The post “Demokrasinin Muğlaklığı” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Demokrasiyle Sıkıştırılıyoruz Demokrasinin bu sınırlı yapısında dahi muhalefet etmekte ısrarcı olan “demokratik” seçim, referandum, plebisit vb. yanlıları, aynı stratejinin bir parçası olarak devletli sistemin aldatmacasına dahil olurlar. Bu sistemin içinde kazanmak yoktur. Kazandığını zannetmek vardır. Demokrasi kelimesinin içeriğini “daha iyi” dolduranlar, yalnızca kelimenin varoluşundaki kötülüğü kamufle ederler.
15 Temmuz’da yaşanan darbe girişiminin ve sonrasında ilan edilen OHAL uygulamalarının, coğrafyadaki siyasette yarattığı dönüşüme tanık olmaktayız. Bu dönüşümün sadece siyasetle sınırlı kalmadığı, ekonomiden topluma, bu dönüşümün birçok farklı alanda etkisinin olduğu bir zaman diliminin içinde yaşıyoruz. Bu dönüşümün siyasal alandaki dönüştürücülüğünü yapısal, kurumsal ve söylemsel olarak hissetmekteyiz.
Yapısal olarak hissetmekteyiz, çünkü Tayyip Erdoğan ve partisinin, devletin yapısında bir değişikliğe gittiği açık. Bu yeni yapıyı güçlendirmek adına, kurumlar arası hiyerarşi de yeniden şekillendirilmekte, hatta bazen olmayan kurumlar var edilerek politik işleyişe dahil edilmektedir.
Bu dönüşümün söylemsel iz düşümünü anlamak için, yine Tayyip Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrasındaki politik açıklamalarında aramak gerek. Söylemsel düzeyde, siyasal iktidarın (bu siyasal iktidarın artık bizzat Erdoğan’da vücut bulduğunu gözden kaçırmadan) demokrasiyle ne kadar haşır neşir olduğuna ilişkin girişilen ufak bir çaba bile, bu dönüşümü anlamamız açısından bir kolaylık sağlayacaktır.
Demokrasi Sevdası
Tayyip Erdoğan’ın 15 Temmuz’dan bu yana Cumhurbaşkanlığı resmi internet sitesine kayıtlı konuşmalarına bir göz attığımızda:
İlk konuşması 15 Temmuz sonrasında gerçekleşen “ulusa sesleniş” konuşması… Konuşmanın “millete hitap” diye isimlendirilmesi bile sürecin siyasal söyleminin nasıl değiştiğini görmek açısından önemli bir ibaredir. 19.07.2016’daki “millete hitap” konuşmasından 14.12.2016’daki 32. Muhtarlar Toplantısı’na kadarki süre içerisinde toplam 42 konuşma gerçekleştirilmiş; gerçekleşen bu 42 konuşmada, demokrasi kelimesi 165 kez dillendirilmiştir. 15 Temmuz öncesinde gerçekleşen ve yine aynı kaynaktan bulunabilecek 42 konuşamadaysa, demokrasi kelimesi sadece 45 kez dillendirilmiştir. 15 Temmuz öncesi ve sonrası demokrasi kelimesi kullanımlarındaki bu fark, kelimenin 15 Temmuz’dan sonra nasıl da popülerleştiğini göstermek adına kritik bir ayrıntıdır.
Özellikle 15 Temmuz sonrası “demokrasi meydanları”na, “demokrasi nöbeti” tutanlara, “demokrasi ve şehitler mitingleri”ne yönelik konuşmalarda kullanılan demokrasi kelimesi sayısı, 15 Temmuz öncesi gerçekleşen uluslararası konferanslardaki konuşmalardaki sayısından bile (BM Medeniyetler İttifakı Buluşması konuşması, Dünya İnsani Zirvesi konuşması vb.) daha fazladır.
15 Temmuz’dan sonraki konuşmalarda demokrasi kelimesinin beraber kullanıldığı diğer kelimeleri gözden geçirdiğimizde “demokrasi mücadelesi”, “demokrasi nöbeti”, “demokrasi direnişi”, “demokrasi meydanı”, “demokrasi ülkesi”, “demokrasi dersi”, “demokrasi destanı”, “demokrasi kahramanı” gibi ikili kullanımların yanı sıra, “demokratik parlamenter sistem”in, “gerçek demokratlığın” övüldüğü “tatlı su demokratlığı”nın yerildiği konuşmalara rastlamak mümkün. Bunun dışında kısmen demokrasi tanımlarının yapıldığı konuşmalarda “demokrasi milli iradenin üstünlüğüdür”, “demokrasi milletin taleplerinin iktidar olduğu bir rejimdir” gibi ibarelerle demokrasi, 15 Temmuz sonrası oluşan siyasal ortama göre yeniden tanımlanmaktadır.
