The post Kılavuz Kavramlar (2) : DEVRİM appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devrim halkı yazılı veya sözlü emirlerle değil eylemle özgürleştirecektir.”
M. Bakunin
Yüzyıllardır baskı, sömürü, kölelik ve katliam düzenine karşı ezilenlerin verdikleri mücadelelerin başlıca kavramlarındandır devrim. Kökten bir dönüşümü ifade eder. Yaşamlarımızı sürdürebilmenin, özgürce yaşamanın koşulları devrimle somutlanmıştır.
Fakat Bakunin’in 1880’lerde dediği gibi, Fransız Devrimi de dahil, geçmişteki tüm devrimler fevkalade önemli fikirlerden ilham alsalar dahi ayrıcalıklı sınıfların halkları egemenlik altına almak ve sömürmek üzere verdikleri kavgalardan başka bir şey olmamıştır.
Bu sebeple anarşist bir perspektifle devrimi düşünüp yaratmamız gerekmektedir. Devrim toplumun ileri gelenlerinin ve belirli düzeyde bilince sahip insanların belirleyiciliğinde ve kontrolünde, gelecekte yapılacak, gerçekleştiği anda tüm yaşamı değiştirecek bir alt üst oluş anı değil, aksine şimdi şu anda yaşamın dönüşümüdür.
Devrim Hem Bireysel Hem Toplumsaldır
Devrim, tek tek bireylerde başlayan bir süreç olup bireylerin farkındalıklar edinmesi, iktidarsız ilişkiler kurarak örgütlenmesi, otoriteye ve mülkiyete dayalı sistemi reddederek yaşamlarını dönüştürmesidir. Bencil, rekabetçi, ihtiraslı, iktidarlı alışkanlıkların dayattığı yaşama karşı geliştirilmiş bir tavırdır, zihindeki iktidarlardan kurtulabilmektir. Aynı zamanda bireyin kendi yaşamının sorumluluğunu almasıdır.
Bireylerin dönüşümü ile bağlantılı olarak devrim toplumdaki bireyler arası ilişkinin, ekonominin, doğayla kurulan ilişkinin ve tüm yaşamın iktidarlı ilişkilerden, mülkiyete ve otoriteye dayalı mekanizmalardan arındırılarak anarşist ilkelerle dönüştürülmesidir. Tüm toplumsal yaşamın yeniden yaratılmasını hedefleyen devrim kişilerin, grupların/kolektiflerin gündelik yaşamlarında var olmaya başladıkça toplumsallaşacaktır.
Devrimin Toplumsallaşması Örgütlü Mücadele ile Gerçekleşir
Anarşizm belirli ekonomik, toplumsal ve politik koşulların, kırılma anlarının oluşmasını beklemeden şimdi, şu anda politik ve yaşamsal örgütlenmeler yoluyla devrimi gerçekleştirmeye yönelik bir ideolojidir. Farkındalıklar edinmiş, adaletsizlikler sistemini yıkarak kendi yaşamını ve tüm toplumsal yaşamı yeniden örgütlemeyi hedefleyen bireyler, oluşturdukları politik ve yaşamsal örgütlenmelerle bu hedefi gerçekleştirebilir. Anarşist birey devrimcidir. Devrimci olmak anarşist bireyin yaşamsal alanları yeniden örgütlemek için mücadele etmesi demektir.
Sadece politik mücadele ve politik örgütlenmeler yoluyla mevcut toplumsal, politik, ekonomik yapıları ve bu yapıların sürdürücüsü iktidarlı ilişki biçimlerini değiştirmek mümkün değildir. Devrim, mevcut iktidar mekanizmaları daha tam anlamıyla yıkılmadan bireylerin ve toplumun gündelik ihtiyaçlarını organize edecek yaşamsal örgütlenmeler kuruldukça ve örgütlendikçe bireylerin ve toplumun iktidarlı ilişkilerden, kapitalizmin ve devletin kültürel kodlarından sıyrılarak iktidar mekanizmalarını köklü bir biçimde yıkacak niteliğe ve niceliğe ulaşacaktır. Aynı şekilde bireylerin ve toplulukların farkındalıklı ve iktidarsız bir şekilde oluşturdukları yaşamsal örgütlenmelerin devamlılıklarını sağlamaları, yaygınlaşarak toplumsal bir devrime ulaşabilmeleri için politik çalışma, mücadele, örgütlenmeler gerçekleştirmeleri gerekmektedir.
Çünkü biz anarşistlere göre devrim bir yandan özgür bir dünyanın yaratımı, bir yandan da özgür bir dünya mücadelesi boyunca içinde bulunduğumuz bütünlüklü bir süreçtir. Devrimi yaratmak için devrimi yaşamak gerekir.
Devrim Özgürlük, Özgürlük Anarşizmdir
“Özgürlük ancak özgürlükle yaratılabilir.”
M. Bakunin
Toplumdaki tüm bireylerin düşlediklerini eyleyebilecekleri, kendi iradelerini ortaya koyarak kendilerini gerçekleştirebilecekleri özgür bir dünya için toplumsal dönüşüm, devrim gereklidir. Anarşist bir devrim ise her bir bireyin şimdiden kendisini var edebileceği kararlaşma süreçleri ve örgütlü mücadele yoluyla gerçekleşebilir. Bireylerin devrimin aktif özneleri olmasının ve uyumlu bir toplumsal işleyişi yaratmasının koşulu anarşist ilke ve değerlerin pratiklenmesi, sürdürülmesi ve korunmasıdır.
Devrim süreci mevcut toplumsal işleyişin dışında bırakılan her bireyin, anarşist yaşamsal ve politik örgütlenmeler yoluyla kendini var edebildiği karar alma süreçlerine doğrudan dahil olmasını gerektirir. Bu süreç, bireylerin ve toplumun tümü için adaletin, özgürlüğün “devrim sonrası”na ertelenmeden, şimdiden sahiplenilmesi ve yaşatılması sürecidir. Bireylerin anarşist dönüşümü, devrimi içselleştirmiş bireylerden oluşan bir toplumu yaratır.
Anarşist mücadele ve toplumsal örgütlenme devrimi yaşamaktır. Anarşist devrim özgür yaşamın yaratılmasıdır. İktidarlı ilişkilerin, mülkiyete ve otoriteye dayalı mekanizmaların ortadan kaldırılmasıdır. Devrimin sürdürülmesi anarşizmin ilkelerine bağlılıkla, örgütlülükle mümkündür. Bireyin ve toplumun bu ilkelere bağlı kalması bireysel ve toplumsal dönüşümün sürekli olmasının garantisidir.
Biz anarşistler için tüm adaletsizliklerin kaynağı olan iktidarlı ilişkilerin, mülkiyete ve otoriteye dayalı mekanizmaların ortadan kaldırılmasıyla iktidarlı ilişkiler yerini anarşist ilişki biçimine bırakır. Bu ilişki, bireyin özgürlüğünü temel alan ve bireyin başka bireylerin, canlı-cansız tüm varlıkların özgürlüğünü önemsediği bir ilişki biçimidir. İktidarın olmadığı ve iktidarlı ilişkilerin sürmediği dünyada birey ve toplum tam anlamıyla özgürdür.
Ayrıntılandıracak olursak biz anarşistler için devrim ekonomik ve toplumsal adaletsizliklerin kaynaklarından biri olan mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır. Üretimden tüketime, tüketimden dağıtıma kadar tüm ekonomik işleyişin kolektifleştirilmesidir. Bireyin ve toplumun ihtiyaçları karşılanırken üretim araçlarının ve üretilen ürünlerin bir birey, grup ya da bir kurumda birikmediği, dağıtımın (herkesin verebildiği kadarını verip ihtiyacı kadarını aldığı biçimde) adaletli bir şekilde yapıldığı ekonomik işleyiştir ve anarşist bireyler tüm bu ekonomik işleyişin doğrudan öznesidir.
Biz anarşistler için devrim yöneten ve yönetilen ayrımlarının ortadan kaldırılmasıdır. Toplumun işleyişine dair tüm kararların, bu kararlardan doğrudan etkilenen ve o toplumu oluşturan tüm bireyler tarafından alınması; bireylerin, iradelerini doğrudan yansıtabilecekleri kararlaşma süreçlerine katılmasıdır. Toplumsal işleyiş komün ve komünlerin oluşturduğu federasyonlarla sağlanacaktır.
Biz anarşistler için devrim ezen ezilen ilişkisinin sonlandırılmasıdır. İktidarlı ilişkilerin, adaletsizliklerin; sömürü, baskı ve şiddetin; renge, yaşa, cins ve türe göre belirlenmiş her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasıdır. Her bir bireyin eş değerde olduğu toplumsal yaşamdır.
Biz anarşistler için devrim bilginin, bilimin toplumsal yaşamda ayrıcalık yaratmadığı bir işleyiştir. Yaşamın bilgisi ve deneyimine herkesin ulaşabileceği koşulların yaratılmasıdır.
Biz anarşistler için devrim insanın insan üzerindeki, diğer varlıklar üzerindeki yani tüm doğa üzerindeki tahakkümünün ortadan kaldırılmasıdır. Doğayı, tüm canlı ve cansız varlıkları bir kaynak olarak gören insan merkezci anlayışın yıkılması ve bu anlayışın yerine, insanı doğanın bir parçası olarak değerlendiren ekolojik uyumun gerçekleşmesidir.
Kısacası devrim özgürlüğün ifadesidir ve özgürlük anarşizmdir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kılavuz Kavramlar (2) : DEVRİM appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj – Ankara’da Devrimci Anarşizmin Kara Bayrağını Yükseltenler: KARALA appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi: Ankara’da anarşizmin nasıl bir tarihi var? Karala örgütlenmesinin ana motivasyonu nedir? Örgütlenme sürecinden bahsedebilir misiniz?
Karala: Aslında Ankara’da anarşistlerin varlığını 90’ların başına kadar çeşitli alanlarda görebiliyoruz. Geçmişte işçi mücadelesinden öğrenci hareketlerine anarşistlerin varlığına rastlayabiliyoruz. Ancak örgütlü bir anarşizm anlayışından bahsetmek için ne yazık ki çok da gerilere gidemiyoruz. Ankara’da anarşizmin tarihinden bahsederken Ali Kitapcı’ya değinmek gerekiyor. Uzun yıllar boyunca kentte verilen mücadelelerin içerisinde olmuş, toplumsal mücadelenin ana eksenlerinden biri olan sendikal hareketin içerisinde bir anarşist olarak mücadele etmiş ve 10 Ekim Katliamı’nda yaşamını yitiren yoldaşımızdır.
Biz 2 sene önce, katliamın 3. yılında dergimizin ilk sayısını Ali Kitapcı’ya atfederek anarşizmi toplumsallaştırmak, Ankara’da devrimci anarşizm mücadelesini başlatmak için yola çıktık. Bu noktada en temel motivasyon kaynağımız, Ankara’da gerçekleştirilen bu katliama cevap veriyor oluşumuzdur. Devlet 10 Ekim’de bir anarşisti öldürdü ve biz devrimci anarşistler bin anarşist olarak onların karşısına çıkma hedefiyle var olduk. Bu temelde de 2 yıldır, İberya’da eşek üstünde köy köy gezerek devrimci anarşizm mücadelesini büyüten yoldaşlarımızdan ödünç aldığımızı ödünç veriyor, Ankara’yı sokak sokak gezerek devrimci anarşizmi örgütlüyoruz.
Kasım 2019’dan beri aktif olan bir büromuz var, burası Ankara’da örgütlü mücadelenin sürdürüldüğü, anarşizme ilişkin çeşitli aktarımların gerçekleştirildiği bir alan. Ankara’da hem Bakunin’in, Kropotkin’in, Emma Goldman’ın düşüncesini ve eylemini anlattığımız etkinliklerle hem de devletin tüm saldırılarına rağmen sokaklarda gerçekleştirdiğimiz eylemliliklerle örgütleniyoruz.
Ankara, “başkent” gibi devletsi ve merkezi bir nitelendirme taşımasının yanı sıra üniversite gençliği mücadelesinin de köklü geleneğine sahip bir metropol. Bununla birlikte OHAL döneminde Yüksel’deki eylemler sürecinde olduğu gibi son zamanlarda da sokağın hareketlendiğine şahit olduk. Karala, Ankara’da devrimci mücadelenin yükseltilmesine dair nasıl bir öngörüde bulunabilir?
Evet, Ankara devletin merkezi olan ve tüm kurumlarının bir arada bulunduğu bir kent. Bu da buradaki yaşamın kendisini doğrudan etkiliyor. Devletin merkezi olması nedeniyle en sert reflekslere sahip olduğu yer ama devrimci mücadelenin de çok güçlü bir geleneğe sahip olduğu bir kent. Yaşadığımız coğrafyada devletin ezilenlere yönelik tüm saldırılarının kararlaştırıldığı yer olduğu gibi, devrimci mücadelenin de filizlendiği yer. Devlet hem yıllarca buradan yönetmiş hem de yıllarca ODTÜ’den, Cebeci kampüsünden, DTCF’den çıkan devrimci hareketlerle karşı karşıya kalmış.
Bu nedenle şehirde ortaya çıkan her türlü hareket, anında devletin hedefi haline geliyor. Öğrenci hareketinin temel talepleri, işçi mücadelesinin hak arayışları, kadın cinayetlerine karşı çıkarılan her ses devlet tarafından anında bastırılmaya çalışılıyor. Birçok kentte herhangi bir olağanüstü duruma neden olmayan ve zaten olmaması da gereken en basit eylemler bile kriminalize ediliyor.
Polis tarafından özellikle gençliğe yönelik sürdürülen bir kaçırma politikası söz konusu. Kentte örgütlü mücadele eden veya edecek olan herkes bu kaçırma, tehdit etme politikalarıyla karşı karşıya kalıyor.
Bütün bunlar bize şunu gösteriyor; bir devlet kendi yasalarında bile meşru gördüğünü iddia ettiği sıradan bir sokak eylemini dahi zor gücüyle bastırmaya çalışıyorsa o sıradan sokak eyleminde devleti temelden sarsan bir dinamik var demektir.
Bu noktada bizim üzerimize düşen de devletin ısrarla kapatmaya çalıştığı sokakta, ısrarla mücadele etmektir. Ne şekilde engellemeye çalışırsa çalışsın biz bu mücadeleyi yükselteceğiz. Zaten kentteki 2 yıllık süreç göz önüne alındığında da giderek yükselen bir toplumsal mücadeleyi görebiliyoruz.
Coğrafyanın her yerinde olduğu gibi Ankara’da da, devlet iktidarının kapitalist politikaları çerçevesinde birçok yerde AVM açıldığını biliyoruz. AVM’lerin, aynı zamanda genç işçi sömürüsünün belirginleştiği tüketim mekanları olduğu gerçeğinden hareketle, Karala’nın bu alana dair tasarrufları nelerdir?
Ankara’da adı A ile başlayan ve sayısını bile bilmediğimiz onlarca AVM var. Kapitalizmin sureti olan bu merkezler; işçiler, özellikle genç işçiler için sömürünün de merkezi. Sömürü varsa mücadele de mutlaka vardır tabii ki. Biz de bu alanda Genç İşçi Derneği ile birlikte örgütlenme çalışmaları yürütüyoruz. Daha önce bu alışveriş merkezlerinin yakınlarına ve şehrin merkezi noktalarına GİDER’in afişlerini astık.
Zaten bizim aramızda da bu alışveriş merkezlerinde veya hizmet sektörünün farklı alanlarında çalışan birçok arkadaş var. Bu süreçte bizimle irtibat kuran genç işçilerle birlikte iş yerlerinde karşılaşılan çeşitli hak ihlalleri ve sömürüye karşı mücadele etmeye devam ediyoruz.
Bu alışveriş merkezleri nasıl sömürünün merkezleriyse, aynı zamanda mücadelenin de merkezleri olmalıdır. Bizler bunu yaratabilmek için, patronların karşısında yalnız kalmamak için bu sömürü merkezlerinde örgütlenmeye devam ediyoruz.
20 Temmuz Suruç ve 10 Ekim Ankara Gar Katliamları’nın yıl dönümlerinde Karala’nın sokakta belirginleştiği görüldü. Her iki yıl dönümü öncesi, eylemlilik süreçlerini nasıl örgütlediniz? Eylemlerde ve genel anlamda polisin size karşı özel bir baskısı var gibi, bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Biz bu katliamları doğrudan devlet tarafından planlanan katliamlar olarak görüyoruz. Her iki süreçte de Dikmen’de, Tuzluçayır’da, Keçiören’de, Seyranbağları’nda, Cebeci’de, Kızılay’da, Esat’ta, Yenidoğan’da, Batıkent’te kısacası şehrin her yerinde herkesi katliamların 5. yılı anmalarına, sokağa, hesap sormaya çağırdık.
Şehrin tüm sokaklarına katledilen yoldaşlarımızın isimlerini, fotoğraflarını astık; yazılamalar yaptık. Gençlik örgütleriyle birlikte mahallelerde yürüyüşler düzenledik, bildiriler dağıttık. Bu süreçte pek çok arkadaşımız polis tarafından gerek telefonla aranarak gerek yolu kesilerek sindirilmeye çalışıldı. Öğrenci olan arkadaşlarımız burslarıyla, işçi olan arkadaşlarımız işleriyle tehdit edildi.
Suruç Katliamı’nı anmak için şehirde uzun süredir yapılmayan bir şeyi yaparak Kızılay Meydanı’na, Güvenpark’a çıktık. Burada eyleme katılan tüm yoldaşlarımız gözaltına alındı. Polis şiddeti sonucu iki yoldaşımızda kaburga kırıkları, bir yoldaşımızda yüz felci oluştu.
Ankara Katliamı’nı anmak için katliamın yapıldığı meydana yürümek üzere toplandığımızda da yoldaşlarımız gözaltına alındı. Burada polis amiri, açıkça bir yoldaşımıza yönelik “Seni bu sokaklarda gezdirmem!” diyerek tehditler savurdu. Biz bunu her iki eylem öncesi şehrin tüm sokaklarını adımladığımız için söylediğini biliyoruz.
Gözaltılarda bize yönelik ısrarla uygulanan şiddet politikasının sokakta ısrarla mücadeleyi savunduğumuz, her koşulda gün geçtikçe örgütlendiğimiz için yapıldığını, aslında anarşist olduğumuz için yapıldığını biliyoruz. Biliyoruz çünkü devlet, en çok devletin başkentinde devletin kendisini hedef alan anarşistlerden korkuyor. Devlet anarşistlerden korkuyor çünkü devletin başkentinde devletin katil olduğu gerçeğini sokak sokak anarşistler haykırıyor.
6 ayı aşkın süredir devam etmekte olan korona krizi, Ankara yerelinde, ezilenlerin yaşamlarını nasıl etkiledi?
Aslında devletin yarattığı bu krizin yaşadığımız coğrafyanın her yerinde olduğu gibi Ankara’da da ezilenleri hedef aldığını gözlemledik. Sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı süreçte Ostim’de, Şaşmaz’da, Siteler’de fabrikalar çalışmaya devam etti; işçiler her gün toplu taşıma araçlarıyla bu fabrikalara gitmeyi sürdürmek zorunda bırakıldılar.
