The post Köpekleri Değil İnsanı Anlatan Filmler – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kimi zaman iyi bir dost, kimi zaman bize göz olan rehberlerimiz, kimi zaman bizi güvende hissettiren gücümüz, kimi zaman sadece yanımızda dolaştırdığımız, kimi zaman da dişlerini etimizde hissettiğimiz köpekler…
Neredeyse 10 bin yıl önce evcilleştirilen, o zamandan bu yana evimizin ve yaşamımızın bir parçası olan köpekler pek çok kültür sanat eserine de konu oldu. Bir çok resim yapıldı, roman yazıldı onlar hakkında. Filmlere de konu oldu köpekler, hatta başrol oyuncusu dahi oldular.
Köpek Kalbi ve Köpek Dişi filmleri ise her ne kadar isimlerinde köpek geçiyor ve filmlerde köpek yer alıyor olsa da, köpek sembolleştirmesiyle esasen insanın hallerini anlatan filmler. Benzer distopya filmleri gibi, önce kendi yarattığı gerçekliği izleyiciye kabul ettirerek başlayan Köpek Kalbi ve Köpek Dişi filmleri, kurdukları hikayelerle asıl olarak otoriter ve baskıcı yönetimleri irdeliyor ve eleştiriyor.
Köpek Kalbi (Sobach’e Serdtse) belirli bir zamanda ve belirli bir coğrafyada var olan despot bir yönetimi bir bilimkurgu hikaye üzerinden başarıyla tasvirlerken Köpek Dişi (Kynodontas) filmi bir baba, bir anne ve üç çocuktan oluşan bir aile üzerinden genel olarak kapalı ve baskıcı yönetimlerin işleyişlerini ve bunun toplum tarafından sorgusuz sualsiz kabul edilişini ele alıyor.
Köpek Dişi
Geçtiğimiz ay gösterime giren Köpek Dişi aslında yeni bir film değil, 2009 yapımı. O zamandan beri film internetten izlenebiliyordu. Ama bu eşsiz filmi sinema salonunda, büyük perdede izlemek ayrı bir keyif açıkçası.
Yorgos Lanthimos’un yönettiği Köpek Dişi’nin senaryosunu Lanthimos ile beraber Efthymis Filippou ortaklaşa yazmış. Film, devletin kökenlerini ailede arıyor. Böylece bir aile üzerinden devletin ne demek olduğuna tanık oluyoruz.
Filmin konusuna gelince, babaları tarafından ancak köpek dişleri düşüp yeniden çıktığında dışarıya çıkabileceklerine inandırılmış olan üç genç, anne ve babalarıyla beraber şehirden uzak müstakil bir evde yaşamaktadırlar. Baba, çocuklarının dış dünya ile bağlantı kurmalarını engellemiş ve yalnızca kendisinin belirlediği biçimde yaşamalarını sağlamak için dili bile kendine göre biçimlendirmiştir. Deniz koltuktur, otoyol bir rüzgar türü, tüfek ise güzel beyaz bir kuş! İzleyene ilk başta tuhaf görünen bir yaşam. Oysa içerisinde yaşadığımız dünyada bize öğretilenler bundan ne kadar tuhaf? Örneğin özgürlük, satın alabilme serbestliği mi? Mutluluk, yeni bir ayakkabı mı? Peki bizler de devletin ve kapitalizmin istediği gibi davranmayı seçmiyor muyuz? Her sabah işe gidip patronları memnun etmemiz bu evde yaşayanların davranışlarından daha saçma değil mi? Peki asker olup ölmeyi ya da öldürmeyi seçtiğimizde ya da buna zorlandığımızda bizim evi ve bahçeyi korumak için köpek gibi uluyan bu aile üyelerinden ne farkımız kalıyor?
2009 yılında Cannes’dan ödülle dönen ve iki yıl sonraki Oscar’da en iyi yabancı film dalında dikkatleri üzerine çeken Köpek Dişi’nde anlatılan aile gerçekte yok! Ama Lanthimos’un bu filmle sorgulamaya açtığı ve tartıştırmak istediği pek çok şeyin içinde yaşıyoruz. Filmde evin büyük kızı köpek dişinin düşmesini beklemeyip kendisi kırıyor ve babasının arabasının bagajına saklanarak dışarı çıkıyor. Film burada bitiyor ve yönetmen bagaj kapağının açılıp açılmadığını izleyicinin yorumuna bırakıp gidiyor. Belki de aile ya da devlet baskısıyla kapatılmış olanların da dışarı çıkmak için harekete geçmesini arzuluyor.
