distopya – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Mon, 25 May 2020 15:02:20 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Yıkmak Yaratmaktır: Ahitler https://meydan1.org/2020/05/24/yikmak-yaratmaktir-ahitler/ https://meydan1.org/2020/05/24/yikmak-yaratmaktir-ahitler/#respond Sun, 24 May 2020 10:52:48 +0000 https://meydan.org/?p=58889 Kadınlar için Erkek Gilead’i Yıkmak Özgürlüğü Yaratmaktır Bekçiler, polisler, güvenlik kameraları ve güvercinler, martılar, kargalar, kediler, köpeklerle dolu sokaklar; sokaklarda aceleyle markete ya da fırına giden ya da dönen birkaç insan, kepenkleri indirilmiş mağaza vitrinleri arasında güç bela açık bulunan bir kitapçı. Kitapçıya yeni gelmiş bir kitap; Damızlık Kızın Öyküsü başta olmak üzere Kör Suikastçi, […]

The post Yıkmak Yaratmaktır: Ahitler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kadınlar için Erkek Gilead’i Yıkmak Özgürlüğü Yaratmaktır

Bekçiler, polisler, güvenlik kameraları ve güvercinler, martılar, kargalar, kediler, köpeklerle dolu sokaklar; sokaklarda aceleyle markete ya da fırına giden ya da dönen birkaç insan, kepenkleri indirilmiş mağaza vitrinleri arasında güç bela açık bulunan bir kitapçı. Kitapçıya yeni gelmiş bir kitap; Damızlık Kızın Öyküsü başta olmak üzere Kör Suikastçi, Tufan Zamanı, Antilop ve Flurya, Nam-ı Diğer Grace, Cadı Tohumu, Kalp Gidince, Evlenilecek Kadın gibi üstopya*ların yazarı olan Margaret Atwood’un Ahitler‘i.

(*Margaret Atwood kendine özgü bilimkurgu romanlarına “ütopya” ve “distopya” kavramlarını birleştirerek “üstopya” adını vermiştir.)

Damızlık Kızın Öyküsü 1985’te, Reagen ve Thatcher’ın “Kadınlar eve dönsün, çoluk çocuklarına sahip çıksınlar.” dediği dönemde kaleme alınmıştı Margaret Atwood tarafından. Neredeyse tüm dünyada dini kisve altında güçlenen muhafazakarlığın, kadınların kazanımları açısından ne kadar ciddi tehdit oluşturduğunu karanlık bir distopyayla apaçık ortaya koymuştu. (Meydan 39, Kadının Distopyası – Mercan Doğan)

Dünyanın en prestijli edebiyat ödüllerinden 2019 Booker Ödülü’nü alan Ahitler, ilk kitabın kaldığı yerden 15 yıl sonrasını anlatıyor. June’u (Offred) değil ama onunla ilişkili üç kadını merkezine alıyor.

Kitabın tanıtım bülteninde şunlar yazıyor: “Ahitler, ilk romanda anlatılan baskıcı Gilead rejimini içeriden yıkmaya çalışan Lydia Teyze’nin, rejimden kaçışın simgesi olan Nicole Bebek’in ve onun ablası Agnes’in mücadele günlüklerinden oluşuyor. Kadınlar bu kez Duvar’a, işkenceye, ölüme rağmen zeka ve cesaretle özgürlüğe kaçışı örgütlüyorlar. Rejim yıkılırken geriye tüm kadınlar için, gelecek için bir kurtuluş vasiyeti kalıyor: Özgürlük duvarların ardındadır.”

Duvarın Ardını Göremediğimiz Korona Günlerinde Distopya

Margaret Atwood’un bütün kitaplarını severek okuyan bir kadın olarak söylemeliyim ki Ahitler -ilk kitaba göre daha olumlu bir sonla bitse ve ben “mutlusonsever” bir okur olsam da- bende ilkinin yarattığı etkiyi yaratamadı. Başta bunun sebebinin, bu kitabın ilk kitaptan 35 yıl sonra olsa da okurların ve kitaptan hareketle çekilen diziyi izleyenlerin, belki de dizinin yapımcılarının baskısıyla alelacele yazılmış olabileceğine dair yorumları okumuş olmanın getirdiği önyargı olduğunu sandım.

Sonra ilk kitabın karanlığını hatırladım. Zifiri karanlık. Bir Damızlık Kız’ın ağzından dinlediğimiz baskıcı Gilead karanlığı. Gilead’de devlet zulmünün ve baskısının, korkunun, kadınlara yaşatılanların karanlığı. Günümüz devletlerinin baskı ve imha politikalarına yapılan atıflar sebebiyle oluşan “mücadele etmezsek bunlar başımıza gelir ve her şey gerçekten kitaptaki kadar karanlık olabilir” hissi…

İkinci kitap yine karanlık ancak bu karanlığı yırtmanın da hikayesini anlatıyor. Daha umut dolu olmasına rağmen neden yaratamıyor ilk kitabın etkisini?

Şu anda hava gerçekten karanlık. Korona krizi sebebiyle her gün binlerce insan yaşamını yitiriyor ve -hala çalışmak zorunda olanlar, zorla çalıştırılanlar ya da evi olmayanlar hariç- herkes evlere kapanmış durumda. Devletlülerin “Hayat Eve Sığar” kampanyaları süredursun, evden çıkması imkansıza yaklaşan kadınlara yönelik şiddet kat be kat artmakta.

Şu anda korona krizinin topluma yaşattığı metaforik karanlığı bir kenara bıraksak da hava gerçekten karanlık. Nisan’ın ortasındayız ama salgın yüzünden -birkaç küçük ara sokak ateşi dışında- 21 Mart’ta Newroz ateşi yakılamadığı için bahar bugüne dek gelemedi, havalar -güneşli geçen birkaç gün dışında- pek ısınamadı. Perdeleri sonuna kadar açık bir pencerenin önünde okudum kitabın tamamını ama güneşi hiç görmedim. Güneş açtığındaysa sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Hal böyleyken kitap beni korkutamadı. Talihsiz zamanlama…

Korku, Risk ve Cesaret

“Korkutamadı” demişken değinmek gerekir ki tarih boyunca her dönemin kendi korkuları olmuştur. Uzunca bir dönemin en korkuncu sayılabilecek olan “cehennem”in etkisini yitirdiğini, ekolojik yıkımlar sonucu günden güne yaygınlaşan kanser, gerçekleşebilecek bir nükleer patlama ya da korona gibi bir salgının daha büyük bir korku unsuru haline geldiğini söyleyebiliriz. Kaynağı ya da sonuçları değişse de korku daima güçlü bir duygudur.