Ankara’da vaka sayılarının diğer kentlere oranla 3-4 kat arttığı bir süreç söz konusu olmuştu. Bu süreçte Bilkent Şehir Hastanesi açıldığı için kapatılan ve hepsi aynı yerde bulunan 3 büyük hastane tekrar açıldı. Bu hastanelerin önünde geçtiğimiz hafta İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin Ankara’daki sağlık emekçilerinin koronavirüs sürecinde karşılaştığı durumları açıklayan raporu okuması polis tarafından engellendi ve sağlık emekçilerine burada bir saldırı gerçekleşti.
Bunun dışında Ankara’da hizmet sektörü çok yoğun. Bu sektörde birçok işletmenin uzun süre kapalı kalması, birçoğunun hala kapalı olması büyük bir işsizlik sorunu yarattı. Bu noktada ezilen mahallelerde bu süreçte dayanışma ilişkileri kurmaya çalıştık.
Ankara, nüfusu ağırlıklı olarak memur ve öğrencilerden oluşan bir şehir. Korona krizinde de üniversite ve liselerin kapatılması şehri doğrudan etkiledi.
Ankara “başkent” gibi devletin cisimleştiği bir yer olma niteliğinin yanı sıra devrimci anarşizm mücadelesinin bir “yereli” olma işaretlerini nasıl gösteriyor?
Biz Ankara’da 2 yıldır örgütlü bir şekilde mücadele ediyoruz. Bir düşüncenin bir kentte yaygınlaşması için baktığınız zaman öyle çok uzun bir süre sayılmaz. Ancak artık Ankara’nın her sokağında anarşizmi görebiliyoruz. Bu 2 yılda Ankara’da anarşizme duyulan ciddi bir merakın ve örgütlü mücadele isteğinin olduğunu gördük.
Bu mücadele, OHAL’le birlikte Ankara’da sokağın hareketsizleştirilmesine yönelik politikaları boşa düşürdü. Artık Ankara’da adaletsizliklere, baskılara, katliamlara sessiz kalmayan ve kendi eylemliliklerini yaratabilen bir sokak hareketi var. Gerek gençlik örgütleriyle gerek kentteki işçi hareketleriyle birlikte ördüğümüz süreçlerle mücadeleyi sürdürüyoruz.
Yakın döneme kadar Ankara’da anarşizm sadece üniversite kampüsleri içerisine sıkıştırılmıştı. Bu süre içerisinde biz bu durumu değiştirdik. Mahallelerdeki liselere yönelik çalışmalar yapıyoruz. Kentin her yerinde, her alanda anarşizmi örgütlüyoruz. Artık Ankara’nın ortasında devrimci anarşizm mücadelesini toplumsallaştırmak için mücadele eden bir örgütlenme var. Ve bu mücadele gün geçtikçe büyüyor.
Cevaplarınız için teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Son olarak Meydan gazetesine hem bu röportaj için hem de 2 yıldır bizimle kurdukları dayanışma ilişkisi için teşekkür edelim. Tüm baskı politikalarına karşı mücadeleyi daha fazla büyüteceğimizi bir kez daha belirtiyoruz. Ankara’da yaşayan herkesi mücadeleye çağırıyoruz. Yaşasın devrimci anarşizm!
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.
The post Röportaj – Ankara’da Devrimci Anarşizmin Kara Bayrağını Yükseltenler: KARALA appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kropotkin ve Gençliğe Çağrısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Küreselleşmeyle neoliberal politikaların olumsuz etkilerinin ve milliyetçi muhafazakar ideolojilerin yükseldiği bir dönemde savaşı, nefreti ve yenilmişliği değil de paylaşma, dayanışma, yerellik, doğrudan eylem, doğrudan demokrasi ve özörgütlenme gibi kavramlarla yol alan bir teori ve pratik olan anarşizm, toplumsal yaşamı dönüştürmede giderek daha da büyük bir ihtiyaç haline geliyor. Çünkü anarşizm iktidarlı, bürokratik sistemlerin hantal düşünme biçimleri yerine yaratıcı pratiklerin içinde yeşermesine imkan sağlayarak sorunlara karşı temelden çözümün ipuçlarını veriyor.
Bugün anarşizmi düşünebilmemizi, konuşabilmemizi ve eyleyebilmemizi sağlayan büyük bir gelenek var. Bu geleneği bugünden bakarak anlayabilmek ve yorumlayabilmek, bu coğrafyada yaratılmakta olan anarşist gelenek için de önemli. Anarşizmin felsefesini ve örgütlülüğünü pekiştiren her bir kişinin önemli olduğunu düşünmek, yaşamıyla ve düşünceleriyle bugüne kadar ulaşan anarşist yoldaşlardan biri olan Kropotkin’i de anlamayı gerektiriyor.
Ayrıca sosyolojiden biyolojiye ekolojiden etiğe pek çok alanda yaşanan, doğayı ve toplumsalı anlayıp yorumlama çabalarının eksikliği, çok yönlü bir düşünür olan Kropotkin’e yüzümüzü dönmemizle sonuçlanıyor.
Kalemi kuvvetli bir bilim insanı olduğu kadar önemli bir politik ajitatör ve eylem insanı olan Kropotkin’in düşünceleriyle uyumlu pratikleri, yazdığı yazılara da yansıyor. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra artan gençlik hareketlerini ve günümüzde toplumsal hareketlerin halihazırda en dinamik kesimlerinden biri olan gençlik mücadelesini göz önünde bulundurursak, Kropotkin’in belki de içinden geçtiğimiz günleri öngörürcesine 1880’de yazdığı, -bilimsel toplumsal analizleri de içinde barındıran ajitatif metni- “Gençliğe Çağrı” büyük bir önem kazanıyor.
Gençlik mücadelesinin yaratıcı özelliği ile anarşist hareketin yaratıcı ve dönüştürücü doğal özelliğinin yakından ilişkili olduğunu iddia etmemizi sağlayacak bir metin olarak Gençliğe Çağrı bugün, biriken ve giderek büyüyen sorunlara karşı mücadeleye çağrıyı yinelediği ve mücadelenin yolunun tam ve doğru bir şekilde belirlemek gerektiğini anlatması sebebiyle önemli hale geliyor.
Kropotkin’i ve çağrısı anlamak için yayınladığımız bu yazıda doğal olarak Kropotkin’i, yaşamını, düşüncelerini, Kropotkin’in yazı dilini, çevirisini, kullandığı kavramları ve metnin edebi yönünün yanı sıra, çağrıda değindiği önemli noktaları da ele alacağız.
Evrimci Bir Devrimci Anarşist: P.A. Kropotkin’in Yaşamı
Kısaca aktaracak olursak, 1842-1921 yılları arasında yaşamış devrimci anarşist Kropotkin coğrafya, biyoloji, etik ve jeoloji alanlarında çalışmalar yapmış, devrimci anarşist düşünür ve bir eylem insanı.
Kropotkin, Rusya’da, soylu bir ailenin oğlu olarak doğdu. Soylu çocukların yetiştiği okuldan sonra Çar I. Nikola’nın dikkatini çekerek askeri akademiye girdi. Ardından Çar II. Alexander’ın 1863’teki Polonya Ayaklanması’nı bastırması üzerine çarlık düzenine karşı ilk eleştirileri başladı. Rus narodnik hareketinden olan Herzen’den etkilendi.
Kropotkin askeri okula hiçbir zaman ilgi duymadı. Askeri derslerden ziyade fizik, kimya, matematik ve coğrafya dersleriyle ilgilenerek kendisini bu yönde geliştirdi. Bu sebeplerden kaynaklı 1862’de Sibirya’da görev yapmak istediğini söyleyerek oraya gitti.
Kropotkin kayıkla, vapurla, atla ve yaya olarak toplam 70.000 kilometre yol katetti. Adı sanı olmayan halkların devletten uzak bir ortamda karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma içinde yaşadıklarını fark etti. Devletin faaliyetinin toplumsal yaşamı desteklemekten ziyade engelleme olduğunu düşündü ve doğal afetlerin yoğunluğuna, çetin iklim koşulları ve yiyecek sıkıntısına rağmen küçük topluluklarda yaşayan insanların birbirleriyle gerçekleştirdiği dayanışmanın şehir ve devlet otoritesinin olduğu alanlara göre çok daha fazla olduğunu deneyimledi. Eklem bacaklılardan insanlara toplumsal anlamda iç içe ve uyumlu yaşayan, birbirleriyle dayanışma içinde olan toplulukların hayatta kalmaya yatkın olduğunu, barış içinde yaşadıklarını ve gelişkin etik değerlerinin olduğunu gördü.
Sadece evrime ve beşeri coğrafyaya yönelmedi, Alexander von Humboldt’un yanlış gösterdiği dağ kuşaklarını düzeltti ve Rus Coğrafya Derneği başta olmak üzere çeşitli dergilerde yazılar yayımladı.
Fiziksel coğrafyayı ve beşeri coğrafyayı birlikte analiz etme fırsatı bulduğu yolculuğu, “Geçmişte üzerine titrediğim devlet disiplinine olan inancımı Sibirya’da kaybettim. Artık anarşist olmaya hazırdım.” sözünün alt yapısı oluştu.
1867’de ordudan ayrılarak St. Petersburg’a dönen Kropotkin, Coğrafya Topluluğu için çalışmalar yaptı. Bu dönemde pek çok konuda okumalar yaparak kendini geliştirdi.
Paris Komünü’nün haberini aldığında heyecanlanan Kropotkin, Komün hakkında “Bu bir toplumsal devrimin habercisi; gelecek devrimlerin başlangıç noktası” diyerek Avrupa’ya gitmeyi düşündü. 1872’de, insanlar dünyanın her yerinde adaletsizliklerle karşı karşıyayken ve halklar mücadele ediyorken bilim yapmanın lüks olduğunu, doğrudan politik mücadele içerisinde olmanın gerekliliğini düşünüp Avrupa’ya geçti. Özgürlükçü sosyalistlerin, anarşistlerin Avrupa’daki hareket noktası haline gelmeye başlayan İsviçre’deki Jura Federasyonu’nu ziyaret edip, onlarla yakınlaştı. “Saat yapımcıları ile bir hafta geçirdikten sonra görüşlerim berraklaştı. Artık bir anarşisttim.” diyerek Jura Federasyonu’nun politik görüşlerinden, örgütlü ve anarşist pratiklerinden etkilendiğini belirtti.
Jura macerasının ardından Kropotkin, Rusya’ya, memleketine politik mücadele vermek için geri döndü. Narodnik hareketlerle tanıştı, 1873’te ilk politik bildirisini yazdı. Politik faaliyetler gerçekleştirdiği için 1874’te tutuklandı. Okumalarına hapishanede zor da olsa devam etmeyi başardı. Hapishanede geçirdiği seneler boyunca deneyimledikleri, onun hapishanelere ve cezalandırma sistemine karşı nefretini oluşturdu.
1876’da hapishane hastanesinde iken yoldaşlarının desteği ile kaçtı. Onun bu kaçışı Tomasello’nun Erdemin Kökenleri adlı kitabında mükemmel bir karşılıklı yardımlaşma örneği olarak anlatıldı.
Hapishaneden kaçırıldıktan sonra İskoçya, İngiltere ve oradan da İsviçre’ye geçti, 5 yıl burada mücadele etti. İsviçre’de kaldığı süreçte kendisi gibi devrimci anarşist bir coğrafyacı Reclus ile tanıştı. Onunla coğrafya çalışmaları yaptı. Reclus için ayrıca parantez açmak gerekir çünkü Reclus Paris Komünü’nde bizzat yer almış, devrimci hareketin içinde mücadele vermiş biri ve toplumsal ekoloji kavramının ve alanının oluşmasında önemli bir etkiye sahip toplumsal coğrafya kavramını ve anlayışını ortaya koymuş; insanın doğanın bir parçası olduğunu anlatan önemli bir coğrafyacıydı. Reclus’nün Nouvelle Géographie Universelle (Yeni Evrensel Coğrafya) adlı eserinin Sibirya ve Rusya Asyası’nı konu alan altıncı cildine İsviçre’de geçirdiği yıllarda Kropotkin’in de çok büyük katkısı oldu. Kropotkin’le Reclus’nün radikal coğrafya geleneğine olan katkısı, son dönemdeki canlanmaya kadar hep göz ardı edildi.
Kropotkin 1879’da Le Revolte (İsyan) gazetesinin kurulmasına katkı sağladı. 1882’de İkinci Enternasyonal’e katılmak üzereyken, Lyon’da yakalanıp tutuklandı. Dayanışma gösterdiği kadar önemli dayanışmalar da gören Kropotkin’e bir başka büyük dayanışma yine hapishanedeyken geldi. 1885’de hapishanede yazdığı yazıların yoldaşları tarafından bir araya getirilmesi sonucu Bir İsyancının Sözleri kitabı yayınlandı. Geliri Kropotkin’e dayanışma olarak gönderildi.
Rusya ve Fransa’daki hapishane günlerinden sonra hapishane ve ceza sistemini eleştiren Rus ve Fransız Hapishaneleri’nde kitabını yazdı. Modern hapishane sisteminin kritiğini, hapishanelerin rehabilite etmekten çok insanları kapatarak suçu yeniden ürettiğini Foucault’dan yıllar önce dile getirdi.
1886’da Victor Hugo ve evrim konusunda en çok tartıştığı Spencer gibi ünlü yazar ve düşünürlerin de içinde olduğu büyük toplumsal baskı nedeniyle serbest bırakıldı.
1886’da Londra’ya yerleşen Kropotkin, bu dönemde yüzlerce makale yazdı, bilimsel çalışmalarıyla giderek ün kazandı. Kraliyet Coğrafya Derneği’nin verdiği ziyafette kralın şerefine kadeh kaldırmadı, yine bu yıllarda Cambridge Üniversitesi coğrafya profesörlüğü ünvanını reddetti.
Eylemle propagandanın doğrudan bir eylemcisi değildi; daha çok “Tek bir gözü kara eylem koca devi zangır zangır titretmeye yetiyorsa; birlikte, umudu ete kemiğe büründürür gibi bir araya geldiğimizde, neden dizlerinin üzerine çökertmeyelim ki?” şeklinde düşünüyordu.
Fakat kralların, başkanların, imparatorların anarşistlerin suikastleri eylemleri yoluyla öldürülmeleri eylemlerine cephe de almadı. “Bireyler suçlu görülemezler. Çünkü dehşet verici koşullar, onları bu eylemlere sürükledi” dedi.
Devrim fikrinin yaşam bulması gerektiğine inanıyordu, devrimi evrim kadar insan toplumunun doğasına uygun buluyordu.
1890’ların sonuna doğru okyanusun ötesine geçti; Kanada ve ABD’de birçok konferans verdi, konuşmalar gerçekleştirdi. Bu dönem Kropotkin’in düşünsel anlamda büyük gelişimler gösterdiği, kitaplar yazdığı, dünyanın dört bir yanında değer gördüğü yıllar oldu.
Nasıl ki Kropotkin askerlik mesleğini bırakmış, Sibirya’dan dönmüş, orada edindiği deneyimler çerçevesinde kendisini geliştirdiği, bilimsel çalışmalar yaptığı esnada dünyada vuku bulan devrimci, büyük toplumsal dönüşümlerden etkinerek o hareketlere destek vermek için yaptığı çalışmalarını bıraktıysa; 1917’de de Rusya’da bir devrim olduğuna dair haberler aldığında da hiç düşünmeden yeteneğini, devrimin hizmetine sunmak için memleketinin yolunu tuttu. Fakat Rusya’ya büyük bir heyecanla gelen Kropotkin’in karşılaştığı devrim, umduğu gibi değildi. Gerçekleşen devrimin gidişatıyla ilgili olarak Lenin’le görüşmesine, defalarca ona taleplerini ve kaygılarını dile getirdiği mektuplar yazmasına rağmen görüşleri dikkate alınmadı.
Kropotkin Şubat 1921’de Rusya’da, -yaşlılığının da etkisiyle çabaları yetersiz kalınca bilimsel çalışmalarına devam ederken- Etik kitabını yazdığı süreçte yaşamını yitirdi. Kitabın ikinci cildi tamamlanamadan kaldı. Kropotkin’in cenaze töreni ise anarşistlerin Rusya’da kalabalık olarak yaptığı son eylem oldu. Bu tören sadece ünlü bir devrimci anarşiste son veda değil aynı zamanda devrimci dahi olsa tüm iktidarların yozlaşacağına ve devrime ihanet edeceğine yönelik büyük anarşist ilkenin bir kez daha haykırıldığı ve tüm iktidarlara karşı mücadelenin bitmeyeceğini gösteren büyük bir gövde gösterisiydi. Bu dönemden sonra da kimi anarşistler baskı altında tutuldu, hapishanelere gönderildi; kimileri de katledildi.
Kropotkin’in Önemli Eserleri
Yaşamını yitirse de yazdıklarıyla devrimci anarşist hareketler ve toplumsal eleştirel düşünceler tarihine nefes vermeye devam edecek olan Kropotkin’i, düşünceleriyle de anlamak gerekmektedir. Yaşamı boyunca farklı dillerde, yüzlerce makale ve birçok önemli kitap yazan Kropotkin’in temel düşüncelerini anlamada etkili olacak birkaç kitabından bahsetmek yeterli olacak diye düşünüyoruz.
Ekmeğin Fethi: Le Revolte dergisinde yayınlanan makalelerden ortaya çıkan Ekmeğin Fethi kitabı, anarşist komünizm ilkeleri üzerine bir toplumsal devrimin nasıl gerçekleştirileceğinin taslağını çizmeye çalışmaktadır. Uzmanlaşmaya, emeğin ücretlendirilmesine, kafa ve kol emeği ayrımının yapılmasına karşı “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesini anlatmaya çalışılmıştır.
Tarlalar Fabrikalar Atölyeler: Bu kitapta Kropotkin üretim sürecinin desantralize edildiği bir biçim ve mekansallık kurgulamıştır. Ona göre merkeziyetçi üretimin sorunlarına karşı her bir birimin kendine yeter çeşitlenmiş üretimi, gereksiz pek çok harcamanın önüne geçecek ve herkes için gerçek “refah” ve “zenginlik” böylece yaşam bulacaktır.
Karşılıklı Yardımlaşma: Kropotkin’in ünlü bir evrimci ve bilim insanı olarak görülmesinde etkili olan Karşılıklı Yardımlaşma, eklem bacaklılardan modern insan toplumuna tüm topluluklar ve toplumlar içindeki ilişkinin doğasına inerek önemli tartışmalar açmıştır. Kropotkin’den önce hayvanlar arası karşılıklı yardımlaşma fikrini Goethe ve Kessler ileri sürse de bu fikrin tam ve detaylı bir şekilde ortaya çıkarılıp sistematikleştirilmesi Kropotkin ile olur. Kropotkin, Darwin’e karşı olarak değil evrim teorisinde bulunan “en güçlü şekilde adapte olan hayatta kalır” ilkesindeki güçlü olmayı “karşılıklı yardımlaşabilen türler” olarak yorumlamaktadır. Ayrıca bu teoride türlerin gelişimini sağlayan faktörün daha çok karşılıklı yardımlaşma olduğuna inanan Kropotkin, en toplumsal türün hayatta kalmasının daha mümkün olduğunu savunmaktadır. Evrimin en önemli faktörü olarak karşılıklı yardımlaşma teorisi, devletsizliği savunan anarşist düşüncelerin toplumsal yaşamın hangi ilkeler çerçevesinde ve nasıl örgütleneceğine dair en önemli dayanaklarından birisidir.