Demokrasinin Muğlaklığı
15 Temmuz’dan sonra ilan edilen OHAL, çıkarılan KHKlar, sıkıyönetim uygulamalarıyla tutuklananlar, kapatılan dernekler-basın ve yayın kuruluşları… Bu ve benzeri uygulamaların her geçen gün arttığı, devlet baskısı ve şiddetinin her geçen gün daha fazla hissedildiği bir ortamda mevcut siyasi iktidarın demokratik olmamak ve hatta diktatörlükle eleştiriliyor olmasını, yukarıda örneklediğimiz söylemsel dönüşümle beraber düşündüğümüzde, iş içinden çıkılmaz bir hale dönüyor.
OHAL süreciyle beraber, yaşadığımız coğrafyada gözlerimizden kaçmayan demokrasiye ilişkin bu ikirciklik aslında küresel siyaset sahnesinde de mevcuttur. Örneğin ABD’nin dünyanın farklı coğrafyalarındaki işgallerini meşrulaştırmak için demokrasiyi kullandığını ya da İsrail devletinin Filistinlileri öldürme hakkını “demokratik seçim”lerle sağladığını biliriz. Batı diye tabir edilmeyen coğrafyadaki bazı siyasal iktidarların diline dolanan ya da Arap Baharı gibi süreçlerde ulaşılacak hedef olarak gösterilen demokrasi teriminin içerdiği tezatlıkları görmek açısından önemlidir.
Dolayısıyla, ya demokrasi kavramının birbiriyle tezat halde bulunan milyonlarca anlamı var ya da kavramın kendisi anlamsız. Jean-Luc Nancy “demokrasinin her anlama (politika, etik, hukuk, uygarlık) geldiği için hiçbir anlam ifade etmez” olduğu tespitinde bulunuyor. Siyasal erdemin tümünü temsil ettiği ve ortak iyiliği sağlamanın tek yolu olduğu için kelime, en sonunda her sorunlu niteliği, her türden sorgulama veya tartışma olanağını ortadan kaldırıyor.
İçinde bulunduğumuz süreçte Tayyip Erdoğan ve partisinin ağzına pelesenk ettiği demokrasiyi, benzer bir yerden düşünmek gerekiyor. Yani kavram varoluşsal olarak her tarafa çekilmeye müsait. Birisi bir şeyi demokrasi için yaptığını söylerken; başka birisi aynı şeye, neden olarak demokrasiyi göstererek karşı çıkabilir. Demokrasinin ifade ettiği toplumsal modelin neye tekabül ettiğine ilişkin muğlaklık açıktır. Her şey demokrasi için yapılır, her icraat daha demokratik olma vaadiyle desteklenir.
Demokrasinin bu belirgin olmayan anlamı, terimle kast edilenin devletin kuruluş biçimi mi yoksa devletin yönetim tekniği mi olduğunun anlaşılmamasında yatar. Yani terimle iktidarın hem meşrulaştırması hem de işleyiş biçimi tanımlanır. Bu Georgio Agamben’in ifadesiyle hukuksal-anayasal bir terminolojinin bir yönetim tekniğiyle uzlaştırılmaya çalışılmasıdır.
Demokrasinin bu ikili anlamına benzeyen durum, Aristotales’in “politea” ve Rousseau’nun “toplum sözleşmesi” terimlerinde de mevcuttur. Kelimeler “anayasa” ile “yönetim”i imler. İkisi de birbirinden farklı olmasına rağmen, bu anlamların aynı kelimelerle karşılanmasıyla birbirine bağlanır.
