Komünist Çin, kapitalizmin değişen yapısında Batılı sermaye için örnek alınacak bir ekonomi olarak görülüyor.
Öte yandan, 4. Sanayi Devrimi gibi bir başlığın ekonominin gündemi olduğu bugünlerde, üretimde yoğun olarak kullanılan robotların dağıtım ve tüketim alanlarına doğru genişlemesi konuşulur hale getiriliyor. Teknolojinin, üretim araçlarının gelişim süreçlerini de otomatize etmesi ve yapay zekâ unsurlarını bu süreçlere dâhil etmesi dünyanın her yeri için olmasa da, özellikle endüstri-sonrası bölgeler için önemli bir yerde duruyor.
Terörokrasi Dönemindeyiz
11 Eylül 2001’den beri devam etmekte olan süreç, bütün dünyada birçok değişime neden olmuştur. Soğuk Savaş sonrası tek güç konumuna gelen ABD’nin yaşadığı siyasi karizma yitimi, uluslararası düzlemde güç dengelerinin değişmesine yol açtı. Bu noktada uluslararası ilişkilerdeki durumu, sadece ABD ve İslami örgütlerin çatışması ya da sıkça yapıldığı şekliyle Batı medeniyeti ve Batılı olmayan şeklinde bir kutuplaşmadan kaynaklı bir denge değişimine indirgemek yeterli değildir.
Devletlerarası ilişkiler, özellikle küreselleşme süreci ile birbiriyle bu kadar ilintili hale gelmişken; tüm uluslararası arenanın bu sürecin sonunda değişmeyeceğini beklemek imkânsızdır.
Öte yandan, süreci “emperyalizm” tezleri üzerinden açıklamaya çalışanların yaşadığı sıkıntı, bu güç dengelerindeki tek aktif aktörü ABD olarak görmelerinden kaynaklanan sıkıntıdır. Devletlerarası ilişkilerde ufacık bir değişim bile daha önce aktif olmayan aktörleri daha hareketli kılacaktır.
Yeni bir devletler sisteminin şekillendirildiği açıktır. Ancak bu çok aktörlü bir şekillendirmedir. Baskın olan tek bir devlet değil, devletlerdir. Bu sürecin “sonu zaten belli” değildir. Bu devam etmekte olan bir süreçtir. Bugün Suriye’de olup bitenler, hem bu çok kutupluluğun hem de önceden tahmin edilemezliğin en büyük örneği konumundadır.
Devletlerarası durumun bu dengesiz halinde, devletler sadece Suriye gibi savaş bölgelerinde “savaş hukukunu” bile es geçmekle kalmayıp, aynı zamanda bu dengesiz durumu iç siyasetlerine de yansıtabilmektedirler.
Bu küresel iç savaş durumunun farklı yansımalarını, tüm dünyada gözlemlemekteyiz. Yukarıda da bahsettiğimiz, yeni sağ söylemin tetikleyicisi göçmen karşıtlığının sebebini de benzeri yere koymak gerek. 2001’den bu yana Batı’da yükselen yabancı düşmanlığı/göçmen karşıtlığının El-Kaide ve IŞİD benzeri örgütlerin yaptığı eylemlerle ilişkili olduğu açıktır. Ancak terörizme karşı başlatılan küresel savaştan kaynaklı, milyonlarca insan, yaşadığı coğrafyaları terk etmek durumunda kalmıştır. Bu milyonlarca insan, mikro düzeyde Batılı göçmen karşıtlığına maruz kalıyorken, makro düzeyde ise Batılı devletlerin dış siyasetinde insani içeriğinden tamamen arındırılmış dış politikalarına konu olmaktadır.
Yazının başında belirttiğimiz gibi, bu kaotik durum; farklı coğrafyalarda yaşayan insanları korku, panik ve endişe içerisinde bırakmaktadır. Yabancı düşmanlığı/göçmen karşıtlığının altında yatan önemli sebeplerden biri de budur. Öte yandan sürekli bir tehlike psikolojisi içerisinde bırakılan toplumlarda, gündelik yaşamın olağanlığı da giderek farklılaşmıştır.
Gündelik yaşamın olağan halinin farklılaşmasına ilişkin en belirgin örnek; toplumsal tüm alanlarda giderek örgütlenen panik haliyle karşımıza çıkar. Bütün bir toplumun kontrolünü mümkün kılmak için, toplumun tamamını baskı altında tutan iktidar açısından panik, özellikle içerisinde bulunduğumuz bu dönemde, kaçınılmaz bir araçtır. Yaşadığımız coğrafyada son yıllarda patlayan ve giderek normalleştirilen bombalar, bu panik halini yaratmakta en sık kullanılan araçlardan olmuştur. Bombalar ya da sıkça kullanılan tabiriyle “terör eylemleri”, özellikle devletin birey üzerinde yaratmak istediği korku halinin en etkili yoldan yaratılmasına zemin sağlar. “Herhangi bir zamanda herhangi bir yerde patlaması mümkün herhangi bir bomba”nın var olma ihtimali, bahsedilen bu panik halini ve devletin bu panikten faydalanarak açığa çıkarttığı baskısını sürekli kılar. Panikle birlikte korku, korku aracılığıyla baskı ve kontrol açığa çıktıkça, hâkim kılınmak istenen otorite süreklileşir; “demokrasi” ya da “demokratik yöntem”ler ortadan kalkar. “Terörokrasi” olarak adlandırabileceğimiz yeni bir siyasal siteme geçiş başlar.
Devlet, söz konusu bu siyasal sistemle birlikte, elindeki tüm araçları da terörokrasi döneminin ihtiyaçlarına göre şekillendirmeye başlar. Terörokrasi dönemiyle birlikte siyasal iktidar, kendi varoluşu için, üretilmiş şiddete başvurur. Bu dönemde kimi zaman kendi terör örgütlerini yaratan devlet, kimi zaman da var olan terör örgütlerinin önünü açar; bu yolla, toplumsal psikolojiyi de istediği yönde şekillendirir. Devlet “terör örgütleri”nin varlığında, “kendi terörünü” gizlemeye çalışır. Aynı zamanda karşısında olan herkesi bu “terör örgütü” aynılığında eritmeye çalışan devlet; tüm muhalif kesimleri “terör örgütü” tanımının ardına iter; bu aynılıkta topyekûn bir “kendinden olmayan herkesi yok etme” politikası güder.
Öte yandan terörokrasi döneminde devlet “terör örgütleri”ni, “kendinden olmayan herkesi” susturmak amacıyla da aktif olarak kullanmaya başlar. 20 Temmuz’da Suruç’ta ya da 10 Ekim’de Ankara’da olduğu gibi, devlet, kendisine muhalif olan tüm kesimleri yok etmek ya da korkutmak amacıyla kendi yarattığı ya da önünü açtığı terör örgütlerini kullanmaya başlar. Terörokrasinin işlemeye başlamasıyla birlikte “terör örgütlerinin varlıkları ve saldırıları”, devlet ve iktidarı için kullanışlı olan birer araca dönüşür.
Artık yeni bir siyasal işleyişin içerisinde, terörokrasi dönemindeyiz. Bugün kapitalizm ve demokrasi işlevsizleşmeye- yetersiz kalmaya başlamışken; devlet, terörokrasi dönemiyle birlikte, ekonomik ve siyasal krizlerden çıkış yollarını aramakta.
Bugün kapitalizm, yüzyıllardan bu yana vaat ettiği toplumsal refahı hala sağlayamadığından yetersiz kalmaya; içine girdiği krizle birlikte işlevini kaybetmeye başlamıştır. Ekonomik adaletsizlikler küresel çapta daha hızlı bir şekilde yaygınlaşmaya başlamışken; bunları yaratan devlet ise siyasal işleyişi değiştirmekle birlikte bu çıkmazdan sıyrılmanın yollarını aramıştır. Bugün demokrasi, adalet-özgürlük ya da eşitlik gibi iddialarını halen yaratamamış ya da bilinçli bir şekilde yaratmamış olduğundan, toplumun farklı kesimleri için gerçek dışı; devlet mekanizması içinse işlevsiz hale gelmiştir.
Kapitalizmin ve demokrasinin artık işlemediği bu siyasal düzende, sınıfsal çelişkiler daha da artmış; artan çelişkiler toplumsal hareketlenmeleri de beraberinde getirmiştir. İçinde bulundukları ekonomik ve siyasal adaletsizliklerden muzdarip olan kesimler yaşadıkları bu çelişkilere itiraz etmeye başladıkça; bu itirazlara karşı iktidarın “kontrol mekanizması” da gelişmiştir. Söz konusu kontrolü artık “güler yüzlü demokrasi” ya da “küresel kapitalizm” ile sağlayamayan devlet mekanizması; kontrolün şekliyle birlikte içerisinde bulunduğumuz siyasal dönemi de değiştirmiştir; terörokrasiyi işletmeye başlamıştır.
Ezenler hâkimiyetlerini kaybetme endişesiyle bir korku dünyası yaratırken; “teröre karşı savaş” yöntemi artık birçok devletin siyasal aracı haline gelmişken; terörokrasi işte topyekûn bu yeni dönemin bir tanımlamasıdır.
Terörokrasi, yeni bir siyasal işleyiş olarak artık karşımızdadır. Ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşamın tamamının dönüşümüne yol açan bu işleyişin kullandığı yöntemler de elbette geçmişe göre farklılıklar taşımaktadır. Terörokrasi, meşruluğunu artık biten demokratik sistemden ya da kapitalizmden almayan siyasal iktidarların kendilerini dayatmak için yarattıkları yeni bir sistemdir.
Temelini korku, baskı, kontrol ve tahakküm üzerine kuran devletler için terörokrasi, içinde bulunduğumuz bu siyasal ve ekonomik krizden sıyrılmanın yolu; halklar içinse devlet eliyle giderek artırılan panik ve korku, baskı, zulüm demektir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.
The post TERÖROKRASİ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “DEMOKRATÖRLÜK” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Her Kriz Bir Seçim, Her Seçim Bir Kriz Doğuruyor!
Popülist sağın küresel çaptaki yükselişiyle beraber, demokrasi kavramı da liberallerin elinden muhafazakarlara geçiyor. Daha dün seçimleri ve halk oylamalarını temel ilke olarak edinen liberaller, bugün ABD’de ya da yaşadığımız topraklarda olduğu gibi seçimlerin meşruluğunu sorgular hale geliyor. Liberaller ve benzerleri demokrasinin ilkelerini, demokrasinin kendisinden üstün tutarken; muhafazakarlar da seçilmiş olmanın güveniyle demokrasinin kendisine sahip çıkıyor. Son dönemlerde, birçok yerde seçimlerden zaferle çıkan popülist sağ, tıpkı yaşadığımız topraklarda olduğu gibi sıkıştığı her noktada sandığı ve demokrasiyi işaret ediyor. İçerisinde liberalinden sosyalistine ve hatta merkez sağına kadar geniş bir yelpazeyi barındıran muhalifler de, gösterilen sandığa güle oynaya gidiyor ve son zamanlarda büyük bir hüsranla geri dönüyor.
Hal böyle olunca da her seçim yeni bir krize, her kriz de yeni bir seçime kapı aralıyor. Toplumsal mücadelelerin alanları da bu tartışmaların ve birbirini izleyen seçimlerin gölgesinde gitgide daralıyor.
Bir Başkanlık Hikayesi de Gambiya’dan
Demokrasinin kendisi, bütün dünya halklarına “en doğrusu” olarak dayatıldığından bu yana, kavram, iktidara oynayan herkesin diline pelesenk oldu. Kimisi seçimlerle iktidara gelirken; kimisi de demokrasi taşıyarak iktidarını meşrulaştırdı. Bazıları da işlemeyen demokrasi anlayışını yeniden inşa etmek için ülkenin yönetimine el koydu.
Yakın zamanda da bir başka “başkanlık sevdalısı” Gambiya Devlet Başkanı Yahya Jammey, kaybettiği seçimin sonuçlarını tanımadığını belirterek, ülkede OHAL ilan etmiş, “Allah’ın izniyle” ülkeyi bir milyar yıl daha yöneteceğini söylemişti. Öyle olmadı, Jammey’in kendisi 11 milyon dolar parayı da yanına alarak özel uçağıyla Gine’ye kaçtı. Rakibi ve bir iş adamı olan Barrowa, batının ve Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu’nun desteğiyle koltuğuna kavuştu. Sözüm ona, demokrasi yine zafer kazandı.
Fakat tesadüf şuydu ki, bu başkanlık sevdalısı adam da bir demokrasi aşığıydı. 1994 yılında 29 yaşında “demokrasi aşığı” bir teğmen olarak demokrasiyi ülkesinde yeniden tahsis etmek için ülke yönetimine el koymuş ve hemen ardından yapılan seçimleri açık ara kazanarak, ta ki ülkeyi terk edene kadar, başkanlık koltuğuna sıkı sıkı yapışmıştı. Şunu da belirtmek gerekir ki, demokrasi Gambiya’ya Jammeh’ten çok çok önce İngilizler tarafından taşınmıştı.
Eğer Biri Size Demokrasi Getireceğini Söylüyorsa, Direnmeye Hazır Olun
Anlaşılacağı üzere yukarıda bahsettiğimiz demokrasi, bir işleyiş, bir katılım süreci ya da fikirlerin temsili değildir. Demokrasi iktidarlar arasında elden ele dolanan bir kıyafettir. Bunu kimi zaman muhafazakarlar, kimi zaman liberaller giyer ama mutlak bir şey vardır ki, o da, kıyafetin içinde bütün çıplaklığıyla zorbaların, iktidarların durduğu gerçeğidir.