Köpek Kalbi
Sharik isimli bir sokak köpeğinin ünlü bir profesör olan Philip Philipovich tarafından frankeştaynvari bir biçimde dönüştürülmesini konu edinen Köpek Kalbi, önce Mikhail Bulgakov’un yazdığı bir roman, ardından da Natalya Bortko’nun senaryolaştırıp Vladimir Bortko’nun yönettiği bir film olarak kendini duyurdu.
Günlerdir aç ve neredeyse ölmekte olan Sharik, profesörün kendisine sunduğu sucuk yüzünden ona güvenerek onun peşinden laboratuvarına gider. Ancak burada başına gelecekleri tahmin edemez. Profesörün amacı farklıdır, Sharik’i bir deneyinde kullanmak. Zorlu bir ameliyatla Profesör Sharik’e ölmüş bir insanın hipofizini ve testislerini nakleder. Bir süre sonra bir insan gibi düşünmeye başlasa da, Sharik ne insan ne de köpek olabilmiştir, çünkü kalbi hala köpek kalbidir.
Bulgakov, romanında, Ekim Devrimi sonrası Bolşevik Parti kadrolarının yeni bir toplum inşa etme sürecini eleştirir. Ama bunu yaparken var olan sansürü delebilmek için kişi ve olayları farklılaştırarak yer yer mizahi yer yer de bilim kurgu bir öykülendirmeye gider. Ameliyat ile devrimi, profesör ile de Lenin’i simgeler. Sharik ise ezilen yoksul Rus halklarını temsil etmektedir. Bulgakov’un, daha devrimin ilk yıllarında kaleme aldığı bu romanda, sınıfsız bir topluma geçiş aşaması olarak savunulan proleterya diktatörlüğünün baskıcı ve otoriter bir devletten başka bir şey olmayacağını öngörmesi dikkat çekici. Devrim sürecinde Kropotkin, kaleme aldığı bir bildiride “anarşistler, azınlıkların kitleler üzerinde kendi iktidarlarını oluşturmak ve örgütlemek için başvurduğu bir kuvvet olan devletin, bu ayrıcalıkları yıkacak bir kuvvet olarak hizmet edemeyeceğini savunurlar” diyerek Lenin’in kurmak istediği devletin bir çözüm olamayacağını net bir biçimde ifade etmişti. Benzer biçimde Paul Avrich’in o dönemden alıntıladığı üzere anarşistler “bolşevizm, devlet iktidarının adını, kuramını ve hizmetkarlarını değiştirebilir, ancak özünde iktidarı ve despotluğu yalnızca yeni biçimlerle korumaktan başka bir şey yapmaz” şeklindeki düşüncelerini yaymaktaydılar. Bulgakov’un daha ilk yıllarında Sovyet Devleti’ni başarılı bir biçimde çözümlediği romanını yazarken anarşistlerin bu konudaki düşüncelerinden etkilenmemiş olması düşünülemez.
Film, romanın yazımından yıllar sonra, ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra çekilebiliyor. Yönetmen, filmin renklerini yalnızca siyah ve kahverengi tonlarda tutarak bizi o yıllara götürmeye destek olmuş. Ya da romanın yazıldığı yıllardaki teknolojiyle çekilen filmlerin aşağı yukarı bu renklerde olacağını varsayarak romanın yazarı Bulgakov’a ve elbette romanı sansürleyenlere ayrı ayrı selam göndermiş denilebilir. Öyle ya, sansür kurulu otoriter bir yönetimin, bürokratik bir devletin özgürlük olduğunu düşünüyor ve toplumun da öyle düşünmesini istiyordu.
Tarih, gücü elinde tutarak halklara zulmedenlerin, onları insanlıktan çıkararak ezmeye çalışanların korkunç sonları ile dolu. Tarih özünden, değerlerinden, kültürlerinden, dillerinden zorla koparılmaya çalışılan bireylerin ve toplumların isyanları ile dolu.