Yine Agamben’den alıntılarsak “Bugün hükümet ve ekonominin gitgide her türlü anlamdan mahrum bırakılan halk egemenliği üzerindeki ezici hakimiyetine tanık oluyorsak bunun nedeni; Batı demokrasilerinin borçlarıyla birlikte kabul ettiği bir felsefi mirasın bedelini ödemekte olmasıdır belki de”. Bunun anlamı şudur; devletin başı konumundaki siyasal iktidar ya da hükümet basit bir icra aygıtıymış gibi gösterilir. Yani “milli irade”nin sadece uygulayıcısıdır. Ancak devlet iktidarının temel gizemi “milli irade”, halk egemenliği vs. değil, bu siyasi iktidarın uygulayıcısı olmasında yatar.
Demokrasiyle beraber birbirini meşrulaştıran ve birbirine tutarlılık kazandıran bu iki unsur, birbirine demokrasiyle bağlanır. Ancak birbirinden farklı bu iki unsur nasıl birbirine bağlanır buna ilişkin herhangi bir veri yoktur. Yönetimin kuruluş biçimi, yönetim tekniğine indirgenir. Demokrasi kelimesinin muğlaklığı buradan gelir.
Kutsal Demokrasi
Şimdiki devlet iktidarının, demokrasinin varoluşsal muğlaklığından yararlanıyor oluşu tam da beklenendir. Bize farklı gelen OHAL sürecinde demokrasinin içerisinde bulunan bu zıtlığın, bu kadar aşikar biçimde görünmesidir. Mevcut siyasi iktidar bir taraftan seçilmişliği üzerinden, öte yandan “demokratik işleyişi yok edici başka bir gücü bertaraf etmesi” (15 Temmuz) üzerinden iktidarını iki kez demokrasiyle kutsamış, yaptıklarını ve yapacaklarını iki kez meşrulaştırmıştır. Bu meşruluk sağlandıktan sonra, yine aynı şekilde seçilmiş olmalarına rağmen vekillerin, belediye başkanlarının ya da diğer seçilmişlerin hapse atılmasının ya da görevden alınmasının aynı mantıkta tutarsız olduğu açıktır. Keza bunun dışında birçok baskı ve şiddet dolu uygulama, aynı tutarsızlık içerisinde konuşulur. Örneğin, 15 Temmuz’dan sonra yükselen idam isteminin “halk istiyor” diye ifade edilip “demokratik bir talep” ya da “milli iradenin isteği” kapsamında tartışılması…
Mesele bu tutarsızlığın bizzat demokrasinin içerisinde olduğu gerçeğini kavramaktır. Platon’un “demokrasi paradoksu” bu noktada kullanışlıdır: Halk bir tiran tarafından yönetilmek istediğinde ne olacak? Bu varoluşsal zıtlığı içerisinde taşıyan demokrasinin aptallaştırıcı etkisidir. Siyasi iktidarın demokratik olmadığından dem vurarak yine demokrasi içerisinde bir çözüm arayışı, aynı tutarsızlığı ısrarla devam ettirmektir.
Demokrasinin bu sınırlı yapısında dahi muhalefet etmekte ısrarcı olan “demokratik” seçim, referandum, plebisit vb. yanlıları, aynı stratejinin bir parçası olarak devletli sistemin aldatmacasına dahil olurlar. Bu sistemin içinde kazanmak yoktur. Kazandığını zannetmek vardır. Demokrasi kelimesinin içeriğini “daha iyi” dolduranlar, kelimenin varoluşundaki kötülüğü kamufle ederler yalnızca.
Tayyip Erdoğan ve AKP’nin “devleti ele geçirirken demokrasiyi öldürdüğü”ne üzülenler, sadece demokrasinin bu etkisinde kalmamakta, bu etkiyi kendileri de üretmektedir. Bir sonraki aşamada, demokrasiyi yoktan var eden “oylama” benzeri uygulamalarda, sorunsallaştırdıklarına çözüm aramakta; aynı kısır döngü içerisinde çözüm bulamamaktadır. Yaşadığımız coğrafya içerisinde, “toplumsal muhalefet”in sorundan kurtulmak için önerdiği “yaratıcı” çözümler yoğunlukla buna odaklanmış vaziyettedir. Oysa “oylama ya da benzeri demokratik çözümler aslında, bir üst gücün talep ettiği rızadır. Bu güçle aynı fikirde olunduğu sürece rıza olarak çalışır.”
Demokrasiyi Tanımlama Gerekliliği
Bir tarafı demokrasi bir tarafı diktatörlük olan bu ikiz yapının nasıl birbirinden ayrılamayacağını anlamak için seçimlerin hangi yollarla yapıldığına, partilerin ve parlamenter grupların nasıl kurulduğuna, yasaların nasıl önerilip, oylanarak kabul edilip, nasıl uygulandığına bakmak yeterli olacaktır.
