The post Stresle İlgili Beyin Alanları Depresyondaki İnsanlarda Daha Büyük appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu sayı dünya nüfusunun yaklaşık %4,4‘üne denk geliyor. Depresyonun hem genetik hem de çevresel faktörlerden kaynaklandığı biliniyor. Depresyona meyilli insanlar stresli durumlarda hastalığa meyletmeyen insanlara göre daha fazla reaksiyon veriyor.
Almanya’nın Leipzig kentinde bulunan Max Planck Enstitüsü‘nden bilim insanlarının gerçekleştirdiği yeni bir çalışma, depresyon ve stres ilişkisine ışık tutuyor.
Bilim insanları çalışma kapsamında depresyon ya da bipolar bozukluk hastası 84 kişi üzerinde beyin görüntüleme çalışmaları yaptılar. Bu görüntüleri sağlıklı yetişkinlerin beyin görüntüleriyle karşılaştıran araştırmacılar, depresyon ve bipolar bozukluk hastalarında beynin sol hipotalamus bölgesinin sağlık yetişkinlere göre %5 oranında daha büyük olduğunu tespit ettiler.
Hipotalamus, depresyonun nörobiyolojisinde önemli rol oynayan bir beyin bölgesi. Zira beyinde stresli olaylara yanıt olarak kortizol salgılanmasını sağlayan HPA aksının (hypotalamus-hipofiz-adrenal aks) başlangıç noktası. HPA aksı stresli olaylar karşısında aktive olarak kortizol salgılatıyor. Depresyondaki insanlarda aksın bozulabildiği biliniyor.
Elbette bu sonuçtan hızlı bir çıkarım yapmak doğru olmaz. Depresyondaki insanların hipotalamusları büyüyor olabileceği gibi, hipotalamusu büyük insanların depresyona meyilli olması da mümkün.
Hangisinin sebep, hangisinin sonuç olduğu ilerleyen dönemdeki çalışmalarla açığa çıkacaktır.
Kaynak: Nöroblog
The post Stresle İlgili Beyin Alanları Depresyondaki İnsanlarda Daha Büyük appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sınav Depresyon Eğitim Entegrasyon – Şeyma Çopur, Ada Sapan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapıda Kalanlar, Kapıdan Geçenler
Bu yıl üniversite sınavına girmek için 2.162.895 kişi başvuru yaptı. 102.949 kişi kapıdan geçemezken 1457 kişinin ise kapıdan geçtiği halde sınavı geçersiz sayıldı. Kapıdan geçenler şimdilerde üniversite kapılarının önünde tercih yapma telaşındalar. 15 Dakika Kuralı’yla kapıda kalanlarsa ya bir sene daha bekleyip “kazanma” maratonunu sürdürecek ya da üniversiteyi “kaybetmeyi” kabullenerek başka tercihler yapacaklar.
Aileler, dershaneler, okul müdürleri durmadan aynı şeyi söyledi: “Bu tercih hayatını belirleyecek.” Peki hayatımız bir sınavla değişir mi? Otoriter ve kapitalizme entegre bir eğitimle değişmeyeceğini bilsek de bazı arkadaşlarımız baskılar karşısında bir sınavı kaybetmenin korkusunu yaşıyorlar. Bazılarımız sınavın stresiyle depresyona giriyoruz, bazılarımız üniversite ile kapitalizme entegre oluyoruz.
Sınav Depresyon
Yıllar boyu hazırlanılan sınavın sonunda yapılan tercih, öz iradeyle yapılan bir seçim değildir. Tercih yapmak, önüne sunulan seçeneklerden birini seçmek zorunda olmaktır. Üniversite tercihleri de sınava girenleri kapitalizmin seçeneklerinden birini seçmek zorunda bırakır. Bu şekilde kapitalizmin dışında bir yaşam olamayacağı yanılgısı yaratılır ve sınavı kazanamayanların her şeyi kaybettiklerine inandırılır.