Günün birinde bilim kurgu filmlerini keyif almak için izleyeceğiz. Köpekler üzerinden insanı anlatmaya çalışmaları, sembollerle ve göndermelerle bize mesajlar vermeleri, devletin ne kadar kötü bir şey olduğunu tekrarlamaları için değil.
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Köpekleri Değil İnsanı Anlatan Filmler – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar Dizisi (7): Tarihteki Anarşist Kadın Yayınları appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün yaklaştığı şu günlerde; yazı dizimizin bu sayısını, anarşist kadınlar tarafından çıkarılmış yayınlara ve anarşist kadın mücadelesinin önemli isimlerinden kadınların yer aldıkları yayınlara ayırdık. Anarşist yayınlar tarihinde oldukça yer edinmiş bu yayınları, siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.
The Woman Rebel
Margaret Sanger’in 1914 yılında yayınlamaya başladığı The Women Rebel, Amerika’da kadın mücadelesinin önemli yayınlarından. Emma Goldman’ın etkisiyle verdiği kadın mücadelesinde pek çok yayın çıkarmış olan Margaret Sanger, açtığı doğum kontrol kliniğiyle de bu mücadelenin pratiğini yansıtmış kadınlardandı. Dergide ağırlıklı olarak doğum kontrolü ve devlet baskısı konularına değinilir. 20. yüzyılın işçi kadınlarının sorunlarına dair yazılara da derginin ağırlıklı konularındandı.
Aylık olarak yayınlanan The Women Rebel yalnızca sekiz sayı çıkarılmasına rağmen, devleti oldukça rahatsız etmişti. 7 sayısı gizli şekilde yayınlanan ve dağıtılan The Women Rebel’in çoğaltılması devlet tarafından engellenince, Margaret Sanger’ın tüm yayınları, 1999 yılında Margaret Sanger Paper Project (Margaret Sanger Kitap Projesi) adıyla bir internet sitesinde bir araya getirildi.
Seitō
Japonya’daki kadın özgürlük mücadelesinin önde gelen isimleri olan Raichō Hiratsuka, Yasumochi Yoshiko, Mozume Kazuko, Kiuchi Teiko ve Nakano Hatsuko tarafından temelleri atılan Seitō’nun ilk sayısı, 1911 yılının Eylül ayında yayınlandı. Aynı zamanda Seitō-sha grubunun üyesi olan kadınların çıkardığı bu yayın, hızla yaygınlaştı. Bilinen edebiyatçılardan işçilere, öğrencilere kadar toplumun birçok kesiminden kadının desteğini alan Seitō’nun, binlerce kopyası basıldı. Seitō-sha üyesi olan ve kendilerini “Yeni Kadın” olarak tanımlayan bu kadınlar; cinsiyet rollerinden sıyrılmış ve özgüvene sahip özgür kadınları tanımlıyordu.
Yalnızca kadınların hazırladığı ve kadınların sorunlarını anlatan Seitō’nun ilk sayılarında edebiyat ağırlıklı yazılar yayınlanırken, sonrasında kadın özgürlük hareketine dair yazılar belirginleşmeye başladı. Kadınların köleleştirilmesini, kürtajı ve sosyal alanlardaki adaletsizlikleri temel konu başlıkları edinen dergi; kapitalizme ve devletlere yöneltilen sert eleştirilerin bulunduğu bazı yazıları gerekçe gösterilerek toplatıldı. 1916 yılının başlarında çıkan son sayısıyla birlikte dergi projesi sona erdi ama Seitō-sha üyesi kadınlar yazmaya ve eylemeye devam etti.
