The post Depremzede miyiz? Devletzede mi? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İzmir’de 30 Ekim tarihinde gerçekleşen deprem nedeniyle, devlet kurumlarının verilerine göre 114 kişi yaşamını yitirdi, 1035 kişi yaralandı.
Veya…
İzmir’de 30 Ekim tarihinde gerçekleşen devlet nedeniyle, deprem kurumlarının verilerine göre 114 kişi yaşamını yitirdi, 1035 kişi yaralandı.
Hangi cümlede daha çok anlam düşüklüğü var? Birçoğumuza göre şüphesiz ikinci cümlede. Neden? Çünkü birçoğumuzun bilinci, ikinci cümlenin öznesince oluşturulmuş da ondan. Neden? Çünkü ikinci cümlenin öznesi, birçoğumuzun doğru bildiğini yanlış, yanlış bildiğini doğru yapmış da ondan.
Deprem Doğaldır, Kriz Devlettir
Deprem, herkes tarafından bir kriz anı olarak tariflenir. Gerçekleştiği an, bir kriz anıdır. Ve hiç şüphesiz, devletli toplumlarda kriz anlarında ilk önce gerçekler ölür. Devletlerce bir kriz anı haline getirilen depremlerde de bu böyledir, depremde ilk önce gerçekler ölür. İzmir depremi gerçekleştiği andan itibaren böyle oldu. Depremin ilk saatlerinde büyüklüğü bile farklı kurumlar tarafından farklı rakamlarla açıklandı. Bugün 1000 kişiye İzmir depreminin büyüklüğünü sorsak en çok 6.6, 6.7, 6.9, 7.0 olmak üzere birçok farklı cevap alırız. Bunun nedeni de elbette bu 1000 kişinin dikkatsizliği, ilgisizliği, unutkanlığı, cahilliği olmaz; devletin farklı farklı kurumları tarafından, hiçbirimizin anlamak bile istemeyeceği farklı bürokratik gerekçelerle gerçeğin bile isteye öldürülmesi olur.
İzmir depreminde yine devletin bir kurumunun verilerine göre 58 bina yıkıldı. Herhalde öldürülemeyen gerçeklerden biri bu. Öyle değilse –bu konuda bile yanıltılabiliyorsak- vay halimize…
Yıkılan binaları incelediğimiz zaman hepsinin aşağı yukarı aynı iki ilçede olduğunu görüyoruz. Ama bu inceleme üstü örtülemeyecek bir gerçeği daha gösteriyor bize. 58 binanın neredeyse her biri farklı sokak, semt veya mahallede karşımıza çıkıyor. Neredeyse bir tane bile yan yana iki bina yıkılmamış. Kilometrelerce alanı etkileyen bir deprem farklı 400-500 metrekarelik alanları –bir binanın alanının ortalama 400-500 metrekare olduğunu varsayarsak- farklı şiddetlerde etkilemiyor olsa gerek. Bu bize neyi gösterir? 58 ayrı çürüğü! Eksik malzemeyi, deniz kumunu, paslı demiri, ucuz yaşamı, kesik kolonu, rantı, talanı, rüşveti, birkaç bin lira uğruna binlerce insanın yaşamının çalındığını…
Enkaz Üzerinde Bir Bakan
Arama kurtarma çalışmalarının ilk saatlerinde ekranlarda devletin bir bakanını gördük. Onlarca kamera, mikrofon ve ışık bakanın karşısına birikmişti. Ne kadar da iyi bir bakandı bu bakan, depremin haberini alır almaz tüm programını iptal etmiş, anında olay yerine gelmişti. Acaba bakan hazretleri ne yapacaktı? Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, enkaz altındaki bir çocukla canlı yayında telefonla konuşuyordu. Enkaz altından gelen telefondaki ses imdat diye bağırıyordu. Pek yardımseverdi bakan, canını dişine takmış, o enkaz senin bu enkaz benim geziyordu. Kameralar da onunla geziyordu tabii…
Öyle fedakar bir bakandı ki, yıkıntıların üzerinde dolaşırken bir arama kurtarma görevlisinin, muhtemelen enkaz altındaki biriyle canhıraş telefonla konuştuğunu gördü. Görevliye doğru yöneldi, koronavirüs nedeniyle taktığı maskesini çıkarıverdi. Bir çırpıda telefonu görevlinin elinden aldı, enkaz altındaki kişiyle konuşmaya başladı. Yüzünü, o ana kadar arkasına aldığı kameralara doğru döndü. Sol işaret parmağını kaldırmış telaşlı ama mümkün olduğu kadar ne yaptığını bilen bir yüz ifadesiyle bir şeyler söylüyordu. Olur da gazeteciler bu anları kaçırır diye takım elbiseli bir kişi de telefonla kaydediyordu bu anları.
Televizyondaki ses maç anlatır gibi anlatıyordu: “Sayın bakan telefonu aldı. Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli şu anda telefonla konuşuyor. Az önce ekranlarınıza getirmiştik, havadan incelemelerde bulunmuştu, şu anda Bayraklı’da bizzat enkazın başında kendisi…”
Bir depremde enkaz altındaki kişiyle temas kurulabilmişse, hem ne durumda olduğunu anlayabilmek hem de sakin kalabilmesi ve sağlıklı bir şekilde enkaz altından çıkabilmesi için gündelik şeylerin konuşulması, sohbet edilmesi gerektiği biliniyor. Bakanın bu konudaki bilgisi veya deneyiminin görevliden daha fazla olup olmadığını bilmiyoruz, biz bakanı sadece telefonun mikrofonuna sakin ol diye bağırırken gördük o kadar.
Bir Başka Enkaz
Günler ilerledikçe enkazlar kaldırıldı, her enkazın altından ezilenlerin yaşamları çıkarılıyor, aynı televizyonlarda “72 saat sonra gelen mucize” diye servis ediliyordu. Kriz anlarında gerçeğin öldüğünü söylemiştik. Kriz anlarında bazı kavramların anlamları da değişebilir. Örneğin mucize, “devletin rant uğruna işlenmiş bu kadar büyük bir cinayetin üzerini örtmek için ihtiyaç duyduğu şey” anlamını alıverir hemen.
Devletin suçunu örtecek mucizeye dönüşemeyenler, bir rakama dönüşüverir. 13, 58, 76, 102, 114…
Enkazlar kaldırıldıkça yeni enkazlar altında kalmaya başladık. 91 saat sonra enkazdan çıkarılan 4 yaşındaki Ayda Gezgin’in durumu iyiydi. Öyle iyiydi ki, canı köfte ayran istiyordu. Bunu da bir başka bakandan, korona krizinden tanıdığımız Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’dan öğrendik. Depremde annesi yaşamını yitirmişti Ayda’nın. Bunu bakan söylemedi bize, bunu biz öğrendik.
Milyonlarca Ayda’nın çocukluğunu, gençliğini, yaşamını çalan yüzlerce şirket hemen açıklamalar yayınladı. Biri ömür boyu eğitim masrafını karşılayacaktı, biri kıyafet. Bir zincir restoran Ayda’ya köfte ayran gönderiyoruz diye paylaşım yaptı sosyal medya hesabından. Gazeteler sayfa sayfa mucizeyi yazdı, canlı yayınlar yapıldı. O kadar gürültüden sonra, sessiz sakin babasının kucağında dün taburcu oldu Ayda. Trendyol isimli alışveriş sitesinde hediyelik ürün satışı yapan bir şirket hemencecik bir kupa bardak tasarlamış, üzerine Ayda’nın enkazdan çıkarılırken çekilmiş bir fotoğrafını iliştirivermişti. Arama kurtarma görevlisinin kocaman parmağını tutan Ayda’nın küçücük elinin yanında “Umudunu Asla Kaybetme” yazıyordu. Satılık Umut! Üstelik kargo bedava, kapıda ödeme ve iade garantisi!
Bu sıralarda envai çeşit devlet yöneticisi açıklama üstüne açıklama yapıyordu. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum Türkiye’ye sesleniyor, riskli binalarda oturmayalım diye salık veriyordu. Sıreti isminde gizli Devlet Bahçeli hiç geri kalmadı, “keşke birkaç metrekare fazla pay alma uğruna riskli binalarda oturmak tercih edilmeseydi” diye konuştu. Tercih, hani şu ipotekli, kefilli, 10 yıl geri ödemeli, %40 faizli tercih.
Enkaz Devlettir
Kaldır kaldır bitmedi enkaz. İlerleyen günlerde tamamen yerle bir olmamış bir binadaki dairesinden eşyalarını almak isteyen insanlardan asansör ücreti talep edildiğini öğrendik. Bunu bakanları gösteren televizyonlar söylemedi. Bunu bir cep telefonu kamerasının karşısında “Ben bu devlete yıllardır vergi ödüyorum. Hani nerede bu devlet? Eşyalarımı alamayacak mıyım? Vali, kaymakam, bakan neredesiniz? 65 sene yemedim içmedim vergi verdim, bir kuruş çalmadım. Nerede bu devlet? Yaşamak istemiyorum artık. Artık yeter. Ölmek istiyorum ben. Çıkıp o balkondan atlamak istiyorum.” diye isyan eden bir devletzededen öğrendik. Evet devletzededen, bize günlerdir depremzede diye anlatıp duruyorlar ama biz onun devletzede olduğunu biliyoruz. Söylediklerinden anlaşıldığı üzere o da biliyor.
Devlet nerede diye soruyordu devletzede. Devlet tam da oradaydı aslında. Kameraların karşısında, enkazın üzerindeydi. Bize çimento hisselerinin arttığını gösteren karmaşık grafiklerin; Bayraklı bölgesinde kira fiyatlarını yarı yarıya arttıran, deprem sırasında işyerini terk eden işçilerin maaşlarından kesinti yapan karanlığın içindeydi. Yarattığı enkazın tepesine çıkıp poz veren bakanın ta kendisiydi. Deprem olurken bir mağazada kıyafet deneyen bir kadının, üzerinde kıyafetle mağazadan çıkmasına izin vermeyen güvenlik görevlisine, o kadını durdurtan dürtüydü. Tepemize çöken kolonlar, vücudumuza giren kirişler, ağzımıza doluşan toz duman, ayağımızı sıkıştıran beton, tümüyle enkazın ta kendisiydi devlet. Deprem olur olmaz, gölgesini hiç eksik etmedi İzmir’in üzerinden.
Depremin Devası, Devletin Derdi: Dayanışma
Depremden sonra İzmir’in belli noktalarında dayanışma çadırları kuruldu. İzmir’de yüzlerce gönüllü, evi yıkılan devletzedelerin ihtiyaçlarını paylaşmak için stantlar kurdular. Battaniye, gıda malzemeleri, çorba, yemek, kitap, kimin elinde ne varsa, olmayanla paylaşıyordu. Aşık Veysel rekreasyon alanında depremde yaşamını yitiren Arda Baran Demir’in anısına, onun adı verilen bir kitaplık kurulmuştu. Devlet hemen dikildi kitaplığın tepesine. Polis amiri “savcıya anlatırsın bandrolsüz kitap dağıtmak nasılmış” diyerek insanları tehdit ediyordu. Polisler kitapların hepsini toplayıp kitaplığı dağıttılar.