Etik: Karşılıklı yardımlaşma, toplumsallık ve adalet kavramlarından hareketle geliştirdiği gerçekçi, yeni bir ahlak felsefesi anlatımını yaptığı kitapta Kropotkin, evrimsel süreçte edindiğimiz toplumsal ilişki kurma yetimizi ahlaki davranışımızın kökeni olarak ilan etmektedir. Ve tümüyle bizi bu ilişki kurma biçimine iten doğanın, ilk etik öğretmemiz olduğunu söylemektedir. Toplumsal yaşamın bir türün fiziksel ve zihinsel gelişiminin yanı sıra etik alanında da gelişimine fırsat yaratacağını açıklamaktadır. Fakat bu anlayışıyla Kropotkin bundan önce yapılan toplumsal ahlak tanımlamalarının da dışına çıkmaktadır: “Ahlakçıların hep uygulamak istedikleri o hakkı reddediyoruz, tek tek bireyleri bir ideal adına sakatlamayı.”
Kropotkin’in Günümüzdeki Önemi
Anarşizmin bilimsel temellendirmelerle ilişkili bir toplumsal dönüşüm teorisi olarak görülmesinde katkıları olan Kropotkin’in, doğayı ve toplumları incelerken önemli bilgi sistematikleri kurduğunu iddia etmek yerinde olacaktır. Doğanın ve toplumun gelişimini, evrimini ele alırken ve bilim yaparkenki determinist olmayan, bütünsel bakış açısı hala canlı ve geçerliliği olan düşüncelerinin varlığının nedenidir.
Bugün Kropotkin’in düşüncelerinin yeniden önem kazanmasının ve özellikle sosyal bilimlerde yeniden canlanmasının nedeni de bahsettiğimiz yöntemsel özelliğinden kaynaklanmaktadır. Devletli komünizme dair öngörülerinde ortaya çıkan sonuçlar onun siyasi öngörülerini sağlamlaştırırken, karşılıklı yardımlaşmanın güçlü ilkeleri antropolojiden radikal coğrafyaya, davranışsal psikolojiden etiğe pek çok alandaki bilimsel öngörüleri ve tezlerinin de canlı ve geçerli olduğunu kanıtlamıştır.
Kısacası Kropotkin mekanı, doğayı, coğrafyayı ve insan toplumunu beraber incelerken dikkate alınması gereken bir konumdadır.
Anarşist antropoloji ve arkeoloji geleneğinin “otorite uygulanmasıyla düşmüş olan toplumların ahlaki düzeyini yükseltmek için özgür komünizm kurumlarına olan inancımızı tarihten alıyoruz.” şeklindeki söylemleri bu alanda Kropotkin’in ismini geçerli kılıyorsa, Tomasello’nun “İnsan Ahlakının Doğal Tarihi” ve Mat Ridley’in “Erdemin Kökenleri” kitaplarındaki Kropotkin referansları da günümüzdeki davranışsal psikoloji ve insan bilimlerindeki Kropotkin etkisini bizlere göstermektedir. Ayrıca Simon Springer gibi günümüz anarşist coğrafyacıların da radikal coğrafya alanında Kropotkin ve Reclus’e yönelik referansları bu alanda da Kropotkin’i hatırlatmakta, onu güncel tartışmalara cevap verir olduğunu göstermektedir.
Bu coğrafyacılar Kropotkin’in “Coğrafya Nasıl Olmalıdır?” makalesindeki öngörüyü, geçerli ve güçlü söylemle yöntemi bize hatırlatmaktadır: “Coğrafya, insanlık için değeri olan duyguları yaratma yollarını sağlayan bir bilim olmalı; ırkçılığa, savaşa ve baskılara karşı mücadele etmeli; cehalet, haddini bilmezlik ve egoizmden doğan yalanları dağıtabilmelidir”.
Metne Geçmeden Önce: “Çeviren İhanet Edendir” –
Kropotkin’in Gençliğe Çağrı metnini daha iyi anlayabilmek için metnin daha önce Türkçe’ye yapılan çevirisi ve metnin dilini ele almak istedik.
“Traduttore Traditore”
İtalyanca konuşulan coğrafyalardan doğan bu söz, bugün bütün dillerde kendi anlamını var etmiştir.
Dil, en basit tabiriyle iletişimimizi sağlayan ve düşüncelerimizi, duygularımızı, hislerimizi karşı tarafa aktarmamızı sağlayan araçtır. Her düşünür, ideoloji, topluluk vs. dile ve içindeki kelimelere ayrı anlamlar yükler; haliyle kelimeleri ve dili dönüştürür. Bu sebeple çok fazla kavramı veya kavramları kendi anlamlarını aşarak kullanan düşünürlerin eserlerini çevirmek zahmetli ve zor bir süreçtir. Çünkü bu çevirileri yapabilmek için, çevirmenin kendi diline ve kaynağın diline hakim olmasının yanı sıra düşünürün dönüştürdüğü, yeniden anlam verdiği veya ürettiği kavramlara da aşina olması gerekir.
Yaşadığımız coğrafyada konuştuğumuz dile çevrilen çoğu anarşist eser, bu yetkinliklerden uzak bir şekilde çevrilmiştir. Kropotkin’in Gençliğe Çağrı’sı da ne yazık ki bir istisna değildir. Anarşist metinlere özgü ayrı bir çeviri sıkıntısı da şuradan gelmektedir; çoğunlukla eski otoriter sosyalizm destekçisi marksistlerin askeri darbe sonrası anarşizmi “keşfetmesi” ile başlatılan çeviri süreçlerinde, eski alışkanlıklarından ve kelime dağarcıklarından vazgeçmemeleridir. Bu hem anlamda kayma hem anarşistlerin kullandığı kavramları bilerek veya bilmeyerek tahrip etmeleri anlamına gelir.
Metnin çevirisinde gördüğümüz ve öne çıkan sıkıntıları iki ayrı kategoriye ayırabiliriz: Teknik ve içerik.
Teknik anlamda söylenecek şeylerin başında metnin dili geliyor. Çevirinin dili sürekli salınıyor, öz türkçe felsefi kavram kullanımından –bulunç bunun en öne çıkan örneklerindendi- hemen sonra Osmanlıca sayılabilecek kavramlar gözü ve kulağı tırmalıyor -eşhaş kelimesi-. Metnin diliyle ilgili bir diğer sıkıntı ise Fransızca’nın uzun cümle kurmaya elverişli yapısını Türkçe’nin uzun cümle yapısına uyarlanmadan direkt olarak çevrilmesidir.
Orijinal metinde olan bir cümlenin de Türkçe’ye çevrilirken “unutulduğunu” hatırlatmamız gerekiyor. Hem cümle yapısı hem kelime seçimleri tutarsız ve Türkçe’ye uyumsuz olduğundan, aslında çok sade ve heyecan dolu bir metin yerini okuması oldukça zor bir metne bırakmış.
Öncelikle metinde sıklıkla geçen “ruh” ve “yürek” sözcüklerinin iyi anlaşılabilmesi, metnin hakkıyla okunabilmesi için gerekli. Kropotkin’in kullandığı ruh kavramı, felsefede sıklıkla kullanılan, Hegelci bir “ruh” değildir. Kropotkin’in “ruh” kavramı, Aydınlanmacıların “akıl” kavramına benzer ve onu aşar. Her şeyi anlamlandırabilen “akıl”, Kropotkin’de düşüncenin soluk ışığından kurtularak, taraf seçme özelliğini/zorunluluğunu da kendine katarak “ruh”a dönüşür. Yürek ise coğrafyamızda da hakim olan anlamıyla yani cesaret ve tutkuyla eşdeğer kullanılmıştır.
Metnin yazıldığı dönemde “sosyalizm” kavramı henüz Marksistler tarafından işgal edilmemişti. Devrimler tarihinde görülen, Kronştadt’ın insan onuruna sığmayacak şekilde bastırılması, Mahnovist Kara Ordu’nun Kızıl Ordu tarafından arkasından vurulması, İberya devriminde bütün dünya faşistlerinin desteklediği Franco karşısında SSCB’nin tutumu gibi olayların hiçbiri henüz yaşanmamıştı. O zamanlar sosyalizm, içindeki bütün hatlarıyla toplumcu mücadeleyi anlatmak için kullanılıyordu. Kropotkin de bu hatları kabaca otoriter ve özgürlükçü olarak ikiye ayırırsak, sosyalizmi “özgürlükçü sosyalizm”i anlatmak için kullanıyor. Özgürlükçü sosyalizm, bugün hâlâ özellikle Avrupa kıtasında anarşizm ile eş anlamlı kullanılıyor. Metindeki sosyalizm gördüğünüz her yerin üstünü çizip yerine anarşizm yazıp okuyabilirsiniz, herhangi bir anlam karmaşası olmayacaktır.
Metinde vurgusu yapılsa da önemli kavramlardan biri olan “adalet”i tekrar etmekte fayda var. Adalet, günümüzde sıkça kullanılan hatta partilerin isimlerinde yer alan “adalet”ten farklıdır. Kropotkin’in “adalet”i, yasal olanla alakalı değildir. Çoğu zaman yasallık, adaletin değil tam tersine adaletsizliğin temelini oluşturur. Buradaki adalet, yasal olan değil insanın doğasına uygun olarak meşru olandır. Metinden örneklendirirsek yasa aksini söylese de grev yapan işçilerin yanında durmak adalettir.
Bahsedeceğimiz en son kavram, Kropotkin’in en önemli eserlerinden biri olan Ekmeğin Fethi’nin merkezini oluşturacak kadar değerli olan “ekmek”. Ekmek kavramını anlamak için tıpkı sosyalizm kavramı gibi o dönemin koşullarına hakim olmak gerekir. İş sahibi ve sağlıklı bir işçi kanını ve kemiğini verdiği işinden kazandığı parayla –ki çoğu zaman bu para ya geç gelir ya da gelmez- ailesini doyuramıyor. Ekmek o yüzden temel gıda malzemesi olarak bu aileleri hayatta tutmaya yarayan besinleri. Temel anlamının yanında “ekmek” karnının doyması, barınabilmek, korkmadan ve gelecekten endişe etmeden yaşamayı sağlayacak nesnel koşullar bütünü için de kullanılıyor.
Gençliğe Çağrı
Kropotkin, Gençliğe Çağrı metnini 1880 yılında kaleme alır. Kropotkin’in çok da genç olmadığı bir yaştan bahsediyorsak da onun, çağrısında yaşlı bir kişinin kendinden gençlere nasihat edermişçesine konuşmadığını baştan söylemek gerekir. Aksine, metni okuyan herkesin anlayacağı üzere Kropotkin gençlere seslenirken kendisi de gençtir ve bir gencin yüreğinde taşıdığı heyecanla başlar sözlerine. Bunu, okuduğumuz her bir cümlede görebilir, hatta hissedebiliriz. Ancak “Gençliğe Çağrı” yalnızca bizlerde uyandırdığı hislerle de sınırlı kalmaz, aynı zamanda Kropotkin’in yaşadığı döneme dair gözlemleriyle bezenen ve yüzyılı aşkın süredir geçerliliğini koruyan teorik bir metindir; çağrıya kulak vermenin bir önemi de buradadır. İçinde bulunduğu yüzyılı sarsmış birçok teorinin bile çöktüğü günümüzde “Gençliğe Çağrı” tespitlerdeki tutarlılığıyla ve sorun edindiği şeye ürettiği çözümlerle karşımızda durmaktadır.
Bu Çağrı Neden Gençliğe?
1800’lerin dünyasında “çağrı”nın önemli bir yeri vardır. Halkın ezildikçe ezildiği, ezenlerin ise ezilenlerin sırtından geçindiği bir yüzyılın sonunda devrimci mücadele dünyanın dört bir yanında yükselir ve devrimciler bütün ezilenleri, özellikle de işçileri, ezenler karşısında örgütlenmeye çağırır.
Kropotkin’in kaleme aldığı çağrı ise kendi yüzyılı içinde bile farklı bir karakter taşımaktadır. Kropotkin tüm ezilenlerin sesinden yükselen çağrıyı o dönem ezilmişliğiyle göz önünde olmayan, farklı bir kategori olarak pek görülmeyen gençlere yapmıştır. Çağrının neden gençlere yapıldığı ise metnin girişinde kendisini açık eder: “On sekiz ya da yirmi yaşında olduğunuzu, öğreniminizi ya da çıraklığınızı tamamladığınızı ve hayata henüz başlayacağınızı farz ediyorum. Sizi bastırmak için uydurulan batıl inançlardan arınmış bir aklınızın olduğunu, şeytandan korkmadığınızı, rahiplerin ve devlet adamlarının yalanlarını, boş laflarını dikkate almadığınızı varsayıyorum… Daha bu yaşta ne pahasına olursa olsun sadece kendi sefasını düşünen ve çürümekte olan toplumun yitip giden ürünleri olan züppelerden biri olmadığınızı, tersine yüreğinizi tam da olması gereken yere koyduğunuzu varsayıyor; bu nedenle sizinle konuşuyorum.”
Bu kısımda yer alan bir ifade önemlidir: “hayata henüz başlamak.” Kropotkin’in çağrısı gençleredir çünkü gençler devletin, patronların, dinin yalanlarıyla henüz çürütülmemiştir. Ancak aynı zamanda genç hayatın öyle bir noktasında durmaktadır ki bu nokta bir yol ayrımı anlamına gelir; ya kendisinden önce çürüyenler gibi yalanların bir parçası olarak, kendi çıkarlarını korumak adına ahlaki olarak çürüyecek ya da ne olursa olsun yaşamı boyunca karşılaştığı bütün yol ayrımlarında şimdi yaptığı gibi “adaletli” olanı seçecektir.
Kropotkin, yine metnin girişinde, “…yaşlılar (yürekte ve ruhta yaşlılar elbette) kendilerine hiçbir şey söylemeyecek bu satırlarla boş yere gözlerini yormaksızın bu kitabı bir yana bıraksınlar.” dediğinde de kastettiği ayrım budur. Kropotkin’in çağrısı yol ayrımında çürümeyi seçmiş, seçtiği yolda yürürken umutsuzluğa kapılarak “böyle gelmiş böyle gider”cilere değildir; çünkü onlar adaletsizlikleri görmemek için kendilerini kandırdıkları yalanlarla bu çağrıya da bir kılıf bulur ve yaşamlarını sürdürürler. Ona göre bu sözlerin ancak, ruhta ve yürekte genç olanlar için bir anlamı olabilir.
Kropotkin’in Düşüncesinde Yol Ayrımı
Çağrı metninin dayandığı temel, Kropotkin’in birçok kitabında bahsettiği temel düşüncelerden ayrı değildir. Hatta onlarla bütünlüklü halde düşünülünce esas anlamı ortaya çıkar.
Kropotkin, insanlık tarihinin iki farklı eğilimle şekillendiğini düşünür: Özgürlükçülük ve otoriteryenlik. Bu eğilim, yalnızca şartları belirleyen iktidarlar tarafından değil, kendi şartlarını oluşturma etkisine sahip bireyler tarafından da belirlenir. Metinden hareketle, bir meslek özgürlükçü eğilimle de otoriter eğilimle de gerçekleştirilebilmektedir. Kişi, elinde bulunan bir aracı adaleti sağlamak için de kullanabilir, adaletsizliği yol açmak için de… Kropotkin çağrı boyunca iyi bir edebiyatçı gibi betimlediği 1880’in sokaklarında ve evlerinde bu iki eğilim arasında bir karara varmak üzere şu soruyla karşımıza çıkar: “Pekâlâ, ne yapacaksınız?”
Pekala, Ne Yapacaksınız?
Gençliğe çağrı, iki farklı yaşamın içinde doğmuş çocukların gençlik dönemlerine dair varsayımlarla yazılır. İlki kendi ilgilerine, yeteneklerine yoğunlaşabileceği bir öğrenim görmüş, burjuva bir anne-babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve bulunduğu yol ayrımında sistemde “kafa emeği”ni icra edecek gençler. İkincisiyse yaşamını sürdürebilme gayesi sebebiyle hiçbir zaman kendisinin ilgilerine ve yeteneklerine yoğunlaşamamış, çocukluğundan itibaren hep çalışmak zorunda kalmış, işçi anne-babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve bulunduğu yol ayrımında sistemde “kol emeği”ni icra edecek gençler. Kropotkin birbirinin zıt kutuplarında, birbirinden apayrı görünen iki yaşamı aynı soruda bir araya getirir.
Metin boyunca farklı sokaklarda, farklı üniformaların içinde, farklı uğraşlar arasında buluruz kendimizi. Kropotkin varsayımlar üzerine kurduğu örneklendirmeleri iyi bir betimlemeyle, dönemin toplumsal yapısına ve ruhuna ayna tutacak şekilde yazmıştır.
İlk varsayımı doktorlar üzerinedir. Diyelim ki doktorsunuz… “Günün birinde iş tulumlu bir adam, bir hastayı görmeniz için sizin yanınıza gelecek ve sizi -karşılıklı komşuların gelip geçenin başları üzerinden neredeyse el ele değebildikleri- o daracık sokaklardan birine götürecek. Işığı titrek bir lambayla aydınlanan boğucu bir ortama gireceksiniz. Oldukça pis haldeki iki, üç, dört, beş kat merdiven çıktıktan sonra hasta kadını, soğuk ve karanlık bir odada, kirli bir paçavranın kapladığı bir paletin üstünde uzanmış halde bulacaksınız. Soluk, morarmış çocuklar ince giysilerinin içinde titreyerek oturuyor, gözlerini dört açmış bakıyorlar. Kadının eşi, hayatı boyunca ne olursa olsun günde on iki on üç saat çalışmış, son üç aydırsa işsiz.”
Paragrafın devamında betimlenen ev karşımıza “Peki şimdi ne yapacaksın?” sorusuyla çıkar. Bu sorunun nedeni ise açıktır. Hasta kadının hastalık sebebi yaşadığı yoksul hayattır ve muhtemelen yapılacak herhangi bir teşhis, önerilecek herhangi bir ilaç, yazılacak herhangi bir reçete onu sağlığına asla kavuşturamaz. Onu hasta eden şartlar var olduğu sürece, hastalık da var olacaktır. Üstelik bu ev, bir doktor için gittiği birçok evden yalnızca birisidir. Yoksulların hastalıklarına şahit olduğu gibi zenginlerin de “milyonda bir görülen” hastalıklarına şahit olacak ve bu iki yaşam arasındaki adaletsizliği gözlerini bağlamadıysa fark edecektir.