The post “DEMOKRATÖRLÜK” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Demokrasinin Muğlaklığı” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Demokrasiyle Sıkıştırılıyoruz Demokrasinin bu sınırlı yapısında dahi muhalefet etmekte ısrarcı olan “demokratik” seçim, referandum, plebisit vb. yanlıları, aynı stratejinin bir parçası olarak devletli sistemin aldatmacasına dahil olurlar. Bu sistemin içinde kazanmak yoktur. Kazandığını zannetmek vardır. Demokrasi kelimesinin içeriğini “daha iyi” dolduranlar, yalnızca kelimenin varoluşundaki kötülüğü kamufle ederler.
15 Temmuz’da yaşanan darbe girişiminin ve sonrasında ilan edilen OHAL uygulamalarının, coğrafyadaki siyasette yarattığı dönüşüme tanık olmaktayız. Bu dönüşümün sadece siyasetle sınırlı kalmadığı, ekonomiden topluma, bu dönüşümün birçok farklı alanda etkisinin olduğu bir zaman diliminin içinde yaşıyoruz. Bu dönüşümün siyasal alandaki dönüştürücülüğünü yapısal, kurumsal ve söylemsel olarak hissetmekteyiz.
Yapısal olarak hissetmekteyiz, çünkü Tayyip Erdoğan ve partisinin, devletin yapısında bir değişikliğe gittiği açık. Bu yeni yapıyı güçlendirmek adına, kurumlar arası hiyerarşi de yeniden şekillendirilmekte, hatta bazen olmayan kurumlar var edilerek politik işleyişe dahil edilmektedir.
Bu dönüşümün söylemsel iz düşümünü anlamak için, yine Tayyip Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrasındaki politik açıklamalarında aramak gerek. Söylemsel düzeyde, siyasal iktidarın (bu siyasal iktidarın artık bizzat Erdoğan’da vücut bulduğunu gözden kaçırmadan) demokrasiyle ne kadar haşır neşir olduğuna ilişkin girişilen ufak bir çaba bile, bu dönüşümü anlamamız açısından bir kolaylık sağlayacaktır.
Demokrasi Sevdası
Tayyip Erdoğan’ın 15 Temmuz’dan bu yana Cumhurbaşkanlığı resmi internet sitesine kayıtlı konuşmalarına bir göz attığımızda:
İlk konuşması 15 Temmuz sonrasında gerçekleşen “ulusa sesleniş” konuşması… Konuşmanın “millete hitap” diye isimlendirilmesi bile sürecin siyasal söyleminin nasıl değiştiğini görmek açısından önemli bir ibaredir. 19.07.2016’daki “millete hitap” konuşmasından 14.12.2016’daki 32. Muhtarlar Toplantısı’na kadarki süre içerisinde toplam 42 konuşma gerçekleştirilmiş; gerçekleşen bu 42 konuşmada, demokrasi kelimesi 165 kez dillendirilmiştir. 15 Temmuz öncesinde gerçekleşen ve yine aynı kaynaktan bulunabilecek 42 konuşamadaysa, demokrasi kelimesi sadece 45 kez dillendirilmiştir. 15 Temmuz öncesi ve sonrası demokrasi kelimesi kullanımlarındaki bu fark, kelimenin 15 Temmuz’dan sonra nasıl da popülerleştiğini göstermek adına kritik bir ayrıntıdır.
Özellikle 15 Temmuz sonrası “demokrasi meydanları”na, “demokrasi nöbeti” tutanlara, “demokrasi ve şehitler mitingleri”ne yönelik konuşmalarda kullanılan demokrasi kelimesi sayısı, 15 Temmuz öncesi gerçekleşen uluslararası konferanslardaki konuşmalardaki sayısından bile (BM Medeniyetler İttifakı Buluşması konuşması, Dünya İnsani Zirvesi konuşması vb.) daha fazladır.
15 Temmuz’dan sonraki konuşmalarda demokrasi kelimesinin beraber kullanıldığı diğer kelimeleri gözden geçirdiğimizde “demokrasi mücadelesi”, “demokrasi nöbeti”, “demokrasi direnişi”, “demokrasi meydanı”, “demokrasi ülkesi”, “demokrasi dersi”, “demokrasi destanı”, “demokrasi kahramanı” gibi ikili kullanımların yanı sıra, “demokratik parlamenter sistem”in, “gerçek demokratlığın” övüldüğü “tatlı su demokratlığı”nın yerildiği konuşmalara rastlamak mümkün. Bunun dışında kısmen demokrasi tanımlarının yapıldığı konuşmalarda “demokrasi milli iradenin üstünlüğüdür”, “demokrasi milletin taleplerinin iktidar olduğu bir rejimdir” gibi ibarelerle demokrasi, 15 Temmuz sonrası oluşan siyasal ortama göre yeniden tanımlanmaktadır.
Demokrasinin Muğlaklığı
15 Temmuz’dan sonra ilan edilen OHAL, çıkarılan KHKlar, sıkıyönetim uygulamalarıyla tutuklananlar, kapatılan dernekler-basın ve yayın kuruluşları… Bu ve benzeri uygulamaların her geçen gün arttığı, devlet baskısı ve şiddetinin her geçen gün daha fazla hissedildiği bir ortamda mevcut siyasi iktidarın demokratik olmamak ve hatta diktatörlükle eleştiriliyor olmasını, yukarıda örneklediğimiz söylemsel dönüşümle beraber düşündüğümüzde, iş içinden çıkılmaz bir hale dönüyor.
OHAL süreciyle beraber, yaşadığımız coğrafyada gözlerimizden kaçmayan demokrasiye ilişkin bu ikirciklik aslında küresel siyaset sahnesinde de mevcuttur. Örneğin ABD’nin dünyanın farklı coğrafyalarındaki işgallerini meşrulaştırmak için demokrasiyi kullandığını ya da İsrail devletinin Filistinlileri öldürme hakkını “demokratik seçim”lerle sağladığını biliriz. Batı diye tabir edilmeyen coğrafyadaki bazı siyasal iktidarların diline dolanan ya da Arap Baharı gibi süreçlerde ulaşılacak hedef olarak gösterilen demokrasi teriminin içerdiği tezatlıkları görmek açısından önemlidir.
Dolayısıyla, ya demokrasi kavramının birbiriyle tezat halde bulunan milyonlarca anlamı var ya da kavramın kendisi anlamsız. Jean-Luc Nancy “demokrasinin her anlama (politika, etik, hukuk, uygarlık) geldiği için hiçbir anlam ifade etmez” olduğu tespitinde bulunuyor. Siyasal erdemin tümünü temsil ettiği ve ortak iyiliği sağlamanın tek yolu olduğu için kelime, en sonunda her sorunlu niteliği, her türden sorgulama veya tartışma olanağını ortadan kaldırıyor.
İçinde bulunduğumuz süreçte Tayyip Erdoğan ve partisinin ağzına pelesenk ettiği demokrasiyi, benzer bir yerden düşünmek gerekiyor. Yani kavram varoluşsal olarak her tarafa çekilmeye müsait. Birisi bir şeyi demokrasi için yaptığını söylerken; başka birisi aynı şeye, neden olarak demokrasiyi göstererek karşı çıkabilir. Demokrasinin ifade ettiği toplumsal modelin neye tekabül ettiğine ilişkin muğlaklık açıktır. Her şey demokrasi için yapılır, her icraat daha demokratik olma vaadiyle desteklenir.
Demokrasinin bu belirgin olmayan anlamı, terimle kast edilenin devletin kuruluş biçimi mi yoksa devletin yönetim tekniği mi olduğunun anlaşılmamasında yatar. Yani terimle iktidarın hem meşrulaştırması hem de işleyiş biçimi tanımlanır. Bu Georgio Agamben’in ifadesiyle hukuksal-anayasal bir terminolojinin bir yönetim tekniğiyle uzlaştırılmaya çalışılmasıdır.
Demokrasinin bu ikili anlamına benzeyen durum, Aristotales’in “politea” ve Rousseau’nun “toplum sözleşmesi” terimlerinde de mevcuttur. Kelimeler “anayasa” ile “yönetim”i imler. İkisi de birbirinden farklı olmasına rağmen, bu anlamların aynı kelimelerle karşılanmasıyla birbirine bağlanır.
Yine Agamben’den alıntılarsak “Bugün hükümet ve ekonominin gitgide her türlü anlamdan mahrum bırakılan halk egemenliği üzerindeki ezici hakimiyetine tanık oluyorsak bunun nedeni; Batı demokrasilerinin borçlarıyla birlikte kabul ettiği bir felsefi mirasın bedelini ödemekte olmasıdır belki de”. Bunun anlamı şudur; devletin başı konumundaki siyasal iktidar ya da hükümet basit bir icra aygıtıymış gibi gösterilir. Yani “milli irade”nin sadece uygulayıcısıdır. Ancak devlet iktidarının temel gizemi “milli irade”, halk egemenliği vs. değil, bu siyasi iktidarın uygulayıcısı olmasında yatar.
Demokrasiyle beraber birbirini meşrulaştıran ve birbirine tutarlılık kazandıran bu iki unsur, birbirine demokrasiyle bağlanır. Ancak birbirinden farklı bu iki unsur nasıl birbirine bağlanır buna ilişkin herhangi bir veri yoktur. Yönetimin kuruluş biçimi, yönetim tekniğine indirgenir. Demokrasi kelimesinin muğlaklığı buradan gelir.
Kutsal Demokrasi
Şimdiki devlet iktidarının, demokrasinin varoluşsal muğlaklığından yararlanıyor oluşu tam da beklenendir. Bize farklı gelen OHAL sürecinde demokrasinin içerisinde bulunan bu zıtlığın, bu kadar aşikar biçimde görünmesidir. Mevcut siyasi iktidar bir taraftan seçilmişliği üzerinden, öte yandan “demokratik işleyişi yok edici başka bir gücü bertaraf etmesi” (15 Temmuz) üzerinden iktidarını iki kez demokrasiyle kutsamış, yaptıklarını ve yapacaklarını iki kez meşrulaştırmıştır. Bu meşruluk sağlandıktan sonra, yine aynı şekilde seçilmiş olmalarına rağmen vekillerin, belediye başkanlarının ya da diğer seçilmişlerin hapse atılmasının ya da görevden alınmasının aynı mantıkta tutarsız olduğu açıktır. Keza bunun dışında birçok baskı ve şiddet dolu uygulama, aynı tutarsızlık içerisinde konuşulur. Örneğin, 15 Temmuz’dan sonra yükselen idam isteminin “halk istiyor” diye ifade edilip “demokratik bir talep” ya da “milli iradenin isteği” kapsamında tartışılması…
Mesele bu tutarsızlığın bizzat demokrasinin içerisinde olduğu gerçeğini kavramaktır. Platon’un “demokrasi paradoksu” bu noktada kullanışlıdır: Halk bir tiran tarafından yönetilmek istediğinde ne olacak? Bu varoluşsal zıtlığı içerisinde taşıyan demokrasinin aptallaştırıcı etkisidir. Siyasi iktidarın demokratik olmadığından dem vurarak yine demokrasi içerisinde bir çözüm arayışı, aynı tutarsızlığı ısrarla devam ettirmektir.
Demokrasinin bu sınırlı yapısında dahi muhalefet etmekte ısrarcı olan “demokratik” seçim, referandum, plebisit vb. yanlıları, aynı stratejinin bir parçası olarak devletli sistemin aldatmacasına dahil olurlar. Bu sistemin içinde kazanmak yoktur. Kazandığını zannetmek vardır. Demokrasi kelimesinin içeriğini “daha iyi” dolduranlar, kelimenin varoluşundaki kötülüğü kamufle ederler yalnızca.
Tayyip Erdoğan ve AKP’nin “devleti ele geçirirken demokrasiyi öldürdüğü”ne üzülenler, sadece demokrasinin bu etkisinde kalmamakta, bu etkiyi kendileri de üretmektedir. Bir sonraki aşamada, demokrasiyi yoktan var eden “oylama” benzeri uygulamalarda, sorunsallaştırdıklarına çözüm aramakta; aynı kısır döngü içerisinde çözüm bulamamaktadır. Yaşadığımız coğrafya içerisinde, “toplumsal muhalefet”in sorundan kurtulmak için önerdiği “yaratıcı” çözümler yoğunlukla buna odaklanmış vaziyettedir. Oysa “oylama ya da benzeri demokratik çözümler aslında, bir üst gücün talep ettiği rızadır. Bu güçle aynı fikirde olunduğu sürece rıza olarak çalışır.”
Demokrasiyi Tanımlama Gerekliliği
Bir tarafı demokrasi bir tarafı diktatörlük olan bu ikiz yapının nasıl birbirinden ayrılamayacağını anlamak için seçimlerin hangi yollarla yapıldığına, partilerin ve parlamenter grupların nasıl kurulduğuna, yasaların nasıl önerilip, oylanarak kabul edilip, nasıl uygulandığına bakmak yeterli olacaktır.