La Voz de la Mujer
1896 yılında Arjantin’de “Ne Tanrı, Ne Patron, Ne Eş” diyerek bir araya gelen kadınlar dünyanın ilk anarşist kadın örgütü La Voz de la Mujer (Kadınların Sesi)’i kurdular. Dergide Recidence Law mahlasıyla yazan Virginia Bolten ve kadın arkadaşları, aynı adla yayınladıkları dergiyi Buenos Aires’te basmaya başladıklarında, anarşizm Latin Amerika’da henüz biliniyordu. “İntikamcı Kadınlar” ve “Burjuvanın İblis Kadınları’nı Bir Çırpıda Bitirmek” gibi yazıların yayınlandığı derginin en öne çıkan konularından biri “kurumsal olarak evlilik”ti. La Voz de la Mujer’in, kadınların çıkardığı diğer yayınlara nazaran en belirgin özelliği, derginin her bir sayfasının kadınlar için yazılıyor oluşuydu. 8 sayı devam edebilen La Voz de la Mujer’in her sayısı, 1000-2000 kadar basıldı.
“Kadının özgürlüğüne kavuşması… Nedir? Bizim özgürlüğe kavuşmamız ilk olarak erkeklerin egemenliğinden kurtulmak olacak, sonra da ‘biz kadınlar’ olmak….” Anarşizmin kadının özgürleşmesi için en güzel fikir olduğunu söyleyen kadınlar, aynı zamanda, bugün yeryüzünün tüm coğrafyalarında devam eden anarşist kadın mücadelesinin meşalelerini yakanlardandır.
Anarşist Yayınlar yazı dizisinin ilkinde de yer verdiğimiz Mother Earth, Amerika’nın en ünlü anarşist yayınlarından biri olmanın yanı sıra, anarşist kadın mücadelesinde de önemli bir yer tutar. Oldukça geniş bir anarşist yazar yelpazesine sahip olan dergi, 1906’dan 1917’ye yılına kadar yazılarıyla Amerika’da ve anarşist harekette geniş yankılar oluşturmuştur. Kadınların kurtuluşuna ve aile kavramına dair pek çok yazıyı barındıran derginin doğum kontrolüne dair bir yazı yayınlanan sayısı, Emma Goldman’ın aynı başlıkta yaptığı bir konuşması sonrasında evinin basılması ve gözaltına alınması sonrasında, yasaklanmıştır.
1937 yılında Aragon Kolektifleri Federasyonu’nda, İspanya Devrimi’nin kadınlarının onu oldukça etkilediği söyleyen Goldman, kadın mücadelesine dair neredeyse tüm yazılarını bu dergide yazmıştır.
Anarşist kadın mücadelesinin önemli isimlerinden Emma Goldman’ın “gözbebeği” Mother Earth, ABD’nin engellemelerine rağmen, yayınını durdurmak zorunda kaldığı 1917 yılında bile, 10.000 dağıtılmayı başarmıştır.
Mujeres Libres
1933’te Lucia Sanchez Saornil ve Mercedes Comopasada, cinsiyetçilikle olan kavgalarını büyütürken, anarşist mücadelede içerisinde “kadın”ı da belirginleştirmek istediler ve kadının özgürlüğüne kavuşması için çalışmalar yapmaya karar verdiler. Bu karar doğrultusunda, 1935 yılında birçok kadına ve farklı kadın gruplarına mektuplar göndererek başlattıkları serüven; Mayıs 1936’da -asıl mesleği doktorluk olan ama kendini özgürlük için Barcelona’da mücadele etmeye adamış bir anarşist kadın Amparo Poch’un da yardımıyla- aylık çıkacak bir yayın olan Mujeres Libres’e dönüştü.
İspanya Devrimi süresince, faşist Franco’nun rejimine karşı mücadele eden kadınlar, içinde bulundukları kadın örgütüyle aynı ismi taşıyan Mujeres Libres’i 14 sayı boyunca çıkardılar. Aylık olarak yayımlanan bu dergi; ağırlıklı olarak işçi kadınlardan, toplumsal yaşam içerisinde kadının ezilmişliğinden söz ediyor ve kadınları özgürleşebilmeleri için mücadeleye çağırıyordu. Her sayısı binlerce basılan ve başta Barcelona olmak üzere tüm İberya’ya yayılan Mujeres Libres’in son sayısı Barcelona’da basılmıştı ve bu sayı, faşist Franco birliklerinin yoğun saldırıları nedeniyle yalnızca Barcelona’da yaygınlaştırabilmişti.