Bir başka varsayım, hukukçular içindir. Diyelim ki hukukçusunuz: “İşte bir diğer olay… Günün birinde adamın biri Paris’te bir kasabın çevresinde dolanıp durmakta. Derken bifteği kaptığı gibi kaçmaya koyulur. Lakin adam yakalanır, sorgulanır. İşsiz biri olduğu ve ailesinin dört gündür yiyecek hiçbir şeyinin olmadığı öğrenilir. Kasaptan adamı bırakması ve şikâyetçi olmaması istenir; ne var ki kasap ille de adaletin tecellisini ister. İşsiz hakkında dava açılır ve işsiz 6 ay hapse mahkûm edilir. Ne yaparsınız ki şu kör Themis bunu böyle istiyor işte. Ve bilinciniz -benzeri mahkumiyetlere her gün karar verildiğini görerek- bu topluma ve bu yasaya karşı isyan etmeyecek, öyle mi?!”
Bu örnek Kropotkin’in bu bölümde verdiği üç örnekten biridir. Örneklerin her birinde genç hukukçuya yasanın adalet demek olmadığını göstermeye çalışır. Aksine devletin ve hukukun her zaman güçlü olanı koruduğunu, adaletsizlik demek olduğunu gözler önüne serer. Gerçekten de verdiği her bir örnekte yasanın suçlu ilan ettiği kimseler, ezilenler olur. Köylü ve toprak ağasının çatışmasında köylü, işçi ve patronun çatışmasında işçi, işsiz ve zengin çatışmasında işsiz olmuştur. Kropotkin’e göre bunlar bir tesadüf değildir elbette. Genç bir hukukçunun karşısındaki soru onun seçeceği yolu belirleyecektir: Peki şimdi ne yapacaksın?
Yasanın adalet demek olmadığını görürken, yasaları çiğnemek pahasına -bu mesleği edinirken söylediğin gibi- “adaletin” peşinden mi gideceksin? Yoksa adaletsiz olduğunu bildiğin halde herkes gibi yasalara uyarak ezilenlere “suçlu” olduklarını mı anlatacaksın?
Benzer şekilde mühendislere de seslenir Kropotkin. Bir demiryolu yapımını örnek verir, kendimizi bütün enerjimizle o yol çalışmasının içinde bir parça olarak buluruz. Ancak yol çalışması bittiğinde demiryolundan geçen araçların devletin silahlarını taşıdığını, savaş araçlarının geçmesi için yolu yaptığımızı görmüş oluruz.
Kropotkin’in varsayımda bulunduğu bu üç alan diğer alanlardan bir yönüyle farklı denebilir. Çünkü tıp ve hukuk, ezilenlerin yaşamında doğrudan yeri olan iki alandır. Mühendislik ise ezilenlerin yaşam alanlarını yok ederek ezenler için yaşam alanı var edebilmektedir. Buraların içine girildiğinde ezen ile ezilen arasındaki adaletsizliğin nasıl da sürüp gittiği gözler önündedir. Ancak sonraki iki varsayımında durum farklılaşır. Ezilenlerin yaşamına doğrudan teması olmayan iki alandaki gençlere seslenir Kropotkin. Bu alanlardan ilki bilim, ikincisi sanattır. İlk olarak genç bilim insanına seslenerek, ustaca bir benzetmeyle, ona ne için bu alanda çalışmayı seçtiğini sorar: “Gökbilimci, fizikçi ve kimyacı gibi kendimizi saf bilime verelim. Bunlar sadece gelecek nesiller için verimli işlerdir. Bu, doğanın gizemlerinin incelenmesinin ve düşünsel yeteneklerimizin kullanılmasının bize verecekleri -kuşkusuz çok büyük- bir haz olmayacak mı düpedüz?.. O zaman ben de yaşamını hoşça geçirmek gayesiyle bilimi kendine iş edinen bilgini, bir ayyaştan, o da doğrudan hazzı aramaktan başka bir şey yapmayan ve bunu şarap kadehinde bulan bir sarhoştan neyin ayırdığını soracağım size… Bilge, hazlarının kaynağını kuşkusuz daha iyi seçmiş, zira kaynağı ona daha yoğun ve uzun süreli hazlar sağlıyor, hepsi bu! Her ikisi de, bilge de ayyaş da, aynı bencil amacı, kişisel haz amacını güdüyorlar.”
Bu benzetme, Kropotkin’in alaycı tavrını da ortaya koyar. Metni okurken onun genç birisi için fazlaca acımasız bir üslubu olduğunu düşünürüz. Öyle ki bilimi uğraş edinmiş bir gençle ayyaşı aynı kefeye koyması bizi rahatsız edebilir. Burada Kropotkin’in bunu özellikle tercih ettiğini söylemek yerindedir. Acımasız şekilde alaya aldığı, hatta küçümsediği, sivri biçimde eleştirdiği şey bencillik ve iki yüzlülüktür. Ona göre adaletsizliği yaratanlar yalnızca kendi çıkarları ve hayatı peşinde koşanlardır. Onlar, gördükleri adaletsizlikleri görmemek için kendilerini safsatalarla kandıranlardır. Benzetmenin hemen ardından konuşmayı farklı yönde sürdürür: “Fakat hayır, istediğiniz bu bencil yaşam değil. Bilim için çalışmaktan insanlık için çalışmayı anlıyorsunuz.” der.
Bununla da kalmaz, Kropotkin’in düşüncesinde yalnızca kişinin “iyi” bir amaçla yola koyulmuş olması yetmemektedir. Aynı zamanda içinde bulunulan durumun da sorgulanması ve ondaki “kötü” yanların da ortaya konması gerekir. Kropotkin’e göre insanlığa hizmet etmek için bilimle uğraşmaya kalkışan her kimse, yalnızca kendisini kandırmakla yetinmiş olacaktır. Bilim insanının önünde sorular ardışık olarak sıralanır. Yüce bir istekle hizmet ettiğimiz “insanlık” nedir?
Kropotkin insanlığa hizmet için bilimle uğraşacak gençlere cevabı vermekte gecikmez. Bilim çevrelerinde pek kabul gören, meşhur “insanlık” dedikleri şey, gerçekte toplumun onda birinden başka bir şey değildir. Çünkü sistem öyle bir haldedir ki bilgiye ulaşmak, bilgi üretmek, bilgiyi işlemek yalnızca bir grup azınlığın eline kalmıştır. Üstelik bu azınlığın ürettiği hiçbir bilgi, ezilenlerin yaşamında daha fazla sömürü dışında bir anlam da taşımaz. Kropotkin bu bölümde çok fazla örnek verir ve dahası etrafına dikkatlice bakan herkes için örneklerin sınırsız olduğunu söyler. Bilginin herkes için erişilemez olduğunu görmemek için gözlerimizin bağlanmış olması gerekir.
“Peki öyleyse ne yapacaksın?” sorusu tekrar karşımıza çıkmış olur. Bilgi üretmemekte midir çözüm? Kropotkin yine cevabı vermekte hızlı davranır: “Şu anda söz konusu olan, bilimsel gerçekleri ve keşifleri üst üste yığıp biriktirmek değil artık. Önemli olan, bilim tarafından kazandırılmış gerçekleri yaymak, onları hayata geçirmek ve onlardan ortak bir alan oluşturmaktır her şeyden önce. Önemli olan, bunu herkesin, bütün insanlığın onları özümsemeye ve uygulamaya yetenekli hale geleceği biçimde yapmaktır, bilim artık bir lüks olmaktan çıkmalı ve herkesin yaşamının bir temeli haline gelmelidir. Adalet bunu böyle gerektiriyor.”
Bilim insanlarıyla benzer bir yerden ele aldığı “sanatçı” varsayımına geçelim. Diyelim ki sanatçısınız: Kropotkin sanatı ele alırken onda bulunan ruha dikkat çeker. Bu ruh, yaratıcı ruhtur ve özgürdür. Sanatçı ise bu özgür ve yaratıcı eylemi gerçekleştirmesi yönüyle ondaki özellikleri barındırır. Ancak sanat, bayağılaşmakta ve yozlaşmaktadır. Sadece kendisi değil, sanatçı da bu yozlaşmanın ve bayağılaşmanın kurbanı olur. Özgür olmayan bir toplumda, özgür olmayan bir sanatçının, sanatını özgürce gerçekleştirmesi de beklenemez. Kropotkin onlara da şöyle seslenir: “…Fakat yüreğiniz insanlığınkiyle beraber çarpıyorsa ve gerçek bir şair olarak yaşamı duymak için bir kulağınız varsa o zaman çevrenizde dalga dalga kabaran şu acılar okyanusunun karşısında … duracak ve güzelin, soylunun kısacası yaşamın gelecek uğruna, insanlık ve adalet uğruna mücadele edenlerin yani ezilenlerin yanında saf tutacaksınız!”
Düşüncede ve Eylemde Tutarlı Olmak
Kropotkin doktorlara, hukukçulara, mühendislere, bilim insanlarına, sanatçılara seslenirken her bir uğraş için farklı örneklerle karşılaşmış olsak da hepsinin birbiriyle kurduğu teması görmek, çağrıyı anlamak için faydalıdır. “Gençliğe Çağrı” daha çok toplumdan bireye doğru şekillenen, yönelen bir metindir. Toplumsal ilişki biçimleri, sistemler, adaletsizlikler, yozlaşma gözlemlenmiş ve bireyin tüm bunlar içinde nasıl bir konumda kendisini var edeceği tartışılıyordur. Ancak hem örneklerin birbiriyle temas kurduğu hem de Kropotkin’in dikkat çektiği bir nokta daha vardır: Düşüncede ve eylemde tutarlılık.
Kropotkin bu noktayı, bireyle alakalı bir mesele olarak karşımıza koyar. Dikkatle okunduğunda “Pekala, ne yapacaksın?” sorusu da yalnızca toplum içinde bireyin nasıl konumlanacağına dair bir soru olmaktan çıkar. “Birey olarak kendini nasıl tamamlayacaksın?” sorusuna yakınlaşır.
Kropotkin’in düşüncesinde birey bütünlüklü olmalıdır. Bu bütünlüğün sağlanması ise bireyin düşündüğü şekilde eylemesiyle mümkündür. Her bir örnekte Kropotkin gençlere adaletsizliğin açığa çıktığı yerleri işaret etmiştir, haliyle metni okuyan bir genç artık adaletsizlikleri fark eder durumdadır. Çünkü yaşanan bir durumu adaletsiz olarak nitelemek, onun adaletsiz olduğuna karar vermiş olmak, bu şekilde düşünmüş olmak demektir. Bu, bir tür lanetlenmedir denilebilir. Çünkü bireyin zihninde yer eden bu düşünce ona yönelik bir eylemde bulunmasını da gerektirir. Bu eylem hiç değilse, adaletsizliğin “kötü” olduğunu varsayan bir zihnin adaletsizlik yapmamasındadır, adaletli olmasındadır.
Bu tabi ki kolay değildir. Kropotkin’e göre safsatalarla kendisini kandırmış, kendi çıkarları peşinde koşan hiç kimse bu bütünlüğe erişememektedir. Ancak bu, aynı zamanda, herkesin istediğinde gerçekleştirebileceği bir bütünlüktür. Yalnızca istemek ve göze almak gerekir. Bu yolun kolay olmadığının, düşünce ve eylemde tutarlı olanların devlet tarafından nasıl da tehlike olarak görüldüğünün o da farkındadır. Bunu en iyi şekilde, öğretmen varsayımıyla anlatabiliriz: “Herkes için yaygın, geniş ve insanca eğitim isteyecek, ama bunun bugünkü koşullarda ne okulda ne okul dışında olanaksız olduğunu görerek burjuva toplumun bizzat temellerine saldıracak, bu temelleri eleştireceksiniz. O zaman bakanlık tarafından açığa alınmış olacağınızdan, okulu terk edecek ve gelip aramıza katılacaksınız; bizimle birlikte bilginin çekiciliğini, insanlığın olması gereken halini ve ne olabileceğini, yetişkin ama sizden daha az bilgili insanlara anlatacaksınız. Bugünkü düzenin eşit, dayanışma ve özgürlük yönünde eksiksiz dönüşümünde sosyalistlerle birlikte çalışmaya başlayacaksınız.”
Eylemin Düşünceyle Uyumlu Olduğu Bir İş
Kropotkin metnin bu kısmına kadar halen cevaplanmamış bir soru olduğunu bilir. Bu soru, çağrıya kulak vermekle beraber nasıl bir yol izleyeceğini bilmeyen kişinin sorusudur. Haklı da bir sorudur. Çünkü Kropotkin buraya kadar, bugüne dek görmediğimiz, görsek dahi üzerine kafa yormadığımız, kendimizi bir parçası olarak görmediğimiz “adaletsizlik”i açıkça ortaya koymakla yetinir. Bireyin düşüncede ve eylemde bütünlüklü olması bile karşılaşacağı zorluklarla beraber düşünüldüğünde bazılarımız için oldukça soyut kalabilir. Bu noktada Kropotkin lafı fazla uzatmaya niyeti olmadığını belirterek “eylemin düşünceyle uyumlu olduğu bir iş” önerir bizlere. Bu iş, tabi ki devrimci olmakla tamamlanabilir. Metnin devamında devrimci olmanın adaletsizlikler karşısında adaletin safını tutmak; iktidarın karşısına halk olarak dikilmek ve iktidarı yok etmek anlamına geldiğini görürüz.
Halkın Gençlerine
Kropotkin, “halk” üzerinde özellikle durur. “Bir avuç insansınız” diyerek göz korkutmaya, inanç kırmaya çalışanlara ve umutlarıyla yola çıkmış genç devrimcilere hatırlatır: “Bize, bir avuç olduğumuzu, hedeflediğimiz bu devasa amaca ulaşmak için haddinden fazla zayıf olduğumuzu söylemek için gelmeyin. Bizi, adaletsizlikler yüzünden acı çekenleri bir sayalım bakalım kaç kişiyiz… Başkaları için çalışan ve has buğdayı efendilere bırakmak için yulaf ekmeği yiyip yulaf çorbası içen biz köylüler milyonlarca canız; halk denen olguyu tek başımıza oluşturacak kadar kalabalığız. Yırtık pırtık kıyafet giyinmek için ipekli kumaşları ve yumuşacık kadifeleri dokuyan biz işçiler de çok kalabalığız, fabrika düdükleri kısa bir mola yapmamıza izin verdiklerinde uğuldayan bir deniz misali meydanları ve sokakları sel gibi istila edip dolduruyoruz. Sopa zoruyla güdülen biz askerlere; subaylarının göğüslerini nişanlarla süslemek, omuzlarına bir iki yıldız, bir iki apolet daha eklemek için mermilere hedef olan bizlere, bugüne kadar hep kardeşlerine kıymış olan biz şu zavallı aptallara da bize emreden birkaç omzu kalabalığın bet benizlerinin attığını görmek için onlardan yüzümüzü çevirmemiz, silahlarımızı da onlara çevirmemiz yetecektir. Acı çeken ve hakaret edilen bizler, hepimiz, çok büyük bir topluluğuz. Her şeyi yutacak, sularına gömecek bir iradeye sahip olduğumuz andan itibaren adaletin gerçekleşmesi için kısa bir zaman yeter bize.”
Ve son bölümde halkın gençlerine seslenir. Halkın gençleri, “Gençliğe Çağrı”da seslenilen iki genç grubundan biridir. Kropotkin, diğer bölümün aksine bu bölümü çok uzatmaya gerek görmediğini belirtir. Çünkü halkın gençlerine -halkın gençleri, hayatı boyunca çalışmak zorunda kalmış ezilenlerdir- adaletsizlikleri göstermeye ihtiyaç yoktur. Onlar ki bu adaletsizlikler içinde çocukluğunu geçirmiş ve adaletsizliği yaşamışlardır. Çalıştığı işte, oynadığı oyunda, giydiği elbiselerde, insanlarla kurduğu ilişkilerde… Adaletsizliğin ne olduğunu iyi bilirler. Kropotkin onlara yalnız bir şey için seslenmek ister: Cesaret! Halkın gençlerinin ihtiyacı olan, ailesinin ve kendisinin katlanmak zorunda olduğu yoksulluk ve sömürü sisteminden kurtulmak için cesaret etmesidir. Bu cesaret ise ancak kendisi gibi milyonlarca ezilenin olduğunu görmekle mümkündür.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kropotkin ve Gençliğe Çağrısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (4) : Evrimci Anarşizm ve Devrimci Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Evrim, Devrim ve Anarşist İdeal” – Elisee Reclus
Evrim insana dair her şeyi kapsar. Devrim de her şeyi kapsamalıdır. Ne var ki bu koşutluk toplumların hayatındaki tek tek olaylarda her zaman belirgin değildir. Tüm ilerlemeler birbirine bağlıdır, bilgimiz ve gücümüz oranında toplumsal ve siyasi, ahlaki ve maddi, bilimsel, sanatsal, endüstriyel tüm alanlarda ilerlemeyi arzularız. Her alanda, sadece evrimci değil, bir o kadar da devrimciyiz çünkü tarihin, bir dizi hazırlığı izleyen bir dizi başarıdan başka bir şey olmadığını biliyoruz. Zihinleri özgürleştiren büyük entelektüel evrimin mantıki sonucu, bireylerin başka bireylerle ilişkilerinde özgürleşmesidir.
Evrimin ve devrimin aynı olgunun birbirini takip eden iki yönü olduğunu söyleyebiliriz. Evrim devrimden önce gelir ve devrim de, gelecek devrimlerin anası olacak olan yeni bir evrime giden yolu hazırlar. Herhangi bir dönüşüm, hayat değişmeden gerçekleşebilir mi? Bir edimin o edimi yapma arzusundan sonra gerçekleşmesi gibi, devrim de kaçınılmaz olarak evrimi takip etmek zorunda değil midir? Bu ikisi ancak ortaya çıkış zamanlarıyla birbirinden ayırt edilir. Bir tortu nehri tıkadığında, sular engelin önünde yavaş yavaş birikir ve tedrici bir evrimin sonunda bir göl şekillenir. Sonra, aniden akış yönündeki sette bir sızıntı meydana gelir, bir çakıl taşının düşüşü bir su taşmasını tetikler. Baraj bir anda sarsılarak çöker, boşalan göl tekrar nehir olur. Böylece küçük bir karasal devrim meydana gelir.
Eğer devrim hep evrimden sonra geliyorsa bu, çevrenin direncinden kaynaklanmaktadır: Akıntının suyu iki yakanın arasından gürülder çünkü kıyı onu yavaşlatmaktadır, gökyüzünde şimşekler çakar çünkü atmosfer buluttaki elektriğe direnç gösterir. Çevrenin hareketsizliği, maddenin her dönüşümünü ve düşüncenin her gerçekleşmesini, değişim sırasında engeller. Yeni olgu, direnç ne kadar büyükse o kadar büyük bir zorlukla ya da daha büyük bir güçle ortaya çıkar. Herder, Fransız İhtilali’nden bahsederken bu konuya değinmiştir. “Tohum toprağa düşer ve uzun zaman ölü görünür, sonra aniden filizlenir, üstünü örten sert toprağı iter, düşmanı olan kil tabakasını deşer, böylece bitki olur, çiçek verir ve meyvesi olgunlaşır.” Bir de çocuğun nasıl doğduğunu düşünün. Anne rahminin karanlığında dokuz ay geçirdikten sonra, o da zarfını delerek şiddetle, bazen annesini bile öldürerek ileri fırlar. Devrimler de böyledir önceki evrimlerin zorunlu neticeleridir.