Devlet Manavkuyu’da açılan dayanışma standlarına da uğradı tabii ki. Dayanışma malzemelerini dağıtarak toplamda 9 gönüllüyü gözaltına aldılar. Akıl alır gibi değil evet. Depremden sonra evsiz kalan insanların ihtiyaçlarını paylaşmak için gönüllülerin kurduğu dayanışma standına saldırdı devlet.
Bu kadar şeyin üzerine gerçekten insan düşünmeden edemiyor değil mi? Depremzede miyiz, devletzede mi?
The post Depremzede miyiz? Devletzede mi? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Orduların İlk Hedefi Akdeniz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletler, savaşlar ve katliamlarla kurulmuştur. Varlıklarını savaşlara ve katliamlara borçlu olduğunun farkında olan devletler, devamlılığını sağlayabilmek için de savaşlara ihtiyaç duyar. Savaş ve katliamlarda milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine neden olan devletler, insanları sürekli militarist ve milliyetçi politikalarının neticesinde düşman söylemleriyle kendisine bağlı tutmaya çalışır.
Devletler çıkarları için dün söylediğini bugün yalanlayabilir. Dün Kürt Sorunu vardır dediğin ülkede iktidarda kalabilmek için Kürt Sorunu’nu çözdük diye bu sorunu daha da derinleştirebilirsin örneğin. Ya da “NATO’nun Libya’da ne işi var?” dedikten sonra Libya’da gerçekleştirecek saldırılar için İzmir’de NATO karargahı kurulmasına önayak da olabilirsin.
Bu tabloyu güncel olarak Akdeniz’e kıyısı olan devletlerin savaş politikalarında rahatça görebiliyoruz. Güncel durumda Akdeniz’de birçok sorun birbirine girmiş durumdadır ve bu savaş ortamını Gordion düğümüne rahatlıkla benzetebiliriz. Meşhur hikayeye göre Gordion düğümünü çözecek olan kişi, bütün Asya kıtasının hakimi olacaktır. Gordion düğümüyse çözülmesi imkansıza yakın bir düğümdür. Gordion düğümünü çözmeye çalışan Büyük İskender, düğümü çözmeyi başaramayınca kılıcıyla düğümü keser. Gerçekten de birçok toprakta katliamlar yaparak ilerleyen Büyük İskender Asya’nın tek hakimi olacak gibidir. Ancak İskender’in 33 yaşında ateşli bir hastalıktan zamansızca ölümü Gordion düğümünü çözmek yerine iktidar hırsına dayanamayarak kılıcıyla kesmesinin cezası olarak yorumlanır. Peki bütün Akdeniz’de tek hakim olmayı sağlayabilecek düğüm nedir ve bunu kim, nasıl çözecektir?
Öncelikle devletlerarası ilişkilere baktığımızda tek bir devletin kendi politikasını Akdeniz’deki birçok devlete istediği gibi dayatmasının pek olanaklı olmadığını söyleyebiliriz. Ancak bu durum, devletlerin Gordion düğümünü kılıçla çözmeye çalışmasını engellememektedir.
Akdeniz’e kıyısı bulunan devletler arasında en yakın savaş ihtimali, TC Devleti ve Mısır arasında değerlendirilmektedir. Suriye Başkanı Esad’ı iktidardan indirmek için yıllardan beri uğraşan TC Devleti’nin arkasında durduğu cihatçılarla Suriye arasındaki sıcak çatışmayı devletler arasındaki bir savaş olarak değerlendirmezsek tabi. Peki nasıl oldu de TC ile Mısır arasındaki bir savaş ihtimalinden bahsedilmektedir?
Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin sonuçlarından biri, Libya’da birçok devletin dahil olduğu “iç savaş”ın çıkması oldu. Bu “iç savaşta” Fayez El Serrac liderliğindeki Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ve Libya Ulusal Ordusu lideri Halife Hafter’in başını çektiği başlıca iki güç bulunmaktadır. TC, Fayez El Serrac’a arka çıkarken Mısır da Halife Hafter’in arkasında durmaktadır. Mısır ile birlikte Rusya ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) de hareket etmektedir. TC ile birlikte UMH’yi destekleyen devletler arasında ise Katar var. ABD de Rusya’nın Libya’da artan rolünden endişe duyarak harekete geçmeye hazır görünüyor.
TC ile Mısır’ı karşı karşıya getiren ilk çatışmaysa Libya’da yaşanmadı. Mısır, Arap Baharı’nın birçok sonuç doğurduğu ülkelerin başında geliyor. Sonucunda Müslüman Kardeşler’i iktidara getiren ayaklanmalar Mısır’da yaşanmıştı örneğin. Ancak şu an Mısır Devlet Başkanı olan Sisi’nin darbesiyle Müslüman Kardeşler iktidardan indirilmişti. Bu süreçte TC, Müslüman Kardeşler’i desteklemekten hala vazgeçmeyen bir devlet olarak Sisi’nin düşmanı pozisyonunda bulunuyor. Mısır’ın Libya’yla uzun bir sınırı var ve Mısır, Libya’da iktidarda Müslüman Kardeşler düşüncesinde bir yönetimin olmasını kendisine tehdit olarak görüyor. TC’nin Libya’da bulunma sebepleri arasında Müslüman Kardeşler’i desteklemesinin yanında geçmiş yıllarda yaptırdığı yatırımlardan dolayı oluşan alacaklarını tahsil etme ve yatırımlarını devam ettirme amacı olduğunu da yeri gelmişken eklemek gerekir.
Ancak Gordion düğümünü oluşturan sadece bunlar değil. Yıllardan beri süren savaşlardan biri de bilindiği üzere Suriye’de yaşanmakta. TC, bu savaşta Suriye Devlet Başkanı Esad’a karşı cihatçıları desteklemekte. TC’nin isteği ve arzusu Suriye’de de Müslüman Kardeşler çizgisinde bir yönetim olması. Ancak Mısır’ın aksine Suriye’de Müslüman Kardeşler’in örgütlenmesi büyük oranda engellenmişti. Suriye’deki Müslüman Kardeşler, “iç savaş” başlamadan önce Esad’a karşı etkili bir hareket oluşturamadığı gibi bunu savaş sırasında da başaramadı. Bu nedenle TC, birçok savaş suçu işleyen cihatçı örgütleri destekledi veya etkin olduğu yerde bu örgütlerin faaliyetine göz yumdu. TC, yeri geldiğinde de Kürtlere karşı cihatçıları kullandı. Suriye topraklarını işgal edilmesine gerekçe olarak Kürtlerin, Antakya’yı da alarak Akdeniz’e açılacağına dair olanaksız bir senaryo iç politikada propaganda aracı olarak kullanıldı. Kürtlerin bırakalım TC’den toprak alıp Akdeniz’deki Gordion düğümüne dahil olmayı amaçladığını Rojava’daki Suriye, Rusya ve ABD arasındaki çatışmalarda devletlerin entrikalarında birer kukla olmaktansa yaşam mücadelesi içerisinde olduklarını belirtmek gerekir.
Mısır’ın mevcut yönetiminin gücü itibariyle etkisi olmasa da Suriye’deki gelişmelerden memnuniyet duymadığı açık. Gordion düğümünü burada daha sıkı hale getiren cihatçıları temsil eden TC’nin karşısında İran’ın desteğini alan Rusya’nın olması. Rusya, Suriye söz konusu olduğunda TC’nin başlıca muhatabı ve Rusya, TC’nin karşısına Libya’da da çıkıyor. TC ve Rusya’nın savaş uçaklarının Suriye’de düşürüldüğünü ve TC’de görevli bir cihatçı polis tarafından Rus Büyükelçi Andrey Karlov’un öldürüldüğünü belirtmek gerek. Libya’da veya Suriye’de yaşanan önemli gelişmeler bu yüzden birbirini etkilemeye oldukça yakın. Zaten TC de Libya’da karada hareket ettirdiği kara gücünü Suriye’deki cihatçılardan devşirmekte. Rusya’nın Libya’da paralı askerlerden oluşan Wagner’i kullanması gibi TC’nin de Suriye ve Libya’da kendi paralı askerlerini sahaya sürdüğü bilinen gerçekler. 21. yüzyılda devletlerin, kendilerinin dahil oldukları savaşları “iç savaş” olarak adlandırdığını ve yüzbinlerce askerden oluşan orduların yerine paralı askerleri kullandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Akdeniz’i bir savaş alanı olmanın eşiğine getirense sadece Libya ve Suriye’de yaşanan gelişmeler değil. Bir de söz konusu olan Kıbrıs adası çevresindeki olası petrol ve doğalgaz rezervleri. TC Devleti, Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz rezervlerini başta Güney Kıbrıs ve Yunanistan olmak üzere bir başka devlete bırakmak istemiyor. Bu amaçla ilk olarak kendisinden başka bir devlet tanımadığı için devletlerarası alanda meşruluğu olmayan KKTC ile daha sonra Libya’daki müttefikiyle çeşitli anlaşmalar imzaladı. Buna karşılık olarak da Güney Kıbrıs, Yunanistan, İsrail ve Mısır kendi aralarında bir anlaşma imzaladı. Bu 4 devletin imzaladığı anlaşmayla çıkacak doğalgazsa Avrupa’ya ihraç edilmek isteniyor. Böylece Avrupa Birliği’nin de Rusya’ya doğalgaz bağımlılığı bir nebze de olsa azalıyor.
Söz konusu Akdeniz olunca bu denizde çıkarları olup Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecinde Ortadoğu’da etkinliğini artıran Fransa da Gordion düğümüne dahil oluyor. Fransa, TC’nin güç kazanma çalışmalarını kendisi ve Avrupa için bir tehdit olarak görüyor. Çünkü kendisi de halihazırda Ortadoğu’da ve Afrika’da çeşitli yatırımlarla güçlenmeye çalışıyor.
Tüm bunlar düşünüldüğünde rahatlıkla söyleyebiliriz ki orduların ilk hedefi Akdeniz oluyor. Savaşlar söz konusu olduğunda ilk önce gerçekler ölüyor. 20. yüzyılın başlarında Mustafa Kemal, Büyük Taarruz adı verilen savaşta askerlerine Akdeniz’e gitme emri vermesine rağmen ordular Akdeniz’e değil Ege Denizi’ne gitmişti. Bu basit bir harita hatası mı? Doğal olarak değil. Yunanistan ve Türkiye arasındaki denize Ege Denizi denmesi, Ege isminin geldiği Yunan mitoljisine yapılan atıfla Yunan egemenliğini çağrıştıracağı için orduların ilk hedefi Ege Denizi değil Akdeniz oldu.
Yazının başından beri saydığımız devletlerin de en az TC kadar kendilerinin yön vermek istediği politikalar olduğu için onlar da kendi isimlendirmesini yapacaktır. Devletler, gerçekleri değiştirebildikleri ve gerçeklerin üzerini örtebildikleri sürece ayakta kalabilirler. Bu yüzden TC’yi yöneten ve İslamcı olduğunu söyleyen Recep Tayyip Erdoğan’ın, aşırı milliyetçi Devlet Bahçeli’yi yanına alarak cihatçıları ve TC askerlerini Libya topraklarında kullanması sonucunda Mısır’la savaşa girmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Yunanistan, İsrail, Fransa, Rusya ve ABD gibi devletlerin de ordularını Akdeniz’e sürdüğünü veya sürmeye çalıştığını düşündüğümüzde bu savaşta hayatları hiç önemsenmeden öne sürülen ezilenlere kalan sadece devletlerin savaşlarında hayatlarını kaybetmek mi olacak? Gordion düğümünü çözmek bir lidere mi bırakılacak yoksa ezilenler Gordion düğümü masallarıyla uğraşmadan özgürlükleri için ayaklanacak mı? İktidardakiler ne derlerse desinler biz ezilenler devletlerin savaşında ölmek veya özgürlük için mücadele ederek yaşamak arasında bir seçim yapmak durumundayız.
