The post Cam Silen Kadın Dereye Düştü appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bugün saat 14.00 sıralarında Pendik’in Kavakpınar Mahallesi’nde iki çocuk annesi 28 yaşındaki Hayriye Yıldırım, oturduğu binanın beşinci katındaki evinin camını silerken, içinde sığ su bulunan dereye düştü. Ağır yaralanan Hayriye Yıldırım, ambulansla Marmara Üniversitesi Hastanesi’ne kaldırıldı. Tedavisi devam ediyor
The post Cam Silen Kadın Dereye Düştü appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Paris ‘ Yeşil’e ‘ Doyacak”- Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hedef 2050
Yaşadığımız topraklarda, çılgın projeler birbirini takip ediyorken; 2023, 2071 hedefleri art arda açıklanırken; kentler kimilerinin isteklerine göre fütursuzca dönüştürülürken; kırlar sanayi ve kentin ihtiyaçları için talan edilirken; öğrendik ki, önüne böylesine çılgın projeler koyan sadece T.C Devleti değilmiş, meğer Fransa da 2050 yılına Paris için “çılgın projeler” üretiyormuş.
Projenin mimarlığını, yapı dünyasının dâhisi olarak bilinen Belçikalı mimar “Vincent Callebaut” yapıyor. Çalışmalarının eksenini “ekoloji ve sürdürülebilirlik” üzerine oturtan mimar, Paris Belediyesi’nin siparişi üzerine görenleri adeta “büyüleyen” bir proje ortaya koymuş. Yukarıda, simülasyonu bulunan projenin adı “Akıllı Paris”.
Akıllı Paris
Akıllı Paris için söylenenler hayli ilginç: “2050’ye kadar şehrin sera gazı salınımını yüzde 75 oranında azaltmak isteyen Paris Belediyesi tarafından sipariş edildi. Proje 8 bölümden oluşuyor ve yüksek teknoloji ürünü sürdürülebilir tasarım ve bitkilendirmeyle şekillendiriliyor. Toplam 15 kuleden 5’inin her birinin cepheleri, biçimleri yusufçuk böceğinden esinlenilmiş iki büyük fotovoltaik ve termal güneş panelleriyle dikkat çekici şekilde kaplanmış olacak ve paneller gün boyu hem elektrik hem de sıcak su üretecekler. Aynı zamanda, geceleri, bir dönüşümlü hidroelektrik pompalı depolama istasyonu, kulenin tepesinden bir şelalenin yağmur suyunu toplayan farklı seviyelerde konumlandırılmış tankların havuzları arasından dışarı akmasına imkan verecek. Projenin diğer göze çarpan öğeleri, sebze bahçelerini, konut kuleleriyle bütünleşmiş denizanasından ilham alınarak tasarlanmış bir çift köprüyü, rüzgâr türbinlerini ve yosun biyoreaktörlerini içeren bir “dikey parkı” taşıyan birkaç büyük bambu kulesini içeriyor. Vincent Callebaut Architectures’a göre, projenin sekiz temel bölümü şehir için çok büyük miktarlarda yenilenebilir enerji üretecek ve kaliteli yaşam alanlarını arttıracaktır.”
Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dediğinizi duyar gibiyim. Aynı şekilde düşünüyorum. Dünyanın en büyük nükleer şirketlerinin açık ortağı olan, dünyanın dört bir yanında yaptığı nükleer denemelerle birçok canlının kanına giren, sanayisinin deniz aşırı hamleleriyle ürettiği pisliğin boğazımıza kadar geldiği bir devlet neden böyle bir proje yapmaya ihtiyaç duyar?
Çünkü;
Şehirler, devletler ve kapitalistlerin ortak ürettiği projelerdir. Dolayısıyla onların arzuları ve çıkarları doğrultusunda, tarih boyunca sürekli dönüştürülmüşlerdir. Bugüne en yakın kent anlayışı, Sanayi Devrimi’yle beraber oluşur. Madenlerin ve fabrikaların çevresine kurulan ilk modern şehirler, oradaki işletmelerde çalıştırılan yoksul işçilerin aynı yere tıkıştırılması ile oluşur. Bugün yaşadığımız mega kentler, geçmişin bu sömürgeci anlayışının mirasını taşırlar ve onun devamcılığını yaparlar!