Ancak, evrimler her zaman adaletli olmadığı gibi devrimler de her zaman ilerleme değildir. Her şey değişir, doğadaki her şey ebedi bir devinimin parçası olarak hareket eder. Ama ilerlemenin olduğu yerde gerileme de olabilir ve eğer bazı evrimler hayatın çoğalması yönünde ilerliyorsa, başkaları da ölüme doğru yönelir. Durmak imkânsızdır, bir yöne ya da ötekine doğru hareket etmek gerekir. Hastalık, yaşlılık, kangren tıpkı ergenlik gibi birer evrimdir. Kurtçukların cesede üşüşmesi, bebeğin ilk çığlığı gibi bir devrimin gerçekleştiğinin göstergesidir. Fizyoloji ve tarih bize bazı evrimlerin gerilemeye işaret ettiğini, bazı devrimlerin ise ölümü içerdiğini gösterir.
İnsanlık tarihinin pek azını biliyoruz. Tüm bildiklerimiz birkaç bin yıl gibi kısa bir sürede yaşanan olaylar. Yine de bu deneyimler bize, evrimleri yavaş ilerlediği için çöken ve yok olan kabileler ve insanlar, kent ve imparatorluklar hakkında bilgi veriyor. Ülkelerin, ulusların yakalandıkları bu hastalıklar çok katmanlı ve çeşitlidir. Orta Asya’da göllerin ve nehirlerin kuruduğu, verimli arazilerin yerini tuz tortullarının aldığı muazzam genişlikteki topraklarda olduğu gibi, iklim ve toprak bozulmuş olabilir. Düşman orduları bazı bölgeleri o denli harap eder ki buralar sonsuza dek ıssız kalır; ne var ki, fetihler ve kıyımlardan, hatta yüzyıllar süren baskı dönemlerinden sonra bazı uluslar yeniden hayata dönmeyi başarmıştır. Böylece, bir ulus yeniden barbarlaşırsa ya da tümüyle yok olursa, gerilemesinin ve çöküşünün nedenlerini dış etkenlerde değil, topluluğun kendisinde ve esas yapısında aramak gerekir. Gerileme tarihini özetleyen temel bir neden -nedenlerin nedeni- vardır. Bu, toplumun bir kısmının diğerlerinin efendisi olması, birkaç kişinin ya da bir aristokrasinin toprak, sermaye, iktidar, eğitim ve onur tekelini elinde tutmasıdır. Bilinçsiz halk kitleleri bu az sayıda insanın tekeline karşı isyan etme iradesini göstermediği an, ölmüşler demektir; yok oluşları zaman meselesidir. Kara veba yakında bu özgürlüğü olmayan, işe yaramaz bireyler yığınını temizleyecektir. Katliamcılar Doğu’dan ya da Batı’dan koşuşurlar, kocaman kentler yerlerini çöle bırakır. Asur ve Mısır böyle ölmüş, Pers İmparatorluğu böyle yıkılmış ve tüm Roma İmparatorluğu birkaç büyük toprak sahibine ait olduğunda barbarlar köleleşmiş proleterlerin yerini almıştır.
Tarihteki tüm dönemler ve olaylar çift yönlü olduklarından, bunları kategorik olarak yargılamak yanlıştır. Ortaçağı ve düşüncenin karanlık gecesini sona erdiren yenilenişin örneği bize, biri çöküşe diğeri ise ilerlemeye neden olan iki devrimin nasıl aynı anda meydana gelebildiğini gösterir. Antikçağ’ın eserlerini yeniden keşfeden, kitaplarının ve öğretilerinin esrarını çözen, bilimi batıl inançlardan kurtararak insanları nesnel araştırmalara yönelten Rönesans dönemi, bir yandan da özgür kent ve beldeler döneminde tüm ihtişamıyla gelişen spontane sanat hareketinin sona ermesine neden oldu. Aniden taşarak kıyısındaki kırsal kültürleri yok eden bir nehir gibiydi. Her şeye yeniden başlamak zorunda kalındı, en azından özgün olan kadim sanat eserlerinin yerini bayağı taklitleri aldı!
Bilimin ve sanatların yeniden doğuşu, din dünyasında Hıristiyanlığın bölünmesi yani Reformasyon’la birlikte gerçekleşti. Rahiplerin cahil bıraktıkları halka bireysel hakları, zihnin özgürleşmesini getiren bu devrim, uzun zaman insanlığa yararlı dönüm noktalarından biri olarak kabul edildi. Bundan böyle insanların eşit ve kendi kendilerinin efendisi olacaklarına inanıldı. Ama şimdi Reformasyon’un, o zamana kadar entelektüel köleliği tekelinde bulunduran Katolik kilisesinin karşısında, başka buyurgan kiliselerin kurulmasıyla sonuçlandığını biliyoruz. Reformasyon sırasında, servet ve kadrolar yeni iktidarı güçlendirecek şekilde el değiştirdi, iki tarafta da halkı yeni biçimlerde sömürecek, Cizvitler ve Cizvit karşıtları gibi tarikatlar ortaya çıktı. Luther ve Calvin kendi görüşlerini paylaşmayanlara karşı Aziz Dominicus ve II. Innocentius ile aynı acımasız, hoşgörüsüz dili kullandılar. Engizisyonda olduğu gibi, casusluk yaptılar, hapsettiler, bedenleri parçaladılar, yaktılar; temelde onların öğretileri de krallara ve “Kutsal Söz”ün yorumcularına itaati esas alıyordu.
(…)
Halihazırda berbat durumda olsak da, bir sonraki devrimi haber veren muazzam bir evrim geçirdik. Bu evrim, kaynakların kısıtlılığını ve açların kaçınılmaz ölümünü vazeden ekonomi “bilimi”nin hatalı olduğunun kanıtlanması ve yakın geçmişe kadar yoksul olduğuna inanarak acılar çeken insanlığın, zenginliğinin farkına varmasıdır. “Herkese ekmek” ideali- nin bir ütopya olmadığı anlaşılmıştır. Dünya hepimizi beslemeye yetecek kadar geniş, refah içinde yaşatabilecek kadar zengin. Verdiği ürünler herkesin beslenmesine yetebilir; lifli bitkileri herkese giysi sağlayabilir; taşları ve killeri herkesi ev sahibi yapabilir. En basit haliyle ekonomik gerçek budur. Dünyanın ürettikleri, üzerinde yaşayanlara yettiği gibi, tüketim ansızın iki katına çıksa bile yetecektir. Mekaniğin, meteorolojinin, fizik ve kimyanın sunduğu tüm kaynakları harekete geçiren bilim, geleneksel yöntemlerle yapılan tarımı ileriye taşımasa bile bu böyledir. İnsanlığın geniş ailesinde, açlık sadece kolektif bir suç değil, tam anlamıyla saçmalıktır. Çünkü elde edilen ürün, tüketim ihtiyaçlarının iki katından fazladır.
Mutlak düşünce, ifade ve düşünceye kısıtlama getiren, söylenen sözcükleri geri alınamaz, son söz halinde taşlaştıran, hatta işçiye patronun emriyle elini kolunu bağlayıp açlıktan ölmesini vazeden kurumlarla uyuşmadığını söylemek gereksiz. Muhafazakarlar, devrimcilere “din, aile ve mülkiyet düşmanı” derken yanılmamışlardır. Evet, anarşistler hayatımıza dogmanın nüfuzunu ve doğaüstünün müdahalesini reddederler. Bu bakımdan, dayanışma ve kardeşlik idealleri için mücadele etseler de din düşmanıdırlar. Evet, “ticari anlaşmadan” başka bir şey olmayan evliliklerin feshedilmesini, yerine karşılıklı sevgi, saygı ve başkalarının onuru üzerine kurulu özgür birliktelikler getirilmesini isterler. Bu bakımdan, her ne kadar hayatlarını birleştirdikleri insanlara karşı sevgi duysalar, kendilerini adasalar da, ailenin düşmanıdırlar. Evet, toprak ve ürün istifçiliğini yok etmek, bunları herkese dağıtmak istiyorlar. Toprağın nimetlerini herkesin istifadesine sunmaktan duyacakları mutluluk, onları mülkiyetin düşmanı yapıyor. Tabii ki barışı seviyoruz, bizim idealimiz tüm insanların uyum içinde yaşaması. Ama savaş yanı başımızdan eksik olmuyor. Uzaktan bize, hüzünlü bir manzara gibi görünüyor çünkü insani meselelerin muazzam karmaşasında barışa giden yol mücadelelerle döşeli.
Ne cumhuriyetin, ne de başarılı “cumhuriyetçiler”in, yani iktidara gelenlerin bize hiçbir yararı olamaz. Aksini ummak safsata, tarihi bir saçmalık olurdu. Mülkiyet sahipleri ve yönetim sınıfı, tüm ilerlemelerin düşmanı olmaya mahkûmdur. Çağdaş düşüncenin, entelektüel ve ahlaki evrimin taşıyıcıları, toplumun mücadele eden, çalışan, baskı gören kesimidir. Düşünceleri geliştiren ve gerçekleştiren büyük zorluklarla, toplum arabasını sürekli ileriye götüren bu kesimdir, muhafazakârlar ise durmadan arabayı yoldan çıkarmaya, çamura saplamaya çalışırlar.
Ama ya evrimci ve devrimci arkadaşlarımız, sosyalistler, onlar da mı davaya ihanet edebilecek tiynette? Aralarından anlar da mi “devlet gücünü eline geçirmek” isteyenler başarılı olduğunda, onların da bir gerileme süreci yaşadıklarını görecek miyiz? Sosyalistler bir gün hakimiyet sağlarlarsa, kuşkusuz öncülleri cumhuriyetçiler gibi hareket edeceklerdir. Tarihin yasaları onların hatırına esnemeyecektir. İktidara geldiklerinde, engelleri ortadan kaldırmak ve bahanesi ya da yanılgısıyla da olsa, güçlerini kullanmaktan geri kalmayacaklardır. Dünya, kendini olağanüstü yetenekli gören, olağanüstü güçleriyle toplumu dönüştürebileceği hayaliyle yaşayan hırslı ve naif insanlarla dolu; ne var ki bunlar, lider konumuna yükseldiklerinde ya da yüksek yönetici mekanizmasında yer aldıklarında, tek başına kendi iradelerinin gerçek iktidar yani kamuoyu üstünde hiçbir etkisi olmadığını görürler, tüm çabaları çevrelerini saran kayıtsızlık, haset ve garez yüzünden kaynayıp gider. Bu durumda, hükümetin rutin işlerini yapmaktan, ailelerini zenginleştirmekten, arkadaşlarını kayırmaktan başka ne yapabilirler?
İktidar aygıtını ele geçirmeye niyetlenenler, kuşkusuz kendilerini amaçlarına ulaştıracak en emin yolları kullanmak zorundadırlar. Genel oy hakkına sahip olan cumhuriyetlerde kalabalıklara, kitlelere kur yaparlar. Şarap tüccarlarıyla seve seve ittifak kurar, tavernalarda halka inerler. Nereden gelirse gelsin tüm seçmenleri kabul edecekler, şekilcilik uğruna bütünlüğü feda etmekte sorun görmeyeceklerdir. Düşmanlarını aralarına alacaklardır ki, bunun organizmaya zehir zerk etmekten farkı yoktur. Monarşiyle yönetilen ülkelerde, çok sayıda sosyalist hükümet biçimini umursamadıklarını ilan ediyor, hatta, tek kişinin hükümranlığıyla insanlar arası kardeşçe yardımlaşmayı bir arada düşünmek mantıken mümkünmüş gibi, toplumsal dönüşüm planlarını gerçekleştirmekte yardım almak için kralın bakanlarına çağrıda bulunuyorlar. Fakat eyleme geçmek için sabırsızlananlar engelleri göremeyebilir, inançlılar dağları yerinden oynatacaklarını sanır.
Dinciye baktığında, onda bir sosyalist Hristiyan görmeye çalışır. Liberal burjuvaya bakarken kafasında bir reformcuyu canlandırır. Kimi zaman, “mülk sahibini” ya da “patronu” ürkütmemeye özen gösterir. Hatta kendi taleplerini onlara barış güvencesi olarak sunar. “1 Mayıs” sermayeye karşı verilen uzun mücadeleyi temsil eden gün, çelenkler ve danslarla kutlanan bir bayrama dönüşür. Seçmenlere yaptıkları bu yüzeysel jestlerin sonucunda, adaylar da yavaş yavaş hakikatin onurlu lisanını, mücadelenin uzlaşmaz tavrını unuturlar. Bu siyasetçiler peşinde oldukları makamlara gelmeyi, altın püsküllü kürsünün karşısındaki kadife sıralarda oturmayı başardıklarında, daha da çabuk yozlaşırlar. Bu noktada onlardan karşılıklı sırıtma, tokalaşma, yandaşlarını kayırma uzmanı olmaları beklenir.
[On- lar] belirleyici bir pozisyona geldiklerini zannederken belirlenen olmuşlardır. Tarihçi, bu kaçınılmaz sonucu saptamakla ve kendilerini düşüncesizce siyasete atan devrimciler için bir tehlike teşkil ettiğine dikkat çekmekle yetinmelidir.
…
Günbegün evrim bizi, şimdiden “toplumsal devrim dediğimiz, hem barışçı hem şiddet içeren dönüşümlere biraz daha yaklaştırıyor. Bu devrim, her şeyden öte şahısların ve şeylerin despotik gücünü ve kolektif emeğin ürünleri üzerindeki tekelciliği yok edecek.
Bu evrimsel süreçteki en önemli olay, İşçi Enternasyonali’nin ortaya çıkışıdır. Bu fikir, farklı uluslardan insanların, kardeşlik ve ortak çıkarlar doğrultusunda birbirlerine yardımlaşmaya başladıklarından beri kuşkusuz filizlenmekteydi. 18. yüzyıl felsefecileri Fransız İhtilali’ne “İnsan Hakları” bildirgesini yazdırdıkları gün kuramsal olarak da var oldu. Ama bu haklar sözde kalmıştır ve bu sloganı dünyaya haykıran meclis, aynı hakları kendi halkına uygulamamaya özen göstermiştir.
Hakkını talep etme ruhu mazlum kitlelere sirayet ettiğinde, görünüşte çok az önemi olan bir olay bile, değişimi mümkün kılan şok dalgaları yaratabilir, tıpkı bir kıvılcımın bir fıçı barutu patlatması gibi. Büyük mücadelenin işaretlerini şimdiden görebiliyoruz. Sözgelimi, 1890’da, bilinmeyen bir şahıs, bir ihtimal Avustralyalı bir yoldaş tarafından yapılan “1 Mayıs” çağrısı yankılandığında dünya işçilerinin ansızın aynı fikir doğrultusunda birleştiklerini gördük.. O gün, resmen sona erdirilmiş olan Enternasyonal’in, hayata döndüğünü gördük -liderlerin komutuyla değil, kitlelerin baskısıyla-.
Başka türden bir haykırış, ani, kendiliğinden, beklenmeyen bir feryat, daha da şaşırtıcı sonuçlara yol açabilir. Şu ya da bu neden, önemsiz bir olay, koşulların -tüm ekonomik koşulların- dayatması kimsenin kayıtsız kalamayacağı bir krize yol açacaktır. O anda, haksızlıkların, kefareti ödenmemiş acıların, hakim olamadıkları bir nefretin duygusunu kalplerinde biriktirenlerin muazzam enerjisi aniden patlayacaktır. Her gün böyle bir felakete gebedir. Bir işçinin görevinden uzaklaştırılması, yerel bir grev, beklenmedik bir katliam, devrime yol açabilir: Dayanışma hissi her gün artıyor ve yerel ölçekteki her sancı tüm insanlığı sarsmaya başlıyor. Birkaç yıl önce, fabrikalarda yeni bir isyan nidası yükseldi; işçiler “genel grev” diye haykırdılar. Bu terim garipsendi, sanki bir rüya tabiriymiş, düşsel bir umutmuş gibi anlaşıldı, ardından daha yüksek sesle tekrar edildi ve şu anda öyle güçlü bir şekilde yankılanıyor ki kapitalistlerin dünyasını titretiyor. Hayır, genel grev imkânsız değildir. İngiltere, Belçika, Fransa, Almanya, Amerika ve Avustralya’da ücretle çalışanlar, hep birlikte aynı gün, emeklerini patronlarından esirgeyebileceklerinin farkına vardılar.
Başarısızlıkların hiçbiri bizi yıldıramaz çünkü art arda gelen çabalar toplumsal iradenin durdurulamayacak kadar güçlü olduğuna işaret ediyor. Arayış içinde olanları ne hayal kırıklıkları ne de alaylar caydırabilir. Ayrıca önlerinde bir “kooperatif-tüketici dernekleri ve başka kooperatifler- örneği var ki bunların kuruluşu çoğaldı ve son derece verimli çalışıyorlar. Kuşkusuz bu dernekler arasında da kısa süreli ömürlü olanlar var- özellikle de en başarılı olanlar; elde ettikleri kazanç ve bu kazancı çoğaltma arzusu kooperatif üyeleri arasında para sevgisini yaygınlaştırdı ya da en azından ilk yılların devrimci tutkularından sapmalarına yol açtı. En büyük tehlike de budur, çünkü insan her zaman mücadeleden kaçmak için bahane üretmeye hazırdır. Devrimci davaya tam bağlılığın getirdiği sorunları ve tehlikeleri bir yana itip kendini yalnızca işine adamak o kadar kolay ki.
Bununla birlikte çalışkan ve samimi anarşistler, her yerde ortaya çıkan ve birbirleriyle birleşerek gittikçe genişleyen organizmalar meydana getiren, sanayi, taşımacılık, ziraat, bilim, sanat ve eğlence gibi çok çeşitli iş dallarına yayılan bu kooperatiflerden büyük dersler çıkarabilirler. Karşılıklı yardımlaşmanın bilimsel pratiği yayılıyor ve kolaylaşıyor, geriye sadece, tüm bu hizmet takasını basitleştirmek, sadece üretim ve tüketim istatistiklerinin kayıtlarını tutarak, artık işlevsiz kalan borç ve kredileri kaydeden “defter-i kebirler”den kurtulmak kalacak.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (4) : Evrimci Anarşizm ve Devrimci Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Militan Nestor Makhno Devrimci Anarşizm Kavgasında Yaşıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ukraynalı Anarşist militan Nestor Makhno, 1934 yılının 25 Temmuz günü, 45 yaşında sürgünde bulunduğu Paris’te yaşamını yitirmişti. 27 Ekim 1889’da Ukrayna’nın Gulya-Polye köyünde yoksul bir ailede dünyaya gelen Nestor Makhno, yaşadığı dönemin devrimci mücadelelerinden etkilenerek 17 yaşında kavganın içinde bulmuştu kendisini. Kısa süre sonra, polise yönelik bir eylem nedeniyle 11 yıl tutsak edildi. Özgürlüğüne kavuştuğunda ilk işi ise, doğup büyüdüğü Gulya-Polye’de tarım işçilerinin örgütlenmesine katılma olmuştu. İlerleyen yıllarda ise, yoldaşlarıyla birlikte örgütledikleri Devrimci İsyan Ordusu saflarında, bir cephede Çar’ın generallerinden Denikin’in Beyaz Ordusu’na, bir cephede Ukrayna toprak ağalarının desteklediği Ukrayna Ordusu’na, bir diğerinde ise bolşeviklerin Kızıl Ordusu’na karşı savaştı.
