The post Üniversitelerde İşkence Var! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Üniversitede bu yılın başından beri yoğun olan baskı, özellikle 6 Kasım sonrası başlayan gözaltılar ve sistematik polis şiddetiyle dozunu arttırdı. Üniversite öğrencilerine yönelik bu baskı süreci nasıl başladı?
Ece: Bizler sadece öğrenci değiliz, hayatın her alanında mücadele eden devrimcileriz. Üniversiteler mücadele verdiğimiz alanlardan sadece biri. Aynı şekilde söz konusu olan devlet baskısı ve şiddeti de yalnız öğrencilere yönelik değil; mücadelenin her alanına yönelmiş bir hamledir. Biz, toplumun her alanında belirginleşen ve giderek artan devlet baskısının bir yansımasını üniversitelerde yaşıyoruz.
Başımızdan geçenlere gelince, sizin de ifade ettiğiniz gibi, Ağustos ayında kayıt döneminde, devrimci öğrencilerin yeni kayıt olmaya gelen öğrencilere bildiri, kitapçık, dergi dağıtmak üzere okul içerisinde masa açmalarına rektörlük ve polis izin vermedi. Aslında dönem daha başlamadan, öğrencilere şunun mesajını verilmek isteniyordu. “Bu sene okulda devrimcilerin siyaset yapması yasak!” Ardından gelen afiş yasağı, okul içinde faaliyet yürüten gençlik örgütlenmelerinin masalarına gerçekleştirilen saldırılar, basın açıklamalarına ve yürüyüşlere yönelik saldırı ve engellemeler; bu öngörümüzün doğru olduğunu bize kanıtlar nitelikteydi.
Emircan: Bu aslında, okulda herhangi bir muhalif düşünce ve söz üretimini engellemeye yönelik gerçekleşen bir baskıdır. Öyle ki, afiş yasağını protesto etmek için asılan ve üzerinde sadece “AFİŞ” yazan afişlere bile polis saldırısı gerçekleşti.
Bu süreçte polis ve ÖGB işbirliği ile gerçekleşen saldırılarda şiddete maruz kaldınız. 6 Kasım ve onun peşi sıra gerçekleşen polis saldırılarında işkence ile gözaltına alındınız. Başınızdan geçenlerden bahseder misiniz?
Emircan: 6 Kasım’da İstanbul Üniversitesi’nde 21 devrimci öğrencinin işkenceyle gözaltına alınması, halihazırda var olan polis şiddetini daha da görünür kıldı. Her yıl gerçekleşen YÖK eylemi için 6 Kasım günü Laleli kampüsünden, Beyazıt’a doğru gerçekleştirilmek istediğimiz yürüyüşte taşınan pankartı ve dövizleri bahane eden polis, yürüyüşün “yasadışı” olduğunu söyledi. Biz, yürümekte kararlı olduğumuzu söyleyince saldırdı; işkence yaparak bizleri gözaltına aldı. Gözaltı aracı içerisinde ters kelepçe işkencesi yapmak istediler. Ters kelepçe yaptırmamak için direniş gösterince, gözaltı aracında yakın mesafeden -pencereleri ve kapıları kapatarak- biber gazı sıktılar. Gözaltı boyunca fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kaldık. Susma hakkımızı kullandığımız için keyfi bir şekilde gece boyunca gözaltında tutulduk. Ertesi gün adliyeye götürüldüğümüzde, adliye içerisinde de fiziksel ve psikolojik şiddet polislerce sürdürüldü.
Ardından 11 Kasım’da yapılan afişleri bahane ederek okula tekrar giren polis, 7 öğrenciyi işkencenin dozunu daha da artırarak gözaltına aldı. Biz bu sürecin tanıkları olarak, 11 Kasım tarihinde dekanlık kararı olduğu iddia edilen afiş yasağını bahane ederek okula giren polisin şiddetiyle birkez daha karşılaştık.
Takip eden günlerde gözaltında yapılan işkenceye dair İHD’de bir etkinlik gerçekleştirdiniz.
Ece: Sürekli artan polis şiddetini teşhir etmek amacıyla bu şiddete maruz kalan İstanbul Üniversitesi öğrencileri olarak 13 Kasım’da İnsan Hakları Derneği’nde bir basın toplantısı gerçekleştirerek gözaltında yaşadığımız taciz, şiddet ve işkenceyi anlattık. Devletten ve onun hukukundan adalet beklediğimiz için değil; işkenceyi teşhir etmek için, işkence yapan polisler hakkında İHD aracılığıyla suç duyurusunda bulunduk.