Eski ve Yeni Ahit’i kapsayan, Hristiyan inancının temeli sayılan ve tüm zamanların en çok satan kitabı olduğu söylenen “Kitab-ı Mukaddes”te bile bahsedilen ilk duygu korkudur. Adem bilgi ağacından yiyip çıplak kaldığında utanç ya da başka bir şeyden değil, korkudan bahseder. Tekvin 3:10: “Adem, ‘Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim.’ dedi.” Margaret Atwood’un Ahitler’inde de bu böyle.

Kitabın ilk bölümünde, Lydia Teyze Gilead’in en kirli sırlarını gizlice kaleme döküyor, notlarını saklarken birinin onları bulma ihtimalini düşünüp korkuyor. Aslında kitabın merkezindeki üç kadın da kitap boyunca yakalanmaktan korkuyor çünkü ibret-i alem olsun diye asılıp Duvar’da sallandırılabileceklerini, kurşuna dizilebileceklerini ya da gizlice katledilip kaybedilebileceklerini biliyorlar.

Akıllara 4. sezonu geçtiğimiz günlerde yayınlanan La Casa de Papel dizisindeki Nairobi’nin sözleri geliyor: “Başka ne korkutucu biliyor musun? Gece eve yalnız yürümek. Ama biz kadınlar bunu hep yapıyoruz. Korkuyu benimseyip hayata devam ediyoruz.”

Cinsel saldırı ihtimalini biliriz ama gece sokağa çıkarız. İşten atılma ihtimalini biliriz ama patrondan hakkımızı isteriz. Kafamıza gaz kapsülü gelme ihtimalini biliriz ama polisin saldıracağı eylemlerden geri kalmayız. Risk alırız.

Gündelik dilde risk kelimesi tamamen olumsuz bir içeriğe sahipmiş gibi kullanılsa da aslında İtalyanca “cüret etmek” anlamındaki risicare‘den gelir. Yani risk bir seçim yapmakla alakalıdır, olumlu bir olasılık da barındırır.

“Cesaret, korktuğunu eyleyebilmektir” ya, Gilead’den kurtulabilmek için, herkesi Gilead’den kurtarabilmek ve şimdiye dek zulmedenlerden hesap sorabilmek için risk alıyor kitaptaki üç kadın ve onların etrafındakiler.

Ahitler, “Gilead nasıl yıkıldı?” sorusunun cevabını veriyor. Ancak içinden geçmekte olduğumuz süreçte cevabını hatırlamamız gereken bir soru daha var: “Toplum nasıl oldu da Gilead’i başta kabullendi?”

Korkuyla Meşrulaştırılan Güvenlik Politikaları

ABD’de ekolojik yıkım, hastalıklar, radyasyon gibi sebeplerle kadınların doğurganlığı sıfıra yaklaşmıştır. İnsan türünün tükenişi, büyük bir korku kaynağıdır. Kendilerine Yakup’un Oğulları diyen bir grup komutan darbe yapar ve Gilead’i kurarak bütün toplumu biraz dine, çoğunlukla da kendi çıkarlarına göre yeniden inşa eder. Toplumun bir kesimi Gilead’in baskısını türün devamı için korku duymama kabullenme eğilimindedir, başka bir kesimiyse karşı çıktıklarında başlarına gelebileceklerden korkar.

Jean-Paul Sartre der ki: “Bir duygu dünyayı tamamen değiştirir.” Gilead’in kurulabilmesinin ve bütün zulmüne rağmen varlığını onca yıl sürdürebilmesinin kaynağı olan duygu korkudur. Gilead bu korkuyu kullanmış, iktidarını “güvenlik” bahanesiyle güçlendirmiştir.

Bugün de -tüm dünyada korku filmlerine rağbet yüksek olsa da- herkes güvende yaşamak ister. Ve bugün de bir salgını durdurmak gerekçesiyle -Gilead’dekine benzer- “güvenlik önlemleri” almaktalar devletler.

Hindistan gibi bazı devletlerin, korona virüsü kapanların ellerine -karantina süresinin başlangıç ve bitiş tarihleri yazan- damga vurduğunu izliyoruz haberlerde. Güney Kore’nin her yere bireylerin vücut ısılarını ölçen termal kameralar yerleştirdiğini, etrafta enfekte olan varsa telefona mesaj geldiğini görüyoruz. Fransa’da dört bir yanda drone’ların hem çekim, hem de uyarı anonsları yaptığını duyuyoruz; Gilead’deki Göz’leri hatırlıyoruz.

Çin’in, telefon uygulaması aracılığıyla herkesi adım adım takip ettiğini öğreniyoruz. Kişinin telefonundaki uygulamada yeşil sembol yanması, virüsün hiçbir semptomunu göstermediği anlamına geliyor. Kırmızı, kişinin hasta olduğunu ya da hastalığın semptomlarını taşıdığını ve teşhis konulmasını beklediğini gösteriyor. Sarıysa kişinin salgına yakalanan bir kişiyle temas halinde bulunduğunu, iki haftalık karantina süresinin henüz dolmadığını, hastanede ya da evinde olması gerektiğini hatırlatıyor. Yeşil sembole sahip olmayanlar ulaşım araçlarına, alışveriş merkezlerine hatta kendi işyerlerine bile alınmıyor.

Yaşadığımız coğrafyada da 20 yaş altı ve 65 yaş üstü kişiler, yani sokağa çıkması yasak olanlar için bir uygulama kullanılacağı, evden çıktıkları anda bu uygulama vasıtasıyla uyarılacakları, uyarıyı dikkate almadıkları takdirde cezalandırılacakları söyleniyor. 30 Büyükşehir ve Zonguldak’ta 11 Nisan’da uygulanan sokağa çıkma yasağında -tek bir günde- 18.770 kişiye para cezası verildiği açıklanmıştı. 