16 Mart 1934’te tüberküloz teşhisiyle hastaneye yatırılan Nestor Makhno, 25 Temmuz 1934’te yaşamını yitirdi. Makhno’nun 28 Temmuz’da yapılan cenaze törenine dünyanın farklı coğrafyalarından anarşistler katıldı.
“Yoldaşlar! Zaman beklemez; bir an önce müfrezelerinizi oluşturun. Her şey özgürlüğün davası için! Bütün zalimlere ve toprak sahiplerine ölüm! Toprak sahiplerinin ve efendilerinin olmayacağı gerçek özgür komünler için nihai kavgamızı başlatalım!Şiddete şiddetle karşılık verilmelidir.*
*Nestor Makhno
The post Anarşist Militan Nestor Makhno Devrimci Anarşizm Kavgasında Yaşıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Mihail Bakunin Anarşizm Mücadelesinde Yaşıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
“…Bizler tüm resmi iktidarların keskin düşmanlarıyız; bu iktidarlar son derece devrimci olsalar bile. Bizler alenen tanımlanmış her türlü diktatörlüğün düşmanıyız; biz toplumsal-devrimci anarşistleriz…” sözleriyle, tüm iktidarlara karşı mücadelesini belirginleştiren Mihail Bakunin, 141 yıl önce bugün, 1 Temmuz 1876’da yaşamını yitirdi.
The post Mihail Bakunin Anarşizm Mücadelesinde Yaşıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bir Sıkışma Süreci Oy Bir Ayrışma Süreci Bomba!” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bir Strateji Olarak Seçimler
Özgürlük mücadelesi veren tüm hareketler dönemsel stratejiler kurar ve bu stratejilere göre hamleler yaparlar. Kürt Özgürlük Hareketi de 40 senedir sürdürdüğü özgürlük mücadelesinde, farklı dönemlerde, farklı stratejiler kurmuştur. Hareketin seçimlere girmesi ve halktan oy istemesi, bu stratejilerden sadece bir tanesidir. Bu yazıda, halkın bütünlüklü var olma mücadelesinin içerisinde, hareketin parlamentoda da var olma stratejisi olan “seçimlere katılma ve oy isteme” hamlesinin yanı sıra, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde oy istemiyle başlayan siyasi sıkışmayı ve 13 Mart Ankara bombası sonrası başlayan siyasi savrulmayı tartışacağız.
Sokağın Beraberliğinden Sandığın Birleşmesine
7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri öncesinde yaşanan toplumsal patlamaların en genişi ve en uzunu Taksim İsyanı’ydı. Çok özneli bu patlamanın öznesi başta birkaç ağacın kesilmesine karşı koyan çevreciler gibi yansıtılmak istense de, gerçekte olan hükümetle karşı karşıya kalmış tüm öznelerin katılımıyla oluşmuş bir isyan olmasıydı.
Toplum ve bireyler üzerinde her gün artan baskı, isyanı tetiklemişti. Baskının karaktersizliği yani sadece bir kesime değil her kesime, her karaktere değiyor olması, Taksim İsyanı’nın karakterini de zorunlu olarak birleştirici kıldı. İdeolojisi, dili, dini, cinsiyeti, sıkıntıları sorunları birbirinden farklı olan birçok birey ve topluluk, isyanın birer öznesi olabildi. İsyanın bu özne çokluğu hem Taksim işgali süresince hem de sonrasında, isyanın, devlet tarafından kontrolünü zorlaştırdı. Kolluk kuvvetlerinin, Taksim Dayanışması’yla ya da ‘kitle’ örgütleriyle yapmaya çalıştığı anlaşmaların, isyanın başka özneleri tarafından sürekli bozuluyor olması, isyanın çapını genişletiyor ve etkisini büyütüyordu. Taksim’in yaklaşık 15 günlük işgalinin sonlanmasıyla başlayan “Her yer Taksim her yer direniş” sürecinin yayılmasında da, bu çok özneli karakter belirginleşiyordu. Bu çok özneliliğin korunmasını ilkeleştirerek oluşturulan forumlar, -bayraksızlık, flamasızlık, dövizsizlik- “biz”, “barışcıl bir yürüyüş yapacağız”, “barikat yok, taş yok” gibi tutumlarla bir “biz” tanımlayarak, farklılıkları aynılaştırıyordu. Çok öznelilikten tek özneliliğe ve salt AKP ve Tayyip Erdoğan karşıtlığına indirgenen forumlarda aslında seçimlere hazırlık yapılıyordu.
Bir meydanda başlayan ve sokaklarda süren isyanı anlamlandırmak önemliydi. Arzulanan bir devrime benzetmenin, ya da teslimiyetçi bir “olmadı”yla atlatmanın ötesinde; belirtmek gerekir ki paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle örgütlenmiş bir karşı koyuşla, iktidarın korkarak ve şaşırarak saçmaladığı bir süreç yaşadık. Belki de kazanacağımız en önemli anlamdı bu. Taksim İsyanı’nın çok çok sonrasında bile, sokak yürüyüşlerinde, cadde kapatmalarda, polisin onlarca uyarısına rağmen yapacağını yapan, yürüyüşlerde ya da toplanmalarda izin istemeden doğrudan eylemler örgütleyen bir anlayıştı bu. Böylesi anlamlarla dolu bir sürecin her halde en anlamsız evresi ise bir seçim süreciyle sonlanması oldu. Bu anlamsızlık meydandan, sokaktan gelerek; foruma, seçime, sandığa, adeta açık alandan kapalı alana giden, madden yaşanan bir kapatılmanın manevi etkisiydi. Seçim sürecinin şartlarına uymak için sokağın sakinleşmesini istemek ise, bu sıkışmanın başlangıcı olacaktı.
Seçimlere Girmek ve Herkesten Oy İstemek
Kürt Özgürlük Hareketi’nin 8. seçim stratejisi olan 7 Haziran seçimlerinin, Taksim İsyanı sürecinin hemen sonrasında şekillenmiş olması, isyan bakımından bir talihsizlikti. Seçimler için bir avantaj olarak kullanılmak istenen isyan süreci, isyanın her öznesinin seçim kampanyasının da bir öznesi olmasını amaçlıyordu. Ulusalcı özneler dışındaki herkes HDP içerisinde kabul ediliyor ve forumlar döneminde AKP ve Tayyip Erdoğan karşıtlığı zeminleştirilerek oluşturulan birleşik anlayışın çatısı HDP yapılıyordu. Ufak tefek tartışmaların ötesinde herkes, HDP için oy çalışması yapmaya ya da oy atmaya çağrılıyordu. HDP içerisindeki reformist çevrelerin üstlendiği seçim kampanyasının en önemli mottosu, başkanlık rejimi karşısında parlamenter rejimi savunacak tek gücün HDP olduğu mottosuydu. Tabi ki bu motto, böylesi bir sade söylevle değil, üst mesajında allanıp pullanarak seçmene sunuluyordu. Seçmene sunulan alt mesajda ise biraz tehditkar bir taraflaşma tarifleniyordu: “HDP’ye oy atmayan AKP’den taraftır”. Bu mottolarla oluşturulan kampanyanın sorunu; yeni çıkılmış “hak istenmez alınır” sürecinden “başkanlık sistemi diktatörlüktür, parlamenter sistemde hakkımızı istemeliyiz”- sürecine çekilen bireyler ve topluluklar olmuştur. Hem de, bu seçimin asıl öznesi olan Kürt halkının -dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareketi’nin- stratejilerinden bir tanesi olan “parlamentoda var olma” stratejisinin, HDP ve içerisindeki reformistler tarafından herkese, bir “kurtuluş planı” olarak sunulmasıdır.
Bu yanılgı bile çelişiktir. Kurtuluş, devletten-kapitalizmden yani sistemin kendisinden olmalıyken, sistemi bir hükümete indirgemek, bu kurtuluş planının çelişkisini göstermiyor mu? Başkanlık rejimine karşın parlamenter rejimi savunmamızı istemek alaycı değil mi? Seçime kadar sokakta iktidarı şaşırtan-saçmalatan bu isyan sürecinin öznelerine, seçimler için “bu daha başlangıç mücadeleye devam” demek alaycı değil mi?
Herkes için sorduğumuz bu soruların cevapları illa ki verilecektir. Şöyle ya da böyle, seçimler ve oylar savunulacaktır. Biz anarşistler için ise, sorulan bu soruların cevabı bile yok. Anarşistlerden parlamenter rejimin savunucusu olmasını istemek sadece sığlıkla tanımlanamaz. Bu istek, sığlığın saflığının ötesinde en derininden densizlikle tanımlanmalıdır.
Seçimlerde muhalefet de hükümet de meşrudur.
Parlamenter sistemde azınlığın çoğunluğu yönettiğini anlamak için toplama çıkarma yapmak yeterli olacaktır. Birçok seçimde en yüksek oy oranını alarak hükümet olan AKP’nin bile toplam 80 milyonluk nüfusun sadece 22 milyonundan oy alarak seçilmesi, bunu anlamamız için oldukça yeteridir.
Parlamenter sistem gibi başkanlık sistemi de çoğunlukçu demokrasinin benzer paradoksudur. Bu paradoksun en önemli dinamiği olan seçimlerin, adalet ve özgürlük için uygulanabilecek bir sistemi oluşturması beklenemez. Seçimlere katılmak ve oy istemek bütünlüklü bir stratejinin parçası bile olsa, bu, seçimleri ve dolayısıyla seçim sonucunda seçilenlerin tümünü meşrulaştıracaktır. Seçimlerde kazananın kazancı da kaybedenin kaybı da meşrudur.
Son süreçteki 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde oluşan tüm meşruluk tartışmalarını, bu kaçınılmaz birincil ilke ile algılamamız gerekmektedir. Yalnız, iktidarların ilkelerinin olmayacağını, seçimi kazanan partinin 7 Haziran seçimlerinden sonra meclisi işletmeyerek hükümet kurma krizi içerisinde oluşturduğu karmaşayla deneyimledik. Karmaşa, seçimlerin yenilenmesiyle sürdü. Bu süreç bize, sistemin kendi kendine ihanetini ve bu ihanetin olağanlığını deneyimletti. Olağandışı bir seçim süreci değil, seçimin ta kendisiydi 7 Haziran. 1 Kasım seçimlerindeyse hükümet, halktan aldığı oyların “meşruluğu”yla Kürdistan’da sürdürdüğü savaşı sertleştirdi, rejim tartışmaları içerisinde parlamenter sistemden başkanlık sistemine belirsiz fiili bir geçiş başlattı. Mahalle mahalle süren savaşın bir saldırısı da Ankara’nın Çankaya Mahallesi’nde sürmekteydi. Bu günlerdeyse, sistemin bir başka olağan ihaneti tartışılmaya başlandı: Dokunulmazlıklar. Fezlekelerle parlamenter sistemin seçimlerinin meşruluğu tartışılıyor. Dokunulmazlığa da dokunulacak ve seçimlerin meşruluğu bir kez daha sistemin içinden ihlal edilecek. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a değişen bir şey yok. Parlamenter sistemin olağan ilkesizliği sürüyor.
Kendi kendine sürekli ihanet içerisinde ilkesizlik timsali olan bu sistem, yakında, bir başka benzer ilkesiz sistemle, başkanlık sistemiyle değiştirilecek. Değişim için anayasa değişikliği şart, bunun için de referandum. Referandumlar sanki partilerden bağımsız bir seçim atmosferinde başlar ve biter. Bir önceki seçimlerde HDP rejim değişikliğinin önündeki tek güçtü ve bu güce dahil olup olmamak bir “ak’la kara” meselesiydi. Reformistler böyle bir algı örgütleyip seçimleri bir kurtuluş planı olarak savunuyorlardı. Şimdi, referandumla beraber aynı algı örgütlenmek istenecek hatta “kendin için oy at”, “kendine oy at” diyerek bizden yine oy atmamızı isteyecekler. Dolayısıyla; attığımız taraf kazansa da kaybetse de yine seçimleri, dolayısıyla çoğunlukçu demokrasiyi meşrulaştırmamızı isteyecekler.
7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinden sonra oluşan bu sıkışmış sürecin Rojava Devrimi’nin tüm olumlu rüzgarına rağmen esintisiz kalması, durağanlığı; Fırat Nehri’ne konmuş bir terazinin hafifliğinden havada kalan kefesi gibi havada duruyordu. Terazinin Bakur kefesindeki tek ağır şeyse, Fırat’ın bu tarafında hendek ve barikatların ardında halkın mahallelerini savunmasıydı. Bölgenin tamamını sadece coğrafik değil sosyolojik ve psikolojik olarak da bölen Fırat, TC için de adeta geçilemez bir sınır. Terazinin dengesizliği Rojava’dakilerin ağırlığının ötesinde savaşın “bu kadar alçaklaşacağı ve vahşileceği” düşünülememişti. Düşünülemeyen bir başka şeyse, parlamentoda var olma stratejisinin son hamleleriydi. HDP’nin 7 Haziran’daki seçimlerde yükselişinin ardından 1 Kasım seçimlerindeki düşüşün yarattığı olumsuzluktu. Bu olumsuzluk Bakur’da çok hissedilmezken, Ankara ve batısındaki HDP’li seçmeni oldukça olumsuz etkilemişti. Meşru mücadelesiyle, seçimlere ve seçim kampanyalarına yüklenen seçmene, tüm savaş karşıtı barışcıl söyleve rağmen, seçimleri savaş isteyenler kazanmıştı. HDP içerisinde bu kampanyalara kapılarak tüm motivasyonunu buraya yoğunlaştıranların yaşadıkları demotivasyonu batıda yaşayan Kürtler aracılığıyla Bakur’a aktarmış olmaları, sürecin en olumsuz etkiydi.
İstanbul, İzmir ve Ankara’dan başlayarak Amed’e, Wan’a taşınan bu etki, aşırı motivasyonun ve demotivasyonun yarattığı algı göçleriyle ve çözüm sürecinin çözümsüzlükle sonuçlanmasıyla bir hareketsizlik başlattı.
Burası Bakur’dur. Hendeklerin barikatların ardındaki çocukların gençlerin ve kadınların yarattıkları öz yönetim ve öz savunmalarla Farqin’den Nusaybin’e hareket, sokak sokak mahalle mahalle yine yeniden örgütlendi. Hareketsizlik Bakur’da uzun sürmedi ve hendeklerin, barikatların arkasındakiler tarafından yeni bir hareketlilik örgütlendi.
Ankara ve batısı içinse benzer bir olumlu yorum yapılamaz. Taksim İsyanı’nın sokaktan sandığa sıkışmasının olumsuzluğunu yaşayan batıda bu hareketsizlik, aşılamayacak bir engelle karşı karşıya. Batının doğusunda taş üstünde taş kalmıyorken, savaş tüm alçaklık ve vahşiliğiyle sürerken; mücadelelerin yarattığı hareketler, savaşın etkisiyle azalmakta. Sokaktan uzaklaşanlar artık sokağa yakınlaşmamaktadırlar. “Taksim İsyanı’nda yaptık olmadı” düşüncesiyle çözümlemelerden kaçınarak, eleştiri özeleştiri süreci işletmeden savaşı duymaz ve görmez hale gelmeyi tercih etmektedirler.
Bir oyla birleşenlerin bir bombayla ayrışması kaçınılmazdı. Bir “yardımlaşma” ilişkisinin ötesinde Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bir parçası olarak paylaşma ve dayanışma mücadelesinde olanlar için, Kürt halkıyla seçimler üstünden yardımlaşma bir gereklilik değildir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin parlamentoda var olma, seçimler ve oy isteme stratejisinin yanlışlığını eleştiriyorsak, savaşın etkisini batıya taşıma stratejisiyle halk içinde patlatılan bombaları da tabii ki eleştireceğiz. Ve herkes eleştirilmelidir, ama sonuç olan bu bomba, Kürt halkının meşru mücadelesinden ayrışma için bir sebebe dönüşmemelidir. Aksi halde böylesi bir dönüşüm, siyasi savrulmanın başlangıcı olabilir.
Bir seçmen için, HDP’nin tarafında olmak, Kürt halkının asimilasyona karşı koymak için başlattığı mücadelenin de tarafında olmaktır. Taraflık algısını bir çizginin herhangi bir tarafında olmaya indirgememiş olsak bile bazı olayların yorumlanmasında adeta bir çizgi gibi taraflar ayrışırlar. HDP öncesi Kürt Özgürlük Hareketi’nin parlamenter sistem içerisindeki adayları ya da partilerinin seçmenleriyle, HDP’nin bugünkü aday profillerinin ve seçmenlerinin tam tamına örtüştüğünü söyleyemeyiz. Zaten HDP’nin önemli amaçlarından biri de buydu. Daha önce Kürt Özgürlük Hareketi’ne oy vermemiş olan seçmenin oyunu alabilmekti. Bunun sonucu olarak artık HDP’nin bir değil iki seçmeni var. İkinci seçmen de HDP’nin tarafını bilmekte ve bu tarafın tarifini de yapabilmektedir. Yalnız HDP’nin seçim kampanyalarının renkli atmosferinde bu taraflaşmanın bilgisinde bulanıklaşmalar yaşanmıştır. Çeşitli ülkelerdeki ‘özgürlükçü’ sosyalist partilere benzetilen ve sanki Kürt Özgürlük Hareketi’nden tamamen ayrık bir parti çalışması gibi görünümler oluşmuştur. Bu oluşan görüntünün çevresinde toplananlar, Ankara Kızılay bombası sonrasında bulundukları taraf konusunda endişelenmişlerdir. Artık HDP’nin tarafında olmayacakları kesin gibi olan bu ‘özgürlükçü’ reformistlerin cevaplaması gereken bir soru vardır: Şimdi kime oy vereceksiniz? Yoksa oy atmayarak parlamenter sistemin ya da başkanlık sisteminin bir parçası olmayacak mısınız? Size, sizin sözünüzle cevap vermek isteriz: “HDP’den taraf olmayan AKP’den taraftır”.
Bizim tarafımız başından beri belli, biz anarşistiz. Size sözümüz, bizim tarafımızdan olmayın da sizden başka bir şey istemeyiz.
Baştan beri HDP içerisinde pozisyon alan reformist bireylerin yanı sıra STK’lar, güruhlar ve gruplar 13 Mart’la beraber savrulmalar yaşayacaktır. Savrulmaların sadece HDP’den olması bizi hiçbir şekilde kaygılandırmasa da HDP’den başlayan bu kaçış, Kürt Özgürlük Hareketi’nden ve Kürt halkının meşru mücadelesinden kaçışa dönüşecektir. Bir oyla adaletsizliğe karşı koymak ve özgürlük için bir araya gelme romantizmi, bir bombanın ardından bir gerçekle karşılaştı ve bu gerçek herkesi savuracaktır.
Sıkışmalar sonrasında oluşabilecek savrulmaların tümü otoriteyle, devletle, kapitalizmle yüzleşemeyenler için bir muammayken; biz devrimci anarşistler için tüm sıkışmışlıklara rağmen savrulmamanın berraklığı örgütlülüğümüzde, teorimizde ve eylemimizdedir. Mücadelemizin berraklığı geleneğimizdedir.