Peki sizce devlet bu şiddet dalgasıyla neyi hedeflediyor?
Emircan: Devlet son süreçte her alanda yükselttiği baskı, işkence, katliam politikalarıyla toplumsal muhalefeti bastırmaya yönelik hamleler yapıyor. Bunun üniversitelerdeki yansımasını ise Ankara Üniversitesi’nde, ODTÜ’de, Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde, Kocaeli Üniversitesi’nde, Trakya Üniversitesi’nde, Mimar Sinan Üniversitesi’nde, İstanbul Üniversitesi’nde ve daha sayabileceğimiz bir çok yerde “siyaset yaptırmama” politikası uygulayarak gerçekleştiriyor.
Ece: Aslında bu politikasıyla devlet, Suruç Katliamı ve Ankara Katliamı’yla da hedef aldığı tüm toplumsal muhalefeti ve gençlik hareketini bitirmeyi hedefliyor. Fakat tarihte devletler devrimcilere ne kadar saldırdıysa, devrimciler örgütlenerek ve mücadeleyi sürdürerek onlara daha çok korku saldı. Bugün üniversitede yaşanan bu sistematik şiddete karşı gerçekleşen direniş ise, bu bütünlüklü mücadele hattının bir parçası.
Polisin afiş yasağı gerekçesiyle öğrencilere saldırmasının yanında, şimdi de üniversiteden IŞİD yanlısı çetelerin faşist saldırı haberleri geliyor…
Emircan: Söz konusu faşist saldırılar, bize göre aynı sürecin devamcısı niteliğindedir. Katliamların ardından faşizme karşı mücadeleyi büyüten bütün toplumsal muhalefetin gösterdiği devrimci dayanışma, iktidar sahiplerinin daha da korkmasına sebep oldu. Dolayısıyla sene başından beri polis şiddetiyle yıldırılamayan devrimciler, şimdi de devlet destekli faşist saldırılarla yıldırılmak isteniyor. Polis ve ÖGB iş birliğiyle okula giren IŞİD’çi çeteler, devrimcilere topyekün saldırıyor. Biz, bugüne kadar devletin baskı ve işkence politikalarına nasıl cevap verdiysek, aynı kararlılık ve inançla faşist çetelerin saldırılarına karşı da yaşam alanlarımızı topyekün savunmaya devam edeceğiz.
Bundan sonraki süreçte neler yapmayı düşünüyorsunuz?
Ece: Devlet, şiddetinin ve baskısının dozunu ne kadar arttırırsa artırsın, faşist çeteler bize ne şekilde saldırırsa saldırsın sinmeyecek; bulunduğumuz her alanda işkenceye, şiddete, tacize, faşizmin yasaklarına, baskılarına, tutuklamalarına karşı direnişimizi büyüteceğiz. Biz Anarşist Gençlik olarak mücadele ettiğimiz her an, her yerde özgürlük için örgütlenmeye devam edeceğiz.
Mücadelenizde başarılar dileriz arkadaşlar…
NOT: Röportajın gerçekleştiği günün ertesinde, İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleşen faşist saldırının ardından polis 32 devrimci öğrenciyi gözaltına aldı.
Burada sözlerine yer verdiğimiz Emircan Kunuk’un aralarında bulunduğu devrimci öğrenciler, götürüldükleri Vatan Emniyet’te iki gece gözaltında tutulduktan sonra savcılıktan serbest bırakıldılar.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.
The post Üniversitelerde İşkence Var! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Kadınların Öfkesi Katilleri Yakacak ” – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“
Bomba!
Katil devletin savaş araçlarından biridir bomba. Ne zaman ki devlet şiddetini yükseltse; bir bomba patlatır içimizde. Yüzyıllardır var olduğunu, birilerini katletmekte olduğunu bilsek de, son zamanlarda sık sık duymaya başladığımız bir kelimenin ötesinde, bomba yaşamlarımızın ortasında patlayan bir gerçeklik haline geldi.
Bombalar Amed’de, Suruç’ta, Cizre’de, Zergele’de, Lice’de, Sur’da ve Ankara’da patladı birer birer. Yaşamlarımıza düşürürler bombaları ve geride bedenlerimizden parçalar, yüreklerimizde acılar kalır. Bombalar farklı yaşamlara farklı biçimlerde düşse de; yarattığı üzüntü, yarattığı öfke hep benzer birbirine.