Bunların hepsi, salgını önlemek gerekçesiyle başlıyor. Normal şartlar altında toplumun büyük kesimince reddedilecek güvenlik uygulamaları bugün korona korkusuna çözüm olan sağlık uygulamalarıymış gibi gösterilerek meşrulaştırılıyor. Devletler otoriterleşiyor ancak “temkinli”lermiş gibi görünüyor, dolayısıyla vatandaşlar muhbirleşiyor ancak “duyarlı”larmış gibi görünüyor. Devletler korona krizini fırsata çeviriyor.

Damızlık Kızın Öyküsü’ndeki karanlığa benzer bir karanlıktayız. Şimdilik buralarda durum böyle. Ahitler’deyse Gilead yıkıldı. Yani durum, Margaret Atwood’un -kendisiyle korona krizinden önce gerçekleştirilen bir röportajda- dediği gibi: “Mahkum edildiğimiz bir ‘gelecek’ yok. Her çeşit olası gelecek mevcut. Ve hangisini yaşayacağımız bizim şu an ne yaptığımıza bağlı.”

Mercan Doğan

[email protected]

Bu yazı Nisan 2020 tarihinde yazılmış, Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post Yıkmak Yaratmaktır: Ahitler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/24/yikmak-yaratmaktir-ahitler/feed/ 0
Korona Krizi İktidarları Kuvvetlendiriyor: Çin’den Denetim ve Kontrol Sistemlerinde Distopik Yaklaşımlar https://meydan1.org/2020/04/02/korona-krizi-iktidarlari-kuvvetlendiriyor-cinden-denetim-ve-kontrol-sistemlerinde-distopik-yaklasimlar/ https://meydan1.org/2020/04/02/korona-krizi-iktidarlari-kuvvetlendiriyor-cinden-denetim-ve-kontrol-sistemlerinde-distopik-yaklasimlar/#respond Thu, 02 Apr 2020 16:26:58 +0000 https://meydan.org/?p=56705 Koronavirüsün ortaya çıktığı Çin’de devlet korona krizini her bireyi her an istediği gibi takip edebilmek için kullanıyor. Çin, koronavirüs salgınını durdurmak bahanesiyle telefon uygulaması aracılığıyla her bireyi adım adım takip ediyor. İnsanların neredeyse tamamının kullandığı uygulamada yeşil sembol yanması, koronavirüsün hiçbir semptomu göstermediği anlamına geliyor. Telefon uygulaması aracılığıyla kırmızı renkte sembol çıkma durumundaysa bu kişinin […]

The post Korona Krizi İktidarları Kuvvetlendiriyor: Çin’den Denetim ve Kontrol Sistemlerinde Distopik Yaklaşımlar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Koronavirüsün ortaya çıktığı Çin’de devlet korona krizini her bireyi her an istediği gibi takip edebilmek için kullanıyor. Çin, koronavirüs salgınını durdurmak bahanesiyle telefon uygulaması aracılığıyla her bireyi adım adım takip ediyor. İnsanların neredeyse tamamının kullandığı uygulamada yeşil sembol yanması, koronavirüsün hiçbir semptomu göstermediği anlamına geliyor.

Telefon uygulaması aracılığıyla kırmızı renkte sembol çıkma durumundaysa bu kişinin hasta olduğunu, ateşi olduğunu ya da hastalığın semptomlarını taşıdığını ve teşhis konulmasını beklediği anlamına geliyor.

Diğer bir renk olan sarı renk de telefonun sahibinin salgına yakalanan bir kişiyle doğrudan temas halinde bulunduğunu, iki haftalık karantina süresinin henüz dolmadığını ve hastanede olması ya da evine kapanması gerektiğini belirtiyor.

Uygulamanın kullanımı ise şu şekilde: Metro kullanmak isteyen bir insan telefonunu duvardaki bir cihaza okutmak zorunda. Ekranda yeşil sembol yanarsa bu kişi metro kullanabiliyor. Ayrıca metroya bindiğinizde de telefonunuzu duvarlardaki alıcılara okutmanız gerekiyor. Metrodan inmeden önce de telefonunuzu yine okutmanız şart. Bunun nedeni sosyal mesafe sağlanması gerektiği yönündeki bahane. Buna göre ekranda çıkan veriye göre oturumu düzenlenen yolcuların birbirlerinden yeterli uzaklıkta oturmasını sağlıyor. Ayrıca alış-veriş merkezlerinde, işyerlerinde ve neredeyse hemen hemen her yerde bu uygulamaya katılım sağlanmazsa insanlar da hayattan soyutlanıyor. Güvenlik kontrollerinden geçmek zorunda olan insanlar öncelikle polise uygulamalarındaki yeşil kodu göstermek zorunda.

Euronews’in haberine göre distopya bununla da sınırlı değildir. “Black Mirror” adlı dizinin bir bölümüne konu edilen duruma tıpa tıp benzeyen bir uygulama da sosyal kredi. İnsanların kurallara uyması gerektiği bahanesiyle “sosyal kredi” adlı geniş bir bilgisayar ağı da uygulamaya sokulmuş durumda. Kuralları ihlal edenler suç komisyonlarına gönderiliyor. Haklarında uçak bileti alma yasağından kredi çekmeye, iş başvurularını iptale ve hatta ülkeden ayrılmalarına yasak getirme gibi cezalar kesilebiliyor.

Korona krizi de iktidarların hemen her salgını kendisini kuvvetlendirmek için kullandığını, bireyleri ve toplumu hemen her an daha fazla kontrol ve denetim altında tutmaya çalıştığını gösteriyor.