Sınava hazırlanma sürecinde ise esas kaybedilen rakibe dönüşen arkadaşlar, sınavın stresiyle bozulan psikolojimiz ve çalışarak harcanan tüm zamanımızdır. Ev, dershane, okul üçgeninde sabahtan akşama, haftalarca, aylarca süren bu yarışta nefes almak için verilen molalardaysa “sosyalleşme” arkadaşlarla içilen bir bardak çay ya da sosyal medyadan takip edilen hesaplarla mümkün olur. Çünkü sınav asosyalleştirir. Sınava çalışırken yapmayı sevdiği ne varsa bırakan, evden günlerce çıkamayan, sınav bitince her şeyin değişeceğine inanan da çoktur. Peki aylarca süren bu yarışta çözdüğümüz testler bizdeki bu sorunları çözer mi? Tabi ki hayır, biz sınavın yoğun temposuyla aslında birçok şeyi kaybetmişizdir. Rekabet ettiğimiz arkadaşlarımızı, bozulan sağlığımızı ve sevdiğimiz şeyleri yaparak geçirdiğimiz tüm zamanı.
Kapıda kalan da kapıdan geçen de büyük belirsizliğin içinde bulur kendini. Aslında her iki durumda da sonuç değişmez. Bu belirsizliğin sonucu sınavların bizden çaldığı bir gelecek ve yaşamdır. Bazılarımız ne yazık ki bu sonucu dahi beklemeden belirsizliğin yarattığı depresyonla kaybolur.
Eğitim Entegrasyon
Eğitim, düzene uygun bireyler yetiştirir. İktidar, kendi ideolojisini taşıyan bir toplum yaratmak için eğitim sistemini de kendi istediği doğrultuda şekillendirir. Ancak iktidar kim olursa olsun eğitim sisteminin olmazsa olmazı itaatkar bireyler yetiştirmesidir. Yıllardır süregelen ve uygulanan Kemalik Eğitim, militarist algısıyla hizaya sokulmayı, and içmeyi, marş söylemeyi ve tek tip kıyafeti dayattı. Kurallarına uymayanları ise disiplin cezalarıyla terbiye etmeye çalıştı, başaramayınca da okuldan attı.
AKP’nin iktidarıyla birlikte toplumun genelinde bir muhafazakarlaşma başladı. Bu muhafazakarlaşmanın yansımaları en başta da eğitim sistemi içinde görüldü. 4+4+4 sistemiyle ve kılık kıyafet yönetmeliğinin AKP’nin istediği öğrenci tipini yaratma yönünde değiştirilmesiyle daha da belirginleşen bu yansımalar, Proje Okulları ve İmam-Hatipleşen okullarla sürdü. Patlak veren “FETÖ krizi” sonrasında Fethullah dershanelerine verilen destek kesildi. Temel Liseler açıldı. Böylece iktidar kendi tarafında olmayanı kendine uydurmuş olma stratejisini sürdürdü. Bu sene çokça konuşulan ve tartışılan müfredat değişikliği ise Kemalik Eğitim’den arta kalanı, OHAL’den alınan güçle değiştirme çabasıydı. Tüm bu uygulamalardan sonraysa devletin eğitimi bir entegrasyon aracı olarak kullandığını herkes açık bir şekilde gördü.
Toplumda eğitim her zaman tartışma konusu olarak gündeme geldi. Farklı düşüncelerin kendi çıkarları doğrultusunda eğitimi bir araç olarak kullanmak istemesiyle eğitim sistemi sürekli değişti. Laik olanın yerine muhafazakar, ya da herhangi başka bir kalıp eğitim fark etmiyor, bu değişimden etkilenen hep yaşamlarımız oluyor. Çünkü hepsinin aslında tek bir amacı var; itaatkar bireyler yaratmak, itaat etmeyeni de ortadan kaldırmak.