Bomba Meryem Ana’yı, iki oğlunu da devletin senelerdir sürdürdüğü savaşa karşı gösterilen direnişte kaybetse de hiçbir zaman meydanları terk etmeyen, “Artık gençler ölmesin” diyerek kalkanların önünde duran, direnen bir kadını, yine devletin savaşına karşı dilinden hiç düşürmediği “barış” için gittiği meydanda, Ankara’da katletti.
Bomba bir anneyi, kucağında bebeğiyle devletin yasakladığı sokağa çıktığı için, Cizre’de katletti.
Bomba Lissa Çalan’ın dilinde zılgıtıyla gittiği Amed mitinginde patladı, Lissa’nın bacaklarını, aynı zamanda birçok kadının yaşamını çaldı.
Bomba, devlet Kandil’e atmak isterken “yanlışlıkla” Zergele’ye düştü; anaları ve kucaklarındaki çocukları katletti.
Bomba 13 yaşındaki genç bir kadını, bir ananın çocuğunu katletti ve o ana, yasaklardan dolayı çocuğunu gömemedi. Cemile’nin küçük bedeni annesi tarafından günlerce dondurucuda saklandı.
Bomba kundaktaki 35 günlük bebekleri; daha emzikteki, oyun yaşındaki küçük bedenleri parçaladı. Katiller gülerek “Gelin cenazenizi alın” dedi.
Devlet bu bombaları evlerde, meydanlarda, bedenlerde patlatmıyor sadece, geride kalanların yaşamlarının ortasında da patlatıyor. Katliamların ardından yaralıları, yaşamlarını yitirenleri taşıyanlara; anmalara, cenazelere saldırıyor. “Başka bombalar patlamaya devam edecek” diyerek herkesi korkutabileceğini sanıyor ve sokaklara, meydanlara çıkılmamasını istiyor. Sanıyor ki korkutacak, yıldıracak; yanılıyor!
Yaşam için, özgürlük için mücadele eden kadınların inancına, bir de katledilen kardeşlerin, yoldaşların inancı ekleniyor. Son olarak Ankara’da katledilenlerin cenazelerinde gördük bunu. Kadınlar cenazelerde sımsıkı yumruklarını havaya kaldırıyor. Katillere inat dimdik durup üzüntülerini öfkeyle bezeyip haykırıyorlar. Sokakları, meydanları terk etmiyorlar. “Hepimizi katletmezseniz rahat yok size!” diyorlar katillere, mücadeleyi büyütmek için örgütleniyorlar. Çünkü bu katliamlar unutulamaz, bu katliamlar affedilemez.
Üzüntünün suyu biraz akıyor gözden. Ama öfkenin ateşi harlanarak büyüyor. Bu ateş, sadece içimizi yakmayacak; gün gelecek, kadınların öfkesi katilleri yakacak!
Nergis Şen
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Kadınların Öfkesi Katilleri Yakacak ” – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Devletin Bombaları Değişmez Bahaneleri Değişir ” – Rıfat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Büyük bir kalabalık görünüyor uzaklardan.En önde bir resim,sağ yumruğu yukarıda işçilere ajitasyon atan bir adamın resmi.Resmin ardından on binlerce insan yürüyor. Bıkmadan usanmadan yürüyorlar, yüzleri öfkeli ve kararlı, kulakları sağır edercesine yükselen sloganlarla inletiyorlar yürüdükleri yolları, sokakları. Bir işçinin, bir inşaat işçisinin arkasından yürüyorlar. Yaşamını inşaat işçilerinin, ezilenlerin örgütlü mücadelesine adamış birini uğurluyorlar. Çok büyük bir kalabalık iniyor yoksulların mahallesinden zenginlerin meydanlarına. Onlara korkmadıklarını sinmediklerini, yılmadıklarını göstermek için. Ankara’da patlayan bombanın sesinin sadece Ankara’da yankılanmadığını göstermek için.