Demokrasinin bu aldatıcı etkisini kırabilmenin yegane yolu, onu iyi tanımlayabilmekten geçer. “Demokrasi bir yalandır, zulümdür ve gerçekte oligarşidir; yani ayrıcalıklı bir sınıfın çıkarlarını gözeten birkaç kişinin yönetmesidir.” der Malatesta ve şöyle devam eder; “Diktatörlükler, demokrasilere yalnızca iktidarı ele geçirebilenlerin daha rahat despotluk ve tiranlık yapabileceği bir yönetim biçimi bulduklarında karşı çıkar.”
The post “Demokrasinin Muğlaklığı” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Seçim Zorbalıktır ” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin oluşumuna ilişkin kuramlar oluşturulurken, bireyin varlığına ilişkin öngörü ve düşüncelerden de yola çıkılmıştır. Bunların en bilinenlerinden biri Thomas Hobbes’un devletli ilişki biçimini yücelttiği düşünceleridir. Ona göre insanın doğasında kötülük vardır. Devamlı olarak çıkarı peşinde koşan bir varlıktır. Tüm insanları bu özelliğe sahip bireyler olarak düşündüğümüzde, hepsi bireysel çıkarlarını tatmin etmek için sürekli olarak birbiriyle çatışacaktır. Bireylerin birbirine karşı güvensizliğine dayalı böyle bir ortamda kaygıya dayalı bir yaşam hüküm sürecektir. Hobbes işte bu şekilde tasvir ettiği durumu, doğa durumu olarak adlandırır. Bu güvensizlik durumunun aşılması daha üst bir otoritenin oluşması ile ilgilidir. Tüm haklarını devlete devreden insan, ancak devlet aracılığıyla güvende olacaktır.
Geçtiğimiz günlerde, Diyarbakır’da, 17 yaşındaki bir liseli, okuldan eve dönerken elleri kirli ve terli olduğu gerekçesiyle tutuklanarak Diyarbakır D Tipi Cezaevi’ne gönderildi. “Güvensizlik ve kaygı ortamında”, devletin vatandaşa yönelik bu tarz müdaheleleri tabiki “güvenlik” nedeniyle.
Bugün, devlet varlığının doğası gereği üst otorite olma konumunu kaygısızca kullanmaktadır. Ve tabi yine aynı gereklilikle, bu zora dayalı otoritesi, ezilenlere yönelmektedir. Seçim arefesinde yaşanan, Ankara Katliamı aynı sürecin bir parçasıdır. Devlet, haklı bir gerekçeye ihtiyaç hissetmeden “zor kullanma hakkını” kullanmaktadır. İstisnai haller (vatandaşın güvenliği, terör tehlikesi…) yaratarak gerçekleştirdiği katliamlar artık neden ya da meşruiyet aramaksızın gerçekleşmektedir. Seçimler gibi, devlet iktidarının meşruiyetinin merkezinde olduğu iddia edilen bir süreç dahi, ezilenlere yönelik şiddet sarmalının ortasında vuku bulmaktadır.
Seçim Zorbalıktır!
Seçim gündemine ilişkin Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yaptığımız seçim değerlendirmesinde, seçimlerin kalem kalem hangi araçları kullandığını yazmaya çalışmıştık. Yalancılık, sihirbazlık, hipnoz, illüzyon yaratmak, kandırmaca, hile, manipülasyon ve sürü psikolojisi üzerine kurulan bir seçim pratiğinin hiçbir açıdan bireyin iradesini yansıtamayacağından bahsetmiştik. 1 Kasım’daki seçimler giderek yaklaşırken, seçimler ile ilgili gözden kaçırılmış bir özelliğin bir özeleştirisini vermek gerek. Seçim yukarıda da hatırlattığımız araçların yanı sıra, başlı başına bir zorbalık biçimidir. İçinden geçtiğimiz süreçte yaşanmakta olan devlet zorbalığı da aslında seçim süreçlerinin en önemli özelliklerinden biri olarak son derece somut ve ne yazık ki son derece kanlı bir biçimde karşımızdadır.