The post Korona Krizi İktidarları Kuvvetlendiriyor: Çin’den Denetim ve Kontrol Sistemlerinde Distopik Yaklaşımlar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/04/02/korona-krizi-iktidarlari-kuvvetlendiriyor-cinden-denetim-ve-kontrol-sistemlerinde-distopik-yaklasimlar/feed/ 0
Kadının Distopyası – Mercan Doğan https://meydan1.org/2017/08/14/kadinin-distopyasi/ https://meydan1.org/2017/08/14/kadinin-distopyasi/#respond Mon, 14 Aug 2017 14:38:00 +0000 https://meydan.org/?p=58953 Damızlık Kızın Öyküsü’nden Metalaşan Kadının Öyküsüne Bir sabah, her sabah olduğu gibi, en yakın arkadaşınla kadın kadına koşuya çıkıyorsun. Dönüş yolunda, her sabah uğradığınız kafeye uğruyorsunuz kahve almak için. Her sabah size servis yapan kadın, artık orada çalışmıyor. Her sabah orada olmayan, o sabah olan erkekler spor taytlarınıza kınayarak bakıyor. Kafenin yeni erkek çalışanı sana […]

The post Kadının Distopyası – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Damızlık Kızın Öyküsü’nden Metalaşan Kadının Öyküsüne

Bir sabah, her sabah olduğu gibi, en yakın arkadaşınla kadın kadına koşuya çıkıyorsun. Dönüş yolunda, her sabah uğradığınız kafeye uğruyorsunuz kahve almak için. Her sabah size servis yapan kadın, artık orada çalışmıyor. Her sabah orada olmayan, o sabah olan erkekler spor taytlarınıza kınayarak bakıyor. Kafenin yeni erkek çalışanı sana kötü davranıyor, küfrediyor. Kartını uzatıyorsun ödeme için, “Banka yanıt vermiyor.” diyor erkek görevli. Tekrar deniyorsun, olmuyor. O sabah, içinde yaşadığın Gilead’deki bütün kadınlar aynı cevabı alıyor: “Banka yanıt vermiyor.” Çünkü bir gece önce kadınların banka hesaplarına el konmuş ve kartları iptal edilmiş, bütün maddi varlıkları eşlerine, babalarına ya da aileden bir erkeğe aktarılmış, kadın tamamen erkeğe tabii kılınmış.

Aynı gün içinde, işinden sadece “kadın” olduğun için kovulduğunu öğreniyorsun, artık gece dışarı çıkamayacağını, kılığının kıyafetinin sınırlanacağını. Ve anlıyorsun, başına gelecekler bu kadarla kalmayacak…

“Hiçbir şey anında değişmez. Derece derece ısınan bir küvette farkında olmadan haşlanarak ölürsün.”

Margaret Atwood’un 1981 yılında yazdığı The Handmaid’s Tale – “Damızlık Kızın Öyküsü” adlı distopya romanı, geçtiğimiz aylarda yine aynı isimle diziye uyarlandı. İlk 10 bölümü yayınlanan dizi, biz kadınlara yaşatılan distopyayı anımsatması açısından oldukça beğeni topladı.

Atwood, kadının savaşmak ya da ucuz iş gücü için gerekli insan yavrularını basan bir makine, bir çeşit damızlık bir hayvan olarak algılandığı, aslında öyle ya da böyle içinde yaşadığımız sistemi yazmıştır. Hayvanların damızlık olarak tanımlanması ya da evcilleştirilmesi ile doğduğunu söyleyebileceğimiz bu muamelenin kadınlara yönelik de yükseltildiği, eskiden ABD olan bölgede karanlık ve yakın gelecekte yaşananları yazmıştır.

Özellikle kadınlara yönelik baskılar çeşitli uygulamalarla arttırılır. Yaşamın her alanına müdahale eden yasalar çıkarılır. Başkan öldürülür. Ordu yönetime el koyar. Terör saldırıları gerekçesiyle anayasa askıya alınır. Hükümet farklı bir yapıya evrilir, Gilead (Yakup’un Oğulları) Cumhuriyeti çıkar ortaya. Bunlar farklı günlerde, farklı aylarda, toplumun desteği alınarak sırayla gerçekleştirilir. Sonunda baskı zirveye çıkar. Bu sırada ekolojik yıkım, hastalıklar ve radyasyon sebebiyle dünya kadınlarının doğurganlıkları neredeyse sıfıra yaklaşmıştır. Doğan az sayıdaki çocuğun çoğu ise sakat olduğundan imha edilmektedir.

Başta bahsedilen o gecenin ardından, insan ırkının devamlılığı bahanesiyle, “doğurganlık özelliğini kaybetmeyen kadınlar” bir bir toplanırlar devlet tarafından ve yeni yönetimin komutanlarına damızlık olarak verilirler.

“Yürüyüşler yapıldı elbette, bir alay kadın ve biraz da erkek. Ama sayıları düşünebileceğinizden daha azdı. Sanırım insanlar korkmuştu. Polisin ya da ordunun ya da her kimseler, yürüyüşler daha başlar başlamaz ateş açacağı duyulunca, yürüyüşler durdu.”

Bütün kadınlar kategorilere ayrılmıştır. Toplumun en üst tabakasında olanlar, yani önemli görevlerdeki erkeklerle evli olanlar mavi giyinirler. Yeşil elbiseli olanlar, doğurgan olmayan kadınlardır, ev işleriyle ilgilenirler. Damızlıklar baştan ayağa kırmızı giyinenlerdir, kendilerine ait isimleri bile yoktur. Damızlığa, kölesi olduğu komutanın adı Fred ise “Offred” (Fred’inki), Warren ise Ofwarren (Warren’ınki) diye seslenilir.

Damızlıkları eğiten ve kahverengi giyinen “teyze”ler vardır. Henüz regl olmamış damızlık adayları ise beyaz giyinirler. Eğer bir kadın bu sınıflardan hiç birini beğenmezse kolonilerden birine gidip ağır işlerde çalışmak, kirlenmiş hava ve toprak yüzünden yavaş yavaş “ölebilmek özgürlüğü”ne de sahiptir ya da Jezebel olarak anılan, komutanların yasa dışı partilerinde “seks köleliği yapabilmek şansı”na da sahiptirler. Bu kadınların hepsi “Göz” adı verilen gizli polislerce gözlenirler.

“Özgürlük, başka her şey gibi görecelidir.”