Devlet, 10 Ekim günü, takviminde kansız geçmeyen günlerden birine bir yenisini daha ekledi. Resmi takvimi kanla yazılı devlet, yüzün üzerinde insanı öldürdü o gün.Bir kısım insanın da koltuklarında kamu spotlarını izlediği tam o sıralarda öldürdü. Televizyonlarda, gazetelerde kendisinin ve iktidarının meşruiyetinin propagandasını yapan devlet, sokaklardaki zoraki meşruluğunun sınırlarını gösterdi tekrar. Devletin savaşından bıkanlar yine onun barışında öldü. Saniyeler içinde katledildiler. Tekin Abi de onlardan biriydi. Devletin kan gölüne çevirdiği bu topraklarda ölümlere, katliamlara dur demek için gittiği barış mitinginde öldürüldü altı yoldaşıyla birlikte.
Ezilenlerin yan yana gelmesinden, örgütlenmesinden çok korkan devletin geçmişi, patlattığı patlattırdığı bombalarla doludur. Devletler ve iktidarlar için tarihin hanesindeki rakamlar değişir, gerekçeler değişir ama ezilenlerin bedenlerinde patlayan bombalar değişmez. Belki de zamanla değişen tek şey sadece bombaların tahrip gücüdür. Oysa devletin şiddeti bakidir. Zira devletin kendisi şiddettir. Kürtlerin, kadınların, işçilerin, ezilenlerin ölü bedenleri üzerinde yükselen şiddet.
Tekin Abi uğurlanıyor, on binlerin kalabalığında, ezilenlerin ellerinde yükseliyor bedeni. Kendisi gibi yıllarca şantiyelerde, tersanelerde, fabrikalarda, marketlerde, inşaatlarda köleleştirilerek yavaş yavaş ya da bir iş cinayetinde aniden öldürülen sınıf yoldaşlarının ellerinde yükseliyor bedeni. Çok büyük bir kalabalık iniyor yoksulların mahallesinden ,zenginlerin meydanlarına. Göstermek için, korkmadıklarını, sinmediklerini, yılmadıklarını. Yükseltmek için ezilenlerin sesini.
Bir inşaat işçisiydi o, yıllarını “kendi inşa ettikleri binaların altında kalmak istemeyenleri” örgütlemeye adamış bir devrimciydi. Bir yoksul, bir öteki, bir ezilendi. Kavgası sınırsız, sınıfsız, barış içinde yaşanan bir dünya içindi. O, 10 Ekim’de Ankara’da bir meydanda katledildi, diğer yüzlerce insan gibi. O meydandan yaklaşık 500 km uzaklıkta, bir diğer meydanda yoldaşları, işçiler, ezilenler and içiyordu. Hesap sormak için. Tek bir ses yankılanıyordu etrafta ;
Katil Devlet Hesap Verecek !
The post ” Devletin Bombaları Değişmez Bahaneleri Değişir ” – Rıfat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Gerçek Rahatsız Edicidir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ağustos ayı içerisinde Akdeniz’i geçmeye çalışırken yaşamını yitiren göçmenlerin fotoğrafları basının yanı sıra sosyal medya sayfalarında da paylaşılmıştı. Ancak kimi sayfalarda bu görüntüler, bazı kullanıcı yorumlarında “ceset pornosu” gibi nitelemelerle sansürsüz olarak paylaşılması eleştirilmişti.
Bu görsellerle ilgili Sanalt Kolektifi, yukarıda paylaştığımız çalışmaları ‘Gerçek Rahatsız Edicidir’ başlığıyla paylaştı. Çalışmada kullanılan imgelerin rahatsız ediciliğinden daha fazla rahatsız edici olanın göçmen çocukların ölmesine neden olan devlet şiddeti olduğuna dikkat çekti.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Gerçek Rahatsız Edicidir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kadına Kalkan Elleri Kadınlar Kıracak – Aslı Newroz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Kadına kalkan eller kırılacak.”
Geçtiğimiz günlerde, Antalya’da AKP Kadın Kolları Kongresi’nde konuşma yapan Davutoğlu’nun dilindeydi bu cümle. Sürekli tekrar ediyordu. “Kadına yönelik şiddete karşı seferberlik başlatıyoruz. Kadınlarımızı ve çocuklarımızı koruyacağız. Kadına uzanan eller kırılacak.” Dilinden dökülen her kelime düşüp parçalanıyordu yerde. Parçalanan sadece kelimeler değildi; çöp konteynırına atılan, kuytu sokaklara, ıssız otoyol kenarlarına fırlatılmış kadın bedenleriydi.