Öğretenin, öğrenene kurallarla düşüncelerini dayattığı, yasaklarla sınırladığı bir öğrenme sürecinde öğreten her kim olursa olsun, bu yöntem öğreneni itaatkarlaştırır. Eğitim sisteminin şekli ne olursa olsun yaratılan gelecek kaygısı depresyona, sınavı kazanmanın hayatı kazanmak olduğu sanısıysa yaşamlarımızı, kapitalizme entegrasyona sürükler. Ancak bizler devletin ve kapitalizmin önümüze sunduğu seçenekler arasından bir tercih yapmak zorunda değiliz. Önemli olan kazanacağımız diploma, statü ve kariyer değildir. Bunlar kapitalist bir düzenin olmazsa olmaz seçenekleridir. Devletin eğitim sistemine, kapitalizmin bencil düzenine uyum sağlamak zorunda değiliz. Bizden beklendiği gibi bir başkasının üzerine basıp yükselerek, bu uğurda her şeyi kaybederek “başarılı” olmak zorunda değiliz. Sonucu “kazanmak” odaklı bir yaşamın kaybedeni olduğumuzda da kazanacağımız şeyler var, unutmayalım. Çünkü önemli olan biziz. Önemli olan paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle donatılmış adaletli ve özgür bir geleceği kazanmaktır. Bunun için örgütlenerek Anarşizm mücadelemizi her yere yaymaktan başka seçeneğimiz yok. Çünkü sınav depresyon, eğitim entegrasyon! Ama yaşamlarımız bizimdir!
Şeyma Çopur – Ada Sapan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sınav Depresyon Eğitim Entegrasyon – Şeyma Çopur, Ada Sapan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Yaza İncecik Girmek İçin ŞOK DiYETLER” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yavaş yavaş zayıflayamıyor, her şeyden bir anda elinizi eteğinizi çekip gözle görülür bir kilo mu vermek istiyorsunuz? 3 günde 5 kilo verebilirsiniz. Eğer böyle düşünenlerden biriyseniz ‘İsveç Diyeti’ni uygulayabilirsiniz, ancak…
Yaza incecik girmek ya da fazla kilolardan kurtulmak için yeme alışkanlıklarında radikal değişiklikler yapmak şu günlerde pek çok sofrada tartışma konusu. Birbirinden ilginç fikirler, irade denemeleri, kararlılık yeminlerinin ardı arkası kesilmiyor. Şüphesiz bu durumun aktörleri, bahsedeceklerimden kat kat fazlasını biliyorlar. Ancak günübirlik yaşamda reflekslere indirgenmiş bu yaklaşım ve davranışları da yeniden gözden geçirmek şu zorlu günlerde yararlı olabilir.
Zayıflamanın Mucize Yöntemi: İsveç Diyeti
Evet, akla ilk gelen soru: Neden İsveç? Daha önce diyetlerle ilgilenenler şaşırmayacak; diyetin İsveçle hiçbir alakası yok. Olması da gerekmez zaten. Önemli olan ilgi çekici bir isme sahip olması ve akılda kalıcılığı. Gerçi İsveç pek çok kez İsviçre ile karıştırılıyor olsa da bu, diyetin ilgi çekiciliğini azaltmıyor.
Diyet 13 gün sürüyor. İnternette, diyet listesinin dolaştığı sayfalarda 13 gün diyeti ve Danimarka diyeti gibi farklı isimlerdeki diyet listeleriyle de görülebiliyor. Dahiyane diyetin mucidi edalarındaki internet sitesindeki yorumlarda görüldüğü kadarıyla 2. güne kadar sorular ve yorumlar yoğun seyrediyor, 6. günden sonrası ile ilgili de neredeyse hiçbir yorum yok. Zira listeye göz attıkça 7. günün akşam menüsü dikkat çekiyor: Yok!
Diyeti Türkçeye kazandıran şahıs da öyle radikal değişiklikler yapmış ki zaten akıllara zarar olan diyete deyim yerindeyse tuz biber ekmiş. Pek çok günün öğle ve akşam yemeği Lunch ve Dinner kelimeleri dolayısıyla karıştırılmış. Örneğin 4. günün İngilizce menüsünde “Lunch: 200 ml orange juice + 1 can of natural yoğurt” (Öğle yemeği: 200 ml -yani 1 su bardağı- portakal suyu + 1 kutu -yani ne kadar olduğu belirsiz miktarda- doğal yoğurt) önerilirken bakalım Türkçeye nasıl geçmiş: Akşam: 2 dilim portakalın suyu, 100 gram yoğurt. Yoğurdun miktarı hangi kutuya göre hesaplandı bilinmez. Ancak bir portakalın hangi 2 diliminden 1 bardak portakal suyu çıkacağını sorgulamaya bile gerek yok.