Zorbalık yöntemi, her ne kadar genel seçimlerde demokrasi kılıfıyla özenle kapatılmaya çalışılsa da, özellikle yerel seçimlerde kendini belirgin kılmaktadır. Yerel düzeyde ekonomik ve siyasi iktidarı ele geçirme çabası, adayların ya da grupların birbirlerini yok etmesine kadar gitmektedir. Burada bahsedilen gruplar sadece siyasi partiler düzeyinde değil, devletin en ufak yerel organizasyonundan (örneğin muhtarlık) payına düşeni almaya çalışan mafyavari yapılanmalara kadar uzanmaktadır.
Yerel seçimlerde açıktan işleyen zorbalık yönetimini bir kenara bırakırsak, özellikle genel seçimlerdeki demokrasicilik oyunu ile kamufle edilen zorbalık, 7 Haziran seçimlerinden bu yana 1 Kasım’a uzanan süreçte kendini belirgin kılmaya devam etmektedir.
Haziran seçimlerinden istediği meşruiyeti alamayan AKP hükümeti, 7 Haziran’dan önce ağzına pelesenk ettiği “seçilmiş irade” olma durumunu unutup, demokrasicilik oyunu ile kendi yarattıkları konum ve duruma tezat oluşturacak şekilde, 7 Haziran seçimleri yapılmamış gibi davrandı. Seçim illüzyonu ile edilen sözde meşruluğu edinmeden, bizzat AKP hükümetinin kendisi seçimleri manasız kıldı. Yani kendi kurdukları mantıkla “180 derece” ters bir durum yaratmış oldular.
Suruç Bombalaması ile zorbalığa dayanan, meşruluğunu da bu zorbalıktan alan yeni bir politika izlenmeye başlandı. 22 Temmuz’dan bu yana, sokağa çıkma yasaklarından katliamlara varıncaya, devlet zorbalık yöntemiyle, “terörle savaş” adı altında mevcut siyasi pozisyonunu korumaya çalışıyor. 7 Haziran öncesi Tayyip Erdoğan’ın ısrarla her fırsatta dile getirdiği, muhtarları bile bu konumundan dolayı kutsadığı “seçilmiş” olma durumu şimdilerde unutulan bir özellik haline geldi. Aslında devlet tüm araçlarıyla bu konumu vatandaşa unutturma konusunda kararlı. Yakın bir süre öncesinde, “atanmışların” yani valilerin emriyle görevinden alınan “seçilmiş” belediye başkanları durumun düzeyini ve 7 Haziran öncesindeki demokrasicilik oyununu anlamak açısından önemli bir örnek.
İki seçim arasında yaşanan bombalamalarla beraber, devletin katlettiği insan sayısı altı yüzün üstünde. Suruç’ta 33 ve Ankara’da 106 kişi dolaylı ya da doğrudan devlet eliyle katledildi. Sadece Cizre’de yaşanan bir haftanın üstünde süren OHALvari uygulamada katledilenlerin sayısı 22. Bunların arasında 35 günlük bebek de 60’lı yaşlarında insanlar da var. Peki bu durumu nasıl anlamak gerek?
Despotizm, totaliterizm, diktatörlük…
Mevcut hükümetin elinde bulundurduğu siyasal iktidar, farklı zamanlarda farklı isimlerle adlandırıldı. Diktatörlükten faşizme, totaliterizmden monarşiye, padişahlıktan başkanlığa farklı siyasal yönetim ve sistemlerle ilişkilendirildi. Zorbalıktan yola çıktığımızı düşündüğümüzde, bu kavramlaştırmanın da bir siyasal sisteme denk düştüğünü eklemek gerek. Uymak zorunda olunan ne bir anayasa ne de bir hukuk sistemi olan, sadece devlet başındaki kişi ya da grubun istek ve kaprislerine dayanan bu siyasal sistem despotluk olarak tanımlanır. Kelime, Yunanca’da efendi anlamına gelip, hane içinde köle ve hizmetçilere sahip olanlar için de kullanılmıştır. Keza fiili başkan Tayyip Erdoğan’ın, Bizans’tan Prusya’ya farklı tarihlerde farklı coğrafyalarda despot unvanına sahip yöneticilerin uygulamalarına taş çıkaran bir yönetim sergilediğini kabul etmek gerekir.