T.C. devletinin başbakanı bu cümleleri kurmadan önce ve hatta kurarken dahi katledilen kadınların haberleri yankılanıyordu her yerde. Davutoğlu bu cümleleri telaffuz ettiği anda bir yanda tecavüz edilip bedeni yakılarak katledilen Özgecan Aslan, diğer yanda iktidarın riyakarlığına seyirci kalmadan Özgecan için sokaklara çıkan kadınlar vardı. Bu cümleler telaffuz edilirken İstanbul Taksim Meydanı’nda bulunan bir restoranın terasına çıkarak, “Özgecan Aslan İsyanımızdır” pankartı açıp, isyanlarını haykıran kadınlar vardı. Bu cümleler telaffuz edilirken T.C. devletinin tacizci polisinin elleri uzandı kadınlara ve kadınlar aynı polisler tarafından darp edildiler, sürüklendiler, gözaltına alındılar. Yani yerlere düşen yine kelimeler değil, isyanını haykıran kadınlar oldu. Oysa ki “kadına uzanan eller kırılacaktı”…
Her yerden, katledilen kadınların haberleri geliyordu. Çengelköy’den, Antalya’dan, Bursa’dan olduğu gibi… Erkek ve devlet şiddetinin giderek meşrulaştığı bu topraklarda katledilen ne ilk kadınlardı onlar ne de son. Kadınlar bir yandan katledilirken bir yandan da devletin polisi tarafından tecavüze uğruyor, erk’ek devletin erk’ek yasaları tarafından yok sayılıyor, tecavüzcü polisler korunuyor ve serbest bırakılıyordu. Oysa ki “kadına uzanan eller kırılacaktı”…
Hayır!
Devlet kadına kalkan elleri kırmıyordu, hiçbir zaman da kırmayacaktı. Tacize, tecavüze, şiddete, bu erkek egemen zihniyete karşı kadınlar ne zaman isyanın sesini büyütse sokaklarda, sokaklar daralıyordu çünkü iktidara. Baş edemiyorlardı sokaklarda akan isyanın seliyle. Baş edemiyorlardı kadınların örgütlü gücüyle.
Sokaklarda kırıldı kadına kalkan eller. Güvenmedi kadınlar erkek devletin erkek adaletine, kalkan elleri kendileri kırdılar. Bu, bazen tacizci Hüseyin Üzmez’in mahkeme çıkışı kafasına inen şemsiye oldu; bazen Özgecan için Kadıköy sokaklarında isyanlarını haykıran kadınların üstüne araba süren erk’eğin sırtına inen sopa oldu; bazen de Taksim’de 8 Mart’ta “sokakları terk etmiyoruz” diyen kadınlara saldıran, barikat kuran katil polislerin kalkanına dökülen mor boya, zılgıtlarla çekilen halaylar oldu.
Etraflarına örülen duvarlardaki çatlaklardan sızarak kırdı kadınlar kendilerine kalkan elleri. Bizde varız diyerek kırdılar. Bir aradaysak varız diyerek kırdılar. Ve her gün bir yeni katliam haberi gelirken, her şeye rağmen mücadele ederek kıracaklar o elleri. Çünkü kadınlar biliyorlar, ancak bir araya gelince kırılır o eller.
Bir el uzattı kadın , sonra bir el daha bir el daha.. İsyanın çığlığında birleşti o eller. Bıraksaydı eğer o eli, belki de ölecekti.