Anarşizm tarihi içerisinde ve anarşist kadınların mücadelesinde oldukça geniş yer etmiş Mujeres Libres; Lucia Sanchez, Pepita Carpena gibi kadınların yazılarıyla, kadının özgürlüğünün nasıl yaratılacağına dair pratiklerini aktardıkları oldukça değerli bir yayın olarak bugün de hatırlanmaktadır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (7): Tarihteki Anarşist Kadın Yayınları appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Üniversitelerde İşkence Var! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Üniversitede bu yılın başından beri yoğun olan baskı, özellikle 6 Kasım sonrası başlayan gözaltılar ve sistematik polis şiddetiyle dozunu arttırdı. Üniversite öğrencilerine yönelik bu baskı süreci nasıl başladı?
Ece: Bizler sadece öğrenci değiliz, hayatın her alanında mücadele eden devrimcileriz. Üniversiteler mücadele verdiğimiz alanlardan sadece biri. Aynı şekilde söz konusu olan devlet baskısı ve şiddeti de yalnız öğrencilere yönelik değil; mücadelenin her alanına yönelmiş bir hamledir. Biz, toplumun her alanında belirginleşen ve giderek artan devlet baskısının bir yansımasını üniversitelerde yaşıyoruz.
Başımızdan geçenlere gelince, sizin de ifade ettiğiniz gibi, Ağustos ayında kayıt döneminde, devrimci öğrencilerin yeni kayıt olmaya gelen öğrencilere bildiri, kitapçık, dergi dağıtmak üzere okul içerisinde masa açmalarına rektörlük ve polis izin vermedi. Aslında dönem daha başlamadan, öğrencilere şunun mesajını verilmek isteniyordu. “Bu sene okulda devrimcilerin siyaset yapması yasak!” Ardından gelen afiş yasağı, okul içinde faaliyet yürüten gençlik örgütlenmelerinin masalarına gerçekleştirilen saldırılar, basın açıklamalarına ve yürüyüşlere yönelik saldırı ve engellemeler; bu öngörümüzün doğru olduğunu bize kanıtlar nitelikteydi.
Emircan: Bu aslında, okulda herhangi bir muhalif düşünce ve söz üretimini engellemeye yönelik gerçekleşen bir baskıdır. Öyle ki, afiş yasağını protesto etmek için asılan ve üzerinde sadece “AFİŞ” yazan afişlere bile polis saldırısı gerçekleşti.
Bu süreçte polis ve ÖGB işbirliği ile gerçekleşen saldırılarda şiddete maruz kaldınız. 6 Kasım ve onun peşi sıra gerçekleşen polis saldırılarında işkence ile gözaltına alındınız. Başınızdan geçenlerden bahseder misiniz?
Emircan: 6 Kasım’da İstanbul Üniversitesi’nde 21 devrimci öğrencinin işkenceyle gözaltına alınması, halihazırda var olan polis şiddetini daha da görünür kıldı. Her yıl gerçekleşen YÖK eylemi için 6 Kasım günü Laleli kampüsünden, Beyazıt’a doğru gerçekleştirilmek istediğimiz yürüyüşte taşınan pankartı ve dövizleri bahane eden polis, yürüyüşün “yasadışı” olduğunu söyledi. Biz, yürümekte kararlı olduğumuzu söyleyince saldırdı; işkence yaparak bizleri gözaltına aldı. Gözaltı aracı içerisinde ters kelepçe işkencesi yapmak istediler. Ters kelepçe yaptırmamak için direniş gösterince, gözaltı aracında yakın mesafeden -pencereleri ve kapıları kapatarak- biber gazı sıktılar. Gözaltı boyunca fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kaldık. Susma hakkımızı kullandığımız için keyfi bir şekilde gece boyunca gözaltında tutulduk. Ertesi gün adliyeye götürüldüğümüzde, adliye içerisinde de fiziksel ve psikolojik şiddet polislerce sürdürüldü.
Ardından 11 Kasım’da yapılan afişleri bahane ederek okula tekrar giren polis, 7 öğrenciyi işkencenin dozunu daha da artırarak gözaltına aldı. Biz bu sürecin tanıkları olarak, 11 Kasım tarihinde dekanlık kararı olduğu iddia edilen afiş yasağını bahane ederek okula giren polisin şiddetiyle birkez daha karşılaştık.