Demokrasinin bu aldatıcı etkisini kırabilmenin yegane yolu, onu iyi tanımlayabilmekten geçer. “Demokrasi bir yalandır, zulümdür ve gerçekte oligarşidir; yani ayrıcalıklı bir sınıfın çıkarlarını gözeten birkaç kişinin yönetmesidir.” der Malatesta ve şöyle devam eder; “Diktatörlükler, demokrasilere yalnızca iktidarı ele geçirebilenlerin daha rahat despotluk ve tiranlık yapabileceği bir yönetim biçimi bulduklarında karşı çıkar.”
The post “Demokrasinin Muğlaklığı” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Sıkıştırılıyoruz” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Farksız Sizin Bu, Şu, O HAL leriniz; Biz
HER HALİMİZDE SIKIŞTIRILIYORUZ
Yaşamlarımızı sürekli baskılayan korku ve panikle; her gün-her saat durmaksızın bir hızla değişen gündemlerle; haber bültenlerinde, tartışma programlarında, gazetelerde, radyolarda bitmeyen tekrarlarla, “paylaş”larla, “retweet”lerle; bizleri “aptal” yerine koyup manipülasyondan beslenen medyayla; geçmişimizi, kimliğimizi ve hafızalarımızı silen kentsel dönüşüm ve yıkım politikalarıyla; özgürlüğümüzü tutsaklaştıran, iradesizleştiren “demokrasi illüzyonu”yla ve gerçeğin günden güne daha da anlamsızlaşmasıyla giderek sıkıştırılıyoruz.
Sıkıştırılıyoruz çünkü iktidar kendi varlığını daim kılmak; çaldığı iradelerimiz üzerinden egemenliğini yükseltmek için buna ihtiyaç duyuyor. Sıkıştırılıyoruz çünkü iktidar kendi siyasal iktidarını sürdürmek, kendi iktidar savaşlarında kullanabileceği yeni nesneler yaratmak için buna ihtiyaç duyuyor. Sıkıştırılıyoruz; çünkü devlet ancak bizleri sıkıştırarak kendi alanını açıyor, var oluyor.
Mutsuzlukla Sıkıştırılıyoruz
Gün ağarmadan düştüğümüz yollar, yorgunluk ve bitkinlik hissiyle devam ettirmek zorunda olduğumuz günler, güçsüz düşen bedenler, güçsüzleştikçe mutsuzlaşan zihinler…
İktidar, sabah karanlığında okula gitmek, işe yetişmek, otobüsü kaçırmamak için koşturmak zorunda olduğumuz sokakları karanlığa hapsediyor. Bizleri sabahın karanlığında tıklım tıklım dolu bir minibüse ya da yer kalmamış bir metrobüse doldurup, mutsuzlukla sıkıştırıyor. Devlet bizleri mutsuzlukla sıkıştırdıkça, umutsuzluğa ve çaresizliğe sürüklüyor; hapsedildiğimiz bitmek bilmeyen çaresizlikteyse düşünmeyen ve eylemeyen nesnelere dönüştürüyor.
Ne zaman uyuyup ne zaman uyanacağımıza karar veren, sabah güneşimizi gasp edip bizleri karanlığa ve mutsuzluğa sıkıştıran devlete karşı, bedenlerimizi ve zihinlerimizi geri kazanabilmek için direnmeliyiz. Bizleri görmez, duymaz, bilmez ve hissetmez bireylere dönüştürüp mutsuzlaştırmak isteyenlere karşı her sabahın köründe sıkıştırıldığımız rutine karşı geç kalma cesaretini gösterebilmeli; bu alışılmışlığın ve sıkıştırılmışlığın dışına çıkmalıyız.
Panikle Sıkıştırılıyoruz
Patlayan bombaların ardından getirilen yayın yasakları; şüpheli paket ya da bomba ihbarları sonrasında asılsız çıkan ihbarlar; kalabalık alanlardan uzak kalmayı tercih edenler ya da bu tercihe mecbur bırakılanlar; sürekli olarak yükselen dolar kuru karşısında “krizi önlemek” için bozdurulan dolarlar; savaşla, ölümle, ekonomik krizle baskılanan bu coğrafyadan “kaçıp gitmenin” hayalini kuranlar…
Yaşadığımız topraklarda devlet, bireyi, korku ve panikle tahakküm altına alıyor; sindiriyor; sıkıştırıyor ve zaman içinde yok ediyor. Devlet toplumsal tüm alanlarda bu korku ve panik halini dayattıkça; birey giderek kontrolsüzleşiyor, acizleşiyor ve iktidarın dayattığı yok oluşa sıkıştırılıyor.
Yaşamlarımız kriz kıskacına ya da ölüme sıkıştırılıyor; günlerimizse bu sıkışmışlıktan çıkmanın, korkudan ve panikten kurtuluşu aramakla geçiyor.
Bedenlerimizi ve zihinlerimizi günden güne yıpratan; sosyal-ekonomik koşullarımızın giderek bizi tüketmesine yol açan bu korkudan-paranoyadan ve sıkışmışlıktan kurtulmamız ancak bu korku ve panik kültürünün dışında alanlar yaratmamızla mümkün. Korkularla ve panikle hapsolmayacağımız, sıkışmışlıktan kurtulacağımız yeni bir dünya yaratmanın yolu, iktidarın dayattığı korku dışındaki alanları çoğaltmaktan, bizleri paranoyaklaştıran-panikle sıkıştıran bu kültürü bertaraf etmekten geçiyor.
Gündemlerle Sıkıştırılıyoruz
Darbe girişimi ve ardından ilan edilen OHAL; hemen her gün FETÖ bahanesiyle Kürt Hareketi’ne ve devrimcilere yönelik düzenlenen operasyonlar, gözaltı ve tutuklamalar; her gün ilan edilen yeni KHK’larla görevlerinden ihraç edilenler; duruşma arasında gözaltına alınan hakimler; hepimiz “uykudayken” önerilen, değiştirilen ve meclisten geçirilen yasalar; bir hafta içerisinde iki farklı yerde patlayan bombalar; bombaların etkisi henüz “geçmemişken” düzenlenen suikastler; IŞİD tarafından yakılan askerlerin görüntüleri…
Yaşadığımız coğrafyada, son 6 aydan bu yana hemen her güne yeni “son dakika” haberleriyle başlıyoruz. Bugünümüz bombalarla ağarırken; ertesi gün, Suriye’ye giren Türk ordusu tanklarıyla uyanıyoruz. TC ile Rusya’nın dostluğuna artık “tamam” gözüyle bakılırken; devletin polisi tarafından gerçekleştirilen bir suikastle öldürülen Rus Büyükelçi’nin ardından “Rusya ile savaş başlayacak” telaşına kapılıyoruz…
“Gündeme bomba gibi düşen bir haber”in, hatta bazen gün içerisinde birkaç kez değişebilen “ana gündem”lerin hızına artık yetişemiyoruz. İktidarının sürekli ve giderek daha hızlı bir şekilde değiştirdiği gündemleri yakalayabilmekten uzakta bir yerde; bir gündemin ardından bir yenisine savrulup duruyoruz; gündemlerle sıkıştırılıyoruz.
Bu savrulmadan ve sıkışmışlıktan kurtulabilmek için devletin hemen her gün değiştirdiği gündemlerin karşısında; kendi gündemlerimizi yaratabilmeli ve sıkıştırılmak istendiğimiz bu “gündem trafiği”nden çıkmalıyız. Bizleri bir gün bomba korkusuyla evimize kapatıp, ertesi gün “demokrasi mitingi”ne çağıran; önce “ekonomik kriz yok” deyip, ardından krizi önlemek için dolar bozdurmaya çağıran iktidarın dayattığı gündem illüzyonlarına karşı kendi gündemlerimizi yaratmalı, tartışmalı ve yaygınlaştırmalıyız.
Tekrarlarla Sıkıştırılıyoruz
Gün boyunca “son dakika” olarak verilen ve aynı alt yazıyla tüm gün sunulan haberler; saatte bir yayınlanan haber programlarında, aynı spikerin aynı ifadeyle, gün boyunca sunduğu ölüm haberleri; her tartışma programında saatlerce tartışılıp bir neticeye varılamayan başlıklar; televizyonlarda ve tüm iletişim kanallarında bitmek bilmeyen tekrarlar…
Devlet, özellikle medyayı kullanarak, gün boyu yayınlanan aynı haberlerle, aynı tartışmalarla, bizleri bitmek bilmeyen bir tekrarın içerisine sürüklüyor. Aynı ölüm haberi aynı hüzünlü ses tonuyla; aynı zam haberi aynı yorumla ve aynı savaş haberi aynı görmezden gelmezlikle her gün-her saat televizyonlarda dönmeye devam ediyor. Tekrarlar bizi ekranlarda yayınlanan haberlere, yoksulluğa, açlığa, savaşa, ölüme alıştırarak bizleri giderek hissizleştiriyor ve bu hissizliğe sıkıştırıyor.
Bütün bu tekrara ve sıkıştırıldığımız hissizliğe karşı kendimizi tetikte tutmalıyız; özellikle içerisinde bulunduğumuz savaş gündeminde gasp edilmek istenen algılarımızı her daim açık tutmalıyız. Alıştırılmaya çalışıldıklarımıza, alışmamalı; tekrarlarla sıkıştırılmamak için irademizin gasp edilmesine izin vermemeliyiz.
Medya ile Sıkıştırılıyoruz
Özellikle 15 Temmuz sonrasında medya, yalnızca bir manipülasyon aracı olarak işlev görmeye başladı. Haber programlarından tartışma programlarına, spor programlarından dizilere kadar, televizyonlarda yayınlanan her şey, devletin resmi kanalında yayınlanıyor olsun ya da olmasın, doğrudan iktidar propagandası yapmak için birer araç olarak kullanılmaya başlandı.
Bugün haber bültenleri ve tartışma programları, iktidarın siyasi propagandasının yapıldığı; sabah kuşağı ve evlilik programları ya da dizilerse, yalnızca iktidarın hakim kültürünün propagandasının yapıldığı yayınlar olarak karşımıza çıkıyor. Medya, bir bilgi vermek ya da bir gerçeği anlatmaktan çok başka bir yerde; yalnızca var olan gerçeğin manipüle edilmesi; bu manipülasyon üzerinden toplumsal bir provokasyon propagandasının işletildiği bir alana dönüşüyor. Sosyal medya da, aynı işlevi, iktidarın çok daha rahatça hüküm sürebildiği internet ortamında üstleniyor.
Medya bizi yayınlanan her haberde, her programda, her dizide hakim olan manipülasyonlara sıkıştırıyor. Bu manipülasyonun dışında, eksik ve yönlendirilmiş bilgiye karşı yapabileceğimiz tek şey ise, kedi bilgi-iletişim kanallarımızı yaratmaktan geçiyor.
Kentsel Dönüşümle ve Yıkımla Sıkıştırılıyoruz
İktidar, elinde bulundurduğu tüm araçları bireyi tahakküm altına almak için kullanırken; bu tahakkümünü kimi zaman da doğrudan saldırılarla sürdürüyor. Kentsel dönüşüm ve yıkım, bu doğrudan saldırılara bir örnek.
Devlet kontrol almak istediği bireyin öncelikli olarak yaşam alanlarını kontrol altına alıyor. Kentsel dönüşümle ve yıkımla, kendi hakim kültürünün var olmadığı ya da olamadığı alanları “dönüştürmeyi”-”yıkmayı” amaçlayan devlet bir yandan da bu alanlarda yaşayan bireylerin dününü, bugününü, kimliğini ve kültürünü değiştirmeyi ve yıkmayı amaçlıyor.
Herhangi bir mekanı yalnızca kendi varlığı için dönüştüren iktidar, dönüştürdüğü bu yeni alanda kendi kimliğini ve varlığını da hakim hale getirmek istiyor. Özellikle 15 Temmuz sonrasında birçok sokağın, meydanın, parkın, kavşağın ismini “demokrasi”ye dönüştüren devlet; dönüştürdüğü tüm mekanlarda var olan gerçekliği yıkıyor ve tüm bu mekanlara kendi gerçekliğini-kültürünü dayatıyor. İktidar, kentsel dönüşümle yalnızca yaşam alanlarımızı yıkmakla kalmıyor; aynı zamanda geçmişimizi, kültürümüzü, kimliğimizi ve hafızalarımızı da dönüştürmek, yıkmak istiyor.
İktidarın bu saldırısına ve bizleri kendi hakimiyet alanlarına sıkıştırma çabasına karşı, kendi yaşam alanlarımızı ve “kendimizi” savunabilmek için; kolektif işleyişin hakim olduğu yeni mekanları, kolektif özgür yaşam alanlarımızı oluşturmalıyız. İktidarın dönüştürmeye çalıştığı toplumsal alanlara karşı; siyasi ve ekonomik olarak bireyin tahakküm altına alınamayacağı, devletsiz ve kapitalizmsiz yeni yaşam alanlarımızı oluşturmalıyız.
Demokrasiyle Sıkıştırılıyoruz
Özellikle 15 Temmuz sonrasında sürekli duyar olduğumuz demokrasi, var olan iktidarın kendi hakimiyetini sürekli kılmak için topluma bir dayatmasıdır. Her şeyin “demokrasi” için olduğu; her pratiğin “demokratikleşme” amacı yolunda teorize edildiği bu dönemde; demokrasinin aslında ne demek olduğunu günden güne deneyimliyoruz.