Öte yandan bu tarz benzetmelerle belki de gözden kaçırdığımız bir durumu dile getirmek gerek. Yazının başlangıcında da vurgulamaya çalıştığımız, bu tartışmanın bir biçim değil öz tartışması olduğudur; devletli sistemin falanca biçiminin diğer biçimlerinden daha az demokratik ya da demokratik olduğunu vurgulayarak bir kıyaslama yapmak değildir. Altı çizilen nokta devletin varoluşunda bu tarz bir öze sahip olduğudur. Daha önce yayınlamış olduğumuz sayılardaki farklı yazılarda, devlet zorbalığının açık bir şekilde ortaya çıktığı “istisnai hallerin” aslında anarşist bir perspektiften yola çıkılarak ortaya koyduğumuz bir yorumdur.
Yaratılmaya Çalışılan Korku
1 Kasım Seçimleri yaklaşırken, devlet, savaşı bir yandan meşru ve demokratik iktidarını kazanmak yani “seçilmiş” iktidar olabilmek için bir seçim propagandası olarak kullanmakta; öte yandan olası “seçilmiş” mertebeyi kazanamama ihtimalini de gözden kaçırmayarak, siyasi iktidarını cebren devam ettirmek için bir yöntem olarak kullanmaktadır.
Seçim propagandası olarak, özellikle Kürdistan coğrafyasındaki uygulamalar sadece katliamlar, operasyonlar, baskı ve şiddet aracılığıyla yıpratma amaçlı olarak kullanılmamakta; teknik açıdan da iktidarını riske sokacak herhangi durumu ortadan kaldırmaya yönelik girişimler olarak da, oy sandıklarının taşınmasından, ilçe bazında seçimlerin iptaline varıncaya sürmektedir.
Mevcut hükümetin aslında geçici olduğu, iktidardaki parti dışındaki tüm partiler tarafından ısrarla vurgulanmakta. Tabi bu sıfat, hükümetin hareket kapasitesinden herhangi bir şey azaltmıyor. Zorbalık uygulamalarıyla, seçim propagandası dışında hedeflenenler, 1 Kasım sonrasını öngörmek açısından önem taşıyor. 7 Haziran seçimleri sonrasındaki gibi, “istisnai” durumlar yaratılarak, devlet iktidarının kendi düzenini sağlamak için zor kullanması normal bir hale getirilmeye çalışılıyor. İki seçim arasındaki süreçte kendi hukuku ve yasalarını askıya alan iktidar, meşruluğunu dayandırdığı demokrasicilik oyununu da askıya almıştır. İşte böyle süreçlerde devlet özüne geri döner; varlığını borçlu olduğu zor kullanımını kendi düzenini kabul ettirmekte kullanır. Bu kabul tamamıyla zor aracılığıyla oluşturulan korkuya dayanır.
Cumhurbaşkanı’ndan geçici hükümetine, kolluk kuvvetlerinden medyasına zorbalık üstüne kurulu bu iç ve dış politika stratejisinin gizlediği bir şey var. İktidar konumunda elde edilmiş ekonomik ve siyasi çıkarların gelecekte yitirileceği korkusu… Bu korku, devleti tüm kurumlarını ve araçlarını kullanarak her şeye saldırmaya itiyor. Anarşist bir yoldaşın söylediği gibi “tarih sahnesinden ayrılmadan önce kendi dünyalarını yıkma”larının korkusu bu. Çünkü korkuları gerçekleştiğinde kendilerini neyin beklediğini biliyorlar. Yine aynı anarşist yoldaşın söylediği gibi, “Faşizmi sonsuza kadar yok etmeye hazırız, hatta cumhuriyetçi hükümete rağmen.”
The post ” Seçim Zorbalıktır ” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Demokrasi ve Anarşi ” – Errico Malatesta appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İtalya, İspanya ve Rusya’daki azılı diktatörlükler, dünyanın geri kalanında daha gerici ve ürkek partilerde özlem ve gıpta uyandırırken, yoksunlaştıran “demokrasi”ye yeni bir hava getirdi. Bunların sayesinde, işçilere uygulanan baskıların ve katliamların sorumluları, hain politika sanatına alışkın olan bu eski rejimin yaratıkları yeniden ortaya çıkıyor. Bunlar, cesaret edebildikleri yerlerde, kendilerini ilerici takdim ederek, özgürlük adına yakın geleceği ele geçirmeye çalışıyorlar. Ve mevcut duruma bakılırsa başarabilirler.