Kahvaltılar ise başlı başına fiyasko. Diyetin en mantıklı kahvaltısı 12. günün sabahında: 1 havuç. Tabi eğer o güne kadar gelebilirseniz. Diğer günlerde ise kahvaltılar genellikle 1 fincan kahve ve kesme şekerle geçiştiriliyor. Evet yanlış duymadınız, bildiğimiz rafine kesme şeker.
Zayıflatacağını İddia Eden Diyette Kesme Şekerinin İşi Ne?
Sağlıklı beslenmenin gerekliliğini söyleyen bu diyet sayfası hangi akla hizmet onca işlemden geçirilmiş bir maddeyi tüketmemiz gerektiğini söyleyebiliyor?
Diyette önerilen kesme şeker aslında şeker kamışı, şeker pancarı veya nişasta bazlı (mısır gibi) bitkilerden, fabrikasyon ortamda ileri teknoloji ve kimyasal katkılarla üretilen kristal şekerin kömür, hayvan kemiği külü, ya da sentetik reçinelerle ağartılmasının ardından kimyasal yapıştırıcılarla sıkıştırılmasıyla şekillendirilmiş küp hali.
Şekerin Ne Zararı Var?
Şeker bilindiği üzere karbonhidrat sınıfı yiyeceklerin basit yapılı bir türüdür. Doğal yollarla tüketeceğimiz besinlerin beyindekiler dahil tüm sinir hücrelerinin kullanacağı yapıya dönüştürülmesi ihtiyaç duyulan hızda ve vücudun kontrolünü sağladığı miktarda gerçekleşir. Rafine şekerin yendiği gibi, vücutta herhangi bir kontrol mekanizmasının düzenlemesine fırsat tanımadan kana karışması ilk olarak kan şekerini yükseltmektedir. Kanda yükselen şeker oranına yanıt olarak pankreastan insülin hormonu salgılanır. Bu hormon kanda dolaşan şekerin hücreler tarafından bir an önce kullanılması ya da depolanması mesajını taşır.
Rafine şeker içeren gıdalar glikozun kandaki ani artışına cevap olarak üretilen yoğun miktarda insüline karşı zamanla duyarsız hale gelir. Ve yapmaları gerekeni anlamak için daha fazla uyarıya yani insüline gereksinim duyarlar. İnsülin duyarlığının azalması durumu Tip 2 Diyabet olarak adlandırılır. “Bende şeker var” diyen pek çok kişinin bahsettiği de kısaca bu durumdur.
Rafine Şekerin Beyinde Yol Açtığı Zarar: Bağımlılık
Beyin hücreleri, nöronlar, sadece şekerle beslenirler. Öyle ki beyni ve omuriliği çevreleyen zarın içindeki Beyin Omurilik Sıvısı’na yalnızca şekerin giriş yapma ayrıcalığı vardır. Nöronlar insülinin mesajında belirtilen “kullan ya da depola” komutunda depolama işlevine sahip olmadığı için yalnızca kullanabilirler. Yine depoları da olmadığı için kendilerine sürekli olarak hazır şeker gönderilmelidir. Vücut bunu karaciğerin ve pankreasın büyük role sahip olduğu bir mekanizmayla kendiliğinden yapar. Keza kandaki şeker oranı düştüğünde beyin şekersiz kalıp komaya girecektir. Diyabet hastalarının yanlarında kesme şeker taşıması komanın önüne geçmek içindir.
Şekerden bahsettiğimizde vitaminden, mineralden, liften, enzimden arındırılmış sadece kaloriyle ifade edilebilecek yalnızca bir enerji sağlayıcı olduğunu düşünebiliriz. Ancak bu madde, metabolizma içerisinde tıpkı insülinde olduğu gibi birçok hormonun salgılanma düzeyini de etkiler. Mutlulukta açığa çıkan serotonin hormonunun kanda artış gösteren şekerle birlikte yükselmesi buna bir örnektir. Ancak öte yandan salgılanan insülin hormonu bu yüksek orandaki şekerin kısa zamanda düşmesine yol açtığından beyinde yapay mutluluk duygusunun sonlanmasıyla görülen çökkünlük hali ortaya çıkar. Bu şekilde yaşanan şeker çöküntüsü bir an önce daha fazla şeker alma ihtiyacını ortaya koyan bir döngü oluşturur. Bu dalgalanma başta depresyon olmak üzere pek çok psikiyatrik bozukluğa neden olmaktadır.