Demokrasiden beslendiğini ve demokrasi mücadelesi verdiğini söyleyen iktidar hemen her gün dernekleri ve basın yayın kuruluşlarını kapatmakta; kendi iktidarı lehine konuşmayanları-yazmayanları ya da bunu reddedenleri gözaltına alıp tutuklamakta; kendi “demokratik” amaç ve çıkarları için toplumu adaletsizliğe sürüklemekte ve bu adaletsizliğe sıkıştırmak istemektedir. Bahsettikleri “demokrasi”, toplum içerisinde yer alan her bireyin iradesini gasp edilmesi; bireyin, iktidara ve onun kurumlarına sıkıştırılması demektir.
Bizlere “dayatılan demokrasi”ye karşı var olabilmek elbette mümkün. Demokrasiye karşı mevcut devletli siyaset alanının dışında bir siyaset yaratmamız; özörgütlü bir şekilde merkezsiz ve temsiliyete dayanmayan siyasal işleyiş kurmamız; iradelerimizin kendimiz dışındaki bir iktidar tarafından gasp edilmediği, bedenlerimizin ve yaşamlarımızın sıkıştırılmadığı bir kültür oluşturmamız lazım.
Gerçeğin Anlamsızlaştırılmasıyla Sıkıştırılıyoruz
İktidar, var olan gerçekliği yok etmek ve kendi istediği gerçekliği yaratmak için, bizleri kendi kurgusuna sıkıştırır. İktidarın bu kurguyu hayata geçirebilmek için en elzem aracı ise “gerçeği anlamsızlaştırabileceği bir illüzyon yaratmaktır”. İktidar tarihin başından beri birbirini takip eden kurgularıyla insanları kendi gerçekliklerinden uzaklaştırmıştır. Fakat günümüzde, bu araçları kullanmakta iyice ustalaşan iktidar, sosyal medyasıyla, merkez medyasıyla, aklını yitirmiş siyasetçileriyle, gerçeğe daha doğrusu biz “ezilenlerin gerçekliğine” karşı belki de en büyük savaşı başlatmıştır.
Bir insanı köleleştirmenin, bir insanın benliğini gasp etmenin, bir insanı tahakküm altına alarak kurgulanan illüzyona sıkıştırmanın en iyi yolu, “var olan gerçekleri” o insanın elinden almaktır. Gerçeğe ulaşamayan insan, zamanla sağlıklı düşünme ve üretme yeteneğini kaybeder, kendi varlığını yitirir ve iktidarın illüzyonlarıyla sıkıştırılır.
İktidar, bireyi mutsuzlukla, korkuyla ve panikle, hızla değiştirdiği gündemlerle, bitmek bilmeyen tekrarlarla, yalnızca bir manipülasyon aracı olan medyayla, kentsel dönüşümle ve yıkımla, demokrasi illüzyonuyla, gerçeğin anlamsızlaştırılmasıyla kendi tahakkümüne sıkıştırır ve sindirir. Çünkü bireyi ne kadar sıkıştırırsa, kendi için yeni alanlar yaratır.
Birey yaşamının her anında ve her alanında mahkum edildiği bu sıkışmışlığın farkına vardığı andan itibaren ise, bu sıkışmışlığı yıkmak için mücadele etmeye başlar.
Özörgütlü bir şekilde, örgütlülük ve toplumsallık perspektifiyle yeni bir gerçeklik yaratmaya; kolektif bir şekilde yaratılan bu gerçekliği kolektif bir şekilde yaşamaya başlar.
Sabahın kör karanlığında otobüse, metroya, metrobüse sıkıştırılan; umutsuzlukla mutsuzluğa, acizlikle çaresizliğe sıkıştırılan; sabahları evlilik, akşamları ana haber, geceleri tartışma programlarına sıkıştırılan; asgari ücretle simit çay hesabına sıkıştırılan; kaza adı altında iş cinayetlerine sıkıştırılan; kendi elleriyle inşa ettiği mahallelerden alınıp 60 metrekarelik evlere sıkıştırılan; yastık altında altını ya da bozdurulacak doları olmayıp yoksulluğa ve krize sıkıştırılan; erkek egemenliğiyle yok edilmeye ve nefret politikalarıyla katledilmeye sıkıştırılan; beton duvarlar-demir parmaklıklarla hapishanelere sıkıştırılan; iradeleri bir oy pusulasına sıkıştırılan; devletlerin çıkar savaşlarında zincire vurulmaya ya da diri diri yakılmaya sıkıştırılan; gerçek olmayan gerçekliğe sıkıştırılan; yalnızlığa, umutsuzluğa ve örgütsüzlüğe sıkıştırılan yaşamlarımızdan elbette sıyrılacağız.
Bizleri mekanlara sıkıştıran, sıkıştırdıkça iradesizleştiren ve zaman içerisinde tutsaklaştıranlara karşı, maruz bırakıldığımız bu sıkışmışlığımızdan kurtulmalıyız. Sıkışan her şey patlar ve şimdi bizler tüm sıkışmışlığımızla sosyal ve ekonomik bir patlamanın eşiğindeyiz. Bu eşiği aşmalı ve kendi özgür yaşamlarımızı kendi ellerimizle ve buluşan ellerimizle, yani örgütlülüğümüzle yaratmalıyız.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Sıkıştırılıyoruz” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 7 Haziran Genel Seçimlerine İlişkin DAF’ın Bildirisi :Demokrasi ve Meşruluk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Demokratik devlet terimsel olarak bir çelişkidir. Çünkü devlet asıl olarak tahakküm, otorite ve iktidar ile ilgilidir, zorunlu olarak toplumsal refahın ve egemenliğin eşitsizliğine dayanır.”
Michael Bakunin
Sadece seçim sürecinde değil, tüm siyasal süreçlerde, partilerin yoğunluklu olarak yaptığı ajitasyon demokrasi üzerinedir. En muhafazakarından en liberaline, demokrasi üzerindeki bu ajitasyon ortaklığı, seçimlerin ve temsili demokrasinin meşruiyet ihtiyacından kaynaklanır. Bu ortaklık, temsili demokrasinin, gerçek bir demokrasi olduğu yanılsamasını oluşturma çabasıdır. Yani seçimler, bu yanılsama içerisinde yapılmaya çalışılıyor. Seçimler üzerinden olabilecek bir galibiyet ya da yenilgi, bu yanılsamayla meşrulaştırılıyor. Öncelikle, hiçbir kesim tarafından sorgulanmayan bu yanılgıyı düşünmek gerekir.
Aslında “demokrasi” terimi ve bu terimin ifade ettiği toplumsal modelin neye tekabül ettiğine ilişkin muğlaklık aşikardır. Terimin içi boştur. Öyle ya da böyle tüm siyasal tartışmaların meşrulaştırıcısıdır. Her şey “demokrasi” için yapılır, her icraat “daha demokratik” olma vaadiyle desteklenir. Belki de son zamanlarda karşılaştığımız en büyük vaat ve icraat ise, ABD’nin “Demokrasi götürmek” için Irak’ı işgal etmesidir.
Bu muğlaklık, temsili demokrasinin dokunulmazlığını garanti altına alıyor. “Demokrasi için bir oy at” mottosuyla yapılan seçimler bütününde bu dokunulmazlıktan yararlanmaktadır. Özünde bir oy eşitliğine dayanan seçimler, aslında toplumsal refahın ve egemenliğin eşitsizliğini yaratan bir iktidar hilesidir.
Bu hile içerisinde seçimler, tabii ki demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olarak sunulur. Seçimler dışındaki her şey ya ütopik ya da despotiktir!
Demokrasi ve kapitalizm arasındaki ilişki, kavramı bu muğlaklığa zorlayan bir başka nedendir. Zira kapitalizmin siyaset üzerindeki ve küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan yeni iktidarların hükümetler üzerindeki belirleyiciliği giderek artmaktadır.
Bütün bu muğlaklığıyla demokrasinin parlamenter biçimi, mevcut siyasi ve toplumsal yapının iyileştirilmesine yani “iyi devlet”e odaklanmıştır. Bu siyaset tarzı, müzakereci ve reformcudur.
Ancak devrimci siyasetin hedeflemesi gereken, mevcut toplumsal yapının iyileştirilmesi değil, onun yıkılması ve yeni bir toplumsal yapının inşa edilmesidir. Özgürlüğü ilke edinecek devrimci bir siyaset tarzında, herhangi bir temsiliyete yer yoktur. Devrimciler, parlamenter demokrasiye özgü temsil alanı içerisinde yer almamalı; seçim, siyasi partiler, piyasa, medya ve şiddet aygıtlarının birlikteliği ile işleyen mekanizmaya katılmamalıdırlar. Öyle ya da böyle bu mekanizmanın içerisinde yer almak, onu meşrulaştırmak ve yeniden üretmektir. Parlamenter demokrasiyle amaçlanan da, her şeye rağmen bu mekanizmanın devamlılığını sağlamaktır.
Oy hakkı, yurttaş olan her bireyin kendisiyle ilgili alabileceği kararları ve bu kararların uygulanma şeklini, yani kendi iradesini temsilcilere teslim etmesinin önünü açan bir ilkedir. Halkın siyasete katılımının yegane aracı olarak görülen oy hakkının evrimine bir göz atmak, bu işleyişin neyi gizlediğini anlamak açısından önem taşımaktadır.
Siyasete soylular dışındaki kesimlerin katılımı, Antik Yunan’dan Magna Carta’ya bir dizi siyasal süreçte de kendini göstermiştir. Ancak eşitlik, özgürlük ve adalet gibi kavramlar, 1789’dan sonra seçim meseleleriyle ilişkilendirilmeye başlanmıştır.
Antik Yunan’da şehir devletlerinde siyasete katılım “yurttaş”larca gerçekleştirilmekteydi. Ancak burada yurttaş kavramı, toplum içerisindeki herkesi değil, sadece reşit ve soylu erkekleri kapsamaktaydı. Kadın, köle ve yabancılar yurttaş olarak görülmüyordu.
Roma İmparatorluğu’ndan önceki cumhuriyet döneminde, senatoya yalnızca Cicero’nun “yönetime doğuştan yatkınlıkları olanlar” diye adlandırdığı soylular girebiliyordu, yönetilmeye yatkın olan ezilenler değil…
1215’te İngiltere’de, Magna Carta ile toprak ağaları siyasette söz sahibi olmaya ve politika yürütme hakkına sahip oldu. Bu yeni durum ezilenler lehine bir kazanım olarak, yani soyluların sahip olduğu siyaset hakkının dağıtılması olarak anlatıldı. Ancak değişen tek şey, siyasi iktidarın toprak ağaları ve aristokrasi arasında pay edilmesiydi.
İki yüzyıllık süreç boyunca siyasi ve ekonomik kazanımlarını arttıran ticaret burjuvazisi ise, 1688’de İngiliz Devrimi’nden sonra, avam kamarası aracılığıyla siyasi iktidara ortak olmuştur.
Gelişen ticaret, sanayi ve teknolojiyle zenginleşen burjuva girdiği iktidar mücadelesini, liberal demokrasi ile süslemiştir. “Evrensel oy hakkı” düşüncesi tam da böyle bir sürecin sonunda burjuvazinin gündemine girmiş, 1789 Fransız Devrimi’nin sonucunda evrensel oy hakkı tartışmaları başlamıştır.
1791 yılında özel mülkiyet sahibi olan kişilere oy kullanma hakkı veren bir anayasa kabul edildi. Bu anayasada yer almasına rağmen oy kullanma hakkı, ancak 1848 Devrimleri sonrasında kabul görmeye başladı.
Bu tarihsel süreç karşısında, oy hakkının ezilenler için mücadeleler sonucu elde edilmiş olduğu kabulünü tekrar düşünmek gerekiyor. Ezilenler, bu toplumsal hareketliliklerde tabi ki yer almışlardır. Ancak, ezilenlerin bu süreçlerdeki talebi ne siyasal iktidar, ne de oy hakkı olmuştur. Buna rağmen burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra özgürlük, adalet ve eşitlik sağlayacağı vaadinde bulunmuş, iktidara yerleştikten sonra ise bu iktidarını paylaşmayacağını her fırsatta göstermiştir. 1848 Devrimleri süreciyle oluşan devrim süreci, burjuvaziyi korkutmuş olacak ki, 1791 yılında sadece özel mülkiyet sahiplerine ayrıcalık olarak tanınan oy hakkının çapı genişletilmiş ve genel oy hakkı kabul edilmiştir. Esasen burjuvazi, bu siyasi hamlesiyle ezilenlerin isyanını oy sandıklarıyla manipüle etmeye ve bu şekilde pasifize etmeye çalışmıştır. Bu hamlesini ezilenlerin lehine “ilerici” ve “demokratik” bir gelişme olarak nitelendirmiştir.
Bütün bu “ilerici” hamlelere rağmen, 1871’de Paris halkının monarşiye karşı öz-örgütlülüğüyle yarattığı Paris Komünü, ne oy hakkı ne de temsil sistemiyle ilgisi olmayan bir başkaldırının sonucuydu.
Avrupa, Liberal demokrasinin “bahşettiği” genel oy hakkıyla genel olarak 20. Yüzyılın ortalarında tanıştı. Unutulmaması gereken, kazanım diye gösterilen burjuva aldatmacalarına rağmen halkın Paris Komünü’ne benzer deneyimlere giriştiği ve ezilenlerin gerçek kazanımlarının ancak bu tür başkaldırılar soncunda elde edildiği gerçeğidir.