The post “Bir Sıkışma Süreci Oy Bir Ayrışma Süreci Bomba!” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Osmanlı’da Anarşizm – Sarayın Kapısına Dayanan Anarşistler: İtalyan İşçi Birliği appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu topraklar üzerinde yaşayan anarşizmi incelemek, üzerine yorum geliştirmek tabi ki kolay bir iş değil. Özellikle son dönemde dünya üzerinde yaşanan toplumsal hareketlerle beraber düşünüldüğünde, anarşizmin toplumsal hareketler üzerindeki etkisinin giderek artmakta olduğu söylenebilir. Bu artan etki, kendini sadece anarşizmin doğrudan etkisi olarak göstermemekte. Anarşizmin siyaset arenasına soktuğu ve tartıştırdığı meselelerin ve kavramların, toplumsal hareketler üzerinde bıraktığı etkisi, hareketlerin mücadele hattı, yöntemi ve mücadelenin dayanağını oluşturan noktaları bütünüyle değiştirerek kendini göstermektedir. Bu değişimi, bu coğrafya üzerindeki toplumsal hareketlerde de gözlemlemek mümkündür.
Tüm bu dolaylı etkilerin yanında, anarşizmin doğrudan toplumsal hareketlere etki eden yanını içinde bulunduğumuz on senelik süreçte yaşamaktayız. Anarşist bir mücadelenin gelenek haline geldiği topraklardaki deneyimler, mücadelenin kendini yeni göstermeye başladığı diğer coğrafyalar açısından yardımcı olma niteliği taşıyor. Öte yandan anarşizmin yerelliklere özgü mücadele anlayışını savunan doğasıyla, bu deneyimlerin farklı özgün koşullarda nasıl daha da farklılaştırılabileceğini gözler önüne seriyor.
Bu topraklardaki anarşizmin, belki de taşıması gereken en önemli özelliği bu. Kendi özgün koşullarında kendini yaratan, kendi coğrafyasındaki mücadelelerin geleneğini bünyesinde barındıran, daha örgütlü, devrimci ve iktidarın bütün yeni biçimlerine karşı yaratıcı ve kalıcı faaliyetler ve söylemler geliştirebilen bir anarşizm.
Tüm bu kaygıları barındıran bir bakış açısıyla, özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde faaliyet yürüten, yürüttükleri faaliyetlerle mevcut siyasete etki eden anarşist hareketleri, örgütlenmeleri ve anarşistleri Meydan Gazetesi’nin bu sayısıyla birlikte irdelemeye başlıyoruz. Bu bölümünde çok derine inmeden Osmanlı’daki anarşizme genel hatlarıyla değinerek bir giriş yapmaya çalıştık. Şu ana kadar, Osmanlı’nın son dönemlerinde anarşist harekete ilişkin yazılanların yetersizliğini göz önünde tutarak hazırlayacağımız bu yeni bölümle, aynı zamanda boşluk gördüğümüz bu literatüre katkı yapmayı umuyoruz. Yine aynı bölüm kapsamında, Dario Antonelli’nin Meydan Gazetesi için kaleme aldığı İtalyan İşçileri Birliği’yle ilgili köşe yazısını da yayınlıyoruz.
Osmanlı’da Anarşizm
Anarşizmin bu topraklarda toplumsal bir etki yaratabilmesi, çok da uzak olmayan bir geçmişe sahip olsa da, anarşizm, bu coğrafyadaki başkaldırı ve mücadele geleneğiyle bağını kurabildiği oranda “sadece bir entelektüel çaba” olmaktan çıkabilmiştir.
Bu coğrafyada, kökleri 19. yüzyılın sonlarına kadar ulaşan anarşizmin, dönemin bütün dünyada ses getiren anarşist yönelimlerinden etkilenmemesi imkansızdı. “Eylemle propaganda” döneminin en etkili olduğu yıllarda, Osmanlı Devleti’nde anarşizmin kök salmaya başlaması rastlantı olmasa gerek. Osmanlı Devleti içindeki farklı etnik unsurların (özellikle Ermenilerin), özgürlükleri için girişmiş olduğu bir dizi “eylemle propaganda” sadece yöntemsel bir tercih değildi. Anarşizm, Osmanlı Devleti içerisinde Ermenilerin bir dizi örgütlenmesinde ideolojik olarak da yer bulmuştu.
Bu ideolojik örgütlenmede, Kropotkin’e yakın isimlerden biri olan Aleksandr Atabekyan’ın rolü büyüktür. 1891’e kadar birçok Batılı anarşistle iletişim halinde olan Atabekyan, dönemin tüm Ermeni devrimci hareketlerinde önemli bir kişiliktir. 1891’de, Londra’da aralarında Kropotkin’in de bulunduğu bir toplantıda Rusça makaleleri basmayı ve yaşadığı coğrafyaya ulaştırmayı üstlenir. Bu niyetle 1895’te Hamanykh’yi (komün) basar. Dergide sadece anarşizm ve Ermeni Devrimci Hareket’e ilişkin makaleler yoktur. Aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin yürüttüğü Ermeni katliamı da derginin önem verdiği konular arasındadır.
Atabekyan, Ermeni Devrimci Federasyon’un içinde de önemli bir yere sahiptir. Bu federasyonun II. Abdülhamit’e girişeceği suikastler, bu eylem biçiminin Osmanlı Devleti’nde giderek artan bir siyasal ifade biçimi kazanmasına neden olacaktır.
Atabekyan’la hemen hemen aynı döneme denk düşen, anarşist yazının ilk eserini Kıbrısizade Osman Bey’in Fransızca yazdığı “Socialisme et Anarchie” oluşturur. Kitap, Sofya’da 1895’te basılmıştır. Bu kitap, anarşizm üzerine basılmış ilk kitaptır. Kitabın, anarşizm tarihinde çok sönük kalmış, ancak anarşist hareket açısından bir o kadar da zengin bir tarihe sahip Bulgaristan’da çıkması gayet anlamlıdır.
Bu dönemin politik zenginliğinin içinde, özellikle Ermenilerin ve Yahudilerin anarşist girişimleri dikkat çekmiştir. Osmanlı içindeki bu anarşist çevrelerin faaliyetleri, modernleşmeye çalışan Osmanlı içerisindeki, modern Batıya daha yakın (hem düşünsel, hem mekânsal) konumları olabilir. Ancak akıldan çıkarılmaması gereken bir nokta da, özellikle Batı dışı anarşizmlerin bu çevrelere etki edebileceği olasılığıdır. Nitekim bu girişimlerin Sofya ve Selanik menşeili girişimler olması dikkat çekicidir.
1910’da, yani Haydar Rıfat Beynelmilel İthal Fırkalar içindeki “Anarşist Fırkalar; Proudhon-Bakunin”e yer verdiği tarihte, bu coğrafyadaki birçok ideolojiye kaynaklık eden İştirak ilk sayısını çıkarttı.
İştirak’ta anarşizm ve anarko-sendikalizmle ilgili de birçok makale yayımlanmıştı. Sosyalist bir çizgiye daha yakın olan gazetede, bu makalelerin yayınlanmasında Baha Tevfik’in etkisi göze çarpmaktadır. Baha Tevfik, 1914’te ölene kadar, İştirak içinde, anarşizmin kendine yer bulmasını sağlamıştı. Materyalizm, Nietzsche, birey vb. konularda yazılarıyla Baha Tevfik, Abdullah Cevdet, Hüseyin Hilmi gibi önemli karakterlerin arasında kendine özgün bir yer edinebilmiştir. Yazdığı “Felsefei Ferd” kitabıyla, liberal olduğu tartışmalarına net bir cevap vermiştir.
İştirak içerisindeki “anarşist çevreler”in, Atabekyan ya da Selanik’te faaliyette olan “anarşist çevrelerle” ilişkisine dair hiçbir veri bulunmamasına rağmen, İştirak’ı hazırlayan düşünsel süreçlerde, özellikle Selanik’te faaliyette bulunanların etkisi göz ardı edilemez. Müslüman olmayan tebaada anarşizm, Osmanlı Devleti karşısında radikal bir tutuma bürünerek radikal eylemleri de içeren bir harekete dönüşmüş, modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan aydın çevre içerisinde anarşizm aynı zamanda entelektüel bir birikimin oluşmaya başladığı bir düşünce de olmuştur.
Sarayın Kapısına Dayanan Anarşistler : İtalyan İşçi Birliği Ondokuzuncu yüzyılın 70’li ve 80’li yılları arası, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine girdiği, hükümetin zayıfladığı, Mısır üzerindeki hâkimiyetin zayıfladığı, Balkanlar’da savaşların ve ayaklanmaların yoğunlaştığı bir dönemdir. Bu durum, Akdeniz’in doğu havzasının, enternasyonalistlerin ve devrimcilerin dikkatlerini yönelttiği bir coğrafya olmasına yol açmıştı. Aynı dönemler, bahsi geçen bütün bu bölgelerde enternasyonalistlerin ve devrimcilerin, İtalyan göçmen işçiler ve sınırdışı edilen siyasi işçilerin oluşturduğu grupları örgütlediği dönemlerdi. 1870’de aralarında anarşistlerin de olduğu kalabalık İtalyan topluluklarının yaşadığı Mısır-İskenderiye’de ilk anarşist örgütlenmeler oluştu. Bu örgütlenmelerden biri, 1877’de Verviers’teki (Belçika) AIT kongresinde temsil edildi. Aynı süreçte İstanbul’da, İtalyan İşçi Birliği (La Società Operaia Italiana di Mutuo Soccorso) 1863’ten beri faaliyet gösteriyordu. Bu birlik, sürgündeki 14 İtalyan işçi tarafından kurulmuştu. Radikal düşüncelerden etkilenen bu birliğe sadece işçiler üye olabiliyordu. 30 Nisan 1876’da, AIT’in İsviçre seksiyonunun çıkardığı “Jura Federasyonu Bülteni”nde bir makale, Türkiye’deki duruma adandı. “Türk hükümeti sıkıntıda… Hersek’teki savaş İstanbul’da bir devrime yol açabilir” başlığıyla verilen haberde, altı aydır ücretleri ödenmeyen tersane işçilerinin Donanma Bakanlığı’na gittiği, burada bakanın işçilerin delegesini yumrukladığı, sonrasında Veziriazam’a gittiğini, buradan da kötü bir şekilde kovulduğunu, son olarak da padişahla görüşmeye saraya gittikleri, ancak saraya girmeden iki birlik asker tarafından etraflarının sarıldığı yazıldı. Selanikli Gemiciler
1878 Eylül’ünde İtalyan anarşist Errico Malatesta İskenderiye’dedir. Kasım’da İtalyan Konsolosluğu’nun önünde gerçekleştirilen bir eyleme katılan diğer anarşist eylemcilerle beraber, Fransız gemisiyle doğrudan Suriye’ye sürgün edilir. 1881’de, Londra’da düzenlenen anarşist kongrede, hem Osmanlı hem de Mısır temsil edilmiştir. Errico Malatesta, sadece Mısır Federasyonu değil, aynı zamanda İstanbul’daki anarşist örgütlerin de delegesi konumundadır. Bu birkaç veri bile tarihin bu belirli kesitinin tam anlamıyla keşfedilmeye ve tekrar değerlendirmeye ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Özellikle Avrupa anarşizmi ve enternasyonalist hareketi ile genelinde Akdeniz havzasında, özelinde Türkiye’de anarşizmin ve işçi hareketlerinin arasındaki ilişkiye odaklanan çalışmaları devam ettirmeye daha fazla ihtiyacımız var. İtalya Anarşist Federasyonu’ndan Dario Antonelli
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post Osmanlı’da Anarşizm – Sarayın Kapısına Dayanan Anarşistler: İtalyan İşçi Birliği appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Seçim Tartışmaları(1) appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi’nin daha önceki sayılarında yer verdiğimiz Anarşist Ekonomi Tartışmaları’na iki aylık bir ara verdik. Bu iki aylık süreç içerisinde ilgili bölümü, farklı coğrafyalardan anarşist birey, grup ve örgütlerle “seçimler” başlığıyla gerçekleştirdiğimiz röportajlara ayırdık. Bu röportajları yaparken ilgili birey, grup ve örgütlerden, bağımsız bir durum ya da süreç olarak seçimleri ele almaları yerine, o coğrafyanın siyasi-ekonomik gerçekleri düzleminde bir seçim değerlendirmesi yapmalarını talep ettik. Yaşadığımız coğrafyadaki yaklaşan yerel seçimleri değerlendirirken, daha sağlıklı yorum yapabilme imkanı verecek olan bu deneyim paylaşımlarını, bu yazı dizisinde yayınlıyoruz.
Bu çerçevede, doğrudan demokrasi-seçimler; öz-yönetim-temsiliyet karşıtlıklarını düşünme fırsatı bulurken, anarşizmin seçimlere ilişkin sözünün altı boş bir “oy vermeme” kampanyası olmadığını, farklı bir siyasal gerçeklik arayışı ve uygulanışı olduğunu gözler önüne sermeye çalıştık. Yer verdiğimiz farklı yorum ve değerlendirmelerin, Anarşist Ekonomi Tartışmaları bölümünde uyguladığımız hemen sonuca varmayan, irdeleyen, anlamaya çalışan yöntem biçimiyle benzerlik taşıdığını düşünüyoruz.
İlk yazımızda, Avustralya’dan Melbourne Anarşist Komünist Grubu’ndan David; Bulgaristan Anarşist Federasyonu’ndan Zlatko; Anarşist Federasyon (Fransa)’dan Fred ve anarkismo.net’in editörlerinden Şilili José Antonio Gutiérrez D. ile yaptığımız röportajlara yer verdik.
Bu tarz bir sürecin sonunda ortaya çıkacak siyasi tahayyülün Chiapasları, Rojavaları, Taksim-Gezi İsyanlarını anlamada bir bakış açısı sağlamaya katkıda bulunacağını umarak, Anarşistlerin Seçim Tartışmaları’nın ilk bölümünü sizlerle paylaşıyoruz.
Meydan: Öncelikle ülkenizdeki güncel politik durumdan bahseder misiniz; kaç parti var ve halk üzerindeki etkileri nedir? Bu partiler gerçekten iddia ettikleri gibi toplumun içindeki kesimleri temsil ediyorlar mı? Ve eskileriyle yenilerini karşılaştırırsak, siyasi partilerde büyük değişiklikler var mı?
Zlatko-FAB: Belki 5-6 farklı parti var – yöneten sınıfın yaklaşan seçimde ihtiyacı olan çember sayısı kadar (eski Komünist partinin “Doktrin” ve “Devlet güvenliği”, bugünün “İşadamları”, “Oligarkları” ve “Mafyası”). Yöneten sınıfın dışında bir grup insanı temsil edebilen hiçbir parti yok. Bütün bu partiler bir şekilde yöneten sınıf tarafından yaratılıyor ya da destekleniyorlar. Siyasi partilerin izledikleri yol ve programlarında ufak değişiklikler var.
Bunun sebepleri, gücün yöneten sınıflar arasında yeniden paylaşımı ve “sıradan seçmenin” politik farkındalığının gerilemesi. Yöneten sınıfın içindeki bölünmeler, bu partilerin siyasetini de etkiliyor ve her geçen sene daha zayıf ve dağınık hale geliyor. Yani eğer bir hareket varsa da yanlış yönde gidiyor (eğer seçimlerin “halkı iktidara” getireceğini düşünüyorsanız).
Güncel duruma gelince – hükümet berbat (şimdiye kadar gelen tüm hükümetler gibi temelde yöneten sınıfı gözetiyor); halk, partilerin kendisini hiçbir şekilde temsil ettiğine inanmıyor; parti üyeleri kendi çıkarları için orada kalıyorlar. “Sınıflar”, “temsil edilen gruplar” ve benzeri herhangi bir siyasi gündem yok.
Bu yüzden halk siyasi partilerde herhangi bir umut görmüyor ama bu ülkede başka şekilde yaşayabileceklerine inanmıyorlar. “Batıda”, gerçekten işleyen, “normal devletler” olduğuna inanıyorlar. Çünkü “bizim” devletimizde yöneten sınıf, insanları “bir şeylerin değiştiğine” inandırmak için “yeni” politikacılarla “yeni” partiler ve hareketler yaratıp duruyor.
Fred-IFA: Siyasi partiler gerçekte değişmezler. Yenileri oluşturulabilir – ya da isim değiştirebilirler – ama hep aynı politikacıdır. Yeni partilerin ortaya çıkması, sadece o kişilere bir iş bulmak içindir. Aslında 6-7 ana parti var. Diğerleri bu gruplara katılabilir ya da yereldir. Bunların yarısı sol-kanattır ama ana sorun toplumun sağ yanıdır ve tabii iki ana partinin. Eşcinsellere ve Romanlara karşı yabancı düşmanlığı ve ayrımcılık artıyor. Daha önce eşcinsel evliliğine karşı gösteri yapan aşırı sağcı gruplar, farklı başlıklarda örgütlenmeye devam ediyor: Eşitlik karşıtlığı, kadın hakları karşıtlığı vb. En büyük değişim, toplumda büyük takipçisi olan aşırı muhafazakar grupların saldırılarında, hatta bazıları çok şiddetli.
Diğer yandan siyasi partilerin genelde o kadar fazla etkisi yok. Birçok insan oy vermiyor ve politikacılara güvenmiyor. Fakat diğer kolektif yapının daha fazla etkisi yok. Örneğin sendikalar etkilerini kaybediyor, çünkü bir mücadele olduğunda gidebilecekleri kadar ileri gitmiyorlar. Grevi durdurup politik açıklama talep ediyorlar… Ama politikacılar işçilerin haklarını yok ederken patronlar için iyi çalışıyorlar.
Değişmesi gereken şey, insanların bireyci düşünce yapısı çünkü kolektif olarak kazanmanın yolunu bulamıyorlar.
David-MelbACG: Avusturalya’da ulusal seçimler Eylül’de yapıldı ve bir hükümet değişikliğiyle sonuçlandı. Liberal Ulusal Parti (LNP, merkez sağ) %10’un üzerinde bir farkla kazandı. İki ana parti, LNP ve Emek (merkez sol) insan hakları ve ekonomi üzerine benzer politikalar ile yürüdüler. İki parti de eşcinsel evliliği desteklemiyor (Avustralya’nın çoğunluğu desteklediği halde), ikisi de mülteci göçünü azaltmak için sığınmacıların hapse atılmasını onaylıyor. Liberal partinin resmi görüşü iklim değişikliğine inanmıyor (çoğu Avustralyalı inanıyor). Emek partisi inanıyor ama çözüme yönelik etkili değişiklikler yapmıyor. Üçüncü bir parti var, oyların %9’unu alan, sosyal demokrat (ılımlı sol), çevreci ve sosyalist odağı ama aslında sosyal kapitalistler olan Yeşiller.
Anarşistler bu siyasi yapıyı nasıl etkiliyorlar? Siyasi arenadaki sözü nedir?