The post Orduların İlk Hedefi Akdeniz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Krizler Sistemi Kapitalizm ve Biyopolitika appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalizm, yapısı itibariyle krizleri içeren bir sistemdir. Bu çıkarım daha önce defalarca dünyaca ünlü ekonomistler ve teorisyenler tarafından yapıldı. Varoluş sebebi ismini de aldığı sermaye ve o sermayenin katlanarak büyümesi için gereken kârın maksimize edilmesidir. Kapitalizmi sadece bu yönüyle ele almak, bizi marksistlerin düştüğü tuzağa düşürecektir. Kapitalizm sadece ekonomik altyapı ile ilgili değildir. Toplumsal olan, politik olan, yaşamsal olan bütün alanlarda kendini, tıpkı ekonomide olduğu gibi kriz potansiyeli ile var etmektedir.
Kendiliğinden sorunlu ve krize hazır bu sistem nasıl oluyor da bu krizlerle sarsılmasına rağmen kendiliğinden yıkılıp gitmiyor? Burada da tarih sahnesinde kendisine bulduğu suç ortağı devreye giriyor: Devlet. Kapitalizm, devlet gücü sebebiyle her fırsatta kendisinin neden olduğu krizlere karşı yasalar, uygulamalar, prosedürler geliştirebiliyor ve bu sayede kendini daha fazla güçlendirebiliyor. Bu uygulamaların aracı tabi ki her zaman yargıçlar, polisler, meclisler vb.. kurumlarıyla devletin kendisi oluyor. Bu uygulamalar bir yandan devlet iktidarını ileride de kullanılmak üzere güçlendirirken bir yandan da kapitalizme ve sermaye sahiplerine nefes alacak alanlar yaratıyor. Bu konuyla ilgili bütün alanları tek tek sayamasak da birkaç örnekten bahsetmek istiyoruz.
Toplumsal ve Ekonomik Krizler
Hayatımıza dahil olan hemen hemen bütün meseleler aslında bu alanın konusuna giriyor. Kapitalist sistem özellikle neoliberal politikalarıyla insanları tüketmeye dayalı bireyci bir sisteme itti. Bu tüketim bireyleri sadece metalara sahip olabilirlerse değerli olacakları anlayışına ve sonunda “Her koyun kendi bacağından asılır” inancına sürükledi. Sistem içerisinde kendine iyi bir yer bulamayan ve adaletsizlik içinde ezilen herkes sistemin çeperlerine ötelendi. Bu insanlar suça, yalnızlaşmaya, ezilmeye, uyuşturucuya, kendilerine ve çevrelerine yabancılaşmaya mahkum edildiler. Sisteme “yeteri kadar” entegre olamayan kişiler psikopatiler geliştirip akıl hastanelerinde yatarken ya da hayatta kalmak için hakları olan ekmeği almalarının bedelini hapishanelerde öderken buldular. Kapitalizm, her seferinde yardımına koşan ekonomik, sosyal ve politik iktidarlarla anlaşarak bu krizleri kendini ilerletmek için kullandı.
Tükenmişlik sendromu ve yabancılaşma içerisinde misiniz? Kapitalizm size yeterli antideprasan üretebilecek ilaç şirketlerine ve bu ilaçların piyasada rahatça satılması için gerekli yasaları çıkartabilecek devlet kurumlarına sahip. Elinizden insani bütün özellikleriniz alınmış gibi hissediyor, hayatınızın kontrolü sizde değilmiş gibi mi hissediyorsunuz? Kapitalizm sizin ihtiyaçlarınıza göre sahte mutluluk sağlayan uyuşturucular üretebilir ve sizi sefil bir bağımlıya dönüştürebilir. Eğer bunu yaparken aşırıya kaçarsanız tabi ki sistemin bütün kurumları size belirli bir ücret karşılığında hizmet etmeye hazırdır. Ya da bütün ömrünüzü ezilerek geçirdikten sonra küçük bir hırsızlık için hapse mi atıldınız? Boşuna telaş yapıyorsunuz; vergi borcu silinecek olan şirketler, karşılıksız alınan kredilerle yeni hapishaneleri inşa etmeye çoktan başladılar bile. Kapitalizm bunları yaparak kendini bütün “iş alanları” içerisinde var etmeye devam eder.
Devlet ise bunun karşılığında, ezilmesinin tek sebebinin kendi yetersizliği olduğunu düşünen bir grup yaratır. Bu grupları kontrol etme bahanesiyle eğitim alanında, sağlık alanında, inşaat alanında yeni yasalarla elini gitgide güçlendirir. Resmi ideolojisi her neyse onu dayatmak için kaynaklar bulur. Peki ya bu resmi ideolojiye o kadar da inanmamış olanlar? Rezil ve kepaze yaşam koşullarımızın arkasındaki gerçek sorumluların kapitalistler ve devlet iktidarı olduğunu görüp buna karşı sokağa dökülen insanlar? Bu insanların aktörü olduğu toplumsal patlamalara, devletli kapitalizmin cevabı nedir? Bu sorunun cevabı kolluk kuvvetleri ve devletin “güvenlik politikaları”. Yaşadığımız coğrafyadaki Gezi İsyanı’na devletin verdiği cevabın ne olduğunu hatırlayın. Her gün dünyanın bütün kıtalarındaki eylemliliklere devletlerin verdiği cevaplara bakın. Hepsi aynı. Bu süreçlerden sonra kapitalistler ve devletler kendilerini tehdit eden “krizi” öteledi. Genelde burada olana benzeyen, baskıcı “iç güvenlik yasalarını” yürürlüğe soktu. Bu krizler sonucunda, baskıcı ve otoriter politikaları en azından için halkın bir kısmında meşru bir zemin buldular.
Ekonomik krizlerde de benzer yaklaşımı görmek mümkün. Sistemin kilitlenmesine sebep olan krizler ya halihazırda zengin olan patronlara para aktararak çözülmeye çalışıyor ya da devletler belli alanlara el koyma, icra, tekelleşme gibi uygulamalar ile baskıcı ekonomik planları uyguluyor. Bunların sonucunda sistem ve devlet kendini bekleyen sonu biraz daha öteleyip baskısını ve adaletsizliğini biraz daha arttırırken krizlerin faturasını her zaman ezilenler ödüyor. Bir örnekle konuyu açıklığa kavuşturabiliriz: İspanya’daki Mortgage krizi esnasında bankalara ödeme yapamadıkları için evlerine banka tarafından el koyulan insanları düşünün. Kriz bir şekilde ötelendi, bankalar ve devlet bu krizden güç kazanarak çıksa da yoksulluğa mâhkum edilen yine halklar oldu. Normal bir zamanda bir şirketin bir insanın evine el koyması halk nezdinde karşılık bulamayacakken, ekonomik kriz yine meşruluk zeminini oluşturmuştu. Aklınıza gelebilecek bütün ekonomik krizleri düşünün; hepsinin bedelini ezilenler ödemedi mi?
Korona Virüs ve Biyopolitika
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel çapta yaşanılan en büyük olayla karşı karşıyayız. Korana virüs salgını. Bu salgın, yapısı itibariyle toplumsal ve ekonomik elementler içerse de doğası gereği biyolojik bir kriz. Yukarıda açıklandığı gibi her krizde kendini kurtarmaya ve mümkünse güçlendirmeye çalışan kapitalizm ve devletler, kendilerini bu krizden kurtarmak için bir yol arayışına girdiler. Çözümün çıkış noktası ise diğer konularda olduğu gibi sorunun olduğu alana yönelik olmalıydı. Yani mevcut konu özelinde toplumsal ve ekonomik elementler içeren bir “biyopolitika”.
Koronavirüs sürecinde entelektüel çevrelerde “biyopolitika” tartışmalarına şahit olduk. Agamben’in başlattığı tartışmaya sonrasında Jean-Luc-Nancy ve Roverto Esposito da dahil oldu. Bu tartışmaları anlamlandırmak ve aslında ötesini de düşünebilmek adına öncelikle biyopolitika gibi anlaşılması güç bir kavramı kaynağından tartışmanın önemli olduğunu düşünüyoruz.
Biyopolitika, Foucault tarafından yaygınlaştırılsa da kavramın ilk kullanıcısı İsveçli siyaset bilimci Rudolf Kjellen’dir. Kavramın ilk kullanımı birey ve devletin birleştirilip devletin canlı bir organizma olarak düşünülmesiyle ortaya çıkmıştır. Kjellen’e göre devlet canlı bir organizma yani biyolojik bir yapıysa politika da biyolojinin yasalarına uygun hareket etmeliydi. Bu sebeple devletlerin varoluş savaşı biyopolitik bir mücadeleye dönüşmüştü. Kavram daha sonraları Foucault tarafından sıklıkla kullanıldı. Kavramı ilk kez 1974’teki derslerinden birinde şu şekilde kullandı: “…Kapitalist toplum için biyolojik ve bedenle ilgili olan biyopolitika her şeyden çok önemliydi. Beden biyopolitik bir gerçeklik, tıp biyopolitik bir stratejidir.” Bu kavram ilk kez burada kullanılsa da bu kavramın öncülerini Foucault’nun “büyük kapatılma” teorisinin olduğu bütün eserlerde görebiliriz. Foucault’ya göre iktidar, gücünü insanların bedenlerini kapatmaktan ve bu kapatmaların yapıldığı kurumlar olan hapishaneler, hastaneler ve okullardan alıyordu. Yani bedenlerimiz ancak kapatılabildiği, izlenebildiği ve disipline edilebildiği sürece iktidarlar ve kapitalizm için değerliydi. Korona virüs salgını da kapitalizme ve devletlere bunları meşru bir şekilde yapabilecekleri bir ortam hazırladı. Tıpkı toplumsal ve ekonomik krizlerde olduğu gibi bu biyolojik krizde de mekanizma aynı şekilde işliyor.
Devletlerle devasa teknoloji şirketleri arasında bugüne dek görülmemiş bir koordinasyon olduğunu biliyoruz. Google konum bilgilerimizi paylaşıyor. Evde kalanlar, kalmayanlar tespit ediliyor. Virüsle mücadelede örnek gösterilen Güney Kore’nin bunu hastalanmış insanlara yerleştirilen çiplerle ve oradan aldığı verilerle hazırladığı akıllı telefon uygulamaları ile başardığından ise o kadar da bahsedilmiyor. Çin’in komünist yönetimi sebebi ile sıkı askeri yöntemlerle virüsü kontrol altına aldığından bahsediliyor ancak geçtiğimiz senelerden beri hazırlıkları süren Wechat uygulaması ile Çin halkını sürekli gözlem altında tutmasından bahsedilmiyor. İnsanlar ise bunları ya bilmiyor ya da bilse bile kendi sağlığından daha önemli görmüyor. Bize aşılanan ölüm korkusu sonucunda kapatılmak için hapishaneleri, okulları, hastaneleri bile kullanmıyoruz; evlerimiz bize yetiyor. Dünyanın çoğu yerinde akıllı telefonlarla -Güney Kore gibi nadir yerlerinde de çiplerle- verilerimizi kendimiz teslim ediyoruz. Kapitalizm ve devletler iktidarlarını yeniden üretmek, güçlendirmek, tarih sahnesindeki yerlerini sağlamlaştırmak için büyük kapatmalara, masraflara ve yasalara ihtiyaç duymuyor. Bunları bize korku salarak ve alanında uzman veri analistleriyle, eskisine oranla çok daha kolay bir şekilde yapabiliyor.