Genellikle bir bozukluk olarak değerlendirilmese de, güzellik gibi kavramların herkesçe aynılaştırılması bir mutabakattan değil sistematik bir dayatmadan kaynaklanmaktadır.
Kapitalizmin Güzelliği
Kapitalizmin “güzellik” ifadesiyle dayattığı aslen belirgin tek bir biçime indirgenmiş görsellikten ibarettir. Bu indirgemedeki teklik yalnız bir imgeyi nitelemez. Bazen beden ölçülerindeki kriterlere ulaşmayla, bazen bedenin bir parçasını belirli bir biçime sokmayla bazen de beden üzerini örten boya ve kumaşlarla bu güzellik sağlanır. Çoğunlukla güzel olmak için bir form değişikliği esastır. Öyle ki olduğu haliyle güzel diye nitelenen hiçbir bünye de yoktur. Yine de güzel olduğu kabul edilen belirli kısımlara sahip insanlar vardır. Bu insanların adlarını organların sıfatı olarak görürüz bazen. Biri dudağıyla, Öbürü kalçasıyla, Diğeri göğüsleriyle güzelleşirken; güzellik Birine, Öbürüne ve Diğerine olan benzerliklere indirgenir.
Biri, Öbürü ve Diğeri gibi olanlar aslen güzel ilan edildikleri için reklam filmlerinde oynasalar da tanıttıkları ürün sayesinde güzel olmuşlar gibi düşünmemiz beklenir. Ve biz de tanıtılan ürünü bir numune “yani reklamda oynayan ünlü’nün” inandırıcılığına bağlı olarak onun kadar güzel olmak için satın almaya ikna ediliriz.
Kapitalizmin propaganda araçlarınca dönemsel olarak belirli şekillere bürünmemiz sağlanır. Modayı çoğunlukla giysilerimizle yakalamaya çalışırken, bazen bedenlerimizi bile değiştirmemiz beklenir.
Sıfır Beden
Sıfır beden, Amerikan katalog sistemindeki giysileri sınıflandırmada bir beden ölçü aralığı. Bu aralık kadınlarda (76-56-81 cm) den (84-64-89 cm)’e kadarki beden ölçülerini niteliyor. Bu ölçülerden 1 ila 5 santim daha küçük ebatlardaki grup içinse 00 -yani çift sıfır- beden kullanılıyor. Bir diğer numaralandırma sistemine göre sıfır beden 32 numaraya tekabül etmektedir. Bu beden ise genellikle ergen kız çocuklarına yönelik bir üretimde belirginleşir. Elbette bu bedenler için üretim yapılmasında bir yanlışlık yok. Ancak terslik insanın kendi bedenine uygun bedende giysi seçmek yerine belirli bir ölçekteki giysinin içine girebilmek için bedenini dönüştürmeyi denemesiyle ortaya çıkıyor.
Pek çok genç kadının bedeninde bir takım fazlalıklar olduğunu düşünmesinin baskın kültürün bir dayatması olduğu ortada. Kapitalizmin küresel doğrularıyla bu denli iç içe yaşarken bile, “aslında bazı toplumlardaki –güzel- ifadesinin görece daha kilolu kadınları nitelediğini” bilmeyen yok gibi. Yine de içinde bulunduğu toplumun benimsediği değerlere göre kabul ya da ilgi görmek, karşı konulması çok da kolay olmayan bir hissiyat olsa gerek.
Yine de östrojen hormonunun salgısını imkansız kılacak eşik değerlerin altında yağ oranına sahip bir bedende olmaya çalışmak sadece fizyolojik bir sorun olarak algılanmamalı. Aslında bunun pek çok yerde yazıldığı gibi psikiyatrik hastalık olarak nitelenen kategorileri de mevcut. Ancak Anoreksiya Nervoza, Bulimia Nervoza gibi teşhislerle kutu kutu antidepresan reçete eden hekimler bu sorunun toplumsal çıkış noktalarına da çare olabilirler mi?