Reagan ve Thatcher’in “Kadınlar eve dönsün, çoluk çocuklarına sahip çıksınlar” dediği dönemde kaleme almıştır Margaret Atwood bu romanı. ABD ve Avrupa’da dini kisve altında güçlenen muhafazakarlığın kadınların kazanımları açısından ne kadar ciddi tehdit oluşturduğunu, bu korkuyu yaratarak göstermek istemiştir. Damızlıkları eğiten korkunç teyzelerden Lydia der ki romanda; “Birden fazla özgürlük çeşidi vardır. Bir şeyler yapma ve bir şeylerden sakınma özgürlüğü. Eskiden, bir şeyler yapma özgürlüğü vardı. Şimdiyse size sakınma özgürlüğü veriliyor. Azımsamayın bunu sakın.” Muhafazakar-tepeden inmeci zihniyetin gün geçtikçe daha fazla kabul görmesi, tutuculuğun güçlenmesi ve özgürlük gibi kavramların içini boşaltılması… Senaryo gittikçe daha da tanıdık geliyor, değil mi?

“Susturulanlar duyulmak için yaygara koparacaklardır.”

Sustukça, kabullendikçe, sessiz kaldıkça, boyun eğdikçe daha da yakınlaştığımız kapkara bir distopyanın habercisi aslında bu roman ve dizi. Eleştirilecek yanı yok mudur, elbette vardır ancak bu yazının konusu değildir.

Günümüzde erkek devletin erkek iktidarlarının dillendirdiği en az 3 çocuk – 5 çocuk söylemleri, kürtaj yasaları, kadınlara doğum izni uygulamaları, kadın katillerine uygulanan tahrik ve iyi hal indirimleri, yasalarla düzenlenen yaşamlarımız; sustukça, kabullendikçe, sessiz kaldıkça, boyun eğdikçe daha da yakınlaştığımız kapkara bir distopyanın ta kendisi!

*Alıntılar Damızlık Kızın Öyküsü’ndendir.

Mercan Doğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.

The post Kadının Distopyası – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/08/14/kadinin-distopyasi/feed/ 0
Distopya Dizisinden Esinlenen Kadınlar Hükümet Binasını İşgal Etti https://meydan1.org/2017/06/24/distopya-dizisinden-esinlenen-kadinlar-hukumet-binasini-isgal-etti/ https://meydan1.org/2017/06/24/distopya-dizisinden-esinlenen-kadinlar-hukumet-binasini-isgal-etti/#respond Sat, 24 Jun 2017 14:00:07 +0000 https://seninmedyan.org/?p=10031 ABD Başkanı Donald Trump tarafından gündeme getirilen, kürtajın yasaklanmasına ilişkin yasa tasarısına karşı kadınlar eylem yaptı. Kanadalı feminist yazar Margaret Atwood’un Türkçe’ye Damızlık Kızın Öyküsü adıyla çevrilen ve şu sıralarda dizi versiyonu  The Handmaid’s Tale adıyla gösterimde olan romanından esinlenen kadınlar,  uzun kırmızı pelerinler giyip  beyaz boneler takarak Ohio hükümet binasını işgal etti. Kadınlar, geçtiğimiz 13 Haziran […]

The post Distopya Dizisinden Esinlenen Kadınlar Hükümet Binasını İşgal Etti appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

ABD Başkanı Donald Trump tarafından gündeme getirilen, kürtajın yasaklanmasına ilişkin yasa tasarısına karşı kadınlar eylem yaptı. Kanadalı feminist yazar Margaret Atwood’un Türkçe’ye Damızlık Kızın Öyküsü adıyla çevrilen ve şu sıralarda dizi versiyonu  The Handmaid’s Tale adıyla gösterimde olan romanından esinlenen kadınlar,  uzun kırmızı pelerinler giyip  beyaz boneler takarak Ohio hükümet binasını işgal etti.

Kadınlar, geçtiğimiz 13 Haziran günü gerçekleştirdikleri ve söz konusu tasarının gündemde kalması halinde tekrarlayacakları eylemlerinde, tasarının görüşülmeye başlamasını beklerken bakışlarını yere dikip sabit bir şekilde bekledi.

 

Atwood’un söz konusu romanı, “yakın gelecekte” ABD’de geçiyor. Yaşanan ekolojik katliamlar nedeniyle azalan nüfus,  kadınların hamile kalma oranlarının düşmesi ve doğan bebeklerin beşte birinin sağlık bir şekilde dünyaya gelebildiği ABD’yi bu koşulların yanı sıra, “teokratik diktatörlüğe”  dönüştüren bir darbe gerçekleşiyor. Kongrenin lağvedildiği, anayasanın askıya alındığı bu “yakın gelecek ABD’sinde” erkek egemen muhafazakar bir yapı kuruluyor.

Kayna: Çatlak Zemin-Suzan Saner

 

The post Distopya Dizisinden Esinlenen Kadınlar Hükümet Binasını İşgal Etti appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/06/24/distopya-dizisinden-esinlenen-kadinlar-hukumet-binasini-isgal-etti/feed/ 0
Kitap: Yeni Dünya’nın Başlangıcı ve Sonu Hikayeleri https://meydan1.org/2014/07/31/kitap-yeni-dunyanin-baslangici-ve-sonu-hikayeleri/ https://meydan1.org/2014/07/31/kitap-yeni-dunyanin-baslangici-ve-sonu-hikayeleri/#respond Thu, 31 Jul 2014 15:43:18 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/31/kitap-yeni-dunyanin-baslangici-ve-sonu-hikayeleri/   George Orwell – 1984 1984 romanı, distopyalarda sık rastlanan öğelerin, totaliter bir dünya düzeniyle egemen güçlerin, insanların her türlü özgürlüğünü denetler hale geldiği bir kabusu betimler. Romanın anti-ütopik dünyasında, totaliter bir merkezi “tek parti”nin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile halk kontrol altında tutulmakta ve istenildiği şekilde etki edilmektedir.  Ursula K. le Guin […]

The post Kitap: Yeni Dünya’nın Başlangıcı ve Sonu Hikayeleri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Ütopyalar ve distopyalar, insanın toplumsal yaşamının, olduğu biçiminden farklı kurgulanmasına dayanır.