Diktatör rejimler tarafından yapılan demokrasi eleştirileri ve demokrasinin yalanlarını ve kusurlarını gösteren bu eleştirilerin tarzı üzerine söylenecek birkaç söz var. Ve Cenevre Konferansı sırasında, tatlı-sert bir iletişimimiz olan Bolşevik sempatizanı ve ayrıca kendine anarşist diyen Hermann Sandomirski’yi hatırlıyorum, şu aralar Bakunin ve Lenin’i birleştirmeye çalışıyormuş, bakın hele. Bu zat Rusya rejimini savunmak için, Kropotkin alıntılarıyla demokrasinin düşünülebilecek en iyi toplumsal yapı olmadığını ispatlamaya çalışıyordu. Kullandığı akıl yürütme yöntemi bana yine başka bir Rus’u hatırlattı ve ona, çarın kadınları soyması, kırbaçlaması ve asması karşısında uygar dünyanın öfkelenmesine “erkekler ve kadınların eşit hakları olacaksa, aynı zamanda eşit sorumluluk almalıdırlar” şeklinde cevap veren yurttaşlarının*, benzer şekilde akıl yürüttüklerini söyledim. Bu işkence ve hapishane destekçileri, kadınların haklarını yalnızca yeni zulümlerine bahane ararken hatırlarlar! Aynı şekilde diktatörlükler demokrasilere yalnızca iktidarı ele geçirebilenlerin daha rahat despotluk ve tiranlık yapabileceği bir yönetim biçimi bulduklarında karşı çıkarlar.
Bana sorarsanız, sadece akademik açıdan bile baksak, en kötü demokrasiyi, en iyi diktatörlüğe tercih ederim. Tabi ki demokrasi, sözde halkın egemenliği, bir yalandır; ancak yalanlar her zaman için yalancıları biraz olsun bağlar, rastgele güç kullanmasını engeller ve kullanabileceği gücü sınırlar. Tabi ki bahsedilen “halkın egemenliği”, egemenliğin soytarısıdır, başındaki taç ve elindeki değnek kartondan olan bir köledir.
Ancak özgür olmadığı halde özgür olduğuna inanmak, köle olduğunu bilip ve köleliğini kaçınılmaz ve adil kabul etmekten her zaman daha iyidir.
Demokrasi bir yalandır, zulümdür ve gerçekte oligarşidir: Yani ayrıcalıklı bir sınıfın çıkarlarını gözeten birkaç kişinin yönetmesidir. Ama yine de, onu daha kötüsüyle değiştirmek isteyenlerden farklı olarak, ona karşı özgürlük ve eşitlik adına mücadele edebiliriz.
Demokrat olmamamızın sebeplerinden biri de, demokrasinin eninde sonunda savaşa ya da diktatörlüğe yol açmasıdır. Fakat diktatörlük destekçisi de değiliz çünkü başka birçok sebebin yanı sıra, diktatörlük her zaman demokrasi isteğini uyandırır, demokrasiye geri dönüşü kışkırtır ve böylece halkların sahte özgürlükle açık ve vahşi tiranlığın arasında sürekli gidip geldiği kısır döngüyü sürdürür.
Bu yüzden hem demokrasiye hem diktatörlüğe karşı savaşımızı ilan ediyoruz. Fakat onların yerine neyi koyuyoruz?
Tüm demokratlar yukarıda bahsettiğim gibi –halk adına halka baskı kurmak, istismar etmek ve ezmek isteyen, bunun farkında olan ya da olmayan ikiyüzlüler– olmayabilir. Özellikle genç cumhuriyetçilerin arasında, demokrasiye ciddi şekilde inananlar ve demokrasiyle herkes için tam ve eksiksiz gelişme özgürlüğünün elde edilebileceğini düşünenler var. Bu insanları uyandırmamız ve “halk” soyutlamasının, yaşayan gerçeği, farklı ihtiyaçları, tutkuları ve bazen tutarsız arzuları olan erkekler ve kadınları karşılamadığını göstermemiz gerekir.
Buradaki maksadımız parlamenter sisteme ve milletvekillerinin “halkın iradesini” gerçekten temsil etmesi için öne sürülen fikirlere karşı kritiğimizi tekrar etmek değildir ki bu elli yıllık anarşist propaganda sonucunda kabul gören ve fikirlerimizi yadsıyan bazı yazarlar tarafından bile tekrarlanan bir kritiktir (örn: Siyasal Bilimler Senatörü Gaeteno Mosca).