Eskiden en azından toplumun hepsi gözetim altında tutulmuyordu. Tutulan kesimlerin ise bütün zamanları izlenilerek geçmiyordu. Bir şekilde alanlar yaratılabiliyordu. Modern iktidarlar ilk defa bu kadar genel bir rıza yaratabilecek bir biyopolitika uyguluyorlar. Yüksek ihtimalle Foucault’un kendisi bile biyopolitikanın bu denli “başarılı” olabileceğini öngörememişti. Onun “Panoptikon” tasarısında kulede her hareketimizi gözetleyen bir gardiyan yoktu ama bugün kurulmaya başlanılan izlenme dünyasında her daim nerede olduğumuzu bilen bir devlet ve suç ortağı kapitalizm ile yaşama ihtimalimiz doğmuştur.
Burak Aktaş
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.
The post Krizler Sistemi Kapitalizm ve Biyopolitika appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Başıma Bir Şey Gelirse Sorumlusu Devlettir” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Özellikle kadına ve çocuklara yönelik şiddetin faillerinin de bu yasayla hapishaneden tahliye edilmesi birçok örnekle gündeme geldi.
Zeliha Erdemir boşandığı erkek tarafından evlilik süresince ve sonrasında şiddete uğramış, defalarca tehdit edilmiş ve karakola 100’den fazla kez şikayette bulunmuştu. 8 yaşındaki çocuğunun aynı erkek tarafından kaçırılması sonucunda tekrar şikeyette bulunmuş ve erkek 2 ay boyunca hapiste kalmıştı. Hapishaneden çıktıktan sonra da Zeliha’ya defalarca şiddet uygulayan erkeğin davası 17 ay 20 gün hapis cezasıyla sonuçlanmışken değiştirilen infaz yasasıyla 2 Mayıs günü tutukluluğunun sona ereceği öğrenildi.
Zeliha Erdemir ise bu kişinin kendisi ve çocuğu için tehdit oluşturduğunu, kaygılı olduğunu belirterek “Eğer başıma bir şey gelirse sorumlusu devlettir” dedi.
The post “Başıma Bir Şey Gelirse Sorumlusu Devlettir” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Geber” Diyen Müdür Görevden Alındı, Zihniyet Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Konuyla ilgili açıklama Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığından geldi. Bakanlık açıklamasında “Dün sosyal medyada vatandaşımıza yönelik ifadeleriyle gündeme gelen İstanbul İl Müdür Yardımcısı Nail Noğay görevinden alındı. Noğay hakkında Bakanlık nezdinde soruşturma başlatıldı” denildi.
Açığa çıkan olayın yalnızca bir örnek olduğu, pek çok kişinin ihtiyaçlarını karşılama noktasında devletin bir çözüm sunamadığı aksine alay ettiği bir gerçek. Bu anlamda Noğay’ın görevden alınması ile devletin kendini temize çıkarmaya çalıştığı aşikar.
The post “Geber” Diyen Müdür Görevden Alındı, Zihniyet Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yunanistan’da Korona Krizine Karşı Anarşistlerden Eylem appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yunanistan’da bulunan Patras’ta anarşistler, bir market önünde eylem gerçekleştirdi.
Korona krizine dair gizlenmek isteneni söyleyen anarşistler pankartta “Bireysel sorumluluk değil. Devlet ve kapitalizmin suçudur. Dayanışma silahımızdır! Yaşam İçin Mücadele!” dedi.
The post Yunanistan’da Korona Krizine Karşı Anarşistlerden Eylem appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sistemin Virüsü’ne Karşı Paylaşma ve Dayanışma Kazanacak! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşizm, yaşamın teorisidir; devletsiz bir toplumsal yaşamın teorisi.”
P. Kropotkin
Gün bitimine yakın bir zamanda, bir twitter mesajı bekler olduk bir zamandır. Mart’ın ikinci haftasından bu yana, Covid-19 salgınının yaşadığımız topraklardaki bilançosunu Sağlık Bakanı’ndan, önce canlı yayın konuşmalarından sonrasında da twitter mesajlarından, öğrenir olduk. Sağlık Bakanı’nın varlığında simgelenen devlet, her gün virüsün Z raporunu aldırıyor bize.
Batılı devletleri iyi önlem alamamakla suçlayan ilgili bakanlığa bağlı kişiler ve kurumlar, başkan ve bakanlar, şimdilerde üç hafta önceki konuşmalarını unutur oldular. Gizlilik içerisinde işlettikleri telaş politikaları, ne kadar gizlemeye çalışsalar da kendini iyiden iyiye belirginleştiriyor. “Paniğe kapılmaya gerek yok!” tavsiyesini verenler “acil durum plansızlıklarını” en ufak adımda açık ediyor.
Dünya Sağlık Örgütü’nün önce “küresel salgın” demekten imtina ettiği, sonrasında “meğerse salgınmış” diye nitelediği ve yayılmadığı kıta kalmayan virüs, şimdinin ve geleceğin temel belirleyicisi konumunda. Savaş, kriz, ticaret anlaşmaları, mega projeler, partiler arası yapay tartışma gündemleri bir anda kesildi. Varolabilme durumumuzu; dünya içinde ve birlikte varolabilme durumumuzu konuşuyoruz, tartışıyoruz ve izliyoruz. İnsanların büyük bir kesiminden arındırılmış “devletin karar mekanizmaları” çerçevesinde daha fazlasını yapmamız da istenmiyor: Evde kal! Yaşamlarımıza ilişkin karar alma yetkisini kendisinde görenler, pasif ve kaderci bir bekleyişe mahkum olmamızı öğütlüyor!
Başlangıç
Virüsün Çin’de nasıl ortaya çıktığına ilişkin bilim insanlarının bir dizi teorilerini okumakta ve izlemekteyiz. Çin’in Wuhan şehrinde, ya bir yarasa ya da bir pangolinden yayılma iddialarının dışında, biyolojik savaş kapsamında Çin’de üretilen bir virüs olduğu ya da ABD’nin ticaret savaşında Çin’i durdurmak için bu virüsü ürettiği gibi komplo teorileri de mevcut.
Şimdilik bilim insanlarının büyük bir kısmı, virüsün insan eliyle üretilmediği ve başka türlerden insana geçtiğinde hemfikir. Doğanın bize çizdiği bir kaderi yaşıyoruz yani! Dünyada yaşayan insanların çok az bir bölümü için tehlikeli ve bu az bölümün içindeki başka küçük bir grup için de ölümcül olan bir virüs… Küresel çapta devam eden “hafif semptom” propagandası, ilaç tedavisi olmaksızın hastalığın atlatılabileceğini salık veriyor. Peki sokak yasakları, işten çıkarmalar, sosyal izolasyon? Devletlerin “hafif semptom” propagandası içimizi rahatlatıyor mu? Her gün dünyanın farklı yerlerinden girilen ölüm ve vaka sayılarıyla birlikte düşündüğümüzde cevap belli değil mi?
Virüsün varlığı ve ortaya çıkaracağı hastalık noktasındaki insan etkisine ilişkin bir şey söyleyebilmek için ilgili bilginin detaylarına odaklanmak gerekiyor. Ancak meselenin politik ve dolayısıyla yaşamsal başlangıcını (en azından bu bağlamda) buraya koymaya gerek yok. Meselenin gözden kaçırılan kısmı, virüsün nasıl bu kadar hızlı yayıldığı. Bu noktada iki ana hat beliriyor; önlemlerin yetersizliği ve merkez etrafına konumlandırılmış insan yaşamları. İki hat da aynı temel sıkıntıyla ilgili; toplumsal organizasyon!
Yani, insanları gerçek yaşamsal ihtiyaçları için değil de, birilerinin daha fazla kar etmesi için merkezi üretim-tüketim mekanlarına tıkacaksınız. Bu üretim plantasyonlarında binler, onbinler, yüzbinler olarak üretim yapmaya zorlayacaksınız. Değil yaşam kalitesi, yaşamlarına sağlıklı bir şekilde devam etmeleri için gerekli “sağlık”a sahip olmalarını sonsuz üretim döngülerinde eriteceksiniz. Kitlesel üretime maruz bırakılan insanların, yaşamlarını sürdürmek için gerekli olan ihtiyaçlarını karşılamalarının önüne mülkiyet sorunsalıyla geçeceksiniz. Sonra salgın olmayacağını bekleyeceksiniz!
İnsanların yaşamsal alanlarını, merkezi bir şekilde, daha iyi kontrol edilebilmeleri için büyük hapishanelere çevireceksiniz; hapishane şehirler yaratacaksınız. Yüzbinlerin, milyonların yaşamak zorunda olduğu şehirler inşa edeceksiniz. Bu inşa edilen mekanlarda, yaşamsal ihtiyaçları kitlesel ve merkezi planlamalarla çözmeye çalışacaksınız. Sonra virüsün bu mekanlarda yayılmaması için temenniniz olacak!
Politik ve ekonomik çıkarlar için, doğanın içerisinde “bir ama sadece bir varlık” olan insanın içinde yaşadığı ve onun bir parçası olduğu doğayı katledeceksiniz; ekolojik uyumu unutarak insanın doğadan uzaklaşmasına ve ona yabancılaşmasına neden olacaksınız. Sonra salgın olmayacağını bekleyeceksiniz!
Bize toplumsal organizasyonlarını dayatan mekanizmaların, bu mekanizmaların başındakilerin bize biçtiği kaderi yaşamaktayız. Bu salgının asıl sorumluları olan devletler ve şirketlerin; merkeziyetçi yönetimin ve kapitalist sistemin; kitlesel planlamanın ve mülkiyet sisteminin!
Alınmayan Önlemler Devletlerin Sağlık Meselesine Bakış Açısıyla İlgilidir!
Potansiyel olarak buna benzer bir salgın riskiyle karşı karşıya olduğumuz, olacağımız bu kadar açıkken; bu ya da buna benzer bir salgına karşı gerekli tedbirleri, önlemleri almak yerine savaşa, silah sanayine, gösterişli ve büyük inşaatlara, finans sektörüne, büyük şirketlere, ticarete para ayırmak tam da devletlerin yapacağı şeydir!
Bu tespit, devletten sağlığa bütçe ayırmasını isteme talebi değildir! Meselenin devletler ve şirketler nezdinde ne olduğunun açıkça ortaya konmasıdır.
Ne devletler ne de şirketler, sağlık için ihtiyaç olanların dağıtımında etkin olamazlar. Çünkü bunu hedeflemezler. İki mekanizmanın da amacı, kendilerini sürdürmektir. Kapitalistler için bu, kar demektir. Devlet için de koruyucu ve baskıcı uygulamalarıyla kendi varlığına ihtiyaç hissettirmektir.