Kentin var olmasının yegane koşulu, kırın talan edilmesi ve insansızlaştırılmasıyla mümkündür. Binalar için kullanılacak taşlar, dağlar eritilerek elde edilir. Alışveriş merkezlerinin, sanayinin elektriği; dereler, ovalar ve tepeler tutsak edilerek üretilir. Kentlere hammadde ve sermaye taşınsın diye, her yere asfalt dökülür. Hem insansız yaşam alanları hem de tarım alanları, deyim yerindeyse köklenerek şehir için işlenir ya da şehre taşınır. Sözün kısası, kır, git gide sıskalaşırken, şehirler de şişmanlar. Böylece kır aşırı sıskalıktan, kent de aşırı şişmanlıktan hastalanmaya başlar.
Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı
Bundan 23 yıl önce, “artan çevre sorunları, kuzey ve güney ülkeleri arasındaki yaşam kalitesi-refah dengesizliği, yoksulluk-yoksunluk, tarımsal reformlar silsilesi” ve daha birçok “çevre” sorununa bir çözüm bulabilmek için, Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde bir araya gelen “zengin devletler”, Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı”nı imzalamıştır. Konferansta ayrıca “Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi” ve “Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi” de kabul edilmiştir. Öte yandan, hükümetler tarafından oluşturulan ve küresel ısınmaya yönelik “ilk çevre sözleşmesi” özelliğini taşıyan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, sera gazlarının oranlarını düşürmek ve bu gazların zararlarını en aza indirmeyi kendine ulvi bir görev edinenlerin toplamının sözleşmesidir. ‘97 yılına gelinince de aynı çevrenin hedefleri, Kyoto Protokolü ile devam edecektir.
Bu hastalıklı “mekan” politikası, içindeki tüm yaşamlarla beraber devleti ve kapitalizmi de sakatlar ve günden güne her şeyi biraz daha öldürür. Yeterince gün ışığı alamayan salon çiçekleri nasıl soluyorsa, yaşamla bağlarını yitiren insanlar da solmaya, verimsizleşmeye başlar. Çalışmayan, çalışamayan; tüketmeyen, tüketemeyen insan kendisiyle beraber kapitalizmi tarihin çöplüğüne gönderir.
Bu ve bunun gibi “çevreci projeler” de yaşamın sürdürülebilmesi için değil, kapitalizmin sürdürülebilmesi için üretilir. Enerji santralleriyle, taş ocaklarıyla, madenlerle, GDO’lu sebze meyveleri ve tüketici kültürüyle “kır”ı (dolayısıyla yaşamı) çoraklaştıran kapitalizm; onu şehrin üzerine giydirilen bir aksesuar gibi kullanmak ister. Devasa binaların, yol kenarlarının, beton adaların üzerini örten yeşil örtülerin, nükleerin yerini alması planlanan rüzgar ve güneş santrallerinin “biz”leri kurtaracağı yalanını söylerler.
2023’den 2050’ye Aynı Hikaye
Yaşadığımız topraklarda ise durum biraz daha farklı işler. Henüz dünyayı yeterince kirletemeyen T.C devleti ve benzeri daha zayıf devletlerin; geçmişte Fransa, Almanya, ABD, İngiltere gibi devletlerin, yaptıklarını daha yeni yapmaya başladığı için projeleri daha “ekolojik” olmaktan ziyade daha “kalkınmacı” daha “ilerici” olmak zorundadır. Büyük abilerinin izinden sapmadan giden T.C devleti, nükleer santraller, duble yollar, kentsel dönüşüm projeleri ve HES’lerle talanlarını sürdürürken; bir yandan da RES’ler ve GES’lerle, gelecekte kendisinin de kalkışacağı “ekolojik kentlere” göz kırpmaktadır.
Sözün özü, bu projeler, “ekolojik kentler”, “çevre ve kalkınma konferansları”, dünyayı cehenneme çevirenlerin, bu cehennem çukurlarının bir kısmını cennete benzeterek “yıktıklarını geri getirmeye” çalışmasından başka bir şey değildir. Bu, bir yamadır. Fakat milyonlarca yıldan beri biz canlılara ev sahipliği eden bu evren, artık yama kaldıramayacak kadar yıpranmış, üzerindeki canlılar da durmadan yenilenen yalanlara inanmaz olmuşlardır. Sizin anlayacağınız 2023 neye hizmet ediyorsa, 2050 de ona hizmet ediyordur. Üçüncü havalimanı neyi öldürüyorsa, devasa binaların tepesine kurulmuş yeşil bahçeler de aynı şeyi öldürüyordur!