İlerici ya da demokratik kazanımlar diye ifade edilen genel oy hakkının, ezilenlerin mücadeleleriyle ilişkisinin anlaşılması, bu ikisinin özdeşmiş gibi algılanmaması gerektiğini göstermektedir.
Devlet ve demokrasi arasındaki ilişkiyi biraz daha gözler önüne sermek için, Bakunin’in devlet üzerine düşüncelerine bir göz atmakta fayda vardır.
Bakunin öncelikle devleti baskıcı sınıf ya da seçkinlerin faydasına toplumu denetleyen toplum karşıtı bir aygıt olarak tanımlar. Temelde şiddet üzerine inşa edilmiş olan devlet, politik baskı aracılığıyla bu eşitsizliğin devamını sağlamakla ilgilenen bir kurumdur. Sürekli bir bürokrasinin varlığına dayanır. Ki bu, yönetenler yönetilenler ikililiğini ortaya çıkarır.
Devletin toplumsal refahın oluşturulması için gerekli olduğu iddiası devletin bir tahakküm mekanizması olduğu gerçeğini gizlemekte kullanılan bir maskedir. Bu mekanizma içerisinde yapılacak yönetici seçimleri, bu gerçeklikten uzak düşünülemez. Birkaç yılda bir halktan, kimin yöneteceğini belirlemek üzere oy kullanmaları istenir. Oy kullanan insanların bir şekilde sistemin çalışmasının kontrolünü elinde bulundurduğu illüzyonu sayesinde sistem meşruiyet kazanır.
Bakunin, aslında parlamenter demokrasiyi iki şekilde ele alır. Birincisi parlementarizmin burjuva demokrasisi anlamına geldiği, bir diğeride iktidarın kaçınılmaz olarak iktidarı elinde bulunduranları yozlaştırdığı üzerinedir.
Parlamenter demokrasi daha dünya üzerinde ender olarak var olduğu bir zamanda Bakunin gibi yoldaşlar bu meselenin yaratacağı yanılsama üzerinde durmuş ve toplumun farklı kesimleri arasında eşitlik hissi uyandıracağına ilişkin uyarılarda bulunmuşlardır. Parlamenter demokrasilerde yaygın olarak karşılaşılan asıl aldatmaca “halkın kendini yönettiği” aldatmacasıdır. Parlamenter demokrasi kaynağını bir kurgudan alır. Halkın oylarıyla seçilerek iş başına getirilen yasal ve idari yapılar, halk iradesinin temsiliyetine odaklanır. Böylece siyasal işleyişte halkın doğrudan katılımının engellenmesi özgürlüğümüzün reddedilmesi anlamına gelir. Toplumsal işleyişte adalet ve özgürlük ancak, bireylerin karar alma süreçlerindeki doğrudan katılımı ve kontrolü ile sağlanabilir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, parlamenter demokrasinin işlediği farklı coğrafyalarda gerçek bir halk denetiminin olmadığı ve olamayacağını görebiliriz.
Parlamenter demokrasi, devrimci eylemin belirleyici gücünü göz ardı etmeye çalışır. Bu ikisinin yan yana gelmesi olanaksızdır. Çünkü devrimci eylem parlamenter demokrasi yönetilen toplumsal yapıyı yıkmayı hedeflerken parlamenter demokrasi ise kendini devamlı olarak “bu tip” tehditlerden korumaya çalışır.
19.yüzyılın başlarında tesis edilen “oy hakkı” aracılığıyla halka özgürlük sağlayacaklarını vaat edenler, halkı aristokrasinin iktidarını devirmeye yönelttiler. Ancak sonrasında iktidarın büyüsüne kapılmaktan kendilerini alamadılar.
Bu büyü ile beraber, güce kavuşup kendilerini toplumun üstünde görmeye başlayan siyasi iktidar pozisyonundakilerin, dünyaya bakış tarzları da değişir. “Yönetim işiyle ilgilenen bir işçiler parlamentosu olsa bile sömürücü ve tahakkümcü hale gelir, kararlı aristokratların, otorite ilkesinin tapıcıları meclisine dönüşür.” Dahası yöneticiler, ezilenlerce seçilseler bile yönetici olmadan önce seçmenlere verdikleri her türlü sözü seçildiklerinde unutur, siyasi iktidarın sanal gerçekliğinde kaybolup giderler.
Demokratik düşüncelerinden ve amaçlarından bağımsız olarak, tüm yöneticiler iktidarlı konumlarından elde ettikleri üstünlükle, aynen bir kralın tebaasına yaptığı gibi halka üstten bakar. Parlamenter demokraside yöneticilerin konumlarında ve bakış açılarında değişiklikler meydana gelmiştir. “Kurumlaşmış konumlar ve bu konumlarla gelen ayrıcalıklar, herhangi bir bireyin nefretinden veya kötü niyetinden çok daha güçlü motivasyon oluşturur.”
Siyasi iktidar egemenlikten ve hegemonyadan başka bir anlama gelmez. Bu ikisinin olduğu yerde yöneticilerin iktidarına zorla boyun eğen halk vardır. Yönetici olanların varlığı devam ettikçe bu zulümden rahatsızlık da devam edecektir. Yöneticiler de daha baskıcı tedbirlerle halka boyun eğdirmeyi sürdüreceklerdir. Siyasi iktidarın doğası budur. Politik kurumlar ne kadar eşitlikçi olursa olsunlar, yöneten hep siyasi, ekonomik ve sosyal iktidarlar arasındaki denge olacak ve kanunlar bu dengeye göre yapılacaktır.
Eğri oturup doğru konuşalım. Toplumsal muhalefetin parçası olan kesimlerin meclisteki çoğunluğu elde edip rejimi değiştirmek gibi bir hedefi olamaz. Kötünün iyisini hedefleyenler, fark etmeden devletli sistemin aldatmacasına dahil olurlar ve bu andan itibaren bir aldatmacanın içinde olduklarını algılayamazlar. Toplumsal muhalefet, bu seçim aldatmacasının dışında varlığını sürdürmesi gerektiğinin farkında olmalıdır. Çünkü bu seçimde kazanmak yoktur. Kazandığını zannetme vardır. Her seçimde yükselen oylar, başarı olarak görülür. Meclisteki sandalye sayısındaki artış “kazanım”dır. Toplumsal muhalefet, yükselen oyları başarı artan sandalye sayısını kazanım olarak görüyorsa bu aldatmacanın kendisine hapsolmuştur, artık kendisine toplumsal demesine de gerek yoktur.
Devletin seçim aldatmacası sanal bir gerçeklik üzerine kuruludur. Bu sanal gerçeklikte kazanım yoktur. Bu aldatmacaya dahil olan herkesin gözüne bir perde iner ve bu körlük içerisinde kazanım elde ettiğini düşünenler yanılırlar. Çünkü bu aldatmacada kazanan ya da kaybeden yoktur. Her zaman aldatmacanın kendisi kazanır. Ekonomik, siyasi ve sosyal baskıya sürekli olarak maruz kalan ezilenler de bir oy atarak bu aldatmacanın içine çekilirler. Atacakları bu oy ile içinde bulundukları ekonomik ve sosyal pozisyonu değiştirebilecekleri yanılgısına itilen ezilenlerde kısmi bir rahatlama amaçlanır. Aldatmacanın kazanımı tam da budur. Ezilenleri ezilen olma durumundan kurtaracak olan aldatmaca içerisinde kime oy verdiği değil bu aldatmacanın dışına çıkmasıdır.
Ancak zaten seçimlere dahil olmanın içerisindeki alt metni de iyi okumak gerek. Seçimlere girmeyi, ehveni şer olarak düşünen mantık, zaten bu aldatmacada dahi yenik başlamıştır. Siyasi, ekonomik ve sosyal iktidarların konumlarının değişmez olduğunu kabullenen bu zihniyet, kendisini bir kaybediş içerisinde gördüğünden varlığını sürdürebilmek için, uygun bir pozisyonda konumlanmaya çalışır.
Kazanım olarak ortaya koyulan hedefler, iktidarlar arasındaki savaşta “bize ne düşerse” mantığıyla şekillenir. Seçimlerin ve oy vermenin tarihinde olduğu gibi, bu mantık aristokrasiyle savaşa tutuşan burjuvazinin kazanımlarını kendi kazanımları gibi görmüş, böylelikle toplumsal devrimden ezilen kesimleri uzaklaştırabilmiştir.
Siyasi iktidarı ele geçirenler ister askeri darbeler aracılığıyla ister parlamento seçimleriyle olsun, yöneten ve yönetilen ayrımını ortadan kaldırmayı hedeflemediklerinden dolayı, hiçbir koşulda ezilenlerin çıkarlarına uygun hareket etmeyeceklerdir. Bu doğrultuda gerçekleştirilecek dönemsel hamleler, ezilenlerin lehine gibi geçici durumlar yaratsa da siyasal iktidarın -kendinde kötü olan- karakteri buna engeldir.
Seçim kazanımları, sokağı düşürüyor. Çok fazla oy demek, çok fazla insanın sokağa çıkması demek değil. Syriza, Yunanistan’da sağcı ANEL ile hükümet kurduktan sonra beklenti çok büyüktü. IMF ile ekonomik ilişkilerden, Avrupa Birliği’yle siyasal ilişkilere kadar herkes tam bir özgürleşme, rest çekme, bu kapitalist güç odaklarından tamamen kurtuluş bekliyordu. Syriza, son on yılda Yunanistan’daki sokak muhalefetinin, genel grevlerin taleplerinin firesiz uygulayıcısı olarak görüldü.
Ancak gerçek bundan çok uzaktı. Kimse Syriza’nın PASOK’laşacağını düşünmezken, önce IMF ve AB ile ilişkiler, “karşıyız ama bir de siyasal gerçekler var” ilkesiyle baştan konuşulmaya başlandı. Öte yandan, Rusya gibi “antikapitalist” devletlerle “kapitalist olmayan” ticaret ve enerji görüşmeleri yapıldı.
İç siyasette herkes, Yunanistan’daki ekonomik krize bir çözüm noktasında Syriza’ya bu kadar bel bağlamışken, Syriza hükümeti de “elinden gelenin en iyisini” yaptığını iddia ediyor. Yunanistan’da sokak muhalefeti Syriza ile beraber farklı bir biçim kazanıyor. Syriza ve parlamenter çözümden medet umanlar, Syriza’ya şimdiden zaman tanımak gerekliliğini vurgulamaya başladı bile.
Ancak bu zaman tanıma sürecinin sınırılarının ne olacağını tahmin etmek çok zor değil. Syriza, Yunanistan’da sokak hareketleriyle, doğrudan eylemlerle, özyönetim ve özörgütlenme pratikleriyle toplumsal devrime odaklanılan bir ortamda, dolaylı ya da doğrudan bir hedef yanıltma rolü üstleniyor. Syriza hükümet olmadan önce sokaklardaki hareketliliğin parçası olan kesimler, Syriza’nın çıkaracağı yasalara, ekonomi ve siyasi politikalarına bel bağlamış durumda.
Tıpkı 1968 yılında Fransa’da oluşan sokak hareketlerinin ve Taksim-Gezi Direnişi’nde yükselen toplumsal muhalefetin, seçim aldatmacasına kanalize edilmek istenmesi gibi.
Son üç yılda AKP, devletin tüm mekanizmalarından aynı anda yararlanma stratejisine yönelik yürüttüğü siyaseti başarıyla sürdürüyor. Ekonomik ve siyasi çıkarları için bu mekanizmaları istediği gibi kullanan AKP’nin başarısı tabi ki biz ezilenlerin aleyhine olacaktır. Aynı zamanda da bu başarı AKP’nin, şiddet tekeli olan devletin tüm mekanizmalarını kullanarak ekonomik, siyasi ve sosyal sömürüyü daha fazla arttırmasını sağlayacaktır.
AKP diğer yandan yeni ve mutlak bir hiyerarşi de tanımlamaktadır. Bu hiyerarşinin en tepesinde bulunan Tayyip Erdoğan, zaten fiili olarak işlettiği başkanlığını kılıfına uygun hale getirmeye çalışmaktadır.
Genel seçim, ya da başka seçimlerin Tayyip Erdoğan’ın mevcut konumunu sarsmayacağı aşikar.
Aslında bu genel seçimlerin de Tayyip Erdoğan’ın siyasetler hiyerarşisindeki konumunu değiştirmeyeceği açıktır. Çünkü yasal dayanağı olsun/olmasın ya da nasılsa sonrasında bu dayanak oluşturulur mantığıyla hareket eden Tayyip Erdoğan’ın pozisyonunu, yasama yürütme erkini seçecek bir seçimin de, yargı erkini seçecek seçimlerin de değiştirmeyeceği aşikardır.
Ekonomiden iç ve dış siyasete birçok alanda hükümet üstü davranarak müdahil olan Tayyip Erdoğan bu pozisyonunu, sağlamlaştırarak bu davranışını sürdürümeye devam ediyor.
Tayyİp Erdoğan “Seçİlmİş Cumhurbaşkanı”
İktidar kurumlarının ısrarlıca vurguladığı bir durum önemlidir. Bu da seçilmiş cumhurbaşkanı olma meselesidir. Seçilmişlik üzerinden kendini meşrulaştıran Tayyip Erdoğan’ın devlet kurumları arasındaki pozisyonu önemli bir yerde durmaktadır.