Şu süreçte en çok ihtiyaç hissettiğimiz şey bilgiyken bu bilginin kontrolünün devletlerin ve şirketlerin tekelinde olması risk durumundaki konumumuzu pekiştirir. Sağlığa ilişkin bilgiye ve hizmete, devletlerin ve şirketlerin “sorunlu etkilerine” bağlı olmaksızın ulaşamamaktayız. Bu sorunlu etkiler, kar politikaları ve düzen tesisidir. Bunların sağlık hizmeti, yoksulluğu ve hastalığı sürdürür. Karşılıklı yardımlaşmayı yok eder. Bağımlılık yaratmaya hizmet eder.
Böylelikle devlete ihtiyaç duyulur, onun iktidarlı konumu meşrulaşır. Bizim sağlığımız için bizim yerimize en doğrusuna devletin kanaat getireceğine inanılır. Bağımlılık ilişkisini kar etme üzerine kuran şirketler için de durum aynıdır. Tedavi yerine iyileştirme, ilaç endüstrisinin pazar başarısını korumasına izin verir. Çoğu ilaç araştırması, zengin insanların yaşam tarzı taleplerini karşılamak için yapılır. Ancak öyle alternatifsiz bırakılırız ki “bile bile lades” oluruz.
Devlet ve şirket kontrolündeki sağlık sistemi, kendi sağlığımız üzerindeki irademizi, sağlıkla ilgili bilgiye erişim temelindeki sağlık kararları verme kapasitesini kısıtlar. Bu durum “sağlık sorunlarının” politik kaynaklarını gizler.
Yaşamsal Olanın Politikliğinin Fark Edilmesi
Salgınla beraber geleceğe dönük öngörüler ve tartışmalar farklı zeminlerde başladı. Covid-19 kaynaklı farklı bir yaşamsal sürecin başlaması, kaygıların ve geleceğe ilişkin isteklerin değiştiği kanaatiyle olumlu ya da olumsuz bir sürü düşüncenin öne sürülmesine neden oldu.
Uluslararası siyasetin ve küresel ekonominin üstündeki bir durum olarak virüsün varlığının, siyaset etme biçimini de kapitalist işleyişi de değiştireceği öngörüleri iyimser muhalif çevrelerce dillendiriliyor şimdilerde. Devletlerin ve kapitalist ekonomik yapıların kendiliğindenlikle değişeceği öngörüsündeki “insan iradesi yokluğu”, Covid-19 öncesinin, aynı determinist ağızlarından çıkanlarına benziyor. Salgının bir olanak olduğu, insanlardan bağımsız bir şekilde dillendiriliyor.
Devletli siyasetten bağımsız durumların da siyasi olabildiği, bunların biyopolitika kavramıyla referanslandığı yazılar türüyor. Tüm yazılanlarda “devlet” mefhumu bu kadar aleniyken, bu kavramın kendisiyle derdi olan bir düşünce, ideoloji, felsefe ve etik görmezden geliniyor.
Siyasetin devletli sınırlarına sığmadığının, yaşamsal olanın politik ve politik olanın da yaşamsal olduğunu dillendirenler olarak, ne sosyalistlerin analizlerinin yerinde ne de devletli kapitalist sistemin devamına odaklananların öngörülerinin geçerli olduğunu düşünüyoruz.
Devlet Koruyup Kollayamıyorsa Neden Ona İhtiyaç Duyalım!
Devletin varlığı, insan ihtiyacıyla mantıksal bir yerden temellendirilmeye çalışılır. Basit anlamıyla devlet, vatandaşlarını hegemonyasının sınırlarında korur ve kollar. İçinde yaşadığımız yaşamların yitmesine neden olan örnekte olduğu gibi, bu iddia gerçek değildir. Özellikle bu süreçlerden devletler çıkamaz!
Sürece ilişkin olanaklar tartışmalarında, “istisna hali” uygulamalar vurgusu yapanların söylediğine odaklanmak gerekir. Devletler için salgında yitenlerin bir önemi yoktur. Gözden çıkarılan nüfusun geleceği için önlem almak, devletler ve şirketler için zaman ve para kaybıdır. Bugün devletlerin ve şirketlerin temel sorunu, salgının ekonomik etkilerinin ne olacağı ve toplumsal bir isyan durumunun nasıl önleneceğidir. Alınan tedbirler ve önlemler tamamen buna yöneliktir; seyahat yasakları, her türlü etkinlik ve organizasyon yasakları, sokağa çıkma yasakları, denetim sıkılaştırmaları…
Covid-19’dan tabi ki korunmalıyız. Ancak aynı zamanda devletlerin kontrol ve denetim politikalarını göz önünde bulundurmalıyız. Virüsün yaygın ve ölümcül olduğu İtalya’dan anarşist yoldaşlarımızın yaptığı çağrıya kulak vermeliyiz: “… Enfeksiyonu sınırlamaya yönelik kısıtlayıcı önlemlerin fiili etkinliği sorusunun ötesinde, körü körüne ve eleştirel olmayan uygulanan sert tedbirlerle edinilen otoriter yaklaşım, ortada bir değerlendirme hatası varsa felakete yol açabilir. Aynı zamanda, “iç mekanda kalın ve sorunla ilgilenmemize izin verin” algısı kaçınılması gereken, toplumda çok tehlikeli bir sorumsuzluk ve çocuklaşma sürecini tetikler. Bu acil durumdaki güçsüzlük ve imkansızlık hissi çok yüksek. Bireysel ve kolektif tercihlerin ve inisiyatiflerin aşağıdan yukarı örgütlenmesinin önemini ihmal etmemize sebep oluyor. Bu önlemler, toplumsal ilişkilerin daha da parçalanmasına, her türlü bireysel ve kolektif öz-savunmanın yıkılmasına ve insanların toplumsal düzeyde tepki verme yeteneklerine olan tüm güvenlerini kaybetmelerine sebep olabilir.”
Otoriter ve militer önlemlerle, denetim ve kontrol mekanizmalarının hedef alacağı ilk kesimlerin işlerinden atılanlar ya da atılacaklar, göçmenler, kadınlar, işsizler, evsizler… yani ezilenler olacağı aşikardır. Hepimizin aynı gemide olduğunu söyleyenlerin “virüsün herkese bulaştığı” örnekleri, ilerleyen zaman içerisinde test yaptırabilen, daha iyi sağlık hizmeti alan ya da ilaca ve tedaviye ulaşan “kesim”den örneklerle farklı bir tabloya evrilebilir.
Salgından etkilenmemek için gerekenleri yaparken, bireysel ve kolektif sorumluluğumuzun farkında olarak; paylaşma ve dayanışmayı böyle bir süreç içerisinde kurtuluş noktasında en büyük yöntemler olduklarını görerek; devletlerin pasifizasyon politikalarına mahal vermeden; bireysel ve kolektif özgürlüklerimizi türlü nedenler göstererek kendi faşist politikalarının karşısında yok etmeye çalışanlara karşı örgütlü bir şekilde; devletin endişe ve korku politikalarına karşı enerjimizi ve umudumuzu kaybetmeden; mücadelemizi içinde bulunduğumuz koşullara uyumlu bir hale getirerek sürdürmemiz şart.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sistemin Virüsü’ne Karşı Paylaşma ve Dayanışma Kazanacak! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Zuckerberg: Devlet İnternet Dünyasına Daha Fazla Müdahale Etmeli appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Daha önce milyonlarca internet kullanıcısının bilgilerini siyasi danışmanlık şirketleriyle izinsiz paylaşmasıyla ilgili yargılanan Zuckerberg bu sefer de devletin internet alanına daha fazla müdahale etmesi gerektiğini savundu.
The post Zuckerberg: Devlet İnternet Dünyasına Daha Fazla Müdahale Etmeli appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 10 Ekim’de Katledilenlerin İsimleri Ağaçlarda Yaşayacak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>10 Ekim Dayanışması Örgülü Mücadele Grubu, Ankara Gar katliamında yaşamını yitirenlerin adını örgülere işledi. Ankara Gar’ı önünde ve farklı noktalarda bulunan anıt ağaçları giydiren kadınlar bu kez Kuğulu Park’ta bir araya geldi. Kadınlar, katliamda yaşamını yitirenlerin isimlerinin bulunduğu el örgülerini yedinci kez Kuğulu’daki iki ağaca giydirdi. Bu sırada polisler kadınlara engel olmaya çalıştı. Ancak kadınlar bu tür bir eylem için izne gerek olmadığını belirttiler.
The post 10 Ekim’de Katledilenlerin İsimleri Ağaçlarda Yaşayacak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Niyet Yine Devlet: Medeniyet Devlet – Murat Devres appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bazı tarihçiler, ki bunların arasında en etkili geleneğe sahip olanlarından birisi de İbn Haldun’dur, tarihin döngüsel olduğunu düşünürler. Hatta çoğu dile yerleşmiş olan “tarih tekerrür eder” deyimi belki de içinde anlamamız gereken bir gerçeği de barındırmaktadır. Ancak tekrarlanmak anlamına gelen “tekerrür” yerine “tarih kafiyeli olmaya meyillidir” desek belki de hür düşünceye daha büyük bir manevra alanı bırakabiliriz. Zira bugünü anlamak için hem geçmiş dönemlerle karşılaştırma yapmalı hem de bugünün kendine has dinamiklerini göz önünde bulundurmalıyız.
Tarih ve Devletlerin Krizi
2020’ye altı ay kaldı. Modi beş yıl daha Hindistan’ın başına seçildi. Camileri bombalamak isteyen Hindu milliyetçileri pek bir sevindi. Kuzeyde Xi Jinping de Mao ve Deng Xiaoping’den sonra Çin Komünist Partisi’nin istikametini kendi elleriyle şekillendirebilecek bir pozisyonda ve görünen o ki Neo-konfüçyen bir vizyon güdüyor. Putin’in ne Avrupa ne Asya medeniyetlerine ait olmayan Slav ve Ortodoks Hristiyan Avrasya medeniyeti inşa edilmeye devam ediliyor. Okyanus ötesindeki Beyaz-Hristiyan Batı medeniyetini yeniden kendi kanatları altında diriltmeye çalışan ve büyük ihtimalle yeniden seçilmek için de kendine 2003’teki gibi bir savaş arayan Trump da bu listeye ekleniyor.
Tabii ki soru şu: Ne oldu? Francis Fukuyama’ya göre Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın bitimiyle Batı tarzı liberal-demokrasi ve serbest-pazar ekonomisi muzaffer olmayacak mıydı? Tarih bitecek, artık herkes Batı-medeniyeti çizgisinde yürüyecekti. Japonya ve Kore bunların mükemmel birer örneğiydi. Bu coğrafya da zamanında “Küçük bir Amerika olmak” gibi söylemleri olan politikacıları gördü.
Olan şuydu; yerel dinamiklerin içinde acı çekip kavrularak yükselen iktidar hırslı sosyopatlar, karizmatik iletişim güçleri ve zayıf bireysel prensipleri doğrultusunda kurdukları ağları kullanarak eriştikleri mutlak hakimiyet pozisyonunda, bu konumlarını kaybetmemek için kendilerine çok kuvvetli bir araca başvurdular: Medeniyet.