Bizler, bahsedilenleri parçalara ayırıp incelediklerinde, bu sözlerin ne kadar boş olduklarını kendilerinin göreceği inancıyla, genç arkadaşlarımızı daha kesin bir dil kullanmaya davet etmek için kendimizi zorlayacağız.
“Halkın Hükümeti / Egemenliği” hayır, çünkü burada öngörülen şeyin, –halkı oluşturan tüm bireylerin oybirliğinin- asla olamayacağını öngörüyoruz.
Eğer bunu “çoğunlukta olanın iktidarı” diye adlandırırsak gerçeğe çok daha yakın olurdu. Bu durumda, diğerlerinin iradesine boyun eğmek ya da isyan etmek zorunda olan bir azınlıktan bahsetmeliyiz.
Ancak çoğunluğun temsilcileri bile asla bütün sorunlarda birden hemfikir olamamışlardır ve bu yüzden çoğunluk ilkesine tekrar başvurmak gerekir (ç.n.: meclisteki oylama). Böylece, sistemin “seçmenlerin çoğunluğu tarafından seçilmiş bir çoğunluk hükümeti” olduğu gerçeğine daha da yaklaşırız.
Sistem, daha şimdiden, azınlık iktidarına güçlü bir benzerlik göstermeye başlamıştır.
Ve seçimlerin hangi yollarla yapıldığını, partilerin ve parlamenter grupların nasıl kurulduğunu, yasaların nasıl önerilip, oylanarak kabul edilip, nasıl uygulandığını düşünürsek, tarih boyunca sürekli deneyimlenen gerçeği anlamak kolaylaşır: demokrasilerin en demokratik olanlarında bile, her zaman, iradesini ve çıkarlarını güç yoluyla dayatan ve yöneten bir azınlık vardır.
Bu nedenle, her bireyin iradesini, fikirlerini ve ihtiyaçlarını özgürce ortaya koyabilmesi anlamında “halkın iktidarını” gerçekten isteyenler, hiç kimsenin –azınlığın ya da çoğunluğun- başkalarına kendi iradesini dayatamayacağına emin olmalıdırlar. Başka bir deyişle, iktidarları ve her otoriter örgütü yok etmeli, çıkarları ve amaçları ortak olanların özgür örgütlülüğünü oluşturmalıdırlar.
Eğer her grup kendi başına ve her birey yalıtılmış, diğerlerinden bağımsız şekilde kendi maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılayabilecek şekilde yaşayabilseydi her şey çok daha kolay olurdu.
Ancak bu mümkün değil ve mümkün olsaydı bile, istenebilir bir şey olmazdı çünkü insanlığın çöküşüne ve vahşete sürüklenmesine yol açardı.
Her grup ya da birey, eğer kendi özerkliklerini, kendi özgürlüklerini korumaya kararlılarsa, diğer tüm insanlarla aralarında kurulan dayanışma bağlarının önemini anlamalıdır. Ve mümkün olanların en iyisini sağlayan, böylesi bir toplumda yaşamanın gerektirdiği özverileri her fırsatta gönüllü olarak yapmayı bilecek kadar yoldaş sevgisiyle dolu olmalıdırlar.
Ama her şeyden önce, bazılarının fiziksel güçle büyük çoğunluğa kendini dayatması ve sırtından geçinmesi imkânsız hale getirilmelidir.
Jandarmayı, despot için çalışan silahlı adamları yok edelim! Ve bir şekilde özgürce anlaşmaya varalım. Çünkü herhangi bir anlaşma olmadan –özgür ya da zorla- yaşamak imkânsızdır.
Ancak özgür anlaşma bile, entelektüel ve teknik olarak hazır olanlara daha büyük yarar sağlayacaktır. Bu nedenle yoldaşlarımıza ve herkesin iyiliğini gerçekten isteyenlere en acil ve önemli sorunlar üzerinde çalışmalarını tavsiye ediyoruz. Halkın zincirlerini kırdığı gün bu sorunlara pratik çözümler gerekecektir.
Errico Malatesta (1924)
Çeviri: Berkay Tartıcı
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Demokrasi ve Anarşi ” – Errico Malatesta appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>