Emre Bayyiğit
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Paris ‘ Yeşil’e ‘ Doyacak”- Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hayde Kızlar Deyelum Lafun Aykirisini: “Enni vorsi maktoba na var on maktoba on”* appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Onlar mutlu olduklarında derenin kenarında, yaylada dağın dumanına karışıp türkü söylüyorlar. Dağları, dumanları, dereleri, ağaçları, inekleri onların türküleri, horonları, yaşamı… Tarlaları ekmek kapısı. Onlar Karadeniz kadınları. Gerektiğinde deresi için, dağı için, ineği için, yaşamını savunarak lafun aykirisini diyenler…
Karadeniz’in kültürünü, dilini, kadınını, doğasını müziğiyle, güzel sesiyle bizlere hissettiren ve kendisi de Karadenizli olan Ayşenur Kolivar ile onun müziğine de yön veren Karadeniz doğasının, kültürünün, bu kültürün en önemli taşıyıcıları olan kadınlarının ve ilk solo albümü olan Bahçeye Hanımeli albümünde yer alan Lafun Aykırısini şarkısının hikayesi üzerine sohbet ettik.
Ayşenur, Karadeniz kültürü üzerine araştırmalar yaparken kadın olmasıyla ilişkili olarak yörenin kadınlarının kültürüne merak salmış. Çalışmalar sırasında birçok kadının hikayelerini dinlemiş. “Bu hikayeleri dinliğinizde onlar için ne kadar önemli olduğunu görüyorsunuz derenin, dağın, yaylanın…” diyor. Zaten albümü oluştururken de albümü bir çiçek bahçesi olarak tasarlamışlar. Bunun da bir hikayesi var mıdır acaba? diye düşünürken öğrendik ki bunun da bir hikayesi varmış. Karadeniz kadını için bahçe çok önemliymiş. Topraklarını, çay bahçelerini, ektiklerini, biçtiklerini evlerinden daha çok önemserlermiş. Evlerini kendi kimliğini ifade eden bir unsur olarak görmezlermiş. Ama bahçeleri… Ayşenur’un ananesi şöyle dermiş “vuuuu bi gören olacak da ayıp olacak şuraya bak bahçeyi diken sarmış.” Çocuklarıyla övünmek gibi bahçeleriyle, tarlalarıyla övünürlermiş.
Hele ki ağaçları… bilirlermiş köyde hangi ağacı kim, ne zaman dikti. Annesinin halası anlatırmış Ayşenur’a bu meyve ağaçlarını biz diktik diye. Birgün uçurumun kenarına bir incir ağacı dikiyorlarmış. Halası sormuş babasına ‘Niye bu ağacı buraya dikiyorsun? Yola diksen en azından yoldan geçen alır. Burdan yolcu da alamaz. Babası da ‘Kızım, bu da kurdun kuşun hakkı’ demiş. “İşte bu kadar ince insanlar” dedi Ayşenur. Alanda çalışmalar devam ederken bir hikaye daha çıkmış karşılarına ; ağaçlar görüp ağlamasın diye kimi Karadeniz köylerinde ormana giderken baltaların sarıp saklandığı ile ilgili. Doğa ile o kadar hissederek ilişki kurarlarmış ki bir gün Ayşenur’un ananesinin ineği hastalanmış. Ahırda yanında kalmalar, dualar, ağzına bal koymalar… ne çare ineği kurtaramamışlar,kesmek zorunda kalmışlar. Ananesi bu yüzden fenalaşmış ve o geceyi hastanede geçirmiş.
Kadınlar yaprakları süpürürken ki gibi çıksın bu ses…
Ayşenur tüm bu yaşanmışlıkların yaratmış olduğu birikimleri, kültürü müziğine yansıtmaya çalışıyor. Diyor ki “ Hani sizin Karadeniz şarkılarına dair kulağınızda bir ses var ya işte bu ses doğadan beslenmiş bir ses. Ben bir şarkıyı söylerken kafamda koca bir orkestra çalıyor. Bu orkestra dağda esen rüzgar, yaprağın sesi,derenin şırıltısı, ineğin mö’sü… işte böyle bir orkestranın içinde bu müzikler anlamlı.” Farklı projelerde, kadınlarla beraber müzik yaparken müzik terimlerini kullanmak yerine “kadınlar yaprakları süpürürken ki gibi çıksın bu ses, bu ses usul usul akan küçük bir dere gibi çıksın, burada ses küçük çakıl taşlarına vuran su gibi söyleyelim” gibi bir yöntem izlemişler. Ki onların kulağında müzik denen şey bu.