İnsanlık tarihinin neredeyse tüm acılarının müsebbibi olarak da addedebileceğimiz bu kavram, bazılarına göre ise insanlığın en güzel eserlerinin üreticisidir. Kentleşme ve dolayısıyla hiyerarşi ile rekabetin beraberinde gelen medeniyet unutulmamalıdır ki kölelik düzeni üzerine kuruludur.
Zaten yirminci yüzyılın sonunda ve yirmi birinci yüzyılın başında sözde sosyalist post-modern akademik camianın durmadan, yorulmadan, yılmadan eleştirdiği Samuel Huntington da zamanında Fukuyama’ya zıt olarak “Tarih’in bitmediğini, ancak bir parantezden (Soğuk Savaş) sonra eski fay hatlarının yine kırılmaya başladığını” söylemişti. Son otuz yıl içinde Balkanlardan Bangladeş’e kadar çoğu yerde haklı çıktı…
Yanlış anlamayın, Huntington ve onun çizgisini devam ettirenler hiç de masum insanlar değil ve bu söylemi şekillendirmelerinin bir nedeni var; bu da çağdaş devletin içinde olduğu kriz.
Evet çağdaş devlet krizde. Zaten her zaman krizde. Krizde olmayan devlet zaten çöker. Zira devletin var olma sebebi tahayyül edilen bir krizdir. Söylenen ama görülmeyen bir düzensizliğin içinden doğduğu söylenen devlet, bireylerin kendileri özgür düşünme hakları geliştirdiği müddetçe zayıflamaya devam ediyor.
Devlet için kriz Soğuk Savaş bitince tam anlamıyla başladı. Rakibin biri pes edince öteki tam anlamıyla kazanmadı, çünkü ortada aslında kazanılacak bir şey yoktu.
On dokuzuncu yüzyıl İmparatorluklar çağıydı, yirminci yüzyıl ulus-devletlerin çağı olacaktı. İkinci Dünya Savaşı ve ertesinde oluşan küresel düzen bu projenin ölü doğmasına neden oldu. Birleşmiş Milletler, Nato ve Avrupa Birliği gibi işe yaramaz uluslararası kuruluşlar ulus-devletlerden oluşan birleşmiş bir kapitalist dünya projelerini gerçekleştiremediler.
Çözüm: Ulus-Devlet Öncesine Dönmek. İşte Bu da Medeniyet-Devlet Demek
Financial Times’taki yazısında Gideon Rachman 21. yüzyılda “ulus-devlet”in yerini alacak medeniyet-devlet için şöyle bir tanım yapıyor: “sadece tarihi bir bölgeyi, tek bir dili veya bir etnik grubu değil ama kendine münhasır bir medeniyeti temsil ettiğini iddia eden bir devlet”. Peki listesinde kimler mi var? Hindistan, Çin, Rusya, Amerika ve Türkiye.
Yaşadığımız coğrafyada bu medeniyet-devlet deneyiminin ne demek olduğunu zaten her gün sokakta hissediyoruz. Özgürlükten, adaletten muaf, dışlayıcı bir düzen.
“Çin Hükmettiğinde Dünyayı Neler Bekliyor?” adlı kitabın yazarı Martin Jacques “civilization-state” olarak damgaladığı medeniyet-devlet fikrini Çin üzerinden şekillendiriyor. Burada öne çıkan en önemli husus halkın birliği ve hükümetle olan yüksek birleşmeleri. Örneğin Batı’da hükümetin belli bir mesafede tutulmasından yana bir gelenek varken Çin’deki anlayış çok daha değişik. Hükümet Çinliler için aile reisi ile eş anlamlı. Bu Batı ile Doğu arasında bulunan devlet-toplum ilişkisindeki kültürel farklardan kaynaklanıyor… Diyor Jacques…
Peki bu neden önemli?
Devletlerin dönüşüm süreçlerinde sözde meşru şiddet uygulamalarına maruz kalanlar her daim en başta azınlık olarak addedilen halklar ve muhalif entelektüeller olmuşlardır.
Bu coğrafya Dünya’nın, “İnsan”ın tarihine şahit. Yazı-öncesinden beri gelip giden her düzeni gördü. Asıl gerçekliğin “değişim” olduğunu söyleyen, düşünüp yazıp çizen onca insan büyüttü. Asur’u, Babil’i, Hitit’i, Helen’i, Roma’yı, Osmanlı’yı ve nicelerini gördü.
İmparatorluk çağında, on dokuzuncu yüzyılda, “Almanlar kaybetti diye kaybettik” diye yalan anlatılan savaşa girmeden daha, ulus-devlet projesi hazırlanıyordu yavaştan. Savaş sonrası her şey değişti; imparatorluktu, medeniyetti bertaraf edildi, sade Türk sade Batı denildi. “Halk”a zorla yaşatılan bir dolu travmadan sonra da Soğuk Savaş daha son demlerine gelmek üzereyken yeni istikamet belliydi. En iyisi ne Türk ne Batı’ydı, istikamet Müslüman ve Doğu’ydu.
Siyasetçiler aktör gibidirler, onlara verdiğiniz giysiyi giyer, eline tutuşturduğunuz kağıdı okur ve yön verdiğiniz şekilde hareket ederler. Medeniyet-devlet de günümüz siyasetçilerine verilen yeni araç. Onlar bunu çok güzel bir şekilde sahneliyorlar. Ama gerçek şu ki piyesleri ancak biz istekli bir şekilde paramızı gülümseyerek ödeyip onları hayranlıkla izlediğimiz sürece etkili.
Eğer biz kim olduğumuzu bilirsek ne Medeniyet’in ne de Devlet’in, ancak insanın ve evrensel kardeşliğin gerçek olduğunu biliriz.
Murat Devres
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Niyet Yine Devlet: Medeniyet Devlet – Murat Devres appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post AKP’ye Karşı Kaç AKP – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İktidarda 17 yılı geride bırakan AKP, 2017 Referandumu ve 24 Haziran 2018 seçimleri sonrası belirginleştirdiği, “ilerlemeden, pedal çevirerek ayakta kalma” politikasını sürdürüyor. 31 Mart seçimlerinde gerçekleşen ciddi oy kayıpları ve kendi içinde yaşadığı gizlenemez çatlaklar, AKP’nin esas olarak Gezi Direnişi ile açığa çıkan, sandığa yansımasını ise 7 Haziran 2015’te somutlaştıran, ancak daha uzunca bir zamana yayılması muhtemel düşüşünün belirtilerinden bazıları olarak öne çıkıyor. Erdoğan’ın “partili cumhurbaşkanlığı” sıfatını almasıyla, uzunca bir süredir bir siyasi parti olmaktan çok, tek adamın seçim ve bazı siyasi faaliyetlerini yürüten bir aparat işlevi gören AKP’de Davutoğlu ile Gül-Babacan kulvarlarında 23 Haziran seçimi sonrası yaşanma ihtimali yüksek hareketlilik, iktidar partisinde bahse konu çatlağın gizlenemezliğini ispatlıyor.
Devletin “parti” kanadında bunlar yaşanırken, 24 Haziran 2018 sonrası ortaya çıkan yeni rejim mimarisinin en tepesini oluşturan “başkanlık” makamında ise bazı “vitrin değişiklikleri” göze çarpıyor. Bu değişiklikle, AKP’nin kuruluşunda yer almış, bakanlık yapmış ve kilit görevlerde bulunmuş bazı “ağır toplar” devlet bankalarının yönetimine ve Cumhurbaşkanlığı bünyesinde yeni oluşturulan Yüksek İstişare Kurulu üyeliğine getirildi. Bu atamalara, genel olarak, “siyasi rüşvet” şeklinde yapılan peşin yorumlardaki kısmi haklılık payı saklı tutulmakla birlikte, AKP döneminde, şirketlerin yanı sıra farklı rant ve sermaye çevreleriyle geliştirdiği ilişkilerle “siyasetin kasası” haline gelen devlet bankaları Halkbank, Vakıfbank ve Ziraat Bankası’nın, inşa edilmeye çalışılan yeni rejimdeki önemli rolü gözden kaçırılmamalı. Söz konusu bankaların, 24 Haziran seçimleri sonrası başında Berat Albayrak’ın bulunduğu Hazine ve Maliye Bakanlığı’na bağlanması ve Albayrak’ın da Pelikancılarla olan malum ilişkisi yeni görevlendirmelerde, kritik zamanlarda ortaya çıkan bu “gizemli kliğin” rolünü akıllara getiriyor.
Atamalardaki diğer adres olan Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu’nun (YİK) ise AKP ve Erdoğan’ın ideolojik olarak yaslandığı Necip Fazıl’ın, Başyücelik Devleti tahayyülündeki yüksek devlet organı “Başyüceler Şurası’na” benzerliği, AKP’nin aynı zamanda bir semboller ve tarihsel göndermeler partisi olduğu göz önüne alındığında dikkat çekici. Gerek bankalara, gerekse de YİK’e ataması yapılan isimler arasında bir dönem ANAP üzerinden merkez sağ ile yolları kesişmiş Abdülkadir Aksu’nun yanı sıra, Bülent Arınç, Faruk Çelik, Mehmet Ali Şahin, Cemil Çiçek gibi, AKP’de kuruluş dönemini çağrıştıran ve daha ötesi muhafazakar kimlikleri ağır basan siyasetçilerin olduğu görülüyor. Ardında Erdoğan’ın bulunduğunun su götürmez bir gerçek olduğu bu yeni görevlendirmelerin, bu yanıyla çözülme emareleri gösteren AKP tabanına yönelik “birlik ve dirlik” mesajı olduğu açık.
Diğer yandan söz konusu görevlendirmelerle atanan isimlerin zaman zaman birlikte anıldığı Davutoğlu ile Gül-Babacan eksenlerine kayışlarının önünün alınmasının amaçlandığı söylenebilir. Bu atamalar aynı zamanda -atanan isimlerin- AKP ve sağ muhafazakar cenahtaki ağırlıkları nedeniyle, uzun zamandır yalnızlaştığı şeklinde yorumlara muhatap olan Erdoğan için yeni bir güç tahkimi anlamını da taşıyor. Böylelikle Erdoğan, bir süre önce ortaya attığı ancak yeterince ilgi görmeyen “Türkiye İttifakı” stratejisine AKP ve çeperindeki sağ seçmen bazında karşılık almış izlenimi verirken, partinin kuruluş dönemine atıfla “istişare eden ve edilen lider” imajına da sahip olacak. AKP’nin fabrika ayarlarına geri dönmesi olarak formüle edilen bu beklentinin, 31 Mart’ta “safları terk eden” küskün AKP seçmeninde güçlü olduğu ve bu seçmeni geri kazanmak için önümüzde Erdoğan için hayati önem taşıyan bir 23 Haziran olduğu unutulmamalı.
“Türkiye İttifakı’ndan” söz açılmışken bu söylem üzerinden kısa bir gerilim yaşanan Devlet Bahçeli ve MHP’ye, dolayısıyla, “pazara kadar değil mezara kadar” ömür biçilen, ancak bir seçim pazarı sonrası bitmesi muhtemel Cumhur İttifakı’nın, söz konusu atamalarla ilişkisine de bakılmalı. Bu anlamda, yeni görevlendirilen isimlerin, geçmişte MHP ile yaşadığı kimi gerilimler de akılda tutularak, Cumhur İttifakı’nın “paralel bileşenleri” olma vasfıyla, Bahçeli’yi dengelemesinin düşünüldüğü söylenebilir. Ancak söz konusu siyasetçilerin döneme ve koşullara göre konumlanma “yetenekleri” hatırlandığında bu beklentinin karşısında büyük bir soru işareti beliriyor. Bu anlamda MHP, Cumhur İttifakı dolayımıyla bir oy rezervi olmaktan çok, AKP’yi sınırlayan bir siyasi özne olma özelliğini sürdürecek gibi görünüyor.