Takip eden günlerde gözaltında yapılan işkenceye dair İHD’de bir etkinlik gerçekleştirdiniz.
Ece: Sürekli artan polis şiddetini teşhir etmek amacıyla bu şiddete maruz kalan İstanbul Üniversitesi öğrencileri olarak 13 Kasım’da İnsan Hakları Derneği’nde bir basın toplantısı gerçekleştirerek gözaltında yaşadığımız taciz, şiddet ve işkenceyi anlattık. Devletten ve onun hukukundan adalet beklediğimiz için değil; işkenceyi teşhir etmek için, işkence yapan polisler hakkında İHD aracılığıyla suç duyurusunda bulunduk.
Peki sizce devlet bu şiddet dalgasıyla neyi hedeflediyor?
Emircan: Devlet son süreçte her alanda yükselttiği baskı, işkence, katliam politikalarıyla toplumsal muhalefeti bastırmaya yönelik hamleler yapıyor. Bunun üniversitelerdeki yansımasını ise Ankara Üniversitesi’nde, ODTÜ’de, Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde, Kocaeli Üniversitesi’nde, Trakya Üniversitesi’nde, Mimar Sinan Üniversitesi’nde, İstanbul Üniversitesi’nde ve daha sayabileceğimiz bir çok yerde “siyaset yaptırmama” politikası uygulayarak gerçekleştiriyor.
Ece: Aslında bu politikasıyla devlet, Suruç Katliamı ve Ankara Katliamı’yla da hedef aldığı tüm toplumsal muhalefeti ve gençlik hareketini bitirmeyi hedefliyor. Fakat tarihte devletler devrimcilere ne kadar saldırdıysa, devrimciler örgütlenerek ve mücadeleyi sürdürerek onlara daha çok korku saldı. Bugün üniversitede yaşanan bu sistematik şiddete karşı gerçekleşen direniş ise, bu bütünlüklü mücadele hattının bir parçası.
Polisin afiş yasağı gerekçesiyle öğrencilere saldırmasının yanında, şimdi de üniversiteden IŞİD yanlısı çetelerin faşist saldırı haberleri geliyor…
Emircan: Söz konusu faşist saldırılar, bize göre aynı sürecin devamcısı niteliğindedir. Katliamların ardından faşizme karşı mücadeleyi büyüten bütün toplumsal muhalefetin gösterdiği devrimci dayanışma, iktidar sahiplerinin daha da korkmasına sebep oldu. Dolayısıyla sene başından beri polis şiddetiyle yıldırılamayan devrimciler, şimdi de devlet destekli faşist saldırılarla yıldırılmak isteniyor. Polis ve ÖGB iş birliğiyle okula giren IŞİD’çi çeteler, devrimcilere topyekün saldırıyor. Biz, bugüne kadar devletin baskı ve işkence politikalarına nasıl cevap verdiysek, aynı kararlılık ve inançla faşist çetelerin saldırılarına karşı da yaşam alanlarımızı topyekün savunmaya devam edeceğiz.
Bundan sonraki süreçte neler yapmayı düşünüyorsunuz?
Ece: Devlet, şiddetinin ve baskısının dozunu ne kadar arttırırsa artırsın, faşist çeteler bize ne şekilde saldırırsa saldırsın sinmeyecek; bulunduğumuz her alanda işkenceye, şiddete, tacize, faşizmin yasaklarına, baskılarına, tutuklamalarına karşı direnişimizi büyüteceğiz. Biz Anarşist Gençlik olarak mücadele ettiğimiz her an, her yerde özgürlük için örgütlenmeye devam edeceğiz.
Mücadelenizde başarılar dileriz arkadaşlar…
NOT: Röportajın gerçekleştiği günün ertesinde, İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleşen faşist saldırının ardından polis 32 devrimci öğrenciyi gözaltına aldı.
Burada sözlerine yer verdiğimiz Emircan Kunuk’un aralarında bulunduğu devrimci öğrenciler, götürüldükleri Vatan Emniyet’te iki gece gözaltında tutulduktan sonra savcılıktan serbest bırakıldılar.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.
The post Üniversitelerde İşkence Var! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>