Jose A.: Bu soruda, anarşistlerin toplumsal mücadele içindeki rolünü anlamak çok önemlidir. Solda seçimlere katılan müttefiklerimiz olabilir ve onlara sempati duyabiliriz ama bizim rolümüz her durumda iki tarafı keskin kılıç olan seçim alanında değildir. Seçimler belirli bazı meseleleri ileri taşımak için yararlıdır ama burjuva kurumlarının meşruiyetini pekiştirirler ve gerçek mücadelenin nerede olduğu konusunda kafa karışıklığı yaratırlar: Sınıf mücadelesinde ve mevcut düzene karşı halk hareketinde. Solun bir kısmının bu taktiği kullanmak istemesini anlasak da, bizim rolümüz sokaklardadır, doğrudan demokrasiyi, halkın gerçek gücünü, tabandan yukarı toplumsal örgütlenmeleri yaratmak, gücü yöneten sınıftan, kapitalistlerden alıp işçilere, sıradan insanlara vermektir.
Zlatko-FAB: Bulgaristan genelinde anarşist hareket içindeki bireylerin hepsi aynı değil. Bazıları, bazen, birbirlerini eleştirmekle ya da medyanın vurguladığı ama kitleler için önemli olmayan sorunlar üstüne çalışmakla çok fazla meşgul oluyorlar. Medyanın tamamen yok sayması ve yöneten sınıfın diğer ezme biçimlerinden ayrı olarak, bu da siyasi durumda eksik olan anarşist etkinin nedenlerinden biri. Sadece halkın değil, çoğu “aktivist’in” de modern toplumsal ezme biçimlerinin üzerine kurulduğu toplumsal ilişkiler ve sınıfsal yapı konusundaki anlayışı eksik. Bu yüzden, “anarşistler” insanlarla konuştuklarında ana akımın söylediğinden farklı bir şey söylemeleri gerekmiyor ve söyleseler bile kimse anlamıyor. Ben ikinci problemin çok önemli olduğuna inanıyorum ama bu röportajın konusu dışında.
Fred-IFA: Biz, anarşistler olarak sendikalarla, kolektif yapılarla (kütüphaneler, kooperatif, vb.) ve belirli anarşist gruplarla ilişkiliyiz. Uygulamada anarşist alternatifler diye tanımladığımız şeyi geliştirmeye çalışıyoruz. Öz-yönetimli yapıyı ya da alternatifi oluşturmak istiyoruz. Gruplarımızda, kütüphanelerde, gazetede, radyo programında vb. anarşist düşünceleri ve pratikleri yaymaya devam ediyoruz.
Siyasi partileri umursamıyoruz ve kolektif projelerde bile bu partilerle çalışmak istemiyoruz. Örneğin sol-kanat partileri Paris’te düzenlenen öz-yönetim fuarına katılmaya çalıştılar ama biz onları hala reddediyoruz. Toplumsal hareket istediği gücü ve perspektifleri kendi başına bulmalıdır, bu işi sözde uzmanlara bırakmamalıdır.
Bizim savunduklarımız öz-yönetim ve otonomidir.
David-MelbACG: Bazıları en sosyalist seçenek olarak Yeşiller’e oy veriyor ve bazı anarşistler Daniel Cohn-Bendit önderliğinde, siyasi değişimi bu yolla etkilemek için Yeşiller’e katıldılar ama pek başarılı olamadılar. Diğerleri tam anlamıyla anarşist bir platformda, seçimlere doğrudan karşı çıkıyor, genelde anti-kapitalist ekonomi, karşılıklı yardımlaşma farkındalığını yükseltiyor ya da bazen basit parodi ya da hiciv yapıyorlar. Avustralyalıların büyük çoğunluğu da seçimleri “eğer oy vermek herhangi bir şey değiştirseydi yasak olurdu” sözüyle eleştiriyorlar. Anarşist doğrudan eylem, politika değişimi ya da seçim sonuçları üzerinde çok etkili olmasa da, mülteci gözaltı merkezlerinin kapatılması gibi belirli durumlarda değişimi zorlayan etkili bir araç olduğu geçmişte kanıtlanmıştır.
Anarşistlerin özellikle seçim zamanlarındaki yaklaşımı nedir? Ve bu yaklaşımın kamuoyunda nasıl bir yeri var?
Jose A.: Bazı insanlar dar bir politika anlayışına sahipler ve sadece ancak seçimlere katıldığınız zaman politik olduğunuzu düşünüyorlar. İnsanlara farklı bir yaklaşımla şunu anlatmak gerekiyor: Her gün, düşüncemizi her açıkladığımızda, sesimizi her yükselttiğimizde, komşularımızla, sınıf arkadaşlarımızla, iş arkadaşlarımızla bir araya gelip her karar aldığımızda politika yapıyoruz. Patronların, yöneten sınıfın en çok korktuğu politika budur: Çünkü bu politikanın sadece oyuncuları değil, oyunun kurallarını da değiştirme potansiyeli vardır. İnsanlar doğrudan demokrasiyi keşfedip kendi meselelerine gerçekten katılmayı ve gerçek gücü istediklerinde, devrimcilerin esas görevi bir alternatif göstermektir, insanların mücadele ederek zaten geliştirdikleri deneyimi daha da genişletmeleri için araçlar vermektir. Bugün ihtiyacımız olan, tabandan yukarı daha çok örgütlenme ve yaşamak istediğimiz tipte bir toplumu halk hareketiyle uygulamaya koymaktır. Yöneticiler bizi aksine, değişikliğin tepeden geldiğine ikna etmek isteseler de, birçok değişiklik bu yolla, doğrudan mücadeleyle, isimsiz kitlelerin politikaya akın etmesi yoluyla meydana geliyor.
Zlatko-FAB: Tabii ki boykotu yayıyoruz. Ve her sene seçimleri biz kazanıyoruz – halkın %50’si hiç oy kullanmıyor. Tabi ki bu kadar çok etki yarattığımızı iddia etmiyoruz. Bir alternatif olarak doğrudan demokrasi hakkında konuşuyoruz ve son yıllarda bu iyi karşılanıyor ama bunun nedeni maalesef bu terimin daha popülerleşmesi. İnsanların bunu nasıl algıladığı net değil – son zamanlarda birçok politikacı “öz-yönetim” ve “doğrudan demokrasi” kelimelerini kullanmayı seviyor, hatta bazen “ulusallaşma”, “güçlü-el” ve “vatan hainleri mahkemesi” ile birlikte. Halka açıklanacak çok şey var ama yandaş medyanın sesini aşmakta zorlanıyoruz.
Fred-IFA: Gerçek şu ki insanlar artık oy vermiyor. Bizim yapmamız gereken, onları oy vermemeye ikna etmek değil, direnmek için kolektif yapıyı oluşturmak ve somut dayanışmanın yeni biçimlerini yükseltmektir. Birçok ufak kolektif deneyim var ama büyük etkileri yok, çünkü çok yerel çalışıyorlar. İşlerimizden biri de bu deneyimleri daha büyük bir hareket oluşturmak için federe etmektir.
Şu anda çok fazla mücadele yokken, örgütlerimizi yeni insanları katmak konusunda güçlendirmeliyiz, büyük etkinlikler (kitap fuarı, uluslararası toplaşma) ya da şenlikler düzenlemeliyiz. Bazıları başarılı olabilir ama anarşist gruplar hala zayıf. Etkimiz, militan sayımızdan çok daha önemli ama onu da sayısal olarak ifade etmek zor.
David-MelbACG: Avusturalya medyası iki ana partiye ya da sağ kanat Hristiyan partilerin yarattığı sansasyonel manşetlere sıkıca odaklanmış durumda. Anarşistlerin çoğu seçimlere doğrudan tepki vermiyor. Bazı anarşistler, bloglar ya da bildiriler ve posterler yoluyla seçimler hakkında yorum yapıyorlar. Avustralya’da oy vermek zorunlu olduğu için birçok anarşist oy vermeyerek ceza riski alıyor ya da “oy verme” kartları ve broşürleri dağıtarak hapis riski alıyor. Bu taktiklerin başarısı çok az ve pek ilgi çekmiyor.
Anarşistlerin seçim zamanı düzenledikleri eylemler ya da kampanyalar nelerdir? Anarşistler tarafından harekete geçirilen bu kampanyalar ya da eylemler amaçlarına ulaştı mı?
Jose A.: Türkiye’deki durumu bilmiyorum ama başlatılan hareket ne olursa olsun genel duruma bağlıdır. Anarşistler çoğu zaman çekimser oy ajitasyonu yaparlar ki bence bu esas meseleyi kaçırmaktır. Esas mesele seçim yanlısı ya da seçim karşıtı olmak değil, kendimizi neden seçim kampanyasıyla sınırlıyoruz? Bizim çoğu zaman negatif değil, pozitif bir formül ajite etmemiz gerekiyor: Bizim alternatifimiz seçim günü değildir, bizim alternatifimiz insanların mücadele ve örgütlenme kapasitesini artırmaktır, sadece mücadele yoluyla anlamlı değişimin meydana geleceğini göstermektir, iktidarda kim olursa olsun. Ben kişisel olarak bunun en iyi alternatif olduğunu düşünüyorum ama bu, bir çekimserlik kampanyası ya da bir seçim boykotu çağrısının yapılması gereken zamanlar yoktur anlamına gelmiyor, özellikle de mücadelenin yükseldiği ve insanların yönetici bloka karşı itaatsizliğin sesini güçlü çıkarabileceği zamanlarda. Bunlar hep genel duruma bağlı. Yine genel duruma bağlı olarak, istisnai zamanlarda, örneğin bir azınlık ya da ezilen grup için ya da yoğun tepki dönemlerinde ya da bir askeri cunta durumunda, bir sol kanat alternatifini desteklemek önemli bile olabilir. Fakat bunlar örgütlenme ve harekete geçme kapasitesinin ciddi şekilde sınırlandığı istisnai durumlardır. Anlaşılması gereken en önemli şey, bizim anarşistler olarak görevimizin başka yerde olduğudur, yeni bir dünya yaratmak için gerekli yetenekleri inşa etmemiz ve insanların kendi yeteneklerine güvenmelerini sağlamamız gerekiyor. Tam da bu nedenle anarşizmin amacı ve aracı arasında, taktiği ve stratejisi arasında çelişki yoktur. Biz ezilenler olarak doğrudan eylemi sadece mücadele mekanizması olarak değil, aynı zamanda tabandan yukarı yeni bir dünya yaratmak için öneriyoruz.
Kendimize sormamız gereken en önemli soru, halkın mücadelesi için eylemlerimizin etkisi ne olur, öz-yönetim kapasitesi için, nasıl ezildiğini ve nasıl sömürüldüğünü anlamak için?
Zlatko-FAB: Seçimleri, özel eylemler örgütleyecek kadar önemli görmüyoruz. Çoğu zaman kendi gazetemizde yazmaktan daha fazlasını yapmıyoruz ve belki sokaklarda duvarlara bazı sloganlar… İlk (ve “demokrasi” geldikten sonraki son) referandumda, farklı önerileri ve sahte oyları topladığımız bir kampanya başlattık ve bunları web sitemizde yayınladık. Toplumun farklı örgütlenmesi için bir alternatif önerecek kadar güçlü değiliz, sadece bunun hakkında konuşabiliyoruz ve yapabildiğimiz kadarıyla uyguluyoruz. Seçimler sadece bu konuda konuşmak için bir fırsat. Genelde insanlar onaylıyorlar, ama… Hepsi bu – yine gidiyorlar ve ‘”aha az kötü olanı seçiyorlar”.
Fred-IFA: Oy vermeme kampanyası duyurmamıza gerek olmasa da, olumlu perspektifi yükseltmek için “ideolojik” kampanya yapmak zorundayız: Öz-yönetim, bedava ulaşım, toplu satın-alma, vb. Yapması uzun süren bir iş. Biz seçimlerden sadece büyük bir kampanya yapmak için faydalanıyoruz. Kendi gündemimizi oluşturmak istiyoruz.
David-MelbACG: Herhalde en bilineni, sürekli Melbourne’de seçimlere katılan Joe Toscano’nun kampanyası. Bir sandalye kazanmak için en az %40 gerekirken genelde %1’den az oy alıyor. Medyanın merkez-dışı siyasete ilgisizliği nedeniyle anarşist farkındalığı ya da geniş toplumsal ya da ekonomik sorunları yükseltmek üzere ana akım dışında tasarlanmış kampanyalar büyük ölçüde yok sayılıyor.
Dünya çapında, birbirinden etkilendiği söylenen hareketler olduğunu biliyoruz. Bunlardan bazıları doğrudan demokrasiye ilişkin büyük deneyimler yarattılar. Ve bazıları da hükümet iktidarını amaçlayan partilerin seçim kampanyalarına evrildi. Tüm dünyada meydana gelen bu yeni toplumsal hareketler sonrasında seçimlerin yeni anlamını yorumlar mısınız?
Jose A.: ABD’den Mısır’a, dünya çapındaki hareketler bize demokrasinin radikal bir sorgulamasının olduğunu gösteriyor. İnsanlar dünyayı yöneten ufak elitin bütün bu oyunlarından bıktı, usandı. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler, sonunda hep altlarındakileri aldatıp soyuyorlar. On yıllardır ilk defa, anarşistlerin bakış açısı milyonlara ulaşma potansiyeli taşıyan, eylemlilik için kullanışlı bir rehber haline geldi. İnsanların görüşleri genelde anarşizme yakınlaşıyor çünkü anarşist düşünce, ayaklanan işçi sınıfının pratiğinden türemiştir. Bu fırsatı kullanmamız ve programımızla kitlelere ilham vermemiz gerekiyor ama iki aşırı uçtan kaçınmalıyız: Faydacılık ve aşırı-ideolojileştirme. Reformlar için mücadele ve toplumsal dönüşüm arasındaki dengeyi korumamız gerekiyor. “Tek yol devrim” gibi geniş sloganlardan kaçınmamız ama devrimci amaçlarımızı kitlelerden gizleyip sisteme dokunmayan bir reformlar listesinin de ötesine geçmemiz gerekiyor. Net konuşmalıyız, uzun vadede toplumun radikal dönüşümünü amaçlayan en acil talepleri vurgulamalıyız. Bu kolay bir iş değil ama bir yerden başlamamız gerekiyor.
Zlatko-FAB: Eğer “doğrudan demokrasiye ilişkin deneyimler ve hareketler” sonunda “hükümet gücünü elde etmeyi” amaçlıyorsa, bizim kesinlikle “yeni toplumsal hareketlere” ve “seçimlerin yeni anlamına” karşı çıkmamız gerekir. Bu “yeni hareketin” önerdiği her şey, ezilen sınıfların gözlerini boyamanın yeni bir yolundan başka bir şey olamaz. Bulgaristan’da 100 yıldır her türden sosyalist hareket’le berbat deneyimler yaşadık ve bugün bile bazılarımız (FAB örgütü dâhil) eski komünist partinin ideolojik takipçileri tarafından aldatılıyor. Çalışmalarımız bazen bizi farklı gruplarla yan yana getirdi – ulusalcılardan komünistlere kadar, bir şekilde ihanete uğramadığımız bir seçim hatırlamıyorum. Anarşizmin bütün tarihi, ideolojik ödünün sadece zarar getireceğidir. Bunun hakkında yeterince bilgimiz var. Fakat iyi niyetli olduğumuz için, genelde diğer örgütlerle işbirliği aramamız anlaşılabilir bir durumdur. Ve çoğu zaman hata yaparız – insanları kabul etmemiz gerekir, ama ideolojileri değil.
“Yeni toplumsal hareket” eğer dünya için gerçek bir alternatif haline gelecekse hem kapitalizmi, hem de devleti reforme etme niyetinden vazgeçmelidir. Buharlı trene jet motoru takarak uzay gemisi yapamazsınız (tabii bir Cem Yılmaz filminde değilseniz).
Fred-IFA: Bize göre, seçimler kuralları değiştirmek için iyi bir yol değil. Biz hükümet gücünü elde etmek istemiyoruz, onu yok etmek istiyoruz. Toplumu örgütlemenin yolu kolektif mücadele biçimleridir. İspanya’da olanlar, örneğin, önemlidir. “Los Indignados”dan sonra İspanya halkı zorunlu göçlere ve büyük projelere karşı yeni örgütler oluşturdular. Bu hareket Arap ülkelerinde, Yunanistan’da devrimlere ilham verdi. Faşist ve aşırı muhafazakar grupların geri gelmesine dikkat etmemiz gerekiyor. Dinin iktidarına karşı da savaşmak gerekiyor. Birçok ülkede anarşizm kendi yolunu ararken yeniden doğuyor ya da yeni başlıyor. Birçok toplumsal hareket kendilerine anarşist demiyor ama bizim için onlar anarşist. Önemli olan kolektif olarak neyi inşa ettiğimizdir.
Taksim Direnişini coşkuyla izledik, haberleri ve bildirileri yayınladık. Şüphesiz, insanlar değişim için harekete geçmenin yeni yollarını buldular. Bazı Kürt coğrafyalarındaki doğrudan demokrasi ve otonomi de ilginç olabilir.
Biz, Fransızca-konuşan anarşist federasyon (FA) olarak bilgi, destek ve tartışmaları paylaştığımız Uluslararası Anarşist Federasyonlar (IAF-IFA)’la ilişkiliyiz. Açık fikirli bir örgütlenme biçimini yükseltiyoruz, ezilmeye ve köleleştirmeye karşı mücadele etmek için yeni ilişkiler kuruyoruz ama bunu anarşistler olarak yapmak istiyoruz.
Şili’de bazı anarşistler, toplumsal mücadele daha fazlasını kazanamaz diyerek siyasi partilere katıldılar. Bize göre bu bir hatadır ve bu strateji anarşist hareketi zayıflatıp bölmüştür.
Mücadele için kullandığımız şeyler: Otonomi, federalizm, doğrudan demokrasi çok önemli. Seçimlere katılmadan da hükümeti (yok edecek kadar güçlenmeden önce) istediğimiz gibi davranmaya zorlayabiliriz. Bu mücadelelerde sadece anarşistler değil halk da gücünü ve isteklerini artırır. Şüphesiz, bu daha zor ve daha çok zaman alıyor ama yükseltmek istediğimiz şey budur. Diktatörlüğün hiçbir türünü istemiyoruz.
David-MelbACG: Halkın çoğunun temelsiz bir demokrasi inancı var. Arap Baharı, Occupy, Diren Gezi, vb. nihayetinde sadece bozuk bir siyaseti getiriyor ya da devam ettiriyor, yani demokratik hükümeti. Occupy sonrasında Obama tekrar seçildi. Gezi sonrasında eğer Erdoğan kazanmazsa muhtemelen Kılıçdaroğlu kazanacak ve neo-liberalizm, ulusalcılık ve anti-Kürt politikalar devam edecek. Bu toplumsal hareketlerin bir sonraki seviyesi, işçilerin özyönetimi, evlerin ve mahallenin komünal yönetimi, kadın ve etnik azınlıkların bağımsızlığı, vb. doğrudan katılım sistemleri başlatmak olmalıdır, hükümetten bu idealleri onaylamasını beklemek değil. Seçimlerin yeni anlamı demokratik değişim talebi değil halkların bağımsızlığının ve gücünün arttırılması olmalıdır. Demokrasi sadece kültürel, politik ve finansal çoğunluğa hizmet eder çünkü çoğunluğun iktidarına odaklanan bir sitemdir.
Çeviri : Özgür Oktay
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Seçim Tartışmaları(1) appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>