Aslı Newroz
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kadına Kalkan Elleri Kadınlar Kıracak – Aslı Newroz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Polis Polistir Güvenmiyoruz! ” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Elbette sadece coğrafyamızla sınırlı kalmayan polis ve tabi ki dolayısıyla devlet şiddeti, son dönemde en belirgin yansımasını ABD’de buldu. 2014 yılı Ağustos ayında Missouri eyaletine bağlı Ferguson kasabasında, siyah genç Michael Brown polis tarafından vurularak katledildi. Brown’ı katleden beyaz polis, ABD yargısınca aklandı. Benzer bir biçimde, Temmuz 2014’te New York polisince boğazı sıkılarak katledilen Afrika kökenli Amerikalı Eric Garner’ın katili polis de “aklandı.”(Bknz. Meydan Gazetesi-Sayı:23/”Nefes Alamıyorum”-Marc Bray)
TESEV(Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı), geçtiğimiz günlerde, polis şiddeti ile ilintili olarak, yaşadığımız coğrafyadaki insanların “polise güveni” konulu bir araştırma yayınladı. Rapora göre polis şiddetiyle de ilgili olarak toplumda çeşitli etnik, inançsal ve politik kategoriler çerçevesinde “polise güvenme” (ya da güvenmeme) noktasında sonuçlar elde edildi. Sünni, Türk, iktidardaki AKP yanlıları ve MHP’ye destek verenlerde “polise güvenme” oranı yüksek sonuçlar verirken; “polise güvenmeme” sonuçları ise ağırlıklı olarak, Alevi, Kürt ve politik olarak HDP çizgisindeki seçmenden geldi. Benzer bir biçimde “polisin meşruiyetine dair” soruya, politik aidiyet çerçevesinde AKP-MHP seçmeni/yanlısı kişilerden olumlu yanıt gelirken; yine HDP/DBP çizgisinde bulunanlardan ve Alevi-Bektaşi inancına sahip olanlardan olumsuz yanıt alındı. Yine inançsal düzlemde Sünnilerin polisle işbirliği yapma ya da polise itaat etmeye, Alevi-Bektaşilere göre çok daha açık oldukları araştırmada elde edilen başka bir sonuçtu. Politik aidiyetlere göre verilen cevaplara geri döndüğümüzde ise devletin, polisi eliyle gerçekleştirdiği hak ihlalleriyle doğru orantılı veriler ortaya çıkıyordu. Buna göre polis tarafından gerçekleştirilen hak ihlalleri karşısında AKP ve MHP’lilerde çok daha yüksek bir tolerans ortaya çıkarken bu, HDP/DBP çizgisindeki kişilerde oldukça düşüyordu. Politik aidiyetler, etnik ve inançsal kimliklerle birlikte toplumun geneli bazında alınan sonuçlara göre ise toplumun %60 dolayında bir çoğunluğu polisin, gerçekleştirdiği yaşam ve hak ihlalleri karşısında devletin yargı mekanizmasınca cezasız bırakıldığını düşünüyor. Bununla birlikte polis şiddeti ve hak ihlalleri karşısında toplumun belirgin bir çoğunluğu başvurabilecekleri “bağımsız” bir şikayet mekanizması talep ediyorlar. Araştırmanın belki de en çarpıcı sonucu olan bu talep, aslında toplumdaki “güven” algısının, devlet şiddeti ve adaletsizliklerinin sadece “uygulayıcısı” konumundaki polisin ötesinde, devletin kendisine ilişkin de ipucu veriyor.
Aslında devletlerin desteği ve koruyuculuğundaki polis şiddeti ve hak ihlalleri, bu ve benzeri kamuoyu araştırmaları ya da medya haberleriyle şimdilerde sıkça gündeme gelmesine karşın günümüzün münferit bir problemi değil. Coğrafyamızda ve dünyada varlığı, devletlerin varlığı ile eşgüdümlü ortaya çıkan bu olgu, devletlerin ve onların yargı erklerinin, insanların yaşam haklarını ellerinden alan katil polisleri açıkça “aklamasıyla” şimdilerde daha bir görünür hale geldi. Oysa yaşadığımız toprakların orta vadedeki geçmişinde hafızamızı yokladığımızda hatırlayabileceğimiz polis şiddeti örnekleri mevcut. Devletin polis dahil tüm kolluk güçleriyle toplum üzerinde terör estirdiği 12 Eylül sonrası 1980’li yılları ve Kürdistan coğrafyasında baskısını yoğunlaştırdığı 1990’lı yılları farklı bir yere koyarsak, tekil birçok olayda polis şiddeti ve bu şiddetin uygulayıcıları polislerin devlet tarafından bir şekilde korunduğu gerçeği ile karşılaşırız.
Polise silah çekme konusunda yeni yetkiler tanıyan “Polis Vazife ve Selahiyetleri Yasası”nın 2007 yılında yürürlüğe girmesi sonrası, Baran Tursun Vakfı’nın verilerine göre yaşamını yitiren insan sayısı 183. Bu sayıya, polis merkezlerinde “ölü bulunan” 28 kişi dahil değil.
Sözünü ettiğimiz olaylardan bazılarında, katil polisler hakkında açılan davalarda işleyen yargı süreçleri ise devletin adaletsizliğine dair apaçık örnekler teşkil ediyor.
30 Ağustos 2012’de Ankara’da polis tarafından “dur ihtarına uymadığı” gerekçesiyle katledilen Cem Aygün davasında, katil polislerden biri hakkında “takipsizlik” kararı verilirken ,diğeri için ise “görev başında sınırın kast olmaksızın aşılması suretiyle öldürmek” suçlamasıyla 2 yıl hapis talebiyle dava açıldı. Aygün’ün ablaları için ise kardeşlerinin polis tarafından katledilmesini Ankara Emniyet Müdürlüğü önünde protesto etmelerinden dolayı, savcılık tarafından 58 yıl hapis cezası istendi.