Sözcüğün kullanımı, genellikle ilk ütopya olarak kabul edilen Thomas More’un 1516 yılında Latince olarak yazdığı “Utopia” isimli kitabıyla yaygınlaşmıştır. More’un Ütopya’sı, birçok açıdan Platon’un “Devlet” adlı eserine dayanır. Bu iki eser dışında, Farabi’nin “Erdemli toplum”u, Francis Bacon’ın “Yeni Atlantis”i önemli ütopyalar arasında yer alır.

Ütopyalar, insanlara daha özgür ve daha mutlu bir yaşamın nasıl örgütlenebileceği üzerine görüşler sunarken; distopyalar ise olumsuz ütopyadır ve genellikle otoriter, baskıcı toplumları ifade eder.

George Orwell’in “1984” ve “Animal Farm” (Hayvan Çiftliği) romanları ile Aldous Leonard Huxley’in “Brave New World” (Cesur Yeni Dünya) romanı en tanınmış distopyalar arasında gelir.

 

George Orwell – 1984

?????????????????????????

1984 romanı, distopyalarda sık rastlanan öğelerin, totaliter bir dünya düzeniyle egemen güçlerin, insanların her türlü özgürlüğünü denetler hale geldiği bir kabusu betimler.

Romanın anti-ütopik dünyasında, totaliter bir merkezi “tek parti”nin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile halk kontrol altında tutulmakta ve istenildiği şekilde etki edilmektedir. 

Ursula K. le Guin – Mülksüzler

mülksüzler

Mülksüzler’de konu “Anarres” ve “Urras” adlı bir ikili dünya sisteminde geçer. Roman iki farklı dünya, iki farklı gezegen, iki farklı düşünce sistemi, toplumsal yaşantının iki farklı örgütlenme biçimi arasında geçen bir yolculuk, bir arayış üzerinedir. Anarres Odo’cu anarşistlerin, Urras ise kapitalistlerin dünyasıdır.

Mülksüzler, bu yönüyle bir yandan bir ütopya sunarken, diğer yandan bir distopya sunar. Öte yandan, siyasal ve fiziksel açılardan bakıldığında; ütopya distopya, distopya da ütopya olarak okunabilmektedir. Le Guin’in kendisi de Mülksüzler için “ikircikli ütopya” ifadesini kullanır.

Roman, Shevek adlı Anarres’li bir fizikçinin Urras’a seyahatiyle Anarres’te alıştığı yaşamın tam aksini deneyimleyişini anlatır. Anarres paylaşmacı, dayanışmacı bir topluluğu barındıran ve özverinin gündelik bir norm olduğu çorak bir gezegendir. Urras ise tam aksine verimli toprakları olan ve kolay yaşama olanakları sağlayan bir dünyadır; ancak burada kapitalist ve sosyalist iki rejim birlikte süregelmektedir. Urras gezegeni eşitsizliğin kök saldığı ama kamufle edildiği, tüketimin yüceltildiği, bilimin savaşların ve silahların emrine koşulduğu bir ülkedir.

Aslında le Guin’in Mülksüzler ile, bir yandan kapitalist sistemi, öte yandan da eşitlikçi gibi gözükse de arka planda farklı egemen ilişkilerinin, hiyerarşilerin ortaya çıktığı, özgürlük ve bireysellik sorunlarının ötelendiği “reel sosyalizm” tarzı rejimleri eleştirdiği söylenebilir.

Thomas More – Ütopya

ütopyakitap

More’un eseri, var olmayan bir kurgusal adada geçmektedir. More kitabında aslında döneminin (16. yüzyıl) İngiltere’sine bir eleştiri getirmektedir. Zaten dönemin İngiltere Kralı da bunu böyle algıladığı için, eserleri, görüşleri ve yaşam tarzıyla krala ters düşen Thomas More, 6 Temmuz 1535′te idama mahkum edilmiştir.

More ütopyasında siyasi iktidarın tek elde toplanmasına ve sınıfsal imtiyazlara karşı çıkan bir metin yazmıştır. İlk bakışta eşitlikçi görünen bu ütopyanın altında, bireyi yok sayan ve tek tipleştirici bir toplum mühendisliği ile karşı karşıya kalırız.

Ama yine de çağın belli başlı özelliklerini barındıran More’un kitabı; eşitlik, adalet, özgürlük arayışını barındıran ilk radikal örneklerden biri olarak kabul edilir. 

Ray Bradbury – Fahrenheit 571

fahrenheit

Kitapların yakıldığı, insanların totaliter kişiler tarafından yönetildiği bir dünyayı anlatır Bradbury. Fahrenheit 571 kitapların tutuşma derecesidir. Günümüzde yangın söndürmekle görevli olan itfaiyeciler yerine, burada itfaiyecilerin görevi kitapları yakmaktır.

Kitapların yakıldığı bir dünyadaki insanların düşüncelerini okuyucuya doğrudan aktaran eser; sansüre, endüstri haline gelen sanat yapısına eleştiri sunmaktadır.

Romanda bu kitaplardaki bilgiyi onlar yok edilmeden belleklerine almaya çalışan insanlar diğer önemli kahramanlardır.

Romanda, itfaiyeci önemli bir değişimden geçerek kitapları yakmak yerine korumaya almaya karar verir. Artık mücadele kitapları yakmak ve yaktırmak isteyenlerle bilgiyi korumak isteyenlerin mücadelesine dönüşmüştür.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.