Tayyip Erdoğan’ın seçilmiş cumhurbaşkanı olduğu vurgusu, devletin sözcüleri tarafından her fırsatta dile getirilerek milli irade vurgusu yapılmakta; iktidarda olanın halkın istediği kişi olduğu iddiasıyla bir mantık kurulmaya çalışılmaktadır. Bu mantığın medya aracılığıyla toplum içerisinde yer ettiği doğrudur.
Ancak seçilmişlik hikayesi parlamenter demokrasinin en belirgin hilelerinden biridir. Seçimlerle “seçilmiş” olma durumunun iktidar yapılanmasına nasıl yardım ettiğini, cumhurbaşkanlarının sözcülerinden her fırsatta duymuyor muyuz? Seçimin yarattığı “meşruiyet”in nelere yol açtığını görmek açısından bu durumu iyi irdelemek gerekiyor.
İradenin Teslimi, Özgürlüğün Yitirilmesi
Anarşizmin üzerinde en fazla durduğu kavramlardan biri de özgürlüktür. Toplumsal adaletsizliğin özünü özgürlüğün yitimine koyan anarşizm, tahayyülünü kurduğu yaşamda en büyük değer olarak özgürlük üzerinden bu tahayyülü somutlaştırmaya çalışır.
Kapitalist ve devletli sistem içerisinde yaşam, tamamıyla bireyin iradesinin teslimine dayanır. Hep daha iyi bilen, daha iyi yapan, daha iyi yönetenler tarafından belirli özgürlükleri ellerinden alınmış bireylere, bu durum normalmiş gibi gösterilir. Bu durumu normalleştirmeye çalışan, bireyin yerine karar verebilme ve bu yetiden güç alarak uygulatabilme iktidarına sahip yönetenlerdir.
Düşündüğünü gerçekleştirebilme durumu, bireyin özgürlüğü ile doğrudan ilintilidir. İrade tesliminde, özgürlük için zorunlu olarak birarada olması gereken bu iki durum, yani düşünme ve düşündüğünü gerçekleştirme birbirinden ayrıştırılır. Düşünme işi, bir başkasına ya da başkalarına bırakılır.
Bu düşünme sürecinin siyasi süreçle ilişkisi, toplumsal organizasyonun nasıl şekilleneceğine ilişkin akıl yürütmeyi kimin yapacağı ile ilgilidir. Temsili sistemde bu akıl yürütme işi, bir coğrafyada yaşayan halkın yerine bir takım uzmanlar yani siyasetçiler aracılığıyla yapılır. Bu toplumsal organizasyonda kolaylık yaratan bir durum gibi gözükse de aslında yaratılan, herkes yerine, herkes için, düşünecek bir azınlığın oluşturulmasıdır.
Parlamento Seçimleri Merkeziyete Yol Açar
Genel seçimler, belli bir coğrafyada yaşayan halkın bir sonraki seçimlere kadar, onların yerine karar alacak, neyin iyi neyin doğru olduğunu söyleyecek, alınan kararlarla hiç de ezilenlerin çıkarına olmayan durumlara yol açacak bir sisteme dayanır.
Seçim sistemi devletin hegemonyasını sürdürdüğü alanda yaşayan halkın, belirli bir süre boyunca yöneticilerini seçmesine dayanır. Gelecek seçimler açısından düşünürsek 80 milyon insanın beş yıllık tasarrufunu hazırlayacak 550 kişilik bir gruptan bahsediyoruz. Hele bu azınlık grubun geleceğinin belirlenmesi yasalar tarafından güvence altına alınmışken… Devletin hegemonya sınırları dahilindeki herkesin ve her şeyin bu azınlık grubu tarafından belirleniyor oluşu merkeziyetçiliğin belirtisidir.
814.578 kilometre karelik bir alanda kimin neye nasıl ihtiyacının olduğunu, bu ihtiyacının nasıl karşılanacağının belirlenmesinin yetkisi de bu azınlık grubunun kararıdır. Hükümet programlarının ve yasa koyucular tarafından ortaya atılan önerilerin dikkatlice incelenebilmesi için gerekli bilgi ve zaman hiçbir zaman halka verilmez. Benzer şekilde bütün devletlerdeki toplumsal düzenlemeler ve planlamalar bu şekilde yapılır. Bu merkezlerden çıkan mutlak kararlarla tüm siyasi ve idari işleyiş sürdürülür. Ya da sürdürülemez.
Aslında çoğu kez sürdürülemez. Çünkü yerele özgü çözümler, merkezi karar mekanizmalarından çıkarılamaz. Merkezin siyasi, ekonomik ya da toplumsal çıkarlarından bağımsız kararlar alınamayacağından, işleyiş de buna göre planlanacaktır. Bu teknik çıkmaz, bugün ulus devleti, yerel yönetimlere daha fazla sorumluluk vererek çözümler bulmaya yöneltmektedir. Devlet varoluşsal olarak merkezi bir yapılanma olduğundan, bu teknik çıkmazın üstesinden gelemez.
Seçime Girmek İktidarı Olumlamaktır
Atılan her oy, boş oylar da dahil olmak üzere, sistemin olumlanması anlamına gelir. Hemfikir olmadığımız bir siyasi pratiğe zorlanarak, bizim irademizi teslim alacak olanları seçmenin bir mantığı yoktur. Bu mantıkla düşünecek olursak oy kullanmak, her zaman daha iyi çobanların olabileceğine inanmaktır.
Şimdiki hükümet nasıl kendi çıkarları doğrultusunda davranıyorsa, bu davranışın boyutlarını yasalarla güvence altına alıyorsa, yetkiyi fütursuzca kullanıyorsa seçimlerle ve atılan her oyla bu potansiyel başka bir çıkar grubunun ellerine teslim edilir. Yani seçimlere katılmak ve oy kullanmak kime oy verdiğinden bağımsız olarak bu işleyişin sürdürülmesini sağlar. Çünkü parlamenter siyasetin doğası gereği, bu durum kişiye ya da gruba özel değişiklik göstermez. Kim daha fazla otoriteye sahipse ya da kim daha çok bu otoriteyi isterse ona hizmet eder.
Doğrudan demokrasi salt bir örgütlülüğün işleyiş tarzı olarak algılanmamalı, aynı zamanda bireyin yaşama biçimi olarak da ele alınmalıdır. Ezen (yöneten), ezilen (yönetilen) ayrımının olmadığı bir yaşamı ve ilişki biçimini yaratmak, şimdiden böylesi bir yaşamı kurmak ve böylesi ilişkileri gerçekleştirmekle mümkündür. Toplumu yönetenlerin, hükümetin daha ötesinde devletin, biz yönetilenler üzerinde aldığı kararları uygulaması ve temsili demokrasi çerçevesinde bizi bu yönetime müdahil oluyormuşuz gibi göstermesi bir demokrasi aldatmacasıdır.
Bu koşullarda doğrudan demokrasi kendini bize zorunlu olarak dayatmaktadır. Yaşamları boyunca toplumsal kararlarda edilgen olan birey, doğrudan demokrasiyle toplumsal kararlarda etken hale gelir. Doğrudan demokrasi, merkeziyetçi olmayan, karar almada herkesin dahil olabileceği ve sonsuz söz hakkına sahip olduğu ikna ilkesini benimseyerek işleyişini sürdüren bir yöntemdir. Doğrudan demokrasi, yönetenlerin temsili demokrasisinin, parlamentonun, politikacıların, seçimlerin ve oy pusulalarının oluşturduğu merkeziyetçi, bireyi edilginleştiren ve bütünüyle iradenin teslimiyetine dayanan aldatmaca karşısında bireyin etkenleştiği kendi iradesini teslim aldığı bir yöntemdir. Böylelikle yöneten ve yönetilen arasındaki muğlaklık kendini netleştirir. Yani temsili demokraside bireyin yönetime katıldığı aldatmacası doğrudan demokrasiyle bireyin yönetimde etken bir özneye dönüşmesiyle açıklanabilir.
Paylaşma ve dayanışmayla dolu özgür ilişkilerin doğrudan demokrasi ile işleyen karar alma süreçlerinin sonsuzluğuna kazanım derken, böylesi önemli bir deneyimi yine temsili demokrasinin muğlaklığına geri çekerek sandıktan birinci parti çıkmaya indirgemek, böylesi bir özgürlüğü hiçleştirmekten başka bir şey değildir.
Bu hiçleştirmenin karşısında yakın zamanda ezilenlerin katılımıyla deneyimlediğimiz Taksim-Gezi İsyanı ve yaşamakta olduğumuz Rojava Devrimi vardır. Bu deneyimlerle birlikte herhangi bir rejimin sonlandırılması herhangi bir hükümetin istifası ile gerçekleşmedi. Ezilenlerin katılımıyla ve kendi irademizle gerçekleşen bu deneyimler karşısında şimdi tekrar irademizi temsili demokrasinin sandığına mı sıkıştıracağız? Paylaşma ve dayanışmanın gücüyle kendi yaşamımız adına karar alabilmenin çabasını sarf etmişken kazanılmış bu günlerden sonra yine biz ezilenler adına kararlar alacak, biz ezilenler adına bu kararları uygulayacak en kötü rejimden, en kötü hükümetten daha az kötüsü yeni bir rejimin ve hükümetin sadece bir oyuna mı indirgeneceğiz! Bu devrim ve isyan süreçlerini görmezden gelerek gücüne güç katmak isteyen ya da bu süreçleri bir iktidar değiş tokuşu nasiplenmesi olarak gören partiler şunu bilmelidirler ki, başlangıcından bugününe sürmekte olan şeyi anlamamışlardır!
Taksim-Gezi İsyanı ve Rojava Devrimi sırasında alışkın olmadığımız yeni bir anlayış örgütlendi. Direniş ve isyan süreci özellikle yaşan siyasi baskıya rağmen sokaklara çıkan, slogan atan ve karşı koymanın coşkusuyla direnen insanlar yarattı. Ancak yaşanan tüm bu süreçlerden sonra yenilenen bu yaşamlar nasıl bir yaşamsal ve siyasi mücadele sürdürecekler, bu sorunun cevabı çok önemliydi. Çünkü gelecek günlerde seçimlerle birlikte göreceğiz ki tüm bu süreçlerin ezilenler açısından en önemli kazanımlarından birisi olan doğrudan demokrasiyi anlayamayan zihniyet, hep bildiği ve uyguladığı yönteme yeniden dönecektir. Devrimin ve isyanın mücadelesini verenler, yaşamdaki çatlakları derinleştirirken; bunu anlayamayan zihniyetse STK’larına gönüllü, partilerine üye, sandıklarına seçmen aramanın peşine düştüler düşecekler. Unutmayalım bu süreçlerin ezilenlere yaşattığı gerçek şudur: Biri ya da birileri bizim adımıza karar vermeden, şimdi, şu anda her şeyi değiştirebilecek gücümüzün olduğu.
Devrimci anarşistler parlamenter demokrasinin seçim sistemini, toplumsal adaletsizliklerin çözümü olarak görmez, çünkü;
-Toplumsal devrimle hedeflenen, bütünüyle gönüllü örgütlenmelerden oluşan devletsiz bir toplumdur. Yani zora dayalı olmayan ve otoritenin olmadığı bir öz-örgütlülüktür.
-Bireysel iradenin temsilciler aracılığıyla teslimiyetine dayanan temsili demokrasi başta olmak üzere, anarşizm demokrasinin birçok biçimini reddeder.
-Temsilcilerin belirlenmesi, bireysel inisiyatifin denetlenmesinin imkansız olduğu bir üst organa devredilmesi anlamına gelir. Bu fiilen bireyin özgürlüğünün yadsınmasıdır.
-Oy hakkı, siyasal ve ekonomik eşitliğe ulaşmak için kullanılamaz. Çünkü bu burjuvazinin diktatörlüğünü destekleyen bir araç olarak kalmaya mahkumdur.
-Seçimler sınırlı bir özgürlük alanıdır ve reformlarla, iktidarların verdiği küçük tavizlerle sınırlıdır.
-Mevcut siyasal hukuksal düzeni içselleştiren, “demokratik haklar” talep ederek radikal taleplerle başkaldırma potansiyelini yitiren muhalefet, sorunlarını uzlaşma yoluyla çözme arayışındadır.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız pratikler ezilenlerin 1930’lu yıllarda, İberya’da CNT-FAI’nin(Ulusal Emek Konfederasyonu-İberya Anarşist Federasyonu) öz-örgütlülüğü ile Katalonya ve Aragon başta olmak üzere, İberya genelinde; Mahnovistlerin Ukrayna’nın Golya-Polye bölgesinde Özgür Topraklar deneyiminde, Güney Amerika’da örgütlenen Zapatist köylülerin, doğrudan demokrasi ve özyönetim örneklerinde olduğu gibi yüzümüzü döndüğümüz, yaratmaya çalıştığımız doğrudan demokrasi deneyimleridir.
Bugün Kürdistan coğrafyasında gerçekleşmekte olan Rojava Devrimi ile oluşturulmak istenen deneyim yukarıdaki anarşist deneyimlerle benzerlikler taşımaktadır. Rojava’da bu süreç halkın doğrudan karar alma süreçlerine dahil olduğu, bölgede ekonomik, siyasi çıkarı bulunan devletlere, şirketlere ve iktidar odaklarına karşı girişilmiş büyük özyönetim deneyimidir.