Mardin Kızıltepe’de 21 Kasım 2004’te, evinin önünde oyun oynarken babası ile birlikte polis tarafından katledilen Uğur Kaymaz’ın davasında ise katil polisler “meşru müdafaa”dan beraat ettirildi. Evinin önünde ve ayağında terlikleri olduğu halde katledilen Uğur Kaymaz’ın olayında devlet, ”iki terörist ölü olarak ele geçirildi” şeklinde bir resmi açıklamada bulunmuştu.
2009 yılı Aralık ayında Ankara’da bir eğlence mekanında Kürtçe türkü söylediği için özel harekat polisi Serkan Akbulut tarafından katledilen Emrah Gezer davasında ise yargı sürecinde, kadın cinayetleri davalarından aşina olduğumuz bir adli süreç işledi. Emrah Gezer’i yanında taşıdığı beylik silahıyla 15 el ateş ederek alenen katleden katil polisin cezasında “ağır tahrik ve iyi hal indirimine “ gidildi.
Yalova’da 2012 Mayıs’ında polisin sıktığı biber gazı sonrası yaşamını yitiren Çayan Birben olayında ise davanın hangi mahkemede görüleceği olaydan ancak 1.5 yıl sonra belirlenebildi. Yalova yerelindeki Asliye ve Ağır Ceza Mahkemeleri arasında, olayın kasten öldürme mi yaralama mı olduğu noktasındaki görüş ayrılığı nedeniyle, “davaya hangi mahkemenin bakacağı” konusunda gidip gelen dava sürecinde katil polisler, Birben’in avukatlarının tutukluluk talebine karşın tutuksuz “yargılanıyorlar.”
Polis şiddeti ve bu şiddetin faili katil polislerin devletlerin yargı sistemi aracılığıyla korunması örneklerine, coğrafyamız dışındaki dünya ülkelerinde de rastlamak mümkün. Son dönemde yaşanan ve yazının girişinde bahsi geçen “Ferguson” olayı dışında geçmiş tarihlerde yaşanan olaylarda, polis şiddeti karşısında devletlerin adaletsizliği örnekleri verilebilir.
ABD’de 1992 Nisan’ında Afrika kökenli Rodney King’in polis tarafından ağır yaralanmasına neden olacak şekilde darp edilmesi ve darp eden polisler hakkında mahkemece takipsizlik kararı verilmesi sonrası yaşanan protestolarda toplam 53 kişi yaşamını yitirmişti.
Geçtiğimiz yaz Brezilya’da düzenlenen Dünya Kupası öncesi yaşanan protesto eylemlerinde Brezilya polisi, aralarında çocukların da olduğu 6 kişiyi katletti. Brezilya devletinin yargısı ise katil polisleri “polis uyarısına ateşle karşılık verilmesinden dolayı”, TC devleti yargısına benzer biçimde “akladı.”
2006 yılında Yunanistan’da, hırsızlık suçlamasıyla karakolda bulunan iki Arnavut göçmene yapılan işkence görüntülerinin bir yıl sonra internete düşmesi sonucu işkenceci polisler için açılan davalar ise sonuçsuz kaldı.
Yaşadığımız topraklardan ve dünyadan karşımıza çıkan bu örnekler ışığında, geçtiğimiz günlerde sonuçlanan Ali İsmail Korkmaz davasında katil polisler hakkında verilen mahkeme kararları, devlet-tetikçisi katil polisler ve onları korumakla yükümlü yargı mekanizması arasındaki denklemine dair açıklayıcılığı yönünden aslında önemli bir veri oluşturuyor. Bu noktada, aslında bu ve benzer mahkeme süreçleri sonrası mahkemelerin katilleri koruma refleksli kararları da şaşırtıcı olmaktan uzak. Bu yanıyla yazının başlarında bazı polis şiddetine ve polise güvene dair bir takım verilerin paylaşıldığı TESEV raporundaki ve toplumun %60 gibi bir oranında belirli bir beklenti oluşturan “bağımsız” şikâyet mekanizmasının bağımsızlığına devleti de katmak doğru olacaktır.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Polis Polistir Güvenmiyoruz! ” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>