Erdoğan ve AKP’nin bankacılık bürokrasisi ve Cumhurbaşkanlığı teşkilatlarına yaptığı bu atamaların, iktidarının istikbali açısından ne getirip götüreceğini az çok kestirebilmek için önümüzde üç önemli dönemeç var. Birincisi malum 23 Haziran seçimlerinde -sonuçlarının tanınıp tanınmamasından bağımsız- alınacak sonuç… Diğeri ABD-Rusya arasında “denge siyaseti” adı altındaki pragmatizmin geldiği sınırda muhatap olunacak ABD yaptırımlarının ekonomik sonuçları… Bir diğeri ise hem muhafazakar, hem de merkez sağ seçmende yeni bir yönelim oluşturması muhtemel, Davutoğlu ve Gül-Babacan çevrelerinin sonbahara doğru yapmaya hazırlandıkları çıkış… Ancak, “atama hamlesinin” figürlerinden Bülent Arınç’ın, gayet uluorta biçimde “partili cumhurbaşkanlığını” tartışmaya açan sözleri, iktidar açısından hem bu dönemeçlere, hem de “inşa sürecindeki” rejime giden yolun dikenlerle dolu olduğunu gösteriyor.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post AKP’ye Karşı Kaç AKP – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletin Görünmez Eli: Tanzim Satış appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Enflasyonla mücadele” kapsamında, piyasalara müdahale iki ay öncesinden başlamış; market zincirleri de dahil olmak üzere birçok işletme ürünlerinde indirime gitmiş ve “dış destekli ekonomik saldırı”lara karşı milli tavrın bir parçası olmuştu! Ama yetmedi. Marketlerdeki, pazarlardaki ürünlerin fiyatlarını denetlemek için ekipler oluşturuldu. Açığından gizlisine zam çeşitleri hakkında kamuoyu bilgilendirmeleri, zam yapan şirketlere yönelik lanetler eşliğinde devlet iktidarının koruyuculuğundaki tüm medya kanallarında servis edildi.
Polisiye tedbirler alınacağı uyarıları, hem Tayyip Erdoğan hem de damadı tarafından dillendirildi. Hemen uygulamaya geçirildi. Soğan stoklama nedeniyle, soğan depoları baskınları gerçekleştirildi. Patlıcan ve biberin aşırı pahalı olması sebebiyle marketlerde artık satılmayacağının konuşulduğu bir zamanda, market zincirlerine yönelen tehditlerle “milli seferberlik” yeni bir boyut kazandı.
5 Şubat’taki grup konuşmasında Tayyip Erdoğan, “Pazardaki fiyatlar için gerekirse ayar çekeceğiz. Belediyelerimiz vasıtasıyla ‘tanzim satış’ yapabiliriz. Devlet nasıl teröristlerin Cudi’de, Gabar’da, Tendürek’te mağaraların içinde işini bitirdiyse; halde terör estirenlerin işini de bitiririz.” diyerek, ekonomide de saldırgan bir politika izleneceğini müjdeliyordu! Ertesi gün, Hazine Bakanı Berat Albayrak, bu açıklamaya uyumlu bir açıklama da bulundu: “Bu konuda adımlar atılacak. Belediyelerimiz hızlı bir kurulumla uygun fiyatta tanzim satış yerleri imkanı sağlayacak. Tarladan sofraya profesyonel bir adım. Sera konusunda stratejik bir yatırım planlıyoruz. Güçlü bir ekosistem kuracağız”. Ekosistemin anlamını zorlayan açıklamalarıyla Albayrak sadece tüketim değil, üretim alanlarının da devlet eliyle yapılandırıldığı bir modelden bahsediyordu. İşsizliğin gün be gün arttığı; alım gücünün giderek azaldığı ve “asgari yaşama koşulları”nın düştüğü bu uzun süreçte, Berat Albayrak durumu yeni farketmiş olacak ki, sebze fiyatlarındaki artışı beklenmedik, marjinal, olağanüstü diye tarifliyor ve çözüm noktasında hızlı olacaklarından bahsediyordu.
Devlet hiyerarşisinin farklı pozisyonlarında bulunanlar tarafından destekleyici açıklamalar gelmeye başladı. Tanzimin sadece sebzeyle sınırlı kalmayacağını; temizlik malzemelerinin de benzer şekilde tanzim satış alanlarında satışa sunulacağından bahsediliyordu. Fiyat artışlarını engellemek için bunun yapıldığı ısrarla vurgulanıyordu. İstanbul ve Ankara’da belirlenen noktalardan tanzim satışları gerçekleşecekti.
“Stratejik alanda, devlet olmak zorunda”
Berat Albayrak, tanzim satış uygulamasını bu zorundalıkla ilişkilendiriyordu. Devlet müdahil olacak ve sorunu çözecekti. Tanzim satış noktalarında İBB şirketi Beltur işçileri çalışacaktı, tanzim satışın internetten satışı PTT’nin online mağazası ePttAVM ile gerçekleşecekti. Dışişleri Bakanı, ilaç, gübre ve tohumda da tanzim satışının olacağını; Ulaştırma Bakanı da, 2019 içinde tanzim satışları için kargo aracı olarak droneların bile kullanılacağını söylemişti.
Yapılan açıklamaların bir hafta sonrasında, planlanan noktalarda tanzim satışları başladı. Tüm ürünlerde 2kg kota olarak belirlenmişti. 14 Şubat’ta başlayan e-tanzim’de stoklar ilk günden tükenmişti. Belediyeler, Tarım Kredi Kooperatifleri aracılığıyla satılacak ürünleri çiftçilerden aldı. Tarım Kredi Kooperatifi Genel Müdürü, özel sektör mantığıyla düşünülmediğini, karsız bir satış olduğunu, aslında aracıların fiyatları yükselttiğini üreticiden tüketiciye aracısız bir model olması gerektiğini vurgulayarak “gıda” meselesinin politik bir şey olduğunun anlaşıldığı şu günlerde herkesi şaşırttı.
Şaşırttı çünkü iktidarda olduğu süre içerisinde, aralarında Paşabahçe Cam, Anadolu Cam, ERDEMİR, ETİ Alüminyum, SÜTAŞ, HEKTAŞ, Kristal Tuz Rafine, İnegöl Kibrit, Sümer Holding, BUMAS, Merinos, Yozgat Şeker, PETKİM, TÜPRAŞ, Soma Termik, AYEDAŞ, OYAKBANK, HALKBANKASI, ETİ Holding, KARADENİZ Bakır İşletmesi, Başak Sigorta, SEKA, TCDD Limanları, Denizcilik Limanları İşletmeleri, THY, Türktelekom gibi işletmelerin olduğu; 27 Tekel işletmesi, 22 Sümer Holding işletmesi, 5 Eti Holding işletmesi, 5 Karadeniz Bakır İşletmesi, 11 SEKA İşletmesi, 6 TCDD işletmesi, 4 THY işletmesi, 7 Emekli Sandığı İşletmesi, cam ve çimento sanayinden 5 işletme, metal sanayiinden 12 işletme, 3 tarımsal işletme, 9 gübre sanayii işletmesi, 17 şeker fabrikası, 4 et ve balık işletmesi, 5 enerji sektörü işletmesi, 57 elektrik üretim işletmesi, 10 termik santral, 18 elektrik dağıtım işletmesi, 5 banka, 7 maden işletmesi, 2 sigorta işletmesi, 15 denizcilik işletmesi, 7 turizm tesisi, 2 iletişim işletmesi, 12 farklı devlet kuruluşu daha özelleştirildi.
Özelleştirmenin devlet politikası haline gelmesi yeni değildi ama başkanından bakanına; vekilinden genel müdürüne serbest piyasanın hükümlerini kutsalmışçasına uygulamaktan kaçınmayanlar; şirket kayyumları, kamulaştırmalardan sonra devlet pazarı işine girdi!
Rusya ve periferisiyle yakınlaşmalar, Maduro üzerinden Venezuela’yla geliştirilen ilişkiler, ABD ve AB politikalarının hem de “emperyalizm” kavramını kullanarak karşı çıkış ve sonrasında “kamulaştırma” ve “kamusal” hamleler…
“Bu ülkeye komünizm gelecekse…”
Onu da biz getiririz demişti bir zamanlar Ankara Valisi Nevzat Tandoğan. ‘Halkın neye ihtiyacı var neye ihtiyacı yok biz biliriz’ diyordu yani. Hatta “Öküz Anadolulu, sizin iki vazifeniz var; birincisi çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi askere çağırdığımızda askere gelmek” diyordu. Devlet büyük bir vücutsa, kafa rolünü üstlenmek sıradan vatandaşa işçiye, çiftçiye düşmezdi tabi!
Komünizm ya da sosyalizm tartışmaları bir kenarda duracak olursa, (keza devletin ekonomideki rolü, kamulaştırma politikaları, antiemperyalizmin bürünebileceği milliyetçilik, devlet aracılığıyla mevcut siyasal konumunu otoriter bir şekilde elde tutma gibi tartışmaların sosyalistler tarafından içinde bulunduğumuz süreçte tekrar tekrar yapılması gerekiyor. Yoksa şimdiden bazı sol kesimlerin yaptığı gibi AKP’nin antiemperyalist dış politikaları olumlanabilir, gerici dedikleri siyasal özne “antiemperyalist mücadelenin taşıyıcısı konumuyla ilerici bir pozisyona gelebilir”!) devletin yeni ekonomik karakterine ilişkin tespiti iyi yapmak gerekiyor.
Devletin Ekonomiye Müdahalesi
Devlet, ortaya çıktığı zamandan bu yana toplumsal alana olduğu kadar ekonomik alana da müdahil olmuştur. Sanayi devrimi sonrası, devletin bu müdahilliğinin boyutu bir ölçü haline gelmiş ve bu ölçü noktasında ekonomik sistemler tanımlanmıştır. Ekonomik kararların alınmasının kontrolünün tamamen özel sektöre bırakılması yerine, devlette olması gerekliliği “kamu yararı” ile ilişkilendirilmiştir.
Kapitalist sistemde, serbest piyasa ekonomisi modeli en ağırlıklı uygulanan modeldir. Dünyada ilk kez İngiltere’de Thatcher hükümetiyle birlikte başlayan özelleştirme uygulamaları sonucu devletin ekonomideki rolü sınırlanmaya başlamıştır. Dünya çapında benimsenen/dayatılan serbest piyasa ekonomisinin bir sonucu olarak, önceden sadece devletin üretip sattığı çeşitli mal ve hizmetlerin, özel teşebbüsler tarafından da üretilip satılmaya başlanmasıyla birlikte devlet, ilgili piyasalardan çekilme eğilimi göstermiştir. Böylece işletmeci devletten düzenleyici devlet modeline geçilmiştir. Ekonomiye müdahale devlet kaynaklı değil piyasa kaynaklı gerçekleştirilmiştir. Devlet, bu modelde işletmeci olmak yerine düzenleyicidir. Bu tarz bir ekonomik sistem ve devlet rolüne, içinde bulunduğumuz coğrafyada 1980’li yıllarda geçilmişti. Öncesinde saydığımız devlet işletmelerinin özelleştirilmesini aynı politikaların devamcısı olarak görmek yanlış olmayacaktır.