Devrimci anarşistlerin, devrimci siyasal süreçlerden kastı, bu deneyimlerdir. Bu deneyimlerin hiçbirisinde devletin temsiliyet kurumları yoktur. Halkın doğrudan katılımı vardır ve yine halk alınacak tüm kararların uygulayıcısıdır. Doğrudan demokrasi ve öz-yönetimin uygulandığı bütün bu deneyimler, “yönetici” sınıfın ortaya çıkmasını engellemek amacıyla oluşturulur.
Seçim ismi verilen siyasal sürecin, toplumun siyasi, sosyal ve ekonomik ihtiyaçları için organize edildiği iddiasının gerçek olup olmadığının anlaşılmasında, bu gerçekliğin içindeki siyasal öznelerin kim ya da kimler oldukları ve bu siyasal öznelerin faaliyetlerinde neyi nasıl yaptıklarının anlaşılması önemlidir.
Parlamenter sistem, kendini seçmene göre ayarlayamaz. Günümüz kapitalist sistemi gibi parlamenter sistem de, ihtiyaçların azaldığı bir seyirde değil, tam tersine ihtiyaçların çoğaldığı bir seyirde meşrulaşır. Yani seçmenin ihtiyaçlarına göre değil, seçmen adına sonsuz bir ihtiyaç belirleme yöntemi izleyerek meşrulaşır.
Parlamenter demokrasiye inananlar, biz devrimci anarşistler oy kullanmadığımızda ve “oy kullanmayın” dediğimizde, bireyi önemsizleştirdiğimizi ve edilgenleştirdiğimizi söyleyerek, bizi siyasal etkisizlikle eleştirebilirler. Daha da ötesinde kandırmaca kampanyalarını, çalınan-yakılan oyları, tüm entrikaları anlattığımızda bizi siyasetsizliğin aşırı şüpheciliğiyle suçlarlar. Biz ise aslında herkes tarafından görülen ama her seçim dönemi görülmüyormuş gibi davranılan gerçekleri söylemeyi sürdürürüz.
Devrimci anarşistlerin yaratmaya çalıştığı siyasal gerçeklikle, devletin ve kapitalizmin siyasal gerçekliği zıttır. Dolayısıyla, devrimci anarşistlerin seçimlere katılmaması siyasetsizlik değil, ilkesel bir tavırdır. Oy verip/vermemeyi siyaset karşıtlığına indirgemek parlamenter demokrasiyi olumlayarak devletin kendi adaletsizliklerini gizlemeye yarayan bir yöntemdir.
Örneğin vereceği bir oy ile patronuyla kendini eşitleyen bir işçinin bu geçici politikleşmede kendi geleceğine dair iradi bir eylem içinde olduğunu zannetmesi, kapitalizmin adaletsizliklerinin olağan algılamasıyla sonuçlanabilir. Her yeni seçim döneminde değişen, adaletsizlikler değil; sadece seçilenler olacaktır ve bu hep böyle tekerrür etmiştir, edecektir.
Siyasal olanla yaşamsal olanın ayrıştırılması, devletin ve kapitalizmin istediği bir ayrıştırmadır. Ezilenler bu ayrışma nedeniyle gündelik yaşamın içerisinde karşı karşıya kalınan adaletsizlikleri siyasi bir tavırla karşılamaktan yoksun kalıyor. Çünkü temsili demokraside siyasal olan seçim süreçlerinde herhangi bir partiye oy atmaktır.
Devrimci anarşistler için yaşamsal olan siyasal, siyasal olan yaşamsaldır. Birey, içerisinde bulunduğu topluluğun kendisidir. Alınacak ve uygulanacak kararlarda edilgen değil doğrudan etkendir. Pasif siyasal bir özne değil, aktif siyasal bir öznedir.
Anarşizmin tarihine bakacak olursak birbirinden değerli birçok deneyimde de böyle olmuştur. Anarşistler, siyasal alanda doğrudan demokrasinin işletildiği karar alma süreçlerini, kimi zaman mahalle ya da halk meclisleri, kimi zaman da kooperatifler ve sendikalar içinde deneyimlemiştir. Aynı zamanda yaşamsal olanı da yine bu deneyimlerin içine yedirerek gerçek kılmışlardır. Örneğin CNT sadece siyasal alanda mücadele eden bir sendika değil, üyesi olan işçinin yaşamsal dönüşümüne dair pratikleri olan bir örgütlenmedir. Devrimci anarşistler bugüne değin toplumsal ihtiyaçlar ile alakalı, öz-örgütlülüğe dayalı sosyal, ekonomik ve siyasal birliktelikleri savunmuşlardır.
Seçim çalışmalarına yönelik doğrudan ithamlar (bunlar hırsızdır, bunlar yalancıdır…) basit eleştirilerdir. Gerçek nedenlere odaklanmalıyız. Çünkü bu basit eleştiriler, eleştirinin muhatabını parlamenter sistem olmaktan çıkararak kendisini, siyaset yapanla özdeşleştirmek gibi bir hataya dayandırır. Kaldı ki bu tarz eleştiriler parlamentoda siyaset yapanların işidir.
Seçim süreçlerinde oy kullanmama çağrımızın nedenlerinden biri, devlete karşı mücadele çağrısı yapmaktır. Bu ilkesel olarak devlete karşı olmamızla ilintilidir. Diğer yandan oy kullanmama çağrımızın başka nedenlerinden biri de kapitalizme karşı mücadele çağrısı yapmaktır. Bu da ilkesel olarak kapitalizme karşı olmamızla ilintilidir.
Seçimler, bizi somut olandan uzaklaştırır. Biz ezilenleri belirli bir sürece hapseder. Bu sürecin kendisi tamamıyla bir illüzyondur. Bu illüzyonu layığıyla yerine getiren parlamenter demokrasi, onun uygulayıcıları devletin ve kapitalizmin içindeki çözümlemeleri halkın talepleriymişçesine uygular ve dillendirirler. Ekonomik ve sosyal sömürüyü bu talepler çerçevesinde farklı söylemlerle meşrulaştırırlar. Seçim dönemi boyunca verilmiş tüm bu vaatler bir süreliğine yaratılan bu illüzyonda bir çözüm olarak sunulur. Halbuki devletin ve kapitalizmin seçim dönemleri dışındaki adaletsizlikleri, bu kısa süreli illüzyonda görünmez kılınır. Kapitalizme ve devlete karşı verilen mücadelenin bütünlüklü verilmesi gerektiğini düşünen biz devrimci anarşistler, bu yüzdendir ki ilkesel olarak seçimlere katılmayız ve oy kullanmayız.
Biz devrimin genel seçimlerle geleceğini düşünmüyoruz. Devrime giden yolda seçimleri, “ilerici” ya da “demokratik” bir aşama diye de nitelendirmiyoruz. Devrimden anladığımız, bütünlüklü bir mücadele ile yaratılacak olan toplumsal devrimdir. Yoksa meclistekilerin bir kısmının değişmesi ya da meclisteki hangi koltukta kimin oturacağını belirlemek değildir.
Farklı düşüncelerle anayasayı değiştireceğini ve devletin yapısını düzelteceğini vaat ederek başa gelenlerin bugünkü durumunu düşünelim. Bütün bu koşullarda meclise girip de yasalarla işi düzelteceğini söyleyen muhalefete de hatırlatalım: Siyaset üstü statü, hukuk üstü uygulamalar, askeri ve idari bürokrasi ve tüm benzeri uygulamalar her ne olursa olsun hiçbir iktidar adayının değiştirebileceği bir durum değildir. Çünkü parlamenter siyaset koltuğu kapan her iktidar için bu uygulamaları bir gereksinim olarak dayatır.
Bu değişmez iktidar yapılanmasıyla mücadele, yukarıdan aşağı inen yasalarla değil gücünü ezilenlerden alan toplumsal devrimle olur. Yüzümüzü dönmemiz gereken yer meclis değil ezilenlerin yaşam alanlarıdır. Ezilenlerin örgütlenmesinde de bu anlayış yıkılmadığı sürece yerine konabilecek yeni bir deneyimin üretilmesi mümkün değildir. Yaşadığımız coğrafyada toplumsal devrim iddiasındaki öz-örgütlülüklerin bu düşünceyle yakın ve uzak dönem stratejilerini belirleyip, buna uygun pratikler oluşturması gerekir. Biz devrimci anarşistlerin iddiası budur.
Yerel seçimler sürecinde vurguladığımız gibi, otuz seneyi aşkın bir süredir Kürt halkının özgürlük mücadelesindeki öznenin kim olduğu gerçeğini tekrar ve tekrar hatırlamak gerekir. Hatta Rojava Devrimi süreciyle bir kez daha düşünmek gerekir. Bu siyasal özne, halkın haklı mücadelesidir.
HDP’nin şu an içinde bulunduğu düzlemin arka planını iyi okumalıyız. Kürt halkının haklı mücadelesinde halkın öz örgütlülüğünün etkisi aşikardır. Otuz senelik savaş sürecinde verilen azimli mücadele ve bu mücadelede yaşanan kayıplar, bugünkü toplumsal mücadelenin meşruluğunun kaynağıdır. HDP’nin siyasal meşruluğu, başarılı siyasetçilerinin stratejilerine değil, Kürt Özgürlük Hareketinin tüm coğrafyaya yayılan toplumsal etkisine ve bu meşruluğun ardındaki halkın öz-örgütüne dayanır. Yine bu siyasal meşruluk parlamentoya değil, “terörist” yaftalamalarına rağmen sürdürülen mücadeleye dayanır.
Bugün HDP’nin “ilerici” ya da “demokratik” diye ifade edilen konumun ardında, devlet manipülasyonlarıyla inkar ve imha edilen, katliamlarla yok edilen bir halkın somut mücadelesi vardır. Seçim sonuçlarında oluşacak bir sihirbazlığın karşısında ilk dikilecek olanlar da, dünden bugüne bu şiddet mekanizmasına karşı mücadele eden halkın örgütü olacaktır. O halde kabul etmek gerekir ki; seçim siyasetinin ötesinde ve onun öncülü olan bir siyasal gerçeklik vardır. Bu siyasal gerçeklik, devrimci siyasetin gerçekliğidir. Bu siyasal gerçeklik kendi siyasal alanlarını oluşturur ve bu siyasal alan içerisinde kendini gerçekleştirir; devletin siyaset alanlarında değil.
Bizim kabul ettiğimiz bu siyasal gerçekliğe karşın, devlet mekanizması ve farklı ekonomik ve toplumsal çıkar grupları, kendi gündemleri doğrultusunda sürekli bir “sivilleşme” vurgusu yapmakta, tek muhatap olarak HDP’yi işaret etmektedir. İktidar kendi siyasi gerçekliği içerisinde hareket eden, hareketleri bu siyasal alan çerçevesinde sınırlı olacak bir muhalefet istemekte ve bunu demokrasinin şartı olarak göstermektedir. Üstelik “demokrasi için” öne sürülen bu şartlar, devletin saldırılarının ve katliamlarının sürdüğü bir ortamda dillendirilmektedir. Bu, devletin korkusunun devam ettiğini gösteriyor. Devletin korkusu, kendi siyaset alanının dışında hareket eden ve bu nedenle kontrol edemeyeceği bir toplumsal hareketin varlığına dayanıyor.
Devrimci anarşistlerin seçim süreçlerindeki ilkesel ve pratik tutumları, bu siyaset alanının dışına çıkmakla ilgilidir. Bizler -devrimci bir siyaset tarzını savunan her toplumsal muhalefetin yaptığı gibi- kendi siyasal alanlarımızı ve süreçlerimizi kendimiz yaratırız.
Anarşizmin tarihi boyunca halkların özgürlük mücadelelerindeki rolü, halkların öz-yönetimiyle oluşturduğu öz-örgütlülüklerle kurduğu dayanışma ilişkisinde belirginleşmiştir. Biz devrimci anarşistlerin de, her alanda yan yana olduğumuz Kürt halkı ve halkın öz örgütüyle kurduğumuz dayanışma ilişkisi ortadayken, HDP’ye oy vermek ya da oy vermemek ikilemi üzerinden yapılacak bir değerlendirmenin anlamı yoktur. HDP’ye Oy verme-oy vermeme ikiliği üzerinden şekillenen tartışmaların altı boştur.
İçinde olduğumuz seçim sürecinde, meseleyi sadece oy vermeye indirgeyenler, tam da iktidarların siyaset diliyle konuşmakta ve anarşizmin ideolojisinden habersizce tartışmaktadır. Anarşizmin seçimlere dair ortaya koyduğu; iradenin teslimi, özgürlüğün yitirilmesi, merkeziyet, iktidarı olumlamak, otorite, toplumsal muhalefetin alanının daraltılması ve siyasetin seçime indirgenmesi gibi eleştiriler önemsenmeden; yine anarşizmin orta koyduğu “doğrudan demokrasi” ilkesi ve yakın zamanda Rojava’daki devrim gibi toplumsal hareketliliklerin seçimlerle ilgisizliği göz ardı edilerek anarşistlere yöneltilen eleştirilerin de altı boştur.