Fakat son süreçte Karadeniz müziğinin içine dozer sesleri, kamyonların tozu dumanı… yani yaşamlarına, doğalarına yapılan saldırılar ve bu saldırılara karşı yaşamlarını savunan Karadenizlilerin isyanı, direnişi, mücadelesi konu olmaya başladı. HES’ler, termik santraller, nükleer santraller ve tabii ki Çernobil, sahil yolu, taş ocakları onların yaşamlarına düşen bir dinamit, doğa ile aralarına örülmek istenen bir duvar gibi girdi. Özellikle de gücünü, kültürünü, hikayesini toprağından, dağından, deresinden, denizinden, havasından alan kadınların yaşamlarına…
Kentli bir insan “çevreci” olur ama köylü bir insan nasıl çevreci olabilir?
Karadeniz yaşamına yapılan müdahaleye ve saldırıya karşı duran, direnen birçok insan hatta köylüler bazı diller tarafından “çevreci” nitelendirildi. Bu mücadele sürecinde yaşam savunucularının mücadelesi “çevre hareketi” olarak tanımlandı. Oysaki benim bu mücadele süresince gördüğüm insanlar yaşamları için, kültürleri, kendinden ayrı görmedikleri doğaları için mücadele ettiler ve halen daha etmekteler. Sohbetimiz öncesinde Ayşenur’un da bu noktadaki düşüncelerini merak ediyordum aslında. Tam soracaktım ki Ayşenur başladı söze “Kentli bir insan çevreci olabilir ama köylü bir insan nasıl çevreci olabilir?” Karadeniz’deki mücadeleyi çevreci bir bakış açısı ile görmek ne kadar sağlıklı bilemiyorum. Karadenizli bir insan olarak verdiğim mücadele boyunca “çevre hareketi” adı altına yapılan şeylerin kapitalist zihniyetle üretilmiş olduğunu görünce oldukça kafam karışmaya başladı. Ben HES’e karşıyım derken bunu çevreci bir noktadan söyleyemiyorum. Çünkü ne o dili ne de yaklaşımı biliyorum. Fakat bir insan olarak görüyorum yapılan şeyin saçmalığını . Benim HES’lere karşıyım demem yaşamıma yapılan müdahale ile alakalı.”
Bu benim yaşamım ve yaşamıma müdahale ediliyor
Ayşenur daha sonrasında bir hikayesini daha paylaşıyor bizimle. Karadeniz’de sahil yolu yapılmadan önce kadınlar vadide bir yerden bir yere gitmek için çıkarlarmış yola ve yoldan geçen her arabaya el ederlermiş. Araba boş ise durur kadınları gidecekleri yere götürürmüş. Hele ki boş olup almaz ise bu ayıp sayılırmış. Fakat ne vakit sahil yolu gelmiş. Kadınlar el edemez olmuş. Yol çalışmalarını yapan kamyonlara yasak gelmiş almayın kamyona diye. Ayşenur şöyle ifade ediyor bu yaşanmışlığı “Sahil yolu biz kadınların özgürlüğünü kısıtladı. Aşağıya, çarşıya inmemiz gerekiyordu. Her yer çamur olduğu için bunu yürüyerek yapmak çok zordu. Sürekli geçen taş kamyonlarının içimizi ürperten sesi, tozu, çamuru vardı. Sonra yolun eteğindeki evler, evlere asılan çamaşırlar toz duman arasında kalıyordu. Şimdi sen bunları bir çevreciye anlatsan burada doğa katlediliyor, sen kendini düşünüyorsun der, afili kelimelerle konuşur. Ama bu benim yaşamım ve yaşamıma müdahale ediliyor”
Hayde kızlar deyelum lafun aykirisini