Elbette bu sonunun çıldırmış bazı bireylerden kaynaklandığını düşünmek eyleme geçmek için daha kolay olacaktır. Bireye yönelik tedavi planlarıyla gözle görülür değişiklikler izlenebilir. Ancak bu yeni vakaların oluşmasını engellemeyecektir. Zira çözüm de sorunun kaynağı gibi toplumsal olmalıdır. Güzelliğin ve sağlığın sosyal belirleyicilerini sorgulamak; moda, güzellik, tüketim, beslenme ve sağlık dahil pek çok konuda alışılagelmiş uygulamaların ne kadar doğru, ne kadar anlamlı olduğunu yeniden düşünebilmek için kaçınılmazdır.
İsveç diyetini bizlere sunan internet sitesi isvecdiyeti.gen.tr nin mühim uyarısını da unutmadan belirtelim:
“İsveç diyeti, sitede yer alan grafiklerin tüm hakları saklıdır. Kopyalayanlar hakkında yasal işlem yapılacaktır. Sitede yer alan bilgiler sadece bilgilendirme amaçlı olup, kullanımına, uygulanmasına, satın alınmasına, delil gösterilmesine veya tavsiye edilmesine aracılık etmez. Sitemizdeki bilgiler, hiçbir zaman kesin bilgi kaynağı olmayıp, kullanıcılar tarafından eklenmiştir veya yorumlanmıştır. Buradaki bilgiler sitemizin asıl görüşlerini içermeyebileceği gibi hiçbir taahhüt ve tavsiye yerine de geçmez.”
Alp Temiz
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Yaza İncecik Girmek İçin ŞOK DiYETLER” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 24.7 Milyon Kadının Çilesi Bitmiyor: Bizi Siz Hasta Ettiniz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Koltuğu çek, süpür, yerine koy, yatağı kaldır, azar işit.
Masayı çek, yerleri sil, bulaşıkları yıka, ütü yap, tezgâhı sil, eşyaları yerleştir, azar işit.
Yemek yap, halı yıka, bardakları indir, bibloları kaldır, azar işit.
Tozları al, camları sil, kışlıkları indir, bavulları yerleştir, yıka, temizle, as, ütüle, azar işit.
Yaşadığımız ülkede bedeni iflas edene kadar- yani yaşamı boyunca bu işi yapanların sayısı 2012 yılı itibariyle 24.7 milyon. Kendi evinin dışında ek olarak temizlik işçiliği yapanların sayısı ise, ‘kayıtsızlıktan’ ötürü tahmin dahi edilemiyor. Bütün gün en az 8, ama çoğunlukla 8 saati de aşan saatlere varan bu çalışma temposu, kadınların bütün bir yaşamının doğal bir rutini. Bugün kadınlar, işi bitse bile asla tükenmeyecek, gerekirse kendilerini tüketecek bir döngünün parçası halindeler. ‘Kadınlık’ ise, istifa ederek kapıyı çekip çıkamayacağın, çıkarsan da bir işten değil, hayatının sana biçilmiş değerinden vazgeçmek zorunda bırakıldığın bir meslek gibi. Paran varsa tutabildiğin bu kadınlar, istenildiğinde geri yollanabilecek bir ‘meslek erbabı’ olarak piyasa değerini ifade ediyor.
Yoksul kadınlar yalnızca kendi evlerinde değil, başkalarının da evinde, bazen günde 2 tane daha evi bu tempoda temizlemek zorundalar. Elbette bu kadar yoğun tempodaki çalışma koşullarıyla, vücut alarm veriyor. Ev kadınları ise bu hastalıkları çoğunlukla kader, yapması gereken işin çekilmesi gereken cefası olarak görüyor. Kadınlar kader dese de demese de bu kadar “of” ile “ah”ın sonucunda kadınlar ‘hastalık hastası’ muamelesi görüyor.
Hastalık hastası değil: Fibromiyalji
Kadınların ev içindeki çalışma koşulları, yaşadığı fiziksel ve psikolojik baskının sonucunda çok ciddi fiziksel sorunlarla karşılaştığı bilinen bir gerçek. Kadınların evde yaşadığı bütün bu sağlık sorunlarını, sanki kendi nazından ya da “ilgi çekmek” için yaptığı kanısı ise, hem hastalık tanısının koyulmasını güçleştiriyor hem de kadınları daha da büyük psikolojik baskının altına sokuyor.