 

 

The post Kitap: Yeni Dünya’nın Başlangıcı ve Sonu Hikayeleri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/31/kitap-yeni-dunyanin-baslangici-ve-sonu-hikayeleri/feed/ 0
“Bir Distopya Filmi: Snowpiercer” – Gürşat Özdamar https://meydan1.org/2014/07/29/bir-distopya-filmi-snowpiercer-gursat-ozdamar/ https://meydan1.org/2014/07/29/bir-distopya-filmi-snowpiercer-gursat-ozdamar/#respond Tue, 29 Jul 2014 17:58:32 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/29/bir-distopya-filmi-snowpiercer-gursat-ozdamar/ “Ayakkabılar başa takılır mı? Hayır, takılmaz! Şapka başa, ayakkabı ayağa takılır. İşte sizler ayakkabısınız ve bizler ise şapkalarız. Sizler hep ayaklarda kalacakken bizler hep başa takılacağız.” Bu sözler, küresel ısınmayı önlemek amacıyla gerçekleştirilen CW7 isimli bir deneyin olumsuzlukla sonuçlanması üzerine, dünyanın buzul çağına dönmesini konu edinen Snowpiercer isimli filmden. Snowpiercer, dondurucu soğuk ve metrelerce kar […]

The post “Bir Distopya Filmi: Snowpiercer” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Ayakkabılar başa takılır mı? Hayır, takılmaz! Şapka başa, ayakkabı ayağa takılır. İşte sizler ayakkabısınız ve bizler ise şapkalarız. Sizler hep ayaklarda kalacakken bizler hep başa takılacağız.”

Bu sözler, küresel ısınmayı önlemek amacıyla gerçekleştirilen CW7 isimli bir deneyin olumsuzlukla sonuçlanması üzerine, dünyanın buzul çağına dönmesini konu edinen Snowpiercer isimli filmden. Snowpiercer, dondurucu soğuk ve metrelerce kar altında ilerleyen bir trenin ismi. Wilford isimli bir şirket geliştirdiği bu trenle, içindekileri dış dünyanın dondurucu soğuğundan koruyabiliyor; ancak trenin hiç durmaması, sonsuz bir biçimde ilerlemesi gerekiyor.

Buraya kadar alışılmış bir bilim kurgu ya da fantastik bir öykü beklenirken, filmin Güney Kore’li yönetmeni Joon-ho Bon’un Le Transperceneige adlı Fransız çizgi romanından uyarladığı bu filmde, bir çok metafor kullanılmış. Sadece kıyamet sonrasının değil; günümüz dünyasının da atmosferini taşıması, filmin etkisini oldukça kuvvetlendirmiş.

Trendekiler sınıfsal konumlarına göre yerleştirilmiş. En arka vagonda en alttakiler, ezilenler var. Ezilenler arasında yer alan Curtis, durumu değiştirmeyi düşünmekte; bunun için de en öndeki lokomotife, trenin yönetildiği yere ulaşmayı hedeflemektedir; “Geçmişteki devrimler, lokomotifi ele geçiremediğimiz için başarısız oldu. Bu sefer lokomotifi ele geçireceğiz.”

Oysa bu hiç de kolay değildir. Wilford’un silahlı elemanları böylesi bir kalkışmaya, doğal olarak(!) izin vermemelerinin yanı sıra, kendilerine trendeki nüfusun belli bir oranda tutulması gerektiği emredildiğinde, bu oranı sağlamak üzere silahlarını ateşleyerek insan sayısını azaltmaktan çekinmiyorlardır. Ezilenlerin küçük yaştaki çocuklarının yine bu silahlı elemanlarca kaçırılarak götürülmelerinin, filmin en vurucu sahnelerinden biri olduğunu, “kıyamet” ya da “felaket” sonrası bu trenin nasıl çalıştığı ile ilgili de merakının giderildiği müthiş sonla anlıyoruz.

Aslında yalnızca son sahnede değil, film boyunca günümüze ait metaforlar ya da birebir aktarmalar, “felaket”in aslında şimdiki dünyada yaşanmakta olduğunu gözler önüne seriyor.

Ön taraftakiler, herhangi bir kısıtlama olmadan ziyafet sofraları kurarken; en arka vagondakiler, “kaynak sıkıntısı” olduğu söylenerek kendilerine dağıtılan protein çubukları ile “besleniyorlar”. Vagonlardan biri okul olarak “hizmet veriyor”; ama çocuklar ön vagonlarda kalanların çocuklarından oluşunca, öğrendiklerinin “dip vagondakiler tembel ve kendi boklarını yiyorlar” olması hiç de şaşırtıcı değil.

İşte Curtis, “sürekli baskı gören, berbat koşullarda yaşayan ve aşağılanan” bir vagondan çıkıp, tüm bu olumsuzlukları değiştirme hayalleri kuruyor; fırsatını bulunca da yola koyuluyor. Başlarda her şeyin sistemin bir kabahati olduğuna, lokomotife ulaşırsa tüm bunları çözeceğine inanıyor.

Curtis’in önündeki tek engel Wilford da değil. Curtis’in çok güvendiği, hatta bilge gibi gördüğü Gilliam da, onun lokomotife varmasını engellemeye çalışıyor. Ona herkesten daha ileriye ulaştığını, artık durması gerektiğini söylüyor.

İlerledikçe, hem vagonlar arası sınıfsal farklar daha da belirgin resmediliyor, hem de vagonlara hapsedilme durumu.

Sonunda, iki kapıdan birini seçmesi gerekecektir Curtis’in. İlki, bu trenden dışarısına; karlar altındaki dünyaya açılan kapıdır. Bunu seçmesi halinde, bu sistemin dışına atmış olacaktır kendini. Diğeri, lokomotife açılan bir kapıdır.

Curtis, lokomotife giden kapıyı seçer; trenin merkezine varmak ister. Burada Wilford’un Curtis’e önerisi, kendisi yerine lokomotifin başına geçmesi olacaktır.

Bu öylesine “mükemmel” tasarlanmış bir trendir ki… En küçük ayrıntısına dek düşünülmüştür. Ama “en küçük” parçasında eksik olan! İşte Wilford bu eksikliği lokomotifin altına yerleştirdiği çocuklarla gidermiştir bugüne dek.

Şimdi Curtis’in, trendeki konumunu seçmekte zorlandığı bir an gelmiştir. Kendi varlığını trende sürdürmesi başkalarının ölümüne bağlı olacak, bu hep böyle gidecektir. Wilford’un seçim diye sunduğu şey, aslında yaşamın yok edilmesinden başka bir şey değildir.