Tüm bu süreçlerde Ayşenur’u en çok etkileyen kadınların kendilerine has karşı çıkışları olmuş. Ayşenur bir belgesel çekimi ile ilgili olarak memleketi Senoz’a gitmiş. Oradaki insanlarla HES’ler üzerine sohbet etmiş. Bu sırada karşısına iki kız kardeş çıkmış. Kadınlar içinde derenin sözünün geçtiği türkü söylemeye başlamışlar. Söylerlerken bir tanesi ağlamaya başlamış. Sormuşlar neden ağlıyorsun diye: Ben derem için ağlarım demiş. “İşte bu beni çok etkiledi. Ben belki size şimdi çok etkili ifade edemiyorum ama oldukça etkileyiciydi.” diyor Ayşenur. Bizlerin de iki sopasıyla “ha vuracağum sizi” diye kızışıyla tanıdığımız Gürgenli Nine bizleri etkilediği gibi Ayşenur’u da etkilemiş. “Bir gün” diyor Ayşenur “kadınlarla toplandık. Minibüsle bir yerden bir yere gidiyoruz. Yol HES çalışmaları yüzünden çok kötü. Kadınlar bağırmaya başladı: Vuuuu gördünüz mü ne yapmışlar, babamın diktiği incir ağacını kesmişler, vuuuu kocaman gürgen vardı onu da kesmişler, iki adam zor sarardı nasıl kıydılar, yüzyıllık ağacı nasıl devirdiler. İşte sonra İstanbul’a döndüm. Şapkayı önüme koydum, ne yapabilirim? diye”. Kadınların gücünü, karşı çıkışlarını anlatan bir şarkı yazmak için çalışmaya başlamış. Toplamış etrafındaki kadınları, kolektif bir şekilde düşünmeye başlamışlar. “Bahçeye hanımeli” albümünün Manuşak bölümünde, kadınların umudunu temsil eden böyle bir şarkıya ihtiyaç var demişler. Önce ne varsa yazmışlar: Çernobil, sahil yolu, madenler, taş ocakları, santraller, topraksızlaştırma, dil, kültür… Fakat sonra demişler ki son zamanlarda kadınların en çok karşısında durduğu şey; HES. Sonra başlamışlar yazmaya HES’in hikayesini, sözler ise peşi sıra oluşmuş zaten.
“Hayde Kızlar Deyelum Lafun Aykirisini / Anlatalum Herkese HES’un Hikayesini / Sözümüz barajlari buraya yapanlara / Deremizin suyundan ihale kapanlara”
Bu şarkıyı büyük konserlerde kadın korosu olarak söylüyorlarmış. Şarkı söylenirken koro içinden 3 kadın horona başlıyor, sonra bütün kadınlar horona duruyorlarmış. “Horon da Karadenizlinin isyanıdır. Kadınların karşı duruş ruhu, horonla bütünleşiyor.” diyor Ayşenur.
Devletiniz batsun, hiç olmayaydunuz
Artık sohbetimizin bitmesine yakın Ayşenur son süreçte bir etkinlik için hazırladığı Anarşizm ile ilgili şarkısından bahsediyor. Etkinlik müzisyen John Cage’i 100. yaş gününde anmak için yapılan doğaçlama performanslardan oluşuyordu. John Cage’in “ Song Books” kitabının içerisinde Anarşizmi konu alan, 35. Şarkıyı farklı müzisyen arkadaşlarıyla seslendirmiş. 35. Şarkı Henry David Thoreau’nun Sivil İtaatsizlik üzerine Yazılar adlı eserinin ilk paragrafından alınmış sözlerden oluşuyor. Kitap konuyu işlerken doğaçlama üzerine kurulu olan ve tamamen özgür bırakan bir anlayışı benimsiyor. Ayşenur bu şarkının üzerinde kendi coğrafyasını düşünerek ve Lazca çalışmış. Bu şarkıyı çalışırken aklına Gürgenli Nine gelmiş ve kendisini onun yerine koymuş. Ve kendini eli bastonlu Gürgenli gibi hissettiğinde devlet, hükümet, otorite karşıtı anarşist sözler yerini “Boyunuz batsun, Devletiniz batsun, Hiç olmayaydunuz “ sözlerine bırakmış.
Meydan Gazetesi’nin kadınlar ile çıkarttığı bu sayı da Karadeniz kadınını, müziğini, kültürünü bunu hissederek taşıyan ve de bizlere anlatan Ayşenur Kolivar ile evinde yaptığımız, oldukça güzel ve samimi sohbetimizi böylelikle bitirmiş olduk. Aslında Ayşenur bu yazıya kendisi kaleme alacaktı. Fakat Ayşenur’un işten kalan zamanlarında vakit geçirmesi gereken çok tatlı bir bebeği ve 8 Mart yaklaşırken birçok yerde kadınlara vereceği konserler var.
*En iyi iktidar hiç olmayan iktidardır
The post Hayde Kızlar Deyelum Lafun Aykirisini: “Enni vorsi maktoba na var on maktoba on”* appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>