Peki bu hastalıklar hangileri?
Halk arasında “hastalık hastalığı” olarak bilinen Fibromiyalji, Türkiye’de %80 oranında kadınlarda görülüyor. 20-40 yaş arasında depresyon, stres ve dinlendirmeyen uyku rahatsızlığı çeken kimselerde görülen bu hastalık, yaygın kas ağrıları ile seyrediyor. Sabahları uyandıktan sonra vücutta tutukluluk ve yorgunluk gibi yakınmalara yol açan yumuşak doku romatizmasına sahip fibromiyalji hastaları, içinde bulundukları durumu genellikle “İş yapmasam bile sürekli yorgunum”, “Her yerim ağrıyor”, “Vücudumdan tüm enerji çekiliyor; kol ve bacaklarımda derman kalmıyor” gibi cümlelerle ifade ediyor. Üstelik kadınlar, kaynağı teşhis edilemeyen ağrı, yorgunluk ve diğer yakınmaları nedeniyle yıllarca çeşitli doktorlara başvuruyor ve hiçbir sonuca ulaşamıyor. Türkiye koşullarında düşünüldüğünde, doktora gidebilme şansına sahip bir kadın, doktordan “bir şeyin yok bol su iç” cevabını aldıktan sonra, hastalığının teşhisi şansını tamamen kaybedip, ömür boyu “hastalık hastası” olmakla itham ediliyor. Hastalık, genç olmasına rağmen stresli bir yaşam süren ev kadınlarında ağırlıklı olarak görülüyor.
Menisküs olmak için futbolcu olmaya gerek yok. Menisküs, aşırı yüklenme yapılan dizdeki disklerin yırtılması ile oluşuyor. Özellikle kadınların çok çalıştığı ve yük kaldırdığı, dizlerinin üzerinde çömelerek yer silme hareketi yaptığı koşullarda sıkça görülüyor. Hayatı boyunca uzun süre temizlik yapmış 40 yaş üstündeki kadınların, minibüsten inerken dizine yüklenmesi sonucu dahi yırtılabilen bu diskler, kalıcı sakatlıklara ya da yürüme sıkıntılarına yol açabiliyor.
Sabah kalktığınızda elinizde uyuşma mı hissediyorsunuz? Karpal Tünel Sendromu, el bileğinin içinden sinir ve damar gibi oluşumların geçtiği tüneli koruyan dokunun zarar görüp şişmesi sonucu, sinirleri sıkıştırması durumudur. Eldeki sinirlerin uyuşması ile sıkışan sinir ağrır ya da uyuşur. Elini çok fazla kullanan insanlarda görülen bu hastalık çoğunlukla ‘temizlikçi hastalığı’ olarak bilinir. Bulaşık yıkamak, ütü, çamaşır çitilemek gibi el bileğini kullanmayı zorlayan hareketler sonucu sık görülür. Zamanla hasta el becerisi gereken işleri yapmakta zorlanır ve sonunda eşyaları taşıyamaz hale gelerek, elinden eşyaları düşürmeye başlar. Hastalık uyuşma, duyu kaybı, elin kullanımının kaybolması gibi sonuçlara varabilir. Erkeklere oranla kadınların bu hastalığa 3 kat daha fazla yakalanması dikkat çekicidir. En tipik bulgusu sabah kalktığında karşılaşılan elde uyuşma ve ağrı hissidir. Bilek fıtığı, yine aynı şekilde sıkma, çevirme ve bileği kullanmayı gerektiren işler yapan ev kadınlarının en büyük problemlerinden biri.
Elbette birileri camları silmek zorunda. Omuz sıkışma hastalığı omuzun fazla yük altındayken hızla uzatılması sonrasında oluşuyor. Fırlatmaya dayalı sporlarda görülmekle birlikte, gündelik yaşamda en çok boya ve cam silme gibi hareketlerin sık yapılması sonrasında görülür. Hastalıkla birlikte omuzda hareket kısıtlılığı, kolun kaldırılması, arkaya götürülmesi ve baş üzerindeki hareketlerde ağrı oluşur.