Zaten Wilford bugüne dek, trendeki ekosistemi korumak adına, nüfus artışını dengelemek için isyanları teşvik etmiş, Gilliam’la bir olup Curtis’in ayaklanmasına da bu anlamda yardımcı olmuştur.

Curtis’in kararı, treni ele geçirmek değil; treni ortadan kaldırmak olacaktır. İşte bu, Wilford’la Gilliam’ın akıllarına getirmediği bir seçimdir.

Bu seçim, bir çocuğu yaşam boyu köle yapmak değil; birlikte, dondurucu soğukta da olsa, yeni bir başlangıç yapmayı hayal etmek ve bunu gerçekleştirmek için dışarıya açılan kapıyı patlatmaktır.

Yönetmen Joon-ho Bon filmi burada bitirmek yerine; bir yanda trenden kurtulan iki küçük çocuğu, diğer yanda da dünyada gerçekten de soyları tükenmekte olan bir kutup ayısını göstererek bir gönderme yapmayı seçmiş. Bu göndermedeki anlam biraz da izleyenin yorumuna kalmış. İzleyin, bakalım sizin yorumunuz ne olacak?

The post “Bir Distopya Filmi: Snowpiercer” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/29/bir-distopya-filmi-snowpiercer-gursat-ozdamar/feed/ 0
“Google’ın Savaş Robotları” – Özgür Oktay https://meydan1.org/2014/06/25/googlein-savas-robotlari-ozgur-oktay/ https://meydan1.org/2014/06/25/googlein-savas-robotlari-ozgur-oktay/#respond Wed, 25 Jun 2014 12:52:40 +0000 https://test.meydan.org/2014/06/25/googlein-savas-robotlari-ozgur-oktay/ Google, arama motorunu, Gmail ve Maps(haritalar) gibi yüzlerce hizmetini bedava kullandırmasının karşılığında kullanıcıların bütün kişisel verilerini, sanal ve (Android telefon kullananların) fiziksel her hareketini kaydediyor. Bu sayede kullanıcılara özel reklamlar gösterebildiği için reklam sektörünün en çok kazanan şirketi ve dünyanın en değerli şirketlerinden biri. Ancak bu devasa veri kaynağı, elbette her şeyi kontrol etmeye çalışan […]

The post “Google’ın Savaş Robotları” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Google, arama motorunu, Gmail ve Maps(haritalar) gibi yüzlerce hizmetini bedava kullandırmasının karşılığında kullanıcıların bütün kişisel verilerini, sanal ve (Android telefon kullananların) fiziksel her hareketini kaydediyor. Bu sayede kullanıcılara özel reklamlar gösterebildiği için reklam sektörünün en çok kazanan şirketi ve dünyanın en değerli şirketlerinden biri.

Ancak bu devasa veri kaynağı, elbette her şeyi kontrol etmeye çalışan devletin de ilgisini çekiyor. ABD istihbarat teşkilatı NSA’nın eski çalışanı Edward Snowden, geçen yıl sızdırdığı belgelerle NSA’nın dünyada yaptığı yasadışı dinlemeleri ortaya çıkarmıştı (Bkz. Meydan sayı 12). Snowden’nın sızdırdığı belgelerle birlikte, NSA’nın Google veri merkezleri arasındaki hatların arasında yasadışı bir müdahale ile girerek tüm kullanıcı verilerine ulaştığı ortaya çıktı. Karizmaları çizilen sözde özgürlükçü Google çalışanları, NSA karşıtı küfürlü açıklamalar yapadursunlar, şirketin zaten uzun zamandır ABD devleti ve ordusu ile işbirliği içinde olduğu biliniyor. Üstelik dev teknoloji şirketi Google, ekonomik olarak güçlendikçe yeni alanlara atıldı ve sonunda kaçınılmaz biçimde kapitalizmin en karlı alanı olan savaş endüstrisine de girdi.

Google, son aylarda parasal gücünü kullanarak robotik alanındaki en yüksek teknolojileri bünyesinde topluyor. Google’ın aldığı şirketlerden ikisi doğrudan ordu ile çalışırken; Google, satın aldığı firmaların ordu ile yaptığı işleri durdurmayacağını açıkladı.

Özellikle Boston Dynamics’in internetteki tanıtım videoları, robotların terör estirdiği distopyaların yakında gerçek olabileceğini haber veriyor. Bu robotlar artık kendilerine yetebiliyorlar ve yakında tüm dünyayı saran ve güneş enerjisi ile çalışan (fişi çekilemeyen) bir iletişim ağı ile birbirlerine bağlanabilecekler.

Google’ın son dönemde satın aldığı robot firmaları:

Titan Aerospace: Titan Aerospace’in insansız hava araçları, üzerindeki güneş pilleriyle havada beş yıl kalabiliyor.

Boston Dynamics: Savaş robotları yapan firma, şimdiye kadar ABD ordusu için insana benzeyen, 28 hidrolik eklemli Atlas, büyük bir kediye benzeyen ve saatte 47km hızla koşabilen Cheetah ve 155 kilo taşıyabilen BigDog robotlarını yapmıştır.

Autofuss ve Bot&Dolly: Autofuss’ın tasarlayıp Bot&Dolly’nin ürettiği robotlar istenilen hareketleri benzerlerinden çok daha az hata ile yapabiliyor.

Holomni: Holomni şirketi, 360 derece hareket sağlayan hassas motorlarla kontrol edilen tekerlekler üretiyor.

Meka Robotics ve Redwood Robotics: Meka şirketinin ürettiği insansı robot kafaları ve Redwood şirketinin kolları, çevrelerine çok hızlı tepki veren bir sisteme sahipler.

Schaft: Endüstriyel robot kolları yapan firmanın en önemli buluşu yüksek kuvvetli motor teknolojisi. Firma, ABD ordusunun kuruluşu DARPA’nın 2014 robotik yarışmasında birinci oldu.

Industrial Perception Inc: IPI şirketinin uzmanlık alanı nesne tanıma ve derinlik algısı gibi görüntü işleme teknolojileridir.

Özgür Oktay

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Google’ın Savaş Robotları” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/06/25/googlein-savas-robotlari-ozgur-oktay/feed/ 0