Küresel kapitalist sistemin, sermayenin hızlı dolaşımını sağlamak için bu tarz bir devlete yani çok müdahil olmayan devlete ihtiyacı olduğu açıktır. Ulus-devletlerin yok olduğu, sınırların ortadan kalktığı, ekonomik birlikteliklerin sınırlarının küreselleştiği bir kapitalizmin “kriz” içerisine girdiği bir süredir konuşuluyordu. Küreselleşme-sonrası gibi farklı şekillerde isimlendirilen yeni kapitalist ekonomik süreçte, ortadan kaldırılamayan devletin ekonomideki rolü açık bir şekilde beliriyor. İçinde bulunulan krizden (daha öncelerde olduğu gibi) devletin ekonomiye müdahalesiyle kurtarılmaya çalışılıyor. Bunu yaparken ortaya çıkan otoriter başkanlar, hükümetler ve OHALvari devlet uygulamaları bir gereklilik olarak görülüyor.
Yaşadığımız topraklardaki devletin de ekonomiye müdahilliğini bundan bağımsız düşünmemek gerek. Anayasanın 48, 167 ve 168 gibi maddeleri devletin ekonomik alanı denetleme, gözetleme yetkilerinin yanında müdahaleler yoluyla da düzenleme yetkisi veriyor. Gerçi yeni sistemde, siyasal iktidarın anayasaya dayanarak iş yapmasına gerek yok. Her ne kadar bu ekonomik müdahaleler “bağımsız idari otoriteler” ya da “düzenleyici kurullar” tarafından gerçekleştirileceği iddia edilse de (Sermaye Piyasası Kurulu, Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu vs.) bu kurulların bağımsızlığından bahsetmek gerçekçi olmaz.
Korporatizm
Bir yandan siyasal iktidara yakın ekonomik gruplara çekilen peşkeşin devlet politikası haline gelmesi ve ne olursa olsun bundan vazgeçilmemesi; öte yanda ekonomiye devlet müdahaleleri… Yani kapitalist sistemin korunduğu ancak, siyasal iktidarın hoşuna gitmeyen sermaye gruplarının yeri geldiğinde zor yoluyla etkinliklerinin engellendiği bir sistem.
Yani ekonomik sınıflar var; bu sınıfların bağlı oldukları yapılar var (sendikalar ve dernekler vs.) ve bu yapıların stratejisi devlet eliyle oluşturuluyor. Devlet istemediği takdirde, serbest piyasanın eline vurabiliyor.
Fransız devriminden sonra Orta Avrupa’da düşünce olarak ortaya çıkan, daha sonra yeni korporatizm adını alan, ilk kez İtalya’da Mussolini’nin iktidara gelmesiyle uygulanan ve ardından Almanya ve İspanya’daki Franco Diktatörlüğünce de benimsenen bir sistem var. Sınıfların loncalar biçiminde tanımlandığı ve devletin tüm bu loncaların temsilcisi olduğu, iktisadi hayata sınırsız bir biçimde müdahale ettiği, sermaye ve sendikalar arasındaki sınıf çatışmasını dengelenmeye çalıştığı ve özünde kapitalist sistemin korunduğu bir sistem.
Sistemde işçiler de vardır; patronlar da. Ancak herşey (haklar, ücretler, vergiler) devlet tarafından belirlenir, kontrol edilir. Özel mülkiyet yasak değildir; ancak devletin ekonomideki ağırlığı hissedilir. Sistemde hedef birey ya da sınıf çıkarları değil, devlet çıkarlarının korunmasıdır.
Mevcut siyasal süreci diktatörlük ya da faşizm diye okuyanların; devletin ekonomik hareketlerine bir de bu gözle bakması gerekir.
Devlet müdahalesini, otoriter devlet uygulamalarıyla beraber düşünmenin, en önemli kısmı geleceğe ilişkin öngörülerde bulunmak olacaktır. Bu öngörüden tanzim uygulamasına geri dönersek…
Peki, Pazarda Sebze-Meyve Neden Pahalı?
Hükümetin, Tanzim Satış uygulamasını uzunca bir zaman sonra tekrar çözüm olarak uygulamasına neden olan fiyatlardaki artışın sebebini iyi anlamak gerekiyor.
2014’te %8.2; 2015’te %8.8; 2016’da %8.5; 2017’de %11.9; 2018’de %20.3… Ekonomide son 5 yılda tırmanan enflasyon oranları. Son 10 yılda Dolar 1.31’den 7.20’ye yükseldi. Tanzim satışlarının temel sebebi gıda fiyatlarındaki artış. Bu da “olmayan” ekonomik krizle ilintili. Artan fiyatlarla ilgili suçluları sadece marketler ve hal toptancıları diye belirlemek; meseleyi ekonomik krizden uzaklaştırıyor.
Ocak ayında, enflasyonda yıllık en yüksek artış %30,97 ile gıdaydı. Yazın ortasından bu yana yoğunlaşan ekonomik kriz verilerinin sayısal göstergeler dışında da bir şeylere tekabül ettiğini deneyimlemekteyiz. Ekonomideki hareketliliklerin etkisinin uzun vadede hissedileceğini bilmek için iktisatçı olmaya gerek yok.
Artan fiyatlara ilişkin “enflasyonla mücadele” kampanyaları, depo baskınları ve saldırgan ekonomi politikaları işe yaramayınca, belediyeler aracılığıyla tanzim satış noktaları kuruldu. Kuruldu kurulmasına ancak 2,5 aylığına! Tanzim satış noktalarının geçiciliği, ekonominin geleceğine ilişkin soru işaretleri yarattığı gibi, tüm bu kurgunun yerel seçimlere yönelik olduğu tartışmalarına yol açtı. Tartışılan bunun seçim kampanyası olduğundan çok, alenen yapılan bu “seçim şov”unun başarıya ulaşabileceğiydi.
Seçim için Tanzim Şovu
Bir yandan spekülatif hareketlerin yatıştırması öte yandan da pazar ve marketlerdeki fiyatların düşmesi… Tanzim satışlarla kısa süre içerisinde planlanan şey işte tam da bu. Piyasanın dengeleyici elinin ortalarda görünmediği bir anda devletin eli giriyor devreye.
Aslında bu tarz bir ekonomik müdahalenin uzun vadede daha derin bir krizi besleyeceği tahmin ediliyor. Ve daha serbest piyasacı yorumlarla bu tarz müdahalelerle piyasanın dengesinin bozulacağını öngörenler de var.
“Yine karneli ve kuyruklu günler” eleştirileri, muhalefetin ana gündemini oluşturuyor. Ekonomik olarak kötüleşme ve refahın azalmasının bir sonucu olarak tanzim satışları ve satış noktalarındaki kuyrukları yorumlayanlar bunun sandığa yansıyacağı kanaatindeler.
Tabi bir de bu kuyrukların, devletin hizmetine yönelik ilginin yansıması olduğunu düşünenler var. AKP, fiyatlara yönelik gereken hamleyi tam zamanında yapıyor ve bir zoruluğu daha alt ediyor! Zorluklarla mücadele edebilme; durdurulamayan enflasyona karşı savaş açma imajının, sandıkta AKP lehine bir duruma evrileceği de muhalif yazarların konuştukları arasında. İçerde ve dışarıda savaş ve güç üzerinden çizilen AKP imajının önceki seçimlerdeki etkisini hesaba katmak önemli.
Önemli olmasına önemli ancak, mevcut ekonomik krize ilişkin tek somut çözümü iktidar değişikliği olan muhalefetin çözümünün ne kadar gerçekçi olduğu tam bir muamma. Aslında ekonomik kriz, seçim odaklı muhalefetin de seçim kampanyası.
Biz hemen söyleyelim; seçimler sadece ekonomik krize değil, siyasal krizlere de çözüm olmayacak. Ve ekleyelim, üretim-tüketim-dağıtım, devlet ve kapitalizm dışında örgütlenmediğinde gerçekliği olmayan muhalefet düzen siyaseti içerisinde kendine biçilen rolü oynamayı sürdürecek!
Migros’tan Tansaş’a Tanzim
Tanzim satışlar, bu topraklarda daha önce hiç uygulanmamış değildi.
Belediyelerin, tanzim satışları sadece kurulan devlet iştiraklarıyla olmadı. 1954’te İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay, İsviçre’de ucuzluğun kralı olarak tanınan Migros’la anlaştı. Koç ailesi ortaklığıyla pazara giriş yapan Migros, tartılmış ve ambalajlanmış ürünleri önceleri kamyonlarda tüketiciye sundu. Belediyenin 20 seyyar kamyonuyla İstanbul’da satışlara başlayan Migros’la fiyatların yükselmesinin önlenmesi hedefleniyordu. Fiyat düşürme işini, kamusal kuruluşlar yerine Migros yapacaktı. Rekabet şartları içinde, üreticiden malı büyük miktarlarda alıp ucuza satacaktı.
Migros ilerleyen zaman içinde mağazalarının artması, ürünlerini çeşitlendirmesi ve üst düzey mağazalarının açılmasıyla dünyadaki süpermarket furyasının içindeki yerini alacaktı.
Aslında, belediyelerin özel teşebbüslerle ortaklaşmadan gerçekleştirdiği tanzim satışları Migros’tan sonra kurulan Tanzim Satışlar Müdürlüğü’nün ilk mağazasıyla gerçekleşti. Çok değil 2005 yılındaki satılışına kadar, Tansaş ucuz ürünlerin satıldığı bir market olarak bilinirdi. Hatta 2005 yılında Koç’lar Tansaş’ı Migros’a dahil ettiğinde, İzmir’deki tüketim alışkanlığını birden değiştirmemek için isim değişikliğini oldukça sarkıtmıştı.
1973’te İzmir Belediye Başkanı İhsan Alyanak’ın kurduğu Tanzim Satış, ucuz et, sebze-meyve temin etmek için ilk mağazasını İzmir-Konak’ta açmıştı. Sonradan halka açılarak Tansaş adını aldı. İzmir’in ardından coğrafyanın birçok bölgesinde açıldı. Amaç, satıcı fiyatlarının yükselmesini önlemek ve tüketiciye daha uygun fiyatla ulaşmasını sağlamaktı. Belediye ve kamu kuruluşları tarafından yönetilmekteydi.
1976’da Tanzim Satış İstanbul’da, belediye başkanı Ahmet İsvan tarafından kuruldu (aynı şekilde 1977’de fırıncıların fiyat tekelini kırmak için Halk Ekmek kurulmuştu).
1986’da mağaza sayısı 12’ye ulaştı. Aynı tarihte, Tansaş İzmir Büyükşehir Belediyesi İç ve Dış Ticaret A.Ş. kuruldu. 1999’da hisseleri Doğuş Grubu aldı. 2005’te Migros’a satıldı. 2008’de mağaza sayısı 270’ti. Tanzim Satış noktası, süpermarkete dönüşmüştü.
Bu yazı Meydan Gaztesi’nin 48. sayısında yayınlanmıştır.
The post Devletin Görünmez Eli: Tanzim Satış appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>