Bel ağrısı ve fıtık denilince aklımıza belini tutan kadınlar gelir. Türkiye’de yapılan araştırmalara göre “bel ağrısı” en çok ev kadınlarında görülmekte. Bel ağrılarının yüzde 90’ı mekanik nedenlerden kaynaklanıyor. Bel kaslarını zorlayacak biçimde yük kaldırmak bunlardan en sık rastlanılanı. Üstelik evde oturup yalnızca ev işi yapan bir kadın için, spor yapıp kemikleri taşıyan kasları geliştirmek de bir lüks. Koltuk çekerken, yük kaldırırken, evdeki her türlü eşyanın yer değiştirmesi ve bulaşık yıkama, yer silme gibi uzun süren ve aynı pozisyonda kalmayı zorunlu kılan hareketlerin birçoğu bel ağrısına sebep olabiliyor. Tabi bel kasları hareketsizlikten ötürü gelişmemiş kadın, ilk önce bel ağrısıyla, ardından bu bel ağrısının önünün alınmaması ve aynı hareketlerin yapılmasına düzenli devam etmesi sebebiyle bel fıtığına maruz kalıyor. Bel ağrısının kalçaya, tek veya iki bacağa yayılan ağrı, yürüme güçlüğü, bacakta uyuşma ve güçsüzlük, nadir olarak idrar kaçırma gibi semptomları bulunuyor. Bel fıtığı ise ciddi yürüme sıkıntılarını beraberinde getiriyor.
Temizlik malzemesi vb. kimyasallara maruz kalan ev kadınlarının astım riskiyle karşı karşıya olduğu, uzun süredir konuşulanlar arasında. Son yapılan açıklamaya göre, 192 çeşit uçucu özellik taşıyan organik katkılı temizlik ürününden 90’ı astım hastalığına yol açıyor. Akciğer kanserine de neden olan bu kimyasallar, kadınlar için temizliğin vazgeçilmez unsurları olmasına karşın, çok ciddi hastalıklara neden olabiliyor. Keza alerjik astım sahibi hastaların “meslek” dağılımı araştırıldığında ortaya çıkan bulguda hastaların %62,2’sinin ev kadını olduğu görülüyor.
Ev içinde yaşayan ve gün boyu temizlik, çocuk bakımı ve yemek ekseninde bir hayat yaşayan kadınların en büyük dertlerinden biri de depresyon. Üstelik yaptığı onca işe rağmen hiçbir işe yaramamakla itham edilen kadın, ev ekonomisini döndürmeye çalışırken kocasıyla yaşadığı şiddetli geçimsizlik ve maruz kaldığı şiddetle beraber çok ciddi bir buhran içine giriyor. Yoksulluk, ağır çalışma koşulları, ‘gidilen evlerde’ maruz kalınan muamele ve hastalıklarla boğuşan bir kadın için, intihar ve cinnete varabilecek psikolojik rahatsızlıklar artık hayatın bir parçası.
Öte yandan, cam temizlerken yüksek kattan düşen kadınların yaşadığı ölüm vakaları saymakla bitmiyor. Elektriğe kapılan, merdivenden düşerek ölen kadınlar, yaptıkları işin tehlikesinden değil de sanki ‘kaderden’, ‘beceriksizlikten’ ya da ‘dikkatsizlikten’ ölüyor.
Günümüzde kadınların mutfak çekmecesinde 10 çeşit ilaç var. Evde çeşit çeşit yemek yapan, pantolonu ütüsüz, karınları aç bırakmayan ama her nasılsa çok sevilen bu ‘kutsal’ kadınlar ya zamanla sakat kalıyor ya da yavaş yavaş acı çekerek ölüyor. Her ev işçisi kadının bir meslek hastalığı olduğu gerçeği ise, yanı başınızda.
Bu hastalıkların kader olmadığı açık. Ve artık yüzyıllardır ezilen kadınlar köleliğin kutsallığını değil, kendi yaşamlarını geri istiyor. Birlikte yaşamalıyız kabul, ama nasıl?
The post 24.7 Milyon Kadının Çilesi Bitmiyor: Bizi Siz Hasta Ettiniz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>