Gerçekçi konuşalım, parlamenter demokrasi daha önce de vurgulandığı üzere “iyi devlet”i hedefler. Anarşizmse iyi devleti değil, devletsizliği hedefler. HDP’yi oluşturan muhalif kesimlerin içerisinde “devlet” mekanizmasının kendisiyle sıkıntısı olmayan kesimlerin “iyi devlet” hedefleri olabilir, hatta bu “iyi devlet”i seçimler yoluyla kendilerinin kuracağını savunanlar da olabilir. Bu kesimlerin siyasal perspektifleri ve stratejilerinin, biz anarşistlerin perspektifi ve stratejisiyle benzeşmeyeceği aşikardır. Bu aynı zamanda ideolojik bir ayrımdır.
HDP’nin şimdiki konumundaki bir gerçeklikten bahsetmek zorunludur. Muhalefet, uzun süredir parlamento başarısı görmediğinden bir “kazanım”a odaklanmış durumda ve bu noktada HDP’nin barajı aşması, kazanım olarak görülüyor. Bu “kazanılabilir kazanıma” odaklanmak “gerçekçi” olma gerekliliğiyle savunuluyor. Ancak gözardı edilmemesi gerekir ki, “kazanılabilir kazanıma” odaklanmış bir toplumsal muhalefet, devletin müsaade ettiği alanda top koşturmaya mahkumdur. Toplumsal muhalefetin buraya sürüklenmesi demek; “gerçekçi olmayan” Taksim-Gezi İsyanı’nı ıskalamak, “gerçekçi olmayan” genel grevler yerine iş mahkemelerinde “sınıf mücadelesi” yürütmek, 1 Mayıs’ı devletin bahşettiği alanlarda “kutlamak” demektir. Bizler biliyoruz ki, devletin hukuku adaletsizliğin kurallar haline getirilmiş biçimidir. Bu adaletsizlik mekanizmasının kazanılabilir kıldığıyla yetinmek ve onun hukuk kuralları içerisinde hareket etmek bize bir şey kazandırmaz. Zira, kazanılabilir olan ezilenlerin lehine olsaydı, devlet onu kazanılabilir kılmazdı.
Ezilenlere kazandıracak tek siyaset, meşruluğunu haklılığından alan sokak siyasetidir. Sokak siyasetinin, sokağın meclise siyasetçi göndermesi demek olmadığını söylemeye gerek yok sanırız. Halkın kendi öz örgütlenmeleriyle oluşturduğu siyaseti yaratmasıdır sokak siyaseti. Meşruluğunu sokaklardan; ezilenlerin yaşam alanlarından alan muhalefetin temsiliyet tuzağına düşmemesi önemlidir. Toplumsal muhalefet açısından gerçek kazanım, sandıkta alınan oy sayısıyla ölçülmemelidir. Yunanistan’daki muhalefetin “seçim başarısı” tam da bu gerçeği göstermektedir. Syriza, temsiliyet tuzağına yukarıda da belirttiğimiz gibi düşmüş ve tam da kazandığını sandığı yerde kaybetmiştir. HDP’nin barajı aşmasını kazanım ölçütü alan muhalefet kaçınılmaz olarak Syriza’yla aynı yanılgıya düşecektir.
Bütün bunlar biz devrimci anarşistlerin parlamenter demokrasinin yarattığı durumdansa mevcut hükümetin baskısını ve iktidarını pekiştirdiği bir dikta rejimini tercih ettiğimiz anlamına gelmez. Bizim vurgulamaya çalıştığımız şudur; ekonomik ve siyasi adaletsizlikler üzerinden yükselen bir işleyişte parlamenter demokrasi ve seçimler, ezilenler için bir aldatmaca ve tuzaktan başka bir şey değildir. Demokrasi ve adalet örtüsü altındaki bu sistem, siyasi ve ekonomik iktidar konumunda bulunanların, yani ezenlerin, ezilenler üzerinde kurduğu hegemonyanın, ezilenlerin özgürlüğünü yok etmek için kalıcılaşmasından başka bir şey değildir. Parlamenter demokrasi ve seçimlerin, ekonomik ve siyasi adaletsizliği ortadan kaldırmak için ezilenler tarafından kullanılabileceğini reddediyoruz. Parlamenter demokrasi ve seçimlerin, her koşulda halka düşman olan ekonomik ve siyasi iktidarların açık ya da gizli diktatörlüğünü, fiili olarak destekleyen bir araç olacağını düşünüyoruz.
DEVRİMCİ ANARŞİST FAALİYET
DEVRiMCİ ANARŞiST FAALiYET’in 7 Haziran Genel Seçimlerine ilişkin hazırladığı metin.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post 7 Haziran Genel Seçimlerine İlişkin DAF’ın Bildirisi :Demokrasi ve Meşruluk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Demokrasi Denetçileri” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletli insanlık tarihinde, iktidarlar tarafından söylenmiş en büyük yalanlardan biridir parlamentarizm. Parlamenter sistem, insanların birkaç yılda bir yapılan seçimlerde kullandıkları oy yoluyla yönetime katıldıklarını, buradan hareketle de parlamenter demokrasilerde insanların kendi kendilerini yönettiğini iddia eder.
Parlamentarizme yönelik doğrudan demokrasi eleştirilerini bir kenara bıraktığımızda dahi, seçim sistemleri kendi sınırları ile maluldür. Hiçbir vekil seçmenini temsil etmediği gibi, hiçbir parlamento da halkı temsil edemez. Buna medya ve güç manipülasyonları, seçim sistemlerinin matematiği ve seçim barajları gibi etkenler de dahil edildiğinde seçim demokrasisinin, esasen perde arkasında muktedirler tarafından oynanan bir gölge oyunundan başka bir şey olmadığı görülmektedir.
Muktedirler, her tahakküm mekanizması gibi parlamenter tahakküm sistemini de truva atlarıyla güçlendirmekte, sistemde açılan çatlakları bu yolla sıvamaya çalışmaktadır. “Katılımcı”, “çoğulcu”, “ileri” gibi eklerle yapılan yamaların yanı sıra demokrasi yalanının çatlaklarını sıvayan mekanizmalardan biri de “Demokrasi Denetçiliği”.
Demokrasi Denetçiliği ve Uluslararası Örnekleri
Demokrasi ve yönetim kavramlarındaki liberal anlamda değişimlerle birlikte ortaya çıkan “yönetişim” (governance) kavramının etkisiyle sivil toplum örgütlerinin çeşitli denetleme mekanizmaları aracılığıyla yönetime aktif olarak katılması düşüncesi gelişti. Bu tür sivil toplum kuruluşları da seçimlerin “demokratik” bir şekilde gerçekleşmesi, demokrasinin gelişiminin denetlenmesi, iktidarların hesap verebilir ve şeffaf olması iddialarıyla faaliyet yürütmeye başladı. Uluslararası düzeyde “democratic audit” (demokratik denetim) ve “election monitoring” (seçim gözetimi) kavramları ile çok sık birlikte kullanılan demokrasi denetçiliği, finansal alanlarda uygulanan bağımsız denetim kavramından hareketle, gözlemlerini ve denetimlerini raporlandırma yoluna gitmektedir.
Uluslararası örnekleri olarak da İngiltere’de faaliyet gösteren ‘Demokratic Audit UK’ ve dünya çapında özellikle de “Arap Baharı”nı yaşayan devletlerde ve “gelişmemiş” coğrafyalarda demokrasi için çalışan ‘National Democratic Institute for International Affairs’(NDI) gibi kuruluşları gösterebiliriz.
Demokrasi Denetçileri Derneği
Bu trendin coğrafyamızdaki örneği ise Demokrasi Denetçileri Derneği. T.C Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bulduğu her fırsatta ve gittiği her yerde dile getirdiği 400 vekil isteği üzerine başlayan tartışmalara katılan ve yaptığı seçim anketleriyle ve analizleriyle HDP barajı aşsa da aşamasa da AKP’nin 400 milletvekili çıkaramayacağı açıklamasıyla gündem olan “Demokrasi Denetçileri Derneği” düzenledikleri seçim seminerleri, ayrıntılı seçim analizleri ve sitesindeki seçim simülasyonu ile 7 Haziran seçimlerine büyük önem veriyor. Siyasetçileri ve iktidarları, katılımcı ve çoğulcu demokrasinin ölçütlerine göre denetlemek ve insanlar arasında “demokrasi kültürünü” geliştirmek için yola çıktığını belirten Demokrasi Denetçileri Derneği, iki yılı aşkın süredir faaliyet gösteriyor.
Yaptığı eylemler ve etkinlikleriyle mevcut hükümete karşı muhalif bir tutum sergilemesi, derneğin niteliğinden ziyade, yöneticilerinin ilişkileri ve siyasi görüşlerinden kaynaklanıyor. Derneğin yönetim kurulu üyelerinden Mehmet Özkaya CHP İstanbul Milletvekili Aday Adayı olmuşken bir diğer yöneticisi İbrahim Yayla da MHP Bornova İlçe Başkanı görevinde bulunuyor. Ayrıca dikkat çekici başka bir özellik olarak da dernek, liberal “3H Hareketi”yle birlikte etkinlikler ve eylemler düzenleyip yakın ilişkiler kurmaktadır.
Amaç “Demokrasi”!
Bu tür denetleme kurumlarının tümü ortak olarak bağımsızlık, tarafsızlık ve güvenilirlik iddialarında bulunarak demokrasi vurgusu yapmaktadır. Kendilerini demokrasiyi işler kılacak ve denetleyecek sivil kuruluşlar olarak tanımlamalarına rağmen coğrafyamızdaki örneğinin muhalif partilere yakın kişilerle ve sistem savunucusu hareketlerle kurduğu ilişkilere baktığımızda, pek de bağımsız ve tarafsız olamadıklarını görmekteyiz.
Yine aynı Demokrasi Denetçileri Derneği’nden konuşmaya devam edecek olursak, seçimlere ilişkin analiz ve bilgilendirmeye büyük önem veriyor olduğunu biliyoruz. İnternet sitelerinde seçimlerle ilgili bölümlerde T.C devletinde uygulanan Barajlı d’Hondt Seçim Sistemi’nin en ince ayrıntısına kadar tüm bilgilere ulaşabiliyoruz. Ayrıca özel olarak uygulamaya koydukları seçim simülasyonu, farklı bir uygulama olarak göze çarpıyor. Oy oranlarına karşılık gelen milletvekili sayılarının gösterildiği bu uygulamanın yanı sıra -seçim sisteminin getirdiği bir sonuç olarak- açıkladıkları seçim analizlerinde de kimi bölgelerde partiler arası gerçekleşebilecek son sıra milletvekili çıkarma rekabetine özellikle dikkat çekiliyor. Buna yönelik olarak seçimlere katılmayı, bu bölgelerde aktif olabilecek muhalif partiler lehine salık veriyor.
Demokrasi kavramını seçimlere sıkıştırarak hak arayışlarını ve özgürlük mücadelelerini parlamenter demokrasi kıskacında manipüle eden sivil toplum kuruluşları halkın tümünün iradesini yansıtmayı hedef gözettiklerini söyleseler de, asıl olarak seçimler yoluyla düzeni kendi yakın oldukları partinin lehine tutmayı ya da değişen dönemsel olayları ve değişimleri kendi lehlerine evriltmeyi amaç ediniyorlar.
Ortadoğu’da patlak veren isyanların sonrasında yükselen ve demokrasiyi seçimlerden farklı ve değerli bulan yorumlar, Demokrasi Denetçileri Derneği’nin de dönemsel demokrasi anlayışlarındaki değişimlerden ve “ilerleme”lerden uzak kalmama adına söylemlerine ve açıklamalarına sirayet etmektedir. Ancak bu yorumların sadece söylem bazında kalması ve pratikte bir yansımasının olmaması, demokrasi adına samimi olma isteklerinin olmadığını göstermektedir.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda gelişen ve yaygınlık gösteren demokrasi denetçiliği ve seçim gözetimi kavramları ile var olan düzenin korunmasına yönelik bir şekilde küresel düzeyde demokratikleşme propagandası yapılmaktadır. Demokrasi kavramını, kavramın önüne katılımcı ve çoğulcu gibi sıfatları eklemleyerek, seçimleri gözlemleyerek ve devletlerdeki yönetimleri eleştirerek daha demokratik yapmaya çalışan bu tür örgütler, var olabilecek toplumsal hareketlenmelerin karşısına büyük engellerden biri olarak çıkacaktır.
Demokrasiyi, renk renk zarfları boy boy sandıklara atabilme özgürlüğüne indirgeyen, var olan düzeni tam ve etkin bir şekilde sürdürmek amacında olan bu kuruluşların aksine, ihtiyacımız olan şeyler, her bir bireyin iradesini hür bir şekilde yansıtacağı, karar alma süreçlerinde aracısız, temsilsiz ve etkin bir şekilde söz hakkının olduğu ve doğrudan demokrasinin yaşam bulduğu öz-örgütlü yapılardır. Demokrasi Denetçileri, parlamentarizmi ideal bir yapı olarak sunup demokrasi kavramını seçimlere hapsederek, sistemin kendini ve söylemini yeniden üretmesinin bir aracı oluyor. Bu anlamda da, sistemin truva atlarından biri olarak kendisini görünürde sistemin karşısına konumlandırmakta, gerçekte ise sisteme yaralandığı yerden kendisini yeniden var etme olanağı sağlıyor.
The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Demokrasi Denetçileri” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>